Tasavvuf Istılahları

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Tasavvuf ilminin, çok geniş ve derinlemesine incelenip te'vil ve tefsîr olunmuş, bir ıstılah (terim) lügati vardır. Biz burada okuyucuya yeterli bilgi verecek şekilde mühim olanlarını ele alarak manalarını vereceğiz.

TARÎKATTE USUL-Î AŞERE

Tarikatte on usul vardır ki, Necmüddin Kübrâ rahmetullahi aleyh "Usûlü'l-Aşere"1 adlı eserinde bunları şu şekilde sıralamıştır:
1. Tevbe, 2. Zühd, 3. Teveklül, 4. Kanaat, 5. Uzlet, 6. Zikre mülâzemet, 7. Tamamiyle Hakk'a dönmek, 8. Sabır, 9. Murâkabe 10. Rıza.
İşte bu esasların hakikatleri iyi anlaşılırsa, İslam tasavvufunun ruhu meydana çıkar. Bir kısım dervişlerin ve bazı müteşeyyihlerin telkin ettikleri ve halkı hak ve hakikatten uzaklaştıran manalara ve te'villere kapılmamak için bu esasların bir bir tahlil edilmesi icabetmektedir.
1. Tevbe:
Tevbeyi Peygamber Efendimiz "nedamet'le tarif buyurmuştur.2 Yani bir mü'min beşeriyet iktizâsı bilerek bir günah işler veya bir hatada bulunursa bundan dolayı çok üzülür, kendi kendini levmeder, pişman olur ve bütün hayatınca bir daha işlememeye karar verirse, tarif-i nebeviyyeye uygun tevbe etmiş olur. İşte bu tevbedir ki, günahı kökünden söker ***ürür. Yine Efendimizin: "Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir"3 mealindeki hadîs-i serifinin hükmü tebeyyün eder. Yoksa şairin tasviri gibi, elde tesbih, dilde tevbe, fakat kalbi arzuladığı hevâ vü hevesiyle meşgul olursa, nefesi tevbe kapılarına ulaşamaz.
2. Zühd:
Her türlü mesaviden, kîl ü kalden, abesten sakınmaktır. Bu, kuvvetli bir irade mes'elesidir. Çünkü, cemiyet içinde bundan kurtulmak çok müşkildir. Görülen herhangi bir kötülüğü Peygamber Efendimizin tarifi veçhile, "Önce eliyle, eğer muktedir değilse güzellikle söyleyerek diliyle iknâa çalışmak, ona da imkan bulamazsa, oradan uzaklaşarak kalbi ile nefret etmek" zühddür.4 Fakat, başkalarına gördüğü kötülüğü anlatmak ve onun izalesinin lüzümunu belirtmek, zahidin ayrıca vazifesidir. Yoksa "Benim neme lazım, günahı kendisine aittir" derse, vazifesini tam yapmamış, zımmen günaha iştirak etmiş olur. "Zühd, yalnız zahidin kendisine ait değildir, halkı da koruması tarikin icabıdır." Ancak herhangi bir kötülük zikredilirken, onu yapanların teşhisi ve ilanına lüzum yoktur; kötü olan fiildir. Maksat fiili zem ve takbihtir.
Yapanın şu veya bu olması, kötülüğün hüviyetini değiştirmez, olabilir ki kötü hüviyetini taşımış olan kimse fi'lin icrâsından bir an sonra nedâmet etmiş, karşısındakinin kalbini almış ve ihkâk-ı hak etmiştir. Bilfarz vak'ayı bir gün, sonra nakleden zahid, bilmiyerek gıybet çukuruna düşebilir. Onun içindir ki vak'ayı anlatıp, halkın sakınmasını te'mine çalışmak, hakk'a rehberliğin icabıdır. Asr sûresindeki emir de böyledir.5
3. Tevekkül:
Yer yer ve zaman zaman yanlış tefsire maruz kalan esaslardan biri de tevekküldür. Tevekkül, her işte bütün sebebleri yerine getirdikten sonra, Hak'tan vaki olan ve olacak tecellîye muntazır olmaktır; yani Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi deveyi bağladıktan sonra Hakk'a bağlanmaktır.6 Evin kapısını açık bırakmak, hırsıza girebilirsin demek olur. Bu Hakk'a tevekkül değil, haşa Allah'a bekçilik teklif etmek demektir. Tevekkül, kulca, yapılması lazım gelen herşeyi yaptıktan sonra Hakk'a iltica etmektir. Yani kulun kudret ve vüs'ati dahilinde, her ne yapılmak icabediyorsa, hepsini yapıp, Hakk'a boyun eğmektir. Yoksa, "Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler" sözünü anlamadan, tevekküle tatbik etmek vebâl olur. Kul, Hakk'ın verdiği cüz'î iradeyi kullandıktan sonra, Mevlâ'nın tecelliyatını beklemelidir.
4. Kanaat:
Bu esas da çok kere yanlış tefsir ve te'vil edilen on esastan biridir. Kanaatin tükenmez bir hazine olduğu, kanaat edenin açlığı kalmıyacağı yolunda ve bu mealdeki ehâdis yanlış tefsirlere mesned gösterilmiştir. Kanaat, çalışıp çabalıyarak, bütün cehdini sarfettikten sonra, eline geçene razı olmaktır. "Ben on saat çalıştım, on lira aldım, o beş saat çalıştı, yüz lira kazandı" dediğin zaman, kanaatin ne demek alduğunu anlamadığın meydana çıkar. Cenab-ı Hak herkesin erzakını birer sebebe bağlayarak taksim etmiştir.7 Senin rızk-ı maksûmun her ne ise, o eline geçecektir. Bugün on saatte on lira, yarın beş saatte yüz lirayı sen kazanacaksın; o ise, bir gün evvel senin kazandığına sahip olacaktır. Bütün kainat her gün başka tecelliye mazhardır. Sen de onların içindesin. O gün, o an Hak'dan her neye mazhar oldunsa, ona teşekkür etmek hakikî kanaattir. Çoğa sevinip, aza üzülmek kanaat değildir, şair ne güzel söyler:
Rızk-ı maksûma kanaattir meâli hikmetin.
5. Uzlet:
Bu mefhum da, halktan uzaklaşıp, bir köşeye çekilmek ve ibadetle meşgul olmak zannedilmiştir. Halbuki: Uzlet, iş zamanı içinde, halkın arasında bulunmak ve onlara faydalı olmak, iş zamanı dışında "leh ü la'b", "hevâ vü heves" peşinde koşanların arasında bulunmamak için evine, ailesinin yanına dönmek ve onlara faydalı olmaya çalışmaktır.
Yoksa herkes halktan teberri edip, bir köşeye çekilecek olursa, emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker vazifesini kim yapacak? Yine Asr sûresi bize rehberlik edecek, hüsrana düşmemek için birbirimize hakkı ve doğruyu göstermek ve anlatmak; iş zamanı daima halkın arasında bulunmak iktiza edecektir.
6. Zikre mülâzemet:
Zikre mülâzemet etmek, zikirden halî kalmamak demektir. Zikre mülâzemet, daima Hakk'ı hatırlamak ve anmaktır.
"Unuttuğun zaman Rabbini zikret"8 ayet-i kerimesinin meâli, "Rabbini hatırından çıkarma" demektir. Beşerî gafletle masivaya rabt-ı kalb edildiği zaman, derhal kendine gelip, masivanın halikını düşünmek lüzümunu ihtardır. Bunu te'yid eden diğer:
"Ayakta, otururken ve yattıkları zaman Hakk'ı ananlar, yerin ve göğün sebeb-i hilkatini düşünerek şöyle derler: "Ya Rabbi, görülüyor ki sen bunları boş yere yaratmadın, hepsinin muhakkak sebebleri vardır. Biz hata edersek, sen bizi azabdan koru"9 mealindeki ayet-i kerimede de sarâhaten görülüyor ki, zikre mülâzemet, tefekkürle Hakk'ı anmaktır. Yoksa bir fikre istinad etmeden, düşünmeden, ne yaptığını bilmeden "esma-yı hüsna"yı çekmek, Kur'an'ın, zikri tarif ettiği medlûle uygun düşmez. Evvelce de bahsedildiği gibi en büyük ve etemm-i zikir namazdır. İnsan bütün varlığıyla, Kur'an ile, salavat ile dua ile bir arada namaz içinde Hakk'ı zikretmiş oluyor. Namazda okuduğunun manasını bilmeyenler bile, okuduklarının lafzını düşünmeleri, namazın huşû'unu sağlar.
Farz ve nafile ibadetler dışında zikre mülâzemet nasıl te'min edilir?
Evinden çıkıp, işine giden adam, karşısına çıkan canlı - cansız neye baksa, ondaki varlığın Hak'dan olduğunu düşünmesi zikirdir. Saksıdaki çiçeğe, uçan kelebeğe, vızıldayan arıya, rastladığı karınca yuvasına, uçuşan kuşlara, hülasa yerde ve gökte ne görürse onu ibretle düşünüp, Halik'in kudretim anması zikirdir.
Oduncu baltasını sallarken, demirci örse vururken, bahçıvan toprağı bellerken, şair şi'rini, muharrir yazısını, müellif kitabını yazarken bileklerinde, kollarında, kafalarında mevcut kuvvetin ancak Hakk'ın vergisi olduğunu hatırlamak zikirdir.
Karada dolaşan, karadaki mahlûkatı, vapurda, kayıkta gezen, denizleri, okyanuslara ve içindeki binbir yaratığı, uçakta giden, gökyüzünün azamet ve dehşeti ve bilenler Kur'an-ı Kerim' de bunlara ait ayetleri hatırlayıp, Halik-i Kainat'in kudretini, azametini düşünmeleri hep ayrı ayrı birer zikirdir ki, Kur'an-ı Kerim ile me'mur olduğumuz zikirler bunlardır; zikre mülâzemetten maksat da budur. Yoksa işi gücü bırakıp bir köşeye çekilerek tesbih çekmenin sevap yerine sorumluluğu arttıracağını bilmek zamanı artık gelmiş ve geçmektedir.
Evet sorumludur. Çünkü, efdal-i ibadetin ne olduğunu ve hangi fi'lin kendisi için amel-i salih olacağını düşünüp öğrenmemiştir. Alimin, Hakk'ın rızası için bilgisini yaymayı, parası olanın fazlasını yine Hakk'ın rızası için, başkalarına dağıtması; bedeni gücü olanın, onu muhtaç olanlara yardımda bulunması ve kendisinde mevcut o kudretin Hakk'ın bir lutfu olduğunu düşünerek hareket etmesi yine bir zikirdir. Zikri böyle etraflı anlamadan sofî hüviyeti tahakkuk edemez.
7. Hakk'a tamamiyle teveccüh:
Allah'a bütün varlığıyla teveccüh etmek demek, ondan maadâ ne varsa hepsinden, yani bir kelime ile masivâdan kalbi temizlemektir. İşte o zaman bilkülliye Hakk'a dönülmüş olur. Zira herhangi bir ibadette, mahlûkattan herhangi birinde veya eşyada bir kuvvetin vücuduna inanmak şirk-i hafîdir. Bunu düşünen, Hakk'a tamamiyle yönelmiş olmaz. Herhangi bir hacetini, hakikatte kendi gibi aciz olup da, kaderin şevkiyle suyun başında bulunan birinden istemesi, teveccüh ve vuslata engeldir. Hele suyun başındaki nâkes olursa. Şairin dediği gibi:
"Şayet bir pespâyeyi yüksek mevkide görürsen asla ona ihtiyacını açma".
Yine şairin beyanına göre:
Âhenden olsa da feleğin çek kemânını
Çekme cihanda siflelerin imtinânını.
"Eğer feleğin yayı demirden de olsa onu bükmeye gayret et, yani hayatın zorluklarına, acılarına göğüs ger, yeter ki, bu cihanda alçakların minnetini çekme".
Hülasa, tamamiyle Hakk'a dönmek, devamlı bir mücâhede-i nefsiyye ile mümkündür.
8. Sabır:
Kur'an-ı Kerim'in yüz üç yerinde muhtelif vezinlerle geçer. Sabır kelimesine Cenab-ı Hak, insanların bilhassa nazar-ı dikkatini çekmektedir.
Güzel bir söz vardır: "Sabır insanların bu ikinci şecâati belki birincisinden daha mühimdir".
Peygamber Efendimizin duaları meyânında: "Ya Rabbi; beni gazab halinde adaletten ayırma" niyazında mündemiç, sabır fazileti vardır. Sabır, nefis terbiyesinin şüphesiz en mühim bir merhalesidir. Çünkü, her gün insanoğlu, maddî-manevî birçok elem, ızdırap, keder ve ruhî teşevvüşlere maruz kalabilir. Kendisi bunları izaleye muktedir olamadığı zaman, türlü feveranlar yapar. Bunlar maddesine ve rûhuna zarar verir. Sabır terbiyesini edinmeyen insanlar daima isyan halindedir, isyan ise mutlaka zarar getirir. İsyan, şehevat-ı nefse ittibâyı arttırır, şehevat-ı nefse sabretmek, nefsin hoşlandıklarını ve itiyadatı terk yolunda sabr u sebat etmektir.10 Ma'siyetleri, alacağı tedbirlerle gidermeye muktedir olamayan insan, aczini düşünüp hayr u şerrin hâlikı ancak Allah olduğuna inanarak sabretmesi en büyük bir mertebe-i kemaldir. Bu rütbe, insanoğlunu her şeyden korur, mü'minin indallah derecesini yükseltir.
Ancak sabrı acizle, meskenetle, ihmalle, terahî ile karıştırmamalıdır. Bu haller izzet-i İslam'ı rencide eder. Binâenaleyh elinde mevcut maddî ve manevî kuvvetlerle izalesine muktedir olduğu nefsine ve cemiyetine râci her türlü kötülüğü ortadan kaldırmak şahsî bir vazifedir, bunun sabırla alakası yoktur. Herkes, münkerin def'ine me'murdur.
9. Murâkabe:
Murakabe, herkesin, nefsini kontrol etmesinden ibarettir. Dünya ve ahiret vazifesinden fariğ bulunduğu zamanlar, işlediği amellerin iyi veya kötüsünü düşünüp, iyi yaptıkları işler için şükür, kötü hareketleri için istiğfar ederek, kötülüklerin tekerrüründen Hakk'ın kendisini korumasına dua etmektir. Bu murakabe bir nev'i bilançodur, kar ve zarar hesabıdır. Bunu her gün yapmayan, yani a'mâlini kontrol etmeyen hüsrana düşer, zarar muhakkaktır, programsız hayata sürüklenir. Bu murakabede rehber ve mürşidin söyledikleri de düşünülecektir. Bu rehber ve mürşid önce Kitab ve sünnettir veya bu hükümleri telkin ve irşad eden zattır. Murakabesiz geçen gün, ertesi güne ayna tutamaz, ışık veremez. İnsan gaflet perdesine bürünür, hakikatten nasip alamaz. Büyük mürşidler, murakabeleri esnasında ilham niyaz ederler, tecellîye göre hareket ederler, salikin ve mürşidin murâkabeleri ayrı ayrıdır.
10. Rızâ:
Tasavvufta bu makam, en son mertebedir. Her ne tecellî ve zuhur ederse, içinden ona boyun eğmektir.
"Herşeyin bir sebebi vardır"" meâlindeki ayet-i kerimeyi düşünerek, Müsebbibü'l-Esbab'ın hikmetlerini anlamaya çalışmak:
"Her bir güçlüğü, mutlaka bir kolaylığın takip edeceği"12 düstür-i furkanîsini hatırdan çıkarmamak, dileklerine uygun tecelliyatta ifratla meserreti izhar etmemek, üzücü vak'alarda elemini duyduğu gibi açıklamamak sabır ile rızânın birleştiği noktalardır.
Kur'ân-ı Kerim'de Hızır ile Musa kıssası,13 yine sabır ile rızayı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.

* * *

İşte tasavvufun bu on esası, saliki kemal mertebesine ulaştırmak için en sağlam yoldur. Kendini irşad için karşısına çıkacak rehberin zuhûruna kadar nefsini bu güzîde hasletlere alıştırması ve kendi kendine mutlaka bir rehber aramaya kalkmaması, hakikî sülûkün ilk merhalesidir. Tecellînin hangi yoldan geleceği belli olmaz. Mürşidin dışında rüyayı saliha veya ilhamlar olabilir. Kendi cehdiyle mertebe kazanan kimsenin basîretindeki cila, gözü açık âmâlara bile ışık verebilir.
Hülasa, tasavvuf bu on temelde gayet güzel özetlenebilir. Tasavvufun eşkal, merasim ve ayine ait hususları teferruattan ibarettir.
Her müslümanın, bir tarike intisap etmese de, hükmen bid'at-ı seyyie sayılan hususlar dışında her tariki hoş görerek usül-i aşere ile yol alması, eslem-i turuktur.

1_ Necmüddin Kübra'nın bu küçük risalesinİ İsmail Hakkı Bursevî, "Şerh-i Usûlü'l-Aşere" adıyla açıklamış ve bu şerh basılmıştır.
2_ İmam Ahmed, İbni Mace ve Hakim, Ebû Mes'ûd radıyallahü anhden rivayet etmişlerdir.
3_ İbni Mace, Ebû Mes'ûd radıyallahü anhden.
4_ Sahîh-i Müslim, c. I, s. 29.
5_ Asr sûresi, ayet: 2-3. Meâli: İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak iman edip, salih ameller işleyenler birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler, bunun dışındadır (hüsrandan kurtulurlar).
6_ Tirmizî, Enes radıyallahü anhden.
7_ Zuhruf sûresi, ayet: 32. Meali: Ey Resulüm! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
 
Üst