Tarih Boyunca Kıbrıs
4000 Yıl Önce Kıbrıs
Kıbrıs adının bazı kaynaklarda Finike kökenli olduğu belirtilmektedir. Finike dilinde "kubru", "kıyı" anlamına gelmektedir. Finikelilerce bu adın kullanılması, Kıbrıs'ın Anadolu'ya "karşı bir kıyı" olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer kaynaklarda bakır anlamına gelen "zabar" kelimesinden çıktığını, bununda Akatça dilinde Cypr olarak okunduğuna değinilmektedir.
Türkiye'nin 40 mil yakınında Doğu Akdeniz'de bulunan ada tarih boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının sıkıştırılmaları ile doğmuştur. yapılan araştırmalara göre Kıbrıs adası Türkiye'ye her yıl 2,5 cm yaklaşmaktadır.
Kıbrıs Adası
M.Ö. 1450 yılında Eski Mısırlıların egemenliği altına giren Kıbrıs, daha sonra da Hititler tarafından fethedilmiştir. M.Ö 350 yılında ise Perslerin adaya hakim oldukları görülmektedir. Finike ve Asurlularda adanın sahipleri arasında yerlerini almıştır. M.Ö. 58 de de Romalılar adayı ele geçirmiş, imparatorluğun M.S.395 yılında ikiye bölünmesinden sonrada Doğu Roma İmparatorluğunun hakimiyeti altında kalmıştır. M.S. 632 yılında adaya islam fethi Suriye'den başlamıştır. Ancak Araplar, adada tam bir egemenlik kuramadılar. Haçlı seferleri arasında ada 1191'de, İngiliz kıralı Aslan Yürekli Richard'ın denetimi altına girdi. Ancak kral adayı önce Templer Şovalyelerine sonra da Guy de Lusignan'a bıraktı.
Lusignanlar adayı 1489'a kadar ellerinde tuttular ve Katolik dinini yaygınlaştırdılar. Bu arada Cenevizliler de adayı kısmen ellerinde tutuyordu. Memlüklerin bu dönem içinde adanın bazı bölümlerinde etkili olduklarını ve adada islam eserleri bıraktıklarını görüyoruz. Daha sonra, 1432'den başlayarak Venedik etkisi yayılmaktadır. Ada Venedik korsanlarının denetiminde kalınca Osmanlı İmparatorluğu durumdan rahatsız olur. II.Sultan Selim adanın fethinin zorunlu olduğunu düşünerek ilk çıkarmayı 1 Temmuz 1570'de başlatır. Tam bir sene sonra 1 temmuz 1571 de ada Osmanlı İmparatorluğu'na katılır.
Kıbrıs'da Osmanlı Egemenliği
Venediklilerin elinde olan Kıbrıs'da katolik dini hakimdi. Ortadokslar Katoliklerin büyük baskıları altında eziliyordu. Türklerin adayı almalarına en çok onlar sevinmişti. Ada tarih boyunca çok fazla el değiştirden dolayı çok karışık bir toplum yapısına sahipti. Adanın Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Ptolemiler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Lusinyenler, Cenevizliler, Venedikliler ile süren serüveni, Türklerle son buluyordu. 1571 Fethinden sonra adada Türk varlığı yerleşmeye başlıyordu. Ada artık Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olduğundan dolayı, yükselme döneminin sağladığı düzenden en üst düzeyde faydalanabiliyordu. Buda mevcut halkın belli bir düzende yaşamasını sağlayabiliyordu. İlk etapta 30.000 Anadolu insanı düzenli bir biçimde adaya yerleştrildi. Birbirleini tamamlayacak meslek gurupları özenle gönderiliyordu. Bir zamanlar korsan adası olarak adlandırılan Kıbrıs adası, artık hem kültürel hemde ekonomik alanda daha düzenli bir yapıya sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'nun "Vakıflar" yönetimi Kıbrıs'ta yerleştirilmişti. Osmanlı yönetiminde adada su yolları, hanlar, köprüler, camiler, çeşmeler ve yeni yollar yapıldı.Bunların bir kısmı hala ayaktadır.
İngiliz Yönetiminde Kıbrıs
Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın ikinci yarısında (1878), İngiltere’den Rusya’ya karşı destek sağlamak amacı ile, adanın mülk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda kalması koşulu ile “ yalnızca idaresini ” İngiltere’ye kiraladı. İngiliz idaresi 1878’de başladığında Kıbrıs’ta hakim olan iki halk vardı; Türkler ve Rumlar. Diğer karışık guruplar çok az sayılardaydılar. Din olarak da Müslümanlar ve Ortadokslar çoğunluğu oluşturuyordu. Türk nüfusu adadaki toplam nüfusun yüzde (%44)’ü idi. Vakıflar idaresi’nin mülkü olan arazilerle birlikte, Türklerin adada sahip olduğu pay (%50)’nin üzerindeydi. Ancak İngiliz yönetimi sistemli bir biçimde hem Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde adadaki Türk nüfusunun göçünü özendirmiştir. Öte yandan, I. Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere’nin düşman konumunda bulunmaları, Kıbrıs’taki Türklerin üzerinde büyük baskıların doğmasına yol açtı. 1878’den itibaren Türklerin (Ortodoks) ve İngiliz baskısı altında bulunmaları, Türk nüfusunun Anadolu’ya ve Londra başta olmak üzere diğer bölgelere göçmelerine yol açtı. Adada Türk kimliğinin silinmesi konusunda sistematik bir çaba söz konusuydu.
-Türk kimliği yok edilmeğe çalışılırken İngiliz ve Rum kimliği öne çıkarıldı.
-Türkler üzerinde kültürel baskı uygulandı. Eğitim ve din alanlarında bunu görüyoruz.
-Ekonomik olarak Türklerin olanakları kısıtlandı. Özellikle (vakıf) malları, hileli bir biçimde İngiliz ve Rum özel şahıslarla, kiliselere getirildi
Osmanlı İmparatorluğu I.Dünya Savaşı’nda Almanya ile beraber olunca, İngiltere, adayı ilhak etmek için 1878’den beri yürüttüğü politikayı uygulama fırsatını buldu. İlk olarak 1917’de, bir “krallık emri” yayınlandı. Bu emirname ile Osmanlı vatandaşlarını İngiliz vatandaşlığına geçebilecekleri “iznini” çıkardı.
Bu tutum, adada Türklerin bir bölümünün Anadolu’ya ve İngiltere’ye göç etmesine yol açtı. Savaş sırasında Osmanlı taabiyetinde oldukları için zaten büyük baskı altındaydılar. Lozan Antlaşması ile de 1923’de Kıbrıs adası İngiltere’ye resmen bırakıldı(madde 20). Bu maddeye göre adadaki Türk halkına Türk veya İngiliz vatandaşlıklarından birini seçmeleri öneriliyordu. Türk vatandaşlığı seçmeye başlayanlar Türkiye’ye göç etmeye başladılar.
Bu göç yıllarca sürdü. Bu nedenlerdir ki bugün (2000), Türkiye’de 235000, İngiltere’de 120000, Avusturalya’da 40000, Amerika ve Kanada da 17000 Kıbrıs’lı Türk bulunmaktadır.
İngiliz idaresi döneminde Türkler ekonomik, siyasal, kültürel olarak ezilen taraf olmuştur. Buna karşılık Rumlar ve Ortodoks kilisesi , İngiltere’nin hoşgörüsü ile sürekli gelişmiştir. 1878’de İkinci Dünya Savaşına kadar geçen dönemde.
- Osmanlı İmparatorluğunun Kıbrıs Türklerine gereken desteği vermemesi,
- Türkiye Cumhuriyetinin bu dönemde yeterli aktif rol almaması,
Kıbrıs Türklerinin, İngilizlerin, Rumların ve Ortadoks kilisesinin baskısı altında kalmalarına neden oldu.
Buna karşın adadaki Türkler, özellikle Rumlara karşı direnç göstermişler ve kendi kimliklerini korumaya çalışmışlardır. Siyasal, ekonomik ve kültürel alandaki bu direnişin, 19. YY'ın sonlarında yeşermeye başladığını görüyoruz.
Özellikle Rumların adayı özellikle, Yunanistan ile birleştirme girişimleri karşısında Türkler ada üzerindeki haklarını korumak konusunda dış destek almamalarına karşın çaba göstermişlerdir.
Atatürk devrimlerinin Ankara da ilk uygulamaya konulduğunda Anadolu dan önce Kıbrıs Türkleri bu alanda öncülük yapmışlardır. Bu konu çok ilginçtir; Kıbrıs Türklerine, Türkiye Cumhuriyetinden bir telkin gelmemesine karşın, tamamen kendi insiyatiflerini kullanmışlardır.
Kıbrıs'ta Türklerin Rumlarla ve İngilizlerle Çatışmaları
Kıbrıs 1878’de İngiliz yönetimi altına girmeden önce de adada özellikle, Rumların Ortodoks kilisesi aracılığı ile Türklere (ve Müslümanlara) karşı sistemli bir hareketinin bulunduğunu görüyoruz. Ancak 1878’de adaya İngiliz yönetimi geldikten sonra Rumlar Ortodoks kilisesini, adada Rum hakimiyetini sağlamak için çok daha rahat kullanmaya başlamışlardır.
Bilindiği üzere Yunanistan, başta İngiltere olmak üzere büyük avrupa ülkelerinin kukla yöneticilerinin denetiminde idi. İngilizler adaya gelince Yunanistan üzerindeki bu etki ve denetimleri, Kıbrıs adası ile “bütünleştirilerek” yürütülmeye başlanmıştır.
Güney Ege adalarının, Girit’in ve Kıbrıs’ın stratejik deniz ticaret yolları üzerinde bulunması, Süveyş Kanalının açılmasından sonra dahada önemli olmuştur. Kıbrıs Doğu Akdeniz de, Orta Doğu Petrol bölgesine yakınlığı dolayısıyla da, yüz yılın başından itibaren, bölgedeki stratejik önemini korudu.
İngilizlerin bu politika çerçevesinde kendi denetimleri altındaki Atina yönetimleri ile Kıbrıs adasında izledikleri politikayı değiştirmeleri çok doğaldı. Özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra, Kıbrıs ile Anadolu arasındaki ekonomik, siyasal ve kültürel bağları koparmaya çalışmak istemeleri, bölgesel politikalarının doğal bir sonucu idi.
I. Dünya Savaşında Kıbrıs'ı Osmanlı İmparatorluğuna karşı virüs olarak kullandılar. II. Dünya savaşında, Almanlar tarafından işgal edilen Ege adaları ve Yunanistan’a karşı yine Kıbrıs kullanıldı.
Bütün bu gelişmeler olurken Kıbrıs’taki Rumlar ve Ortodoks kilisesi, adada Türk varlığını (ve Müslümanlığı ) zayıflatmak için “doğal bir ortam bulmuşlardı. Bu ortamı kullandılar. Lozan’ da Kıbrıs’a ilişkin verilmiş olan kararlar da Rumların işine yarıyordu.
-Hem Türk nüfusunun azaltılması bakımından,
-Hem de Türklerin ekonomik durumlarını zayıflatılması bakımından bu gelişmeleri kullandılar.
1878’de nüfus ve ekonomik olarak hakim unsur olan Türkler, bu tarihten sonra zemin kaybetmeye başlamalarına rağmen direnç göstermişlerdir.
Rumların adayı Yunanistan ile birleştirme çabaları ( enosis ) 19. yüzyıla kadar gider. Bu hareketin öncülüğünü, hep Ortodoks kilisesi yapmıştır.
Kıbrıs Türkleri, adanın Anadolu’ya yakınlığı dolayısıyla, dışardan yardım gelmese bile, kendi girişimleri ile destek sağlamışlardır. Zaten denizin karşı yakasında (Anadolu’da) çok sayıda Kıbrıs’lı Türkün yaşamakta oluşu, bu ilişkiyi doğal olarak sağladı. Akrabaları, bölünmüş aileler, gönüllü destek verebiliyorlardı.
Kıbrıs’ta ilk Türk gazetesi 1889’da yayınlandı(saded gazetesi ). Türklerin İngiliz yönetimi ile olan ilişkilerinde de, Türk-Rum sorunları konuların başında geliyordu. Türk arazilerinin sistematik bir biçimde Rumlar ve İngilizler tarafından ele geçirilmekte oluşu, büyük sorunlar yaratıyordu.
19. yüzyılın sonlarında Türkler, Rumların baskısını İngiliz idaresine sürekli şikayet etmeğe başladılar (1985). Türkler Rumlarla eşitlik istiyorlardı; Rum baskısından yakınıyorlardı. Türkler bu tarihte (1985’te), Rum baskısına karşı mitingler düzenlediler. Rumların “enosis” taleplerinden büyük rahatsızlık duyuyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları nedeni ile güç durumda kaldığı yıllarda ( 1911’i izleyen yıllar ), Rumlar adada Türkler üzerindeki baskılarını artırdılar. 1911 yılında büyük bir miting düzenlediler.
1912’de Rumların Türklere saldırdığını görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Trablusgarp’ta İtalya’ya yenilgisi, bunda önemli rol oynadı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Paris Konferansı dolayısıyla, Rumlar hem enosis girişimlerini, hem de Türkler üzerindeki baskı ve saldırılarını yaygınlaştırdılar. Yenilen Osmanlı İmparatorluğu parçalanırken Rumlar da, bir İngiliz sömürgesi konumunda olan Kıbrıs’ta Türklerin varlığını ortadan kaldırmak istiyorlardı.
Rumların bu girişimlerine karşı ada Türkleri 10-12 Aralık 1918’de Lefkoşa Ulusal Türk Kongresi’ni topladılar. Ulusal Kongre’ye 190 delege katıldı.Kongre’de adanın Yunanistan ile birleşmesine karşı çıkma kararı alındı. Adanın tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na verilmesi isteniyordu.
Kıbrıs Türklerinin Siyasal örgütlenmesinde, 1924 yılında Kıbrıs Türk Cemaat-ı İslamiyesi önemli bir adımdır. Osmanlı yerine Türk Cemaatı ifadesi, yeni bir siyasal kimliği ortaya koyuyordu. Çünkü artık Anadolu’da, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.
Adadaki bu girişim, Kıbrıs Türklerinin, Türkiye Cumhuriyeti eşgüdümünde bir değişime , gönüllü olarak girdiklerini gösterir.
Zaten 1919-1922 arasında Anadolu’daki ulusal kurtuluş savaşı sırasında da Kıbrıs Türkleri Anadolu’da destek girişimlerinde bulunmak için çaba göstermişlerdir. Anadolu’ya yardım etme çabası içinde bulunan Kıbrıs Türklerinin birçoğu da İngiliz yönetimi tarafından tutuklanmışlardır.
Kıbrıs’taki Türk gazetecileri, Anadolu devrimine yoğun destek veren yayınlar yaptılar, gönüllü kuruluşlar ise para toplamak için etkinlikler yaptılar. Anadolu’daki Türk-Yunan Savaşı, adanın bir İngiliz sömürge yönetiminde bulunmasına karşın, Türk-Rum çatışmaları biçiminde adaya yansımıştır.
Lozan sonrasında Kıbrıs Türkleri ve Bir Benzerlik
Lozan antlaşması ile Kıbrıs’ın İngilizlere bırakılması adada Türklerin durumunu kötüleştirdi. Daha önce de belirtildiği gibi Türkleri adadan ayrılmaya zorlayan maddeler Lozan antlaşmasına konuldu. Rum ve İngiliz baskısı ile çok sayıda Türk’ün adadan ayrıldığını görüyoruz. Adada kalanlar ise İngilizler ve Rumlar karşısında direnmişlerdir.
Bu arada, Lozan’daki “Musul Meselesi” ile 10-11 Aralık 1999 Helsinki Doruğu’ndaki kararlar arasında ilginç benzerlikler ve paralellikler bulunmaktatır.
Lozan da Türkiye ve İngiltere’nin Musul konusunda anlaşamamaları, Lozan antlaşmasının üçüncü maddesine bir ekleme yapılmasına yol açtı. “Türkiye ve Irak (İngiltere) arasındaki sınır, antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 9 ay içinde, Türkiye ve İngiltere arasında görüşmeler yolu ile çözülecektir. Antlaşma sağlanamaması durumunda konu Milletler Cemiyeti’ne götürülecek ve orada çözüme kavuşturulacaktır”.
Bu ekleme, 10-11 Aralık 1999’da Helsinki Doruğunda Türkiye’nin “koşullu adaylığına” getirilen “koşulları” asımsatmaktadır. Türkiye’nin önüne konan koşullarda dolaylı olarak;”Türk-Yunan sınır anlaşmazlıkları (Ege)2004 yılına kadar görüşmeler yoluyla çözülemediği taktirde Uluslararası konumlarda (Lahey Yüksek Adalet Divanı) çözülecek” denmektedir.
Bu ifadedeki koşul Kıbrıs içinde şu şekilde yorumlanabilir; Türkiye’nin önüne, “Kıbrıs uyuşmazlığı çözülmese de Kıbrıs’ın (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) AB’ye alınacağı” ifade ediliyor. Eğer Kıbrıs (GKRY) Kıbrıs adasının bütününü temsilen AB’ye alınabiliyor ise, KKTC (ve Türkiye) ile Kıbrıs’ta sınır uyuşmazlığı AB’nin bir “iç sorunu olarak”, AB tarafından çözüme götürülecek anlamına gelir.
Avrupa Birliğinin Kıbrıs’a ilişkin politikası ise, Ankara’daki yetkililerin (S. Demirel, M Yılmaz, B. Ecevit) tarafından da 1990-1999 tarihleri arasında defalarca kamuoyu önünde açıkladıkları gibi tek yanlıdır. Buna yalnız Türk yetkililer değil BM Genel sekreteri de net bir şekilde ortaya koymuştur; AB, Kıbrıs(GKRY) cumhuriyetinin tam üyelik başvurusunu görüşeceğini açıkladıktan sonra BM Genel sekreteri Peres de Cuellar, “AB’nin bu tutumu bütün parametreleri değiştiriyor ve uyuşmazlığı daha da çözümsüz duruma sokuyor” demiştir.
İnsiyatifin AB’nin “ denetimine geçirilmesinden “ BM genel sekreteri ile rahatsızlık duyuyordu. Yunanistan AB içinde bulunduğundan ve AB’nin de o güne kadar olan Kıbrıs politikası Türkiye karşıtı olduğundan, Türkiye üzerindeki tek canlı baskının daha da artacağı korkusu BM genel sekreterini bile korkutmuştu.
Tekrar düne dönelim;Kıbrıs’ta Lozan’a karşın önemli bir Türk nüfusu kalmıştı. 1571’den beri adayı yurt olarak benimsemiş insanlardı. Lozan’daki olumsuz sonuçlara karşın adadaki varlıklarını sürdürmekte kararlıydılar. Yavaş yavaş siyasal örgütlenme gereği duyuyorlardı. Anadolu’daki Kemalist devrim ve cumhuriyetin gelişmekte oluşu, Lozan’daki olumsuz kararlara rağmen Kıbrıs Türklerini cesaretlendirmişti. Yunanistan’ın Anadolu’daki yeni Türk Cumhuriyeti ile bir paralellik kurma ümidi doğmuştu. Ama İngiliz sömürgesi altında yaşamaktaydılar.
1930 yılında yapılan yerel seçimlerde birlikte hareket ettiler 1931 yılında Kıbrıs Türkleri Ulusal Kongresi’ni topladılar.
Aynı yıl (1931), Rumların enosis için yeniden hareketlenmeye başladığını görüyoruz.
1942 yılında Dr. Fazıl Küçük’ün Halkın Sesi gazetesini hayatına sokması İngiliz sömürge yönetimine ve Rumlara karşı yeni bir ivme kazanmasına yol açtı. Yine aynı yıl (1942 ) KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Grubu) oluşturuldu. Bu örgüt etrafında bir dayanışma sağlandı.
KATAK, hem İngiliz sömürgeciliğine, hem Rumların Enosis taleplerine karşı direniyordu. Amaç, Kıbrıs’ta Türk varlığını sürdürmek ve Türk halkının haklarını savunmaktı.
İkinci Dünya Savaşı boyunca Kıbrıs adası, İngiltere’nin bir askeri üssü olarak kullanıldı. Savaş dolayısıyla ilgi bu alana çekildi. Almanlar, Ege adalarına ve Yunanistan’a kadar geldikleri için Türkler üzerinde ki baskı hafiflemişti. Türkler içerde girişimlerini sürdürüyorlardı.1944 Yılında Dr.Fazıl Küçük’ün öncülüğünde Milli Parti kuruldu. Bu parti adını daha sonra Kıbrıs Türktür Partisi olarak değiştirdi.
Yine bu yıllarda Türkler, işçi örgütlenmelerine gittiler. Amele Birliği (İşçi Sendikası) kuruldu. Adı 1943 de Yapıcı ve Amele Birliği olarak değiştirildi. 1945’de Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri teşkilatı kuruldu. Tarım sektöründekilerde Türk Çiftçi Birliği’ni kurdular.
Bu yıllarda Kıbrıs Türkleri arasında örgütlenme eyleminin arttığını görüyoruz. Ayrı ayrı kurulan örgütler 1949 da, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu adı altında toplandılar.
Bu kurum uzun yıllar, Kıbrıs Türk Halkı’nın ayakta kalıp direnç göstermesinde çok önemli görevler üstlenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Artan Enosis Girişimleri ve Yanıt
Savaş sonrasında İngiltere ve Yunanistan Kazanan taraftaydılar. Bu durum Rumlar ve Atina açısından bir rahatlama sağlamıştı. 1947 yılında Ege Türk kara sularının yanı başında bulunan (12) ada, İtalyanlardan alınıp Yunanistan’a verilmişti. ABD’den yardım beklentileri içinde bulunan Türkiye, bu karara tepki göstermemişti. Ayrıca sürmekte olan Sovyetler Birliği tehdidi Türkiye’nin pazarlık gücünü zayıflatmıştı. ABD desteği isteniyordu.
Bu koşullar Kıbrıs’ta Rumlar’ın Enosis konusunda girişimlerini arttırmalarına yol açtı. İşin ilginç yanı, hem Ortodoks kilisesi, hem de Rumların Komünist AKEL Partisi, Enosis konusunda birbirleriyle yarış içindeydiler.
1950’de Kıbrıs’da Rumlar’ın kendi içinde düzenledikleri “Plebisit” te, Enosis’e % 96 destek çıktı. Bu konuda kilise ve komünistler tam bir iş birliği içindeydiler. Ruslar arasında Enosis havası eserken Makaryos, kiliseye baş piskopos seçildi. 1955 yılında da, bir Rum terör örgütü olan EOKA kuruldu. Artık bir asker olan Grivas’ın başkanlığında ki EOKA yer altı örgütü, silahlı eylemlerine başlayacaktı. Bu eylemlerde en önemli hedef ise Kıbrıs Türkleri idi. Kuruluş amaçlarında da belirtildiği gibi EOKA, adayı Türklerden temizlemek ve (Enosis)’i gerçekleştirmek için kurulmuştu.
1950’li yıllarda ki yeni Rum girişimleri Türklerin adada ki durumunu daha da zorlaştırmıştı. Türkiye’de ki kuruluşlar, gençlik örgütleri başta olmak üzere, Kıbrıs Türklerine destek vermeye başladılar.
Rumların Enosis girişimleri karşısında Türkiye’nin sessiz kalması beklenemezdi. 1947’de (12) adalar konusunda düşülen hatanın, yinelenmesi isteniyordu.
Türkiye’de de Kıbrıs Türklerine destek veren yaygın mitingler başlamıştı. Bu eylemlerde, gençlik örgütleri öndeydi.
Rumların Türklere karşı artan baskısı ve Enosis girişimleri Kıbrıs Türkleri'nin de silahla karşı koyabilecek bir örgüt kurmalarını zorunlu kılıyordu.
1957 yılında Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısever’in öncülüğünde Tek Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruluyordu. TMT, Rumların ve EOKA’nın silahlı saldırılarına karşı Ada Türklerinin ”korunmaları” amacı ile kurulmuştu. Saldıran değil savunmada kalan bir örgüttü.
Rumların “Enosis” tezlerine ve girişimlerine karşılık Kıbrıs Türkleri “taksim” tezini ortaya koymuşlardı. Adada artık, Rumların arasında ki Yunanistan’a karşılık Ada Türklerinin arkasında Türkiye kendisini göstermeye başlamıştı.
Sömürgelerinden Çekilen İmparatorluk ve Ortada Duran Kıbrıs
1950’li yıllar Dünyanın yeniden biçimlendiği yıllardı. Bu biçimlenme içinde İngiliz İmparatorluğu çoktan geri çekilme hareketini başlatmıştı. İki bloklu dünyada batının önderliğini, kesin bir biçimde ABD üstlenmişti.
İngiltere eski İmparatorluk topraklarını gerçek sahiplerine, yerel halklara bırakırken sıra, kaçınılmaz olarak Kıbrıs’a da gelecekti. Ancak Kıbrıs’ta “iki halk” vardı; Türkler ve Rumlar. İki halk arasında daha 19YY’dan başlamış olan sorunlar yaşanıyordu.
Doğu Akdeniz’de ki koskoca Kıbrıs Adası Türkiye’nin yanı başındaydı. 1571’den beri yerleşik ve köklü bir Türk toplumu oluşmuştu. Rumlar da ikinci ada halkını oluşturuyorlardı ve uzun yıllardan beri, Ortodoks Kilisesi’nin önderliğinde “Enosis” amacını güdüyorlardı.Enosis tezine karşılık, Kıbrıs Türkleri’nin yanında Türkiye’de ağırlığını koymaya başlamıştı.
Adada, hem iki halk arasında sorunlar yaşanıyor, hem de, iki NATO üyesi ülke, Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya geliyordu.
Ancak İngiltere, hem adayı İngiliz Milletler Topluluğu içinde tutarak burada ki etkisini sürdürmek, hem de askeri üstleri kendine mal ederek korumak istiyordu. Göstermelik bir “muhtariyet” şemsiyesi altında böyle bir statünün hazırlığı içindeydi.
1947-1958 döneminde bu amacı gerçekleştirmek için çeşitli formüller oluşturulmuştu. Lord Winster Planı (1947), Jackson Planı (1948), I.Mac Millan Planı (1955), Harding Planı(1955), Rad Cliffe Planı (1956), II. Mac Millan Planı (1958), Spaak Planı (1958) bunlar arasındaydı.
İngiliz yönetimi boyunca, baskılarla adadan ayrılan Türk nüfus sonucu Rumlar çoğunluk durumundaydılar. Rum çoğunluğa göre, yapılacak bir “Plebisit”, kesin olarak “Enosis” sonucunu doğuracaktı. Sorun Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında aşılması çok zor bir duruma gelmişti Rumlar Enosis peşindeydi. Türkiye bunu kabul edemezdi, İngiltere ise adada ki stratejik çıkarlarını korumak istiyordu. Üç tarafı ve adada ki iki halkı tatmin edecek ortak bir çözüm çok zordu.
Üç ülke arasında ilk konferans 1955 ‘de Londra’da yapıldı.Türkiye, her iki halkın ayrı ayrı self-determinasyonunu (kendi geleceğini belirleme hakkını) savunurken, Yunanistan bütün ada için ortak bir self-determinasyon görüşünde ısrarlıydı. Yunan tezi, Rum çoğunluğu dolayısıyla, Enosis’e açılan bir kapı oluyordu. Londra’da bir sonuç alınamadı.