Nihal Atsız'ın Bütün Kitapları'nın Eşi Benzeri Bulunmayacak Tahlilleri

Gök Yeleli Bozkurt

New member
Katılım
29 Nis 2008
Mesajlar
1,947
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Bozkurtlardan Birine Sorun
Fatih KESKİN
2005​


RUH ADAM
ROMANI ÜZERİNE BİR İNCELEME​


Ruh Adam romanının ilk baskısı 1972 yılında yapılmıştır. Romanın sonuna
düşülen nottan eserin “4 Ağustos 1972” tarihinde bitirildiğini anlıyoruz.

Ömer Özcan
kitap hakkında şu şekilde bilgi vermektedir:

“İlk baskısı 1972 yılında yapılan romanın konusunun, Atsız’ın öğretmenlikten alınıp 1952
yılında Süleymaniye Kütüphanesi’nde görevlendirilmesinden sonra leymaniye kafasında şekillenmeye başladığı,
Deliorman’ın onunla yaptığı görüşmelere göre 1956-1957’lerde ise henüz tam şeklini almadığı tahmin
edilmektedir. Basım yılına kadar üzerinde 15 yıldan fazla çalıştığı anlaşılmaktadır. Ruh Adam’da
değişik tipler ve karakterler canlandırılmıştır.

Romanın asıl kahramanı Selim Pusat Atsız’ın
kendisidir. Ayşe Hocanım, eşi Bedriye Atsız’dır. Atsız romanının kahramanlarını önemsiz birkaç tip
dışında, hayattan ve kendi çevresinden seçmiştir.” 1
Bu incelemede kullandığımız İrfan Yayınevi tarafından yapılan basım, 2004
tarihlidir. Kitap, 352 sayfadan oluşmaktadır. 31 bölümden teşekkül etmiştir. Kısa
bölümlerden meydana gelen eserin her bir bölümü, okuyucuda merak uyandıracak
şekilde sonlandırılmıştır.

Bu konuda Nazan Bekiroğlu şunları söylemektedir:
“Bu bir tesadüf değilse yazar, bilinçli bir tavırla romanını bir şiirin mısraları yerine
geçebilecek kısa ve çarpıcı bölümlerden dokuma yoluna gitmiş demektir. Nitekim anlatıcı-bakış açısı
bahsinde ele alınması daha uygun bir tavırla yazar; bölüm sonlarını kısa, küçük fakat etkileyici
sükutlarla noktalamakta, böylece okuyucuda bir takım şoklar yaratmakta ve bu sarsıntıların
arkasından okuyucunun da fiktif alemde üretme faaliyetine katılmasını sağlamaktadır.” 2
Romanın baş karakteri olan Selim Pusat, kitabın yazarı Hüseyin Nihal Atsız
ile birçok bakımdan benzerlikler gösterir. Öncelikle bu iddiamı destekleyecek noktalara
değinmenin doğru olacağını düşünüyorum.

Selim Pusat ismi zaten Atsız’ın gerçek
hayatta kullandığı takma adlardan birisidir. Bunun dışında Selim Pusat ile Atsız;
karakter özellikleri, ruhi durumları, düşünce yapıları, fırtınalı hayatları gibi birçok
bakımdan biribirilerine benzerler. Kralcı olduğu için Selim’in başından geçen hadiseler
aslında Atsız’ın 1925 yılında askeri tıbbiyeden atılması olayıyla 1944 Türkçülük-
Turancılık davasının romana yansımasıdır. Türkçülük-Turancılık davasının duruşmaları
hakkında Osman Fikri Sertkaya şu bilgiyi vermektedir:
“Irkçılık-Turancılık davası adı verilen ve haftada üç gün olmak üzere 65 oturum devam
eden mahkeme 29 Mart 1945 tarihinde nihayetlenmiş ve Atsız 6,5 seneye mahkum olmuştur.” 3
Romanda da Selim haftada üç gün devam eden duruşmalarla yargılanır.
“Haftada üç gün yapılan duruşmalar savcı ile Selim ve Şeref arasındaki sert münakaşalar
halinde geçiyor, yargıçlar da tarafsızlıklarını unutarak bu tartışmalara savcı llleeehhhiiinnndddeee mmmüüüdddaaahhhaaallleeellleeerrrdddeee
bulunuyorlardı.” (s.53-54)
Romanda Selim’in tutuklanmasıyla başlayan olaylar Selim’in yakın
çevresinden başlayarak birçok kişinin daha tutuklanıp yargılanmasına kadar gider.
Hatta karısı Ayşe bile tutuklanarak kocası Selim aleyhine ifade vermeye zorlanır. Aynı
durum Atsız’ın çevresi için de geçerlidir. Sabahattin Ali’nin Atsız aleyhine hakaret davası açmasıyla başlayan olay, Atsız’ın irtibatta olduğu yakın ve uzak çevresindeki insanların
da tutuklanmasının ardından Türkçülük-Turancılık davası haline getirilir. Atsız’ın eşi
Bedriye Hanım da bu dönemde tutuklanır. Yağmur Atsız bu olayı şu şekilde ifade
etmektedir:
“Aile çevremde İnönü’nün pek de sempatiyle anılmadığını belirtmişdim. 1944 Olayları’nda
Atsız ve arkadaşlarıyla Rejim arasında cereyan edenler, üstelik annemin bir ikindi üzeri evimize
yapılan bir baskınla alınıp götürülmesi, benim dört yaşında tek başıma evde kalakalmam, eğer konukomşu
inayet etmemiş olsaydı açlıktan ve susuzluktan ölecek olmam gibi hadiselerin bu antipatide
payı olduğunu söylemek gereksiz.” 4
Romanda Ayşe Pusat da Selim’e yöneltilen haksız iddialardan iiiddddddiiiaaalllaaarrrdddaaannn vvveee iiiffftttiiirrraaalllaaarrrdddaaannn
nasibini alır. İşine son verilir ve tutuklanır:
“Kocası o kadar büyük bir düşmanlık ve kin çekmişti ki, bu kinin sınırları genişlemiş, Ayşe
Pusat’a kadar uzanmıştı. Bu yüzden huzur ve zevk içinde vazifesini yaptığı liseden çıkarılmış, hatta
sorguya çekilerek kocasının aleyhinde ifade vermeye zorlanmıştı. (s.22-23)
Hem romandaki kralcılık davası hem de reel alemdeki Türkçülük-Turancılık
davası çarpıtılmış ve her ikisinde de sanıklar vatan hainliğiyle suçlanmışlardır. Atsız
Türkçülük-Turancılık davasındaki savunmasında bu konuda şunları söylemektedir:
“Turancılığa gelince: Bunun hakkında fazla söz söylemeye lüzum görmüyorum. Dünyanın
hiçbir yerinde, kendi devletini büyütmek isteyenlere vatan haini denilmemiştir. Biz Ziya Gökalp’ın,
Mehmet Emin’in şiirleriyle beslendik. Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize
fenalık edenleri tarihte yok ettik. Ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık. 5
Romanda da Selim Pusat kendisine yöneltilen her türlü suçu kabul etmekten
çekinmez. Ancak iş vatan hainliği noktasına getirilince artık isyan etmemek mümkün
değildir:
“Ertesi sabah ne olursa olsun deyip bir teşebbüste bulundu. Neferlerden birine para vererek
o günün gazetesini gizlice aldırdı. Bununla darbe tamamlanıyordu. Dün okuduğu satırlara hayasız bir
gazeteci şarlatanlığı ile bakmak ümidi, kendisinin vatan haini olduğu hakkındaki resmi tebliğle
tamamen kırılmıştı.” (s.45)
Nihal Atsız ve arkadaşlarının 1944’te tabutluk adı verilen hücrelerde işkence
görmeleri ile Selim’in hücreye kapatılması arasında da benzerlik vardır:
“Pusat, odasına gönderildi ve o andan itibaren hakkında daha sert muamele tatbik
olunmaya başladı. Onu daha küçük bir odaya, hücre denilecek kadar dar bir deliğe tıktılar. Burası
havasız, güneşsiz, pis bir yerdi.” (s.52)
Hem romandaki kralcılık davasında hem de 1944 Türkçülük-Turancılık
davasında bütün sanıklar beraat etmiştir. Ancak romanda kralcılık davasından bbeerraaaatt
eden Selim ve arkadaşı Şeref askeri terbiyeyi bozdukları gerekçesiyle iki yıl kadar hapse
mahkum edilirler:
“Yargıtay, kararı kökünden bozdu. Başka yargıçlar önünde yeniden yapılan ve pek çabuk
bitirilen duruşmada iki yüzbaşı aşırı disiplinsizliğe uyan maddelerden ikişer yıla mahkum edilip,
vatana ihanetten beraat ettiler. Fakat artık onların yüzü buna da gülmüyordu. Hapiste iki yıldan çok
yatmışlar ve asker olarak girdikleri tutukevinden mesleksiz olarak çıkmışlardı.” (s.54-55)
Atsız, 1944 Türkçülük-Turancılık davasında 6.5 seneye mahkum edildiği
halde Askeri Yargıtay tarafından karar bozulmuştur:

“Atsız bu kararı temyiz etmiş ve Askeri Yargıtay 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin
kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945
tarihinde tahliye edilmiştir.” 6
Romanda Selim’in tutuklu kaldığı süre içinde ve serbest bırakıldıktan sonra
çektiği maddi sıkıntıları, 1944 davasından beraat ettikten sonra Atsız da yaşamıştır. Bu
konuda Osman Fikri Sertkaya şu şekilde bilgi vermektedir:
“Nisan 1947’den Temmuz 1949’a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945 –
Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir
müddet Türkiye Yayınevi’nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan Türkiye Asla Boyun
Eğmeyecektir adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlatmak zorunda kalmıştır.”7
Aynı konuda Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız da şunları söylemektedir:
“O aylar ailenin yegane düzenli geliri, Annemin cuma günleri ikindi üzerleri
Nişantaşı’ndaki British High School’da verdiği tarih derslerinden gelen 30 lira idi... Ayda otuz lira, üç
nüfus... Bu arada tabii yine ecdaddan mevrus halılar vs. de peyderpey gidiyordu.” 8
Romanda da Selim maddi sıkıntılar yüzünden bir gazeteye müstear isimle
makaleler yazmakta ve böylece evin geçimine yardımcı olmaya çalışmaktadır:
“Epey zamandan beri bir gazeteye müstear isimle askeri makaleler yazıyor, Ayşe’nin
omuzlarındaki ağır yükü böylece hafifletmeye uğraşıyordu.” (s.69)
Romanda Selim Pusat, başından geçen hadiselerden sonra büyük ruhi
bunalımlar geçirir. İnsanlara karşı büyük bir tiksinti ve nefret duyar. İnsanlara olan
inancını kaybeder. Yaşadığı olaylar onda büyük bir değişmeye yol açar:
“Muayyen kanaatlarının dışındaki bütün meselelerde bir çocuk kadar saf ve bilgisiz olan,
çabuk aldatılan kocası, herkese ve her şeye inanan kocası şimdi müthiş bir münkirdi. Artık onu
aldatmaya imkan yoktu.” (s.22)
Atsız da 1944 olaylarından sonra benzer bir ruh haline bürünmüştür.
Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi isimli hatırat türündeki eserinde şunları söyylleemmeekktteeddiirr::
“1944 olaylarına kadar insanlara inanan bir tabiatım vardı. “”Deve uçtu”” ggiibbiilleerriinnddeenn
tabiat kanunlarına aykırı birşey olmadıkça söyylleenenlere inanıyordum. 1944’te insanların ne Hint
kumaşı, yahut ne Amerikan naylonu olduğunu anladıktan sonra, büyük adam denilenlerin mikrop
kadar küçük çapta bulunduklarını gördükten sonra inancım değişti. Şimdi “”deve geviş getirdi””
deseler inanmıyorum. Çünkü insanlar geviş getiriyor.” 9
Romanda Selim Pusat istikbalini ve yaşama isteğini kaybetmiş bedbin,
muzdarip ve bunalımlı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Aynı durum Nihal Atsız için
de geçerlidir. Yağmur Atsız babasıyla Orhan Şaik Gökyay’ın dostluğundan bahsederken
bu konuya da değinir ve şunları söyler:
“Orhan Amca neş’eli ve hayata bağlı bir adamdı. Ömrü boyunca o da bir alay gadre
uğramış bulunmasına rağmen iyimserliğini muhafaza ederdi. En azından “”façasını”” bozmadı.
İlerleyen yıllarda Atsız’ın gitgide artan bir bedbinliğe kapılmasını ise kabul etmek istemez, onu teşvik
için zaman zaman dalgasını geçerdi:
“”Atsız Amca be, sen hayattan mütekaaidsin.””10
Atsız’ın babası ve dedesi askerdir. Asker bir ailenin çocuğu olan Atsız ile yine
babası ve dedesi asker olan Selim karakteri arasında bu yönden de bir benzerlik vardır.
Romanda Selim, “Kendisine babasından ve dedesinden miras kalmış olan askerlikten gayrı bir şeyinmevcut olabileceğini düşünmezdi” (s.37) cümlesiyle tanıtılır

Selim Pusat ile Atsız arasında fikir yapıları ve estetik zevkleri bakımından
büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Atsız tarihi kahramanlar içinde en çok Mete, Bilge
Tonyukuk, Kül Tegin, Çağrı Bey, Gazi Osman Paşa gibi kumandan ve devlet adamlarını
beğenir. Selim karakteri de aynı şekilde bu kahramanlara hayrandır. Bu, romanda şu
şekilde ifade edilir:
“Sevdiği büyük askerler arasında Mete başta gelirdi. Çünkü o hem asker, hem teşkilatçıydı.
Ordu değil, millet yaratan adamdı. Aylarca uğraşarak yaptığı hhhaaarrriiitttaaalllaaarrr üüüzzzeeerrriiinnndddeee BBBiiilllgggeee TTTooonnnyyyukuk ve
Kül Tegin’in seferlerini incelemiş ve bu iki kumandana hayran olmuştu. Selçuklulardan Çağrı Bey’i
çok beğenir, fakat “”kumandandan ziyade kahramandır”” derdi. Her girdiği savaşı kazanan Afşın Beğ
hakkındaki bilginin eksik olmasına acınırdı. (s.70)
Selim ve Atsız’ın rejim konusundaki düşünceleri de biribirinden farklı
değildir. Romanda Selim’in rejim konusundaki düşünceleri şu şekilde ifade edilir:
“Selim Pusat tam bir asker olduğu için siyasi bir mesele olan rejim işleri üzerinde fikir
yormamıştı. Ona göre rejim aşağı yukarı milletlerin, cemiyetlerin elbisesiydi. Elbiselerin sıhhi ve
gayrısıhhi olanları, yakışanları, yakışmayanları bulunduğu gibi rejimlerin de yarayanları,
yaramayanları vardı. CCuummhhuurriiyyeett bbeellkkii ççookk ggüüzzeell bbiirr rrreeejjjiiimmmdddiii... FFFaaakkkaaattt bbbüüüyyyüüükkk kkkuuummmandan yetiştirmek
bakımından kifayetsizdi.
Bu tıpkı, sıcak iklimler için pek sıhhi olan beyaz, açık, keten elbiselerin Sibirya bölgesinde
zararlı, öldürücü oluşuna benziyordu.” (s.70-71)
Atsız, Türk Milletine Çağrı iissiimmllii mmmaaakkkaaallleeesssiiinnndddeee de aynı görüşü savunur:
“Rejimler gaye değil, milletlerin saadeti için birer vasıtadır. Bu sebeple milletler, tarihleri
boyunca bazan rejim değiştirmişlerdir. Bir bakıma rejim, milletlerin elbisesidir. Şahıslar gibi milletler de
zaman ve mekana göre elbise giyerler. Sıcak bölgeler için pek uygun olan ketenden göğsü açık bir elbise,
soğuk iklim bölgelerinde nasıl insanın ölümüne sebep olursa şu veya bu rejim de bazan bir milletin
çökmesini hazırlayabilir.”11
Buraya kadar Selim Pusat ile Atsız arasındaki benzerlikleri ele aldım. Tabii bu
arada Selim karakterinin ruhi tahlilini kısmen de yapmış oldum. Bunlara ek olarak,
Selim Pusat her olayı, her düşünceyi, her görüşü bir asker gözüyle değerlendiren,
askerlikten başka hiçbir konuyu ciddiye almayan, doğrularını katı bir üslupla savunan,
hele aşkı işsiz güçsüzlerin uğraşı olarak değerlendiren bir karakterdir. Ancak romanın
ilerleyen bölümlerinde Selim’in bu karakter özellikleri kendisinden beklenmeyecek
ölçüde değişecek ve Selim aşkı bile tadacaktır.
Romanın bir diğer karakteri Ayşe Pusat’tır. Aslında Ayşe Pusat bir
karakterden ziyade bir tiptir. Tipik Türk kadınını simgeler. Selim’in başından geçen acı
olaylar yüzünden çok çile çekmiş, ancak hiçbir zaman hayattan kopmamıştır. Selim
tutuklandığında Ayşe de görevinden alınmış ve çok sevdiği öğretmenlik mesleğinden üç
yıl boyunca uzak tutulmuştur. Roman, Ayşe’nin görevine geri dönmesiyle başlar. Okulda
öğrencileri üzerinde sevgi ve saygı uyandıran Ayşe mesleğinin ehli bir edebiyat
öğretmenidir. Evde de kocası Selim ve Oğlu Tosun’un her türlü derdiyle uğraşır. KKeennddiinnii
hayattan soyutlayan Selim’i hayata döndürmeye çalışır. İnançlı ve dindar bir kadındır.
Sade giyinir, makyaj yapmaz. Bununla beraber boylu poslu, güzel bir kadındır. Anlatıcı
yazar Ayşe Pusat’ı şu cümlelerle tanıtır:
“Lisedeki bütün kadın öğretmenler arasında sade giyinen, boyanmayan biricik kadın
kendisiydi. Evliydi ve Tosun adında küçük, sevimli, gürbüz bir oğlu vardı. Ömrünün büyük kısmı
eviyle lise arasında geçer, evini becerililikle idare ettiği gibi okulda da gerek arkadaşlarıyla, gerek
talebeleriyle iyi anlaşır, iyi çalışırdı. Enerjik ve sağlam bir kadındı. Gür ve kara saçları omuzlarına dökülür, gözleri gülümseyerek bakar, düzgün konuşmasıyla derhal iyi bir intiba bırakırdı. Hayatından,
vazifesinden memnundu. Şimdiye kadar bir tek dersini ihmal etmemişti.” (s.20)
Ayşe Pusat hakkında Nazan Bekiroğlu şu tespitlerde bulunmuştur:
“Romandaki kadın kahramanlardan ruhuna en fazla ışık tutulan, “”çilekeş ve vefakar””
olarak çizilen Ayşe’dir. Uygur masalındaki evdeş tipinin uzantısı olan Ayşe ev ve aile mefhumlarını
sembolize eder. Güntülü ve Leyla bilhassa vak’a sonundaki belirsizlikleri ile birer masal kahramanını
andırırken Ayşe gerçeklik duygusunu kuvvetle yaşatır. Aklı, sadakati, sabrı, mesleğiinnddeekkii eehhlliiyyeettii vvee
analığı ile Selim’deki saygıyı uyanık tutan Ayşe ne Güntülü ve ne de Leyla ile rekabet edebilecek
güçtedir. Hem Leyla ve hem de Güntülü’ye karşı yardımcılık ffoonnkkssiiyyoonnuunnuu yyüükkkllleeennniiirrr... OOOnnnuuunnn eeennn fffaaazzzlllaaa
yaklaştığı karakter, ilahi mahkemede Selim’i savunan tek karakter olarak dikkat çeken
kayınvalidesidir.” 12
Şeref karakteri romanın başından sonuna kadar bir hayalet karakter olarak
karşımıza çıkar. Şeref, Selim’in Harp Akademisi’nden arkadaşıdır. Karakter özellikleri
bakımından biribirilerine benzerler. Kaderleri de benzemiştir. Selim’in en yakın
arkadaşı olduğu için, Selimle beraber yargılanmış ve ordudaki görevine son verilmiştir.
Daha sonra da intihar etmiştir. Bu olaylar romanda anlatılan zamandan daha önce
olduğu için, Şeref romanda canlı bir karakter olarak yer almaz. Ama intihar etmiş olması
vaka içindeki görevinin de bittiği veya vaka içerisinde yer almayacağı anlamına gelmez.
Selim intihar ederken bıraktığı mektuptaki ifadeleriyle, hatıralarıyla, fotoğrafıyla veya
hayaletiyle vaka içerisinde etkin bir rol üstlenir. Hayalet karakter olması sebebiyle de
romanın olağanüstü öğesi üzerinde hayli etkilidir. Bu konuda Nazan Bekiroğlu şunları
söylemektedir:
“İsmi ile müsemma olarak Selim’in şerefini sembolize eden Şeref tipi her halde Ruh Adam
romanının en trajik ve vak’a başından sonuna kadar “”ölü”” olmasına rağmen en “”canlı””
karakteridir. “”olağanüstü”” öğesini beraberinde getiriyor olması onu romanda farklı bbiirr kkoonnuummaa ssaahhiipp
kılar. Okuyucunun Şeref’i tanıması, bir takım yüce prensipler uğruna hayatına son verişi vvveeesssiiillleeesssiiiyyyllleee
olur. Tiyatroya benzettiği hayattan sessizce ayrılır. Art zamanlı bu özetlemeden sonra Şeref’in
görüntüye girmesi, Selim’deki aşk duygusunun tezahürü ve artışı ile doğru orantılı olarak
gerçekleşir.”13
Romanın olağanüstü öğesi üzerinde etkili olan bir diğer karakter de Yek’tir.
Yek eski Uygur Türkçe’sinde kötü ruh (şeytan) anlamına gelen bir kelimedir. Yek,
romanda Selim’i tiksindiren, kızdıran ve şaşırtan bir karakterdir. Selim, Yek’in sözlerini
bir delinin saçmalıkları olarak değerlendirir. Ancak roman ilerledikçe Yek’in söyledikleri
birer birer gerçekleşecektir. Yek, Osman Fişer ve Doktor Selim Key kimlikleriyle de
Selim’in karşısına çıkarak roman içinde yer alır.
Güntülü, Nurkan ve Aydolu Ayşe’nin son sınıfta okuyan öğrencileridir. Üçü de
başka başka alemlerin güzelleridir. Ancak Aydolu ve Nurkan ilk karşılaşmalarında Selim
tarafından daha güzel bulunmakla birlikte onun üzerinde Güntülü kadar tesirli
olamamışlardır. Güntülü, füsunlu yeşil gözleri sayesinde Selim’i giderek tesiri altına
almış ve aşkın varlığına bile inanmayan Selim, Güntülü’ye aşık olmuştur. Güntülü,
kendini Selim’e zorla kabul ettirmiş ve sevdirmiştir.
Güntülü kadar olmasa bile Selim’i güzelliğiyle etkileyen bir başka karakter de
Leyla Mutlak’tır. Leyla Osmanlı Hanedanından bir prensestir. Selim’i güzelliğiyle
etkilediği kadar, onun üzerinde asaletiyle de saygı uyandırır. Nazan Bekiroğlu, Leyla’nın
soy ve asalet kavramlarını temsil ettiğini söylemektedir. Tarih öğretmenliği yapan Leyla Mutlak da Ayşe’nin eski bir öğrencisidir.

Romanın vak’ası üzerinde etkili olan bu önemli karakterlerden başka Selim ve
Ayşe’nin oğlu Tosun, gerçek hayattan alınma bir karakter olan Doktor Cezmi Oğuz,
Tarih öğretmeni Hayriye Kozanlı, Fizik Öğretmeni Leman Pınar, Leyla’nın dadısı
Gülsafa Kalfa, Ayşe’nin görev yaptığı okulun müdürü gibi ön plana çıkmayan karakterler
vardır. Büyük Mahkeme ile ilgili bölüm şahıs kadrosunun bir anda zenginleştiği
bölümdür. Bu bölümde melekler, peygamberler, Türk Kağanları, büyük komutanlar,
dünyaya gelmiş ve gelecek bütün insanlar roman içerisinde yer alır.
Ruh Adam romanı Ayşe Pusat’ın kocası Selim’e okuduğu bir Uygur masalıyla
başlar. Masala göre Yüzbaşı Burkay, Açığma Kün adında bir kıza aşık olmuştur. Bir gün
Açığma Kün’ü her zaman gördüğü çam ağacının altında bulamaz. Ona tekrar kavuşmak
için Şeytanlar Başı Madar’ın söylediğini yapıp evdeşini Ejderler Kağanı Naranta’ya
kurban verir. Evdeşi ölürken “kıyamete kadar dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap
içinde çalkansın” diyerek beddua eder. Burkay, Açığma Kün’e tekrar kavuşur ve onu
evdeş edinir. Ancak Açığma Kün Burkay’a “seni seviyorum” demez. Burkay ızdıraplar
içinde ölürken “beni seviyor musun” diye tekrar sorar. Açığma Kün “ızdırap çekiyorum”
diye inler, fakat “ben de seni seviyorum” dddeeemmmeeezzz...
Masalda dikkat çekici bir nokta Burkay ve Açığma Kün arasındaki diyalogların
nesir olarak verilmesine rağmen manzum olarak da düşünülebilmesidir. Örneğin
Burkay’ın söylediği şu sözlerdeki her bir cümleyi bir mısra olarak alırsak, beyitlerden
oluşmuş bir manzume ile karşılaşmış oluruz: “Bakışların ışık mı? saçların sarmaşık mı? Yıldız
mısın, güneş mi? Alev misin, ateş mi? Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her
bir yanın. Söyle, nedir adın, sanın?” (s.5) Bu cümleleri şu şekilde manzum olarak ifade eettmmeekk
de mümkündür:
Bakışların ışık mı?
Saçların sarmaşık mı?
Yıldız mısın, güneş mi?
Alev misin, ateş mi?
Neden sessiz bakıyorsun?
Beni niçin yakıyorsun?
Çiçek gibi her bir yanın.
Söyle, nedir adın, sanın?
Bu diyalog cümlelerinde daha çok hece ölçüsünün yedili veya sekizli şekilleri
kullanılmış olamakla beraber, Açığma Kün’ün Burkay’a söylediği şu cümlelerden her
biri on üçlü ölçüyle yazılmıştır. “Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım. Nice erin yüreğinde
saklı sızıyım. Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür. Bilen bilir; adım, sanım: Açığma-Kün’dür.
Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belam çoktur, görünmeden dokunur sana...” (s.6)
Masaldaki diyaloglarda bu şekilde şiirsel bir üslup kullanılması, masalın
okuyucu üzerindeki etki gücünü arttırmıştır. Sanırım bu üslubun kullanılmasında aşkın
şiirsel bir kavram olarak düşünülmesi önemli bbbiiirrr eeeettttkkkkeeeennnnddddiiiirrrr....
Masalın bitmesi ve Selim ile Ayşe arasında tartışma konusu olmasıyla asıl
vakaya, buna bağlı olarak da romanın reel zamanına ve reel mekanına, geçiş yapılır.
Selim ile Ayşe arasındaki tartışma aslında masalın bir tahlilinden ibarettir. Ayşe
mesleğinin ehli bir edebiyat öğretmeni olarak “eserin tezi fenalığın ceza görmesi üzerine
oturtulmuştur” (s.12) der. Ancak burada da dikkat çekici bir ayrıntı söz konusudur. Burkay
aşk illetine yakalandığı sırada Tanrı’ya ve insanlara karşı suç işlememiş birisiydi. Suçsuz
bir insan olarak Tanrı’ya yakaran Burkay, Tanrı’dan gönlündeki söndürmesini dilemiştir. Ancak içindeki aşk gün geçtikçe büyümüş, önüne geçilmez bir
hal almıştır. Bunun neticesinde de Burkay, evdeşini Naranta’ya kurban vererek büyük
bir suç işlemiştir. Romanın geneline hakim olan irade ve kader çatışması bu küçük
bölümde de ayrıntılar arasına gizlenmiştir. Romanın sonlarında Selim’in Ulu Işık’a
“içkiyi haram ettin ama üzüm bağlarını sen yaratmadın mı” diye sorması gibi bir durum
söz konusudur. Burada Burkay’ın başından geçen olaylar “Hem aşık ediyorsun, hem
dualarımı kabul etmeyip beni çaresiz bırakıyorsun, hem de ondan sonra mecburen
yaptığım kötülükten sonra beni cezalandırıyorsun” şeklinde bir haykırışın, bir isyanın
ifadesidir.
Romanda masalı Uygur Türkçesi’nden Türkiye Türkçesi’ne Ayşe çevirmiştir.
Gerçekte ise bu masalın tercümesini muhtemelen Atsız yapmıştır. Yahut da Uygur
edebiyatında böyle bir masal yoktur da, bunu da Atsız yazmıştır. Her iki durumda da
diyebiliriz ki: Atsız’ın askerlik sevgisi Selim’de, edebiyatçı yönü de Ayşe’de ortaya
çıkmıştır. Zira romanda Atsız ile büyük bbeennzzeerrlliikklleerr ggöösstteerreenn SSeelliimm eeeeddddeeeebbbbiiii eeeesssseeeerrrrlllleeeerrrriiiinnnn hhhhaaaannnnggggiiii
durumlarda değerli sayılacağı konusunda en iptidai bilgiye bile sahip değildir. O, sadece
askerlikle ilgili konularda bilgi ve fikir sahibidir. Halbuki Atsız, yıllarca edebiyat
öğretmenliği yapmış, edebiyatla ilgili birçok araştırma yapmış ve makaleler yazmıştır.
Ayşe ile Selim arasında masal üzerine geçen diyaloglar, okuyucunun bazı
edebi bilgileri kazanmasını sağlamaktadır. Çeşitli konularda okuyucuya bilgi
kazandırmak ve bilgiyi evrenselleştirmek roman türünün önemli bir özelliğidir.
Ayşe’nin üç yıl önce görevden alındığı lisede tekrar göreve başlamak üzere
okula gitmesiyle roman yavaş yavaş gelişmeye başlar. Okul müdürü Ayşe’nin okulunda
göreve başlayacak olmasından huzursuzdur. Ayşe’yi tanımadığı halde önyargıları
sebebiyle onun bu okulda görev yapmasını istememektedir. Anlatıcı yazar, okul müdürü
olan bu kadından “boyalı, şişman, çok geçkin bir kadındı” (s.17) diye bahseder. Dikkat edilirse
görülecektir ki, Atsız boyalı sıfatını şişman ve çok geçkin sıfatlarından önce kullanmıştır.
Kadının evlenememiş olmasını şişman ve çok geçkin olmasından çok boyalı olmasının
neticesi olarak düşünmüştür. Ayrıca boyalı olmasıyla kötü karakterli olması arasında da
bir ilgi kurmuştur. Atsız, “Türk Kızları Nasıl Yetiştirilmeli” isimli makalesinde makyajlı
kadınları, özellikle de makyaj yapan öğretmenleri, sert ifadelerle eleştirir.
Ayşe’nin okula giderken tren istasyonunda biraz oyalandığı, okula doğru
yürüdüğü ve öğretmenler odasında ders saatini beklediği anlar çağrışım yoluyla geri
dönüşlerin gerçekleştiği anlardır. Bu esnada okuyucuya romandaki reel zamanda geçen
olayları hazırlayan art zamanlı olaylar hakkında bilgi verilir. Selim, Harp AAkkaaddeemmiissiinniinn
son sınıfında öğrenim gören bir yüzbaşıdır. Bir gün derste Türk harp sanatının son
büyük simasının Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa olduğunu söylemesi üzerine
rütbesi albay olan hocasıyla arasında bir tartışma başlar. Münakaşa büyüyerek sınıf
içerisindeki diğer öğrencilerin de galeyana gelmesine sebep olur. Tartışmanın konusu da
değişmiş ve rejim üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tartışmadan sonra Selim, Şeref ve daha
başka sekiz kişi tutuklanır. Gazetelerin de yalan yanlış yayınlarıyla iş çığrından çıkar ve
sanıklar vatan hainliği iddiasıyla mahkemeye çıkarılır. Selim ve Şeref on beşer yıl hhaappssee
mahkum edilir. Ancak Askeri Yargıtay kararı bozar ve başka bir mahkeme tarafından
tekrar yargılanan Selim ve Şeref vatana ihanetten beraat edip aşırı disiplinsizlik
yüzünden ikişer yıla mmaahhkkuumm eeddiilliirr.. Askerlikleri ellerinden alınır. Hayatının en büyük
gerçeği ve tek anlamı olan askerlik mesleğinden kovulması Selim’in ruh haline olumsuz
olarak büyük derecede etki eder. Nihal Atsız da askeri tıbbiyeden atılmıştır. Türkçülüğe
Karşı Haçlı SSeeffeerrii iissiimmllii eesseerriinnddee “Bana en ağır gelen şey askeri üniformayı çıkarmak oldu”
14diyerek bu konudaki duygularını dile getirir. Şeref hapisten çıktıktan sonra arkasında
“tiyatro bitti, beklemeğe lüzum görmüyorum” yazan bir mektup bırakarak intihar 31 bölümden oluşan romanın ikinci bölümün çok az bir kısmı, üçüncü
bölümün yarısına yakını ve dördüncü bölümün tamamı geri dönüşler yoluyla art
zamanlı olaylar hakkında bilgi verildiği kısımlardır. Beşinci bölümden itibaren roman
tamamen reel zamana döner. Artık bundan sonra gelişen olaylar kronolojik bir sıra takip
ederek gelişecek ama ileriki sayfalarda yine de geri dönüşlere rastlanacaktır. Hatta bu
geri dönüşler tenasüh inancının yardımıyla iki bin yıl öncesine kadar uzanacaktır.
Ayşe’nin üç yıl aradan sonra girdiği ilk dersin anlatıldığı bölüm, okuyucuya
edebiyat bilgilerinin yoğun olarak verildiği bölümdür. Atsız, burada edebiyat alanında
tartışılan konulara ve bu konulardaki kendi görüşlerine yer vermiştir. şlerine Güntülü’nün
destan ve vezin meseleleri üzerine söylediği sözler Atsız’ın düşünceleri ve
araştırmalarının sonucunda ulaştığı kanaatleridir. Ayrıca dersin işlenişi esnasında
okunan şiirler, hem okuyucunun edebi zevkini yükseltmek amacıyla seçilmiş montajlar
olması bakımından hem de romana estetik zenginlik katması bakımından önemlidir.
Ayşe’nin öğrencileri fen şubesinde öğrenim görmelerine rağmen, sağlam bir
edebi kültüre ve estetik zevke sahiptirler. Özellikle Güntülü bu konuda diğer arkadaşları
arasında dikkat çekecek kadar farklı ve yetenekli bir kızdır. Kendisine edebiyat
hakkındaki duyguları sorulduğunda, soruyu “ders olarak da, sanat olarak da çok severim
efendim” şeklinde cevaplaması okuyucuya verilen bir mesajdır: Edebiyat, liselerde kuru
kuruya anlatılan bir ders değil, bir sanattır. Okulda verilen edebiyat dersi ise, öğrencileri
belli bir estetik seviyeye ulaştırmak amacını güder.
6. bölümde Ayşe okuldan evine döner. Bu bölüm Selim’in geniş olarak
tanıtıldığı ve ruhi tahlilinin yapıldığı bir bölümdür. Ayrıca bu bölümde Selim’in
tenasühe bağlı olarak bazı çağrışımlar yüzünden yaşadığı huzursuzluk yavaş yavaş
kendini göstermeye başlamaktadır. Nitekim kendisine okuldaki öğrencilerinden
bahseden Ayşe’nin Aydolu, Nurkan ve Güntülü isimlerini söylediği anda Selim’in bir
anda başını çevirerek “Güntülü mü dedin” diye sorması bunun ilk işaretidir. Bu
bölümün son paragrafında ise anlatıcı yazar tarafından Selim’in birtakım tedailer
duyarak asırlar öncesini düşündüğü ifade edilmiştir.
İkinci bölümün başından altıncı bölümün sonuna kadar olan bölüm bir
günlük bir zaman dilimini içine alır. Bu, Ayşe’nin sabah okula gitmesi ile akşam eve
dönmesi arasındaki zamandır. Yaklaşık altmış sayfada anlatılan bu bir günlük zaman,
roman boyunca en ayrıntılı olarak işlenmiş süredir. Bundan sonraki olaylar daha geniş
bir zaman içine yayılacak ve romanın baş kısmındaki bu yoğunluk ortadan kalkacaktır.
Bir de sadece Selim’in büyük mahkemeye çıkarıldığı bölümler dar zaman içinde
anlatılan yoğunlaştırılmış bölümler olarak karşımıza çıkar. Bu bölümlerde küçük bir
zamanı kaplayan olaylar uzun uzadıya anlatıldığı için romana yön veren ayrıntıları
bünyesinde gizler.
Selim, çok rüzgarlı bir akşamda yalnız başına kalmak için Çamlı Koru’ya
gider. Ancak meçhul ve esrarlı bir kadın sesi onun yalnız kalmasına izin vermez.
Nereden geldiği ve kime ait olduğu belli olmayan esrarlı kadın sesiyle birlikte romanda
olağanüstü olaylar belirmeye başlar. Bu ses de yine Selim’in çok uzak zzaammaannllaarraa aaiit
tedailer duymasına neden olur. Ancak Selim bu tedailerin ne olduğunu ve hangi zamana
ait olduğunu tam olarak hatırlayamaz. Esrarlı kadın sesinin kulağına fısıldadığı şiir
parçaları yine romana monte edilmiş unsurlardır. Biraz sonra SSeelliimm,, LLeeyyllaa Mutlak ile
tanışır ve Yek’i ilk defa görür. Hatta olağanüstü bir durumla kısa bir süre içinde Yek’in
lambanın ışığı altından iki defa geçmesine şahit olur. Ancak Selim ne duyduğu esrarlı
kadın sesine ne de bir filmi ikinci defa seyreder gibi Yek’in yoldan geçmesi olayının iki
defa tekrarlanmasına şaşırmaz. Kurmaylık eğitimi almış bir yüzbaşı olmasına rağmen
çevresinde gelişen tuhaf olayları anlamak için bir çaba göstermez. Sanki olağanüstü yapıyı baştan kabullenmiş gibidir.

Aynı gece evde vazife tashihi ile meşgul olan Ayşe ile Selim arasında bazı fikir
tartışmaları geçer. Bu münakaşalar romana felsefi derinlik kazandırır. Selim, başından
geçen kötü olaylardan sonra insanların ortak kabullerini ve kalabalıkların gerçek diye
inandıkları müşterek yargıları alaycı bir tavırla sorgulayan bir karaktere bürünmüştür.
Atsız, Selim karakterinin bu özelliğinden istifade ederek insanlar tarafından yanlış
değerlendirilmiş olan tarihi şahsiyetler hakkındaki yanlış kanaatleri irdeler. Ayşe ile
Selim arasındaki tartışma Kant’tan başlayarak Sultan 2. Abdülhamid ve Kanuni Sultan
Süleyman’a kadar uzanır. Bu konuşmaların ortak bir ana fikri vardır: İnsanlar çözülmesi
zor bir bilmecedir. Hatta ölümlerinden sonra bile insanlar hakkında kesin yargılara
varılamamıştır. Umumi kanaate göre zorba bir padişah olan Abdülhamid Han esasında
çok merhametli, zeki ve yetenekli bir padişahtır. Atsız, makalelerinde de değindiği bu
konuyu romanda Selim vasıtasıyla dile getirmiştir. Atsız’a göre Abdülhamid, kızıl değil
Gök Sultan’dır.
Ayşe ile Selim arasında geçen bu tartışmalarda dikkat çeken bir nokta da
Selim’in bütün dünyada ilim olarak kabul edilen hukuk üzerine söyledikleridir. Selim,
marazi bir karakter olmakla beraber, sözlerini de deli saçması olarak algılamak mümkün
değildir. Çünkü bütün psikolojik garipliklerine rağmen düşüncelerini ncelerini sağlam kanıtlarla
destekleyebilen ve okuyucuyu da etkileyebilen bir karakterdir. Selim, hukuk konusunda
şunları söyler:
“- Eksik söyledin. Romalılardan daha önce, belki yamyamlık çağında da hukuk vardı ve
şüphesiz o hukuk, kendi çapında ve çerçevesinde şimdikinden daha faydalı ve adil bir müessese idi.
Çünkü vicdana ve adalete değil, sihirli ve semavi kuvvetlere dayanıyordu. Fakat o zamandan bugüne
kadar geçen tekamül devresinde hukuk yine bir sihir işi, hatta sihirbazlık işi olarak kalmıştır. Hukuk
ve ilim... Gülünç yakıştırma... İttifakla idam kararı... Yargıtay bbbooozzzddduuu......... BBBuuu ssseeefffeeerrr iiiittttttttiiiiffffaaaakkkkllllaaaa bbbbeeeerrrraaaaaaaatttt............
Aynı suç, aynı sanık, aynı yargıçlar, aynı kanun kitabı ve önce idam, sonra beraat... Bu ne güzel ilim
böyle? Sen herhangi bir yılın herhangi bir ayında, yüz derecelik ısıda kaynayan bir suyun, birkaç ay
sonra aynı hararette donduğunu işittin mi?” (s.100)
Kant konusunda söyledikleri de dikkat çekicidir. Atsız, sanki okuyucuya beyin
jimnastiği yaptırmak ve insanlığın ortak kabullerini sorgulamasını sağlamak için
olayları farklı açılardan değerlendirmektedir.
“- Daha tuhafı var. Felsefe öğretmeni anlatıyordu. Geçen devrelerin birinde, Kant idealist
midir, realist midir sorusuna bir kız Kant ne realisttir, ne iiddeeaalliisstttir, Kant Alman’dır diye cevap
vermiş.
...
- İdealist veya realist olmak Kant’a başkalarının yakıştırdığı sıfatlardır. Bu bakımdan
şüphelidir. Alman olmak ise tabiatın ona verdiği kesin ve su götürmez sıfattır. Bu bakımdan kız
haklıdır.” (s.96-97)
Ertesi akşam Selim Pusat esrarlı kadın sesini tekrar duymak ümidi ile tteekkrraarr
Çamlı Koru’ya gider. Orada tekrar Leyla Mutlak ile karşılaşır. Onu yine evine kadar
götürür. Sonra eve gitmeye karar verdiği halde bir süre sonra kendini tekrar Çamlı
Koru’da bulur. Karşısında Yek vardır ve Selim ilk defa Yek ile konuşur. Yek, Selim’e
kendisinden yirmi beş yaş küçük bir kıza aşık olabileceğini ve Leyla Mutlak’ın tahtın
varisi olduğunu söyler. Bu saçmalıklara dayanamayan Selim, önündeki tahta kanepeyi
kaldırarak Yek’in kafasına indirir. O anda kısa bir süre için elektrikler kesilir. Işıklar
tekrar yandığında ise hayretler içinde Yek’in oradan kaybolmuş olduğunu görür.
Bir gün Ayşe, iki öğretmen arkadaşıyla Güntülü, Aydolu ve NNuurrkkaann iissiimmllii
öğrencilerini eve davet eder. Bu, Selim’in Güntülü ile ilk karşılaşmasıdır. Fakat Selim
Güntülü’yü - özellikle de gözlerini – tanıdığından emindir. Ancak bu tanımanın nereden
kaynaklandığını bir türlü çözemez. Aynı gece Selim, Ayşe’den Leyla’nın öğrenmek üzere bilgi almaya çalıştığı bir sırada, daha yarım saat önce evlerinin önünden
geçen Yek’in üç saat önce Erzurum’dan çektiği telgraf gelir. Telgrafta şunlar yazılıdır:
“Prenses Leyla hakiki prensestir. Fakat asıl adı Leyla olmayıp Hanzade’dir. Elde edilecek
diğer malumat da incelemelerinize medar olmak üzere bildirecektir. Hürmetler.” (s.141)
Selim, bir gün Çamlı Koru’da karşılaştığı eski arkadaşlarından Tahsin’in
teklifini kabul ederek, askeri evrakı tasnif için kurulan Tarihi Evrak Komisyonu’nda
çalışmaya başlar. Komisyonda Osman Fişer adında Yek’in ikiz kardeşi olabilecek kadar
ona benzeyen bir de Alman Yahudi dönmesi vardır. Aslında Osman Fişer, Yek’in ikiz
kardeşi değil, bizzat kendisidir. Alman Yahudisi olduğu halde şeytan ırkından olduğunu
söyleyen Osman Fişer, Atsız’ın Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi isimli eserinde bahsedilen
Osman Reşer’in romana yansıtılması yoluyla gerçek hayattan alınmış bir karakterdir.
Romanda Osman Fişer şu şekilde tanıtılır:
“- Şivesi tuhafınıza gitti, değil mi? Dönmedir.
- Dönme mi? Hangi milletin dönmesi?
- Alman Yahudisidir. Asıl adı Oskar iken Müslüman olunca Osman’a çevirmiştir.
- Soyadı nedir?
- Soyadı Fişer’dir. Onu değiştirmedi. Yalnız Türk imlasıyla yazmaya başladı.
Selim ilgilenmişti. Sordu:
- Neden Müslüman olmuş? Asıl mesleği nedir?
- Hitler idaresinin baskısına uğradığı için Müslüman olmuş diyorlar. Memleketinde
şarkiyat profesörü imiş, Türkçe, Arapça ve Farsça’dan başka birkaç da Avrupa dili bildiği için asker
olmadığı halde komisyona aldılar.
Atsız’ın Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi isimli hatırat türündeki eserinde
anlatılan Osman Reşer ile romandaki Osman Fişer arasında çok büyük bir benzerlik
vardır. Atsız, Osman Reşer’den ise şu şekilde bahseder:
“Onun bu eserinin asıl zararı “Osman Reşer”e dokundu. O da kim diyeceksiniz. Kim
olacak, Müslüman olmuş bir Alman Yahudisi. Almanya’nın Stutgart şehrinde doğmuş ve Oskar
Rescher olarak büyümüş, Arabiyata merak salmış, Türkiyeye gelerek yıllarca kalmış, BBiirriinnccii cciihhaann
savaşında Alman ordusunda çavuş olarak bulunmuştur. Belki de Almanya’nın birinci savaşta
yenilmesinin sebebi böyle bir çavuşa malik olmasıdır.
...
İşte bu Rescher, Darülfünunda bizim de hocamız oldu. Feyzimizin derecesini takdir
edersiniz.
Müslümanlığa oruç tutmakla başladı. Tek başına hiçbir şiiri anlayamadığı için daima
İsmail Saip Hoca’ya başvurur, saatlerce uğraşır, böylece öğrendiklerini bize öğretir, yani hiçbir şey
öğretemezdi.
İşte, Ramazanda oruç tutan Hoca’ya saygısından Rescher de oruç tutmaya başladı. Bunu
ibadet olarak mı, iktisadi bir iş olarak mı yaptığını bilmiyorum. Fakat pek hoşuna gitmiş olacak ki
nihayet Müslüman oldu. Asıl adı Oskar’dı ya, bunu Osman yaptı. Soyadını değiştirmedi. Yalnız
Almancada “sch” şeklinde üç harfle yazılan “ş”yi atarak bunu Reşer şeklinde Türk imlasıyla yazmağa
başladı.” 15
Komisyonda çalışanların konuşmalarından Selim, tasavvuf ve din kkoonnuussuunnddaa
bazı şeyler öğrenir. Daha sonra evde de bu konularla ilgili Ayşe’den bilgi alır. Bu
kısımlarda okuyucu tasavvuf ile ilgili bazı bbiillggiilleerr eeddiinniirr.. BBuurraaddaa ttaassaavvvvuuffllaa iillggiillii öönnee
çıkan düşünce şudur: Din felsefesi anlamına gelen tasavvuf; içinde budizm, maniheizm,
hıristiyanlık ve yahudiliğe ait unsurları da bulunduran bir çorbadır.

Ayşe Pusat bayram günlerinin güzel günlere rastlamasını fırsat bilerek bir kır
gezintisi düzenler. Gidilecek yer ise Çamlı Koru’dur. Yolda Güntülü Selim’e esrarlı kadın
sesine tamamen benzeyen bir ses tonuyla, Selim’in o gece duyduğu şiirin devamı
mahiyetinde bir şiir parçası okur. Burada yine romana montaj yapılması söz konusudur.
Şiirin ardından Güntülü, müthiş bir gerçeği dile getirir. Selim iki bin yıldan beri
yaşamaktadır. Mete ordusunda subay olan Selim, Mete’nin buyruğuna uymayarak
sevgilisini öldürmemiş ve bu yüzden de öldürülmüştür. Güntülü ise o zaman, ok
atılamayanlardan biridir. Romanın bu bölümünde bir düğüm çözülmekte ve Selim’in sık
sık duyduğu çok eski zamanlara ait tedailerin sebebi anlaşılmaktadır.
Atsız, Mete = (Motun)’ yi Türk milletine hayat veren, asırlarca devam eden
disiplini kuran büyük bir asker ve hükümdar olarak değerlendirir. Mete’nin,
sadakatlerini sınamak için askerlerine sevgililerini vurmaları emrini vermesi olayını da,
çağımızın yumuşamış insanları için kabul edilemez bir durum olmakla beraber, o
dönem için bunun elzem olduğunu düşünür:
“Bugünün yumuşamış insanları, şüphesiz, böyle bir şeyi yapamaz ve yaptıramazlar. Fakat
az kuvvetle çok iş yapmak, büyük devlet kurmak ve millet yaratmak isteyenin felsefesi de pörsük bir
ruha dayanamaz. Tanrıkut Mete, Türk milletinin edebi disiplinini kurdu ve bütün dddüüünnnyyyaaayyyaaa aaassskkkeeerrriii
disiplinin ne olduğunu, neler yapabileceğini gösterdi.
Disiplin, körükörüne itaattır ve körükörüne itaatta en büyük yaratıcı şuur gizlidir.
Buhranlı anda, ölümün karşısında, tartışmakla hiçbir güçlük çözülemez. İtaat edilen yanlış karar bile,
tartışılan doğru karardan daha verimlidir.
Mete’nin Hunlarının yiğitliğe ve nişanlığa ihtiyacı yoktu. Lüzumundan çok cesur ve
nişancı idiler. Mete, bu meziyetlere disiplini de ekleyerek Türk ırkını ebedileştirdi.” 16
Atsız, Mete’nin disiplin anlayışını ve askerlerinin ona olan korkunç bağlılığını
makalelerinde anlatmakla kalmamış, romanda da biraz daha farklı bir açıdan ele
almıştır. Bu durum romana çok büyük bir zenginlik ve zaman genişliği katmıştır.
Romanın en can alıcı noktalarından biri, Güntülü’nün korkunç gerçeği ifade ettiği
kısımdır.
Yine bir gün Çamlı Koru’da Leyla ile karşılaşan SSSeeellliiimmm,,, yyyiiinnneee ooonnnuuu eeeevvvviiiinnnneeee kkkkaaaaddddaaaarrrr
götürür. Leyla’nın emriyle evine misafir olur. Bu bölümde Leyla karakteri üzerindeki sır
perdesi kalkar. Leyla karakterinin açıklığa kavuşması, Leyla ile Selim arasındaki
diyaloglarla sağlanmıştır. Prenses Leyla, ailesinin, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu
Şehzade Mustafa’yı öldürtmesiyle başlayan macerasını ve buna bağlı olarak yaşadığı
tehlikeleri bir sırdaş olarak gördüğü Selim’e anlatır. Burada yine vak’a içerisine
yerleştirilmiş önemli ayrıntılarla karşılaşıyoruz: Şehzade Mustafa’nın babası tarafından
öldürülmesi ve imparatorluğun dağılmasından sonra ortaya çıkan petrol meselesi.
Şehzade Mustafa gibi kahraman bir şehzadenin babası tarafından öldürtülmesi Türk
milletinin ve tarihin vicdanında büyük yaralar açmıştır. Atsız, bu trajik olayı romanda
işleyerek, eser ile milli vicdan arasında organik bir bağ kurmuştur. Atsız birçok eserinde
doğrudan veya dolaylı olarak Şehzade Mustafa’nın, babası Kanuni Sultan Süleyman
tarafından öldürtülmesine değinmiştir. Bu olaya bir devşirme olan Hürrem Sultan’ın
sebep olması da Atsız’ın bu konuya çok yer vermesinin önemli bir sebebidir. Petrol
meselesi ise yakın tarihimizde milli haklarımızın gasp edildiği bir kkkooonnnuuuddduuurrr... BBBuuu kkkooonnnuuu dddaaa
yine milli vicdana ve milli şuura hitap etmektedir. Ayrıca ppeettrrooll mmmmeeeesssseeeelllleeeessssiiii iiiilllleeee,,,, ppppaaaarrrrççççaaaabütün
ilişkisine dayanılarak, misak-ı milli dahilinde olan Kerkük ve Musul böllggeelleerriinniinn
hile ve oyunlarla elimizden alınışı da hatırlatılmak istenmiştir.
Ağır ruhi bunalımlar içerisinde bulunan Selim, komisyondaki arkadaşlarının
tasavvuf sayesinde huzur içinde yaşadıklarını görerek tekrar Ayşe’den tasavvuf habilgi edinmeye çalışır. Ancak tasavvuf hakkında bilgi sahibi oldukça bunun bir
saçmalıktan başka bir şey olmadığını düşünecektir. Selim, Hallac-ı Mansur’un “Ene’l
Hak” demesini onun deli olmasına bağlar. Ayşe’nin, Hallac’ın herkes tarafından büyük
bir mutasavvıf olarak kabul edildiğini söylemesi üzerine Selim adeta çıldırır:
“- Senin herkes dediğin kalabalık, içinde cahilleri, hainleri, budalaları bol bol barındıran bir
kuru gürültüdür. Herkes kabul etti diye ben de bu hezeyanları kabul mü edeceğim? Herkes İsa’nın hem
Tanrı, hem de Tanrı’nın oğlu olduğunu da kabul eder. Çünkü herkes dediğin şey bir hhaayyvvaann
sürüsüdür.” (s.184)
Nihal Atsız, insanların umumiyetle gerçek diye kabul ettikleri veya bazı
çevreler tarafından insanlara kabul ettirilmeye çalışılan yanlış düşünceleri
sorgulamaktan çekinmemiştir. Bunu yaparken de çoğu zaman yalnız kalması onu
engellememiştir. Birçok edebi, tarihi ve ideolojik konudaki yanlış düşüncelere ilmi ve
Türkçü bir bakış açısıyla muhalefet etmiştir. “Türk Tarihinde Meseleler” isimli eseri bu
tür genel kabullerin yanlışlığını ortaya koymaktadır. Bunun yanında birçok mmmaaakkkaaallleeesssiiinnndddeee
de yine yanlış yargıları kırmaya çalışmış ve başarılı olmuştur.
Selim, bütün benliğini saran keder ve ızdırap içinde kıvranırken çareyi
içmekte bulur. Selim, daha önceleri de içki içmektedir; fakat artık tempoyu iyice
arttırmıştır.
“Aşırı gidiyor, bilerek çok içiyordu. Yukarlardan, her yerden kendisine bakan Güntülü’nün
gözlerinden kurtulmak, onunla ne zaman tanışmış olduğunu bulamamaktan doğan sıkıntıyı atmak
için durmadan içiyordu.” (s.189)
Selim, bir gece Nurkan’ın evlerinin önünde Nurkan’ın piyanoda çaldığı Eski
Arkadaşlar Marşı’nı dinledikten sonra eve gitmeye karar verdiği bir anda ayağı kayarak
düşer. Bu düşüşün ve içkinin vücudunu çok yıpratmasının etkisiyle hastalanarak yatağa
düşer. Bunun üzerine Ayşe, eve bir doktor çağırır. Adının Selim Key olduğunu söyleyen
doktor, aslında mendebur Yek’ten başkası değildir. Daha önce Osman Fişer kimliğiyle
de karşısına çıkan Yek, bu sefer de Doktor Selim Key olarak karşısına çıkar ve Selim’e
hastalığının sebebinin aşk olduğunu söyler. Doktor Selim Key’e göre evli olması Selim’in
aşık olmasına engel değildir.
“…Evli olmak aşık olmaya engel değildir. Evlilerin aşkı birçok durumda daha kuvvetli ve
yıpratıcı olur. Bunun tarihteki pek çok örneğini de okumuşsunuzdur. “ (s.203)
Bu kısımda Selim Pusat ile Doktor Key arasında geçen tartışmalar vasıtasıyla
aşkın tarifi ve felsefesi üzerinde durulur. Roman artık gerçek kıvamını bulmaya, asıl
konu olan aşk temi üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Zira Nazan Bekiroğlu, “Ruh
Adam, irdelediği bütün sosyal, siyasal ve hatta metafizik ve felsefi meselelere rağmen bir aşk
romanıdır” 17 diyerek romanın gerçek karakterini ortaya koymaktadır. Doktor Key, aşkı
küçümseyen sözleri üzerine Selim Pusat’a şunları söyler:
“- Yüzbaşım! Aşkı neden bu kadar küçük ve alay konusu olarak görüyorsunuz. Gerçi o bir
hastalıktır, ama bazı çocuk hastalıkları gibi herkesin başına gelen cinstendir. Şunu da unutmayın ki,
evlilik aşkın aşısı olmadığı gibi onun yaşı ve zamanı da yoktur. Büyük Alman şairi Goethe, torunu
yerindeki Margeritte’ye ve büyük Türk şairi Abdülhak Hamid torunu yerindeki Lüsyen’e aşık olmadı
mı? Esrar Dede’nin ““aşk olmasa ey dil seni biz neylerdik?”” demesi ne kadar yerindedir. Siz asker
olduğunuz için aşkınız da askerce, yani çok sert ve kuvvetli olacaktır” (s.205)
Ertesi gün Selim’i muayene etmek için eski bir arkadaşı olan Doktor Binbaşı
Cezmi Oğuz gelir. Doktor Cezmi’nin teşhisi Doktor Key’in teşhisinden tttaaammmaaammmeeennn
farklıdır. Cezmi Oğuz, Selim’in karaciğerinde sertlik oluştuğuunnuu ssööyylleerr vvee iiççkkiiyyii aacciilleenn
bırakmasını tavsiye eder. Selim ile Cezmi arasında da aşk konusunda konuşmalar geçer.
Cezmi, aşkın aslında şehvetin estetik görünüşünden başka bir şey olmadığını iddia “- Şehvet, hayatın en büyük prensibidir. İnsan neslinin tükenmemesini sağlar. İnsan, akıl
ve duygu bakımından çok üstün ve ileri olduğu için bu prensibi de oollgguunnllaştırmış, güzelleştirmiştir.
Yiyeceğini, giyeceğini, barınağını güzelleştirdiği gibi. Şehvet, aşk haline geldikten sonra artık insanlar
arasında yarış başlamış ve beyinler, muhayyeleler gerçekte olan güzellerle kanmayarak onları icad
etmek yoluna gitmiştir. Sevgiliyi aşık yaratır, sonra tapar. Onda eşsiz güzellikler, büyüklükler bulur.
Aslında alelade bir kız veya kadındır, ama Mecnun’un Leyla’yı görüşü gibi onu ilahlaştırdıkça artık
aşk denilen tezahür başlamıştır. Bununla beraber aşk lüzumlu bir şeydir.
Yaşamayı tatlı bir hale getirdiği, ihtiras olduğu için lüzumludur. İhtiraslar çok defa parlak
ve olumlu neticeler doğurur. Siyasette, ilimde, sanatta ihtiras olmasa belki de bugünkü medeniyet
olmazdı. Aşk bir nevi anormal duygudur, aşıklar da anormal hastalardır, ama ruh hekimliği
bakımından her büyük insan da az çok anormal sayılır. Bütün insanlar tam normal olsa insanların
akıllı ve şuurlu hayvanlardan farkı kalmaz.” (s. 215-216)
Doktor Cezmi Oğuz’un sözleri arasında dikkat çekici bir husus da savaşlar
hakkında söyledikleridir. Bu sözler Hüseyin Nihal Atsız’ın düşünceleriyle bire bir
örtüşmektedir:
“Savaşlar aslında öldürücü, yıkıcı, ızdıraplı şeylerdir. Fakat medeniyetin de, tekniğin de,
ahlakın da, disiplinin de anası savaşlardır. Fedakarlık ruhunu bileyerek insanları bencil, yani hayvan
olmaktan kurtarır. Kazanmak için itaatin şart olduğunu öğreterek toplulukların ddiissiipplliinnee ggiirrmmeessiinnii,,
yani üstün insan olmasını sağlar. Savaş olmasa yeryüzünde milletler değil, hırsız çeteleri türeyecek ve
insanı hayvandan ayıran erdemler doğmayacaktı.” (s.216)
Doktor Cezmi Oğuz da tıpkı Yek gibi Selim’in kendisinden yirmi beş yaş küçük
bir kıza aşık olabileceğini söyler. Kırk üç yaşında olan Selim, zihninde bir hesap yaparak
yedi yaşında okula başlayan bir kızın sene kkaayybbeetmemek şartıyla lisenin sonuncu
sınıfında on sekiz yaşında olacağını fark eder. Bu durumda Güntülü ile arasındaki yaş
farkı tam olarak yirmi beştir.
Doktor Cezmi Oğuz da gerçek hayattan alınmış bir karakterdir. Romanda
bütün insanlardan neredeyse tiksinti duyan, Selim, kendisini muayene etmek üzerine
evine gelen eski arkadaşı Doktor Cezmi Oğuz’u karşısında görünce şaşırmakla beraber
sevinç de duyar. Atsız, Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi isimli eserinde Doktor Cezmi Türk
adında birinden bahseder. Bu kişi Atsız’ın nikah şahitliğini yapmıştır:
“Biz de geç vakit gitmiş olduğumuz için ikimizden ve iki şahidimizden başka kimse yoktu.
Şahitlerimizden biri doktor Cezmi Türk öteki de Deniz Gedikli Okulu Tabiiye öğretmeni mmeerrhhuumm SSSSaaaaddddiiii
Erülgen’di.” 18
Bir Pazar günü son sınıf öğrencilerinin veda törenini izlemek için Selim, eşi
Ayşe ile birlikte, okula gider. Nurkan ve Aydolu Selim ile Ayşe’yi okulun bahçe kapısında
karşılarlar. Güntülü ise onları okul bahçesindeki bir ağaca ddaayyaannaarraakk bbeekklleemmeekktteeddiirr.. Bu
sahne Uygur masalında Açığma Kün’ün Yüzbaşı Burkay’ı bir ağaç altında beklemesine
çok benzemektedir. Törende Güntülü bir konuşma yapar. Güntülü’nün sesi Selim’in
Çamlı Koru’da duyduğu esrarlı kadın sesidir. Geçit resmi esnasında Güntülü, manganın
başında olduğu için selam vermemesi gerektiği halde başını çevirerek Selim’i selamlar.
Ayşe ise Selim ile Güntülü arasındaki yakınlaşmadan son derece rahatsız olur. Selim’in
“beni galiba güneş çarptı” demesi üzerine “seni güneş değil, gün çarptı” diyerek bu
rahatsızlığını dile getirir.
Selim bir gün yine Prenses Leyla’nın evine gider. Leyla da Selim’in yasak bir
sevgiye tutulduğunu keşfeder. Bu durumda Selim, aşkını kendisine ilk defa itiraf etmek
zorunda kalır. Selim Güntülü ile Prenses Leyla’yı mukayese etmeye çalışır. Ancak başka
başka alemlerin güzeli olan bu iki kadını birbiriyle karşılaştırmak mümkün değildir.
Leyla, Selim’in Güntülü’nün pençesinden kurtulması için kendisini sevmesine izin verir.

Selim, bir gece Güntülü’nün resmine bakarken, bir el uzanarak albümün
yaprağını çevirir. Yaprağı çeviren Şeref’tir. Buraya kadar vak’a içerisinde hatıralarıyla,
mezarıyla ve resmiyle yer bulan Şeref’in hayaleti şimdi gözünden yaş, yüreğinden kan
aktığı halde Selim’in karşısındadır. Şeref, Selim’in yasak aşkını tasvip etmez.
“- Hakkın yok Pusat, dedi. Yanaklarına iki damla yaş inerken devam etti:
- Sen böyle mi olacaktın?
Selim kıpkırmızı oldu. Albümü kapatarak etajere koyduktan sonra ayağa kalkarak:
- Izdırap çekiyorum Şeref, dedi.
Şeref’in gözlerinden yaşlar birbiri ardınca dökülüyordu:
- Bu ızdırap vaktiyle beraber çektiğimiz ızdıraptan daha mı büyük? Rütbelerimizden
olduk. Askerliğimizden uzaklaştırıldık. İftiraya uğradık. Bunların yanında sevginin ssseeevvvgggiiinnniiinnn sssööözzzüüü mmmüüü oooolllluuuurrrr????
Şeref sustu. Yüreğinin kanı, kapattığı ceketinin üstüne çıkıyor ve yarasını eliyle
bastırıyordu. Selim derin bir üzüntüyle arkadaşının kanayan yarasına bakarak:
- Izdırabım yalnız sevgiden diyebildi.
Şeref keskin bir ifadeyle cevap verdi.
- Biliyorum. Geçmişi hatırlayamadığın için ızdırap çekiyorsun. Seninle Tanrıkut Mete’nin
ordusunda birer yüzbaşı değil miydik? Sen o zaman da aşk yüzünden Tanrıkut’un buyruğuna karşı
gelerek, bugün başka bir hüviyetle karşına çıkan sevgiline ok atmamak için idam olunmamış mıydın?
Pusat! İçinden gelen bu aksi dürtüş nedir? İki bin yıl sonra da aynı delişmenlikleri yaşamak sana
yakışır mı?
Şeref’in bu sözleri Selim’in beynindeki karanlık bir noktayı aydınlattı ve büyük bir yükü
atmış insanların ferahlığı ile arkadaşına:
- Suçun hepsi bende değil, dedi.
- Hepsi sende! Kendini o kızla bir mi tutuyorsun? Sen yüzbaşı ve kurmay adayı idin. Sen
karar ve irade adamı idin. Ya o kimdi? Kimin kızı idi? Araştırdın mı?” (s.243-244)
Bunun ardından Şeref, Selimle el sıkıştıktan sonra kapıya yönelir. Kapının
tokmağını tutan Şeref, kapıyı açmadan bir anda kaybolur. Romandaki bu durumu ruhsal
durumu bozuk bir insanın hallüsinasyonları olarak değerlendirmek doğru değildir.
Çünkü kapı tokmağındaki ve Şerefle el sıkışan Selim’in elindeki pıhtılaşmış kan izlerini
Ayşe de görür. Ayşe, romanın tamamında gerçeklik hissi uyandıran bir karakterdir. Bu
konuda Nazan Bekiroğlu şunları söyylleemmeekktteeddiirr::
“Okuyucunun Ayşe’nin muhayyilesinden şüphe etmesine imkan yoktur. Zira o baştan sona
kadar; Selim, Şeref, Yek, Güntülü, Leyla gibi kahramanlar etrafında olağanüstülükler yaşatıldığı
halde, daima realite sınırları içinde gösterilen bir kahramandır.” 19
Romanda Güntülü’nün kimin kızı olduğu yahut soyu sopu hakkında bir bilgi
verilmeyerek okuyucunun kafasında bir soru işareti oluşturulmuştur. Babasının
Mersin’de olduğundan bbaahhsseeddiillmmeekkllee bbbeeerrraaabbbeeer; kim olduğu, ne için orada bulunduğu
açıklanmamıştır. Bununla beraber Şeref’in “Ya o kimdi? Kimin kızı idi” şeklindeki soruş
tarzından olumsuz bir durumun söz konusu olduğunu anlıyoruz. Şeref bir hayalet
karakter olarak, okuyucuda romandaki meçhul konularla ilgili bilgi sahibi olduğu
izlenimini yaratır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta ise Selim’in karakter
özelliklerindeki büyük değişmedir. Romanın başında aşka inanmayan, onunla alay eden,
karar ve irade adamı olarak karşımıza çıkan Selim, artık tamamen aşkın esiri olmuş ve
iradesini yitirmiştir. Burada okuyucuya verilmek istenen mesaj, daha önceki bölümlerde
de Ayşe ile Selim arasındaki diyaloglar vasıtasıyla ifade edilen, bir insan hakkındaki kesin yargının ölümünden önce verilmesinin mümkün olmadığı düşüncesidir. Hatta
bazı durumlarda bir insan hakkında hiçbir zaman kesin bir hüküm verilemez.
Bir başka gece, Selim karşısında Güntülü’yü görür. Bu gerçekten bir
hallüsinasyondur. Güntülü, Selim’den masanın üzerinde bulunan Şeref’in resmini
kaldırıp yerine kendi resmini koymasını ister:
“Birden bu hayal canlandı ve Şeref’in fotoğrafının yanında duruyordu: “”Bu kim”” diye
sordu. Selim yavaşça ““arkadaşım şeref”” diye cevap verdi. “”Evet, tanıyorum”” dedi. Selim biraz
şaşırarak “”nerden tanıyorsunuz?”” diye sordu. Güntülü, yeşil gözlerini Pusat’a dikmişti. “”İki bin yıl
öncesinden tanıyorum”” dedi. Vahşileşerek devam etti. “”O beni hiç sevmez. Ama siz… Siz beni
seviyorsunuz. Çok seviyorsunuz. Tapıyorsunuz… Onun resmi yerine benim resmimi koymaz
mısınız?””
Selim susuyordu. Yine allak bullak olmuştu. Kız öldürücü bir müziğe benzeyen sesiyle
konuşuyordu. “”Benim için hayattan vazgeçmiştiniz. Şimdi de arkadaşınızın resminden vazgeçin. Ben
beni seven adamın masasında beni sevmeyenin bbeennii sssseeeevvvvmmmmeeeeyyyyeeeennnniiiinnnn rrrreeeessssmmmmiiiinnnniiii iiiisssstttteeeemmmmiiiiyyyyoooorrrruuuummmm. Beni nasıl kırabilirsiniz? O resmi
ben kendim oradan çıkaracağım. Görüyorum ki beni bu kadar sevdiğiniz halde en basit dileğimi yerine
getiremiyorsunuz.”” (s.268-269)
Güntülü aslında Selim’den bütün mukaddesatını, mazisini, askerliğini,
düşünncceelleerriinnii iinnkar etmesini istemektedir. Selim gibi katı düşüncelere sahip birisinin bu
isteklere şiddetle karşı çıkması gerekirken, Selim aşk duygusunun etkisiyle buna tepki
gösteremez. Üstelik hayalin kaybolmasından sonra “Güntülü’yü seviyorum. Hayat ve
kainatımın en büyük gerçeği bu” diye mırıldanarak Güntülü’nün inkar etmesini istediği
bütün kutsal değeerrlleerriinnii iinnkkaarr eettmmeessee bbiillee, aşkı bu değerlerin önüne koymaktadır.
Selim bir pazar günü, eskiden de birkaç defa geldiği bir meyhanede içki
içerken yan masada oturanların sohbetini işitir. Bunlar aşk üzerine konuşmaktadırlar.
Bir felsefe öğretmeni, aşkın her insanın başına gelen bir olay olduğunu söyler. Selim’in
Harb Okulu’ndan sıra arkadaşı olan Yarbay Kemal, bu fikre karşı çıkarak Selim Pusat’ın
mesleğinin dışında hiçbir şeye gönül vermeyen ve vermeyecek bir kişi olduğunu söyler.
Selim, bu konuşmayı işitince acı acı gülümser.
“İnsanlar ne kadar yanlış tanınıyordu! Yakın bir arkadaşı kendisini aşkı bilmeyen insan
diye anlatırken o, Güntülü ile dolu olarak yaşıyordu.” (s.274)
İnsanların yanlış tanınması romanın geneline hakim olan ana konulardan
biridir. Büyük adam diye gösterilen birçok şahsiyetin aslında küçüklüklerle dolu bir
hayat sürdüğü ve haksız yere, yerden yere vurulan birçok insanın da aslında milletine ve
insanlığa büyük hizmetler yapmış oldukları bir gerçektir.
Selim, bu konuşmayı işitince meyhaneden çıkar. Güntülü’nün evinin önüne
gelir. Mermer basamağın altından anahtarı alarak kapıyı açar. Bu sırada birisi Selim’in
kolunu tutar. Bu arkadaşı Şeref’tir. Selim, Şeref’in hayaletiyle ikinci kez karşılaşır. Bu
sefer de Şeref, önceden söylediği sözlere benzer sözler söyleyerek Selim’i yasak aşkından
vaz geçirmeye çalışır ve bir asker olarak iradesine hakim olması gerektiğini ifade eder.
“- Senin her zaman düşüneceğin şey askerliğindir. Rütbeni alabilirler, ordudan kovabilirler,
ama askerliğini alamazlar. Askerlik rütbe ve elbise değil, ruhtur. Izdırap çekmek istiyorsan öyle bir
kızı sevmek yerine bir bölüğe kumanda edemediğini düşün, yeter!” (s.276)
Atsız, Askerliğin rütbe ve elbise değil, ruh olduğunu; Türkçülüğe Karşı Haçlı
Seferi isimli eserinde şu şekilde ifade eder:
“Ayağa kalktım. General de kalkmak nezaketini gösterdi. Kendisini esas vaziyeti alarak
askerce selamladım. Doğrusunu isterseniz ruh ve karakter bakımından ben üniformasız bir askerdim;O ise üniformalı bir başıbozuktan başka bir şey değildi”

Selim, içkinin tesiriyle tekrar yatağa düştüğü bir gün, oğlu Tosun elinde bir
mektupla odaya girer. Mektupta Selim’in Güntülü’ye gönderdiği bir şiir vardır. Güntülü,
şiiri geri göndererek Selim’i reddettiğini ifade etmiştir. Romana eklenmiş bir montaj
olan bu şiir Nihal Atsız tarafından 1951 yılında Orkun dergisinin kırk dördüncü
sayısında yayımlanmıştır. Ruh Adam romanının yayın tarihi ise 1972’dir. Bu durumda
şunu söylebiliriz: Atsız’ın bütün eserleri arasında organik bir bağ vardır. Bir eserini
diğer bir eserine kaynak olarak kullanmıştır. Atsız’ın romanları ve şiirleri, mmaakkaalleelleerriinnddee
dile getirdiği düşüncelerinin estetik bir şekilde işlenmesiyle ortaya çıkmıştır.
Atsız’ın “Geri Gelen Mektup” ismiyle Orkun’da neşrettiği ve Yolların Sonu
isimli şiir kitabına da aldığı bu şiir, romanda da gerçekten karşımıza geri gelen bir
mektup olarak çıkar. Şiir şu şekildedir:


“Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu…
Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla, gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden…
Hasret sana, ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.
Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma “”Kaabil””
İmkanı bulunsaydı, bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik…” (s.285-286)


Bu şiir, Atsız’ın lirizm bakımından zirveye ulaştığı bir şiirdir. Atsız, böyle
estetik muhayyilenin doruğa çıktığı zengin çağrışımlarla dolu bir şiiri romana monte
ederek romana da büyük bir zenginlik katmıştır. Ayrıca romanın neşrinden yıllarca önce
yazılmış olan bu şiir, buna rağmen roman içerisinde sonradan eklenmiş yabancı ve
alakasız bir parça gibi durmamaktadır. Bilakis, romanın vak’asıyla paralellik
göstermekte, romanla bütünleşmektedir. Bu şiirin varlığından habersiz olarak romanı
okuyan bir okuyucunun, şiirin bir montaj olduğunu anlaması mümkün değildir. “Sen
istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu” dizesiyle ifade edilen durum, roman içinde de
açık olarak ifade edilmiş ve Güntülü’nün kendini Selim’e zorla sevdirdiği açık bir şekilde
dile getirilmiştir. “Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden” dizesi de Güntülü’nün kah
bir pars kadar yırtıcı kah bir ceylan gibi ürkek ve uysal tavırlarına çok yakışmaktadır.
Hem şiire, hem romana hakim olan füsunlu yeşil gözler, göz kamaştırıcı ışık gibi öğeler
de ortaktır. “Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım” dizesiyle Selim’in yasak, fakat bir
o kadar da temiz, aşkı arasında bir fark yoktur. Ancak burada belki de bütün bunlardan
daha önemli bir durumla karşılaşıyoruz. Romanın bütününe hakim olan tenasüh
inancıyla “hala yaşıyor gizlenerek ruhuma Kaabil” dizesi arasındaki ppaarraalleelllliikk,, dikkate
alınması gereken bir noktadır.
Selim, bir akşam Yek’in getirdiği celpnameden Büyük Mahkeme’den sanık
olarak çağırıldığını öğrenir. Suçu ise yasak aşktır. Selim, Yekle beraber çıkarak
mahkemenin yapılacağı alana doğru yola çıkar. Sırasıyla Prenses Leyla, Güntülü,
Aydolu, Nurkan’ın evlerinin önünden geçerler. Yollarda biraz önce mahkemede
bulunmak üzere buradan geçen Şeref’in kalbinden yere damlayan kan izleri vardır.
Yek’in işte geldik, demesiyle çevresine bakan Selim mahşeri bir kalabalığın ortasında
bulunduğunu görür. İşin tuhaf tarafı, Selim’in her tarafını çok iyi bildiği şehirde böyle
bir meydanın bulunmamasıdır. Biraz sonra göz kamaştırıcı, heybetli bir ışık parlar. Bu
Tanrı’dır. Selim Tanrı’nın huzurunda bulunduğunu öğrenince esas duruşa geçer ve
mahkeme başlar.
Öncelikle Cebrail, Mikail ve İsrafil gelerek, Selim hakkında tanıklık yaparlar.
İsrafil, Selim’in ilk günahı olarak ülkesinin kanunlarına karşı gelerek krallık taraftarı
olmasını öne sürer. Selim, bu suçlamayı kabul etmez ve Tanrı’ya “bütün o muhteşem
kralları sen yarattın” diyerek cevap verir. Daha sonra sıra peygamberlere gelir. Önce
Zerdüşt, sonra Buda, daha sonra ise Muhammed (s.a.v.) Selim hakkında tanıklık eder.
Zerdüşt, bütün kadınların Ehrimen’in hizmetkarı olduğunu ve bir kadını sevmenin
Şeytan tarafına geçmek olduğunu söyler. Bu bakımdan Selim’i en büyük suçlu olarak
görür. Selim bu suçlamaya karşılık, Tanrı’ya “kadınları neden şeytanın kulu olarak
yarattın? Yarattın da o kadınlardan peygamberi nasıl vücuda getirdin?” diyerek cevap
verir. Burada Türk kültüründeki kadın anlayışıyla İran kültüründeki kadın anlayışının
bir çatışması söz konusudur. Eski İranlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Hintliler kadını
şeytanla bir tutmuşlar ve köle olarak alıp satmışlardır. Oysa Türk toplumlarında kadın,
erkeğin en kutsal üç varlığı arasında değerlendirilmiştir. Buda; Selim’in, alemin bir
kuruntular alemi, aşkın bir hastalık olduğunu anlayamadığı için suçlu olduğunu söyler.
Selim’in cevabı şu şekildedir:
“- Bütün sözleri saçmalardan ibaret, diye bağırdı. Buda denilen bu adam tarih boyunca bir
tek kumandan yetiştirmemiş, savaşı öğrenmemiş, yabancı tutsaklığını şiar edinmemiş bir miskinler
ülkesinin peygamberidir. Kuruntu ne demek? Sükun yani barış ne demek? Alemi savaşla yaratan sen
değil misin? Savaşı yaratılış kanunu yapan sen değil misin? Güzel kızları yaratan sen

Sevmek için bize gönül veren sen değil misin? Hem o güzeli yarat. Hem onu bana sevdir. Sonra da
ruhumu milyonlarca yıl azap cehenneminde yak. Bunu Tanrı değil, ancak Tanrı kuvvetinde bir çocuk
yapabilir!” (s.305)
Muhammed Peygamber de Selim’i suçlu bulur ve Selim buna da aynı iiisssyyyaaannnkkkaaarrr
tavrıyla cevap verir. Kurmay adayı bir asker olarak Selim’in irade ve karar verme
kudretine sahip olması gerekirken, işlediği günahların mesuliyetini kabul etmez. Artık,
bir zamanlar hayatındaki en önemli gerçeklerden biri olan iradeyi inkar çizgisine gelmiş,
adeta kaderin gücü karşısında yenildiğini ifade etmiştir. Daha sonra Türk milletinin
büyük kralları gelerek Selim hakkında tanıklık yaparlar. Sırasıyla Alp Er Tunga,
Tanrıkut Mete, Atila, İstemi Kağan, Alp Arslan, Temüçin Çengiz Kağan, Aksak Temir
konuşur ve bunlar da Selim’i suçlu bulurlar. Ancak Selim, hayran olduğu krallarının
suçlamalarına karşı çıkmaz. Aksine onların haklı olduğunu, sözlerinin baştan sona
doğruyu ifade ettiğini söyler. Burada Atsız’ın Türkçü kimliği, Selim’in asker kimliğine
bürünerek askerlik sevgisi nedeniyle büyük krallara duyulan saygı şeklinde ortaya
çıkmıştır. Krallar Selim’i bir yüzbaşı olarak hak etmediği halde aşık olduğu için suçlu
bulurlar. Çünkü Türk töresinde ancak krallar ve ulu kişiler birden fazla eş
alabilmektedirler. Karabudundan kişilerin ise böyle bir hakkı yoktur. Selim de askerlik
sevgisi nedeniyle kralların sözlerine hak verir. Aslında bu durum Atsız’ın
Türkçülüğünün bir uzantısıdır. Dikkat edilirse Selim, peygamberlere, meleklere ve hatta
Tanrı’ya karşı geldiği halde Türk tarihinin büyük krallarına karşı gelmemiştir. Bu durum
Atsız’ın Türklüğü her şeyden mukaddes kabul eden bir düşünceye sahip olmasının
sonucudur.
Krallardan sonra Selim’in en yakınları yani babası, dedesi, arkadaşı Şeref ve
annesi tanıklık ederler. Babası, dedesi ve Şeref de Selim’i suçlu bbuulluurr.. AAnnccaakk aaannnnnneeesssiii,
oğlunun her insan kadar suçlu olduğunu söylerek bağışlanmasını ister.
Geçmiş zaman perdesi açılarak Selim’i haklı bulanların ortaya çıkması iiisssttteeennniiirrr...
Ancak bir kişi bile Selim’i savunmaz. Gelecek zaman perdesi açılır. Ancak kıyamete
kadar doğacak insanlar arasında da kkeennddiissiinnee hhaakk vveerreecceekk bbiirr iinnssaann bbuulluunnmmaazz.. DDüünnüünn,,
bugünün ve yarının insanları tarafından suçlu bulunan Selim Pusat, kendisini
savunması söylendiği zaman Tanrı’ya “beni sen savun” diyerek cevap verir. Gerekçesi ise
şudur:
“- Beni yaratmadan önce kaderimi çizen sen değil misin? Suç işledimse yaptıran sen değil
misin? Bunun savunmasını senden başka kim yapabilir?” (s.317)
Suçlu olduğunu bile bile Çiçi Yabgu, Kür Şad, Kül Tegin, Çağrı Beğ ve Oruç
Reis Selim’i ssaavvuunnuurrllaarr.. BBuurraaddaa ddiikkkkaatt ççeekkeenn bbiirr nnookkttaa MMüüssllüümmaann oollmmaayyaann TTüürrkk
büyüklerinin Tanrı’yı yere diz vurarak selamlamalarına karşılık Oruç Reis, alnını yere
değdirerek yani secde ederek sseellaammllaarr.. YYaazzaarrın, tarihi şahsiyetleri, yaşadıkları çağın
özellikleriyle beraber ele aldığını görüyoruz.
Herkes Selim’i suçlu bulduğu halde, Büyük Mahkeme Selim’in suçlu olduğunu
kesin olarak tasdik edemez. Selim bir bahadırla vuruşacak ve suçlu olup olmadığı bbbuuunnnaaa
göre belli olacaktır. Tanrı bunu “haklı olan, suçsuz olan güçlü olur” diyerek ifade eeddeerr..
Burada da derin bir mesaj gizlidir. Atsız, burada doğanın acımasız bir yasasını ifade
etmektedir. Yeryüzünde haklı ve haksız yoktur. Güçlü ve güçsüz vardır.
Mahkemede Selim’in, hayatı kendisine benzeyen Moğol Kahraman Kubudak
ile vuruşmasına karar verilir. Vuruşma zamanı Selim’e bildirilecektir. O anda Selim
birden kendini yolda yürürken bulur. Yazar bunun okuyucu tarafından bir hallüsinasyon
olarak değerlendirilmemesi için “yürürken rüya görülmez” şeklinde bir ifade kullanır.
Büyük Mahkeme motifi çok alışılmadık bir unsur olmakla beraber bunun
tamamen orijinal olduğu da söyylleenneemmeezz.. BBüüyyüükk MMaahhkkeemmee öncelikle ahiret inancını
hatırlatmaktadır. Ancak bazı noktalardan ahiret inancıyla farklılık gösterir. Galiba büyük fark da dünyevi statülerin Büyük Mahkeme’de geçerliliğini devam ettirmesidir.
Kağanlık dünyevi bir mevki olduğu halde kağanlar bu statülerini Büyük Mahkeme’de de
muhafaza ederler. Selim’in suçu da bir yüzbaşı olarak karar ve irade adamı olması
gerekirken hislerine yenik düşmesi, yani askerliğin gereklerini yerine getirememesidir.
Halbuki ahiret inancında bütün insanlar rütbelerinden, statülerinden arınarak Allah’ın
huzuruna çıkacaklar, orada dünyevi statüleriyle değil, amelleriyle değerlendirilecektir.
Büyük Mahkeme motifinin beslendiği diğer kaynakları da Abdülhak Hamid’in
“Kambur” isimli esriyle Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” isimli şiiri
olarak değerlendiriyoruz. Tabii ki, bunlara başka eserler de eklemek mümkündür. Ancak
şimdilik tespit edebildiklerimiz bunlardan ibarettir. Hamid’in “Kambur” isimli eseri
hakkında Atsız, “Türk Tarihinde Meseleler” isimli eserinde şunları söylemektedir.
“Hamid’in “”Kambur”” adı altında birleştirdiği bir eseri vardır: İlhan, Tahran, Tayıflar
Geçidi, Ruhlar, Arziler. İlk ikisi dünyada, üçüncüsü ve dördüncüsü uhreviyet aleminde, sonuncusu
yine dünyada geçen ve birbirinin zeyli olan bu eserlerin üçüncüsünde Aksak Temir’in ruhu da
konuşmaktadır. Eserlerin baş kahramanı olan Kambur, Hamid’in kendisidir. Şair bütün fikirlerini,
felsefesini, her şeyini ona söyletmektedir. Kambur’un kendisi olduğunu bizzat tasrih ediyor.”21
Dikkat edilirse yukarıdaki birkaç cümlelik açıklamadan, Ruh Adam ile
Kambur arasında birkaç ortak nokta bulmak mümkündür. Öncelikle Selim Pusat ile
Atsız arasındaki ilişkinin Kambur ile Hamid arasında da aynen var olduğunu söyleyelim.
Yani Atsız nasıl düşüncelerini Selim vasıtasıyla romana sokmuşsa, Hamid de Kambur
vasıtasıyla aynı şekilde eserinde düşüncelerini ifade etme imkanı bulmuştur. Bir başka
nokta olarak, hem Kambur’da hem de Ruh Adam’da metafizik konuların ve olağanüstü
unsurların yoğunluğu dikkat çekicidir. Bu ortak noktalara ek olarak yukarıdaki satırların
Atsız’ın kitabından iktibas edildiğini de bir kez daha hatırlatarak şu şekilde bir yargıya
varabiliriz: Atsız’a Büyük Mahkeme hakkında ilham veren en önemli eser Abdülhak
Hamid’in Kambur’udur.
Büyük Mahkeme’yi besleyen bir başka eser de Yahya Kemal’in
“Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” isimli şiiridir. Yahya Kemal bu şiirinde
Süleymaniye Camii’nde vatanı sembolleştirir. Bir bayram sabahı camiye insanlarla
beraber hayaletler de dolar. Böylece bir milletin yaşayan ve yaşamış bütün fertleri cami
içinde buluşur.

“Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu…
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükunette karıştıkça karanlıkla ışık,
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık:
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor.

Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.” 22
Burada bir milletin ölü ve diri fertlerinin bir araya gelmesi ile Ruh Adam’daki
Büyük Mahkeme arasında büyük benzerlik vardır. Bununla beraber aralarında bazı
farklar da vardır. Bu farklardan en önemlisi Yahya Kemal’in şiirinde Türk tarihinin
Malazgirt Savaşı ile başlayan dokuz asırlık bir zamanı kapsamasıdır. Atsız ise bu tür bir
düşünceyi ömrü boyunca kabul etmemiştir. Türk tarihini Malazgirt’ten başlatmak bir
yana, sadece Türkiye tarihini 1040 Dandenakan Savaşı’ndan başlatmaktadır. Ruh Adam
romanında ise Büyük Mahkeme’ye tanık olarak çağrılan Türk kralları içinde efsane tarih arasında kaybolmuş bir şahsiyet olan Alp Er Tunga bile vardır. Süleymaniye Camii
ile Büyük Mahkeme arasındaki bir diğer fark ise Büyük Mahkeme’de geleceğin insanları
da bulunduğu halde Süleymaniye Camii’nde sadece halde yaşayan ve mazide yaşamış
insanlar vardır. Gerçi Büyük Mahkeme’de de ağırlık merkezi geçmiş zamanda yaşamış
insanlar üzerinde toplanmıştır. Geleceğin insanları teker teker gelip tanıklık yapmazlar.
Sadece bir yerde toplu halde Selim’e merhametle değil, adaletle muamele edilmesi
gerektiğini haykırırlar.
Büyük Mahkeme bazı eserlerden beslenen bir motif olduğu gibi bazı eserleri
de beslemiştir. Keskin üslubu ve Türkçü yazılarıyla Nihal Atsız’ı anımsatan Necdet
Sevinç’in “Duruşmalar” isimli bir kitabı vardır. Bu kitap iki duruşmadan oluşur.
Duruşmalardan birinde Aksak Temir diğerinde ise ikinci Viyana kuşatmasının başbuğu
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yargılanmaktadır. Buradaki mahkeme de Ruh Adam’da
olduğu gibi olağanüstü bir mahkemedir. Mahkemenin hakimi Oğuz Kağandır. Ancak
duruşmalar Aksak Temir ve Mustafa Paşa’nın lehinde geliştiği halde Oğuz Kağan kesin
bir hüküm vermez. “Karar Milletin” diyerek olayı sonuca bağlar. Ruh Adam’da da aynı
şekilde Selim hakkında kesin bir hüküm verilemez ve haklı mı, haksız mı olduğunun
anlaşılması için Kubudak’la vuruşmasına karar verilir.
Selim Pusat kendisine bildirilen bir zamanda Kubudak’la vuruşmak üzere
Yek’le birlikte Çamlı Koru’ya gelir. Kubudak’ın karşısındaki yerini alır. Kubudak’ın
yanında sırasıyla Yek, Şeref, Prenses Leyla’nın nişanlısı ve Selim’in kendisi de ortaya
çıkar. Selim Pusat Harb Akademisi’ndeki zamanındaki dinç haliyle kendisini de
karşısında bulur. Selim her şeyden önce kendi vicdanıyla hesaplaşacaktır. Selim’e şu
şekilde seslenir:
“- Aslında kendi nefsinle vuruşacaksın, dedi. Günahkarsın… Düşmek bir şey değildir.
Kalkamamak, düşkün kalmak korkunçtur. Hani sen kıralcıydın? Bu fikir için hayatını zehir ettikten
sonra kıralcılığın adını dahi bilmeyen bir kız için kendini neden girdaba attın? Şeref’in dduurrmmaaddaann
kanayan yüreği bile seni doğru yola getirmedikten sonra yaşayıp da ne yapacaksın? Şeref ölmemiştir.
Ölü olan sensin. Burada bunu tescil edeceğiz.” (s.327)
Selim, vicdanıyla hesaplaşmak zorundadır. Büyük Mahkeme Selim hakkında
kesin bir hükme varamamıştır. Haklı olduğunu ispatlaması için Kubudak’la vuruşması
kararlaştırılmıştır. Ancak bu vuruşma da kesin bir sonuç ve hükümle
neticelenmeyecektir. Bir anda karşısındaki beş kişi birleşerek karşısında sadece
Kubudak kalır. Kubudak’ın yüzünde şakaktan çeneye kadar uzanan bir yara açmayı
başaran Selim, böğründen bir kılıç darbesi alarak yere düşer. O anda Kubudak yok olur
ve Güntülü elinde bir bardak su olduğu halde Selim’in karşısına dikilir. Selim’in Leyla’yı
da sevdiğini öğrendiği için bardaktaki suyu yere dökerek yaralı olan Selim’e yardım
etmekten dahi kaçınır.
Selim, bu yaradan ölmez. Gözlerini bir hastane odasında açar. Daha sonra
iyileşerek eve döner. Prenses Leyla’yı aramak için evine gider. Fakat Leyla meçhul bir
şekilde ortadan kaybolmuştur. Yazar, “artık hiçbir noktanın aydınlatılmasına imkan
kalmamıştı” diyerek romanın finaline yaklaşıldığı bu sahnede romanın meçhul bir sonla
biteceğini işaret etmiştir. Geriye dönmek üzereyken merdivenlerde Leyla’nın muhafızı
olduğunu söyleyen biriyle karşılaşır. Bu kişinin yüzünde, şakağından çenesine kadar
uzanan bir çizgi vardır. Leyla’nın muhafızı aynı zamanda, onun nişanlısıdır. Selim’in
Kubudak’ın yüzünde açtığı yara bu muhafızın yüzünde de görülmektedir. Çünkü Selim,
Kubudak’ın şahsında bu muhafızın da dahil olduğu beş kişiyle savaşmıştı.
Selim, duvardaki resminden inerek ve Tosun’a o subay olduğunda geleceğini
söyleyerek gider. Selim’e ne olduğu açık bir şekilde ifade edilmemiştir. Anlıyoruz ki,
Büyük Mahkeme’nin bile tam olarak suçlu bulmadığı Selim, vicdanı tarafından bulunmuş ve kendi cezasını kendisi vermiştir.

Roman, Uygur masalındaki vak’aya paralel olarak Ülker adlı Uygur menşeili
bir genç kızın garip sesler duymasıyla sona erer:
“- Bir erkek “”ızdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?, diye ağlıyor, bir kadın da
buna “”sus, sus ben de ızdırap çekiyorum”” diye cevap veriyordu.” (s.352)
Nazan Bekiroğlu yazarın burada leitmotiv tekniğinden yararlandığını ifade
ederek “bu teknikler bakımından çok zengin bir roman olan Ruh Adam’ın vak’ası birinci ve otuz
birinci bölümlerde, yani simetrik olarak romanın başında ve sonunda yer alan bir parça etrafında
şekillenir” 23der. Romandaki diğer leitmotivlerden de şu şekilde bahseder:
“Romanın trajik kahramanı Şeref’in intihar etmeden evvel yazdığı “”TTTiiiyyyaaatttrrrooo bbbbiiiittttttttiiii....
Beklemeye lüzum görmüyorum”” notu ısrarla romanın tam beş yerinde tekrarlanır. Şeref’in intiharı ile
Selim’in bir türlü hayatına son veremeyişi arasındaki tezat sık sık bu kısa not arkasından hhiisssseettttiirriilliirr..
Keza Harp Akademisi yıllarının pırıl pırıl ümit ve enerji dolu günlerini yansıtan Eski Arkadaşlar
Marşı’ndan romanın iki yerinde bahis vardır. “”Gönlüm dolu ah ü zar kaldı”” mısra’ı Ayşe okula
döndüğü gün onun psikolojisini yansıtacak şekilde kullanılır. Üçüncü bölüm içinde iki yerdeki
kullanım Güntülü’nün de aynı mısra’ı okumasıyla gerçek bir etki atmosferi yaratır. Keza aynı mısra’ın
etkileyici gücünden azami derecede faydalanmak isteyen anlatıcı yazar, beşinci bölümde Ayşe’nin ruh
halini belirtmek için ifadeyi cümle içine yedirerek kısmen ya da tamamen sıkça kullanır. Ruh Adam
romanının asıl kkoonnuusu bir karar ve irade adamı olan evli bir erkeğin kendisinden yirmi beş yaş küçük
bir kızı sevmesidir. Nitekim bir defa Yek, bir defa da askeri doktor ağzından şu cümle tekrarlanır:
“”Siz bile kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza aşık olabilirsiniz.””
Metin bir defa müstakil, dört defa da dörtlük sonunda kullanılan “”MMMuuutttlllaaakkk ssseeevvveeeccceeekkksssiiinnn
beni bundan kaçamazsın”” mısra’ı aşkın kaçınılmaz bir kader olduğu fikrini teyid eder. Zaten iki ayrı
yerde tekrarlanan “”Onmaz kara sevdamızı kan söndürecektir”” mısra’ı da aynı önüne geçilmez aşkın
tedailerini uyandırır” 24
Ruh Adam romanında birbiriyle ilişkili üç vak’a vardır. İlki, romanın başında
bulunan ve asıl vak’aya kaynak teşkil eden Uygur masalıdır. İkincisi, Selim Pusat’ın,
irade ve aşk arasındaki çatışmadan doğan, hikayesinin anlatıldığı asıl vak’adır. Üçüncü
vak’a ise Ülker isimli bir kızın garip sesler duyduğu bölümden ibarettir. Bu üç vak’a
çeşitli unsurlarla birbirine bağlanır. Uygur masalı asıl vak’anın çekirdeği durumundadır.
Bu iki vak’a şahıs kadrosu bakımından birbirine bağlanır. Zira Nazan Bekiroğlu,
Selim’in Burkay; Ayşe’nin evdeş; Güntülü’nün Açığma Kün; Yek’in de Şeytanlar Başı
Madar ile paralellik gösteren karakterler olduğunu ifade eder. Asıl vak’a ile üçüncü vak’a
arasındaki ilişki ise bu iki vak’anın zaman ve mekan yönünden yakınlık göstermesinden
başka, şahıs kadrosu bakımından da benzerlik göstermesine de bağlıdır. Asıl vak’ada
Güntülü, Aydolu ve Nurkan lise son sınıf öğrencileridir ve vak’a bbooyyuunnccaa ggeeççeenn zzaammaann
dilimi içinde okuldan mezun olurlar. Üçüncü vak’ada da buna paralel olarak Ülker,
Beyhan ve Emine son sınıftan mezun olmak üzere olan öğrencilerdir. Asıl vak’ada
Güntülü, son bölümde de Ülker okula sonradan gelen ve diğer arkadaşlarıyla çaaabbbuuucccaaakkk
kaynaşan kkaarraakktteerrlleerrddiirr.. Ayrıca üçüncü vak’ada dar bir zaman ve dar bir mekan içinde
gelişen olaya dekor teşkil eden öğrencilerin veda töreni de asıl vak’ada Selim’in de
katıldığı veda töreniyle benzerlik gösterir. Birinci ve üçüncü vak’alar ise Nazan
Bekiroğlu’nun bahsettiği leitmotiv (Bir erkek ızdırap çekiyorum, sen de beni seviyor
musun, diye ağlıyor, bir kadın da buna sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum diye cevap
veriyordu) ile sağlanmıştır. Ayrıca Ülker’in kökeninin de masalın mekanını oluşturan
Kamlançu ülkesine dayanması, hatta ilk atasının adının Burkay olması ve Emine’nin de
yakın bir zaman içinde yayınlanmış olan bir Uygur masalında Kamlançu adını duyduğunu hatırlaması da asıl vak’ayı baştan ve sondan simetrik bir şekilde
çerçeveleyen bu iki vak’a arasındaki ilişkileri pekiştirmiştir.
Bu üç vak’anın dışında asıl vak’a içerisinde Tanrıkut Mete’nin anın aasskkeerrlleerriinnee
sevgililerini vurma emrini vermesi olayıyla Selim Pusat’ın macerası arasında da bir ilişki
kurulmuştur. Böylece asıl vak’a ile iki bin yıl önceki bir olay arasında bir münasebet
kurularak vak’a derinleştirilmiş, iki bin yıllık bir zaman dilimi üzerine oturtulmuştur. Bu
ilişkiyi istisna tutarsak asıl vak’a belki bir yıldan biraz fazla bir zamanı kkaappssaarr.. RRoommaann
başlarken Ayşe üç yıl uzak kaldığı okulunda tekrar göreve başlamak üzeredir. Romanın
bitiminde ise yeniden okullar açılmış ve Ayşe görevine devam etmektedir. Ancak bu
zaman dilimi aynı zamanda bir yıldan biraz az da olabilir. Üç yıl aaarrraaadddaaannn sssooonnnrrraaa gggööörrreeevvviiinnneee
tekrar başlayan Ayşe’nin eğitim öğretim yılının hemen başında görevine başlayamamış
olması ihtimali böyle bir ihtimali de beraberinde getirir. Ancak ortalama olarak vak’a
zamanını bir yıl olarak alabiliriz. Nazan Bekiroğlu romanı zaman unsuru bakımından şu
şekilde değerlendirir:
“Ruh Adam romanında zamanın düzenlenmesi vak’adaki giriş, asıl vak’a ve bitiş
yapılaşmasına uygun olarak üç ayrı dilim halinde şekillenir. Bu bakımdan zaman ve vak’a arasında
mutlak bir bağlantı vardır. Bunlardan ilki çekirdek vak’anın, içinde teşekkül ettiği geçmiş zamandır.
İkincisi asıl vak’anın içinde teşekkül ettiği şimdiki zamandır, üçüncüsü de bitiş bölümünü içine alan
ve şimdiki zamanın dışında kalan, belki gelecek zaman diyebileceğimiz bir kesittir.

Çekirdek vak’a zamanından ikibin yıl sonra şekillenen reel zaman (eş zzaammaann)) 99.. ssaahhiiffee iillee
otuzuncu bölüm sonuna kadar yayılmıştır ve asıl vak’ayı içine alır. Kronolojik bir sıra takip eden bu
kesitin hangi yıllara tekabül ettiği net olarak bildirilmemişse de bazı ipuçlarından hareketle tesbiti
imkanı vardır. Safiye Erol’un Ciğerdelen’i yayınlanmış (bu roman 1946 baskılıdır), Harbiye’deki
subayların kraliyet rejimi içinde yetiştiklerinden bahsedilmiştir. Ayrıca bu incelemenin dışında kalan
bir konu olarak Selim Pusat’ın psikolojisi ile 1944 olayları arasındaki paralellikler de asıl vak’a
zamanının 1940’lı yıllara oturtulabileceği görüşünü kuvvetlendirir.

Üçüncü bir kesit olarak otuz birinci bölümde eş zamanın dışında bir zaman dilimine
geçilir. Bu, asıl vak’aya göre gelecek zamanlıdır. Üç genç kızın sohbetini kapsayacak kadar kısa
tutulmuş bir süredir. Sadece Ülker’in duyduğu garip seslerden Yüzbaşı Burkay’ın ruhunun hala
ızdırap çektiği anlaşılır.” 25
Ruh Adam romanında vak’aya bağlı olarak mekan da üçe ayrılır. Uygur
masalının geçtiği mekan, bugün belki Moğolistan sınırları içinde kalan Kamlançu
ülkesidir. Asıl vak’anın geçtiği mekanın bir şehir olduğunu romandan anlıyoruz. Bu
şehrin İstanbul olduğunu söylemek de mümkündür. Atsız İstanbul’da doğmuş ve
hayatının büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirmiştir. Bundan başka olayın geçtiği
mekan olarak İstanbul’u düşündürecek birkaç nokta roman içinde, ayrıntılar arasına
gizlenerek verilmiştir. Romanda Ayşe Pusat öğretmenlik yaptığı okula trenle
gitmektedir. Buradan anlıyoruz ki asıl vak’anın geçtiği mekan bir büyük şehirdir. Ayrıca
Atsız, Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi isimli eserinde “Özel Boğaziçi Lisesinde edebiyat
öğretmeni idim. Bu lise Arnavutköyünde idi. Kartal Maltepesindeki evimizden mektebe tren, vapur ve
tramvayla tam 2.5 saatte gidiyordum” 26diyerek belki de bir ipucu vermektedir. Buradan,
Atsız’ın gerçek hayatta yaşadığı İstanbul’u eserine de yansıttığını çıkarabiliriz. Romanda
bahsi geçen Çamlı Koru da İstanbul Çamlıca’sı olabilir. Bunlara ek olarak Selim’in
yüzbaşı olduğu zamandan itibaren, romanın reel zamanına kadar olan süre içerisinde
ikamet değişikliği yapmadığını varsayarsak, olayın geçtiği şehrin içinde Harb Akademisi bulunduran bir şehir olması gerekir. Bunun dışında romanın dar mekanlarını ise
Selim’in evi, çalıştığı daire; Ayşe’nin öğretmenlik yaptığı okul; Leyla’nın retmenlik ve Güntülü’nün
evleri; Nurkan’ın evlerinin önleri; Şeref’in mezarının bulunduğu mezarlık ve çok özel bir
mekan olarak karşımıza çıkan Çamlı Korudur. Çamlı Koru’nun roman içinde çok özel bir
yeri vardır. Burası bütün olağanüstü olayları hazırlayan bir mekandır. Selim’in başından
evinde ve Şeref’in mezarının başında da olağanüstü oollaayyllaarr ggeeççeerr;; ffaakkaatt bbuu
olağanüstülükler Çamlı Koru’da yaşananlara göre çok ehemmiyetsiz ve silik kalmış gibi
bir izlenim yaratır. Ayrıca Selim’in evinde ve Şeref’in mezarında geçen olağanüstü
olayları hazırlayan olaylar da yine Çamlı Koru’da gelişir.
Ruh Adam romanı, Klasik roman geleneği çerçevesinde üçüncü tekil şahıs
ağzından, yani “o” anlatımı kullanılarak anlatılmıştır. Anlatıcı yazar zaman zzzaaammmaaannn kkkeeennndddiii
görüşlerine de yer verir. Hatta zaman zaman anlatıcı yazar ile Selim Pusat’ın ruh hali
arasındaki görüş benzerliği fark edilir. Romanda Selim, askeri düşüncelerle dolu bir
karakterdir. Anlatıcı yazar da “Bayram günlerinin güzel havalara rastlamasını fırsat bilen Ayşe
bir kır gezintisi hazırlayarak Selim için bir eğlence, kaabilse bir huzur yaratmak istedi. Tıpkı bir
kurmay gibi her şeyi düşünerek, en ince hesaplara kadar inerek planını yaptı” (s.153) ifadesinde
olduğu gibi zaman zaman romana hakim olan askeri düşüncelere iştirak eeedddeeerrr...
Atsız, romanını genellikle kısa ve basit cümlelerden oluşturmuştur. Cümleler,
devrik değil kurallıdır. Atsız, Türkçe’de fiillerin başa veya ortaya alınarak devrik cümle
kurulamayacağını “İsmet Paşa’nın değişmez genel başkanlığı değişir, fakat Türkçe’nnniiinnn bbbuuu kkkaaaiiidddeeesssiii
değişmez” 27diyerek ifade etmiştir. Atsız’a göre fiilin başa veya ortaya gelmesi ya şiirde ya
da nesrin pek ender rastlanan bazı hallerinde (heyecan, öfke, sevinç gibi) caizdir. Dili
gayet dikkatli ve güzel kullanır. Hatta metin içerisinde, yanlış kullanıma müsait olan
kelimeleri doğru bir şekilde kullanarak okuyucuya bu konuda mesaj verdiği de
söylenebilir. Örneğin “resm-i geçit” şeklindeki tamlamayı çoğumuz nisbet “i”sini
kullanarak “resmi geçit” şeklinde kullanırız. Anlatıcı yazar belki de okuyucunun bunu
fark etmesini sağlamak amacıyla romanda bunu “geçit resmi” olarak kullanmıştır.
Atsız’ın makalelerinde de üzerinde dikkatle durduğu bir konu da “ile”, “için”, “gibi”,
“kadar” edatlarının, şahıs zamirlerinden sonra kullanılması durumunda zamirlerin ilgi
eki hali almasıdır. Örneğin, “ben ile” veya “o gibi” şeklindeki birleşmelerin “benim gibi”,
“onun gibi” şekline dönüşmesi Türkçe’de dikkat edilmesi ggeerreekkeenn bbbbiiiirrrr kkkkoooonnnnuuuudddduuuurrrr.... Yazar
“veya” ve “yahut” bağlaçları yerine kullanılan “ya da” bağlacını kkuullllaannmmaazz.. Eski
Türkçe’ye ait unutulmuş kelimeleri eserlerinde yaşatır. Ruh Adam romanında yek ve key
gibi birkaç kelimede bu durum söz konusudur. Ancak Atsız’ın tarihi romanları, özellikle
de Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanları, içlerinde yüzlerce
kullanımdan düşmüş kelime ve şahıs ismi bulundurmaktadırlar. Böylece bugün yabancı
dillerden alarak kullandığımız birçok kelimenin Türkçe karşılıklarını bize
hatırlatmaktadır. Atsız’ın üslubu hakkında Sadık Tural şöyle demektedir:
“Yaratmanın sırlarından biri olan üslup hususiliği, Atsız’da, Türkçeyi çok iyi bilmekten
doğan akıcı, ortak bir ifade sahipliği şeklinde ortaya çıkmış ve eserlerinin defalarca basılmasının ve
okuyucuyu cezbetmesinin başlıca sonucu olmuştur.”28
Nazan Bekiroğlu Ruh Adam romanındaki olağanüstü öğesi üzerinde ısrarla
durur ve bu öğe bakımından zenginliği sebebiyle Ruh Adam romanını modern Türk
romanı grubuna dahil eder. Türk romanının tarihi gelişiminden yola çıkarak bu konuda
şunları söyler:
“…roman nevi genellikle “”güzeran etmemişse bile güzeranı imkan dahilinde”” olarak
düşünülmüştür. Özellikle bizde Cumhuriyet dönemine kadar romancı realiteye aykırı hiçbir motif kullanmamaya özen gösterir. Batıda durum daha farklıdır. Rüzgarlı Bayır, Ulyses, Flecker’s Magic,
Tristam Shandy ve Sihirli Flüt gibi romanlarda olduğu gibi, olağanüstü öğesine yer verilebilir.
Tanzimat ve geçiş yıllarının; eski edebiyat ve halk hikayecilik geleneğinin etkisi altında
olağanüstü rastlantılara itibar eden romancısı, Namık Kemal hamlesinden sonra uzun yıllar realiteye
aykırı olandan şiddetle kaçınacaktır.
Türk romanında temkinli bir yaklaşımla olağanüstü öğesinin kullanımını Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Huzur (1949) romanıyla başlatmak mümkündür. Romanın son sahnesinde ölmüş olmasına
rağmen Suat, Mümtaz’la konuşur, ona şiddetli bir tokat vurur, Mümtaz düşer. Kalktığı zaman yüzü
gözü kan içindedir, ilaç şişeleri avucunda kırılmıştır. Anlatıcı yazar bunun bir hallüsinasyon
olmadığını göstermek için, Mümtaz’ın yaralı olduğunu Macide’ye de gösterir. unu Keza, hikaye rroommaann
türlerinin kesin bir sınırla ayrılamayacağını düşünürsek, Huzur’dan daha evvel yayınlanan AAbbdduullllaahh
Efendi’nin Rüyaları (1943) hikayesinde de Tanpınar’ın söz konusu öğeyi kullandığını görürüz. Aynı
dönemde bir başka yazar, Peyami Safa da Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) adlı romanında hem
anlatım tekniği ve hem de düşsellik öğesi bakımından Türk romanında alışılmışın dışına çıkar.

Bizde gerek Tanpınar, gerek Peyami Safa, romanın yenileşmesi dönemecinde yer alan
sanatçılardır. Bu yüzden klasik Türk romanından modern Türk romanına geçiş noktasında yer alan her
iki sanatçının olağanüstü öğesine kapı açmalarını bir tesadüf olarak değerlendirmemek gerekir. Öyleyse
Türk romanına olağanüstü ya da diğer adıyla düşsellik öğesi, modernleşme sürecine paralel olarak
girmiştir.
Ruh Adam sözünü ettiğimiz bu öğe bakımından son derece zengin ve dikkate değer bir
romandır. Roman realite sınırları içinde şekillenmeye başlar, giderek artan bir tempoda olaylara
karışan olağanüstü öğesi nihayet romanın bütün dokusuna nüfuz eder ve neticelenmeye rengini verir.
Düşsellik öğesi taşıyan ilk sahne Selim’in Çamlı Koru’da meçhul kadın sesinden şiir dinlemesi
hadisesidir. Bundan sonra Yek ve Güntülü etrafında olağanüstü olaylar birbirini kovalar.” 29
Ruh Adam romanında baş karakter Selim’in yakın çevresini evi,işi ve yaşadığı
şehir oluşturmaktadır. Romanın uzak çevresinde ise imparatorluktan cumhuriyete geçiş
sürecinin sancılarını yaşayan bir ülke vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını devam
ettirmesini sağlamak ve yapılan inkılapları korumak amacıyla Türk tarihinin – en
azından Osmanlı Hanedanlığı yönetimini kapsayan dönemin – inkar edilmesi Atsız’ın
vicdanında olumsuz etkiler yaratmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, yeni kurulan rejimi
bahane ederek yabancı devletlerin çıkarları doğrultusunda devleti yıkmaya çalışan
hainlerin yanında zaman zaman iyi niyetli vatansever insanların da devlet tarafından
cezalandırıldığını görüyoruz. İşte rejim değişikliği neticesinde yaşanan bu sancılı dönem
Ruh Adam romanının arka fonunu teşkil etmektedir. Buna ek olarak bir de Anadolu’nun
meşru Türk vatanı olduğunu ispat etmek amacıyla, eski Anadolu mmeeddeenniiyyeettlleerriinniinn TTüürrkk
olduğunu savunan görüşler de Atsız tarafından hoş karşılanmamıştır. Ruh Adam
romanında bu konuyla ilgili bir ibare veya ima olmamakla beraber, diğer bazı
eserlerinde, Atsız bu konuya da değinmektedir.

ATSIZ’IN ESERLERİNDE ORTAK
HUSUSİYETLER
Hüseyin Nihal Atsız’ın eserleri ortak tema, konu ve motiflerle biribirine sıkı
sıkıya bağlanmıştır. Onun romanlarını okuyanlar, bu romanlardaki ortak üslup
özelliklerine dikkat etmeseler bile, bu romanları sıkı sıkıya biribirine bağlllaaayyyaaannn ooorrrtttaaakkk
konu, tema ve motifler sayesinde hepsinin aynı kalemin ürünü olduğuna kanaat
getirebilirler.
“Türk tarihi aralıksız bir bütündür” 30diyen Atsız, Türk tarihini, Türk devletini ve
Türk kültürünü bir bütün olarak ele almış ve belki de bu anlayışın etkisiyle edebi
eserlerini de bir bütünlük içinde sunmuştur. Onun her eseri bir sonraki eserine
kaynak teşkil etmiştir. Bozkurtlar romanı Deli Kurt’u; Deli Kurt ise Ruh Adam
romanını hazırlamıştır. “1930 ile 1963 yılları arasında yazılmış şiirlerinin her mısraı başta
Bozkurtlar olmak üzere Deli Kurt’un hatta Ruh Adam’ın mesajlarını taşır.” 31 İşte Atsız’ın
eserlerindeki bütünlük ortak konu, tema ve motiflerle sağlanmıştır. Bu motiflerin
önemli bir kısmı da kültürel, tarihi ve destani unsurlardır. Destani unsurlar Atsız’ın
eserlerine çok büyük bir zenginlik katmıştır. Nihad Sami Banarlı’nın şu sözleri
destani unsurların ne tür bir zenginlik olduğunu ifade etmesi bakımından önemlidir:
“Destan iklimlerinde, herşeyden çok, güzel sanatların gelişmesini sağllaayyaann bbiirr sseerrvveett vvee
enerji gizlidir. Bu bahsin başında belirtildiği gibi, bir tarih boyunca, nice şairler, şiirleri; rreessssaammllaarr,,
tabloları; heykelciler, heykelleri; roman, tiyatro ve fikir eserleri yazanlar da bu eserleri için, sanatın
ve düşünüşün ilk ve asil malzemesini hep mitoloji ve destanlardan almışlardır.” 32
Batı sanatının ve düşünüşünün temelleri Yunan Mitolojisine dayanmaktadır.
Ancak bizde sanatçılar kendi kültürel ve destani unsurlarımızla pek
ilgilenmemişlerdir. Konu ve malzeme eksikliği içinde kıvrandıkları halde geçmişimize
ve kültürümüze yönelmemişlerdir. Bu durum hem modern edebiyatın özgün eserler
vermesine engel olmuş, hem de sözlü kültürümüz yavaş yavaş kaybolmuştur. Nitekim
Türk destanlarının güçlü bir Türk şairi tarafından işlenmemesi yüzünden
destanlarımızı Çin kaynaklarından veya Firdevsi’nin şehnamesinden okumak
zorunda kalmamız bu durumu ispatlamaktadır. Bu bakımdan bakıldığında Atsız’ın
tarihi, kültürel ve destani unsurları eserlerinde işlemesinin önemi daha iyi
anlaşılacaktır. Atsız, Türk destanlarındaki zenginliği şu şekilde ifade eder:
“Türk destanlarına şöyle bir bakmak bile, onlardaki bedii ve hamasi unsurları görmeye
yeter. Kadın güzelliği, kadının ilham verişi ve vefalılığı, kahramanlıkta ölçüsüzlük, iyiliğin her zaman kazanışı, atın insana sadık bir yoldaş olması, gafletin her zaman ceza görmesi, namusun ve
şerefin hayattan üstün tutulması Türk destanlarında belli başlı unsurlardır.”33
TENASÜH:
Atsız’ın eserlerindeki en önemli ortak unsurlardan biri öldükten sonra dirilme
inancıdır; Ancak bu diriliş uhrevi bir özellik göstermez. Daha çok tenasüh
(reenkarnasyon) şeklinde dünyevi özellik taşıyan bu inancın eserlerde çok sık yer
bulmasının sebeplerinden bazıları şunlardır:
1- Tenasüh inancının eski Orta Asya Türk AAssyyaa TTüürrkk mmmmeeeeddddeeeennnniiiiyyyyeeeettttiiii iiiiççççiiiinnnnddddeeee
(özellikle de Budist Uygur Türkleri arasında) çok yaygın olması; Bu
dönemde edebi ve dini eserlerde bu inanca geniş şekilde yer
verilmesi
2- Yazarın milli romantizmden beslenen engin bir hayal
gücüne sahip olması
3- Yazarın yaşadığı çağa uyum sağlamakta zorlandığı aannllaarrddaa,,
Tarihi çağlarda yaşamış olma isteği duyarak tenasühü realiteden kaçış
için bir vasıta olarak kullanması
Görüldüğü gibi Atsız’ın tenasüh inancı üzerinde sıkça durmasının sebepleri
her konuda olduğu gibi milli bir amaca yöneliktir. Ayrıca tenasüh, romanlarda
kurguyu renklendirmek için ihtiyaç duyulan “olağanüstü” unsurları yeterince
besleyebilecek kudrette bir motiftir. Bu bakımdan da Atsız’ın, bu motifi değişik
eserlerde değişik şekillerde kullanması, eserlerine zenginlik katmıştır.
Ruh adam romanı ruhu asırlarca ızdırap çeken Yüzbaşı Burkay’ın hikayesini
anlatan bir Uygur masalıyla başlar. Masala göre Yüzbaşı Burkay yaptığı fenalığın ve
büyük sevgisinin cezasını ölmekle bile ödeyemediği için ruhu asırlarca ızdırap
çekmeye mahkum edilmiştir. Ruhun ızdırap çektiği mekan ise uhrevi bir yer değil,
Burkay’ın hayattayken kızı görüp sevdiği çam ağacının altıdır.
“Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-
Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. “”Izdırap çekiyorum. Sen de beni seviyor
musun”” diye inliyor. O günden bu güne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar orada ağlıyor.
Yanında duran Açığma-Kün “”Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum”” diye yanıp yakılıyor. Fakat
“”Ben de seni seviyorum”” demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor. 34
Romandaki asıl vak’a da bu masala paralel olarak gelişir. Selim Pusat iki bin
sene önce Tanrıkut Mete’nin ordusunda bir yüzbaşıdır. Mete’nin, askerlerine
sevgililerini öldürmeleri buyruğunu vermesine rağmen Selim (Selim’in iki bin yıl
önceki kimliği Börü boyundan Kayı olarak ifade edilmiştir) bu buyruğa uymamış ve
ölümle cezalandırılmıştır. İki bin yıl sonra hem Selim hem de Güntülü tekrar dünyaya
gelmişlerdir. İki bin yıl önce yaşamış olduğunu henüz bilmeyen Selim Pusat, Ayşe ile
aralarında geçen bir tartışmada:
-“Bu iğrenç asırda yaşamaktansa Mete zamanında yaşamış olmayı tercih ederim”35
şeklinde bir cümle kullanarak realiteden kaçış isteği ve tarihi çağlara özlem
duygusunu dile getirmektedir. Ayşe’nin Selim’e cevabı ise daha dikkat çekicidir. Bu
ifadeler aynı zamanda Atsız’ın tenasüh inancı ile ilgili kişisel kanaatlerini de üzerinde
taşımaktadır.
-“Kim bilir? Belki o zamanda da yaşamışsındır. Bu masalda nasıl Mete devrinin izleri,
unsurları varsa sende de o zamana ait çok şeylerin bulunduğu muhakkak... Şu ffaarrkkllaa kkii,, mmaassaallddaa oo
zamana ait şeyler kırıntı halinde bulunduğu halde sende yirminci asır kırıntı olarak yaşıyor.

Denilebilir ki sen Mete ordusunun hiç ihtiyarlamadan bugüne erişmiş bir subayısın. Tenasüh
akidesinin lehinde delil arayanlar seni görmelidir. Hoş, zaten o nazariye de pek ceffelkalem
reddolunacak bir fikir değil ya...” 36
Selim Pusat, Güntülü’nün gözlerine baktıkça bazı çağrışımlar zlerine dduuyyaarr.. FFFFaaaakkkkaaaatttt bbbbuuuu
duyguların nereden kaynaklandığını bir türlü çözemez.
“...ne olduğunu anlamadığı bir kuvvetin zoru ile bakışlarını Güntülü’ye çevirdi ve onun
kendisine dikilmiş bakışlarıyla karşılaşınca ürperdi. Bu bakışlar ona hiç de yabancı olmayan
korkunç pars bakışlarıydı. Fakat nerede görmüştü? İşte yine içi acı ile dolmaya başlıyordu.” 37
Selim, iki bin yıl önce yaşadığını Güntülü’den öğrenir. Aslında Selim önceki
hayatına ait bazı tedailer ve hisler duymakla beraber, bildiği bir şeyi
hatırlayamamanın verdiği sıkıntıdan bunalmaktadır. Ve sonunda gerçekle
yüzleşecektir: Selim iki bin yıl önce Mete’nin ordusunda bir subay iken, Mete’nin
buyruğunu yerine getirememiş ve sevgilisini vuramamıştır. Bunun sonucunda ölümle
cezalandırılmıştır. Güntülü ise o çağda ok atılamayanlardan bbiirriiddiirr..
“-Evet! Bin yıldan beri yaşıyorsunuz. Hatta belki de iki bin yıldan beri... Mete’nin,
askerlerini sadakat sınavından geçirmek için sevgililerine, nişanlılarına, eşlerine ok atmalarını
emrettiği ve büyük sevgileri dolayısıyla ok atmayanları idam ettirdiği zamandan beri...”38
Daha sonra bu büyük gerçeği bir de Şeref’ten duyacaktır. Şeref de iki bin yıl
önce yaşamıştır ve o zaman da Selimle arkadaştırlar.
“-Biliyorum. Geçmişi hatırlayamadığın için ızdırap çekiyorsun. Seninle Tanrıkut Mete’nin
ordusunda birer yüzbaşı değil miydik? Sen o zaman da aşk yüzünden Tanrıkut’un buyruğuna karşı
gelerek, bugün başka bir hüviyetle önüne çıkan sevgiline ok atmamak için idam olunmamış
mıydın?”39
Büyük mahkemeye çıkarılan Selim Pusat’ın duruşmasına bütün hak ve batıl
dinlerin peygamberleri ve banileri; bütün Türk büyükleri; geçmişte yaşamış, halde
yaşayan ve gelecekte yaşayacak olan insanlar birlikte katılmışlardır. Bu sahne bize
Atsız’ın eserlerindeki zaman kavramını değerlendirmek için bir malzeme teşkil
etmekle beraber aynı zamanda ruhların ölmezliğini ve zamanı aşan bir özelliğe sahip
olduğunu ifade etmesi bakımından tenasüh inancıyla paralellik gösterir.
Bozkurtlar romanında (Atsız’ın ifadesiyle) cihan tarihinin en büyük
kahramanı Kür-Şad ve kırk kahraman askeri Çin sarayını basmışlar kahramanca
ölüme yürümüşlerdir. Ölüme yürüyen kırk bir kişi içerisinde en yaman vuruşan Bögü
Alp’tır. Çünkü Bögü Alp kırk bir kişi içerisinde bin üç yüz yıl sonra dirileceklerini
bilen ve buna inanan tek kişidir.
“Bögü Alp ileriye atılırken bir an için yine Kıraç Ata’nın sözlerini hatırladı::
-Yağmur yağıyor... Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz... Budun kurtuluyor... Adınız
unutulmayacak... 1300 yıllık ölümden sonra dirilecekseniz... Acunun batımına dek adınız
gönüllerde kalacak...
Kıraç Ata’nın bütün dedikleri doğru çıktığı için Bögü Alp budunun kurtulacağına, bin üç
yüz yıllık ölümden sonra dirileceklerine, acunun batımına kadar adlarının gönüllerde kalacağına
inanıyordu. Bu inançla dövüştüğü için hepsinden daha yaman vuruşuyordu. 40
Atsız burada bin üç yüz yıl sonra dirilmek ifadesiyle fiziksel hayata dönmekten
çok Kür-Şad ve kırk yiğidin tekrar hatırlanacağını ve gönüllerde yaşayacaklarını ifade etmiştir. Zira Çin sarayını basan bozkurtların ölümüyle Atsız’ın romanını yazdığı
tarih arasındaki zaman bin üç yüz yıldır.
“Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hatıralarını yaşatmak
için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla
okuyacaklarını bilmiyorlardı.”41
Bununla beraber bu ifadeler tenasüh inancını çağrıştıran ve özellikle bunu
hatırlatmak isteyen ikinci bir anlama daha sahiptir. Belki de Atsız kendini bin üç yüz
yıl önce büyük şanlı mücadeleyi vererek ölen kırk bir kişiden biri olarak hayal
etmiştir.
Nihal Atsız’ın şiirlerinde ve hatta makalelerinde de tenasüh inancını
çağrıştıran ve bu inançla paralellik gösteren ifadelere rastlamak mümkündür.
Özellikle bütün Türk tarihi içerisinde aynı anda var olma isteği ve tarihi bir bütün
olarak değerlendirme şuuru Atsız’da tenasühe yaklaşan bir hayal derinliğinin ifadeye
dökülmesine neden olmuştur.
“Tanrı Dağı! Tanrılar,tanrılaşanlar dağı
Orda on üç asırdır bizi bir gözleyen vvvaaarrr...
Savaş türküleriyle aylı kızıl bayrağı,
Kefensiz ölülerin ruhunu özleyen var.
Ulu Tanrı!Kür-Şad’ın yenilmeyen ruhunu
Yüce Tanrı Dağında daha biraz barındır!
Geleceğiz yakında! Yarın bütün oralar
Demir bileklerdeki çelik kılıçlarındır!42
Bu iki dörtlük Bozkurtların Ölümü romanının son sahnesi üzerine
dayandırılmıştır. Romanda Kür-Şad ve kırk yiğidin hayaletleri savaş meydanında
toplanarak hep beraber Tanrı Dağına, diğer şehitlerin ve atalarının yanına giderler.
İşte Atsız o senaryonun devamını bu iki dörtlükte dile getirmiş ve Kür-Şad’ın on üç
asırdır bizi oradan gözlediğini belirtmiştir


“Bir gün olur, elbette eski beğler ddiirriilliirr;;
Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar”
“Yarın Yavuz dirilip bize buyrukk vveerriinnccee
Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız”
“Sarı zeybek öldü sanma, ddiirriiddiirr;;
O, dağların yine eşsiz eridir45
“Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,
Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı!”

“Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Atila’nın ateşi var içerimizde!
Kanije’nin gazileri daha dipdiri!
Sınırdadır Plevne’nin kırk bin askeri!
Edirne’de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedi vatan”


“...ben faşist değilim. Ben yalnız Türkçüyüm. Türk Tarihinin içinde yüzüyorum. Diyebilirim
ki her günüm 27 asrın içinde geçiyor. Bize kimin dost, kimin düşman olduğunu biliyorum.” 48
“...gerçi ben Kül Tegin çağından kalma bir Gök Türk isem de arasıra böyle Osmanlılığım
tutar.”49
Görüldüğü gibi Atsız’ın tenasüh inancıyla paralellik gösteren ifadeleri daha çok
milli romantik duyuş tarzı ve tarih konusundaki hassasiyeti ile ilişkilidir. Öldükten
sonra ruhun varlığını sürdürmesi,ölümsüzlüğü ve yeniden bir bedende canlanması
anlamına gelen tenasüh (reenkarnasyon) yukarıdaki hassasiyetler ile birleşerek Atsız
için iyi bir malzeme niteliği kazanmıştır. Ruh Adam romanında vak’anın dokusuna
sinmiş ve isim olarak da zikredilmiş olan tenasüh yazarın diğer eserlerinde de önemli
bir motif veya tem olarak işlenmiştir. Şunu da söylemek gerekir ki tenasüh, Budist
toplumlarda (Budist Türk toplulukları da dahil) Budizmi yaymak amacıyla kullanılan
dini bir araç niteliği taşımaktaydı. Halbuki Atsız tenasühü dini bir gaye ile değil,
estetik ve kültürel bir unsur olarak ele almıştır. Uygur Türkçesi yazı dili dönemine ait
metinlerde çok sık rastlanan bu kavramı yirminci yüzyıla taşımakla Atsız
muhtemelen kültürel değerleri yaşatmayı amaçlamıştır.
Tenasüh motifi, Atsız’ın eesseerrlleerriinnddee zzaammaan kavramını mazi, hal ve gelecek
olarak bildiğimiz kalıbın dışına çıkarmıştır. Artık Atsız için zaman bir bütündür.
Parçalanması mümkün değildir. Atsız, eserlerindeki karakterleri idealize ederek her
zamanda yaşamıştır.
HAYALET:
Atsız’ın eserlerinde öne çıkan bir başka motif ise hayalettir. Hayalet motifi
tenasüh inancı etrafında ele alınan ruhlardan farklıdır. Aradaki fark ise şudur:
Tenasüh inancında ölen bedenin ruhu başka bir bedende tekrar hayat bulmakta ve bu
durum bir döngü içerisinde devam etmektedir; ancak hayalet motifinde öldükten
sonra dirilme söz konusu değildir. Sadece hayaletlerin yaşayan bir insana görünmesi
şeklinde karşımıza çıkan bir motiftir.
Ruh Adam’da Şeref karakteri romanın başından sonuna kadar bir hayalet
karakter olarak karşımıza çıkar. Şeref bir mektup bırakarak intihar etmiştir. Ancak
vak’a örgüsü içindeki rolü bitmemiştir. Zaman zaman Selim’in karşısına çıkan,
onunla konuşan, onu tenkit ve ikaz eden Şeref, bunun dışında hatıraları, mezarı ve
fotoğrafıyla da vak’a içerisinde yer alır.
“...birden yanı başından bir el uzanarak albümün yaprağını çevirdi. Güntülü’nün resmi
arkada kaldı. Şimdi üstte olan sayfanın başında Ayşe’nin resmi vardı. Selim, yaprağı çeviren kim diye başını kaldırınca karşısında arkadaşı Şeref’i gördü. Hüzünlü bir gülümseyişle bakıyor ve
Ayşe’nin resmini gösteriyordu.
Selim korkmadı. Şaşırmadı da. Hatta onu görünce sevindi. Yüzüne baktı. Şeref’in gözleri
ıslaktı:
-Şeref ağlıyor musun? diye sordu. Arkadaşı ceketinin düğmelerini çözerek açtı. Yüreğini
gösterdi. Şeref’in kalbi kanıyordu.”50
Şeref, adeta Selim’in vicdanı gibidir. Selim’in yasak aşkını ve son zamanlardaki
iradesizliğini tasvip etmemekte ve onu ikaz etmektedir.
“Aynı anda birisi Selim’i kolundan tutarak durdurdu ve başını çeviren Selim, arkadaşı
Şeref’le yüzyüze geldi.
Şeref, başını iki yana hafifçe sallayarak ““Hakkın yok Selim”” dedi ve uzaktaki sokak
lambasının solgun ışığı altında Selim Pusat, arkadaşının gözlerinin yine nemli olduğunu görerek
yüreği sızladı. İçinden “Fakat onu seviyorum”diye geçirdi. Şeref aralanmış kapıyı sessizce kapayıp
anahtarı basamağın altına koyduktan sonra Selim’in düşüncesini anlamış gibi:
-Yine de hakkın yok, dedi. Onu sevmeye de hakkın yok. Sen bugünün ordudan kovulmuş
yüzbaşısı olmasan bile Tanrıkut Mete ordusunun yüzbaşısı idin. Ya o kız kim. Kimin kızı?” 51
Selim, yargılanmak üzere büyük mahkemenin huzuruna çıkarıldığında
yaşamış ve yaşayacak olan bütün insanların hayaletleri mahkemeyi izlemek üzere
orada toplanmışlardır.
Deli Kurt romanında Çakır dolaşmak üzere dışarıya çıktığı halde farkında
olmadan mezarlığa gelir. Bala Hatun’un mezarı başında önce Bala Hatun’un onun
hemen ardından da sırasıyla İsa Beğ; Çakır’ın anası, babası ve amcasının hayaletleri
görünür.
“Birden mezarın baş ucunda, kendisinden üç adım iilleerrddee bbir hayalet gördü: Bu Bala
Hatun’du. On yıl önceki asil ve güzel yüzüyle gülümseyerek kendisine bakıyordu. Çakır, içinden bir
heyecan dalgasının, güzel ve tatlı bir ürperişin geçtiğini sezdi. Hayaletler çabuk kaybolurlarmış diye
işitmişti. Fakat kaybolmuyor, gitgide daha güzelleşiyordu. Çakır, hayaletin dudaklarında bir
hareket gördü ve çok yavaş bir sesin “Hakkını helal et Çakır Ağa” dediğini duydu.”52
“Birdenbire hayaletler kayboldu. O zaman büyük bir teessürle başını öne eğen Çakır,
Kuran’ın açılmış olduğunu gördü ve keskin sipahi gözleri keskin ay ışığı altında Yasin’e değdi.
Okumağa başladı. Çevresinde ruhların dolaştığını seziyordu. İçi büyük duygularla doluydu.53
Bozkurtlar’ın Ölümü romanında şanlı bir ihtilal denemesinin ardından
kahramanca can veren kırk bir yiğidin ruhları bedenlerini terk ederek Tanrı Dağına
doğru yola çıkarlar.
“Birden buralar bulutlandı. Sis gibi, duman gibi, fakat onlardan daha başka, daha güzel bir
şey çevreyi sardı. Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde, yerden birisinin kalktığı
görüldü. Elinde yerden kaldırılmış, gönderi kurt başlı bir tuğ vardı. Yarasından kanlar akan bu
hayalet Kür Şad’dı.
Bir eliyle tuğu yükseltirken, öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak “”kalkın”” diye
haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. “”Oraya”” diye gürrlleeddii..
Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhları dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir
fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi akarak Tanrı Dağı’na doğru yürümeğe başladılar.. Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan aattaallaarr kkaaffiilleessii bbbeeekkkllliiiyyyooorrrddduuu...

Bozkurtlar Diriliyor’da Kür Şad’ın oğlu Urungu ölen anasının cesedi başında
geçmişi ve anasının fedakarlıklarını düşünürken yüzlerini bile tam hatırlayamadığı
babası ve ablasının hayaletlerini görür.
“...Ay ışığı gözlerini kamaştırmış olduğu için ilk önce hiçbir şey göremedi. Sonra
heyecanlanarak fırladı. Anasının baş ucunda babasıyla ablasının hayallerini görür gibi olmuştu.
Tıpkı, demin hatıralarını yoklarken gözlerinin önüne gelen hayallere benziyorlardı. Bu hayalleri
kaybetmemek için onlara doğru bir adım attı. Fakat hayaller kendisine hazin bakışlarla bakarak
yavaş yavaş solup yok oldular. 55
Atsız’ın fantastik ve mizahi karakterli bir romanı olan Z Vitamininin finali çok
çarpıcı bir olaya sahne olur. Türkçülerin ihtilalinden kaçan Milli şef (romanda beşeri
şefliğe terfi etmiştir.), tarih boyunca şehadet şerbetini içmiş bütün Türk askerlerinin
ruhlarıyla karşılaşır. Buradan itibaren mizahi üslup yerini bir sorgulayıcı, hesap
sorucu ifadeye bırakır. Milli Şefe vicdanının söyleyemediği gerçekleri şehitlerin
ruhları haykırmaktadır.
“...
Fakat yürüyemedi...
Çünkü aklın alamayacağı, gözlerin inanamayacağı müthiş bir manzara ile karşılaşmıştı:
karşısında yüzlerce, belki binlerce üniformalı insan dizi dizi, heykel sessizliği ile duruyor, tarif
olunmaz bir mana taşıyan bakışlarını onun üzerinde birleştiriyordu.
Karşısındakileri ilkönce Türkçüler sanarak ürperdi. Biraz daha dikkatli bakınca
üniformalarını tanıdı: Bunlar, İstiklal Savaşı askerleriydi. Yüreği sevinçle çarparak birkaç adım
attı.
“Evlatlarım!” diye haykıracaktı. Fakat sesi boğazında düğümlendi. Çünkü manzaraya
alışan gözleri askerlerin gövdesine takılmış ve korkuyla açılmıştı: Bu dizi dizi, sıra sıra askerlerin
göğüslerinden ve alınlarından oluk oluk kan sızıyor, toprak kızıllaşıyor, fakat askerler hala dimdik,
kendisine bakmakta devam ediyordu.
Şaşkınlık ve korku içinde bir adım daha atarken bir ses gürledi:
-“”Gelme!... Gelemezsin!...””
Bu ses dağdan dağa yankılanırken Beşeri Şef ölü rengi almıştı. Kısık bir ses çıkardı:
-“”Niçin menediyorsunuz? Siz kimsiniz?”
Aynı ses daha sert bir haykırışla cevap verdi:
-“”Biz İnönü şehitleriyiz!.. Sen kimsin?
-“”Ben de sizin kumandanınız İsmet İnönü’yüm!””
Karşıki diziden bir kişi bir adım ilerleyerek yıldırım sesiyle bağırdı:
-“”Ben İnönünün meçhul şehit neferiyim! Seni tanımıyorum! Kumandanımız olsaydın
yetimlerimi düşünür onları kendi haline bırakmazdın! Kanımızı şarap gibi içerek rahat saraylarda
yaşayan sen mi bize kumanda etmiştin? Gelme!... Gelemezsin””
İkinci bir şehit, bir adım ilerleyerek daha gür bir haykırışla seslendi:
-“”Ben İnönünün meçhul şehit mülazimiyim. Seni tanımıyorum! Kumandanım olsaydın, dul
ve yetim bıraktıkların, kendi mukadderatiyle yalnızken saraylarda oturmaz, bizim mezarımız bile
yokken kendine heykeller diktirmezdin... Gelme! Gelemezsin!...””
Şef, acı içinde ağlamaklı olmuştu:
-“”Sizi unuttum mu sanıyorsunuz? Sizi anmadım mı?””
-“”Bizi değil, sadece kendini, kendi gururunu andın!. Seni doğuuurrraaarrraaakkk bbbuuu mmmiiilllllleeettteee gggööörrrüüülllmmmeeedddiiikkk
bir fenalık yapan anana, vekil diye seçtiğin maskaralar vasıtasıyla yalandan aşir okuturken bizim
ruhumuzu sevindirmek için bir mevlut okutmak aklına geldi mi? Memlekette Allah adını yyyaaasssaaakkk ederken bizim Allah, Allah diye can verdiğimizi, en büyük hakkımız olan yaşamak hakkından
vazgeçerken Tanrının ulu adını andığımızı düşündün mü? Sen buraya layık değilsin: Çekil...
Git!...””
Şef perişandı. Bir şey söylemek isterken sağ taraftan bir kasırga sesi işiterek gözlerini oraya
çevirdi. Dehşetten bütün kanı donmuş gibiydi. Çünkü baktığı her yerde kat kat gökler iniyor ve sıra
sıra binlerce onbinlerce, milyonlarca asker, türlü türlü üniformalariyle, göğüslerinden ve
alınlarından kan sızarak kendisine bakıyor ve yıldırım gibi sesler Beşeri Şefin beyninde uğultular
yapıyordu:
-“”Biz Sakarya şehitleriyiz. Buraya giremezsin. Çekil, git!””
-“”Biz Dumlupınar şehitleriyiz. Buraya giremezsin. Çekil, git!””
-“”Biz Çanakkale şehitleriyiz. Buraya giremezsin. Çekil, git!””
-“”Biz Filistin şehitleri...””
-“”Biz Kafkas şehitleri...””
-“”Biz Irak şehitleri...””
-“”Biz Galiçya şehitleri...””
Bütün şehit dizileri Beşeri Şef’i kovuyor ve daha uzak mesafeden haykıran kümelerin sesi
daha heybetli çıkıyordu:
-“”Biz Pilevne Şehitler... Çekil, git.””
-“”Biz Silistre şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz İsrail şehitleri... Çekil, git.””
Haykırışlar, dağdan dağa çarpan sesin yankısı gibi uzayıp gidiyor, yalnız yer adları
değişiyordu:
-“”Biz Kanije şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz Mohaç şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz Çaldıran şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz İstanbul fethi şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz Kosova şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz Varna şehitleri... Çekil, git.””
-“”Biz Niğbolu şehitleri... Çekil, git.””
Beşeri Şef bu uğultulu ve heybetli seslerden adeta yeniden sağır olmuştu. Artık
işitemiyordu. Fakat en uzaklarda olmalarına rağmen dev yapılı, uzun saçlı ve çekik gözlü
kalabalığın haykırışı beyninin ve nasırlaşmış ruhunun içinde gürledi:
-“”Biz Malazgirt şehitleriyiz!... Buraya giremezsin!... Çekil,git.””
Birden, Beşeri Şefin bakışları sola çevrildi. Oradan da kasırga ssseeesssllleeerrriii gggeeellliiiyyyooorrrddduuu:::
-“”Biz Kırımlı şehitleriz... Buraya giremezsin...””
-“”Biz Azerbaycanlı şehitleriz... Buraya giremezsin...””
-“”Biz Türkistanlı şehitleriz... Buraya giremezsin...””
Sonra aradan korkunç bir feryat yükseliyordu:
-“”Moskoflara teslim ederek boğazlattıkların da aramızda!...””
Birden, büyük bir kasırga uğultusu içinde sert bir kumanda sesi... Ses pasaparola halinde
uzaklaşa uzaklaşa dipsizliği gezdi. Milyonlarca asker bir anda esas vaziyetinde... Selam boruları...
Davudi bir ses:
-Merhaba asker!
-Merhaba paşam!
Müşir Fevzi Çakmak...
İnönü, Müşiri görür görmez dizüstü düştü.
Müşir sağ eliyle İnönüyü göstererek askere hitap etti:

-Şu gördüğünüz adam, askeri talebeliğinde, zabitleri görsün diye seccadesini koridora atıp
namaz kılan seciye!... İstemeye istemeye katıldığı İstiklal Savaşının istismarcısı, İnönü zzzaaafffeeerrriiinnniiinnn
hırsızı, Lozanda Türk mukaddesatının peşkeş çekicisi, Müslümanlık, Türklük ve Türkçülüğün
düşmanı; Başvekilliğinde en feci zulüm ve suistimallerin, Devlet reisliğinde de en korkunç istibdat
ve yaran saltanatının merkezi ve nniihhaayyeett mmmuuuhhhaaallleeefffeeetttiiinnndddeeennn eeebbbeeedddiiiyyyyyyeeennn kkkeeennndddiiisssiii iiiçççiiinnn kkkuuurrruuulllaaannn mmmuuuhhhaaallleeefffeeettt
makamının meccani ve sahtekar lüpçüsü!... Sonunda meccanilik ve lüpçülüğün son basamağı olan
“”Z”” vitamini sayesinde ölüme çare bulacağını sanırken şimdi şerefli ölüler arasında kendisine yer
arıyor! Yeri yoktur!
İnönü, korkuyla bağırıyor, yalvarıyor, ağlıyor, nefesi tıkanarak topraklarda yuvarlanıyor,
taş parçalarına tutunmak için mezbuhane gayretler sarfediyordu.
Sahnenin bir köşesinde ak sakallı “”Tarih Baba””, önündeki büyük kitabın yazısız sayfası
açık olarak duruyor, bu kıyamet manzarasına bakıyordu.
Esen, kasırga değil, şehit ruhları idi. Bunlar Beşeri Şefi paramparça etmişlerdi. Şimdi ondan
kalan yegane şey birkaç damla kara boya...
Kasırga, bu kara boyayı Tarih Babanın kitabına doğru sürüklüyor. Ak sakallı ihtiyarsa bu
kapkara boyaları ak sayfalarının üstüne kabul etmek istemeyerek eliyle itiyordu. Fakat kasırga
galip geldi ve kara boyalar ak sayfanın üstüne bir iki satır halinde yapışıp kaldı.
Kasırga bir anda dinmişti. Bütün şehitler, bütün ölüler kendi yerlerine gitmişlerdi. Tarih
Baba kitabına yazılan iki kara satıra eğilip okuyarak başını kaldırdıktan sonra yüzünü
buruşturdu:
-“”Yazık!... Kitabım hiç böyle kirlenmemişti!””56
Aslında Z Vitamini’ndeki bu sahne ile Ruh Adam romanındaki Büyük
Mahkeme sahnesini bir “mahşer” motifi olarak ele alıp ayrı bir başlık altında
incelemek de mümkündür. Ancak konuyu daha fazla dağıtmamak ve bütünlük
içerisinde verebilmek için buna lüzum yoktur.
Atsız’ın eserlerinde bir de kötü ruhlar yani şeytanlardan bahsedilir. Ruh Adam
romanının başındaki masalda bahsi geçen “şeytanların akıllısı Kilimbi” ile “şeytanlar
başı Madar” ve aynı romandaki asıl vak’ada önemli bir karakter olan Yek bunlara
örnektir. Romanda verilen bilgiye göre Yek eski Uygur Türkçesi’nde “kötü ruh” veya
“şeytan” anlamına gelmektedir.
TÜRKÇÜLÜK :
Atsız, herşeyden önce bir ülkü adamıdır. Bütün faaliyet sahaları; tarihçiliği, edebiyat
araştırıcılığı, romancılığı gibi şairliği de bağlı bulunduğu ülkü mihveri etrafında döner. 57 Bu
sebeple Atsız’ın eserlerini Türklük ve Türkçülük fikirlerinden ayırarak iinncceelleemmeekk
mümkün değildir. Roman ve şiirlerinin bir çoğu Atsız’ın makaleler etrafında
şekillenmiş düşüncelerini ifade eder. Estetik bir biçimde veya vaka içerisinde verilen
bu düşünceler bazen makalelerden daha etkili olabilmektedir. Yazar romanlarında
idealize ettiği karakterlerin ağzından kendi fikirlerini ifade eder. Anlatıcı olarak da
zaman zaman Türkçü düşünceleri bize hissettirir. Seçtiği konu ve temalarla da dünya
görüşünü belli eder. Eserlerinde Türk’ün Türkle yaptığı korkunç savaşlara geniş yer
veren Atsız, örneğin Kerbela hadisesi ile ilgili tek satır yazı bile yazmamıştır. Bunun
sebebi şüphesiz ki, Atsız’ın Türkçülüğüdür. Türkçülüğü Atsız’ı Türk tttaaarrriiihhhiiinnniii
araştırmaya yönlendirmiş, Atsız bu araştırmalarından elde ettiği vveerriilleerrii eeddeebbii eserlerine de malzeme yapmıştır.

Bozkurtlar’da Çinliler, Deli Kurt’ta ise Rumlar Türklerle kıyaslanması
mümkün olmayan yılışık, hilebaz, aç gözlü ve korkak milletler olarak gösterilir.
Bozkurtlar’da Göktürklere baş kaldıran Dokuz Oğuzları ve Deli Kurt’ta Osmanlı’ya
karşı küffarla iş birliği yapan Karamanoğlu askerlerini cesur ve gözü pek kişiler oollaarraakk
anlatır. Hatta Deli Kurt romanında tarih öncesi dönemlere dayanan bir akrabalığımız
olması sebebiyle Macarlar da Türkler kadar kahraman ve savaşçı bir millettir. Buna
rağmen Türk İslam kültürüyle yetiştirilmiş devşirme çocuklarından kurulmuş olan
yeniçeri ordusu yazarın gözünde Macarlar kadar öneme sahip değildir. Hele Karaman
ordusundaki Türkmenler ile bu dönmeler kıyaslanamaz. Karamanoğulları her ne
kadar Osmanlı’ya karşı bir hakimiyet mücadelesi içindeyse ve hatta bu uğurda
küffarla işbirliği içine girmişse de yine de bu siyasi çekişmeler onların Türklüklerinin
önüne geçemez. Buradan hareketle Atsız’ın düşüncesindeki millet kavramının her
şeyden önce soy birliğine dayandığını ifade edebiliriz.
Bozkurtlar’da Türkçülük bir fikir değil bir şuur, bir yaşam biçimi olarak
karşımıza çıkar. Türk karakterlerin hepsi Türk olmanın gururunu yaşar ve kendilerini
Türk olarak yaratan Tanrı’ya şükrederler. Bütün Çinlilerden nefret ederler; ancak
bununla beraber Ötüken’deki Çinlilerden adeta tiksinirler. Bozkurtlar’ın Ölümü’nde
Kara Kağan’ın Çuluk Kağan’ı öldüren Çinli İ-çing Katun ile evlenmesi bütün
kötülüklerin başlama sebebi gibidir. Bu durum budun arasında huzursuzluğa neden
olur. Bir makalesinde; “Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde millet yabancıyı kendinden
saymaz. Yabancı kan taşıyanlar vatandaş ve tebaa olsa bile yine yabancı sayılır, ona güvenilmez.
Yabancılarla evlenilmez. Hele yüksek tabakada bu evlenme hiç görülmez.” 58 diyen Atsız’ın
düşüncelerinde aşırıya kaçtığı düşünülebilir. Ancak bu düşünncceelleerriinnii rrrroooommmmaaaannnn iiiiççççiiiiiinnnnnnddddddeeeeee
vak’aya bağlı olarak verdiği zaman görülüyor ki, Atsız pek de haksız sayılmaz. İçing
Katun’un adı Atsız’ın bir makalesinde de geçer.
“Gök Türk Kağanı Türgiş Şipi Kağan 619’da ölünce yerine kardeşi Çuluk Kağan (666111999-621)
geçti. O da Türk göreneğince dul yengesi İçing Katunla evlendi. O sırada Çin’de, İçing Katun’un
mensup olduğu Sui Hanedanı devrilmiş, yerine Tang Hanedanı gelmişti.
Çuluk Kağan ustalık ve cesaretle Çin’i yıpratıyordu. İçing Katun’un tesiriyle de Çin’de
Tang Hanedanını devirip Sui Hanedanını tahta çıkarmak fikri ve bahanesiyle 612 yılında Çin’e bir
sefer açtı.
Fakat hain Çinli zevcesi İçing Katun, bundan önce yaptığı iki ihanet yetmiyormuş gibi, bu
sefer de Çinin ağır bir darbe yiyeceğini anlayınca Kağanı öldürdü. Sefer durdu. Çin kurtuldu.
Düşün ve unutma...” 59
Bozkurtlar’ın Ölümü romanı için kaynak vazifesi gören bu makaleden de
anlaşılacağı üzere, Atsız fikirlerinde aşırıya kaçmamış; tarihin verilerinden hareketle
tarihin tekerrür etmemesi için izlenmesi gereken yolu bize anlatmış, bbiizzii
yabancılardan gelecek tehlikelere karşı uyarmıştır. Yine Bozkurtlar’ın Ölümü
romanında Atsız, Kür Şad’ın ağzından konuşmaktadır:
“Halbuki şimdi Türkler de Çin karısı almağa başladılar. Bizim bildiğimiz Çinli kadın almak
kağanlar içindir. Bunun da sebepleri vardır. Ya bu Türk erlerinin hepsi şimdi kağan mı oldular?
Çinliler Türk kanıyla aşlanarak canlanır, bahadırlaşırken biz de kanımıza Çin kanı katarak
soysuzlaşacak mıyız?” 60
Atsız, çok sevdiği Kahraman Kür Şad’ı eserlerinde Türkçülük ve Türklüğün
büyük bir savunucusu olarak ele almış, ideolojisini Kür Şad’ın karakteriyle,
düşünceleriyle ve sözleriyle eserlerine yansıtma fırsatı bulmuştur. Çin’e esir düşen Türkler arasında felsefesini anlatmaya ve yaymaya çalışan Çinli filozof Şen-ma, Kür
Şadla konuştuğu zaman ondan çok sert ve kesin bir tavırla bir Çinli’nin düşünceleri
ne olursa olsun benimseyemeyeceği cevabını alır.
Deli Kurt romanında da Atsız karakterlerin ağzından konuşarak Türkçü
düşüncelerini ön plana çıkarır. Karamanlı köylülerin önünde Murat ve bir yeniçeri
arasında geçen şu tartışma doğrudan Atsız’ın Türkçülüğü ile alakalıdır.
“-Akçayla, malla bunlara iş yaptırılır. Bu Devşirmelere... Anladın mı?
Yeniçeri öfkeden kuduracak gibi oldu:
-Bre tımarlı! Yeniçeriyi beğenmedin mi? Ben padişahın kapı kuluyum! Senin gibi derme
asker mi sandın?
Deli Kurt’un sesi gök gürültüsü gibi çıkıyordu.
-Bre yeniçeri! Kapı kulu olmak seni Gavur dölü olmaktan kurtarır mı?”61
Murat, Varsak obasında Gökçen’in anası Esen Börü ile tanışır. Aralarında
geçen şu konuşmada bu kez Türkçülük Deli Kurt’un değil Esen Börü’nün ağzından
ifade edilir.
“-Bacım! Sen gerçekten müslüman değil misin?
-Oğul! Siz Osmanlılar da Karamanlılar gibi insanın yüreğindeki nesneye mi karışırsınız?
Müslüman olup olmadığımı neden soruyorsun? Türk olduğum yyeettmmiiyyoorr mmuu??
-Yanlış anlama bacım. Niçin müslüman değilsin diye sormuyorum. Müslüman değil misin,
değilsen nesin diye soruyorum.
-Müslüman değilim.
-Nesin?
-Türküm dedim ya...
-Ben de Türküm ama Müslümanım da... Senin dinini öğrrreeennnmmmeeekkk iiissstttiiiyyyooorrruuummm...
Kadın bir zaman sustuktan sonra şu cevabı verdi:
-Biz insanları dinlerine göre değil, soylarına göre ayırırız...” 62
Burada Esen Börü’nün ağzından ifade edilen bu düşünce makalelerinde Atsız
tarafından daha ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Atsız bir makalesinde şöyle demektedir:
“Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzzeerriinnddee ddee dduurrmmaayyaa
mecburuz. Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlıktan da bazı
unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on asırdan beri bizim milli dinimiz
olmuştur. Bununla beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü
bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin Şamani, birkaç yüz bin Hıristiyan ve hhhaaattttttaaa bbbbiiiirrrrkkkkaaaaçççç bbbbiiiinnnn
Musevi Türk (Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya
hakkımız yoktur. Zaten, Hıristiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye’de yerleşenleri ekseriyetle
Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün bir lazımesi saydıkları için yapmışlardır.
Öyle gözüküyor ki bir Türk birliği gerçekleştiği takdirde bütün bu Şamani ve Hıristiyan
Türkler müslüman olacaklardır. Onun için şimdiden onları zorlamaya bir mecburiyet yoktur.”63
Deli Kurt romanında Torlak Kemal’i Murat’ın yakalaması da önemli bir
noktadır. Ömrü boyunca kızıl emperyalizmle mücadele eden Atsız, idealize ettiği
Murat karakterinde kendini görmektedir. Tarihteki ilk komünist olarak bilinen Şeyh
Bedrettin’in en yakın iki adamından biri olan Torlak Kemal Deli Kurt tarafından
yakalanmıştır. Atsız, yirminci yüzyılın Türkçü-komünist çatışmaları ile tarihteki hakbatıl
mücadelesi arasında bir ilişki kurmuştur. Burada Atsız’daki zaman tanımaz hayal ufkunun bir örneğini daha görmekteyiz. Yirminci asırdan on dördüncü yüzyıla
dönen Atsız, Murat kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır.
Ruh Adam romanında Selim Pusat’ın yönetim şekli olarak kralcılığı
savunmasının sebebi de Selim’in milliyetçiliğidir. Türk ordusunun bir yüzbaşısı
olarak milletine hizmet eden Selim her durumu askeri bakış açısıyla değerlendirdiği
için rejim konusunda da, siyasi değil, askeri bakış açısıyla değerlendirme yapar. Ona
göre büyük askerler ancak krallıklarda yetişebilir. Selim’in rejim konusundaki
düşünceleri bu kadar basittir. Herhangi bir rejimi taassup derecesinde savunacak bir
mizac ve düşünce yapısına sahip değildir. O, sadece milli menfaatler açısından
yönetim şekli olarak krallığı daha doğru bulmuştur. Ruh Adam romanı, büyük ölçüde,
Atsız’ın 1944 Türkçülük-Turancılık olaylarında başından geçen hadiselerin bir
yansıması olmakla beraber Türkçülük fikrinin en az işlendiği romanıdır. Bunun
sebepleri de Türkçülük-Turancılık davalarının romana Selim’in askeriyeden
kovulması şeklinde yansıması ve romanda aşk teminin ağır basmasıdır. Yine de bariz
bir şekilde işlenmese bile diyaloglar arasında Türkçülüğün izlerini bulmak
mümkündür. Örneğin Selim ile Ayşe arasında geçen bir konuşmada, Selim, yaptığı
fütuhatla büyük bir padişah olduğunu ispat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem
Sultan’a olan aşırı aşkından dolayı küçüldüğünü ima etmektedir. Bir makalesinde de
aynı konuya değinir. Romanda çok açık olarak görülmeyen Türkçülük fikri makaleyle
birlikte değerlendirildiğinde gerçek muhtevasını teşhir etmektedir:
“Osmanlılar devrinde Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren
hareketler İslav asıllı Hürrem Sultan yüzündendir.” 64
Atsız, ırki özelliklerin nesilden nesile aktarıldığını düşünür ve bunun
antropoloji ve embriyoloji bilimlerinin verileri vasıtasıyla ispatlandığını ifade eder.
Bu bakımdan ırkçılık bir fikir akımı olmaktan öte doğanın insana verdiği su götürmez
bir gerçektir:
“İnsan kendisinin hakimi değil ki… Binlerce yıldan beri gelen ırsiyetlerin, kromozomların,
genlerin eseri… Irkçılık bu bakımdan büyük bir hakikattir. Bu hakikat, cahil ve adi gazetecilerin
ağzında “”suç”” oluyor. AAnnttrrooppoolloojjii vvee eemmbbrriiyyoolloojjii bbüüyyüükk tabiat ilminin iki mühim dalı… Bunları
inkar edip de dünyadan habersiz birtakım sarhoşların yaverlerine mi ehemmiyet vereceğiz?” 65
Atsız’ın, Hititlerin Türk olduğu yönündeki görüşleri mizahi bir üslupla
eleştirdiği “Dalkavuklar Gecesi” isimli romanında da Türklükle ilgili olmasa bile bir
milliyet şuurunun öne çıktığını görüyoruz. Bu romanda hak etmediği halde
dalkavukluk yaparak devletin yüksek kademelerini işgal eden çıkarcılarla yabancı
kanı taşıyan hainlerin devleti adım adım çöküşe doğru götürmeleri anlatılmaktadır.
Atsız’ın şiirleri içinde de Türkçülük fikrini ve Türklük duygusunu işleyenleri
büyük bir yer tutar.

“Türk duygusu her Türkçüye en tatlı kımızdır,
Türk ülküsü candan da aziz bayrağımızdır
Bayrak ki onun gölgesi Bozkurtları toplar;
Bayrak ki bütün kaybedilen yurtları toplar.
Nerden geliyor? Tanrıkut’un ordularından!
Lakin bize bir beyt okuyor kutlu yarından:
Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!

Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!.” 66
ASKERLİK-ORDU -SAVAŞ:
Atsız’ın eserlerinde askerlik ve savaş kavramları yüceltilir. Atsız’a göre bu
kavramlar her türlü sanat ve felsefeden üstündür. Savaşlar milletleri disipline sokan,
onların her türlü gelişimini hızlandıran unsurlardır.
“Savaşlar, kahramanlık ruhunu beslemiş, erdemli insanların yetişmesine sebep olmuş,
destani edebiyatı yaratmıştır. Yirminci yüzyıla doğru yaklaştıkça savaşlar daha ızdıraplı bir hal
almakla beraber, hiçbir şey onun ahlaki karşılığı olamamıştır ve uzun zamandır savaşmayan
milletlerde ahlaki bir bozulmanın başladığı gözden kaçmamaktadır. 67
Hele “her Türk asker doğar” cümlesiyle sloganlaşan ordu millet olma özelliği
sebebiyle Türk milleti için askerlik ve savaş kavramları çok özel bir yere sahiptir.
Nihal Atsız;
Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.68
Veya
Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak!
Şaheserler süngülerle yazılır ancak69
Derken bu gerçeği ifade etmiştir. Türk tarihinin sadece savaşlardan ibaret olmadığı,
Türklerin büyük medeniyetler ve üstün sanat eserleri de yarattığı muhakkaktır. Fakat milletimizin
tarihinde savaşın birinci derecede yer tuttuğu ve milli hayat görüşümüzün de buna göre belirlendiği
inkar edilemez. Atsız, yukarıdaki mısralarıyla bu hakikatı anlatmak istemiştir. Yoksa onun ilme,
sanata, hukuka ve dine karşı olduğunu düşünemeyiz. Hayatının büyük bir kısmını ilme vakfetmiş,
ömrü boyunca kalemini elinden bırakmamış, şiirler ve romanlar yazmış Atsız’ın bu kkaavvrraammllaarraa
muhalif olması mümkün değildir. 70
Atsız, Çanakkale Savaşını Türk tarihinin en büyük zaferlerinden birisi olarak
değerlendirir. “Çanakkale’ye Yürüyüş” isimli seyahatname türündeki eserinde Türk
gençliğine seslenişi Atsız’ın düşünce yapısını ortaya koymaktadır.
Türk gençliği! Seni çağırıyoruz: Her yıl askeri yürüyüşle oraya git! Mertlik dersi al ve öç
duygusu besle.. Her şeyden önce asker olduğunu unutma! Mademki Türksün, askersin! Medeni
hayattan bahseden züppelere, barıştan bahseden kansızlara, maziyi inkar eden namussuzlara
inanma! Millet, kan demektir. Damarlarındaki aassiill kkaannddaa TTüürrkkllüükk vvaarrsa zaten savaşçılığı duyacak
ve isteyeceksin! Çünkü: Savaşı ve barışı veren ne hükümdarlar, ne devlet adamları, ne mmiilllleett
meclisleri, ne muahedeler ve ne de ittifaklardır. Savaşı ve barışı veren, onlardan daha yüksek
kuvvetlerdir. Yani: milletlerin olma ve ölmesinin ezeli kanunlarıdır. Bunun için her şeye ve her şeye
rağmen milletler savaşa hazırlanıyor. Unutma ki dünyada en iyi müdafaa taarruzdur. Kat’i netice
taarruzla alınır. Dün ordularına ilk hedef olarak Akdenizi gösteren GAZİ elbette pek yakında
ikinci hedefi de gösterecektir. İlk hedef batıda idi. İkinci hedef doğuda olabilir, Sen bu savaşta
kanını akıtmak ve ölmekle mükellefsin. Unutma ki: en büyük kahramanlık göz kırpmadan saldırıp
bir daha dönmemektir... Seni toprağın, seni mazin çağırıyor. 71
Görüldüğü gibi Atsız, hayatın bir savaştan ibaret olduğunu ve güçlünün
güçsüze yaşama hakkı tanımadığını idrak etmiş bir Türk aydını olarak, Türk
gençliğine her an savaşa hazır olmasını; Sevgi, barış ve kardeşlik masalları

anlatanlara inanmamasını ve milli şuuru daima uyanık tutmasını telkin etmektedir.
Atsız’ın şu sözleri milletlerin var olma felsefesinin bir şerhi gibidir:
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan,
milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler , ölebildikleri kadar yaşama
hakkına sahiptirler. 72
Ülküler saldırgandır ve ancak savaşarak ülküye ulaşılabilir. İki milletin
çıkarları kesiştiği zaman tek çözüm yolu savaştır. Savaşı göze alamayan ve savaştan
korkan milletler büyüklük davası güdemezler ve hatta varlıklarını bile sürdüremezler.
“Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!
Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.” 73
Atsız, asker bir ailenin çocuğudur. Hem anne hem de baba tarafından dedeleri
ve babası askerdir. Kendisi de doktorluğa karşı hiçbir alaka duymadığı halde sırf
asker olabilmek için askeri tıbbiyeye girmiş; fakat bu okulu bitirmek kendisine nasip
olmamıştır. Ruh Adam romanında Selim’in ordudan kovulması ile ilgili olaylar,
Atsız’ın tıbbiyeden kovulması ve 1944 ırkçılık-Turancılık davasının romana aksetmiş
şeklidir. Atsız ile birçok yönden benzerlik gösteren Selim karakteri; her fikri ve her
olayı askeri prensipler içinde değerlendiren ve bu prensiplerle uyuşmayan hiçbir fikri
tasvip etmeyen katı bir mizaca sahiptir.
“Selim Pusat üç yıl öncesine kadar ordunun iyi bir yüzbaşısıydı ve Harp Akademisi’nin son
sınıfında bulunuyordu. Askerliği bir meslek değil, bir inanç olarak kabul etmişti. Kendisine
babasından ve dedesinden miras kalan askerlikten gayrı bir şeyin mevcut olabileceğini
düşünmezdi.” 74
Ayşe ile Selim arasında geçen şu konuşma Selim’in askeri düşünncceelleerrllee nnee
kadar dolu olduğunu ve savaştan nasıl bir milli heyecan duyduğunu gösstteerrmmeeyyee
yetecektir:
“...
-Bir görsen sen de çok seversin. Pek zeki ve bilgili kızlar. Üstelik o kadar da güzel şeyler
ki... Birer şiir kadar...
-Bir imha savaşı kadar da güzel mi?
Ayşe onun bu gibi garipliklerine alışık olmakla beraber yine neşesini kaçıran bir hayrete
düşerek bakmaktan da kendini alamadı:
-İmha savaşı güzel bile olsa bir kızın güzelliği ile onun güzelliği arasında nasıl bir
benzerlik kurabiliyorsun?
-Kızların güzelliğini şiire benzetmiştin de...
-Evet?
-Şiir ince sanatlardan birisi olduğu için şiirin güzelliğini kızların güzelliğine benzettin.
Harb sanatı ince sanatların başında gelir. En güzel örneklerini de imha savaşlarında bulabilirsin
Ayşe, kocasını kırmamaya çalışarak itiraz etti:
-Kabul ama, bu ince sanat kan ve ölümle doludur. Bir genç kızın güzelliğine benzer mi?
-Şiir göz yaşıyla, harb kanla doludur. Kızın güzelliğini şiire benzetirken kızla şiirin bbeennzzeerr
tarafları olarak neleri buluyorsun? Şiir ince, kız da ince... Şiir hoşa gidiyor, kız da hoşa gidiyor...
Şiir göz yaşı döktürüyor, kız da göz yaşı döktürüyor, değil mi?
Ayşe neticenin nereye varacağını kestiremeden başıyla bir kabul işareti yaptı. Selim odada
gezinerek ve Ayşe’ye bakmayarak devam etti:
-Birkaç kişiye göz yaşı döktüren bir kızı güzel diye kabul ediyorsun da bir kalabalığı kana
bulayan kıza neden çok güzel demiyorsun? İmha savaşı yüksek ve ince bir sanatla ve cesaret
mayasını kullanmak suretiyle vücuda getirilmiş bir eserdir. Sermayesi candır. İmha savaşına
benzeyen bir kız, şüphesiz şiire benzeyen bir kızdan daha güzeldir. Çünkü imha savaşında bir kesin
sonuç vardır. Şiirde ise hiçbir şey... 75
Deli Kurt romanında da yine büyük ölçüde Atsız’ı temsil eden Murat, bir sipahi
olarak karşımıza çıkar. Bu roman tımar sistemi hakkında tarihi gerçeklere uygun
olarak bilgi vermektedir. Selim Pusat gibi Sipahi Murat da olayları askeri bakış
açısıyla ısıyla değerlendirme alışkanlığına sahiptir:
“Asker olduğu için her şeyi asker kafası ile düşünmeğe alışıktı. Gökçen’e karşı duyduğu
sevgiyi de askerce düşünüyordu. Bu sevgi bir savaştı. Savaş olduğu için de kıyasıya bir uğraşma,
karşı taraf ne kadar kuvvetli olursa olsun sonuna kadar bir didişme gerekti. Sevdiğini söylemek
teslim olmak demekti. Hiç insan son kozlarını oynamadan yenilmeği kabul eder, teslim olur mu? 76
Deli Kurt ve Bozkurtlar’da Türk boylarının başka mmmiiilllllleeetttllleeerrrllleee mmmüüücccccaaaaadddddeeeeellllleeeeellllleeeeerrrrriiiiinnnnniiiiinnnnn
yanında biribiri ile yaptıkları talihsiz savaşlar da ele alınmaktadır. Atsız Türk
tarihindeki iç mücadeleleri tasvip etmemekle beraber bu savaşlarda gösterilen
kahramanlık ve fedakarlığa hayrandır.
“Sel gibi kahraman kanının aktığı, Türkün Türkü kırdığı o korkunç Ankara meydan
savaşından sonra Yıldırım Bayazıd tutsak düşüp kendi canına kıyınca, oğulları, Osmanoğullarının
göreneğine uyarak beğlik davasına kalkmışlar, birbirlerine karşı gelmişlerdi. 77
Bu savaşlarda taraf olmaz ve olanları da eleştirir. Bu savaşlar milli bir dava
değil de bir hakimiyet mücadelesi olarak değerlendirilmelidir.
Aksak Temir’in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir milli dava haline getirmeye çabalamak
milli bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir’in Yıldırım Bayazıd’a karşı savaşan
ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman,
Osmanlı-Akkoyunlu, Osmanlı-Safevi vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı-Karaman ve
Osmanlı-Safevi savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı-Çagatay savaşlarındakini bastıracak
derecededir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç
çarpışmalarla doludur. Netekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir
bölüm meydana getirir. 78
Türkiye Devleti’nin kuruluşunu sağlayan savaş olarak nitelendirdiği
Dandenakan savaşında Selçuklular kadar Gazneliler’in gösterdiği kahramanlığı da
belirterek, onların da hakkını teslim eder. Neticede bu savaş bir hakimiyet
mücadelesidir. Yoksa, Türk’ün Türk’e düşmanlığı söz konusu değildir:
“İki ordu göğüs göğse gelince Gazneli ordusunun akıncı birlikleri olan ve askeri bakımdan
ordunun en değersiz bölümünü teşkil eden Arap ve Kürt birlikleri dağılıp kaçtılar. Ordunun en
kalabalık unsuru Hindlilerdi. Fakat daha önce Selçuklulara birkaç kere yenilmiş olan Hindlilerin
gözleri yılgındı. Bunlar da fazla dayanamayıp bozuldular. Komutanlarla subaylar olağanüstü
gayret ve cesaretle vuruşarak bozgunu önlemeye çalıştılarsa da olmadı. Gazneli ordusunun merkezi
sonuna kadar dayandı. Burada sultanla kardeşi ve oğlu bulunuyor, Sultan Mesud her vuruşta bir
Selçuklu devirerek silahların hakkını veriyordu. Selçuklular ona yaklaşmaktan çekinmeye
başlamışlardı.79
Deli Kurt romanı Batı ve Doğu Türklüğünün biribirine girdiği korkunç bir
savaş olan Ankara Savaşı’nın hemen sonrasını ele alan bir romandır. Ankara savaşı Osmanoğullarını 11 sene sürecek bir kaosa sokmuş, Anadolu birliğini derinden
sarsmış, uzun yıllar beylikler arasındaki mücadelenin devam etmesine sebep
olmuştur. Osmanlı şehzadeleri arasındaki mücadeleler ve Osmanlı-Karaman
savaşları bu romanda ele alınan iç savaşlara örnektir. Bozkurtlar Diriliyor’da ise
Göktürkler ile Dokuz Oğuzlar arasında büyük bir çekişme vardır. Göktürkler,
bağımsız hareket etme eğilimindeki Dokuz Oğuzları hakimiyet altına alabilmek için
büyük mücadele vermişlerdir.
Bozkurtlar’ın Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanlarında askerlik; Ruh
Adam’da olduğu gibi bir meslek şubesi yahut Deli Kurt’ta olduğu gibi iktisadi amaçlar
da taşıyan bir sistem değildir. Bozkurtlar’da tarihi gerçeklere uygun olarak milletin
bütün erkek fertleri delikanlılık çağından itibaren askerdir. Ve yine bu romanlarda
tarihi gerçeklere uygun olarak Türk ordusu onluk sisteme göre şekillenmiştir.
Türkler’in Hunlar çağından itibaren onluk sistemi kullandıkları bilinmektedir.
Romanlardan hareketle Göktürk çağındaki rütbe dizilişi şöyledir: çeri, onbaşı,
yüzbaşı, binbaşı, tümenbaşı... Tümenbaşı rütbesinden sonra hanedan soyundan
olanlara verilen han, tarkan ve şad gibi mevkiler vardır. Rütbe atlamak için askerlerin
bir kahramanlık, hüner veya yararlılık göstermesi gerekir. Savaş Göktürrrkkkllleeerrr iiiçççiiinnn
hayatlarının bir parçasıdır. Hayatlarını büyük oranda Çin’den alınan ulcalarla
(ganimet) sürdürmektedirler. Yamtar ile Onbaşı Pars arasında geçen şu konuşma
Göktürklerin yaşayış tarzını çok güzel ifade etmektedir:
“Yamtar başını kaldırdı:
-“”Biliyor musun? Şu acunda çok salak kişiler var”” dddeeedddiii...
-Neden bildin?
-Suğdaklarla konuştum da anladım.
-Suğdaklar sana ne dediler?
-Yer yüzünde en tatlı işin alış veriş yapıp akça kazanmak olduğunu söylediler.
Pars yüzünü ekşitti:
-“”Bu onların salaklığını değil, korkaklığını gösterir””dedi.
Yamtar anlatıyordu:
-Ben onlara savaş mı tatlıdır, alış veriş mi? diye sordum, güldüler, kendi aralarında, kendi
dillerince konuştular. Dilleri de hiç insan diline benzemiyor.
-Sana ne cevap verdiler?
-Savaşta kişiler ölür. Tat bunun nneerreessiinnddee ddeeddiilleerr..
-Hay salak kötü kişiler hay! Demek savaşın tadını almamışlar. Öküze kımız versen tadını
alır mı? Bunlar da öyle... 80
“Şu savaş ne kutlu şeydi! Savaş sssaaayyyeeesssiiinnndddeee aaavvvuuunnnuuuyyyooorrr,,, dertlerini unutuyor, kederden
kurtuluyordu. Savaş olmasa herhalde dünyanın en dertli adamı olacağını, sıkıntıdan belki öleceğini
düşünüyor, kendisini Çinli olarak değil de Türk olarak yaratan Tanrı’ya içinden mmiinnnneettlleerriinnii
gönderiyordu.” 81
Atsız’ın, savaşların milletleri disipline soktuğunu ve ahlaki değerler açısından
yükselttiğini düşündüğünü yukarıda ifade etmiştim. Ancak Ruh Adam romanında
Selim’in ağzından bu düşünceye taban tabana zıt bir düşünceyi ifade eder.
“...Balkan muvazenesi bozulmadığı için de, bu muvazenenin bozulmasından doğan Birinci
Cihan Harbi çıkmayacaktı. Hem Türkiye, hem de Avrupalılar için bu kadar fffeeelllaaakkkeeetttllliii nnnneeeettttiiiicccceeeelllleeeerrrr
doğuran, adeta ahlaksızlığın ve komünizmin temellerini atan Cihan Harbine mani olmak az şey midir?

Görüldüğü gibi Atsız, Birinci Dünya Savaşının doğurduğu olumsuz
sonuçlardan bahsetmektedir. Bu ifadeler Atsız’ın eserleri için bir istisna teşkil eder.
Bu ifadelerin kullanılmasında muhtemelen Atsız’ın komünizm aleyhindeki düşünce
ve hassasiyetlerinin büyük bir payı vardır. Nitekim, komünizm Birinci Dünya
Savaşı’nda Rusya’nın müttefiklerinden yardım alamaması neticesinde Bolşeviklerin
ayaklanmasıyla Rusya’nın yönetim şekli olmuştur. Bu yönetimden en çok Türk
dünyası zarar görmüştür. Bu yönetim Turan ülküsünün önüne bir demir perde gibi
gerilmiş Türk topluluklarını kültürel bakımdan birbirinden uzaklaştırmıştır. Galiba
bir de Birinci Dünya Savaşından Türkiye’nin yenik çıkması etkili olmuştur. Bunun
dışında bu savaşın Avrupa için olumsuz sonuçlar doğurmasıyla Atsız’ın yakından
ilgilendiğini düşünmek doğru bir fikir değildir.
TALİHSİZ ŞEHZADELER:
Atsız’ın romanlarında, hanedan soyundan oldukları halde halktan kimseler
gibi hayat süren şehzadelerin hazin hikayeleri anlatılmıştır. Bu şehzadeler,
hanedanlık nimetlerinden istifade edemedikleri gibi, kimliklerini de saklamak
zorundadırlar.
Bozkurtlar Diriliyor’da Urungu Kür Şad’ın oğlu olduğunu anasının son nefesini
vermek üzere olduğu bir sırada öğrenir. Anası Urungu’dan bunu bir sır olarak
saklamasını ve Göktürklerin bağımsızlığı uğruna isimsiz bir kahraman olarak
savaşmasını ister.
“-Urungu! Bozkurt soyunun yüce bir oğlusun. Çünkü Kür Şad’ın oğlusun. Bununla
övünmek hakkındır. Ben de Kür Şad’ın konçuyu olduğum için bütün ömrümce övündüm. Fakat
bunu açığa vurmadım. Kağan olmak hakkı iken baban bu haktan vazgeçerek vuruştu. Sen de
babana yarar oğul olmak istiyorsan Bozkurt soyundan olduğunu kimseye söylemeden yaşa. Kurt
başlı gönder Ötüken’e dikilinceye kadar vuruş. Bir tegin olarak değil, Urungu olarak kal!
Urungu ömründe ilk defa anasına itiraz etti:
-Niçin ana?
-Çünkü en güçlü, en iyi insan hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da
hiçbir karşılık beklemeden yapılandır. Kür Şad böyle yapmıştı. Ablan böyle yapmıştı. Sen de böyle
yap. Senin de baban gibi olmanı istiyorum.
...
-Babama, sana yaraşır bir oğul, ablama yaraşır bir kardeş olmak için karşılıksız
vuruşacağım. Andımı tutmazsam gök girsin, kızıl çıksın” dedi. Kendisiyle birlikte bıçağa el basmış
olan anası gülümsedi.”83
Urungu, yeşil ala gözlerinin büyüsüne kapılıp sevdiği Dokuz Oğuz hükümdarı
Ay Hanım’ı evdeş olarak alamama pahasına Kür Şad’ın oğlu olduğunu söylemez.
Kutluk Şad’ın bayrağı altında toplanan Göktürk ordusuna katılır ve İlteriş Kağan
adını alan Kutluk Şad’ın buyruğu altında savaşır. Bir Kağan veya en azından bir Şad
olabilecekken ömrü boyunca kara buduna mensup bir onbaşı olarak milletine hizmet
eder. Ancak Urungu’yu üzen konu kağan veya Şad olamaması değildir. Onu üzen iki
sebepten birincisi Kür Şad gibi bir kaharamanın (Atsız’ın tabiriyle cihan tarihinin en
büyük kahramanı) oğlu olduğunu söyleyememek, ikincisi ise karabudundan bir
kişinin Kağan kızıyla evlenememesi şeklindeki töre gereği Ay Hanımla
evlenememesidir. Çektiği acıya ve büyük aşkına rağmen Urungu sırrını sonuna kadar
saklar. Binbaşı Pars, Urungu’nun Kür Şad’ın oğlu olduğunu keşfeder. Urungu’nun
oğlu Taçam, geçirdiği bir kaza sonucu yerde baygın yatarken Binbaşı Pars’ın konuşmalarından Kür Şad’ın torunu olduğunu öğrenir. Taçam o zaman babasının
mizacının bir parçası haline gelen derin kederinin nedenini kavrar.
Deli Kurt romanında İsa Beğ, Ankara Savaşından sonra kardeşleriyle taht
kavgasına girişir. Bu tehlikeli mücadelede kaderin kendisine hazin bir son
hazırladığını hisseden İsa Beğ, kendi canını düşünmez. Onun için asıl önemli olan
hamile olan karısını güvenli bir yere ulaştırabilmektir. Ondan sonra ise İsa Beğ
ölümüne bir mücadeleye girmekten çekinmeyecektir. Bu mücadele onun sonu
olacaktır.
“Talih başka türlü yürüseydi İsa Beğ taht için can vermiş bir şehzade değil, tahtın üstünde
oturan Osmanlı Beğ’i olacaktı...”84
Yine Deli Kurt romanında Murat karısının doğumu sırasında tesadüfen
Osmanlı Şehzadelerinden İsa Beğ’in oğlu olduğunu öğrenir. Buna sevinmek mi
yerinmek mi gerektiğini bilemeyecek kadar şaşıran Deli Kurt oğlunu düşünerek
hüzünlenir.
“Deli Kurt, birkaç defa oğlunu kucağına almış, fakat onun masum bakışları karşısında
büyük bir teessür duyarak bırakmıştı. Bu üzüntü nerden geliyordu? Onu pek kucaklamak istemiyor,
fakat “bu çocuk talihsiz olacak”diye içinden gelen bir ses yüreğini parçalıyordu. Talihsiz olarak
doğduğu muhakkaktı. Bir insanın kim olduğunu söyleyememesi gerçek bir talihsizlikti. Kendisi de
talihsiz doğmuştu ama bugüne kadar şerefli bir sipahi olarak yaşamıştı. Sipahi olmak az şey
değildi. Fakat babasını, anasını yanlış bir isimle bellemeğe mecbur olmak kötü idi.” 85
Ruh Adam romanında Ayşe’nin eski öğrencisi Leyla Mutlak yüzyıllardır devam
eden bir gizlilik içinde gerçek kimliğini saklamak zorunda kalmış bir pprreennsseessttiirr..
Kanuni Sultan Süleyman’ın öldürttüğü oğlu Şehzade Mustafa’nın torunu olan Leyla
Selim’e güvenir ve ona gerçek kimliğini açıklar.
“-Selim Beğ! Osmanlı Tarihi’ni şöyle gerilere doğru bir düşününüz. Tahta geçmek uğrunda,
yahut taht için tehlikeli olduklarından dolayı yüzlerce şehzade can vermişti. Can verenler arasında
meşru olanlar, tahtın sahibi bulunanlar da vardır.
-Ben Osmanlı Tarihi’nin yalnız büyük meydan savaşlarını bbbiiillliiiyyyooorrruuummm... BBBuuu sssöööyyyllleeedddiiikkkllleeerrriiinnniiizzzllleee
ne demek istediğinizi anlamadım.
Leyla canlandı. Selim’e şimdi çok güzel gözüken gözzlleerriinnii dddiiikkkeeerrreeekkk aaannnlllaaatttmmmaaayyyaaa dddeeevvvaaam etti:
-Yıldırım Beyazıd’dan sonraki şehzadeler kavgasını biliyorsunuz. Büyük şehzade
Süleyman’dı ve meşru hükümdar oydu. Fakat kardeşleri tarafından öldürülünce zavallı, padişahlar
listesinden bile silindi.
-Evet. Bu kadarını biliyorum.
-Şimdi biraz daha sonrasına gelelim: Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük şehzadesi bir
Mustafa vardı. Yavuz Sultan Selim çapında birisiydi. O da türlü tezvirata kapılan babası
tarafından acıklı şekilde öldürüldü. Öldürülmeseydi tahta o geçecekti.
Leyla sustu. Selim, sözü tamamladı:
-Fakat öldü...
Leyla’nın yüzünden güç anlaşılan bir acı ifade vardı:
-Şehzade Mustafa öldü, ama onun küçük bir oğlu cellatlardan kurtarılarak yaşadı. Şehzade
Mustafa’nın en sadık iki adamı onu büyüttüğü gibi şehzadeye sadık yüz binlerce insan da onu
servete boğdular. Sadakatin derecesini düşünün ki, bu yüz binlerden bir teki bildiği korkunç sırrı
açığa vurmadığı gibi serveti idare edenler de onun bir tek akçasına dokunmadılar. Şeeehhhzzzaaadddeee
Mustafa’nın bu gizli oğlunun adı Süleyman’dı. Fakat adamları “”onu mutlak tahta geçireceğiz”” diye and içtikleri için kendi aralarında adı “”mutlak””olarak kaldı ve benim bugün kullandığım
soyadı da bu dört asırlık yeminden çıktı...
Selim, Leyla’yı peri masalı dinleyen bir çocuğun saflığı ile dinliyordu. Leyla’nın sseessiinnddee ve
gözlerinde o kadar inandırıcı bir kuvvet vardı ki, Selim’i tesiri altına alıyor, fakat şimdi iyice
ayılmış olan Selim hiçbir açığı kaçırmadan soru sormak fırsatlarını kullanmaktan geri kalmıyordu:
-Dört asırdan beri aileniz gizlilik içinde mi yaşadı? Hiçbir zaman harekete geçmedi mi?
-Gizlilik devam etti. Fakat bizden şüphe de devam etti. Yalnız bir defa, Sultan İbrahim’in
hiçbir çocuğu olmadığı yıllarda hareket tasarlandı, sonra onun da çocukları oolluunnccaa bbuunnddaann
vazgeçildi ve dedelerim bazen devlet hizmetinde, bazen yüksek kademelerde, bazen orduda hizmet
ederek birer birer dünyadan çekildiler. Ben Şehzade Mustafa’nın on birinci kuşaktan ttoorruunnuuyyuumm..
Benimle bu aile bitiyor.
-Siz bir genç kızsınız. Osmanlı Hanedanı’nda tahta bir kadının geçtiği görülmediği gibi
bunun düşünülmesine de imkan yoktur. Bu takdirde tahta diğer kollardan gelen şehzadelerin
geçmesi meşru sayılmaz mı?
Leyla, eve geldiklerinden beri ilk defa gülümsedi:
-Osmanlı Hanedanı’nın an’anesinde tahta kadın geçemez diye bir husus yok. Tahta daima
büyük evladın geçmesi nizamı var. Osmanlılar dışındaki Türk Hanedanları’nda kaç kadın
hükümdar gelmiştir. Osmanlılar’da da gelebilirdi. Gelmeyişi bir tesadüf veya şeriatın zamanla ağır
basması, devlet nizamının asliyetinden sapması yüzündendir. Zaten benim taht üzerinde iddiam
olamaz. Bir kere taht kalmamıştır. Geri gelmesine de imkan yoktur. Benim kaybolan hakkım taht
değil, hakiki hüviyetimi söylemekten mahrum kalışımdır.”86
Atsız’ın eserlerinde kutun babadan oğula geçmesi gibi talihsizliğin de babadan
oğula geçmesi söz konusudur. Urungu’nun talihsizliği Taçam’da devam etmektedir.
İsa Beğ giriştiği taht mücadelesinden yenik çıkar. Oğlu Murat, yıllarca bir şehzade
olduğunu bilmeden yaşar.Osmanlı Hanedanına mensup bir prens olduğunu baba
olacağı sırada tesadüfen öğrenir. Oğlunu kucağına alan Murat onun da talihsiz bir
hayat süreceğini sezer. Şehzade Mustafa babası Kanuni Sultan Süleyman tarafından
öldürtülür. Leyle Mutlak’a gelinceye kadar bütün torunları kimliklerini gizleyerek
yaşamak zorunda kalırlar.
Şehzade, Atsız’ın eserlerinde hep ile hiç arasındaki tezadı vurgulayan önemli
bir motiftir. Saltanat hakkından vazgeçen şehzadeler ülküleri uğruna isimsiz
kahramanlar olarak savaşmaktan çekinmemişler, hep ile hiç arasındaki farkın
büyüklüğü nisbetinde fedakarlık göstererek bu uğurda insani haklarından bile yüz
çevirmişlerdir. Bozkurtların Ölümü romanında Çin Kağanına karşı bir ihtilal
hazırlığına girişen ve bu doğrultuda hareket planı hazırlayan Kür Şad ve Bögü Alp
ihtilal başarıldığı takdirde Ötüken’de kimin kağan olacağı üzerine bir tartışmaya
girerler. Bögü Alp, Kür Şad’ın kağan olması gerektiğini ısrarla kabul ettirmeye
çalıştığı halde Kür Şad bunu kabul etmez.
“-Hayır! Bütün beğler beni seçse de yine kağan olmıyacağım. Kağanlık buduna bir
hizmettir. Fakat aynı zamanda kişinin bir kazancıdır. En yüce hizmet, karşılık kazanç beklemeden
yapılan hizmettir. Şimdiye dek Türk budununa gereğince hizmet edemedim. Hem bbbooorrrcccuuummmuuu ööödddeeemmmeeekkk,,,
hem de Bozkurt ocağının son yıllardaki uygunsuz işlerini silip kapatmak için kağan
olmıyacağım.”87
Atsız, en büyük hizmetin hiçbir karşılık beklemeden yapılan hizmet, en büyük
kahramanlığın da isimsiz ve mezarsız bir şehit olmayı göze alarak savaşmak olduğuna inanmıştır. Belki de Kür Şad’ı cihan tarihinin en büyük kahramanı olarak kabul
etmesinin sebeplerinden biri şahsı adına bir kazanç beklemeden savaşmasıdır.
AŞK:
Aşk temi Atsız’ın eserlerindeki vazgeçilmez öğelerin başında gelir. Atsız, her ne
kadar Bozkurtların Ölümü romanının girişindeki Romanın Hikayesi bölümünde,
“...hele onbinlerce romanda tekrar edile edile artık pek bayağılaşan, müptezel olan ptezel aşk hhiikkaayyeelleerriinnee
saplanıp kalmama imkan yok.” 88 dese de aşk temini tamamen bırakıp bir kenara atması
da mümkün değildir. Aşk temi, romanların kronolojik sırası dikkate alındığında
görülecektir ki, giderek romanlarda daha fazla yer tutmuştur. Bozkurtların
Ölümü’nde Almıla ve Onbaşı Pars’ın aşkı küçük bir yer tutmaktadır. Tahlillerle
derinleştirilmemiş, sadece yüzeysel olarak ifade edilmiş bir maceradır. Bozkurtlar
Diriliyor’da UUrruunngu’nun Ay Hanım’a olan aşkı; bbiirraazz ddaahhaa ddeerriinn rruuhh ttaahhlliilllleerriiyyllee
verilmiş, vuslat imkanı olmayışı sebebiyle de romandaki ağırlık merkezini zaman
zaman üzerinde toplayabilmiştir. Bu bakımdan şahıs kadrosu çok zengin olan ve her
karakterin hemen hemen aynı derecede öne çıkarıldığı Bozkurtların Ölümü ile
vak’anın Urungu etrafında geliştiği Bozkurtlar Diriliyor romanlarını “Bozkurtlar”
adıyla beraber ele alıp tahlil etmek mümkün değildir. Bozkurtlar Diriliyor’da Ay
Hanım’a aşık olan tek kişi Urungu değildir. Deli Ersegün de gençliğin verdiği bir
delilikle Ay Hanım’a aşıktır. Deli Kurt romanında aşk temi daha da önem kazanır.
Romanın baş karakteri Murat zaman zaman kahramanlıklarıyla zaman zaman da
aşkıyla romanda yer bulur. Bu romanda aşk temi adeta askerlik sevgisiyle eşit bir
düzeye yükselmiştir. Hatta zaman zaman eşitlik derecesini de aşarak en önemli öğe
durumuna gelmektedir.
“Deli Kurt, o zamana kadar en tatlı bekleyişin düşman beklemek olduğunu sanıyordu. Bu
akşam, sevgiliyi beklemenin daha tatlı olduğunu anladı. Gecenin okşayıcı esintisi arasında,
yıldızların titreştiği göğe bakarak: “”Gökçen’i burada ölünceye kadar bekleyebilirim”” diye
düşündü. 89
İnsanın düşüncelerinde zamana, mekana ve şartlara bağlı olarak en temel
konularda bile değişiklikler meydana gelebiliyor. Bu belki de bizim en insani
özelliklerimizden birisi. Aşk teminin artık bütün öğelere karşı galip geldiği, ağır
bastığı Ruh Adam romanında Selim Pusat çok sert askeri prensiplere sahip olan,
gönül maceralarını işsiz güçsüzlerin uğraşı olarak gören ve aşkı sadece askerlik
sevgisi olarak değerlendiren bir karakterken daha sonra aşkı tatmış bütün
prensiplerini bir kenara bırakabilecek kadar aşkın esiri olmuştur. Evli olmasına;
mizacına, düşüncelerine ve Şeref’in hatırasına ters düşmesine; hatta askeri kurallarını
çiğnemesine rağmen aşkına engel olamamıştır.
Selim’in, Murat’ın ve Burkay’ın evli oldukları halde başka kadınlara aşık
olmaları ve bu aşkları uğruna dünya görüşlerinden ve ahlaklarından taviz vermeleri
erkeklerin kadınlara zaafının bir ifadesidir. Atsız’ın Mete’nin askerlerine sevgililerini
vurma emri vermesi ve bazı askerlerin bu emri yerine getirememesini ısrarla dile
getirmesi de aynı zaafın vurgulanmak istenmesindendir. Bozkurtlar’ın Ölümü’nde
açlıkta, yoklukta, zorlukta bozulmayan Türk ahlakının Çinli kızların cilveleriyle
bozulmaya başlaması da bundandır. Unutulmamalıdır ki, en büyük Türk
hükümdarlarının, en kahraman komutanların bile zaman zaman kadınların elinde
oyuncak olduğu tarihi bir gerçektir.
Ruh Adam romanında aşkın şehvetten başka bir şey olmadığına inanan Doktor
Cezmi, Selim’e bu düşüncesini ifade eder:

“...Kesilmiş bir koyunun kasap dükkanındaki manzarası hoşa gitmez, hatta bazılarına
iğrenç görünür. Fakat usta bir aşçının elinde nefis bir et yemeği olduğu zaman, dükkandaki
manzarasına bakamayanlar bile onu iştahla yer. Aşk da böyledir. Aslında şehvettir, yani hayvani
bir istek. Fakat romantik bir muhayyele onu o kadar süsler ve güzelleştirir ki, aşkın ilahi bir duygu
olduğuna inanırız. Yüzlerce yıldan beri bu şairane tarifleri dinleye dinleye aşkın insanüstü bir şey
olduğunu sanmışızdır. Gerçekte şehvet isteğinden başka bir şey değildir.”90
Bu düşüncelere Atsız’ın ne kadar katıldığını bu cümlelerden tahmin etmek
kolay bir iş değil; fakat bu tür tartışmalar, fikir çatışmaları Atsız’ın eserlerinin
didaktik ve felsefi taraflarını oluşturmaktadır.
Atsız’ın eserlerinde katı Türkçü ve askeri düşüncelerle ince bir muhayyilenin
ürünü olan aşk motifi bir arada işlenmiştir. Eserlerinde böyle bir yapının oluşmasının
sebebi de yine şüphesiz Atsız’ın kişilik özellikleridir. “...Atsız, ateşli ve keskin bir üsluba
sahip olması yanında, hususi hayatında sakin, kibar, mülayim, nüktedan ve şakacı idi.” 91
Atsız’ın romanlarında aşk duygusunu oluşturan, geliştiren ve ona estetik
güzellikler ilave eden alt motifler vardır. Romanlarını tamamlayan bir özelliğe sahip
olan şiirlerinde de görülen bu alt motifler, romanlardaki aşk maceralarını kuru bir
hikaye olmaktan çıkarıp onlara masalsı ve hatta mitolojik bir hava katmaktadır. Bu
alt motiflerin en önemlilerinden biri de göz motifidir.
Atsız’ın eserlerinde aşık olunan kadınların büyük çoğunluğu Uygur Türklerine
mensuptur. Bozkurtlar Diriliyor romanında Urungu Dokuz Oğuz Türklerinin
liderliğini üstüne almış bulunan Ay Hanım’a aşık olmuştur. Tarihte Dokuz Oğuz On
Uygur adıyla bilinen ve bu isimle Göktürk kitabelerine de geçen Türk topluluğunun
daha sonra Uygur Devletini kuran Türklerin ataları olduğu bilinmektedir. Deli Kurt
romanında Murat’ın aşık olduğu Gökçen Kız Karamanoğulları hakimiyeti altındaki
Varsak Türkmenlerine ait obadan Karasi’ye göçmüş garip ve olağanüstü güçlere sahip
bir kızdır. Romanın daha ileriki sayfalarında ise Gökçen’in soyunun aslında Uygur
Türklerine dayandığını öğreniyoruz. Gökçen’in dedesi olan Uçkara Bahşı’nın babası
Kamlançu ülkesinden kaçarak Karaman Eline kadar gelmiş bir mültecidir. Ruh Adam
romanının başında anlatılan Uygur masalındaki Yüzbaşı Burkay ile Açığma Kün
arasındaki aşk Kamlançu ülkesinde geçmektedir. Aynı romanda asıl vakayı tamamlar
nitelikteki son bölümde yer alan Ülker adlı kızın da menşei Kamlançu ülkesine
bağlanmaktadır. Atsız’ın Kamlançu ülkesi ve Uygur Türkleri ile bu kadar
ilgilenmesinin sebeplerini çözmek zor bir iştir. Ancak bir varsayıma göre kamlançu
kelimesini oluşturan kam, lan ve çu heceleri ayrı ayrı şaman anlamına gelen birer
kelimedir. Uygur Türklerinin de şaman kültürünü yaşatan en ilkel Türk
topluluklarından biri olduğu bilinmektedir. Muhtemelen Atsız burada da Türk
kültürüne ait unsurları yaşatma ve tanıtma eğilimi içine girdiği için bu unsurlara
eserlerinde geniş yer vermiştir.
Atsız’ın romanlarındaki aşk maceralarının hiçbiri mutlu son ile bitmez. Hatta
Atsız’ın eserlerinde mutlu son yoktur. Bozkurtlar’ın Ölümü romanı Kür Şad ve kırk
kahraman askerinin ölümüyle son bulur. Bozkurtlar Diriliyor’da Urungu kucağında
Ay Hanım’ın cansız bedeni olduğu halde Ölüm Uçurumu’ndan atlayarak hayatına son
verir. Deli Kurt romanı Karısını, çocuklarını ve çok sevdiği Gökçen’i bir selde
kaybeden talihsiz şehzade Murat’ın kendini acılar içinde yollara vurmasıyla son
bulur. Ruh Adam romanında anlatılan Uygur masalında Yüzbaşı Burkay Açığma
Kün’e duyduğu büyük aşktan hastalanarak ölür. Aynı romandaki asıl vakada ise Selim
Pusat’ın sonu meçhuldür. Zaten mutsuz bir hayatı olan Selim Pusat’ın mutlu bir sona
ulaşamadığı her ne kadar ifade edilmemişse de okuyucuya sezdirilmiştir. (Ruh Adam)

romanı Atsız’ın diğer eserlerinin aksine belirli bir sonuca bağlanmadan bitmiştir.
Belki de Atsız yazmayı düşündüğü Yalnız Adam romanını Ruh Adam romanının
kurgusu üzerine bina etmeyi düşündüğü için bu romanı kesin bir neticeye
bağlamadan bitirmiştir.)
Atsız’ın romanlarında ağaç, sevgililerin altında görüştükleri önemli bir
unsurdur. Oğuz Kağan’ın bir ağaç kovuğunda gördüğü bir kıza aşık olarak onunla
evlenmesini hatırlatan sahneler Atsız’ın eserlerinde de sıkça karşımıza çıkar.
“Ava gitmişti bir gün, ormanda Oğuz Kağan,
Gölün ortasında bir, tek ağaç uzuyordu,
Ağacın kovuğunda, bir kız oturuyordu
...
Oğuz kızı görünce, aklı başından gitti,
Nedense yüreğine kordan bir ateş girdi.
Gönülden sevdi kızı, tutup aldı elinden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden” 92
Ruh Adam romandaki Uygur masalında Yüzbaşı Burkay’ın Açığma Kün’ü bir
ağaç altında görüp aşık olması ile yukarıdaki durum arasındaki benzerliğe dikkatinizi
çekmek isterim.
“...Kamlançu ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde
çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak acının bakışlı, ay yüzlü
kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yer yüzü gözüne karanlık oldu. 93
Deli Kurt Murat, Gökçenle Yassı Tepe’de bir ağacın altında görüşmektedir. Bu
ağaç adeta aşklarının bir sembolü veya ifadesi gibidir. Gökçen’in ölümüne sebep olan
sel, bu ağacı da kökünden koparıp götürür.
Selim Pusat da Ayşe’nin öğrencilerinin mezuniyet töreninde Güntülü’yü bir
ağaç altında görür. Bu sahne onda çok eski zamanlarda da yaşanmış gibi bir his verir.
“...Güntülü orada tek başına, ellerini arkasına kavuşturmuş olduğu halde ağaca dayanarak
duruyor, iki gün önce Selim’i davete geldikleri zamanki yırtıcılığından eser kalmamış olan utangaç
ve çekingen bakışlarla kendilerine bakıyordu.
...
İki gün önceki parsın yerinde şimdi bir ceylan vardı. Çekingen bakışlı gözlerini Selim’in sert
bakışlarında tutmaya çalışarak özür ddiilleerr ggiibbii::
-Sizi burada bekledim efendim, dedi ve Selim bu sesi, bu bakışı ve onlardan daha çok ağaca
bu dayanışı tekrar hatırladı, yine içi ızdırapla doldu. Buna benzer bir sahne bir defa daha geçmişti.
İşte onun nerde ve ne zaman olduğunu bulamamak Pusat’ı öldürüyordu.”94
GÖZ:
Atsız’ın eesseerrlleerriinnddee ggööz, en belirgin motiflerden biridir. Bu motifi aşk teminin
alt motifi olarak almamızın sebebi romanlarda yeterince önemli bir yer tutmaması
değil; aşk temiyle bütünlük arz etmesidir.
Atsız’ın eserlerinde aşk gözlerde başlar ve gelişir. Aşık olunan kadınların diğer
fiziksel özellikleri üzerinde fazla durulmazken gözler ayrıntılı olarak tasvir edilir,
erkek karakterler üzerindeki etkileri uzun uzun anlatılır. Atsız’ın bu şekilde bir tutum
takınmasının en önemli iki sebebi, şüphesiz ki kadınların doğal güzelliklerini öne
çıkarmak istemesi ve gözlerin edebi eserlerde lirizmi destekleyen unsurların en önemlilerinden biri oluşudur.

Gözler, olağanüstü bir kudrete sahiptir ve umumiyetle yeşildir. Gökçen Kız’ın
insanı büyüleyen ve yeşil ışık saçan gözleri olağanüstü bir özellik gösterir. Gökçen’in
annesinin yeşil ışık saçan gözleri kendisine karşı sevgisi azaldığı zleri için kocasının
ölümüne neden olur.
Güntülü’nün yeşil gözleri de yine insanın içine işler. Bazen bir pars kadar
yırtıcı, bazen bir ceylan gibi ürkek, ama daima etkileyici bakışlardır. Güntülü’nün
gözlerini, Atsız’ın diğer romanlarındaki kadın karakterlerin gözlerinden ayıran
önemli bir ayrıntı vardır: Selim, farklı zaman ve mekanlarda Güntülü’nün gözlerini
farklı renklerde algılar. Önceleri ela olan gözleri daha sonra menekşe rengini alır. En
sonunda ise asıl rengi olan yeşile kavuşur. Muhtemelen burada, başlangıçta kimliği
karanlık olan Güntülü’nün romanın sonlarına doğru iki bin yıl önce ok
atılmayanlardan biri olduğunun anlaşılmasına paralel bir durum söz konusudur.
Gözlerinin rengi de tıpkı kimliği gibi esrarengiz bir hava oluşturur. Selim’in kafasında
çağrışımlar yoluyla belirli noktalar aydınlandıkça, Güntülü’nün gözzlleerriinniinn rreennggii ddee
belirginleşmektedir.
Burada “yeşil göz” bahsine tekrar dönmek üzere bir noktaya daha değinmek
doğru olacaktır. Atsız’ın, Güntülü’nün bakışlarını pars kadar yırtıcı olarak
nitelemesinde Yahya Kemal etkisi kendini hissettirmektedir. Yahya Kemal’in,
Hulyâmı tutan bir büyü var onda diyordum,
Gördüm: Dişi bir parsın elâ gözleri vardı.
Şeklindeki mısraları ile Ruh Adam romanının vak’a örgüsü arasında çok güçlü
bir bağ olduğu hissedilmektedir. Geri Gelen Mektup şiiri de, bu mısralarla beraber ele
alındığında kaynağını ifşa etmektedir.
Bozkurtlar Diriliyor’daki Ay Hanım’ın bakışları da insanın içine işler. İçine
işlemekle de kalmaz bu bakışlarla karşısındakinin aklından neler geçtiğini anlayabilir.
Açığma Kün’ün gözleri de yeşil alasıdır.
Atsız’ın yeşil gözlerin üzerine bu derecede düşmesinin sebebi şüphesiz ki, yeşil
gözü Türk tipinin bir özelliği olarak görmesidir. Çengiz Han’ın Türk olduğunu iiissspppaaattt
etmek için yazdığı bir makalede delil olarak Çengiz’in yeşil gözlü olmasını gösterir:
Çengiz’in tipi hakkındaki tarihi bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski
Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. 95
Atsız’da gözler; nurlu, ışıklı ve adeta semavi kaynaklı cisimler olarak karşımıza
çıkar. Gözler nurdur, ışıktır, ateştir, alevdir.
“Yüzün aya benziyor. Kaşın yaya benziyor. Gözlerin yeşil alası. Saçların arslan yelesi.
Yürüyüşün turna gibi. Salınışın suna gibi. Hangi yerden, kaynaktansın. Hangi boydan,
oymaktansın.
...
Bakışların ışık mı? saçların sarmaşık mı? yıldız mısın, güneş mi? alev misin ateş mi? neden
sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her bir yanın? Söyle, nedir adın, sanın?”

“Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu...
Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru sürünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!...
...
Gözler ki birer parçasıdır sende ilahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin.

Deli Kurt romanında Gökçen’in gözleri görenleri öldürecek bir kudrete
sahiptir. Bu yüzden Gökçen gözleri peçeli dolaşmaktadır. Obada yalnız gezer. Kimse
yanına yaklaşmaya hele gözlerine bakmaya cesaret edemez.
“-Bu Gökçen Kız korkunç bir kızdır. Ondan kurt, kuş, yılan, çıyan bile korkar. Obanın
köpekleri onun yanına yanaşamaz. Kurtlar ondan kaçar. İki arşınlık koca yılanı bakışı ile
bayılttıktan sonra eliyle boğduğunu ben şu gözlerimle gördüm. 98
Deli Kurt Murat, Gökçen ile çok kısa bir süre göz göze geldiğinde Gökçen’in
gözlerinden çıkan ışık yüzünden gözleri kamaşır:
“Deli Kurt, yakın mesafeden göğsüne ok yemiş savaşçı gibi irkildi. Sonra kamaşan
gözleriyle bir anda çevresini görmiyerek dehşete kapıldı. Bir eliyle gözlerini kapayarak elinde
olmadan, yılan sokmuşçasına fırlayıp ayağa kalktı. Göz göze geldikleri zaman kızın bakışlarından
yeşil bir ışık çıktı gibi görmüş, bu ışıkla kamaşan gözleri hiçbir şey görmez olunca kör oldum
sanarak fırlamıştı.” 99
Gökçen’in annesinin gözleri de Gökçen’in gözleri gibi ışıklı ve olağanüstüdür.
Bu ışıklı gözlere bir erkeğin bakabilmesi için gözlerin sahibini büyük bir aşkla
sevmesi gerekmektedir. Nitekim Gökçen’in annesi Esen Börü, kendisine sevgisi
azalan kocasını gözlerinden çıkan ışığın etkisiyle zlerinden öldürmüştür.
“Herkes bilmesin diye Gökçen’in teyzesi imişim gibi konuk oldum. Beni sevmedin de mi
kaçtın, diye sordum. Hayır seviyorum, dinsizliğiinnddeenn kkaaççttım, dedi. Peçemi açtım. Sevgisi olsaydı
hiçbir şey olmayacaktı. Meğer sevgisi bitmiş. Bakışıma dayanamadı. Bana öyle bakma deyip
hastalandı. Birkaç gün sonra da ölmüş.”100
Bozkurtlar Diriliyor’da Ay Hanım’ın gözleri de hemen hemen aynı özelliklere
sahiptir. Ayrıca Ay Hanım bakışlarıyla karşısındakinin düşünncceelleerriinnii
okuyabilmektedir.
“-Beğ yiğit! Ay Hanım büğü yapmaz ama gözleri büğüden daha yamandır. Ağu içirmez ama
sözü ağudan daha keskindir. Okla yüreği delmez. Bakışıyla öldürür. Gülümseyişi, seni kılıç
çalışından daha beter devirir. Yazık olur sana beğ yiğit!” 101
Deli Kurt romanında Gökçen’in ve annesinin gözlerinden çıkan yeşil ışık
çıkması bu romana damgasını vuran en önemli unsurlardan biridir. Buna benzer bir
hadise Bozkurtlar’ın Ölümü’nde de geçmektedir.
“...Almıla ardına baktı: Çinli beğ kendisine yaklaşırken ötekiler de ona yaklaşıyorlardı.
Gözleriyle arkasını bir süzdü: Onbaşı Pars’ı görmüştü. Göz göze geldikleri zaman sanki ikisinin
gözlerinden birer gizli ışık çıktı ve bu ışıklar ok ggiibbii ggggiiiiddddeeeerrrreeeekkkk ööööttttekinin yüreğine yerleşti...”

49
Göz motifi, Atsız’ın eserlerinde lirik ve estetik muhayyilenin zirveye çıkmasına
vesile olmuştur. Atsız’ın eserlerinde en ince ve lirik kısımlar göz motifinin işlendiği
kısımlardır. Göz motifi eserlere o derece bir renk getirmiştir ki, okurken adeta yeşil
ışıkların gözünüzü kamaştırdığını hissedebilirsiniz. Bu durumun oluşmasında Atsız’ın
üslubundaki kudret de çok önemli bir etkendir. Atsız, yaptığı tasvirlerle bir resimde
bile gözümüzden kaçabilecek ayrıntıları bize gösterebilecek kadar güçlü bir üsluba
sahiptir.
IŞIK:
Atsız, ışık motifine de büyük bir önem ve yer vermiştir. Bunun en önemli
sebeplerinden biri ışığın destanlarda çok işlenmiş bir motif olmasıdır.
“Işığın Türklerdeki en güzel ve manalı hali rklerdeki destanlara aksetmiştir. Gökten inen ilahi bir ışık
vardır ki, indiği yere, Tanrı’nın Türk soyuna vergisi olan olağanüstü bir tesir yapar, ışığın tesiriyle
doğan çocuk veya onun nesli milli bir kahraman olarak Türkleri, zafer ve şeref ufuklarının birinden
ötekine doğru doludizgin koşturup tarihe şanlı sayfalar yazar. Türk destanlarındaki “”kurt”” ve
“”ışık”” Tanrı’nın Türkleri yükseltmek için gönderdiği vasıtalardır.” 103
Atsız, ışık motifini en çok gözlerle beraber kullanmıştır. Bunun örnekleri göz
motifinde işlendiği için tekrar etmeye gerek duymuyorum. Bunun dışında ışık en çok
kadın karakterlerin isminde kullanılmıştır. Gün Yaruk, Ay Hanım, Açığma Kün,
Güntülü, Aydolu, Nurkan, Ülker gibi isimler hep ışık motifini öne çıkarmak için
seçilmiş isimlerdir. Zira Ayşe’nin öğrencileri olan Güntülü, Aydolu ve Nurkan, Selim
tarafından “ışık kızlar” adıyla anılır. Burada Oğuz Kağan’ın göğün kızı ile
evlenmesinden doğan çocuklarına Gün, Ay, Yıldız isimlerini koymasını gözden
kaçırmamak gerekir. Kızlar sadece isimleriyle değil güzellikleriyle de ışığı
hatırlatırlar.
“Dudaklarını hiçbir zamanın görmediği, hiçbir çağın göremiyeceği o ilahi yüze değdirerek
öptü ve hala sıcak olan o mehtap kadar, güneş kadar güzel olan yüzden ayırmadan, bir an içinde
bütün mazisini yıldırım hızıyla hatırlayıp “”hoşça kal Ötüken”” diye düşündükten sonra kendisini
boşluğa bıraktı...”104
Kızların güzelliği ay ve güneşle kıyaslanır. Bu mukayasenin sonucunda zaman
zaman kızın güzelliği galip gelebildiği gibi bazen de ışığın güzelliği kızın güzelliğine
eşit olabilmekte, tercih yapılamamaktadır.

Göz kamaşır, gelince
Ayla o kız yanyana
Birisi göz ışıtır,
Birisi girer kana.
Ay mı güzel, o kız mı?
Bunu soran sorana.
Birbirinden parçadır
Gibi geliyor bana.
...
Ayla o kız bir gece
Karşı dağa indiler
Orda gönül denilen
Bir otağa indiler
Bulutlar yılkı oldu,

İki güzel bindiler
Ay, kız oldu; kız da ay...
Birbirine sindiler.

Uygur masalında Açığma-Kün’den isminden çok “parlak bakışlı ay yüzlü kız”
tabiriyle bahsedilir. Şu iki mısralarda da kadın güzelliğinin ışık bakımından ay ve
güneşe olan üstünlüğü dikkat çekicidir:
“Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse”106
Atsız’ın eserlerinde ışık ve kadın güzelliğinin beraber kullanılmasındaki sebebi
anlamak için ışığın destanlardaki yerini bilmek yeterlidir. Bu konuda Nihad Sami
Banarlı’nın görüşleri dikkate alınmalıdır:
“ışık, destanlara semavi aydınlık veren, dini-bedii bir destan unsurudur. Destanların büyük
kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve mukaddes Türk çocuklarına annelik yapan kadınlar,
çok kere ilahi bir ışıktan doğarlar.”107
Ruh Adam romanının son kısmında Selim Pusat büyük mahkemeye çıkarılır.
Burada Atsız’ın eserleri içinde ışığın en olağanüstü şekliyle karşılaşıyoruz. Çünkü
Tanrı, gözleri kamaştıran bir ışık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sahne Hz.
Musa’nın Tur dağında Allah’ı bir ışık olarak gördüğü şeklindeki inancı
hatırlatmaktadır:
“Birdenbire, kasırganın ulu ağaçlardan kurulu bir ormana çarpmasındaki sese benzer
ürpertici, fakat güzel bir gürültü sonsuz alanı kapladı ve Selim Pusat tam karşısında göz
kamaştırıcı, heybetli bir ışığın parladığını, aynı anda, o çok büyük meydandaki milyonların hep
birden ayağa kalkarak ışığa baktıklarını gördü. Bir el, kolundan tutarak kendisini de ayağa
kaldırdı ve Pusat gerçekten bir mahkemede bulunduğunu anladı. Yanı başında, kendisini ayağa
kaldıran Yek, fısıldar gibi bir sesle “”Tanrı’nın huzurunda bulunuyorsunuz”” deyince Selim esas
duruşa geçti. İçkinin tesiri geçmiş, onun yerine başka türlü, anlatılmaz bir sarhoşluk gelmişti.
Dünya kadar, kainat kadar geniş olan meydanda çıt çıkmıyordu.” 1 08
Atsız’ın eserlerinde gece tasvirlerinde de ışıktan çokça yararlanılır. Dolunaylı
veya yıldızlı gecelerin güzelliğinden bahsedilir.
Türkçülerin ışık kavramına özel bir önem verdikleri bilinmektedir. Ziya Gökalp
Türk destanlarından hareketle yazdığı masallarını topladığı kitabına “Altın Işık” adını
vermiştir. Türk milliyetçiliğinin siyasi sahadaki temsilcisi Alparslan Türkeş
belirlediği dokuz doktrine “Dokuz Işık” adını vermiş ve bu doktrinleri aynı isimli
kitabında ayrıntılı olarak açıklamıştır. Yakın zamanda Işık TV adıyla milliyetçi bir
televizyon kanalının kurulduğu da malumdur.
MÜZİK:
Atsız’ın romanlarında görsel bir öğe olarak ışık ne derece estetik bir malzeme
ise işitsel bir unsur olarak da müzik o derece etkileyiciliğe sahiptir. Romanlarda
enstruman çalan karakterler vardır. Bunların sazlarından çıkan ezgiler diğer
karakterler üzerinde adeta büyüleyici bir etkiye sahiptir. Bozkurtların Ölümü’nde
Kara Ozan’ın kopuzuyla çaldığı ezgiler kah çeerriilleerrii coşturmakta, kah gönülleri
dağlamaktadır. Kara Ozan, kağanı bile açıkça eleştirebilmektedir. Çünkü töre gereği
ozan sözü kutlu sayılır. Kara Ozan kopuzuyla o kadar bütünleşmiştir ki Çin sarayına
baskına giderken dahi ondan ayrılmaya gönlü razı olmamıştır. Deli Kurt romanında

Gökçen kaval çalar. Gökçen’in çaldığı kavalın sesi büyüleyici bir özelliğe sahiptir.
Aşkından dolayı Deli Kurt da kaval çalmayı öğrenir. Macarlarla savaşa giderken
kavalını da yanına almaktan kendini alıkoyamadığı için Bölükbaşı Çakır tarafından
eleştirilir. Macarlara esir düştüğünde geceleri sabahlara kadar tepelerde kaval çalar.
Gökçen’in Yassı Tepe’de çaldığı kavalın sesini kilometrelerce öteden duyabilir. Aynı
romanda Şeytan Dağı’nın çobanı Kara Çoban da kaval çalar. oban Kara Çoban’ın
yamaklarından biri olan Göcenoğlu ise kopuz çalmaktadır. Bu romanda kopuz ikinci
bir enstruman olarak karşımıza çıkar. Yine aynı romanda anlatılan Şeytan Dağı
masalında şeytan Varsak kızlarının gönlünü çelebilmek için telleri gümüşten olan
altın bir bağlama çalar. Ruh Adam romanında Selim, askeri düşüncelerle dolu biri
olarak marşlardan hoşlanır ve özellikle de eski arkadaşlar marşını çok sever. Nurkan
piyanoda eski arkadaşlar marşını çalarak Selim’e Harp Okulu yıllarını yeniden
yaşatır.
“Nurkan piyanoyu konuşturuyor, oldum olası marşlardan hoşlanan Pusat bu akşam
duyduğu zevki şimdiye kadar tatmamış olduğunu anlıyordu. Müziğin bu kadar tesirli olacağını hiç
tahmin etmemişti.”109
Ruh Adam romanında Selim’in, Nurkan’ın piyanosunu dinleyerek mest olması
olayını hatırlatan ve Atsız’ın Askeri Tıbbiye öğrencisi olduğu zamanları anlatan şu
satırlar, Atsız’ın Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi isimli eserinden alınmıştır:
“Tıbbiyelilerin şarkısı haline gelip birlikte söylenenler de vardı. Bunlar bazan
“”teneffüshane”” denilen salonda, piyanonun refakati ile söylenirdi. İçiimmiizzddee bbiirrççookk ppiiyyaannoo ççaallaann
vardı.

Eski Tıbbiyelilerin çok sevdiği ve çok söylediği yukarıdaki şarkıyı geçenlerde radyoda
dinlediğim zaman çok duygulandım ve radyonun bayağı zenci musikisi ve kedi miyavlamasına
benzeyen İngilizce cazırtılar yerine bize mazinin sesini getiren besteleri dinletmesini gönülden
dilerim.” 110
Müzik, sadece sazların ahenkli ve büyüleyici sesleri olarak karşımıza çıkmaz.
Ay Hanım’ın, Gökçen’in ve Güntülü’nün sesleri de büyüleyici bir ezgiye sahiptir. Ruh
Adam’da bir de meçhul kadın sesi vardır. Selim, bu sesi Çamlı Koru’da Prenses Leyla
ile tanıştığı gece duyar. Ancak bu sesin Leyla’ya mı, Güntülü’ye mi yoksa başka birine
mi ait olduğu romanda açık olarak ifade edilmemiştir. Sanki bu ses tenasüh inancıyla
paralellik göstererek yüzlerce yıl uzaktan gelen esrarlı bir kadın sesidir. Bir şiirinde de
benzer bir durumu ifade eden dizeler dikkat çekmektedir:
“Uzaktan bana bir seslenen mi var?
Ne diyor? Sesini alamıyorum.” 111
OLAĞANÜS TÜ MEKAN :
Ruh Adam romanında Çamlı Koru, Deli Kurt romanında Yassı Tepe,
Bozkurtlar Diriliyor’da Ölüm Uçurumu olağanüstü olayların cereyan ettiği
mekanlardır. Bu mekanlar aslında olağanüstü bir özelliğe sahip değildir. Olağanüstü
olan, bu mekanlarda geçen hadiselerdir. Romanlardaki olağanüstü olayların
tamamına yakını bu mekanlarda geçer. Bu mekanlar, romanların masalsı özzeelllliikklleerriinnii
yüklenen –adeta Kaf Dağı türünden- yerlerdir. Bununla beraber bu yerler hayali
mekanlar değildir. Olağanüstü olaylar da sadece romanların önemli kkaarraakktteerrlleerrii çevresinde gelişir. Bunun dışında aynı mekanlara giden başka karakterlerin başından
olağanüstü olaylar geçmez.
Ruh Adam romanında, Selim Pusat için Çamlı Koru, artık iyice nefret ettiği ve
tahammül edemediği kalabalıklardan kaçmak amacıyla sığındığı tenha bir mekandır.
“Tek başına Çamlı Koru’da dolaşırken ölümü düşünür, hayatın manasızlığı karşısında onun
derin manasını daha çok kavrardı. İnsanlar şu manasız hayata sıkı sıkıya yapışmış oldukları için
Selim’in onlarla anlaşmasına imkan yoktu. Bundan dolayı Çamlı Koru’ya kimsenin bulunmadığı
zamanlarda gidiyordu.” 112
Ancak Selim Çamlı Koru’da hiçbir zaman aradığı sükuneti bulamayacaktır.
Aksine Selim’in zaten mutsuz olan hayatını iyice alt üst eden olaylar Çamlı Koru’da
başlayacaktır. Kendisine asırlar öncesine ait çağrışımları hissettiren esrarlı kadın
sesini Çamlı Koru’da duyar. Tahtın varisi Prenses Leyla ile orada tanışır. Yek denen
melunu ilk defa orada görür. Güntülü, Selim’e iki bin yıl önce de yaşamış olduklarını
ilk defa Çamlı Koru’ya ggiirreerrkkeenn ssööyylleerr..
“Çamlı Koru, Selim Pusat’a her zaman sürprizler hazırlamıştı.” 113
Deli Kurt romanında; Murat, Yassı Tepe’de oba beğinin oğlu ile vuruşup her
ikisi de ölümcül yaralar aldıkları zaman Gökçen’in sürdüğü ilaçla çabucak iyileşirler.
Esaret günlerinde Gökçen’in Yassı Tepe’de çaldığı kavalın sesini kilometrelerce
öteden duyabilmektedir. Yassı Tepe’nin eteğindeki pınarın suyundan içenler
yediklerini olağanüstü bir çabuklukta sindirir ve hemen yeniden acıkırlar. Yine Yassı
Tepe’nin eteğindeki kuyu yaraları çabucak iyileştiren şifalı suya sahiptir.
“Kız doğru söylemişti. Suyun içinde farkına varılacak şekilde iyileşiyordu. Su ılık olduğu
halde biraz önce bütün gövdesinde duyduğu sıcaklıktan eser kalmamıştı. Oynak yerlerindeki ağrılar
da geçmişti.” 114
Bozkurtlar Diriliyor romanında Ölüm Uçurumu her yıl mmuuttllaakkaa bbiirr bbiirr eeerrrkkkeeekkkllleee
bir kadın alır:
“-....Bakın şu Ölüm Uçurumu ne yaman şey! Ben daha çocukken bu uçurumun adını
duymuştum. Her yıl bir erkekle bir kadın almadan olmıyan bu derin yarığın gerçekten de nice
erkeklerle kadınları koynunda kaybettiğini bilirim. Bir er, bir kızı sseevveerr ddee aallaammaazz,, bbuu yyüüzzddeenn
çılgına dönerse kanındaki delilik burada yatışırmış. Ben Almıla ile birlikte doludizgin buraya doğru
at sürerken birden gür bir ışığın sallanmasıyla durmuştuk. Karanlıkta bir ses: “”Durun! İlerde ölüm
var”” diye bağırıyordu.” 115
Aynı romanın sonunda Ölüm Uçurumu Urungu ile Ay Hanım’ı da alarak hiç
aksamayan, istisna kabul etmeyen her sene bir erkek ve bir kadın alma kuralını yerine
getirmiştir.
Bozkurtların Ölümü romanında da Kıraç Ata’nın mağarası olağanüstü bir
mekan özelliği gösterir. Ancak diğer eserlerdeki olağanüstü mekanlardan farklı
olarak, burası bir aşk macerasının kaynaklandığı bir yer değildir. Kıraç Ata bir
kamdır. Dört oyuktan oluşan mağarasında dört doğan, iki kurt ve bir ayı ile birlikte
yaşamaktadır. Bögü Alp’a saldıran ayı, Kıraç Ata’nın sözlü ihtarına itaat ederek
kovuğa girer. Doğanlar, Kıraç Ata’nın sözüne uyarak konuk için av kuşları getirirler.
Bögü alp kendisine ikram edilen kımızın tadını şaşılacak derecede güzel ve farklı
bulur. Bu kımızın Tanrı kısraklarının sütüyle yapılmış olduğuna kanaat getirir.
Bütün bu mekanların dışında Hüseyin Nihal Atsız’ın en çok önem verdiği ve
eserlerinde çok derin bir özlemle bahsettiği çok özel iki mekan daha vardır: Ötüken ve Tanrı Dağı. Bu iki mekan Türklüğün kaynağını aldığı, Türklerin birlik ve
beraberliğinin sembolü olan, Türk Ülküsü içinde çok özel bir yere sahip, yarı destansı
mekanlardır. Bu iki mekan, Turan ülküsünün ve Türkçülüğün eserlere yansımasıdır.
Atsız’da Ötüken aşkı öyle ileri bir dereceye varmıştır ki, Bozkurtlar’ın Ölümü ve
Bozkurtlar Diriliyor romanlarında hiç görmediği halde Ötüken ve çevresini gerçeğe
uygun olarak tasvir edebilmiş, kendisi görmeden bize göstermeyi başarabilmiştir. Bu
iki romanda vakanın çok büyük bir kısmı Ötüken’de geçer. Ötüken Göktürklerin
merkezidir. Orhun Abidelerinde “...Ötüken yerinde oturup kervan kafile gönderirsen hiç bir
sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın...”116 sözleriyle dile
getirilen Göktürklerin Ötüken sevgisi bu iki romanda da ifade edilmiştir. Türkler
Ötüken’de oldukları zaman mutludurlar. Ötüken’in havası onları dinç tutmaktadır.
Çin’e esir düştüklerinde basık Çin evlerinde hastalanarak klerinde eevvlleerriinnddee hhaassttaallaannaarraakk öööllleeennnllleeerrrin sayısı
azımsanmayacak kadar çoktur. Bahaaddin Ögel Ötüken’in Türk siyasi hayatındaki
önemini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Ortaasya imparatorluklarında çok önemli bir inanış vardı. Ortaasya’yı hakimiyeti altına alan bir
devlet, başkent olarak, Göktürklerin Ötüken ve Çingiz-Han çağında da Kara-Korum denen bölgeyi seçmek
zorunda idi. Çünkü burası kutsal bir yerdi. Ortaasya egemenliği ancak bu görevi yerine getirmekle
tamamlanırdı.”117
Tanrı Dağı, Atsız’ın muhayyilesinde ataların ruhlarını barındıran kutsal bir
mekandır. Ötüken, Türk milletine hayat ve güç veren dünyevi bir mekan olarak
düşünülmüş; Tanrı Dağı ise ruhların buluşma noktası olarak uhrevi bir kimliğe
bürünmüştür. Bu yönüyle Tanrı Dağı, Uçmağ’ın (cennet) somutlaştırılmasıdır.
“Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi akarak Tanrı Dağı’na
doğru yürümeye başladılar.. Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu.
Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı’nın huzurunda
başlayan bu en muhteşem resmigeçit büyük, sonsuz boşluğu ssaarrssaarrkkeenn bbbiiirrrdddeeennnbbbiiirrreee bbbiiirrr tttüüürrrkkküüü;;;
azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kainatı titretti...”118
Atsız’ın, eserlerinde Orta Asya coğrafyasına özel bir önem vermesini Ömer
Özcan şu şekilde değeerrlleennddiirriirr::
“İlk önce Türk dünyasına, coğrafyasına sanatçı gözüyle duygu dünyasında yaklaşmış,
eserlerinde tema olarak ele almış, terennüm etmiştir. Eski yurdumuzu, ata yurdlarını ttoopplluummaa
tanıtmış, sevdirmiştir. Altaylar, Tanrı Dağları… hayalimizde pembe bulutlarla kaplı, görkemli,
efsanevi diyarlar oldular.”119
KADIN :
Atsız’ın eserlerinde Türk kadını; erkeklerle her yönden eşit olmamakla beraber
itibar gören, saygıyı hak eden, cesur, çilekeş namus ttiimmssaallii vvee ggüüzzeelllliikk aabbiiddeessii bbiirr
unsur olarak ele alınır. Atsız, cumhuriyet devrinde kadına her türlü hakların verildiği
bir dönemde yaşamış ve eserlerini bu dönem içerisinde yazmıştır. Ancak eeessseeerrrllleeerrriiinnndddeee
kadını yücelten ifadelere yer vermesi ve kadının vak’a içeerriissiinnddee öönneemmllii bbiirr yyeerr
tutması cumhuriyet dönneemmiinnddee kkadına sağlanan haklarla ilgili değildir. Bu daha çok,
Türk töresine dayanan ve Türk destanlarından beri süregelen bir anlayışın
yansımasıdır. Nihad Sami Banarlı, kadının Türk destanlarında ele alınış şeklini şu şekilde ifade etmiştir:

“Kadının destanlardaki yeri, sosyal hayattaki üstün ve muhterem mevkiin aynıdır. Türk
toplumunda kadın bazan aile reisi, fakat her zaman Türk evinin direği; erkeğinin vefalı arkadaşı,
en mühim olarak da mukaddes Türk çocuklarının annesi idi.”120
Atsız da Türk Edebiyatı Tarihi isimli eserinde aynı durumu şu şekilde ifade
etmektedir:
“Türk ailesi Kunlar devrinden beri babanın hakimiyeti altında ana ve çocuklardan
mürekkep bir ailedir. Araplarda, İranlılarda, Yunanlılarda, Romalılarda olduğu gibi kadın aşağı ve
esir sayılmazdı. Kadın muhteremdi. Kapalı değildi.” 121
Bir başka makalesinde bu durumu daha ayrıntılı olarak ele alır. Kadının Türk
medeniyeti içindeki konumundan hareketle, hangi bakış açısıyla görülmesi ve kadına
karşı nasıl davranılması gerektiğini ifade eder:
“Dünnyyaaddaakkii mmuuhhtelif milletler arasında Türkler, kadına gerçek değerini veren belli başlı
milletlerden biridir. Eski Yunanlılar, Romalılar, Araplar, İranlılar ve Hindliler kadını kötü bir
yaratık sayıyor ve ona esir muamelesi yapıyorlardı. Türklerde ise saygı görüyor, fakat hiçbir zaman
da her işte erkekle eşit tutulmuyordu. Zaten fizyolojik ayrılıklar erkekle kadının tamamı ile müsavi
olmasına engeldir.
Bugün memlekette kadına karşı yanlış bir hava esiyor: Ya onun hukuku hiç tanınmıyor,
yahut da feminizm teranesi altında ona fevkalade itibar ediliyor, adeta imtiyazlı bir sınıf
muamelesi gösteriliyor. Bunların ikisi de yanlıştır. İkisi de kadını manevi sukuta götürür.
Birincisinin neticesinde kadın esarete, ikincisinin neticesinde de koketliğe düşer.” 122
Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanlarında kadınlar da
neredeyse erkekler kadar savaşçı ve cesurdur. Bozkurtlar’ın Ölümünde, Ötüken’in
kıtlık günlerinde Çalık açlıktan ölmemek için bütün gün avlanmaya çalışır. Fakat
hiçbir av avlayamaz. Sançar tarafından kendisine verilen tavşanı da Yamtar ile yaptığı
güreşte yenilerek ona kaptırır. Bu şekilde çadırına eli boş dönen Çalık, karısının bir
geyik avlamış olduğunu görür ve hayretler içinde kalır. Karısından azar işiten çalık
ona cevap veremez:
“Karısı söze karışınca Çalık sustu. Çünkü onun ne yaman kadın olduğunu biliyordu. O,
karısını hem çok sever, hem de ondan çekinirdi. Karısıyla evlendiğinin ilk ayında bir gün onunla
ağız dalaşı etmiş, sonra iş kızışmış, yumruğa binmiş, Çalıkla karısı iki pehlivan gibi dövüşmüşlerdi.
Çalık bu dövüşte karısını bastıramamış, hatta eline kırbacı geçiren karısından yaman iki kırbaç
yiyerek yüzü kan içinde kalmıştı. İşte mal meydanda idi: Çalık kendisine verilen tavşanı bile
kaptırdığı halde karısı koca bir geyik yakalamıştı.”123
Aynı romanda Işbara Alp’ın kızı Almıla hem eşsiz güzelliği hem de ccceeesssaaarrreeetttiii iiillleee
bütün erkeklerin sevgisini kazanmıştır. Bütün erkekler Almıla ile evlenebilmek için
yanıp tutuşmaktadır. Hatta Çinli Şen-king bile Almıla ile eeevvvllleeennnmmmeeekkk iiisssttteeemmmeeekkkttteeedddiiirrr...
Şen-king bir gün yanında iki adamı olduğu halde Almıla ile konuşmaya çalışır. O
sırada Onbaşı Pars yetişir ve kısa süren sözlü bir tartışmadan sonra Şen-king ve bir
yaveriyle dövüşmeye başlar. Almıla da Şen-king’in diğer yaveriyle dövüşür ve onu
öldürür.
“Almıla bıçağını çekmişti. Birbirlerinin çevresinde bir döndüler. Sonra Almıla’nın
atılmasıyla gene göğüs göğüse geldiler. Çevik bir çelme ile Çinliyi gene yere çalan Almıla sol eliyle
onun bıçak tutan sağ elini yakalarken diziyle de öteki koluna bastı. Sonra hızla kaldırdığı bıçağını sapına kadar boğazına sapladı.”


Sadece kucağından oğlak kapabilen erkekle evlenmeyi kabul edeceğini
söyleyen Almıla hem Şen-king’e hem de diğer Türk erkeklerine meydan okur. Yapılan
yarışta oğlağı kimseye kaptırmayan Almıla gönül verdiği Onbaşı Pars’ın oğlağı
almasına izin verir.
Bozkurtlar Diriliyor’da Kür Şad’ın konçuyu ve kızı Urungu’nun yaşamasını
sağlayabilmek için bir çok fedakarlıklarda bulunurlar. Kür Şad’ın kızı, Urungu’yu
yaşatmak uğruna türlü işkencelere katlandıktan sonra Çinliler tarafından
öldürülmüştür. Kür Şad’ın konçuyu da oğlunu yetiştirebilmek uğruna yıllarca çile
çekmiş ve bu uğurda kendi adını bile unutmuş yiğit ruhlu bir kadındır. Aynı romanda
Ay Hanım, babası Baz Kağan’ın ölümünden sonra Dokuz Oğuzların yönneettiimmiinnii
üstüne alıp onları derleyebilecek kadar cesur, savaşçı ve devlet yönneettiimmiinnddee yyeetteenneekkllii
bir kadındır. Urungu’yu yaralamış, Yüzbaşı Örpen’i okuyla öldürmüş yaptıkları
dövüşte de Deli Ersegün’ü yenmiştir.
“Sinir gerilmelerinin son ucuna vardığı ve kılıç şakırtılarından başka ses işitilmediği bir
sırada birdenbire Deli Ersegün’ün sendeliyerek sola doğru iki adım attığı ve öne doğru bükülleerreekk
yere kapaklandığı görüldü. Birçokları bunu bir savaş hilesi sanmışlardı. Çünkü kimse ona kılıç
değdiğini görmemişti. Fakat göğsüne bastırdığı sol elinin kana bulanmış olduğu görülünce herkes
Gök Türk’ün yaralanıp düşmüş olduğunu anladı ve hepsi geniş birer soluk aldı: Ay Hanım vuruşu
kazanmıştı.”125
Deli Kurt romanında Satı Kadın kocasını ve bütün çocuklarını şehit vermiş
buna rağmen “Allah devlete zeval vermesin” diyerek metanetini kaybetmemiş bir
Türk anasıdır. Yörük olduğu için ihtiyar yaşına rağmen hala dinç ve güçlüdür. Bu
romanda da Gökçen; oku onun okunu aşan, atı onun atını geçen, güreşte onu
yenebilen bir erkekle evlenmek istemektedir.
Ruh Adam’da Ayşe Pusat kocası Selim’in hayattan kopması karşısında çok
üzülen ama bunu hiç belli etmeden gayretle onu hayata döndürmeye çalışan güçlü bir
kadındır. Selim’in kırıcı tavırlarına gücenmemekte, sürekli onun hayatın
güzelliklerini görmesini sağlamak için uğraşmaktadır. Ailenin geçimini de büyük
nispette üstüne almıştır. Hayatı okul ve ev arasında geçer. Okulda öğrreenncciilleerriinnddeenn
evde ise Selim ve oğlu Tosun’dan başka bir kaygısı yoktur. Dindar ve ahlaklı bbbiiirrr
kadındır. Sade giyinir, makyaj yapmaz.
Atsız’ın eserlerinde Türk kadınları namus ve ahlaki değerler bakımından da
büyük bir fazilete sahiptir. Bozkurtların Ölümü’nde Atsız yine Kür Şad vasıtasıyla
Türk kadınının üstünlüğüne karşılık Çin kadınlarının ahlaksızlıklarını şu şekilde ifade
eder:
“Tutsak Çin karıları bin türlü kannış yapıp Türk erlerini kandırıyorlar. Bizim kızlarımız
böyle kannış bilmez. Çin erkekleri nasıl kötü mallarını bize iyi maldır diye sürüp bizi aldatıyorlarsa,
Çin kadınları da kendilerini boya ile, kannış ile sürüp Türk erlerine satıyorlar. EEErrrkkkeeekkkllleeerrr çççaaabbbuuukkk
kanar. Çin kızlarını bir şey sanıyorlar. Elma gibi al yanaklı, kumral saçlı, ışık gibi yeşil ala gözlü,
suna boylu Türk kızları dururken sarı benizli, karanlık bakışlı, sıska Çin avratlarına gönül
kaptırıyorlar. Evli kadına ilişmek ölümle biter. Biter ama artık bu türe de suya düştü. Çünkü evli
kadınlar artık buna razı oluyorlar.
...
Çinli tutsakların karıları Türk erlerini avlıyorlar. Çinliler karılarının yaptığını bilmiyor mu? Biliyor... Biliyor ama sesini çıkarmıyor. Bilakis karısını kışkırtıyor.

Türk kadını olursa böylesi bulunmaz. Ama Çinli karılardan çıkıyor işte!... Çünkü Çinli
erkeklere para, mal gerek. Onun kesesi akça ile dolmalıdır. Akçayı almak için de malını verir, her şeyini verir, daha ileri gider, karısını da verir.”
 
Üst