Milliyetçilik Ve Yeni Yönelişler

GökTürk

Kurucu
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,015
Tepkime puanı
2
Puanları
38
Yaş
59
Konum
C¤ KIBRIS
Web sitesi
www.kibris1974.com
MİLLİYETÇİLİK VE YENİ YÖNELİŞLER





Nevzat KÖSOĞLU

Bugün, milliyetçilik üzerinde hâlâ tartışmaların devam ettirilebilmesinde, özel maksatlı kurcalamaları yahut zihin bulandırmaları bir yana bırakırsak, toplumsal bilimlerde millî bir geleneğin, düşünce özgünlüğünün kurulamamış olmasını sebep olarak önemseyebiliriz. Çağdaş anlamda Ziya Gökalp'la başlayan toplumbilim çalışmaları, Cumhuriyet döneminde ayni izden devam ettirilememiştir. Yani, Gökalp yeni çalışmaların yapıcı bir unsuru olarak kullanılamamıştır. Batıda çok hızlı ve zengin olarak gelişen literatür, bizim bilim muhitlerimizi çok etkilemiş ve Gökalp'a dönük değerlendirmeler ve eleştiriler üzerinden özgün düşünceler geliştirmek yerine, Batıda gelişen çalışmaların gölgesinde çalışma yoluna girilmiştir. Ve bu zenginlik karşısında Gökalp'ı önemsiz görmek ve unutmak yolu seçilmiştir. Batı literatürünü her alanda yakından izlemek şüphesiz ki çok önemlidir ancak, sosyal bilimlerde kendi toplumumuza özgü gözlemler ve değerlendirmeler, hatta yöntemler geliştirmedikçe, kalıcı yargılara ulaşmak zor olacaktır. Çünkü aşağıda dokunacağımız gibi, sadece biz değil, her toplum, her kültür özgündür; sorunlarının çözümleri de kendi yapısında saklıdır.

Bizim geleneksel kültürümüzde, İmamların tartışmasız takipçisi ve yorumcusu olmak alışkanlığının ne ölçüde etkili olduğu da düşünmeye değerdir. Kâtip Çelebi, Cevdet Paşa ve daha birçok Osmanlı aydını İbni Haldun'u çok iyi tanıdıkları halde, onun çağdaş bir yorumunu yapmak, ona yeni bir şeyler katarak kendi düşüncelerini kurmak yolunu denememişlerdir. Ziya Gökalp ta sanki ayni üslupta kabul edilmiş yahut kenarda tutulmuş gibidir.

Şimdi milliyetçilik konusuna yeniden bakarken ve güncel yönelişleri değerlendirirken, sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için, önce toplumbilimin kuruluşundan itibaren beliren yöntem ve yaklaşım sorunlarına temas etmemiz ve bir ölçüde sorgulamamız gerekmektedir.

Yöntem ve Yaklaşım Sorunları

Genel olarak, nasıl bakarsanız öyle görürsünüz; nereden bakarsanız oradan görürsünüz. Hem insanın, hem de eşyanın doğası gereğidir bu. XIX. yy.da toplumbilim kurulurken, kurucuların hedefi ve iddiası, müspet ilimler gibi bir bilim dalına ulaşmaktı. Bu yeni bilim dalını psikoloji ile temellendirmek isteyenler de bu açıdan eleştiriliyor, psikolojinin değişmez kurallara sığmayan tezahürleri üzerine müspet bir bilimin kurulamayacağını söylüyorlardı. İlk toplumbilimciler olarak anılan O. Comte'un da Durkheim'in de iddiası, toplum hareketlerinin yahut değişmelerinin değişmez ve genel kanunlarına ulaşmaktı. Fröyt'ün açtığı yoldan yürüyen Jung'un toplumsal şuuraltı ve arketip kuramları da onlara, toplumsal ile bireysel olan arasındaki ilişkiyi açıklama imkânı veriyordu.

Esasen toplumbilim, toplumun yaşadığı sorunlara çözümler geliştirmek üzere kurulmaya çalışılıyordu. Toplumu tanıyalım, onda hâkim olan yasaları bilelim ki sorunlarına çözümler getirebilelim, gelecek projeksiyonlarıyla onu yönlendirmeye çalışalım. Daha sonra yani kendi toplumunu tanımak ve sorunlarına çözümler üretmek amacına, yabancı toplumları daha rahat ve verimli sömürebilmek için onları tanımak, gayesi eklendi; toplumbilim çalışmaları genişledi, çeşitlendi ve emperyalizmin öncülüğünü yapmak, yolunu açmak gibi bir işlev de yüklendi. İşaret ettiğimiz gibi toplumsal değişmenin yasaları bulunabilirse, toplumu etkilemek ve yönlendirmek imkânı da elde edilmiş olacaktı.

Yukarıda dolaylı olarak ifade edilmiş olan bir noktayı açılıkla kaydetmek gerekir: Gerek O. Comte, gerekse Durkheim, bütün toplumlar için geçerli evrensel yasalar peşinde olmakla beraber, Fransız toplumunun o yy.da geçirmekte olduğu ahlaki buhran ve çözülmeye çareler bulmak üzere çalışmalarına başlamışlardı. Başlangıç noktaları ve ilk malzemeleri de Fransız toplumu idi. Sonuçta ulaştıkları yasaların evrenselliğini ileri sürmeleri, onların Fransa için ve Fransa'ya göre çözümler için çalışmış oldukları gerçeğini değiştirmez. Bu husus çağdaş Fransız yazarları tarafından açıklıkla ifade edilmektedir.

Toplumbilimin, daha ilk dönemlerinden itibaren, biraz da bu ilmî olmak iddiasından ötürü pozitivist ve toplumcu bir tutuma girdiğini görmekteyiz. Bu yöneliş giderek tarihi materyalizme ulaşmıştır. Biz bu yönelişlerin tahliline girecek değiliz; ancak bu bakış tarzlarının insanı bütünüyle topluma feda ettiklerini yahut işlevsiz bir görüntü haline getirdiklerini söylemeliyiz. Durkheim'in yöntemini izleyen Ziya Gökalp, her türlü insan başarılarının, hatta dehanın, toplumun insandaki yansıması olduğunu söyler. Materyalizmin ilavesiyle bu yöneliş, üretim ilişkilerinin toplumsal yapıyı ve oradan insan davranışlarını belirlediği noktasına gelip dayanmıştır. İnsan toplum, toplum üretim ilişkileri tarafından tayin edilince, insanın bu oluşumlardaki etkisinden söz etmeye gerek kalmamaktadır. Azeri şairin ifadesiyle,

Men çağımın esiriyem

Men çağımın eseriyem...

Diyen bir anlayışta eserden müessire yol bulmak imkânı da gereği de kalmamaktadır. (*)

Bize göre insanı, toplumsal, maddi değişmelerin bir yansıması olarak gören böyle bir bakış açısının gerçeğe ulaşma şansı olmadığı gibi insanı merkeze alan bir anlayışla da kanuniyetlere ulaşmak imkânı yoktur. İşte, genel toplumbilimin aşamadığı sorun budur.

1960'lı yıllarda başlayıp yoğunlaşan ve hâlâ daha yansımalarına tanık oluğumuz, Türk toplumunu ve tarihini açıklamaya dönük Marksist gayretler, Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmaları hatırlanmaya değerdir. Eski Türk toplumunu ve Osmanlı yapısını Marksist çerçevelerle açıklayabilmek için denenmedik yol bırakılmamış, Marksizm'den sapma kavgaları yapılmış ancak, tarihi süreç bu kalıplara uydurulamamıştır. Ünlü romancı Kemal Tahir, bu gayretlerin boşunalığına işaret etmiş, farklılığımız konusunda uyarılar, açıklamalar yapmıştır. Yine ayni tartışmalar ortamında, Prof. Baykal Sezen, Türk tarih sürecinin özgün olduğunu, bu çerçevelere uymayacağını söylemiş ve esasta mücadelenin sınıflar arasında değil, Doğu ile Batı arasında sürmekte olduğunu ileri sürmüştür.

Bu sorunun, ele alınan tüm toplumsal meselelere yansıması doğaldır. Bu, şu demektir, her toplumun sorunları, ayrıca incelenmek, değerlendirilmek zorundadır. Esasen kültür yahut toplum hayatı, o toplumun manevi yapısıyla, maddi şartları ve çevrenin karşılaşmasından doğan insan başarıları ve üsluplarıdır. Bu yüzden her kültür, yapı olarak da üslup olarak da özgün doğar. Ayni geçim yollarında yaşayan toplumların – çiftçi, işçi gibi- yahut ayni inanç sistemini –dini- paylaşan toplumlarda, davranış ve üslup benzerlikleri olacaktır; ama ayniyet olamaz. Hiçbir toplumun, maddi şartları, tarihi birikimleri ve manevi dünyası bir başkasıyla aynı olamayacağı gibi, yaşama üslup ve yapılarında da ayniyet olamaz. Benzerlikler ve ortak yönelişler olabilir. Tek tek insan unsurunu da düşündüğünüzde, sosyalleşme başarıları ne ölçüde mükemmel olursa olsun ayniyete ulaşılamaz.

Bu açıdan baktığımız zaman da, yine toplumbilimcilerin her toplumun sorunlarına ayrıca bakmak ve değerlendirmek zorunda olduklarını görürüz. Gerçekçi yaklaşım, o toplumun tarihi gelişim ve yapısını ayrıca inceledikten sonra kavramsal çerçeveler oluşturmaya çalışmaktır. Başka toplumlar için üretilmiş kavramlara, bir başka toplumun yapı ve süreçlerini uydurma gayreti, boşuna bir zahmettir. Ama sanırım bizde fazlaca görülen bir çabadır. Batının zengin literatürü karşısında, kaçmaktan kovalamaya zaman bulamayan araştırmacılarımız, onları kavrama çabasından ileri bir düşünce özgünlüğüne ulaşamamaktadır. Bu kavrama gayretinin de başarısı epeyce tartışılabilecek düzeydedir. Bu durumda, tercüme kavramların ve yöntemlerin bizim sorunlarımıza uygulanışındaki başarıyı yahut yarattığı karmaşayı görmek zor olmayacaktır. Batılı bilim geleneğinin ürettiği kavram ve çerçeveleri –ne kadar sağlıklı olursa olsun- tercüme ederek bilim yapmış olmak aşamasının çoktan aşılması gerekir.

XIX. yy.da Batı kaynaklı bilim ve kurumlarla ilk karşılaşma dönemlerinde, bu kavramların İslamileştirilmesi gibi bir yol izlenmişti; Meşrutiyetin şûra olarak açıklanması gibi. Bu, aslında sağlıklı bir yönelişti ve yabancı kavram ve kurumların kendi kültürümüzdeki bağlamlarına oturtulması ve geleneksel kültürümüze sahip insanların bunları doğru anlamalarını sağlamak içindi. Bu tutumun bir adım sonrası düşünce bağımsızlığı ve yaratıcılığına çıkar. Ama devam ettirilemedi ve işin kolayına kaçıldı; tercüme ile yetinmek. Bu yöneliş de Avrupa'nın bütünüyle alınması gerektiği açıklamalarıyla temellendirilmeye çalışıldı. O kurum ve kavramların, tam anlam ve bağlamında kavranabilmesi için onu yaratan kültürün, temelinden itibaren bütün iman ve değer sistemleriyle kavranması gerektiği ileri sürüldü. Kültüre bütüncü bir yaklaşım sergileyen bu bakış, belki yanlış değildi; ama milli kültürün ve gayretlerin önünü kesiyordu ve çağdaşlaşmayı imkânsız kılıyordu. Çünkü bütün toplumun bu düzeyde Batıyı kavraması mümkün değildi; hâlbuki bu kavrayış çağdaşlaşmanın olmazsa olmazı olarak gösteriliyordu. Kavramların İslamileştirilmesi yahut millileştirilmesi hem geçişi mümkün kılacak, hem de milli düşüncenin yolunu açacaktı. Ancak bunun başarılabilmesi için de yüksek bir toplumsal gerilime, enerjiye ihtiyaç vardı ve olmayan, farkına varılamayan da o idi.

Kesin kanunları olan bir bilim dalı iddiası ile başlayan toplumbilimin, günümüzde daha sağlam yöntemlere dayalı ve fakat daha alçak gönüllü bir disiplin haline geldiğini söylemeliyiz. Şimdi genel olarak mevzii sosyoloji diye isimlendirilen çalışmalarda, anketler, görüşmeler ve gözlemlerle, daha dar ve belirli toplumsal grupların davranış modelleri incelenmekte ve yönelişleri hakkında değerlendirmeler yapılmaktadır. Şüphesiz, çok da yararlı olan köy sosyolojisi, şehir sosyolojisi, işçi sosyolojisi, aile sosyolojisi, kurumlar sosyolojisi gibi çalışmalarda, genel geçerli ve evrensel yasalara ulaşmak yerine, incelenen somut alandaki yönelişler tespit edilmek ve değerlendirilmekle yetinilmektedir.



Milliyetçilik



Şimdi, konumuz olan milliyetçilik duygusuna gelince, bu toplumsal yöneliş ve ortaya çıkışın, kültürel yapıları ve tarihi süreçleri farklı olan toplumlarda ayni görüntüyü vermeyeceğini kabul etmekte zorlanmayız. Her millet gibi Türk milletinin milliyetçiliği de kendi insanına dayalı, kendi şartları ve tarihi süreci içinde incelenmeli, temayül ve tezahürleri de yine ayni ölçüler içinde tespit ve tahlil edilmelidir. Sosyolojist, pozitivist hatta Marksist açılardan olaya yaklaşılıyorsa bile her toplum için ayrıca düşünmek zorunluluğu vardır.

Ancak biz, temelde milliyet duygusunun, insanın doğasında var olan bir gizilgücün, toplumsal yapı ve tarihi süreçlere göre ölçülenerek ortaya çıktığını düşünüyoruz. Temeldeki ayni duygunun, değişik çağlardaki farklı tezahürlerinin toplumsal yapılar, kültürel süreçler ve son tahlilde eğitimle ilgili olduğunu söylüyoruz. Yani burada, toplumsal olanın bireyde yansıması değil, bireyde gizilgüç olarak mevcut olanın, toplumsallaşma yahut genel olarak hayat eğitimiyle ortaya çıkması söz konusudur.

Bu, ortaya çıkanı yeniden kavramlaştırmak yerine, İbni Haldun'un asabiye terimini rahatlıkla kullanabiliriz. Çünkü büyük mütefekkir, tam da bu anlamı kavramlaştırmıştır. Daha önceki bir yazımızda anlatmaya çalıştığımız gibi, asabiye teriminin tam karşılığı gerilimdir. Bir insan hangi toplumda yaşıyor, kimlik ve kişiliğini hangi kültür ortamında kazanıyorsa, o toplumun asabiyetini taşır; yani gerilimi o toplum için olur. Diğer bir söyleyişle, kişi hangi toplumda sosyalleşirse, o toplumun kültürel kimliğini ve asabiyetini taşır. İbni Haldun'un sözünü ettiği ve esas aldığı ' kabile asabiyeti' de o günlerdeki toplum biriminin kabile olması ve kişinin kabilesi içinde sosyalleşmesinin gerçekleşmesi sebebiyle, esasta bir eğitim sürecinin sonucudur. Mütefekkirimizin tâli asabiyetler olarak saydığı, sonradan kazanılmış gerilimler de bir eğitim sürecinin sonucudur ve kabile asabiyetinden mahiyet olarak farklı değildir.

Asabiye yahut gerilimin ortaya çıkışında iki noktaya dikkat edilmelidir. 1. Gerilimin somut ortaya çıkışları. 2. Gerilimin bir şuur kazanması.

Toplum bir kabile yahut kabileler halinde yaşıyorsa, ortaya çıkacak asabiyet de doğal olarak kabile gerilimi yani milliyetçiliğidir. Kişi kabilesinden yanadır, onun değerlerini paylaşır, onun için fedakârlıklar yapmaya hazırdır v.b. Eğer bu duruşunun şuuruna varır yani kabile kimliğini idrak ederse, bu hal, onun doğal milliyetçiliğine ilave bir güç ve revnak katar. Pozitivist-materyalist anlayışlar, şuuru da çevrenin bir yansıması olarak gördüklerinden, işin o tarafı ile ilgilenmezler. Ve mesela toplumsal yapı değişmelerini izlemek ve açıklamakla –sınıflar, sanayi, kent soylular v.s.- milletin oluşumunu da milliyetçiliğin yani toplumsal gerilimin ortaya çıkışını da açıklamış olurlar. Bu aksak tarifin, Avrupalı toplumlar için ne ölçüde gerçekçi ve geçerli olduğunu tartışmadan, bize dönelim.

İslam öncesindeki toplumsal yapı ve kültürümüzün farklılıklarını bir kenara koysak bile -ki bu birikim İslam'ı kavrayış biçimlerini etkilemiştir- XII. yy.dan itibaren Türk kavimleri, hayat şartlarında hiçbir değişme olmadığı halde, bir iman hamlesi yapmış ve yeni bir kültür dünyasının, evren ve insan anlayışının içine girmişlerdir. İslamiyet onlara yeni bakış açıları ve değerler sunmuştur. Ve onların birey olarak toplumsallaşmalarını büyük ölçüde etkilediği gibi, siyasi duruş, anlayış ve toplum yapılarını da etkilemiştir. Tekrar işaret edelim ki hayat şartlarında dikkate değer bir değişme olmadığı halde büyük bir zihniyet değişmesi yaşanmış ve ümmet şuuru oluşmuştur. Bu şuur, siyasi ve hukukî yapıları şekillendirmiş, çerçeveler çizmiştir.

Bu zamandan sonraki bütün İslâm devletlerinde, egemenlik ve siyasi haklar Müslümanların elinde olmuş, gayrimüslimler zimmî olarak ve fakat siyasi haklardan mahrum yaşamışlardır. Bu hukuki ve siyasi yapılar, ayni zamanda, kendisini şekillendiren ümmet (millet) şuurunu da güçlendirmiştir. Bu toplumsal ortamın bir ümmet (millet) asabiyeti yarattığı muhakkaktır. Ancak bu yeni gerilimin soy yahut kabile asabiyetini ortadan kaldırdığını söylemek mümkün değildir. İbni Haldun, bu iki asabiyetin karşılıklı durumlarını yeterince tartışmış ve İslâm asabiyetinin varlığına rağmen, İslâm fütuhatını taşıyan asıl gücün Arap kabile asabiyeti olduğunu ileri sürmüştür.

İslam tarihi, kabile asabiyetinin sergilendiği ve İslam asabiyeti ile çatıştığı olaylarla doludur. İslam düşünürleri bu gelişmeleri hoş karşılamasalar ve uzun yorumlara girseler de tarih bu gerilimler üzerinden gelişmesini sürdürmüştür. Özellikle Emeviler zamanında güdülen keskin Arap asabiyeti ve hukuk alanına kadar yayılan Arap-Mevali ayırımı, Arap olmayan kavimlerdeki kavmî asabiyetlerin artmasına, Şuubiye hareketinin doğmasına yol açmıştır. Abbasi hareketi bu karşı çıkışların sonucudur ve Emevilere karşı yürütülen amansız yok etme siyaseti, gerginliklerin ne ölçülere gelmiş olduğunu açıkça göstermektedir. Abbasiler döneminde, İslam kardeşliği vurgusunun daha arttığı ve İslam asabiyetinin yükseldiğini söyleyebiliriz.

Sonuçta, bu gelişmeler içinde Türk bölgelerinde de İslam milleti asabiyet, kabile yahut boy asabiyeti ile birlikte yaşamıştır. Ancak siyasi ve hukuki alanda egemen olan İslam milleti asabiyetidir ve Müslüman kavimler arasında bu açıdan hiçbir ayırım yapılmaz. Şuur olarak da esas itibariyle İslam milleti gerilimi yaygın olmakla birlikte, kabile gerilimleri de doğal bir hal olarak devam etmektedir.

Osmanlıya geldiğimizde de durum budur ve 1856 Islahat Fermanına kadar da böyle devam etmiştir. Bu fermanla, Müslim-gayrimüslim siyasi hukuk eşitliği getirilmek suretiyle, kuruluş ilkesi değiştirilmiş ve Devleti Âliye, eşit vatandaşlar-Osmanlılık ilkesi üzerine oturtulmaya çalışılmıştır. İttihadı anasırı sağlayacağı umulan bu yeni yöneliş, tam tersine Osmanlı içindeki değişik unsurların giderek artan bir hızla ayrışmasına yol açmıştır. Balkanlardaki gayrimüslim unsurların tamamının bağımsız devletler kurması ile sonuçlanan bu gelişmeler, Osmanlı camiasında İslamcı duyarlıkların artmasına yol açmış, Sultan Hamit de politikasını bu gelişmeler üzerine kurmuştur. Ancak Balkan Savaşı faciası sonrasında, Devleti Âliye'nin ayakta kalabileceği ve koruyuculuk gücünün devam edebileceği konusundaki inanç gittikçe zayıflamaya ve Müslüman unsurlar arasındaki millî asabiyet akımları da giderek yayılmaya başladı. İşte Türk milliyetçiliği akımı da bu dönemde, yalnız kalan bir kavmin kendi millî varlığını kavraması ve savunma ihtiyacı olarak doğmuş, Türk Ocakları kurulmuştur.

Bu tarihi sürece işaret ettikten sonra, şu noktaları vurgulamalıyız:

Türk milletinin ve kültürünün oluşumunu kendi çerçevesinde incelemek gerektiği gibi, Türk milliyetçiliğinin gelişimini de yine kendi süreci içinde ele almak gerekir. Batı toplumlarında geliştirilmiş kavramları tercüme ederek ve yine Batı kaynakları bakış açılarından bizim tarih ve toplumumuza uygulamak, sağlıklı bir değerlendirmeye imkân vermez. Bu tür değerlendirmeler gerçekliği çarpıtan temelsiz yargılara ve gerçekliği kavramlara uydurmak gibi zorlamalara varmaktadır. Hiç değilse günümüzde olsun tercümecilik kolaylığından, taklit ve tekrar basitliğinden kurtulmayı temenni ederiz.

Bu bakış açısı ve kavram yabancılığının getirdiği bilimsel yanlışlar yanında, kendi tarih ve kültürümüze karşı verilmiş haksız yargılar da vardır. Bunlardan birisi, ötekine düşmanlık diye isimlendirilen tutum, diğeri milleti inşa etme projesi, bir başkası da ırkçılık iddialarıdır.

Türk milliyetçiliğinin doğmaya başladığı XX. yy. başlarından itibaren —Şüphesiz ki ilk kültürel yönelişler eskidir- Türk milletinin toplumsal yapısında yeni bir şey ortaya çıkmadığı gibi yeni bir inşaat filan da yapılmamıştır. Olan şey, esasen var olagelen kavmî-millî asabiyetin, okumuş bazı kesimlerin gayretleri ve fiili gelişmelerin de zorlamasıyla, ümmet asabiyetinin önüne geçmesidir. Buna biz millî kimliğin şuur kazanması, farkına varıp yeniden kavranması diyoruz. Ziya Gökalp de mefkûre demişti ve tarihi bir gerçeklik olarak var olmayan bir mefkûrenin ruhlarda doğamayacağını söylemişti. Burada dikkat edilmesi gereken şey, var olan bir tarihî ve toplumsal gerçekliğin şuur kazanması, öne çıkmasıdır. Yeniden ve bir projeye göre inşa edilen bir şey yoktur. Bu tür bir ifade belki bu şuuru güçlendirmek ve millî kimliği pekiştirmek için girişilen yahut düşünülen eğitim çalışmaları için kullanılabilir; ne kadar anlamlı olacağı da ayrıca düşünülmelidir. Türk dili, dini, mutfağı, türküsü, halısı, kilimi, ev düzeni kaç bin yıldan beri var ve üslubunu kazanmakta idiyse yine odur. Şimdi insanların şuurlu yöneliş ve eğitimleri de buna göre düzenlenmek istenmektedir. Ziya Gökalp'ın halkçılık dediği de halkın bu binlerce yıllık yaratışlarına başvurarak, onlardan başlayarak ve ilham alarak yeni yaratışlara yönelmek ilkesidir. Terbiye-kültür birliği olarak tarif edilen millet, işte bu binlerce yıllık oluşumun ortaya çıkardığı toplumsal yapıdır.

Irkçılık konusuna da dokunmalıyız. Kavramları birbirine karıştırarak yahut dilediği gibi kullanarak propaganda yapmak mümkündür; düşmanlık yaratmak kolaydır ve bunlar her zaman yapılmaktadır. Ama bu üslupta ciddi bir tartışma olmaz. Irkçılık dediğiniz zaman, bu kavramın toplumbilim literatüründe belirli bir anlamı ve işlenmiş bir içeriği vardır; öyle anlaşılmak gerekir. Tarihi ve kültürü yaratan temel unsurun ırklar olduğu, her türlü başarı yahut tarihi görüntünün, ırkî hasletlerin yansımalarından ibaret bulunduğu temel tezine dayanır. Türk düşüncesinde, milliyetçi kalem sahipleri arasında, bu söylemi savunan ciddi bir isim yoktur. Daha başlangıçta Gökalp, biyolojik ırkçılık anlayışının atlarda uygulamasının faydalı sonuçlar doğurabileceğini, ancak bizim at değil insan olduğumuzu söyler.

Milliyetçilik tartışmalarının ilk dönemlerinde millet kelimesi bugünkü kullanımıyla ümmet karşılığı olarak anlaşıldığı için bir süre ırk kelimesi bugünkü millet yerine kullanılmıştır. Asrın başlarındaki bir kısım yazarlar yanında, Türk Ocağı ve Yedek Subay marşlarında bunu görürüz. Hatta İstiklal Marşımızdaki ırk kelimesini de Akif'in bu anlamda kullandığını düşünebiliriz. Zamanla millet kelimesi günümüzdeki anlamını kazandıkça, ırk kelimesi de kullanımdan kalkmış, daha doğrusu günümüzdeki anlamına geri çekilmiştir.

Irk kelimesinin, bir de, muhtemelen ses vurgusundan ötürü tercih edilerek, soy anlamında kullanılması vardır. Bunu en çok kullanan da adı ırkçıya çıkmış olan rahmetli Nihal Atsız'dır. Burada da bilerek yahut bilmeyerek düşülen bir yanılgı vardır. Atsız, yukarıda belirttiğimiz anlamda ırkçı değildir; O, soy vurgusu yapar. Bu da Atsız'ın bir icadı değildir; soy şuuru, ortak dile sahip olanların ortak bir soydan geldikleri inancını ifade eden ve toplumbilimde yer alan bir kavramdır. Dikkat edilsin ki bu bir inanç meselesidir, kan bağı iddiası yahut konusu değildir. Türkçe konuşanların Türk soyundan geldiklerine inanılır ve Türk olarak kabul edilir. Atsız'ı biraz dikkatli okuyup, ırkımızı yücelten kelimelerine takılı kalmayanlar, toplumbilim terimi olarak ırkçılığı çağrıştıracak bir yorumunu bulamazlar. Ancak soy yerine ırk kelimesiyle heyecan vurgusu yaptığı görülür. Atsız, Türk ülküsünü, Türk milletinin büyüme ve kudretli olma arzusu olarak ifade eder ve milletin yaratıcı gücünün bu inanç olduğunu söyler. " İnancın en büyük âmil olduğunu anlatmaya gerek yok. İmanla ümitsiz hastalar bile iyi olur." Diyor, 1955'te. Milletin gücünü, damarlarındaki asil kanda değil, yüreğindeki imanda bulan bir ırkçı! Böyle ırkçı olur mu? Bir başka yazısında Türk milletinin yükselişini ahlaki temizliğine bağlar ve yazısını şöyle bitirir: "Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz." İşte size Atsız'dan bir Türkçülük tarifi: "Türkçülük, amansız bir vazife ahlakıdır."

Görülüyor ki Atsız Beyin ırkçılığı yahut soyculuğu, Alman yahut İngiliz ırkçılığından çok farklıdır. Bu konuda rahmetli Galip Erdem, çalışmasının sonunda şu değerlendirmeyi yapar: " Batı ırkçılığı belli bir zümrenin diğerlerine üstünlüğünü etnoloji ve özellikle antropoloji ilimlerinin imkânlarından yararlanarak kabul ettirmeye çalışan bir temele dayanır. Yoksa insan topluluklarındaki üstünlük duygusu tarihin çok eski zamanlarından itibaren vardı. Ancak insanlar arasındaki eşitsizliğin ilimle ispat edilmek istenmesi Avrupa'da başlamıştır." Galip Ağabeyin burada, sözünü ettiği ve tarihin eski zamanlarından beri var olduğuna işaret ettiği üstünlük duygusu, ırkî değil kültürel üstünlük duygusudur ve kendine güven ve atılım gücü verir. " Türk milleti tarihin hiçbir döneminde, antropolojik anlamda bir ırkçılığa sapmamıştır. Ancak soy şuuru ve Türk soyunun üstünlüğü düşüncesi, son birkaç yüzyılın dışında her zaman vardır. Sadece bazı çağlarda bu düşünce, devlet siyasetinin temeli olarak Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi olarak ortaya çıkmış, diğer çağlarda da yalnız milletin ruhunda yaşamakla yetinmiştir. Türk milliyetçileri diğer milletleri ezmek ve yalnız Türk ırkının yaşamasına izin vermek tarzında anlaşılacak bir ırkçılığı hiçbir vakit benimsememişlerdir." (Galip Erdem, Suçlamalar, cilt: II, Ankara–1975, s.259–265)

Ötekine düşmanlık halinin ise Türk milliyetçiliğinin doğuşunu inceleyenlerin göremediklerini söylemeliyiz. Osmanlının son dönemlerinde, doğal olarak korunma psikolojisi yaşanmış ve devlet/toplum içindeki ayrışma Müslüman-gayrimüslim şeklinde, ekseninde oluşmuştur. Islahat Fermanından sonra, korkulan ayaklanmalar olmadıysa da en ciddi infial ve hareketlenmeler Arap bölgelerinde yaşandı. Türk milliyetçiliğinin açık safhası 1912'den sonradır. Arnavutlar 1912'de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Bu vakitten sonra, hukuken değilse de, fikir ve duygu itibariyle Müslümanlar arasındaki ayrışmalar da açığa çıkmaya başlamıştır. Yani bu ayrışmanın taraflarının birbirlerine düşman olabilmeleri için zaten zamanları yoktu. Daha da ötesi, l918'lere kadar, cephelerin her yanında ve özellikle güney cephelerimizde Türk, Kürt, Arap birlikte dövüşüyorlardı; birbirlerine düşmanlık edecek halleri yoktu.

Halk kesimine kadar inmiş düşmanlık sadece Ermeniler hakkında görülür; o da Doğu illerimizle sınırlıdır. Osmanlı literatüründe Ermeni hareketlerinin adı Ermeni patırtısıdır.

Hâlbuki batıda, Alman milliyetçiliğinin Fransız düşmanlığı üzerinden geliştiğini söylerler ve delil olarak da Alman millî romantik edebiyatındaki Fransız düşmanlığını konu alan şiirleri gösterirler. Bu şiirler, ayrı bir kategori oluşturacak kadar çoktur. Şimdi, bu sözlerimiz bir heyecan ifadesi sayılmazsa, vicdan sahiplerinin bir de Türk edebiyatına bakmaları gerekmez mi? E. Bülent Serdaroğlu'nun, Balkan Savaşı acıları içinde yazdığı Kin şiirinin, "Türk'üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!" şiirinin yanına kaçını daha koyabilirler? Yoksa biz şiir yazmayan bir millet miyiz?

Görülüyor ki sorunumuz yine tercüme kafasıyladır. Batılı toplumlar için verilmiş hükümlerin aynen bize aktarılmasından doğmaktadır. Burada şu hükmü de ifade etmekten geçemeyeceğim, düşünce bağımsızlığına sahip olmadıkça yahut yaratıcı düşünce düzeyine ulaşmadıkça, eskilerin tabiri ile imali fikir edemedikçe bu hatalar daima yapılacaktır.

Bizim milliyetçiliğimiz, biraz sert söyleyecek olursak, yaşanan hıyanetler ve acılar sonunda yalnız kalan bir milletin, kendini bu konuma göre yeniden idrak etmesi ve isimlendirmesi hareketi olarak doğmuştur. Kendi varlığını bir başkasına düşmanlıkla algılamamıştır; bir imparatorluk sahibi olduğunu unutmamıştır.



Günümüzdeki Yönelişler



Şimdi, ayni zamanda geleceği düşünerek günümüze bakarsak neler görürüz? Biz milliyetçiliğin temelde insanın yaratılışında gizilgüç olarak var olan bir yönelişin, eğitim ve sosyalleşme sonucu belli biçimlerde ortaya çıktığını söylüyoruz. İnsan, hangi toplumsal birim içinde sosyalleşiyorsa, o birime mensubiyet duygusu taşır ve o toplumun milliyetçisi olur. Bu mensubiyet duygusunun çeşitli toplumsal alanlarda görülen tezahürlerinin isimlerini değiştirebilirsiniz, aile bağları, akrabalık tutkusu, hemşericilik dayanışması v.b. Ama esasta hepsi ayni yönelişin ortaya çıkışlarıdır ve sosyalleşmenin eseridir.

Bir sosyalleşme çevresi olarak toplumsal yapıların en büyük ve milli devletler sebebiyle en etkili birimi millet olduğu için, sözü geçen duygu en geniş anlamında milliyetçilik olarak tezahür etmekte ve isimlendirilmektedir. Bir kısım erken yargılar yahut bilim kılığına sokulmak istenen arzular, artık millet döneminin geçmekte olduğunu, millî devletlerin de evrensel yapılara dönüşmekte bulunduğunu, bu sebeple artık milliyetçiliğin de zamanının geçtiğini ileri sürseler de bu iddialar dünyanın yaşanan gerçeğine uymayan propagandalar olmaktan öte değer taşımamaktadır. Zamanımız, yine milliyet asrıdır ve millet ve milli devletler var olduğu sürece de böyle olmaya devam edecektir. Türkiye Bilimler Akademisinin, 2003-2023 Arası Sosyal Bilimler Öngörü Çalışmasında, küreselleşme gelişmelerinin toplumda bazı çözülme ve yeniden yapılanmaları etkileyeceğine işaret edilmekle birlikte, millî devletin zayıflama tehdidi karşısında, vatan, bayrak, tarih gibi toplumsal değerler üzerinden milliyetçiliğin tüm toplum kesimlerine yayıldığı ifade edilmektedir. Ayrıca, ticaret alanında mal ve hizmetlerin dolaşımı giderek serbestleştiği halde, özellikle 11 Eylül 2001 saldırısından sonra bütün devletlerin, siyasi sınırları koruma duyarlıklarının arttığı ve insan geçişlerinin, insan onurunu zedeleyecek ölçüde sert denetimlere alındığına işaret edilmektedir. (Türkiye Bilimler Akademisi 2003-2023 Arası Sosyal Bilimler Öngörü Çalışması, Ankara-2007, s. 33)

Ne var ki gerek küresel çaptaki gelişmeler, gerek ülke içindeki değişmeler dikkate alınarak, milliyetçiliğin tezahürlerinde bazı farklılıklar olabileceği düşünülebilir. Milliyetçiliğin bir milli gerilim olarak, eğitim sürecinden geçip ortaya çıktığını söylemiştik. Günümüzde, en geniş anlamında eğitim çevresi yani kişinin kişilik ve kimliğini kazandığı toplumsal çevre hızla ve büyük değişmelere uğradığına göre, bunun millî gerilimin ortaya çıkış biçimlerini de etkilemesi doğaldır. Sözgelimi, bilişim ağlarındaki şaşırtıcı gelişmeler, hız ve sanal ortamlar, elbette ki çocuklarımızın sosyalleşme ortamını etkileyecektir. Bunun da insan kişiliği üzerine yansımaları ve bu sebeple millî algılar ve tavırlar üzerinde etkili olacağı düşünülmelidir.

Milliyetçilik konusundaki yeni arayışları irdelerken, baştan beri ısrarla vurguladığımız farklılıklara ve tercümeci tavırlara dikkat etmek zorundayız. Çünkü küreselleşme dalgalanmalarına rağmen, bu gün de Batılı toplumlar ile bizim toplumumuzun güncel sorunları farklıdır. Ancak biz önce küreselleşme karşısındaki arayışlara bakalım.

Küreselleşme gelişmelerinin şimdilik millet kavramını yok edebileceğini söylemek mümkün değildir. Öyleyse toplumsal gerilimler, esasta yine millet çapında yani milliyetçilik olarak ortaya çıkacaktır. Ancak, ilişkilerdeki yoğunluk -kişisel ilişkiler de dâhil- muhtemelen duygusal çıkışları yumuşatacaktır. Bunun ne ölçüde ve hangi hayat/kültür alanları üzerinde görülebileceği konusuna girmiyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki enerjiden ticarete kadar, milletlerin birbirleriyle bağımlı hale gelmeleri ile ulaşım ve iletişimdeki hız ve imkânların artması bu yumuşamayı sağlayacaktır. Ancak bu konuda da mübalağa edilmemelidir. Mesela Avrupa Birliği örneğinin, hukuki bir yapı olmanın ötesinde, kültürel bir bütünlük duygusu, manevi bir birlik havası yarattığını söylemek, hiç değilse bugün için mümkün gözükmemektedir. Avrupa Birliğine dahil ülkelerin bu tür ciddi bir arayış içinde olduklarını da söylemek kolay değildir. Görünen, herkesin kendi millî kültürünü geliştirmek ve yaymak peşinde olduğudur. Fransızlar, yabancı dillerin etkisiyle oluşan dil kirlenmesine karşı Fransızcayı korumak üzere yasa çıkardıklarında, kimsenin onları yadırgadığı görülmedi. Almanya. Almanca eğitim verecek bir üniversite için para yağdırırken, kendi ülkesinde Türk çocukları için özel okullar açılmasını yerel yönetimler yoluyla ve kırk takla atarak engellemektedir. Hiç kimse de "Yahu globalleşen şu dünyada niye zahmet ediyorsun?"demiyor. Sözü uzatmadan söyleyelim ki küreselleşmenin daha küçük çaplı etnisiteleri de uyandırması, geçici bir durum olarak görülse de millî çerçevelerin, milletlerin devam edeceği, kesin gibidir.

Milliyetçilik açısından baktığımızda, millet oluşumunun önemli unsurlarından biri olan devletin öne çıkmakta olduğunu görüyoruz. Kültür birliğini sağlayan ve pekiştiren unsurlardan çok önemli biri de hanedanlar ve devletlerdir; ayni hâkimiyet altında uzun süre birlikte yaşamış olmaktır. Bizim tarihimizde zengin örneklerini yaşadığımız bu durumlarda siyasi kimlikler çoğu kez bu mensubiyetle ifade edilmiştir: Ak Koyunlu, Safevi Türkmeni gibi. Bugün de vatandaşlık konum ve kavramının giderek ağırlık kazanmakta olduğu görülmektedir. Avrupa Birliği, devletler üstü bir yapı olarak önümüzdeki tek örnektir ve siyasi egemenlikleri etkilemedeki gücü üzerine yargıya varmak için çok erkendir. Hukuki düzenlemelerde bu etki görülmekle birlikte, henüz toplumsal dokuya nüfuz etmekten uzaktır. Avrupa Birliği ülkelerinde, milliyetçilik akımlarının farklı boyutlarda ve renklerde gelişmekte olduğu, yapılan seçimlerde de görülmektedir.

Araştırmacılar, küresel gelişmelerin devlet içinde yerel yönetimlere daha çok yetkiler verilmesi yönünde etkiler yaptığını söylemektedirler. Ancak bu tür bir gelişmeyi millî devletin zayıflaması şeklinde anlamlandırmak doğru değildir. Tam tersine, bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler, devleti, tek bir vatandaşlık numarası ile vatandaşlarının, nerdeyse her halini denetleyebilecek bir merkezi güce ulaştırmıştır. Yeni imkânlar ve yeni sorunlar, şüphesiz ki bazı anlayış ve yapı değişmelerine yol açabilecektir; ama meselenin özü kalıcıdır.

Avrupa ülkeleri günümüzde karşılaştıkları bazı yeni sorunlar sebebiyle, yeni bir milliyetçilik dalgasına ve buna dayalı incelemelere girmişlerdir. Bu sorunlar yabancılar meselesi ve her an nereden, nasıl patlak vereceği pek de kestirilemeyen terör olaylarıdır. Bugün Avrupa'nın pek çok ülkesinde, eski sömürgecilik döneminden kalma yahut ilave olarak sonraki zamanlarda gelen önemli sayıdaki yabancılar sorunu yaşanmaktadır.

Yabancılar sorunu, esasta farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen insanların, içinde yaşadıkları toplumla uyum sorunudur. Ancak Avrupalı devletler bu konudaki tutumlarını hiçbir zaman dürüstçe belirtmemiş ve açık bir politika yürütmemişlerdir. İlk başlarda, bütün bu unsurların, içinde yaşadıkları kültür içinde asimile olacakları zannedilmiş, ama ifade edilmeden bu rahatlık içinde olunmuştur. Bu kitlelerin kolayca asimile olmayacakları anlaşıldığında, uyum ve birlikte yaşama kültürünü geliştirme adı altında, kapalı yahut yarı açık asimilasyon politikaları uygulanmaya başlanmıştır. Bunda da istenilen sonuçlara ulaşılamadığı gibi kendi ailesi, doğal ortamı içinde kişiliğini sağlamca kuramayan insanların yabancı kültür ortamıyla uyum zorlukları iyice artmaktadır. Yani Türk olan ana babanın çocukları kendi ana dilleri ve temel kültür yapıları içinde kişiliklerini bulabilirlerse, ancak o zaman içinde yaşadıkları toplumun uyumlu üyesi olabilmektedirler. Devletlerin buna destek vermeleri gerekirken, söylenmeyen asimile politikasında ısrar etmektedirler. Bu tutum hem yabancıları anti sosyal davranışlara itmekte, hem de yerlileri saldırgan tepkilere yöneltmektedir. Bu soruna, eskiden beri belli ölçülerde var olan dinî ve etnik temele dayalı sorunlar da eklenince, milliyetçilik meselesi üzerinde yeniden düşünmek ve gelişen sorunlara çözümler üretmek zorunlu hale gelmiştir.

Tekrar da olsa, bu ülkelerde üretilen toplumsal kavram ve bakış açılarını tercüme ederken, hangi toplumsal/tarihi zemin ve ihtiyaçlarla doğduğunu unutmamak ve ona göre değerlendirmek gerekir.

Bizdeki yeni arayışlara gelince, bunları kaç grupta mütalaa etmek gerektiğinden emin değilim. Bir kesim, iyi niyet ve vatanperverlik duyguları içinde, günümüzde yaşanan Kürtçülük sorununa bir çözüm bulmak üzere, milliyetçilikten yahut millet tarifinden bazı unsurları çıkarıp bazı unsurlar eklemekle, zihni bir tatmine ulaşmak ve buradan bir çözüme ulaşmak temayülündedirler. Bu tür iyi niyetli gayretler anlayışla karşılanmalıdır; ancak, bu yolun, gerçeklere sırt çevirmeye çok yatkın olduğu, zihni çözümlerin gerçek çözümler olduğu yanılgısına pek çok düşüldüğü unutulmamalıdır. Bu yüzden de yakın tarihimizdeki gelişmeler, kopuşlar soğukkanlı bir gözle ve yakından değerlendirilmelidir.

Birinci ve hiç unutulmaya gelmeyecek olan nokta şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu konsepti ile oynanmamalı ve devletimizin üzerinde kurulduğu ilkeler tartışılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti dışında bir arayışları olmayan Kürt vatandaşlarımız için bu konumun hiçbir problemi yoktur. Unutmayınız ki Osmanlı Devletimizin fiili çözülme süreci 1839 ve özellikle 1856 Islahat Fermanıyla başlamıştır. Çünkü bu sonuncusu, Devletin kurucu ilkeleriyle oynamış; siyasi alanda Müslimle gayrimüslimi eşit hale getirmiştir. Halkın, gâvura gâvur denilmeyecek alayı boşuna değildir. Cevdet Paşanın, devletin esasına halel geldi demesi boşuna değildir. Unsurlar arasında bütünlük sağlansın diye bu yapıldı; ama ayrışmayı hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı. Eğer Kürtler ve Türkler, bu cumhuriyet, bu devlet içinde birlikte yaşayacaksak, geleceği birlikte kuracaksak, bunun için doksan dokuz tarihi, toplumsal ve insani sebep bulabiliriz. Eğer niyet kötü ise bunun için herhangi bir sebep gerekmez. Tekrar edelim ki iyi niyetle yaklaşanlar için, kültür milliyetçiliği yaklaşımının sağının solunun çekiştirilmesine gerek yoktur ve böyle bir anlayış çözüme engel değildir.

Bir başka kesim, herhangi bir sebeple hoşlanmadıkları milliyetçiliğin, esasen modasının geçmiş olduğunu söylemekte ve birkaç yüz yıllık temayülleri, küreselleşme kılıfı ile yeniden ileriye sürmektedirler. Evrensel kültür arzu ve iddiaları epeyce eskidir ve insanlık düşüncesi bu konuyu tartışmıştır. Ancak evrensel kültürün olamayacağı, olmasının da gerekmediği, bu muhal hayalin insanlık için pek de yararlı bir şey olmadığı üzerinde hemen hemen ortak yargıya varılmış ve konu kapatılmıştır. Tevfik Fikret'ten sonra bizim kültürümüzde, " Milletim nev-i beşer, vatanım ruy-i zemin" diye yazan bir kaleme de rastlanmamıştır. Marksistlerin evrenselcilik anlayışının biraz farklı olduğunu söylemeye gerek yok. Şimdi, düşünce yaratıcılığından yoksun, mukallit bir kesim, bu eski sakızı çiğnemeye çalışmaktadır. Doğal olarak, üretebildikleri yeni hiçbir şey de yoktur.

Üzerinde durmak ve uyarmak zorunda olduğumuz bir diğer kesim ise yüz yıllık bir yanılgıyı, o günlerden daha karanlık bir bilgisizlik ve tembellik içinde, İslamiyet adına, Osmanlı adına sürdürüp gitmektedir. Bu kesimi uyarmak ve Babanzâde'nin milliyetçiler için kullandığı tabirle, bu kesimle "dertleşmek" zorundayız. Cehalet ve tembellik ifadelerimi sert bulabilirsiniz; ama bunu biraz da umduğunu bulamamış olmaya bağlamalısınız. Çünkü bu günküler, yüz yıl öncekiler kadar bilgili olmadıkları, yeni bir şey üretemedikleri gibi, onları yeterince anlamak zahmetine de katlanmamakta ve Orta Doğu yahut Uzak Doğudan esen rüzgârların taklitçiliğine soyunmaktadırlar. Bugünküler, yukarıda dokunduğumuz Avrupa rüzgârıyla grip olanlardan pek de farklı değillerdir. Ama biz onlarla dertleşeceğiz; çünkü kıbleleri doğrudur; çünkü bizim de o kıblemiz aynıdır ve ayni heyecanları paylaşıyoruz. Bu yüzden de yıllardan beri bir propaganda sloganı olarak kullanılan " İslam'da davayı kavmiyet yoktur" sözünün, kaynağından ve yazarıyla çok kısa bir açıklamasını yapacağız.

Babanzâde Naim Bey, dönemin İslam bilginlerinden biridir. Atıf çevresi, geleneksel bilgi kaynaklarıyla sınırlıdır ve kullandığı kavramları bu çerçeve ile ilişkilendirmeden doğru olarak yorumlamak mümkün değildir. Babanzâde'de gördüğümüz ilk şey, milliyetçilik, kavmiyetçilik ve ırkçılık gibi kavramlar konusunda yeterli birikimin olmayışı ve hepsinin birbirine karıştırılmasıdır. İkinci nokta, İslam/Osmanlı dünyasının gerçeğini görmezden gelip sadece İslam'ın teorik çerçevesinde tartışmayı sürdürmeye çalışmasıdır.

Babanzâde Naim Bey, dönemin milliyetçilerini Halis Türkçüler ve Türk İslamcılar olarak ayırıp, birincileri dinsiz ve hayalperest olarak ilan edip, cevaba değmez bulduktan sonra, ikincilerin ne yardan, ne serden geçemediklerini, İslami mefkûre ile milli mefkûreden hiç birini feda edemediklerini söyler ve " Biz yalnız Türkçü İslamcılarla dertleşebiliriz " der. Babanzade şöyle devam eder: "Bizim iddiamız şudur: ırkçılık davası – Musa Kâzım Efendi Hazretlerinin buyurdukları gibi- şer'an kötülenmiş ve reddedilmiştir. Şer'i tabirine göre bir cahiliyet devri davasıdır." Hemen ardından, "Ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm..." demenin felaket getireceğini söyler ve Arnavutluk misalini verir. Görülüyor ki ben Türküm demek bir ırkçılık olarak nitelenmektedir. (İsmail Kara, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, Metinler-Kişiler, İstanbul-1986, C.I, s.285,86) "Bu işin propagandacılarından kaç tanesinin üçüncü batna kadar halis muhlis Türk çıkacağı cidden merak edilecek bir şeydir." (s.289) "Soyunu Kara Han'a, Oğuz Han'a bağlamakla, bin yıldan beri diğer milletlerin kanıyla karışa karışa, Türklükle dilinden başka bir nispetleri kalmadığını hatta birçoklarının Türklüğü – sonradan öğrenilmiş dilden dolayı- sırf arızi bir şey olduğunu akıllarına bile getirmeyerek kendilerini hakikaten bu saydığımız müşriklerin öz evladı zannediyorlar." (s.289) Görülüyor ki Babanzâde'nin kavgası ırkçılıkladır. Kültür milliyetçiliğinin ise bu iddialarla bir ilişkisi yoktur.

Babanzâde, kültürel milliyetçiliği yani milletin dil ve kültürünü yüceltme gayretlerini "mübarek bir vazife" olarak niteler. ( a.g.e. s.288) "Muhammedi şeraitin çizdiği selamet ve saadet dairesi içinde Türkler için istediğiniz kadar çalışınız; Türkleri istediğiniz kadar aydınlatınız. Yalnız dikkat ediniz ki aydınlatmalarınız ve hizmetleriniz Türklük adına değil, Müslümanlık adına olsun. Türkler hitabı yerine daima Müslümanlar hitabını kullanınız."(s.292) Görülüyor ki peşin hükümsüz bakıldığında, Babanzâde'nin gerçekten de dertleştiği ve ciddi bir fikir, hele istikamet ayrılığının söz konusu olmadığı görülmektedir. Bu konuda Babanzade ile Yahya Kemal arasında geçen hoş bir olay vardır: Naim Bey, Yahya Kemal'in kullandığı Türk'ün Müslümanlığı tabirini şiddetle eleştirmişti; Arabın, Türkün Müslümanlığı olmaz, Müslümanlık Müslümanlıktır, diye. Bu yüzden aralarına bir soğukluk girmiş. Bir Ramazan günü Naim Bey Fatih'ten geçerken, Camiin çevresindeki çoluk çocuk, kalabalık grupları bir bayram havası içinde görüp, pek hoşlanmış ve seyre dalmış. Biraz ötede Yahya Kemal de kalabalığı seyrediyormuş. Babanzâde yanına giderek kolunu tutmuş ve "Sen haklıydın Kemal! Türkün Müslümanlığı gerçekten başkadır." Demiş.

"Gayretini gıdıklamak istediğiniz zaman Türklük adına değil, Müslümanlık adına gıdıklayın. Türkün tarihini İslam tarihinden ayırmayın." Bu noktada, Babanzâde'nin gönlünde yaşattıkları ile gerçeklerin uyuşmadığını ve buna rağmen gerçeği kabullenemediğini görüyoruz. İslamcılık gayreti zaten devletin esası idi ve hele Tanzimat'tan sonra giderek şuurlu bir hale geliyordu, Sultan Hamit'in siyaseti de buna dayanıyordu. Ama olmadı; olsaydı devlet o hale gelir miydi? İslam'ı gıdıklamak yetseydi o gelişmeler yaşanır mıydı? Doğudaki aşiretleri uyandırmak için nutuklar çeken Molla Sait, Ermeni çetecilerin yüklendikleri fedakârlıkları anlatıp, yazıklar olsun size ki Ermeni'nin kendi milleti için gösterdiği asabiyeti siz Müslümanlık adına gösteremiyorsunuz, diye yakınıyordu. Burada şunu söylemeliyiz: Bir fikrin ya da dinin kitabi/soyut doğrularının, toplum hayatını yönlendirmekte çok da önemi yoktur. Toplum o doğrulara inanıp, eylemlerini belirleyen bir düzeye çıkardığı zamandır ki hayatı o doğrular biçimlendirirler. Osmanlı aydınlarımızın bütün iyi niyetli çabalarına rağmen İslam Dünyası böyle bir gerilimi gösteremiyordu. Akif'in şiirlerinde, bu manzara karşısındaki çaresiz haykırışları ve öfkeli aşağılamaları hatırlayın; Tükürün yüzüne...! Akif'in tükürün dediği yüz, uğruna bir ömür verdiği ve canını tereddütsüz feda edeceği yüzdü. Sait Nursî'nin "Yeniden canlandıracağını söyle sana hayatımı vereyim" dediği Devleti Âliye artık parçalandıktan sonra, itikâf ve tefekküre çekilip, Yeni Sait olarak ortaya çıkmasındaki mânâyı anlamak gerek. O, Müslümanların sözde gür, gerçekte sönmüş imanlarını yeniden alevlendirmekten başka yol olmadığını anlamış ve kendini bu yola adamıştı. Bu gerçek bilinmeden onun büyüklüğü anlaşılamaz.

Ayni günlerde Ziya Gökalp bunu görüyor ve şöyle diyordu, bugüne kadar İslam'ı ve Devleti Âliye'yi parçalayan içtimai "mikrop"u yani milliyetçiliği, biraz da kendi dünyamız lehine hizmet ettirmek için artık vakit geldi. O yüz yılın aydınları, zaman milliyetçilik zamanıdır, derlerken, teorik icaplardan değil, pratik zorunluluklardan, Sırp, Bulgar, Ermeni v.s komitacılarla yaptıkları çetin boğuşmalardan aldıkları dersle böyle söylüyorlardı. Babanzâde ve onun neslinin, bunu kavramakta sıkıntıları olabilirdi; çünkü onlar, imparatorluğu artık taşıyamayan bir geleneğin içindeki aydınlardı, ama bugün, sloganlar düzeyinde hâlâ bu tutumu devam ettirmek isteyenleri nasıl açıklayacağız?

Meşrutiyet dönemindeki tartışmalarda ilgi çekici bir duruma da dikkati çekelim. Dönemin aydınlarının referans kaynaklarının geleneksel kültürümüz olduğunu söylemiştik. Ancak kavmiyet tartışmalarında nedense Emeviler dönemi Arap ırkçılığından hiç söz edilmemiştir. Bilindiği gibi bu dönemde Arap-Mevali ayırımı yapılmış, Arap olmayan Müslümanlar aşağılanmış, yer yer, Müslümanların ortak insan haklarından bile mahrum edilmişlerdir. Bu tür bir kavmiyetçilik karşısında, Arap olmayanların Şuubiye hareketi doğmuş ve sonunda bir halk ihtilali ile Emevi Hanedanı devrilmiştir. Emevi mensuplarının tek bir kişi kalıncaya dek katliam edilmesi, Arap kavmiyetçiliğinin ve doğan tepkinin şiddetini anlamaya yeterlidir. Osmanlı aydınları kavmi asabiyetin fitneye yol açacağı fikrini savunurken, şüphesiz ki en yüksek toplumsal değer olarak inandıkları Devleti korumaya çalışıyorlardı; ancak, zihinlerinin arkasında İslam tarihinde yaşanmış bu tecrübenin olduğu da muhakkaktı. Ama ondan hiç söz etmediler. Bilmemeleri, unutmaları mümkün değildi. Bu olayları en açık ve ibretli şekilde anlatan kitaplar, zamanın İslamcı aydınlarından Filibeli Ahmet Hilmi Beyin İslam Tarihi ve Tarihçi Ahmet Cevdet Paşanın, İmparatorlukta en çok okunan kitap, unvanını kazanan Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa isimli eseri idi.

Bu konuda milliyetçilerin tutumunda da bir sessizlik var gibidir. Onlar da o tarihi dönemi, kendi savundukları milliyetçiliğin bir kıyas noktası olarak kullanmamışlardır; bizim tutumumuz onlara benzemez dememişlerdir. Babanzâde, Balkan Savaşında bizden kopan Arnavutluğu örnek olarak göstermiştir. Hâlbuki Osmanlıya en sadık unsur Arnavutlardı; onların bile kopuşu, tam tersinden bir örnek olarak da kullanılabilirdi.

Belki biraz fazla uzattığımız bu konuyu önemli buluyorum. Çünkü İslam düşüncesinde bir sapma olarak gördüğüm 'fundamentalist' diye isimlendirilen çevrelerin ilk kaldırdıkları bayrak, "İslam'da davayı kavmiyet yoktur" sloganı olmuştur. Ardından bir takım İslam ülkelerinden yapılan tercümelerin etkisinde, İslamiyet'i siyasi bir teori gibi algılama yanlışları ve kabul edilemez bir siyasi istismar gelmiştir. İran İslam ihtilalinin etkisi bu arayışlar üzerine eklenmiştir.

Hemen bütün unsurlarıyla Türk olan ve öyle kabullenilmiş bulunan bazı kesimler de kendi sapkın ırkçılıklarını örtmek için bu sloganı kullanmaktadırlar. Bunların yüreğindeki gizli Türk düşmanlığını açıklamak, hele Türk toplumunda bulmak, mümkün değildir.

Şimdi sevinçle ifade edebilirim ki milletimiz, dindar olmakla, İslam'ın bu yanlış ve istismarcı yorumlarını ayırabilmektedir. Bu çok önemli bir algılama düzeyidir. Milletimiz dindar bir hayat istemekte, dindarları sevmekte, ama dini siyaset yahut ticaret metaı haline getirenlerden hoşlanmamaktadır. Türk milliyetçilerinin Müslümanlık tavırları başlangıcından beri açık ve inanmış olduğuna göre, bugün, yukarıda işaret edilen tartışmaların artık bitmiş olması gerekirdi. İslamiyet ve Osmanlı adına bu sürtüşmeleri devam ettirmek isteyenleri, kötü niyetle suçlamadan önce, kültür tarihimizdeki birikim ve yönelişleri ciddi ve soğukkanlı bir şekilde incelemelerini isteriz. Soy sürüp, üç beş batın ötesini kurcalayanlar, Türk milliyetçileri değil, yukarıda işaret ettiklerimiz arasından çıkmaktadır.



**



Milliyetçi kesimler içinde de muhtemelen, esen bu havaların etkisiyle yeni arayışlar gerektiğini düşünenler vardır. Bu konuda da bazı şeyler söylemek gerekir.

Kültür milliyetçiliği olarak anladığımız Türk milliyetçiliğinin yeniden düşünülmeye ihtiyacı yoktur; ama iyice ve yeniden bilinmeye muhtaçtır. Eğer yeniden ve iyice bilinirse, esasen üzerinde de düşünülmüş olur.

Milliyetçilik üzerinde de yeniden düşünülmelidir temayülünde olan iyi niyetli insanlarımızın, hissettikleri bir ihtiyacı, doğru olarak ifade edemedikleri kanaati ile şu açıklamaları yapalım: İhtiyacı duyulan şey, çağdaş iç ve dış gelişmelerin, değişmelerin milliyetçi bir bakış açısından yeniden kavranması, yorumlanması ve buna göre çözümler üretilmesidir. Doğrusunu isterseniz, en az 1980'li yıllardan itibaren sıkıntısı yaşanan olay budur. Sorun milliyetçiliğin yeniden üretilmesi değil, çağdaş sorunların yeniden kavranıp, değerlendirilip çözümler üretilmesidir. Yapılamayan budur. Yeniden girecek değiliz, ama yukarıda işaret ettik ki milletler var olduğu sürece milliyetçilikler de var olacaktır ve bunu tartışmak, hiç değilse bugün için fuzulidir. Milliyetçi duruşlar, bakış açıları, millî gerilimler ne kuramsal ne de fiili hayatta değişmemiştir. Ancak milliyetçiliğin yaşandığı toplumsal çevre ve onun sorunları değişmektedir. Bu durumda milliyetçiliğin, kendi duruş noktasından ve ilmî yöntem ve çalışmalarla bu sorunlara çözümler üretmesi gerekmektedir. Bunlardan bir kaçına örnek olarak işaret edelim:

Yapılan öngörülere göre, yurt içi göçler devam edecek ve 2023 yılında Türkiye nüfusunun dörtte üçü batı bölgelerindeki büyük şehirlerde yaşıyor olacaktır. (TÜBA. Sosyal Bilimler Öngörü Çalışması) Bu durum, halen büyük şehirlerimizde yaşanan gelişmeleri de dikkate aldığımızda, Millî Eğitim konusunda hızla yeni yönelişler ve tedbirlere gitmemizi gerektirmektedir. Çünkü sadece konumuz açısından bakarsak, bireyin kimlik ve kişiliğini kazandığı, aile, sokak, mahalle gibi yakın çevrenin hızla değişmekte olduğunu görüyoruz. Ayrıntıları bir yana bırakarak söyleyelim ki çekirdek aile tipine geçiş önlenememektedir. Bu aile içinde, hele anne ile babanın ikisi de çalışıyorlarsa, çocuğun sosyalleşmede alacağı çok az şey kalmaktadır. Akşam eve yorgun ve geç gelen anne ve babanın çocuklarına yeterince sevgi verebildikleri bile şüphelidir. Sokak, mahalleye dokunmadan geçelim. Geriye ne kalıyor? Televizyonlar, internet ve okul. Bunlarında tartışma yeri bu yazı değildir ama herkesin değerlendirebileceği bir durumdur.

Öyleyse, insan unsurunun tehlikede olduğu bu ortamda, Millî Eğitimin süratle çocuk yuvaları ve anaokullarına yönelme zarureti vardır. Esasen çocuk ilkokula başladığı zaman, kişiliğinin iskeletinin oluşmuş olduğunu, bugün sağır sultan da duydu ve biliyor; bizim kültürümüz, sekiz yüz yıldan beri biliyor. Ama Milli Eğitimimizin bu konuyu anlayıp, harekete geçebilmeleri için daha nice nesillerin harap edileceğini Allah bilir… Milliyetçilere düşen, millî kültür ve kimlik duyarlığı taşıyan bütün kişi ve kuruluşlara düşen, bu konunun feryadını yükseltmektir. Çünkü çocuklarımız ne olacaklarsa, çocuk yuvalarında, anaokullarında, yetenekli, sevgi dolu öğretmenlerin elinde olabileceklerdir.

İşin bir başka görüntüsü yaşlılarla ortaya çıkmaktadır. Nüfusumuz ne yazık ki yaşlanmaktadır ve artık yaşlıların aile ortamında ömürlerini tamamlaması gittikçe zorlaşmaktadır. Bakıma muhtaç yaşlıların ayrı bir toplumsal kategori oluşturacakları ve bu durumun bir alt kimlik konumuna geleceği ifade edilmektedir. Peki, ne olacaktır? Bunlar için yeni keşiflere gerek yoktur; ama sorunların görülmesi ve hiç değilse milliyetçilerin, yaşlılarımızın dualarının da bir bereket, bir üretim unsuru olduğuna inananların çözümlere yönelmesi gerekir.

Milliyetçiler küresel gelişmeler üzerine kafa yorarak, yeni durumlara yeni çözümler üretmelidir. Sosyal devlet ilkesi, üzerinde durulacak sorunlardan biridir. Kapitalist gelişmeler doğası gereği, sosyal devlet ilkesini yıpratmaktadır. Bir dönemde yapılan hamleler, örgütlü işçi kesimini belirli bir düzeye getirdi; yer yer memur düzeyinin üstüne çıkardı. Ama bu süreç, sendika ağalarının işçinin sırtında taht kurması, oteller kurması, turistik beldeler kurması ile sonuçlandı ve devlet en sade mali denetimlerini bile yapamaz oldu. Yani o güzel yönelişi de benzettik… Hâlbuki bir de örgütsüz, işsiz kesim var. Büyük şehirlerdeki yoksulluk ve kimsesizlik korkusu, bırakın kimliği, kişiliği, en sağlam Müslüman'ı dininden edecek boyutta bir tehlikedir. Peygamber, yoksulluk neredeyse küfre eşit olacaktı, diye boşuna konuşmamıştır. Yapılan gelecek öngörü çalışmalarında, kentlerin yanında, kırsal kesimlerde daha ağır düzeyde yoksulluklar yaşanacağı ifade edilmektedir. Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, mübarek sözü, yıllarca siyasi slogan olarak söylendi durdu; şimdilerde yeterince duyulmuyor. Ne oldu? Hiç değilse milliyetçilerin bu şuuru ayakta tutmak ve devlet çapında kurumlaştırmak için haykırmaları gerekmez mi? Bilge Kağan, "Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim" derken acaba başka bir şey mi söylüyordu. Millî kültürümüzde bu kadar derin kökleri olan bir devlet ve insan anlayışını devam ettirmek için, yine Avrupa'dan mı bir uyarı almamız gerekiyor?

Yukarıda genişçe sözünü ettiğimiz Babanzâde Naim Bey, Kürt kökenli bir Osmanlı aydını idi ve ayrılıkçı milliyetçilik konusunda şunları söylüyordu: " Kürt kardeşlerimiz ise – anladığıma göre- henüz bu hastalığa yakalanmamışlardır. Bundan sonra da yakalanmamalarını Cenabı Hak'tan niyaz ederim" Şimdi, hiç değilse okumuş bir kesim Kürt kardeşlerimizin hasta olduklarını görmek onu muhakkak huzursuz etmektedir.

Kürt sorununa kısaca da olsa dokunmadan geçemeyeceğimiz bu yazıda, daha önce de dolaylı olarak işaret ettiğimi sandığım bir konuya açıklık getirmeliyim: Osmanlı içindeki Müslüman unsurların milliyetçilik hareketlerinin ortamı ve psikolojisi.

Ayrılıkçı milliyetçilik hareketleri gayrimüslim unsurlarda başladı. Avrupa ve özellikle Rusya'nın propagandaları ve desteği ile Osmanlı, Balkan vilayetlerimizi tek tek kaybetti. XX. yy.ın başlarından itibaren, Osmanlı içindeki Müslüman unsurların da Devlete olan güvenleri iyice sarsıldı. 1905 Reval Mülakatında İngiliz ve Rusların İmparatorluğumuzun topraklarını aralarında bölüşerek uzlaştığı haberi, bomba gibi her yanda duyuldu ve Devlete olan güvenin son kalelerini de yıktı. Fiilî durum da bunu doğruluyor ve besliyordu. Çünkü İmparatorluk her gün yeni bir vilayet kaybediyor yahut yeni bir imtiyaz anlaşması imzalıyordu. Bu ne demektir?

Bu şu demektir ki Osmanlı Devleti artık anasırı muhtelife için koruyucu bir kalkan olma gücünü kaybetmiştir. Peki, Devleti Âliye çökerse, Hıristiyan milletlerle kuşatılmış Arnavutlar ne yapacaklardır? En kısa ifadesiyle, Müslüman Arnavutları, Hıristiyan Arnavutlar arasında önceden başlamış bulunan milliyetçilik akımına katan psikoloji budur; kendi başının çaresine bakmak. Ayni şeyi az çok farkları ile Arap milliyetçiliğinin yayılmasında da görürüz. Ancak, Şerif Hüseyin isyanının Arap isyanı olmadığını, Hüseyin ve birkaç bedevi aşiretin hareketi olduğunu bilmeli ve Arap milliyetçiliği bir kısım okumuşlar arasında yayılmaya devam etse de Arap halkının l918'e kadar yani Büyük Savaşın sonuna kadar bizimle birlikte olduğunu unutmamamız lazımdır.

Şimdi, şu noktanın altını çizebiliriz: O dönemlerde de Kürt milliyetçiliği hareketleri başlamıştır; gazeteler çıkartılmış, tartışmalar yapılmıştır. Ancak bu yöneliş ayrılıkçı olmamış ve hiçbir zaman halka intikal edememiştir. Eğer o günlerdeki Kürt hareketi de Arap ve Arnavut hareketi gibi gelişseydi, onları bugün kınayabilir miydik, bilemiyorum. En azından yukarıdaki şartlar ve psikolojiyi dikkate alırdık. Ama Kürtler böyle yapmamış, hayat ve istikballerini Türklere bağlamışlardır. Birinci Büyük Savaşın sonunda, Türklerle birlikte başlarının çaresine bakmaya çalışmışlardır. Ne zaman? Osmanlının çöktüğü, Türk'ün devletsiz kaldığı, tarihinin en zayıf zamanında. Bunun bir anlamı yok mudur, dersiniz? O günlerde, ayrı baş çekmek isteyen Kürt Hüseyin Paşa, Sait Nursî'den destek istediğinde, kendisinden şu mealde bir cevap alır: Sakın ha! Bu milletin yaşayanından çok şehidi vardır: Bu millete kılıç çekilmez!

Şimdi çağdaş Kürtçülerimize önce şunu hatırlatmalıyız: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Elhamdülillah çöküş değil, yükseliş sürecindedir. Bunu hiç kimsenin unutmaması gerekir. Yabancı desteklerle fitne çıkartılır, kan akıtılır, eza cefa çekilir ama devlet kurulmaz; bu da unutulmamalıdır. Yine unutmayınız ki hâlâ en yüksek toplumsal değerimiz devlettir; onu zaafa düşürmenin bedelini bütün Anadolu öder. Ayrıca sizin kaderinizi bize bağlayan dedelerinizden daha akıllı ve daha yaman Kürt olduğunuz zehabına da lütfen kapılmayın; sizin daha çok kitap-gazete okuduğunuz kesin ama kıblenizin onlar kadar doğru olduğundan emin olmayın ve konumunuzu ne devlet indinde, ne halk nezdinde daha fazla istismar etmeyin. Yüz yıl önce, çöken bir devletin yarattığı endişeler karşısında düşünülüyordu, bugün siz, gücü her gün artan ve dünyada sözü olan bir devleti yıpratmaya çalışıyorsunuz. Başta İslamiyet olmak üzere, bizi birbirimize bağlayacak kırk türlü sebebimiz vardır; bunları görmezlikten gelmeyin; çünkü onlara her zaman ihtiyacımız olacaktır.

Yukarıdaki uyarıları milliyetçiler de düşünmelidir. Biz kültür milliyetçisiyiz ve bizi zaman zaman ırkçılıkla suçlayanlar, soy kökenlerini gerekçe görerek gizli ırkçılık yapanlardır. Ancak Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden sapmanın, tarihî örneğinde görüldüğü gibi bir çözülme başlangıcı olabileceğini unutamayız. Bunun dışında rahat olabiliriz. Türk devleti hâlâ en yüksek toplumsal değerimizdir ve milletimizin yükseliş sürecinde olduğuna inanıyoruz. Bu, bizim davranışlarımıza da yansımalıdır. Bizim uyarılarımız, Paranoya değil gerçekten uyarıdır; ancak üslubumuzu da ona göre ayarlayabilmeliyiz.

(*Gökalp eğitim konusunda, toplum insanı kendi kültürü ile şekillendirirken, insanın da toplumu kurduğunu söyleyerek, yani iki yönlü etkiyi, kabullenerek bu zaafı aşmaya çalışır)
 
Üst