Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER
Muhterem arkadaşlar tarihimizin genç arkadaşlarımız tarafından bilinmesini sağlayacak bir dizi düşündüm ve Büyük Hun İmparatoru Attila ile ben başlamak istedim. Otağ’daki her arkadaşımız, derlemelerle, alıntılarla da olsa BİR TÜRK BÜYÜĞÜNÜ bu iletinin devamında bizlerle paylaşırlarsa TÜRKÇÜ BAKIŞ’a hizmetimiz olacağını düşündüm. Katkı ve paylaşımlarınıza şimdiden teşekkürler.
Saygı, sevgi ve esenlik dileklerimle.
Bülent Baysal

Papalar da Diz Çöker - Tanrının Kırbacı Attila

Asya’daki Hun Devleti, Mete Han’ın soyundan gelen Panu Yabgu liderliğinde M.S. 216 yılına kadar yaşadı. Çin’in tahrik ve teşvik ettiği kardeş kavgaları sonucu yıkılan Hun Devleti ‘ndeki Hun Türkleri, Türklüğün Asya’daki bağımsızlık bayrağını Tabgaçlar’a bırakarak batıya doğru göçe başladılar.
Daha önce Ci-Ci Yabgu’nun batıya çektiği Hunlarla birleşen Hun kütleleri Hazar Denizi’nin kuzeyinden Avrupa’ya doğru ilerlediler. Başlarında BALAMİR HAN vardı!

Balamir Han, yıldırım hızıyla Volga ırmağını geçip, bugünkü Almanların ataları sayılan Ostrogot, Vizigot ve Vandalları önüne katarak, onları Avrupa içlerine kadar sürdü. Böylece, dünya tarihinin Kavimler Göçü diye adlandırdığı büyük kitle hareketlerini meydana getirdi. Bir başka deyişle; Avrupa’nın bugünkü etnik yapısını ortaya çıkardı. Bununla da kalmadı; Balamir Han’ın Avrupa’da meydana getirdiği bu sarsıntı, Roma İmparatorluğu’nu ikiye ayırdı. Doğuda BİZANS adıyla ortaya çıkan Doğu Roma, Avrupalı milletleri ve günümüz İtalya’sındaki Roma’yı tehdit etmeye başladı. Avrupa’daki Hunlar, Avrupa’nın düzenini sağlıyor; özellikle Roma’yı Avrupalı barbar kavimlere ve Bizans’a karşı koruyorlardı.
Hunlar, Balamir Han’ın ölümünden sonra da güçlerini korudular. Kağan Yıldız zamanında ve daha sonra Rua, Muncuk, Aybars ve Oktar kardeşler devrinde Avrupa’nın tek büyük gücü durumundaydılar. Roma’yı korumak için Bizans önünde set oldular. Bizans öylesine yılmıştı ki Hunlardan; Hakan Rua ölünce, bütün Bizans kiliselerinde, kuvvetli bir düşmandan kurtulduk diye, şükür ayinleri düzenlendiler.
Ne var ki, Bizans’ın sevinci kursağında kalacaktı. Çünkü, Hunların başına Rua’dan sonra ATTİLA geçti!
Attila, amcası Rua’nın yanında yetişmişti. Akıllı, tedbirli ve ataktı. Attila ataları gibi daima güçsüzün yanında oldu. O da Roma’yı çapulcu Avrupalı kavimlere ve Bizans’a karşı korudu. Yönetimi altındaki Avrupalılara karşı adil ve şefkatli davrandı. Türk töresinin egemen olduğu Attila yönetiminde din ve vicdan özgürlüğü vardı. Bugünkü Avrupalıların ataları Attila sayesinde huzur ve refah içinde yaşıyorlardı. Avrupalılar onu, Tanrı’nın kötülükler üzerine inen kırbacı olarak görüyorlardı.
Avrupa Türk Hun İmparatorluğu’nun Kağanı Attila, yaptığı akınlar ve gönüllü katılmalarla devlet sınırlarını kısa sürede, doğuda Balkaş gölünden, batıda Atlas okyanusuna kadar genişletti. Dünyanın ender yetiştirdiği büyük devlet adamlarından olan Attila, düzensiz Avrupa’yı düzene sokmuş; adaletin keskin kılıcı olmuştu.
Attila, gerektiğinde acımasızdı. Çirkin ve utanç verici olaylar karşısında çok sert tepki gösteriyordu… Sözgelişi, Hunların dirisi karşısına çıkamayan Bizanslılar, bir gece Hun sınırından içeri girip, Hun büyüklerine ait mezarları tahrip etmişlerdi. Bu olaya Attila’nın tepkisi çok büyük oldu. Bu aşağılık olayın düzenleyicisi Bizans’ın Markos Piskoposu idi. Attila, piskoposun Bizans tarafından cezalandırılmadığını görünce, 2. Balkan Seferini başlattı. Ordularıyla Yeşilköy’e kadar gelip, Bizans’ın kapılarına dayandı. Tehlikenin boyutunu anlayan Bizans, Romalılar’ı aracı koyarak Attila’dan özür diledi. Ayrıca, içlerinde tarihçi Priskos’unda bulunduğu bir “şefaat heyeti” göndererek, Attila’dan affedilmelerini istedi. Attila bir kez daha affetti Bizans’ı…
Bizans öyle bir kayaya çatmıştı ki, ne yapacağını bilemiyordu. Bildikleri tek şey; Attila sağ oldukça kendilerine huzur yoktu. Tek yol vardı; o da, Attila’nın öldürülmesiydi... Bunu sağlamak için Attila’ya karşı bir suikast girişiminde bulundular. Attila, bu girişimi muhteşem istihbarat ağıyla anında haber aldı. Yakalanan suikastçileri bizzat sorguladı. Sorgulama sonunda, Bizans İmparatoru Teodosyus’a şöyle bir haber gönderdi:
“Teodosyus bize vergi vermekle kölemiz durumuna düşmüştü. Lâkin, O, efendisine ihanet etmekle, kölelik haysiyetini dahi koruyamamıştır!”
Daha sonra Attila, Bizans’ı uzaktan yönetmeye başladı. Bu arada, Roma üzerinde koruyucu politikasını 440 yılında kaldırdı. Roma’nın yönetimine katılmak istedi. Roma İmparatoru Valetinianus’un kız kardeşi Honoria ile nişanlı olmasını gerekçe göstererek, Roma yönetiminde hakkı olduğunu ileri sürdü. Bu isteği Roma tarafından reddedilince, 451 yılı ilkbaharında ordularını harekete geçirdi. Ren ırmağını üç koldan geçerek Roma ve Birleşik Avrupa Ordusunu, Paris yakınlarında karşıladı. Bir gün gibi kısa bir sürede Romalı General Ataüs komutasındaki birleşik orduyu dağıttı. 452 yılı ilkbaharında Roma’nın kapısına dayandı.
Roma’yı büyük bir telaş aldı. İmparator ve çevresi korkudan tir tir titriyorlardı. “Tanrı’nın kırbacı” Roma üzerine şaklayacaktı! Bundan kurtulmanın bir yolu olmalıydı... Attila’nın kişiliğini araştırmaya başladılar… Attila; korkusuz ve yaman bir savaşçıydı. Ama bir o kadar da, sanata ve her dine karşı saygılıydı… Evet! Bulunmuştu çaresi! Attila’yı ancak bir din büyüğü durdurabilirdi. Ancak, Papa 1. Leo, Roma’yı yerle bir etmekten kurtarabilirdi. Attila’nın bu öfke seline ancak Papa set olabilirdi... Öyle ya, haksızlık, adaletsizlik karşısında çelikleşen Türk’ün ipek gönlüne ancak bir din adamı ulaşabilirdi!

clip_image002.jpg


Tarihler, Papa 1. Leo’nun Attila’yı Roma kapısında karşıladığını ve yalvardığını yazdı...
Papa’nın, Roma kapısına dayanan Attila’ya sızlayarak yönelttiği sözler, Attila’nın Türk gölünü hedefliyordu:
-Ey yoksulların koruyucusu…Ey zalimlerin korkusu... Ey büyük Attila! İşte ben, bütün Hıristiyanların temsilcisi, ben Papa 1. Leo, önünüzde diz çökerek yalvarıyorum: Roma’ya girmeyiniz. Dünya Hıristiyanları adına sesleniyorum, bize acıyınız…

Attila’nın Papa’ya cevabı, Attila’yı daha da yüceltiyordu:
Kalkınız Papa hazretleri! Bir din büyüğünün önümüzde diz çökmesine gönlümüz elvermez…. Lütfen kalkınız! Roma’yı ve sizleri bağışlıyorum. Barış ve kardeşlik içerisinde yaşadığınız sürece, benden size zarar gelmeyeceğini biliniz. İmparatorunuz, Romalıları adalet üzere yönettiği sürece, ben uzaklardayım. Aksi halde çok yakınınızdayım! Selâm söyleyiniz, sizi bana gönderen İmparatorunuza!
Attila, Avrupa’da esen Asya’nın bozkır rüzgarıydı. Kirlenmemiş, tertemiz bir bozkır rüzgârı…
Tüm Avrupa’yı egemenliği altına alan Attila, orduları Asya’ya doğru yönelttiği bir sırada 60 yaşında öldü.
Attila Avrupa’yı öyle derinden etkiledi ki, bugün İzlanda da onun hayatı destanlarla söylenmekte…
Alıntıdır
 

Ekli dosyalar

  • Attila.jpg
    Attila.jpg
    14.2 KB · Görüntüleme: 28
  • Attila2.jpg
    Attila2.jpg
    4.6 KB · Görüntüleme: 30
  • Attila3.jpg
    Attila3.jpg
    3.7 KB · Görüntüleme: 25
Son düzenleme:

Kartal Gözü

Dost Üyeler
Katılım
6 Eki 2008
Mesajlar
1,388
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

İşte bu soru çok güzel!

Neredeler gerçekten, buradalar aslında ama öyle yılgınlar ki!

Herşey üst üste akıllar karışık.

Biz yazmaya devam edelim, okuyacaklar elbette.

Teşekkür ederim.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

Alp Arslan


Selçuklu Hükümdarlarının en meşhuru, en kahramanı ve Anadolu kapılarını Türklere açan yiğit sultan.



Alp Arslan, Selçuk Türkleri'nin ikinci sultanı (1029 - 15 Aralık, 1072). Alp Arslan, Türklerin Ortaasya'dan Anadolu'ya gelişlerini yöneten askeri komutan ve hükümdardır.

Alp Arslan, amcası Tuğrul Bey' in 1063' de vefatı üzerine ikinci Selçuklu Sultanı olarak tahta çıktı. Önce saltanatına karşı çıkan büyük amcası İnanç Yabgu ve akrbası Kutalmış' la çarpıştı ve isyanları bastırdı. Bundan sonra ilk olarak Gürcistan ve Dopu Anadolu seferine çıktı. Şavşat, Oltu, Kars ve Ani kalelerini ele geçirdi. Ermeni krallığını hakimiyeti altına aldı. Yine bu sırada oğlu Melikşah ve Nizamülmülk komutasındaki kuvvetler ve Van ve çevresini ele geçirdiler (1064).

Sultan Alp Arslan, yıldırım sürati ile gerçekleştirdiği bu fetihlerden sonra, İslam' ın dahili düşmanı Fatimilere ve harici düşmanı Bizanslılara karşı iki büyük sefere girişti. İlk olarak 1070 yılında Ehl-i sünnet düşmanı, bozuk itikad sahibi Mısır' daki Fatimiler üzerine yürüdü. Yolda Malazgirt ve Erciş kalelerini fetheden Sultan, Fatimilere tabi Haleb' i kuşattı ve şehri kısa sürede zabtetti. Bu sefer üzerinei Fatimiler Suriye' den çekildi ve Mekke emiri artık Fatimiler yerine hutbeyi Abbasi halifesi ve Türk sultanı adına okumaya başladı.

Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi. Rumeli’de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı. 13 Mart 1071’de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul’dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vad etmişti. Diyojenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt’e ulaştı. Haleb’i teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan , Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbekir ve Bitlis’e ulaştı. Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat’a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat’ta oldu. Bizanslılar bozuldu. Malazgirt’e doğru devamlı yol alan Alparslan 24 Ağustos günü Malazgirt’in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat’a gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddetilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.


26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi.

Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti. Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyac halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış andlaşması yapıldı. Fakat Diyojenes, İstanbul’a geri dönerken, Bizanss tahtının el değiştirmesi, andlaşmayı geçersiz kıldı. Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu’ya hakim oldular.

rsvl2x.png



Sultan Alparslan , Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehr’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı, batıni sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan ’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. “Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?” diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resulullah!...” diyerek şehid oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.

Alparslan, büyük tarihi zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama te’sisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yaptı. İmam-ı a’zam’ın türbesini, Harezm Camii’ni ve Şadyah kalesi gibi pek çok eser inşa ettirdi. Zamanında; İmam-ı Gazali, İmam-ül-Haremeyn Cüveyni, Ebu İshak eş-Şirazi, Abdülkerim Kuşeyri, İmam-ı Serahsi gibi büyük alimler yetişmişti.



Cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti:
-Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim.
Büyük bir inançla söylenen bu heyecanlı sözlere askerler hep bir ağızdan:
-Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz, diye haykırdılar.
Sultanın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Düşmana hücum etmeden önce son söz olarak askerlerine şunları söyledi:
-İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.
Bundan sonra Türk ordusu hücuma geçti. Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş akşam üzeri sona erdi. Tarihin en büyük meydan savaşlarından biri olan Malazgirt Savaşı Türk ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı. Büyük komutan Alparslan’ın üstün savaş taktiği ve Türk askerinin cesaret ve kahramanlığı sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu birkaç saat içinde kesin bir yenilgiye uğratmış ve büyük bir zafer kazanmıştı.
Bu savaşta Bizans imparatoru Romen Diojen de esir alınmıştı. İmparator, savaşın galibi Büyük Türk hakanı Alparslan'ın huzuruna çıkarıldı. Alparslan imparatora çok iyi davrandı.
Sultan Alparslan, imparator Diojene:
-Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?, diye sordu.
Diojen:
-Bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım, diye cevap verdi.
Esir imparator, bu sözleri ile eline fırsat geçseydi ne kadar acımasız hareket edeceğini söylemekten çekinmemişti. Buna karşı bu büyük zaferin muzaffer komutanı Sultan Alparslan, Diojen’i affetti ve yanına muhafızlar vererek onu memleketine gönderdi. Alparslan bu davranışı ile insanlığa çok önemli bir ahlak dersi vermiş, Türk milletinin sahip olduğu üstün özellikleri göstermiştir


Sultan ALPARSLAN Çizgi Filmi

+ Google Video
ERROR: If you can see this, then Google Video is down or you don't have Flash installed.


İLGİLİ VİDEO

 

ARIKBUKA

Halkla İlişkiler
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
920
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

Soyumuza layık olamadık, yollarından yürüyemedik.Affetsinler bizi...
 

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

AKŞEMSEDDİN
İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî. Asıl ismi Muhammed bin Hamzâ, lakabı Akşeyh'tir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî'nin neslindendir. Soyu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; '"Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd'den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin." demesi sebebiyle, "Akşemseddîn" lakabı verilmiştir. Saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle"Akşemseddîn" denildiği de rivâyet edilmiştir.

1390 (H.792) senesinde Şam'da doğdu. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu'ya gelip Amasya'nın Kavak nâhiyesine yerleşti. Bir süre sonra babası vefât etti. Akşemseddîn'in babası da âlim ve velî idi. Babası vefât edip, defn olunduğu günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Şeyh Hamza'yı da parçalamak ve yemek istemişti. Fakat Şeyh Hamza, mübârek elini uzatarak, o kurdu boğazından sıkıp öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü, Şeyh Hamza'nın elini de mezardan çıkmış buldular. Hâl sâhibi biri;

"Kurda değdiği için, Şeyh Hamza'nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır." dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn'in babası, Kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.

Akşemseddîn, babasının vefâtından sonra tahsîline devâm ederek, sarf, nahiv, mantık, meânî, belâgat ilm-i usûl-i fıkıh, akâid, hikmet okudu. Zekâ ve istîdâdının yardımıyla kısa sürede ilimleri ikmâl eyleyip tıp ilmini dahi tahsil ettikten sonra Osmancık medresesine müderris oldu. Burada günün belli saatlerinde ders verir artan zamanlarda nefsinin terbiyesi ile meşgûl olurdu. Devamlı takvâ üzere hakla birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen Akşemseddîn hazretleri müderrislik görevini bırakarak, Ankara'ya geldi. Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı Velî'yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı göstererek;

"İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram'dır." dedi.

Akşemseddîn hazretlerinin yüzü buruştu kalbi sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkan dükkan para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek oradan uzaklaştı ve meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle Haleb'e doğru yola çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Haleb'e bir konak mesâfeye geldiğinde bir hana indi. Sabah, elleri yüzünde korku, şaşkınlık ve dehşet içerisinde uyandı. Hâlâ gördüğü rüyânın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ eden Akşemseddîn izi üzerine, Haleb yerine tekrar geri Ankara istikâmetine döndü. Oysa Haleb'e bir saat kalmıştı. Onu geri döndüren, Akşemseddîn hazretleri ile ilgili bir rüyâ idi ve hep bu düşün tesiri ile yürüyordu.

Rüyâsında boynuna takılan bir zincir Hacı Bayram'ın elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek istedikçe Hacı Bayram zinciri çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ tâbiri gerektirmeyecek kadar açıktı. Akşemseddîn hızla Hacı Bayram'a gelirken; "Ne yaptım ben" diyerek kendi kendine söyleniyordu. Ankara'ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî'nin dergâhına ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek vakti gelince, Akşemseddîn'in yüzüne bakmadı. Hacı Bayram, hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, artığını da köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn, bir onlara bir de kendine bakarak, nefsine; "Sen buna lâyıksın!" diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayarak; "Köse, kalbimize girdin, gel yanıma!" diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra;

"Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar." dedi. Akşemseddîn buna çok sevindi ve kendini onun irfan meclisine verdi.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Akşemseddîn'i diğer talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir kaşık sirkeden başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnun ve hattâ kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta şeyhinin kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi isteğiyle artırdığı zaman Hacı Bayram hazretleri ona:

"Yâ Köse nice riyâzet eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar!" dedi.

Böylece Akşemseddîn hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram hazretlerinden icâzetini, diplomasını aldı.

Onun kısa sürede icâzet alması bâzılarına zor geldi. Hacı Bayram-ı Velî'ye;

"Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti nedir?" diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî de;

"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur." cevâbını verdi.

Akşemseddîn hazretleri, hocası Hacı Bayram-ı Velî'nin ileride bir büyük fethin mânevî fâtihliği müjdesine de nâil oldu.

Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tahsil ve terbiyesiyle irşâd makâmına yükselen Akşemseddîn hazretleri önce Beypazarı'na yerleşti. Orada bir mescid, bir değirmen yaptırdı. Halkın etrâfına toplanması üzerine İskilip'te Evlek'e oradan da Göynük'e gelip mekân tuttu. Birgün bir kişi gelip, Akşemseddîn'e bir mikdâr mülk bağışladı. Akşemseddîn hazretleri o yerin üzerine gelince, tebessüm etti. "Niçin tebessüm ettiniz?" diye sordular. O da;

"Otuz sene kadar önce seyâhat ederken, yolum buraya düşmüştü. Görünce gönlüm buraya meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu, otuz yıl sonra gerçekleşti. Onu hatırladım ve tebessüm ettim." cevâbını verdi.

Hacı Bayram hazretleri Ankara'da fenâ âleminden bekâ âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri:

"Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi yıkasın. Bu haberimi ona iletirsiniz!" oldu ve vefât etti.

O sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler;

"Hacı Bayram-ı Velî'nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek îtibâr edilmez." dediler. Kararsız ve üzüntülü bir halde yollara bakarlardı. O esnâda; "Akşemseddîn geliyor!" diye bir ses işitildi. Halk Akşemseddîn'i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet üzerine yıkayıp namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî'yi defn etti. İşler bitince, Hacı Bayram-ı Velî'nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini ödemeyi vâdetti. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları ile dostları ödediler. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi ve geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn'e gelerek hepsini istedi. "Birkaç gün müsâade et." dediyse de, faydası olmadı. Sert ve küstah bir şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine fevkalâde müteessir olan Akşemseddîn hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Evin önünde bir bahçe vardı. Ona;

"Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma!" dedi.

O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor:

"Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. Bahçenin içi de akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayrette kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn'in önüne koydum. "Bu akçeleri size bağışladım." dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi."

Akşemseddîn hazretleri hocasının vasiyetini yerine getirdikten sonra tekrar Göynük'e geldi. Burada da bir mescid ve değirmen inşâ eyledi. Bir yandan oğullarının, diğer taraftan da kendisine intisâb edip gönül veren talebelerinin tâlim ve terbiyeleriyle uğraşıyordu.

Tıb ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn hazretleri çeşitli hastalıklara, hangi otlardan hazırlanan ilaçların iyi geleceğini bilirdi. Bu husustaki ilmi dillere destan idi. Bulaşıcı hastalıklar üzerinde de çalışmalar yaptı. Çünkü o devirde salgın hastalıklar binlerce insanın ölümüne sebeb oluyordu. Akşemseddîn hazretleri, etkileri bakımından kansere benzeyen seretân denilen bir hastalıkla da uğraşmıştı. Tıptaki şöhreti o dereceye vardı ki birkaç defâ Edirne sarayına çağrıldı.

Talebelerinden Şeyh Mısırlıoğlu Abdurrahîm anlatıyor:

"Hocam Akşemseddîn ile Edirne'ye gitmiştik. Sultan Murâd Hanın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya dâvet ettiler. Sultanın tabibleri Süleymân Çelebi'nin etrafında ona ilâç veriyorlardı. Hocam tabiblere bunun hastalığı nedir? diye sordu. Onlar;

"Şu hastalıktır." diye cevap verdiler. Hocam;

"Buna Sersam ilâcı yapmak lâzımdır." buyurdu. Tabibler;

"Bunun hastalığı o değildir amma sen yine o ilâcı ver." deyip gittiler. Ben çok üzülmüştüm. Zîrâ hocamın hastalığa tam vâkıf olamadığını zannetmiştim. Hocam divitle kalem istedi, reçetesini yazdı. İlaçlarını hazırladı ve Süleymân Çelebi'ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçince, Süleymân Çelebi'de sıhhat alâmetleri belirdi ve iyi oldu."

Yine Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kızı Gevherhan Sultan hastalanmıştı. Tabibler tedâvide âciz kalıp özür dilediler. Sonunda Akşemseddîn hazretlerine mürâcaat edildi. Onun yazdığı ilâç Allahü teâlânın izni ile iyi geldi.

İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu.

Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;

"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.

Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;

"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:

"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."

Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;

"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;

"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;

"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının sünneti budur." diyordu.

Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.

Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;

"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.

Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.

Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;

"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;

Sultan Mehmed de;

"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;

"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak sorguç takıp;

"Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.

Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;

"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;

"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;

"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.

Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn'e;

"Hocam!Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr-ı Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim." dedi. O zaman Akşemseddîn hemen;

"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır." cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve;

"Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah'ın kabridir." buyurdu. Sonra, kaldıkları yere döndüler. Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn'in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi kalmasın istiyordu. O gece silâhdârına;

"Gidin, Akşemseddîn'in diktiği çınar dallarının ortasına şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin." dedi. Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn'den, hazret-i Hâlid'in kabrinin yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn silahdarın diktiği dalların dikildiği yere bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve;

"Dalların yeri değiştirilmiş, hazret-i Hâlid buradadır." dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben;

"Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin." dedi. Akşemseddîn hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü pâdişâh yüzüğünün de orada olduğunu kerâmetiyle anlamıştı.

Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn'e;

"Kalbimde hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için bir alâmet daha gösterir misiniz?" dediğinde, Akşemseddîn:

"Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde; "Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir." yazılı bir taş vardır." dedi. Kazdılar, Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in vücûdunu bir titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; "Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir." diye şükr etti.

Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb Ensârî'nin kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsus odalar, bir de câmi-i şerîf yaptırdı. Akşemseddîn'den orada oturmalarını ricâ etti. Fakat o, bu teklifi kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük'e döndü.

Akşemseddîn hazretleri Göynük'e geldikten sonra yine talebe yetiştirmeye ve insanları irşâda başladı. Sultan Fâtih'le ilgisini kesmeyip zaman zaman Edirne'ye ve İstanbul'a geldi ve pâdişâhı ziyâret etti. Gönderdiği mektûblarla ikaz ve tavsiyelerde bulundu. Bir mektubunda Fâtih'e şöyle nasihat etmektedir:

"Bir dünyevî râhat ve cismânî lezzete, bir de uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü hayat tarzı vardır. Birincisi ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifât etme. Esâsen peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil, cefâlar ve müşkiller lâyıktır. Sen de onların yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy... Sen herhangi bir insan gibi değilsin, memleketin durumu, senin durumuna bağlıdır. Bedende görünen her şey ruhun eseri olduğu gibi, memlekette meydana gelen şeyler de Fâtih'in eseri olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh ne ise, memlekete oranla sultanlar da aynı şeydir."

Akşemseddîn Göynük'te 1459 (H.863) yılına kadar yaşadı. Pâdişâhın kendisine gönderdiği bütün ihsan ve hediyeleri hayır işlerinde kullanmak üzere vakıflar kurdurdu. Bir taraftan da oğullarının terbiyesi ile meşgul oldu.

Birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;

"Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim." deyince, hanımı;

"A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin." dedi.

Bunun üzerine Şeyh hemen:

"Göçeyim." deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük'teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine alındı.

Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları şunlardır: Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah. Meşhûr halîfeleri ise: Muhammed Fazlullah, Harizatü'ş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûrî'dir.

Akşemseddîn hazretleri sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki:

"Her işe Besmele ile başla. Temiz ol, dâim iyiliği âdet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nîmete şükr, belâya sabr et. Dünyânın mutluluğuna mağrûr olma. Kimseye kızma, eziyet ve cefâ etme. Ömrün uzun olsun istersen, kimsenin nîmetine hased etme. Kimseyi kötüleyip, atıp tutma. Senden üstün kimsenin önünden yürüme. Dişin ile tırnağını kesme. Ayakta pantolon giymekten sakın. Misvâkı başkasıyla berâber kullanmak uygun olmaz. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti tilâvet kıl, Kur'ân-ı kerîm oku. Dâimâ Allahü teâlâyı zikret. Kendini başkalarına medhetme. Nâmahreme bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırıp, virân eyleme. Düşen şeyi alıp temizleyerek yersen, fakirlikten kurtulursun. Edebli, mütevâzî ve cömerd ol. Tırnağınla dişini kurcalama. Elbiseni, üzerinde dikmekten sakın. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebeb olur."

"Velî, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp, tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz ve adâvet beslemez, düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "O insanlar sandılar mı ki, (sâdece) îmân ettik demeleriyle bırakılacaklar da imtihâna çekilmeyecekler." (Ankebût sûresi:2)

Îmân, taklîd ile, babadan ve dededen görerek, sırf îmân ettim demekle olmaz. Böyle taklid ile inanan kimseler, imtihân olunması bakımından belâ ve musîbetlere düçâr olmazlar. Belâ ve musîbetler, Allah dostlarının muhabbet ve sevgisini artırır. Nitekim altın için ateş ne kadar kızgın olursa, altını o derece saf ve hâlis yapar. Bu sebeble kişi mânevî mertebesinin yüksekliğine göre büyük veya küçük belâ ve musîbetlere uğrar. Nitekim Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:

"Kişi, dînindeki sebâtına göre belâya (imtihâna) mübtelâ olur. Âfiyet, kıymetini bilmeyen kimse için derd gibidir. Belâ, kadrini bilen için devâ gibidir." Belânın, insanın Rabbine dönmesini sağlayan sıkıntıların kadrini bilen, Hakkı gerçekden sevenlerdendir. Taklid ile sevenler değillerdir. Çünkü taklid ile sevmek, belanın, imtihânın faydasını giderir. Sevilenin hareketi, gerçek muhabbeti bozmaz. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında Âsiye Hâtun tarafından büyütülürken, Âsiye Hâtun onu gerçekten seviyordu. Fir'avn ise, Âsiye Hâtunu taklid ederek seviyordu. Âsiye Hâtun gerçekten sevdiği için, onun hareketlerinden incinmiyordu. Mûsâ aleyhisselâm Fir'avn'ın sakalını tutup çekince, Fir'avn'ın sevgisi gerçek sevgi olmadığı için, hemen rahatsız oldu."

"Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sabır, tevekkül, kanâat ve hilm, yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir. Belâ günlerinde, belâ geldiğinde Eyyûb aleyhisselâmın kulluğu iyi bir kulluktur.

"Kulluk beş kısımdır: Birincisi ten kulluğudur. Bu, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. İkincisi; nefs kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek, ıslâh etmek, mücâhede ve nefsin istemediği şeyleri yapmak, riyâzet çekip nefsin istediği şeyleri yapmamaktır. Üçüncüsü; Gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda bulunan şeylerden yüz çevirip, âhirete yönelmektir. Âhirete yarar iş yapmaktır. Dördüncüsü; sır kulluğudur. Bu, her şeyi bırakıp, tamâmen Allahü teâlâya dönüp, O'nun rızâsını kazanmaktır. Beşincisi; can kulluğu. Bu kulluk, müşâhedeye ermek için kendini Allah yoluna vermekle olur..."

"Mânevî huzûra ermek ve bu yolda ilerlemek için dört şey lâzımdır. 1. Az yemek, 2. Az uyumak, 3. Halka az karışmak, 4. Allahü teâlâyı çok zikretmek."

NE SEN GÖRÜRSÜN NE DE BEN

Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velî'yi son derece severdi. Fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Bir defâsında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile berâber Hacı Bayram'a gelip, elini öptüler. Sultan Murâd Han, sohbet sırasında Hacı Bayram'a;

"Efendim, İstanbul'u alıp, kâfir diyârını İslâm'ın nûru ile nûrlandırarak, çan çınlamaları yerine ezân seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu hususta duâlarınızı beklerim." dedi. Hâcı Bayram-ı Velî;

"Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul'un alındığını sen ve ben göremeyiz." dedi, sonra da, şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn'i göstererek;

"Ama şu çocukla bizim köse görürler." buyurdu.

BİZİM TATTIĞIMIZI TADARSAN

İstanbul'un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasını ziyârete gitmişti. Sohbet esnâsında;

"Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İstanbul'u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum." dedi. Akşemseddîn hazretleri;

"Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanâtı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle pâdişâhlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişân olabilir. Bunun vebâli büyüktür. Allahü teâlânın gazâbına mâruz kalabiliriz." diyerek, teklifini reddetti. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han, hocasına iki bin altın hediye etmek istemiş ise de, bunu da kabûl etmedi.


1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.271
2) Fâtih'in Hocası Akşemseddîn, Hayâtı ve Eserleri
4) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.164
5) Nefehât-ül-Üns; s.684
5) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.12
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.251
7) Şakâyık-ı Nûmâniyye Tercümesi; s.240
8) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.158
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.983

İNTERNETTEN
 

Ekli dosyalar

  • Akþemseddin.jpg
    Akþemseddin.jpg
    2.6 KB · Görüntüleme: 26

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

BARBAROS HAYREDDİN PAŞA

Barbaros Hayreddin Paşa, 1478 yılı civarlarında Midilli'de doğdu. Aslen Vardar yenicesinden olan babası Yakup Ağa, bir Osmanlı sipahisiydi ve 1461 yılında Midilli'nin fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed ile birlikteydi. Asıl adı Hızır olduğu halde Barbaros ve Hayreddin lakaplarıyla tanınır. Batılılar havuç rengine çalan kırmızı sakalından dolayı, ağabeyi Oruç'a verdikleri "Barbarossa" adını daha sonra Hızır içinde kullandıklarından Barbaros diye tanınmış, Hayreddin lakabını ise kendisine Yavuz Sultan Selim takmıştır.

Barbaros Hayreddin Paşa, kardeşleri İlyas ve Oruç ile beraber birçok deniz savaşında bulundu. Diğer kardeşi İshak ise Midilli'de kaldı. Barbaros Hayreddin Paşa, Cezayir seferine Oruç Reis ile birlikte çıktı. Cezayir'in fethedilmesinden sonra Oruç Reis, Cezayir'e Bey oldu. Barbaros Hayreedin Paşa, İshak ve Oruç Reis'ler şehit olunca Cezayir Beyliği'ne atandı. Beylerbeyi ünvanını alan Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul'a gelip 1534 yılında Kaptan-ı Derya oldu.

Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Akdeniz'e zaferden zafere koşarken İspanya kralı Şarlken’in ürkek Hıristiyan Avrupa’yı kurtarmak için teşebbüse geçmesi üzerine, birleşik Haçlılar donanması ile karşılaşmak zorunda kalmıştır. Venedik’te Papa, Ceneviz, İspanya, Portekiz, İngiltere’nin filolarının katılmasıyla büyük bir haçlı donanması meydana geldi. Avrupa'nın em ünlü denizcisi olan Andre Doria da, bu donanmanın başına getirildi.

Adrea Doria'nın, elli iki kadırga, büyük kalyon, yetmiş
Venedik kadırgası, on büyük Venedik kalyonu, kırk parça Papa ve Malta kadırgası, seksen bir panyol ve Portekiz kadırgası, yüz kırk kalyon, ayrıca irili ufaklı üç yüzden fazla gemi olmak üzere 600 gemiden meydana gelmiş donanmasına karşılık Babaros Hayrettin'in kuvveti yüzelli irili ufaklı gemiden meydana gelmişti.

İki donanma, 27 Eylül 1538 de Preveze önlerinde karşılaştılar. Andrea Doria, Türklerin, bu zayıf kuvvetle kendi donanmasına saldıracağına inanmak istemediğinden uygulanacak savaş plânını ayarlamakta gecikti. Kalabalık olan donanmasına gereği gibi manevra yaptıramadı. Kararsızlık içinde geçen saatlerden sonra boş yere, Türk kuvvetlerini Preveze açıklarına sürükleyerek yok edebilmeyi plânladı. Fakat, Barbaros bu oyuna gelmek bütün kuvvetleriyle, düşman üzerine devamlı saldırlar da bulundu. Andra Doria’ nın “bu çılgınlıktır” diyerek tepinmesine rağmen, Barbaros plânında başarı kazandı, düşman donanmasını yardı çok geçmeden
Avrupa'nın ünlü denizcisi Barbaros'un bu büyük zaferi karşısında yenilgiyi kabul ederek kaçmak yolunu seçti.

Preveze Deniz Savaşı, yıllar boyunca,
Akdeniz'in bir Türk gölü olmasını sağlayan büyük deniz savaşlarımızdan biridir.


Bir çok zafer kazanan Barbaros, Avrupa'da nam saldı. Avrupalılar çocuklarını Barbaros geliyor diye korkutur hale geldiler. 5 Temmuz 1546 tarihinde vefat eden Barbaros Hayreddin Paşa, sağlığında Beşiktaş'ta yaptırdığı medresenin yanındaki türbesine defnedildi. Onun ölümü için "Mate reisü'l-bahr-Denizin reisi öldü" denildi. Barbaros Hayreddin Paşa zamanında Osmanlı denizciliği gücünün zirvesine ulaşmış, onun mektebinde yetişen değerli denizciler ve teşkilatlı tersane sayesinde bu güç varlığını bir süre daha devam ettirmiştir.

Barbaros Hayreddin Paşa, alim ve cesur bir komutandı. İri yapılı ve kumral tenliydi. Saçı, sakalı, kaşları ve kirpikleri çok gürdü. Ömrü denizlerde geçtiğinden Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Akdeniz dillerini çok iyi bilirdi. Çinili Oğulları Mehmed Paşa, Hasan Paşa ve Vali Paşa'dır.
İNTERNETTEN
 

Ekli dosyalar

  • Barbaros Hayreddin.jpg
    Barbaros Hayreddin.jpg
    4.7 KB · Görüntüleme: 31
  • Barbaros Hayreddin2.jpg
    Barbaros Hayreddin2.jpg
    3.3 KB · Görüntüleme: 26
Son düzenleme:

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

İstemi Kağan
Göktürk Devleti hükümdârı. Göktürk Devletinin (552-745) kurucusu olan Bumin (Bumin) Kağan‘ın kardeşidir. Bumin Kağan (552-553), Avarlara isyân ettiğinde İstemi, on boyun başında olarak ona yardım etti. Göktürk Devleti kurulunca Bumin, Doğu Göktürk Hakanı, İstemi de Batı Göktürk Yabgusu oldu. Bumin’in 553 yılında ölümüyle İstemi Büyük Göktürk Kağanı seçildi. 576 târihinde ölümüne kadar kağanlık yaptı.
552 yılında Orta Asya'daki bozkır hükümranlığı Avarlar'ın egemenliği altında bulunuyordu. Göktürkler ise Avarların hizmetinde demircilik işleri ile uğraşıyordu. söylentilere göre Avar hükümdarının, kızını isteyen Göktürk’lerin lideri Bumin'e verdiği 'ben demirciye kız vermem' cevabı üzerine Göktürkler Avarlara isyan etmişlerdir. Ancak gerçek sebep tabii ki, bozkırın kimin yönetiminde olacağıdır. Çünkü Göktürk’ler, kendilerini Avarlara karşı gelebilecek bir güç olarak görmekteydiler. Nitekim, Göktürkler isyanlarında başarılı olup bozkır egemenliğini ele geçirdiler. Avarlar ise Karadeniz'in kuzeyine sürüldüler. böylece 552 yılında Göktürk imparatorluğu kurulmuş oldu.
Bumin, büyük kağan olarak imparatorluğun doğu kanadında tahta çıkmıştır. İstemi Kağan ise
Yabgu ünvanını alarak, imparatorluğun batı kanadının yöneticiliğini üstlenmiştir. Kısa bir süre içinde, Orta Asya'daki dağınıklıktan da faydalanarak bu ikili, Orta Asya'daki bir çok boyu egemenlik altına almışlardır. Bu birliğin dışında yer alan devletler ise Çin ile birlikte Ak-Hunlar devletleri olmuştur.
Bumin Kağan fazla idarecilik yapamadan 552 yılında ölmüştür. Bu tarih ise, Türk tarihi açısından karışık bir tarihtir. Kimi iddialara göre İstemi bir süreliğine kağan olarak tahta çıkmış ve kağanlık yapmıştır, Yine diğer bir iddiaya göre ise, yabguluğa devam etmiştir. Velhasıl, 553 yılında Bumin'in büyük oğlu Kara Kağan, onun ani ölümü üzerine ise Mukan Kağan olarak tahta geçmiştir.
Mukan Kağan imparatorluğun batı kanadının yönetimini amcası İstemi'ye bırakmıştır.
İstemi Yabgu, bir devletin sadece savaş ganimetleri ile ayakta duramayacağının farkındaydı. Bunun için ilk olarak, Ak-hun idaresinde olan ipek yolunu ele geçirmeyi hedeflemiştir. bu amaca ulaşmak için Sasanilerler işbirliği yoluna gitmiştir. Sasani hükümdarı
Anuşirvan'a elçiler göndermiş ve ittifak sağlayarak Ak-hun devletini yıkmıştır. Fakat, bu devletin yıkılmasıyla Sasanilerle arasında sınır problemleri çıkmaya başlamıştır. Ak-hunların yıkılmasıyla birlikte Göktürk himayesine geçen Soğd'lu tüccarların, Sasanilerin kendi ticaretlerini engelledikleri iddiasıyla, İstemi Yabgu'ya başvurması üzerine ilk problemler ortaya çıkmıştır. İstemi Yabgu Sasanilere karşı ittifak oluşturmak amacıyla Bizans'a elçiler göndermiştir. Bu elçiler, tarihte, doğudan batıya giden ilk elçilerdir. İstemi Yabgu'nun bu çabaları sonuç vermiş, Göktürk’ler ile birlikte Bizans ile de mücadele eden Sasaniler zayıf düşmüştür. ve Göktürk’ler istedikleri bölgeleri hakimiyetleri altına almıştır.
İstemi Yabgu, görevi sırasında diplomasinin en ince örneklerini sergilemiş, ilk olarak Sasanilerle anlaşıp Ak-hunları yıkmış, daha sonra ise Bizans ile anlaşıp, Sasanileri zayıflatmıştır. İstemi Yabgu tüm faaliyetlerini ise başına buyruk yapmamıştır. Doğudaki büyük hakan Mukan Kağanla birlikte sürekli diyalog halinde olmuş ve faaliyetlerini ona rapor etmiştir.
İstemi Kağan, Göktürk Devletinin batısındaki Akhunlar Devleti ile 563-567 yılları arasında savaşıp yukarıda detaylı anlatımda görüldüğü gibi onları yendi. Bütün Mâverâünnehir’i ele geçirip Sâsânî Devleti (224-651) ile komşu oldu. Batı Göktürkler, İli Irmağı boyu merkez olmak üzere; Kâşgar, Kulca, Cu Irmağı boyu, Isıg Gölü ve Aral Gölü çevresinden Hazar Denizine kadar genişlediler. İlk önce Sâsânî hükümdârı Hüsrev Nûşirevân (531-579), sonra da Bizans İmparatoru İkinci Justinianus (556-578) ile diplomatik münâsebetler kurup, siyâsî ve ticârî münâsebette bulundular. Akhunlara karşı Nûşirevân’la dost geçinen İstemi Kağan, ona kızını verdi. Sâsânîlerin batıya ipek taşımacılığını durdurması üzerine, aralarında anlaşmazlık çıktı. Bu yüzden Sâsânîlere karşı Bizanslılarla ticarî ve siyâsî ittifak tesis edildi.
İranlılardan ya ipek yolunu açması veya Göktürk Devletine haraç vermesi istendi. Haraç isteği reddedilen İstemi Kağan, elçilerinin de zehirlenmesi üzerine, İran’a karşı sefer hazırlıklarına başladı. Bu durumu haber alan Sâsânîler, ticâret yolunu açmayı ve haraç vermeyi kabul ettiler. Bilâhare ortaya çıkan Sâsânî-Bizans çatışması (571-590) sırasında, Sâsânîlerin zayıf düşmesinden de istifade eden İstemi Kağan, Âzerbaycan taraflarını ele geçirdi. İstemi Yabgu 576 yılında vefat etmiştir. Onun yerini ise oğlu Tardu almıştır. babası gibi büyük bir kumandan ve asker olan Tardu ne yazık ki, ihtirasları açısından babası gibi erdemli değildir. onun kişisel ihtirasları sebebiyle imparatorluk 582 yılında ikiye ayrılmıştır.
 

Ekli dosyalar

  • Ýstemi Yabgu Kaðan.jpg
    Ýstemi Yabgu Kaðan.jpg
    1.7 KB · Görüntüleme: 90
  • Orhun yazýtlarý.jpg
    Orhun yazýtlarý.jpg
    3 KB · Görüntüleme: 27

PİRTÜRK

Dost Üyeler
Katılım
15 May 2009
Mesajlar
57
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Türkiye
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

ÖZET OLARAK HAYATI;

Mustafa, 1881 senesinde Yunanistan’ın Selanik kentinde (o zamanlar Osmanlı topraklarında idi) doğdu. Babasının ismi Ali Rıza Efendi, annesinin ise Zübeyde Hanımefendi. Osmanlı İmparatorluğu zamanında nüfus kayıtları düzenli olarak tutulmadığı için doğum günü kesin olarak belli değildir. İlerleyen zamanlarda ona doğum tarihi sorulduğu zaman ” Neden 19 mayıs 1881 olmasın” cevabını vermiştir. Mustafa’nın babası gümrük memurluğunda çalışıyordu. Daha sonra buradaki görevini bırakıp kereste ticareti yapmaya başladı. Orta halli bir aile idi. Ancak mutlu ve düzenli bir aile ortamı vardı. Mustafa, Osmanlı Tarihinin kapanmasına sebep olan olayların çok yoğunlaştığı Trakya’nın en önemli şehri olan Selanik’te büyüdü. Bu bölge ekonomik, siyasi ve kültürel olarak bölgeye yakın ülkelerden oldukça fazla etkilenen bir bölgeydi. Hristiyan ulusların Osmanlı’ya karşı isyan etmeleri, büyük devletlerin yayılma ve nüfuz siyasetleri, en çok burada etkisini gösteriyordu. Bu durum onu çok derinden etkiliyordu. Burada bu olayların meydana gelmesi onun ileride ülkenin geleceği ile ilgili kararlar alırken daha realist ve duyarlı hareket etmesini sağlamıştır. Atatürk’ün okula başlaması ailede görüş ayrılıklarına neden oldu. Annesi Mustafa’yı mahalle mektebine vermek istiyor; fakat babası, onun yeni yöntemlerle eğitim yapan bir okulda eğitim almasını doğru görüyordu. Ancak Zübeyde Hanımefendi’yi de üzmek istemiyordu. Nihayetinde görüş ayrılığı tatlıya bağlandı. Mustafa ilk olarak, annesinin dediği gibi törenle mahalle mektebine kayıt oldu. Sonra bu okuldan alınıp Şemsi Efendi İlkokulu’na kaydedildi. Ali Rıza Efendi’nin vefat etmesi de aileyi zor durumda bıraktı. Zübeyde Hanımefendi, çocuklarını yanına alarak, Selanik civarında çiftlik işleten erkek kardeşinin yanına yerleşti. Mustafa’nın okuldan geri kalması, Zübeyde hanımı oldukça tedirgin ediyordu. Bu sebeple Selanik’e geri döndü. Mustafa, Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne kaydoldu. Ancak asker olmak istediği için bu okulu yarıda bıraktı. Daha sonra annesinden habersiz bir şekilde, askeri rüştiyenin sınavlarına girdi. Sınavı kazanınca, annesi Mustafa’nın isteğini kabul etti. Mustafa’nın yetişmesinde ve düşünsel gelişiminde, Selanik Askeri Rüştiyesi oldukça önemli yer tutar. Selanik Askeri Rüştiyesi’nde, yetenek ve zekası ile arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanmayı başardı. Mustafa’nın matematik öğretmeni ona şöyle dedi: “Senin de adın Mustafa, benimde arada bir fark olması gerekmektedir. Artık senin adın Mustafa Kemal olsun.” Mustafa Kemal, kendisinin sınıf arkadaşlarının karşısında gururlandırılmasına çok sevindi. Türk tarihinin onur sayfalarına geçecek “Kemal” adı bu şekilde konuldu. Mustafa Kemal Askeri Rüştiye’yi bitirdikten sonra Manastır Askeri İdadisi’ne kaydoldu. Bu arada başka bir okula devam ederek Fransızcasını geliştirdi. Manastır Askeri İdadisi’ni bitirince harp okulunda eğitimine devam etti. Harp okulunu da üstün başarı ile bitirdikten sonra da harp akademisine giren Mustafa, kurmay yüzbaşı rütbesiyle 1905 senesinde orduda göreve başladı. O, büyük bir asker ve nadir yetişen komutanlardandı. İlk askeri başarısını, Trablusgarp’ta kazandı. Birinci Dünya Savaşı esnasında Balkanlarda, Çanakkale’de, Kafkasya’da ve Kurtuluş Savaşı Türk tarihinin sayfalarına parlak sayfalar ve destanlar olarak geçmiştir. 29 Ekim 1923te TBMM tarafından (reis-i cumhur) cumhurbaşkanı seçildi. Mustafa Kemal Atatürkün Hayatı; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık ilkeleri ile Türk ulusuna nasıl hareket etmesi gerektiğini göstererek geçmiştir. esnasında üstlendiği görevler ve kazandığı başarılar, onun askerlik dehasını ortaya koyan en önemli örneklerdir. Özellikle, Kurtuluş savaşı zamanında başkumandan olarak Sakarya ve Dumlupınar savaşlarında elde ettiği başarılar, kurdu. Kurduğu Türk devletini en mükemmel şekilde yönetip bu devletin gelişmesini sağladı. Devlet yönetiminde, asıl hedefi; demokratik, laik, özgür bir cumhuriyet yönetimi oluşturmaktı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türk ulusu, çağdaş uygarlığın dışında kalmıştı. Bu sebeple Mustafa Kemal Atatürk Türk ulusunu çağdaş uluslar seviyesine çıkarmak için devrimlerini birer birer yapmaya başladı. Türk ulusunu laik olduğu seviyeye getirmeyi hedefledi ve bu hedefini gerçekleştirdi. Atatürk son yılları ve ölümüne kadar Türk ulusunu, Türkiye Cumhuriyeti Devletini yükseltmek ve geliştirmek için çabaladı ve bu amacını Atatürk İnkılapları ve Atatürk İlkeleri ile gerçekleştirdi. Ulu önderimiz Atatürk 10 Kasım 1938 tarihinde hayata gözlerini kapadı.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİ ;

Mustafa Kemal, müzik dinlemeyi, kitap okumayı, dans etmeyi, ata binmeyi, uçuş seyretmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Rumeli türkülerine, zeybek oyunlarına, güreşe, ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan keyif alırdı. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. İleri derecede Fransızca ve az Almanca biliyordu. Devlet adamlarının, sanatçıların, bilim adamlarının, dostların davet edildiği, ülke sorunlarının da konuşulduğu akşam yemekleri Çankaya Köşkü’nde sık rastlanan bir durumdu.
Atatürk’ün çocuğu olmamıştı, savaş yıllarından başlayarak birçok çocuğun hamiliğini üstlenmiş, birçoğunu da evlat edinmişti. Atatürk’ün manevi evlatları, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Ülkü Adatepe, Nebile Hanım, Rukiye Erkin, Zehra Aylin, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim Tuncak, İhsan’dır.
İzmir’e girerken Yunan komutanının Türk bayrağını çiğnemesine ithafen, İzmir’de Yunanları bozguna uğrattıktan sonra basması için önüne serilen Yunan bayrağını yerden alması bilinen bir olaydır.

MUSTAFA KEMAL İÇİN SÖYLENENLER ;

AMERİKA ; Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye’nin doğması, yeni Türkiye’nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk’ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye’de giriştiği derin ve geniş inkilaplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur. John F. KENNEDY (A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963)
Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkan kalmamış olmasıdır. Franklin D. ROOSEVELT (A.B.D. Başkanı, 10 Kasim 1963)
Asker-devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi, Türkiye’nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir. General Mc ARTHUR
Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa’nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana Avrupa’nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi. Franklin D. ROOSEVELT A.B.D. Başkanı, 1928
Dünya sahnesinden tarihin en dikkatli, çekici adamlarından biri geçti. Chicago Tribune
Savaş sonrası döneminin en yetenekli liderlerinden biri. New York Times
İnsanı teslim alıcı fevkalade önderlik kuvveti vardır. O, tetiktir, hazır cevaptır, dikkati çekecek kadar zekidir.
Gladys Baker(Gazeteci)

ALMANYA ; O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı. Prof. Walter L. WRIHT Jr.
Atatürk Türkiye’yi tek düşman kalmaksızın bırakmıştır. Bu zamanımızın hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır. Alman Volkischer Beobachter Gazetesi
Almanya, ATATÜRK’ün eserine ve mücadelesine hayrandır. Onda, tarihi eseri, özgürlüğü seven bütün milletler için bir sembol olarak kalacak kudretli bir kişilik görmektedir. Berlin, Alman Ajansı
Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk’ün iman verici ve yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar. Profesör Herbert MELZIG(Tarihçi)
Kendisinin tarihi büyüklüğü, eseri olan yeni Türkiye’ye bakılarak bu günden ölçülebilir. Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören akıl ve hikmetle birleşmiş olan bu gerçek halk önderi ve devlet adamı; Anadolu dağlarının en uzak ve ıssız köşesindeki köylere bile başka bir ruh aşılamıştır. Illustrierte Dergisi
O, kendi milleti ve beşeriyet alemi için beslediği muhabbetle, bir dahinin neler yarattığına dair, cihana fevkalade heyecanlı bir sahne seyrettirmektedir.
Herbert MELZIG

FRANSA; İnsanlığın bütün belirtileri Onda kendini hemen gösteriyor. Noelle Gazetesi
Eski Osmanlı İmparatorluğu bir hayal gibi ortadan silinirken, milli bir Türk Devleti’nin kuruluşu, bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir. Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya koymuştur. Atatürk’ün parlak başarısı bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur. Maurice BAUMANT(Profesör)
Çok büyük bir adamdı…bir siyasi dahiydi. Excelsior Gazetesi
Dünyanın, çağdaş, en büyük kişilerinden biri. Le Jour-Echo de Paris
Atatürk’ün yurt kurtarıcı olduğunu, milletlerin en vefalısı olan Türkler asla unutmayacaklardır. Noell Roger Gazetesi
Karşımdaki bu büyük adamda, keşfettiğim bu büyük meçhulde maharet ve karakter o kadar iyi işlenmişti ki, sözlerinde hiçbir şüphe aranamazdı. Claude Farrer (Yazar)
Bu günün Türkleri, yüzyıllar önce Avrupa’yı titreten canlı millet durumuna erişmiştir. Ve bu aksam O büyük ulunun başında bekleyen Türkiye, güçlü ve dipdiri Türkiye’dir. Pierre Dominique(Gazeteci)
Asırları aşan adam !.. Fransa, Paris Basını
Akıllı ve barışçı yöntemlerle gerçekleştirdiği eseri halkların tarihinde izlerini bırakacaktır.
Albert LEBRUN Fransız Cumhurbaşkanı

Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir memlekette, bu adam, bütün rütbeleri, kazanmıştır. O memlekete, bulabilecek en şerefli isim Ona verilmiştir. Mercel Sauvage(Gazeteci)
Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir. Atatürk yüz yıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı. Gerrad Tongas(Yazar)
Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları; O’nun 1930′da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felaketinin içine sürüklemişlerdir. SANERWIN Gazetesi
Atatürk, bir milleti, birkaç yılda asrileştirmek mucizesini göstermiştir. Paris-Le Temps
Yeni Türk Devleti ile Ankara Antlaşması’nın imzalanması nedeniyle; “Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlaştı” diyenlere Fransız Başbakanının Mecliste verdiği cevap: Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O’nun tüm askerleri burada olsalardı teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir antlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum. (1921) Fransız Başbakanı BRIAND
Sırasıyla ihtilalci ve asi, sonradan muzaffer bir kumandan olan “Türklerin babası” Yeni Türkiye’yi yarattı, sultanları kovdu, kadınlara hürriyet verdi fesi kaldırdı, ülkesinde radikal bir inkilap yaptı. Paris-Soir’den
Denilebilir ki onsuz, İslam alemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti.
Berthe Georges-Gaulis

O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, Ona çok zaklardan bakmak gerekir. Claude FARRER / Fransız Edibi
Türkiye tarihi, bugün her zamandan çok Batı ve Avrupa tarihinden ayrılmaz bir haldedir. Ve Atatürk’ün bu yöndeki gayretleri sonuçsuz kalmamıştır. Memleketlerimiz arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu gelişmenin temel öğelerinden biridir. Charles De GAULLE
Kemal Atatürk’ün karakterinin bir cephesini göstermek itibariyle bir noktayı hatırlatmak isterim. Bize savaşlarından birini anlatıyordu.
Birdenbire durdu: Görüyorsunuz ya, dedi: birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum. Cesaret ve zekasından başka yüreği bu kadar yüce olan böyle bir Şef’in, yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılabilir mi? George BENNES Vu Gazetesi-1938

Devrin yüksek şahsiyetleri kitaplarda, konferanslarda Türkiye’nin asla değişmeyeceğini ve değişmeden öleceğini ilan etmişlerdi. Halbuki ölmeden değişti. Hem de kökünden ve baştan aşağı değişti. İnançlar, gelenekler, yöntemler yıkıldı. Son döküntülerini de yabancı zırhlıları ve kapitülasyonlar gibi memleketten sürüp attılar. Türkiye, ruhunu değiştirmişti. Tamamen ve tasavvur edilmesi mümkün olduğu kadar. Raymond CARTIER Le Nouvelliste Gazetesi
</SPAN>İNGİLTERE; Savaş sonrasının en ileri gelen devlet adamlarından biri. Kendi başına bir klas oluşturuyordu ve hemen her açıdan tekti.
The Fortnightly, Londra

Avrupa, savaştan sonra belirmiş az sayıdaki yapıcı devlet adamlarından birini kaybetti. Spectator
Çağımızda hiçbir isim Atatürk’ün adı kadar büyük saygı yaratmamıştır. Observer
İngiltere önce, cesur ve asil bir düşman, sonra da sadık bir dost olarak tanıdığı büyük adamı selamlamaktadır. Sunday Times
O, benzeri olmayan bir devlet adamı idi. Diktatörlerin tahammül edemediği serbest bir nizamla, başaramadığı ve başaramayacağı işler yapmıştır. Tarihte böyle adamlar devirlerine kendi adlarını vermişlerdir. Word Price
O, Türkiye’nin önceki kuşaklarından hiçbirine nasip olmayan özgürlük ve güven dolu bir hayat sağladı. Başarıları, Türkiye’nin Avrupa devleti olmasını sağladı, yakın doğunun tarihini değiştirdi. Times Gazetesi
Savaş Türkiye’yi kurtaran, Savaştan sonra da Türk Milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük kayıptır. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye’nin Ata’sına değer bir görünümden başka bir şey değildir. (1938)
Winston CHURCHILL İngiltere Başbakanı

Atatürk, Türk Milleti’nin ruhunda Türk Bayrağı gibi dalgalanan bir baştı. Daily Telegraph
Cumhuriyet Türkiye’sinin Devlet Başkanı Kemal Atatürk, diğer önderlerde görmeye alışmadığımız şu değerli nitelikleri kişiliğinde toplamış bulunuyor: alçak gönüllülük, yeterlik ve başarı. The Truth Dergisi
O genç ve dahi Türk Şefi’nin o esnada Çanakkale de bulunması, müttefikler bakımından tarihin en acı darbelerinden biridir. Alan Moorehead (Yazar)
Atatürk, eskimiş bilimlerle boş yere kafasını yormamış olduğundan daha taze ve cesur düşünen bir önderdir. Kendisi için, bugünkü Avrupa’nın en güçlü Devlet Adamıdır diyebileceğimiz Atatürk, hiç şüphesiz devlet adamlarının en cesur ve orijinalidir. Herbert Sideabotham (Yazar)
Herhangi bir olayı derinliğiyle kavramak, çıkar yolu görüp birdenbire harekete geçmek iktidarı, O’nun eşsiz otoritesinin başlıca kaynaklarından biridir. (1923) Grace Ellison (Gazeteci)
AFGANİSTAN; O büyük insan yalnız Türkiye için değil, bütün doğu milletleri için de en büyük önderdi. Emanullah HAN Afgan Kralı
ARNAVUTLUK; Bu Türk Milleti yastadır. Çünkü yeni Türkiye’nin yaratıcısı olan eşsiz şefini kaybetmiştir. Stipsi Gazetesi
AVUSTURYA; Büyük düşüncelerin adamı, bir devlet mimarıydı. Neue Freie Presse, Viyana
Atatürk öyle bir insandır ki, hayali değildir. İstediğini bilir, bildiğini yapar, yapamayacağı bir şeyi de istemez. Avusturyalı Heykelci KRIPPEL
BELÇİKA; Atatürk, yirminci asrın en büyük gerçeğini yaratan adamdır.Kopenhag-Nasyonal Tidende
Milletine bu kadar az zamanda bu ölçüde hizmet edebilen tek
devlet adamı Atatürk’tür. Libre Belgique gazetesi

BULGARİSTAN; Hiçbir memleket, yeni Türkiye’nin Ata’sı tarafından başarılan kadar güçlü, hızlı ve kökten bir yenilik hamlesine erişmemiştir. Bulgar Dness Gazetesi
ÇİN; Mustafa Kemal yeni Türkiye’nin kalbidir. Eski, yıpranmış bir toplumdan yepyeni, güçlü bir millet yaratmış, eşsiz kişiliğiyle kendini herkese saydırmış, enerjisiyle herkesi kendine inandırmıştır. Ma Shao-Cheng (Yazar)
DANİMARKA; Atatürk, şahsiyet ve yeteneğin dev gibi bir simgesi idi, O, yirminci yüzyılın en görkemli olayını yaratan adamdı. National Tidence Gazetesi
FİNLANDİYA; Atatürk, olağanüstü nitelikte bir devlet adamı, savaş sonrası dünya tarihinin en önemli simalarından biri idi. Hufvud Stadbladet Gazetesi
HİNDİSTAN; Dünyanın yetiştirdiği en büyük insanlardan biri. Star of India
Atatürk, yalnız Türk Milleti’nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin önderiydi. O’nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk. Bayan Sucheta KRIPALANI Hint Parlamento Heyeti Başkanı
İRAN; Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır. Tahran Gazetesi
Atatürk yalnız kahraman milletinin büyük bir Şef’i olmakla kalmamıştır. O, aynı zamanda insanlığın da en büyük evladı olmuştur. Iran Gazetesi
İSRAİL; Dünya, çağımızın en dikkati çekici adamlarından birini kaybetti. Palestine Post
Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkilapcı olmuştur. Ben Gurion İsrail Başbakanı (1963)

İSVEÇ; O olmasaydı modern Türkiye olmazdı. O’nun sayesinde Türkler, O’nun olağanüstü eserini izleyebilecekler ve zaten dünyaca pek yüksek olan onurlarını daha fazla yükseltebileceklerdir. Nya Dagligt Gazetesi
İSVİÇRE; Türkiye’yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam’ını başımı en derin hürmetle eğerek selamlarım. Profesör MORRF
Yalnız bir asker değil, aynı zamanda yüzyılımızın bir daha göremeyeceği bir dahi idi.
Profesör SEKRETAN

İTALYA; Hayatının sonuna kadar milleti’nin mutlak güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir.
C.C.SFORZA

Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz sezişi ile hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda memleketine yalnız askeri değil, aynı zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı. F.Perrone Di San Martino (Yazar)
Atatürk’ün ölümü ile Yakın Doğu’nun gelişmesine birinci derecede etken olan son derece kuvvetli bir şahsiyet kaybolmuştur. Tribuna Gazetesi
JAPONYA; Şaşırtıcı ve çekici bir kişi. Asker olarak büyük, fakat devlet adamı olarak daha büyük. Japon Times
Yüzyıldan beri Küçük Asya’nın çıkardığı en büyük lider. The Japon Chronicle
LÜBNAN; Büyük adamlar, kuşaklarının başındadır. Türk Milleti’nin başındaki büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında yılmayan büyük ve yurtsever bir insandı. KERAMA
Lübnan Başbakanı, (10 Kasim 1963)
Kelimenin tam anlamıyle bir yapıcı ve yaratıcı olan Atatürk, dünya haritasında memleketine yepyeni bir sınır çizmiştir. Loryan Gazetesi (1938)
Atatürk, dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. O, bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir. Ennehar Gazetesi (1938)
Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir. An Nahar
MACARİSTAN; Yüzyılımızda, “olmayacak hiçbir şey yoktur” şeklindeki tarihi gerçeği ıspatlayan ilk adam olmuştur. Esti Ujsag.Macar.
Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür.
Pester lioyd Gazetesi

Türkiye’yi bir arı kovanına ve bütün Türkleri de bal aramağa çıkmış çalışkan arı’lara benzetiyorum. Nasıl arı’lar beylerinin etrafında toplanıp çalışırlarsa bütün Türk Milleti bu gün büyük dahi Mustafa Kemal etrafında toplanmışlardır. Prof. M. Zaajti Franes
MISIR; Çağının, belki de tüm tarihin en olağanüstü kişilerinden biri. Egyptian Gazete
NORVEÇ; Atatürk, tarihte, memleketinin en büyük adamlarından biri olarak kalacaktır. Le Morgen Bladet Gazetesi
PAKİSTAN; Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan’da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever.
Eyüp Han, Pakistan Cumhurbaşkanı

Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O’nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik. İkbal (Şair)
POLANYA; O’nun yaratıcı ruhunun ve ateşli yurtseverliğinin harekete geçmemiş olduğu hiçbir alan yoktur. Gazeta Polska
ROMANYA; Atatürk, tarihte teşkilatcı bir dahi, bir milletin harikalar yaratan yöneticisi ve memleketinin kurtarıcısı olarak kalacaktır.
Independance Romaine Gazetesi (12 Kasım 1938)

Bir milleti, uçurumun kenarından sarsılmaz azmiyle kurtaran, kuvvetlendiren, yükselten yöneticiler arasında Atatürk, en birincisidir. Timpul Gazetesi (12 Kasım 1938)
RUSYA; Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli başkanın yönetimi herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti’nin milli bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni milli yapısını yaratmıştır. Sovyet Başbakanı Kalinin
SURİYE; Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak devlet gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimesinin bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi…
Elifba Gazetesi

Atatürk’ün başardığı işler mucize ve harika kabilindedir. Birkaç yıl içinde memleketinde yaptığı inkilaplar, birkaç yüzyılda gerçekleştirilmeyecek işlerdir.
El Tekaddum Gazetesi

YUGOSLAVYA; Atatürk’ün dehası, tarihte Türk Milleti’nin taşıdığı ruhun faziletine en yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir. Branko Aczemovic (Elçi)
Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamının ismini hak edecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin zekası ve kudreti kendisini yendiği alın yazısının önüne getirmiş, böylece yeni Türkiye’nin yaratıcısı olmuştur. Politika Gazetesi
YUNANİSTAN; Türkiye, dost ve düşmanlarının hayran olduğu bir deha adama, malik bulunmak bahtiyarlığına erişmiştir. Katimerini

 

Ekli dosyalar

  • 005_01.jpg
    005_01.jpg
    28.2 KB · Görüntüleme: 37
  • 0060vi1rf5sl2.jpg
    0060vi1rf5sl2.jpg
    54.8 KB · Görüntüleme: 35
  • 67jg2vt4ff7.jpg
    67jg2vt4ff7.jpg
    23.9 KB · Görüntüleme: 24

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

16.haziran.2009 tarihinde "bilgi paylaşımı" amacıyla "Tarihe iz bırakmış Unutulmayan Türk'ler" konu başlıklı bir yeni konu açmıştım. Amaç Türk Tarihinin zengin sayfalarında gezinerek arkadaşların da katkısı ile o güzel ve naçiz insanları anmak, tanıtmak, tanımak idi.
Bugüne kadar bu yeni konu ile ilgili olarak yaptığı kısa yorum için KARTALGÖZÜ kardeşime, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan konulu katkısı için CANBULAT kardeşime ve Mustafa Kemal Atatürk Konulu katkısı için PİRTÜRK'e, yazıları izleyerek yorumsuz teşekkürleri için GÖKTÜRK ve ARIKBUKA kardeşlerime teşekkür ederim.
Ne yapalım "Adımız Hıdır. Elimizden Gelen Budur."
Saygı ile....
Bülent Baysal
 

Bülent Baysal

Dost Üyeler
Katılım
21 Ağu 2008
Mesajlar
481
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Tanrı ve Hıra Dağlarında
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

16.haziran.2009 tarihinde "bilgi paylaşımı" amacıyla "Tarihe iz bırakmış Unutulmayan Türk'ler" konu başlıklı bir yeni konu açmıştım. Amaç Türk Tarihinin zengin sayfalarında gezinerek arkadaşların da katkısı ile o güzel ve naçiz insanları anmak, bilmediğimiz yönleri ile tanıtmak, tanımak idi.
Bugüne kadar yaptığım izlemede ; bu yeni konu ile ilgili olarak yaptığı kısa yorum için KARTALGÖZÜ kardeşime, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan konulu katkısı için CANBULAT kardeşime ve Mustafa Kemal Atatürk Konulu katkısı için PİRTÜRK'e, yazıları izleyerek yorumsuz teşekkürleri için GÖKTÜRK ve ARIKBUKA kardeşlerime teşekkür ederim.
Ne yapalım "Adımız Hıdır. Elimizden Gelen Budur."
Saygı ile....
Bülent Baysal
 
Son düzenleme:

Fatih Deste

New member
Katılım
19 Haz 2009
Mesajlar
55
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
Sakarya
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

KAPAGAN KAĞAN


Göktürk Devleti kağanlarından olan Kapagan Kağan'ın doğum tarihi net olarak bilinmemektedir.

Göktürk Devleti'ni, 682 yılında yeniden kuran ağabeyi İlteriş Kutlug Kağan'ın uçmağa varışının üzerine, 692 yılında Göktürk Kağanı olmuş ve 24 yıl hüküm sürmüştür. Kapagan Kağan'ın önderliğinde Göktürk Devleti, batıda Mâverâünnehir olarak anılan Batı Türkistan'ı, doğuda Çin topraklarının bir bölümünü aldı. Onun asıl hedefi; Tang hânedânının hâkimiyeti altındaki eski Türk topraklarını ve Türkler'in oturduğu Çin eyâletlerini almak ve Çin'in, Göktürk Devleti'ne uzak bölgesinde oturan Türkler'in de kendi ülkesine yerleşmesini sağlamaktı.

Kapagan Kağan; Çin kaynaklarında, kendisinden korku ile söz edilen bir kişidir. Dış siyasette ve askeri komuta konularında başarılı olmak ile birlikte, iç yönetimde aşırı sertliği sebebi ile hoşnutsuzluklara ve isyanlara sebebiyet vermiştir. İç karışıklıklarda, Çin entrikalarının da rolü olmuştur.

716 yılında; Göktürk boylarından Bayırkular, yeniden isyan etmişlerdir. Kapagan Kağan, bu isyanı da çok sert bir şekilde bastırmıştır. Zafer sarhoşluğu içersinde ihtiyatsız bir şekilde savaş alanından ayrılırken, sağ kalan Bayırkular'ın saldırısına uğramış ve öldürülmüştür.

Bayırkular'ın; Kapagan Kağan'ın kesik başını Çin Sarayı'na götürmesinden, bu olayın Çin tarafından yapılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Ruhu Şad Olsun.
 

Fatih Deste

New member
Katılım
19 Haz 2009
Mesajlar
55
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
Sakarya
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

TİMUR HAN


Türk dünyasının en büyük hükümdarlarından ve tarihin en büyük cihangirlerinden olan Timur Han, 8 Nisan 1330 tarihinde Şehrisebz şehrinde doğmuştur. Babası Barlas Aşireti reislerinden Emir Turgaya, annesi ise Tigin Hatun'dur. Babasının ölümünden sonra baş gösteren anarşi üzerine yönetimi eline alan Timur Han, arasının açıldığı Maveraünnehir Hâkimi Emir Hüseyin'in 1370 yılında ölümünün ardından; bölgeye tek başına hâkim olmuştur. Yüksek bir askeri kabiliyete sahip olan Timur Han, kısa sürede İran, Azerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab'ı ele geçirmiş ve Harezm'i kendisine bağlamıştır. 1389 yılına kadar yapmış olduğu beş sefer ile Uygur Türkleri'ni de buyruğu altına almıştır. Altınordu'yu yenerek, İdil lrmağı'nın doğusuna kadar hâkimiyetini genişletmiştir.

Timur Han, 1399 yılında Kuzey Hindistan'ı ele geçirmiştir. 1402 yılında Suriye'yi de zapt eden Timur Han, 1402 yılındaki Çubuk Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nu yenince, Osmanlı ülkesinin de önemli bir bölümünü hâkimiyeti altına almıştır. Bu savaşın en büyük etkisi, Yıldırım Beyazıt gibi bir Osmanlı sultanının vefatı ve Osmanlı ülkesinin 11 yıldan fazla sürecek olan Fetret Devri'ni yaşaması olmuştur. Daha sonra; 200.000 kişilik ordusu ile Çin seferine çıkan Timur Han, bu sefere giderken 18 Şubat 1405 tarihinde, 75 yaşındayken Siriderya yakınındaki Otrar şehrinde uçmağa varmıştır.

Ruhu Şad Olsun.
 

Fatih Deste

New member
Katılım
19 Haz 2009
Mesajlar
55
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
Sakarya
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

KÜL TİGİN


Kül Tigin; 684 yılında doğmuştur. Babası; Göktürk Devleti'nin kurucusu İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun ve ağabeyi Bilge Kağan'dır. Babası İlteriş Kutlug Kağan uçmağa vardığında, ağabeyi Bilge Kağan 8, Kül Tigin ise 7 yaşındaydı. Ağabeyi Bilge Kağan ile birlikte, amcası Kapağan Kağan tarafından büyütülmüştür. Bilge Kağan, 32 yaşında ülke yönetimini eline aldığında, Kül Tigin de 31 yaşında onun yardımcısı olmuş ve ordunun başına geçmiştir. Ağabeyi ile birlikte, ülkelerindeki isyanları bastıran Kül Tigin'e ilişkin en sağlıklı bilgiler, Orhun Abideleri'nde yer almaktadır.

Kül Tigin; 16 yaşında iken, amcası Kapağan Kağan ile birlikte 50.000 kişilik Çin Ordusu ile yapılan savaşa katılmış ve kahramanlığı ile dikkat çekmiştir. Kül Tigin; 21 yaşında iken, Çinli general Caca ile yapılan savaşta da yer almış ve üç atını kaybetmiştir. Çinli askerlerin atmış olduğu 100'den fazla oktan kurtulmayı başararak, bu savaşın kazanılmasında büyük payı olduğu abidelerde yazmaktadır. Kül Tigin; 26 yaşında iken, Göktürk Devleti'ne başkaldıran Kırgız Türkleri'ne karşı düzenlenen sefere de katılmıştır. Sanga Dağı'nın eteklerinde 710 yılında yapılan savaşta, Kül Tigin'in savaşçılığı Çinliler'in de dikkatini çekmiş ve Çin kaynaklarında onu "Yenilmez Savaşçı" olarak göstermektedirler.

Kül Tigin; 27 Şubat 731 tarihinde, 47 yaşındayken uçmağa varmıştır. 1 Kasım 731 tarihinde kendisine büyük bir cenaze töreni düzenlenmiş ve törene Çin, Tıtan, Tatabı, Tibet, İran, Soğd, Buhara, Türgiş, Kırgız ve diğer devlet boyları da katılmıştır.

Ruhu Şad Olsun.
 

Fatih Deste

New member
Katılım
19 Haz 2009
Mesajlar
55
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
Sakarya
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

BİLGE KAĞAN


Bilge Kağan; 683 yılında doğmuştur. Babası; Göktürk Devleti'nin kurucusu İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun, kardeşi ise Kül Tigin'dir.

691 yılında, babası İlteriş Kutlug Kağan'ı yitiren Bilge Kağan, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti Kağanlık'ı yapan amcası Kapağan Kağan'ın elinde büyümüştür.

Amcası Kapağan Kağan uçmağa vardığında, yerine geçen İnal'ı devirerek, 716 yılında Göktürk Devleti'nin başına geçmiştir. Devletin yönetimini eline alan Bilge Kağan'ın ilk işi, iyi bir yönetim oluşturmak olmuştur. Bunun için, ordunun başına kardeşi Kül Tigin'i, vezirliğe de Tonyukuk'u getirmiştir.

Bilge Kağan'ın en büyük hayali, milletini yerleşik bir hayata geçirip, onları şehirde oturtmaktı. Ama, buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak:

"Türkler, Çinliler'in yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinliler'in sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkler'i, surlar ile çevrili bir kentte toplarsanız ve birkez Çin'e yenilirseniz, onların tuzağı olursunuz" demiştir.

Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm'i yaymak hevesine kapılmıştır. Tapınaklar yaparak, Türkler'i Budist yapmak arzusunu taşımıştır. Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan'ın bu düşüncesine de karşı çıkarak; Budizm'in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk Milleti'nin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söylemiştir. Bilge Kağan; çok itibar etmiş olduğu Vezir Tonyukuk'un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu plânları yapmamıştır.

Bilge Kağan döneminde, Göktürk Devleti'nin sınırları Çin'in Şan-Tung Ovası'ndan İç Asya'da Karaşar Bölgesi'ne, Kuzey'de Bayırku sahasından Ani Irmağı havalisi ve Batı Demir Kapı'ya kadar ulaşmıştır.

Önce veziri olan Tonyukuk'u, daha sonra da kardeşi Kül Tigin'i kaybeden Bilge Kağan'ı, Çinliler ile işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor (Buyrukçur) zehirlemiştir. Yatağında hasta yatarken kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734 tarihinde uçmağa varmıştır.

Tanrı'nın laneti Buyrukçur'un üzerine olsun.

Ulu Bilge Kağan'ın Ruhu Şad Olsun.
 

Fatih Deste

New member
Katılım
19 Haz 2009
Mesajlar
55
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
Sakarya
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

ZİYA GÖKALP


Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876 yılında Diyarbakır'da doğmuştur. II. Meşrutiyet'ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatı ile Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içersinde vermiş olduğu eserler ile Türk Edebiyatı'nın biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır.

Öğrenimine Diyarbakır'da başlamış olan Ziya Gökalp, yine Diyarbakır'da 1890 yılında Askeri Rüştiye'yi ve 1894 yılında da Askeri İdadi'yi bitirmiştir. Ziya Gökalp, tıbbiyelilerin istibdata son vermek için kurmuş oldukları İhtilâl Komitesi'ne girmiş, okuldaki faaliyetleri ve okuduğu Fransızca kitapların zararlı sayılması yüzünden hapsedilmiştir. Diyarbakır Valisi Halit Bey'in yolsuzluklarına karşı mücadeleye girişen arkadaşları ile birlikte yasak yayın okudukları gerekçesi ile 1898 yılında tutuklanmıştır. İstanbul'a döndükten sonra da, okuldan uzaklaştırılmıştır.

Ziya Gökalp, hükümlülük süresi dolduğunda "Zaptiye Nezareti altında bulundurulmak üzere" Diyarbakır'a gönderilmiştir. Burada; siyaset, felsefe ve tarih üzerine incelemeler yaparken, istibdat aleyhine gizli faaliyetlere de katılmıştır. Bölgede güvenliği sağlamak amacıyla kurulmuş olan Hamidiye alaylarının başındaki Milli aşiret reisi İbrahim Paşa'nın adının karışmış olduğu soygun ve baskın olayları karşısında, halkı direnmeye ve eyleme yöneltmiştir. Halk; 1905 yılında, 3 gün süre ile telgrafhaneyi işgâl etmiştir. İbrahim Paşa ve adamlarının cezalandırılması için saraya telgraflar çekilmiştir. Üstelik, Avrupa ve Asya ülkeleri arasındaki haberleşmenin bağlantı noktası olan Diyarbakır telgrafhanesinin bu bağlantıyı kesmesi, olayın daha da büyümesine yol açmış ve yabancı devletler saraya baskı yapmaya başlamıştır. Konuyu incelemek üzere İstanbul'dan Diyarbakır'a gönderilen soruşturma kurulu, Hamidiye alaylarının bir süre sinmesini ve yolsuzluklara son vermesini sağlamıştır. Ancak; halkın yakınmasına yol açan yeni olaylar patlak verince, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının önderliğinde halk yeniden telgrafhaneyi ele geçirmiştir. 11 gün süren bu ikinci işgâl, halkın kesin zaferi ile sonuçlanmış, hükümet; 1907 İbrahim Paşa ve alaylarını bölgeden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır. Ziya Gökalp, ilk eseri olan Şaki İbrahim destanında bu olayı anlatmaktadır.

II. Meşrutiyetin ilânından sonra, Ziya Gökalp'in kurmuş olduğu gizli cemiyetin yerini, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi almıştır. Partinin; Diyarbakır, Van ve Bitlis örgütlerinin denetimi ile görevlendirilen Ziya Gökalp, bu dönemde Diyarbakır ve Peyman gazetelerine yazıyordu. 1909 yılında, partinin Selanik'teki kongresine il temsilcisi olarak katılmıştır. Bir yıl İstanbul Darülfünun'da psikoloji okuttuktan ve Diyarbakır maarif müfettişliği yaptıktan sonra, yeniden Selanik'e gitmiştir. Katılmış olduğu parti kongresinden sonra, genel merkez üyeliğine seçilmiştir. Burada Genç Kalemler, Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerdeki yazıları ile Türkçülük ve dilde sadeleşme hareketlerinin öncüleri arasında yer alan Ziya Gökalp; milli duyguları, tarih bilincini, bilime ve tekniğe değer veren düşünceyi her şeyin üstünde tutan şiirleri ile çevresini geniş ölçüde etkilemiştir. İttihat ve Terakki Genel Merkezi, 1912 yılında İstanbul'a taşınınca, Ziya Gökalp de İstanbul'a yerleşmiştir. 1912 yılında, Ergani ilçesinden Milletvekili seçildi.

Türk Ocağı çevresindeki çalışmaları, Türk Yurdu ve kendi çıkarmış olduğu Yeni Mecmua gibi dergilerdeki yazıları, Türkçülük akımının ilkelerini saptayan ve çağdaş uygarlık karşısında yerli bir senteze varılmasını şart koşan önerileri, Darülfünun'da okutmuş olduğu toplumbilim dersleri, İttihat ve Terakki'nin yönetici kadrosu üzerindeki etkisi ile Ziya Gökalp, Mütarekeye kadar uzanan dönemin düşünce ve siyaset hayatına yön veren etkenlerin başında yer almıştır. İstanbul'un işgâli üzerine tutuklanarak, 1919 ve 1921 yılları arasında Malta'da sürgünde kalmıştır. Döndükten sonra, Uelif ve Tercüme Heyeti başkanlığına getirileceği tarihe kadar (1923) Diyarbakır'da kalmış ve küçük Mecmua'yı yayınlamıştır.

1923 yılında, Diyarbakır'dan milletvekili seçilmiştir. Hakimiyeti Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet Gazeteleri'nde makaleleri çıkıyordu. Altın ışık, Türkçülük'ün Esasları, Türk Töresi gibi kitapları birbirini izliyordu. Cumhuriyet Halk Partisi'nin programını inceleyen ve yorumunu yapan Doğru Yol isimli incelemesini de, yine bu dönemde kaleme almıştır. O sıralar yazmış olduğu Türk Medeniyet Tarihi ise, ölümünden sonra, 1926 yılında yayınlanmıştır. Yine ölümünden sonra, çeşitli gazete ve dergilerde çıkmış yazıları ile mektupları çeşitli kitaplarda derlenmiştir.

Ziya Gökalp; 1924 yılında, 48 yaşındayken İstanbul'da uçmağa varmıştır.

Ruhu Şad Olsun.
 

Shaman TÜRK

New member
Katılım
25 May 2009
Mesajlar
68
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Semerkand - İzmir
Web sitesi
www.Turania.com
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

Türkistan kültür hayatında İlminski ve Gaspıralı
İlminski'nin 1860'da geliştirdiği eğitim sistemi, Türkistan coğrafyasında ilk olarak 1863'te açılan okullarda uygulanmaya başlamıştı. Bu okullarda ilk sınıflarda ana dil öğretilmekle beraber, sonraki sınıflarda bütün eğitim Rus dilinde verilmekteydi. İlk Tatarlar üzerinde denenen Ruslaştırmaya yönelik eğitim faaliyetleri daha sonra 1870'de alınan bir kararla Başkurdistan ve Kazakistan topraklarına taşınmıştır. Orenburg eğitim bölgesinde açılan okullara alınan Kazak çocuklarının ardından, yeni yetişen öğretmenlerle Turgay, Ural, Akmola bölgelerinde yeni okullar açıldı.[1] Ancak bu açılan okulların lise, yüksek ihtisas ve üniversite kademelerinde eğitim ücretli ve çok masraflı olduğundan; ancak yüksek tabakadaki zengin çocuklarına münhasır kalmıştır.[2] Okumak ve yüksek tahsil yapmak için Rusça öğrenmek ve her şeyi ile Rus olan şehirlere gitmek şarttı. Bu, Çarlık Rusya'sının Rusça öğretmeye yönelik uyguladığı zorlayıcı kültür yayılmasıyla alakalı bir tedbirdi. Bu dönemde dini eğitim veren okullar hariç bütün okullar Rusça tedrisatlı idi.[3] Ancak rakamlara bakıldığında İlminski'nin düşünceleriyle kurulan ve İlminski metotlarının uygulandığı okulların çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira 1870'de açılmaya başlayan Rus okullarının sayısı 1913'te 157'ye ulaşabilmiş, bu okulların Hıristiyanlaştırmayı başardığı Kazakların sayısı ise, propaganda amaçlı yapılan bütün abartmalara karşın Rusya'yı tatmin edemeyen bir rakam olarak 8.544'te kalmıştır.[4]
Rusların eğitim faaliyetlerine karşılık, Türk Aydınlarından Gaspıralı İsmail Bey'i eski Türk Okullarının ıslahına ve milli ve manevi değerleri savunan, yeni metotlarla eğitim veren Türk Okulları açmaya sevk etmiştir. Gaspıralı İsmail Bey'i Türkistan'daki kültür hayatı içinde; Rusça'yı çok iyi konuşabildiği halde milli kimliğinden taviz vermeyen, çağdaş ilim ve fen sayesinde medeniyet seviyesini yakalayacak, bunun yanında halkını her türlü haksızlığa karşı müdafaa edebilecek milliyetçi-muhafazakâr ve entelektüel bir Türkistan toplumu oluşturmaya yönelik bir hareketin fikir büyüğü olarak görmekteyiz.
Cedidcilik olarak adlandırılan bu hareket Tatar'larla başlamıştır. En son katılan Rus idaresindeki Türk topluluğu ise Kazaklardır. Göçebe hayat tarzı süren Kazaklar, bu harekete dâhil olana kadar ilk aydınlarını çıkarmıştı. Sonraki yıllarda ise Tatar Türkleri tarafından 'Usul-ü Cedid' adıyla kurulan, dini ilimlerin yanında fen ilimlerini de veren okullar sayesinde Kazak Türkleri arasında 'Müslüman-Türk Birliği' fikri yayılmaya başlamıştır.[5]
İlminski ve Gaspıralı en geniş ifadeyle kültür alanında birbirleriyle çekişme halinde olan iki fikir adamı olarak Türkistan'ın kültür sahnesindeki yerini alır. Nitekim İlminski Rus Ortadoks Kilisesi başkanı K. P. Pobedonotsev'e yazdığı mektupta, Gaspıralı'ya karşı olan nefretini açıkça ifade etmiştir. 'Gaspıralı'nın tek bir gayesi var, Rusya idaresinde yaşayan milyonlarca Müslümanı birleştirmek, modern eğitimle ve Avrupa medeniyetinin imkânları ile daha kuvvetli hale getirmek ve İstanbul'un bu hususta desteğini sağlamaktır. Bu bizim yaptıklarımıza ve yapmak istediklerimize ters düştüğü gibi, Ortodoks dünyası için de büyük tehlike teşkil edecektir. Bunun için, Gaspıralı'nın ve gazetesinin (Tercüman) muhakkak susturulması gerekmektedir.'[6]
İlminski Türk halklarını her fırsatta, herhangi bir sebeple birbirinden uzaklaştırmaya yönelik fikirler sunmuştur. Buna en açık örnek, İlminski'nin Türk Lehçeleri arasındaki ufak farklılıkları abartarak müstakil dil haline getirmeye yönelik görüşleridir. 'Dilde, fikirde, işte birlik' sloganıyla harekete geçen Gaspıralı İsmail Bey ise, ortak bir Müslüman-Türk dili oluşturmaya yönelik çalışmalarda bulunuyordu. Her ne kadar İlminski, Rus siyasetine göre şekillendirdiği kültür çalışmalarında Çarlık Rusya avantajını kullanmışsa da, fikir ve görüşleri; Türk halklarının mayasında var olan unsurlara hitap eden Gaspıralı İsmail Bey'in ortaya attığı fikirler kadar Türkistan coğrafyasında yankı bulmamıştır.[7] Rusların her türlü tedbirine karşılık 1914 yılına kadar sayısı 5000 'i bulan 'Usul-ü Cedid' okulları bunun açık göstergesidir. Kazakistan topraklarında ise Cedid okullarının sayısı Orenburg Genel Valiliğince 80'den fazla olarak kaydedilmiştir. 1870 yılında Rus-Kazak okullarının açılması ise, Gaspıralı İsmail Bey'in fikir ve icraatlarını engellemeye yönelik yapılan bir hamle olmakla beraber, esasında Ceditçilerin yetiştirdiği öğretmenlerle din adamlarının ilişkilerini kesmeye yönelik idi.[8]
Gaspıralı İsmail Bey'in kitleleri etkileyen geniş çaptaki ideoloji örgüsünün kültürle alakadar olan kısmını şu sözüyle özetlememiz mümkündür; 'Rusların yaptığı medenileştirme işleri nelerden ibarettir? Kadılar yerine uyezt naçalnikleri, naipler yerine pristavları, belikler yerine vilayetleri, ipek cübbeler yerine zadegân yakalıları ikame etmekle medeniyet yapılamaz… Büyük bir teessüfle şunu kaydedeyim ki, Rus hâkimiyeti Türk halkının ilim membaı olan mekteplerini mahv ve perişan etmiştir. Rus hükümetinin takip ettiği siyaset neticesidir ki, Müslümanlar devlet işlerinden uzak kaldılar, cahil bırakıldılar.'[9]
Kazakistan'da sonraki yıllarda meyveleri devşirilecek olan Cedidi Kültür Hareketinden önce, Kazak toplumu ilk aydınlarını yetiştirmişti. Kazakistan'da ilk aydınlar olarak ortaya çıkan üç önemli isim vardır; Şokan Velihan, İbray Altınsarın ve Abay Kunanbay. İlk Kazak aydınları olarak sayılabilecek bu üç ismin fikirlerinde, Rus kültürünün belli başlı izlerini görmek mümkündür.
[1] Mehmet SARAY, Yeni Türk Devletleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996
[2] Hanif Altan, Milli Meselelerde Sovyetlerin Tutumu, Türk Kültürü, Sayı: 5, (s:31-36)
[3] Yunus LENGERANLI, A.g.m. (s:13)
[4] Mehmet Saray, A.g.e. (s:122)
[5] Vecihi Sefa Fuat Hekimoğlu, XIX. Yüzyılda Kazakistan'da Kültürel Gelişmeler, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: ? , (s: 121-130)
[6] Mehmet Saray, A.g.e. (s: 129)
[7] Dr. İdris BAL, Türk Cumhuriyetlerinde İslam Kimliği'nin Dünü, Bugünü ve Türkiye İle İlişkileri, Bilig, Sayı:8, Ankara, 1999, (s: 65-74)
[8] Vecihi Sefa Fuat Hekimoğlu, a.g.m., (s: 122-123)
[9] Mehmet Saray, A.g.e. (s:121)
 

Shaman TÜRK

New member
Katılım
25 May 2009
Mesajlar
68
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Semerkand - İzmir
Web sitesi
www.Turania.com
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

ismailenverrs4.jpg


Rusya'nın Kafkas savaşının hemen arkasından Tebriz'i işgal etmesiyle, bir süre için askıya alınan dar anlamda Pan-Türkizm esas anlamında Turan ideali yeniden canlandı. Üstelik bu sefer halktan da büyük bir destek buldu. Buna bağlı olarak Tebriz, Türk gönüllülerince savunulmaya çalışıldı.

Artık Enver Paşa, Dış Türklerin manevi lideri ve yetkili kurtarıcısı konumundadır. Dünya Türklüğü Paşaya mektuplar göndermekte ve kendisinden haklarının geri alınmasını istemektedirler. 1917 yılında patlak veren Bolşevik İhtilali, Pan-Türkizm emellerine davetiye çıkartacak ve Enver Paşa'ya bir kez daha mücadelenin yolu görünecektir. Kendisine, zamana göre en malik Türk cumhuriyeti olan Azerbaycan'ı üs olarak seçen Paşa, Turan Orduları Başkumandanı adı altında yardım toplamaya muktedir olmuştu. Yeniden kurduğu 28.000 kişilik Kurtuluş Ordusu'nun başına kardeşi Nuri Paşa'yı getirdi. İlk olarak silahlanma tamamlanacak, daha sonra ise başkent Bakü kızılların zulümden kurtarılacaktı.

Enver Paşa, bu kez planlarını iyi yapıyor zamanlama hatasınyapmamak ve hissi davranmamak için Kafkaslara gitmeyerek, planlarını İstanbul'da hazırlamaya özen göstermiştir.

Enver Paşa, Bakü'yü dört, altı hafta içinde, Kafkasya'yı ise iki yıl zarfında ele geçirmeyi hesaplıyordu. Ayrıca bütün Kafkas Hinterlandını ele geçirme planları kuruyordu. Denebilir'ki Tarihin en cüretkar Turan çıkarmasını düşünüyordu.

Ancak tam bütün hazırlıklar tamamlanıp iş Bakü'nün alınmasına geldiğinde, Enver Paşa büyük bir sürprizle karşılaştı. Alman İmparatorluğu, Bakü petrol rezervlerinin İngiltere'nin eline geçmemesi için Rusya ile anlaşma yapmış ve Türklere ihanet etmişti.

Mondros Antlaşması'nın imzalanmasının ardından Almanya'ya geçen Enver Paşa ve arkadaşları, içlerinde bir ukde olarak kalan Büyük Turan Düşüncesinden vazgeçmeyerek çalışmalarını Almanya topraklarında yürütme kararını aldılar.

1918-1920 yıllarını, hazırlıklarını tamamlayabilmek için harcayan Enver Paşa, 1920 yılında harekatına kaldığı yerden devam etmek üzere Rusya'ya gitmek isterken yakalanıp bir süre hapis yatacak, ancak sonunda arkadaşı Ahmet Cemal Paşa'nın yanına gelmeye muvaffak olacaktır.

İşte tam bu noktada Enver Paşa'nın düşünce yapısında bir değişiklik görülecek ve ünlü komutan, Rusya ile sıcak ilişkiler içine girecektir. Pek tabii ki Enver Paşa'nın amacı komünist sisteme entegre olmak ve bu yeni düzen uğruna çalışmak değildir. Onun amacı, Osmanlı Devleti'ni yok eden ve başkent İstanbul'u işgal eden İngilizlere hadlerini bildirmektir. Uğruna bir ömür harcadığı devletini yıkmaya çalışan İngilizlere karşı Sovyet sınırları içinde mücadeleye girişmektir.

1917 Bolşevik Devrimi ile devrim yılları içinde Enver Paşa'nın eylemleriyle ve fikirleriyle Ruslarla İngilizlere karşı mutabakata vararark Büyük turan devletini kurmak düşüncesi, şehit olduğu 1922 yılına kadar devam eden bir süreci kapsamaktadır.

Enver Paşa'nın bu yola girişi pek çok insanın kaderine hükmeden tarihi şartların zorunluluğundandır. Bu nedenledir ki, Enver Paşa için birinci derecede önemli olan husus, İngiliz emperyalizmine topyekün savaş açan Sovyetlerle bir Turan ittifakına girişerek, Büyük Turan hareketin tutunmasını sağlamaktı.

Nitekim genç Sovyet Devrimi, doğunun siyasi ufkunda çok ciddi şekilde değişikliğe uğrayarak, Bolşeviklerle Türkleri yan yana getirmiştir. Enver Paşa için bu durum Orta Doğu ve Türkistan'daki Müslüman topraklarda gerçekleştirmeyi düşündüğü hedeflere ulaşma yolunda yardımcı olabilecek bir konum demekti.

Ancak Enver Paşa'nın düşünce formasyonundaki köklü değişiklik Bakü Doğu Halkları Kongresi'nden sonra olur. 1920 Bakü Kongresinde dünya güç dengelerini, bu dengeler arasında Osmanlı İmparatorluğunun durumuyla, Osmanlı-Alman ittifakının ve İttihat ve Terakki'nin siyasal tavrının köklü bir tahlilini yapan Enver Paşa, kongre sonrası, Sovyetlerin üç hedefi geliştirmiş olduğuna dikkat çekecektir.

Bunlardan birincisi, Müslüman ve doğu ülkelerindeki anti-İngiliz hareketin özerk karakterine itibar etmek ve desteklemek, ikincisi, ihtilalin Müslüman ve Doğu ülkelerine zorla ihracı ve oralardaki demokratik unsurlarla işbirliği, üçüncüsü ise, İslam dünyasında Müslümanlar dışında faaliyet gösteren herhangi bir hükümet modelinin kabul edilmemesidir.

Kısa zamanda Sovyet Devriminin yapısıyla, dünya siyaseti içinde sömürülen halkların kimler olduğunu tespit eden Enver Paşa, Bakü Kurultayı'nda bu tespiti şöyle ortaya koyar:

"Arkadaşlar... Bugün Bakü şehrinde Dünya emperyalizm ve kapitalizmine karşı harbeden Şarkın ihtilalci alemi vekilleri olan bizlerin burada toplanmasına vesile olan Üçüncü Enternasyonal'e ve bunun azimkar reislerine umum ve arkadaşlar adına teşekkür ederim. Bugün bizi asırlardan beri ezen ve çırılçıplak soymakla kalmayarak kanımızı emen, öldüren dünya emperyalist ve kapitalistlerine karşı mücadelemizde elini tutacak ve Avrupa politikacılarının yalancılığının büyüklüğü nispetinde hak yolunda doğru ve sözüne inanılır ve milletlerin hukuk ve hürriyetini tanımayı programına yazmış olan Üçüncü Enternasyonal gibi bir müttefikin yanında mevki almakla mübağı olduğumuzdan birbirimizi tebrik edelim..."

Kongre tebliğinin devamında Trablus ve Çanakkale savunmasıyla birlikte asıl savaşın Batılı emperyalist güçlerle, bu güçler karşısında yer alan Sovyetler ve Doğunun ezilen bütün halkları olduğunu belirten Enver Paşa'nın zihninde bir tek ideoloji ve ideal vardır oda Büyük Turan Devletini kurmaktır.

Özellikle Bakü Kurultayı'nda dünya siyaseti ve bu siyaset içinde İttihat Terakki ile Doğu halklarının yerinin ne olduğuna dair yaptığı değerlendirme; Turancılığın ne olduğu, daha sonraki politik faaliyetlerindeki milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğine dair fevkalade bir dönüm noktasıdır.

Enver Paşa, ülkenin en yüksek askeri mercii konumunda yer alması sıfatıyla ve kurduğu ilişkilerle İslam-Doğu dünyasının bu yolda yeniden yapılanmasını sağlayarak katıldığı kongrede yeni açılan mücadele safhasında, kendilerini kongrede temsil etme yetkisini veren Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Arabistan ve Hindistan İhtilal Cemiyetleri İttihadı'nın ortak fikir birliği içinde olduğunu açıklayacaktır. Enver Paşa bu tahlili mazlum milletlerin kurtuluş yolunun açılması ve dünya mazlumları için bir zafer yolu olarak görüyordu.

Ancak genç Sovyet devletinin kısa zaman içinde Rus egemenliğine dayanan bir rejime dayanmasının ardından Moskova ile ittifak yolları ayrılan Enver Paşa için yeni bir strateji oluşmuştur ki bunun adı bilindiği gibi Büyük Turan Devletidir.

Bu düşüncesini 1922 yılında Afganistan Kralı Emanullah Han'a yazdığı mektupta şöyle dile getirecektir:

"Rus idaresine son vererek, bizim gözetimimiz altında, Doğu Müslüman-Türk hükümetlerinin konfederasyonu gerçekleşecektir. Majestelerinin yardımına çok teşekkür ederiz. Bu bağlamda, dünyada tek başına ayakta duracak ve Alman federasyonuna benzeyecek bu devlet, kısa bir süre içinde ortaya çıkacaktır."

Bu projenin altındaki gerçek hedef ise, eski gücüne ulaşmış Türkiye sınırlarından Hindistan sınırlarına dayanan yeni Türk-Turan İmparatorluğu'nun çekirdeğini oluşturmaktı. Buna bağlı olarak Enver Paşa, Doğu Türkistan ve dahası Afganistan'daki Müslümanları kapsayıp böylesi bir Pan-İslamist ve Pan-Türkist devlet içinde önemli bir rol oynamak istiyordu. Böylece, Türkistan''n geniş topraklarında yaşayan Türklerin alsancak altında birleşmelerini ve kendi liderliği altında yeni doğmuş Sovyet devletinin yanı sıra İngiliz emperyalizmine karşı da cephe alabilecekti.

Enver Paşa, bu projenin gerçekleşmesi yolunda Sovyet devletiyle ittifaka girdiği dönemden başlamak üzere, projenin politik zeminini oluşturmak amacıyla daha başlangıçta Mesai Halk Fırkası adıyla bir teşkilat kurmuştu. Programı olabildiğince radikal olan Mesai, o zamana kadar alışılmışın dışında idi. Sosyalist birlikçi, İslam ve milliyetçilik fikirlerinden oluşan bu programı Enver Paşa daha sonra, Mesai'nin ruhunun toplumculuk olduğu şeklinde yorumlayacaktır.

Ancak bu programda daha da ilginç olan taraf, Enver Paşa'nın Federe Milliyetçiliği'nin teorik zeminini oluşturmaya yönelik ilk ciddi çabaya da girmiş olmasıdır.

Bu nedenle Enver Paşa, halkın Mustafa Kemal idaresinden daha radikal ve daha yenilikçi olduğunu unutmaması için devamlı olarak siyasi planının taslaklarını yaymaktaydı.

Enver Paşa, milliyetçiliği ilk kez politik boyutun yanında sosyo-ekonomik boyutuyla ele alır. Teorik zemininin de sosoyal temalara yer vermesi, toplumcu çizgilerini taşıması onu, Batıcı milliyetçilerin tek boyutluluğundan olduğu kadar, dayatmacı bir fikir yapısından da kurtarmaktadır.

Ona göre, her şeyden önce savaşın özü, kapitalizm ve kapitalizmin ürünleri olan tekelci, tefeci ve çalışmadan kazananlardır ki, bunun dünya ölçeğindeki temsilcisi Doğu milletlerine topyekün taarruza geçen batı emperyalizmidir. Batı emperyalizmi, bütün Doğuyu sömürebilmek için halkları birbirine düşürerek pek çok bahaneler uydurmaktadır.

Bu nedenle Enver Paşa: "Müslüman milletlerin bağımsızlık davasının Pan-İslamizm şartlarından çok, Büyük Turan içinde yer alarak başarıya ulaşacağını düşünmektedir. Düşüncelerindeki bu değişiklik, Komünist Enternasyonal'in Temmuz 1920'deki İkinci Kongresinden sonra oluşmuştur.

Enver Paşa, 4 Ekim 1921 günü yanında bir kaç güvendiği arkadaşı olduğu halde Buhara'ya giden Enver Paşa, orada Bolşevik Rusya'ya karşı ayaklanan Türkistanlıların arasına katıldı. Daha doğrusu başlarına geçti. Yeni Turan yolunda Ruslar ile amansız bir mücadeleye giriştiler hep birlikte.

Tam on ay sürdü bu yaman mücadele. Bir bayram sabahı olan 4 Ağustos 1922 Cuma günü Tacikistan'da, Belcivan yakınlarındaki Abdere mevkiinde, Çegen Tepesi'nde, Ruslarla yapılan bir çete harbi sırasında Derviş isimli atının üzerinde yalın kılıç dövüşerek ve kalbinden vurularak şehit düştü.

ENVER PAŞA'NIN ŞEHADETİ

Türk tarihinin zaman içindeki akış sürecinde yetişmiş ender kahramanlarımızdan biri olan Enver Paşa'nın şehadeti de hiç şüphesiz, nesillere örnek bir ulviyet ve yücelik taşır.

Bunun detaylarını; Paşanın Türkistan Savaşı'nda, başından sonuna kadar yanında bulunan Türkistanlı mücahit Abdullah Receb Baysun'un Türkistan Millî Hareketleri adlı kitabında şu şekilde açıkça görüyoruz.

O gün buz gibi köpüklü kımızlar içilerek yemekler yendi. Çok neşeli bir gün geçti. Akşam oldu. Dönülüyor... Paşanın yasaklamasına rağmen, kalabalık bir halk, yarı yola kadar uğurladı...Yolda Paşanın yüzünde, solan günün hüznünü andıran izler belirmeye başladı... Gece saat 10.. Paşanın yanında toplanmıştık. Bir hayli konuşuldu. Gelecek bayram namazı inşallah Buhara'da kılarız; temennisinde bulunan Paşaya teşekkürler ediyorduk.

Çekilen bu yurt hasretinden kendine hiçbir pay ayırmadan, bunu hafifletecek hikâyeler anlatıyordu. Fakat; halinde bir başkalık vardı. Yüzünde, gözlerinde bambaşka bir yasın derin gölgeleri göze çarpıyordu. Gece ilerlemişti. Kalktık... Paşa'nın, bir şey söylemek istediği anlaşılıyordu. Soramıyorduk... Nihayet gülerek:


"Size verecek bir bayram hediyesi bulamadım. Arkadaşlığımızı belirten birkaç satır yazı yazsanız, mühürlesem. Günün birinde, size, beni hatırlatacak olan bu yazıların, millî mücadele arkadaşlığımızın da birer hatırası olacağını düşündüm." dedi...


Memnuniyetle kabul ederek yanından çıktık...
Geleceği görmeyen insan aczi içinde; Paşanın bu bambaşka hâlini birbirimize de soruyor, iki ihtimal arasında dolaşıyorduk.
1- Yurt ve aile hasretini kamçılayan bayramın gelişi...
2- Millî Hareket'in son günlerdeki beklenmeyen olayları... bütün bunlar Paşanın neşesini kırmış olabilirdi.

Arkadaşlarımızdan Nafi Bey, Paşanın istediği kâğıtları hemen kâtiplerden Ömer Efendiye yazdırdı. Mühürlemek için Paşaya götürdü. Gelen kâğıtların altına, Paşanın resmî mühründen başka, İstanbul Harbiye Mektebinde talebe iken 1300 tarihinde yaptırdığı hususî mührünü de bastığını gördük.Şehadet Günü: 5 Ağustos 1922 Cuma Sabahı.
Karargâh derin bir sessizlik içinde. Gecenin karanlığını, doğan güneşin, bahtımızı karartacağını bilmiyoruz.

Alışkanlığı üzerine erken kalkan Paşa, askerlerin geniş bir yerde toplanmalarını emretti. Askerin bayramını tebrik edecek, harçlıklar dağıtacaktı. Saat altı... İleri karakoldan bir silâh atıldı. Bu, baskın hareketini bildiren bir parola idi.Askerlerin yanına gitmek için atına binen Paşa; hemen dönerek bazı emirler verdi, yirmi kadar askeriyle, silâhın atıldığı tarafa koştu. Rusların bu gibi taarruzları günlük işlerden olduğu için, pek ehemmiyet verilmemişti.Rus askerleri gittikçe çoğalıyor... Bu taarruz, günlük taarruza benzemiyor. Harp büyüyor. Bu ciddiyeti anlayan Paşa; derhal bütün kumandanların ve askerlerin harbe iştirakini emretti.



Faruk, Danyal, Boribetaş ve sair kumandanlar hep vazife başında... Harp şiddetlendi...

Ruslar; bayram namazında baskın yaparak millî mücadele kumandanlarını, bilhassa Paşayı harpsiz esir etmeyi ve şu suretle gururlarına dokunan, tahammüllerini tüketen bu millî mücadele dâvasının ortadan kalkmasını tasarlamışlar...Paşanın, bayram namazını yanlışlıkla bir gün evvel kılması, bu plânın tatbikini suya düşürmüş olduğundan; Ruslar, Moskova'nın aylardan beri büyük ehemmiyetle hazırladıkları bu hücuma geçmişlerdi. Türkistan'ın her tarafında olan mücahitlerin üzerine, aynı günde hücum eden Ruslar emellerine yine kavuşamadılar.

Ateş her tarafı sardı. Paşa, yanında Hüseyin Nafiz, Eş Murad, Kerim Beylerle Müslümankul (Rayef) ve askerler olduğu halde ilerledi. Karşı tepede düşman ile aralarında beş altı metre mesafe kalınca, Paşa kılıcını çekiyor. Rusların üzerine atılıyor. Askerlere de hücum diye bağıran Paşa; birkaç Rusu öldürüyor. Harp, şiddetleniyor...

Çok şiddetli olan bu ilerleyiş, düşmanı şaşırtıyor. Mitralyöz başında olan Rus askerleri teslim diye bağırarak ellerini yukarıya kaldırıyorlar. Fakat, arka saftaki Rus takviyeli mitralyözleri hemen çok şiddetli ateşe başlıyor.

Atı ile ateş içinde koşan Paşanın; kalbine amansız bir kurşun giriyor.
Paşa; AMAN!.. diyerek atından düşüyor.

Ateşin şiddetinden yanına gidilemiyor. Ruslar, işledikleri cinayetin farkında bile değiller.Şehadet haberi, her tarafı bir yıldırım süratiyle sarıyor.Rusların ikinci bir kolu ile harp etmekte olan Devletmend Bey, bu kara haberi duyunca bir an şuurunu kaybediyor.

- Ne? Enver Paşa mı? Enver Paşa mı? Şehit mi oldu? Eyvah!..


Artık Enver Paşa yok mu? diyerek kılıcını çekiyor. Askerlerine: Haydi İntikam!.. İntikam!.. Bu intikamı almak, bize farz oldu; feryadıyla mahşeri andıran harbin içine atılıyor. 10 dakika sonra Devletmend Bey de şehit oluyor.

Harp yavaşlıyor. Mücahitlerin susmasını bir zafer diye kabul eden Ruslar da susuyor.
Enver Paşa; bu büyük kahramanın cesedi Rusların eline düştü diye, çok üzülüyoruz. İki katlı felâketin altında eziliyoruz.

Ümit güneşimiz sönmüş, karanlıklar içinde kalmıştık. Yer gök ağlıyor.
Kaybolan, sade bir insan değil; milyonlarca Türkün ümidi, istiklâli, zaferi, tarihi idi.
Kendimizden geçmiş, şaşkın, bitkin bir hâldeyiz... Ne olacak? Ne yapacağız?

Çegen Tepesi'ne geçmek için, suyu çekilmiş olan dereye doğru inmeye başladık. İniyoruz, indik, çıkıyoruz... Bir Rus kolu, dere kenarından ateş ettiyse de hiçbir zarar veremedi. Yalnız, birkaç dakika evvel Paşayı sırtında taşıyan Derviş adındaki at gelen bir kurşunla öldü...

Çegen Tepesi'nin ayağında, Devletmend Bey'in köyünde toplanıldı. Başsız kalan bu mukaddes topluluğun kumandası geçici olarak Danyal Bey'e verildi.

Sabahleyin ihtiyar bir köy imamı geldi. Dereyipayân'da, Enver Paşa'nın cesedini gördüğünü haber verdi.Bu haberi, bir müjde saydık. Hemen koştuk... Baktık ki, Rusların götürdüğünü zannettiğimiz şehit Paşa, burada yatıyor. Paşayı tanımayan Ruslar, üzerindeki elbise ve çizmelerini alıp gitmişler.

Paşa'nın yerde yatan cesedini âdeta göz yaşlarımızla yıkadık. Üzerine bayrak örterek, etrafına nöbetçiler konuldu.Kumandanlar derhal toplandı. Kabir yeri ve cenaze merasimi tespit edildi. Şehadet haberi dalgalar hâlinde her tarafa yayılıverdi. Bu kara haberi duyan kadın, erkek yollara dökülmüşler, inleye, ağlaya Çegen'e doğru geliyorlar. Çok kısa bir zamanda Çegen'de 25.000 den fazla insan toplandı. Bu kara habere inanmayan birçok insanlar, hakikati gözleriyle gördükleri hâlde, acaba doğru mu diye birbirlerine soruyorlardı. Halk, bir sel hâlinde...

Ceset, tabuta kondu... Hafızların tekbir sesleri, okunan mersiyeler, halkın feryatları, yeri göğü inletiyordu. 30.000 kişinin elleri üzerinde, gök kubbenin altında şerefle sallandığını görmek istediği sevgili bayrağına sarılı olan tabutu ağır ağır ebediyet yolunda...

Paşa'nın ölüm acısına tahammül edemeyerek ateşin içine dalan Belcivan Kumandanı Devletmend Bey'in tabutu ile Paşa'nın tabutu yan yana...

Pınarı gölgeleyen iri ceviz ağacına yaklaşıyoruz. Acılar daha derinleşiyor. Ahıret yolcularının âkıbetleri burada...Yaklaştıkça kalplere çöken acı ölçüsüz, ifadesiz bir şekilde taşıyor... Bayılanlar var... Ellerimiz üstünde taşıdığımız bu kumandanı, toprağın karanlıklarına terk etmek istemiyoruz... 30.000 kişinin acı sükûtunu haykıran ses, varlığın sırrına erişemeyen insan aczini feryat ediyor.

Cenaze merasimi esnasında birçok bayılanlar oldu... Bunların arasında kumandan Faruk Bey'in de birdenbire yere düştüğünü gördük...

Dinî merasim bitti... Paşa'dan ebediyen ayrılacağımız an gelmişti. Fanileri, ebediyete götüren mezarlara tabutlar yavaş yavaş iniyor. Üzerlerine inen her toprak parçası Türkistan tarihine çöken bir matem, sonsuz bir elemdi.

Cesedi toprağa, ruhu da kalplere gömülen Enver Paşa'nın mezarı Türkistan halkı için mukaddes bir ziyaretgâh oldu... Günlerce bu kabir etrafında dualar okundu.

Kumandanlardan Halil ve Paşa'nın özel hizmetlerinde bulunan Mirza Muhiddin Beyler de şehit Paşa'nın tabanca ve kanlı çamaşırlarını Afganistan'da bulunan Osman Hoca ve Sami Beylere gönderdiler. Paşa'nın tabancası, o zaman Afgan Harbiye Nazırı olan Nadir Han'a Bedehşan'da takdim ediliyor. Sultan adındaki atı da isteği üzerine Miralay Ali Rıza Beye veriliyor.

Afganistan'da hususi murahhası olarak bulunan Bartınlı Muhiddin, Halil ve Mirza Muhiddin Beyler de, Paşanın çamaşırlarını ailesine vermek üzere İstanbul'a hareket ediyorlar.

 

KÜLTEGİN

Genel Koordinatör
Katılım
18 Şub 2008
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Tanrı Dağlarında
Cevap: Tarihe iz bırakmış UNUTULMAYAN TÜRKLER

Sen hayaller kur yeterki Enver,
Biz yine ölürüz...
 
Üst