Falih Rıfkı tir tir titriyordu. Başbakan olmadım diye için için yanarken Beşeri Eğitim Bakanlığından da olmak tehlikesi vardı. Kekeliyerek cevap verdi:
- “Emredersiniz aziz şefim! Fakat o melun gardist kelime yerine hangi kelimeyi kullanalım?”
- “Bravo! Meselenin tam üstüne bastın! Bundan sonra sağ yerine “antisol” denecek. Beşeri Savunma Bakanı! Sen de Genelkurmay Başkanlığı kanalı ile bütün birliklere bir genelge yaz! Sağ yerine antisol...”
- “Emredersiniz aziz şefim!”
- “Bir de subayların askere kabaca muamele etmelerine müsaade edemem! Sola bak, antisola bak ne demek? Emir zamanı geçti. Şimdi demokrasi çağıdır. Bundan sonra hazır ol, sola bak, bölük dur şeklinde kumanda yok. Lütfen hazır olur musunuz, lütfen sola bakar mısınız, sayın bölük lütfen durur musunuz şeklinde komut verilecek. Anladınız mı?
- “Anlaşıldı aziz şefim.”
Teftiş büyük bir ciddiyetle sona erdikten sonra Beşeri Şef, Bakanlar ve öteki davetliler Çankayada ziyafet sofrasında toplandılar. Hafif ve çok lezzetli içkiler içiliyordu. Fakat “Z” vitaminini alanlara her türlü alkol fazla tesir ettiğinden daha ilk yudumlarda neşeler taşmış ve kahkahalar başlamıştı. Buna rağmen Beşeri Şef konuşurken hepsi saygıyla dinliyordu.
***
Yirmi Birinci asır başlamıştı. Beşeristan vatandaşları eğleniyor, içiyor, hayatın zevkini çıkarıyordu. Beşeri Şefin on dakika süren yeni yüzyıl demeci tele alınmıştı. Her saat başında radyoda tekrarlanıyor ve vatandaşlar her seferinde bu demeçten yeni manalar ve hikmetler çıkarıyorlardı.
Büyük Millet Meclisinin adı Büyük Beşer Meclisi olmuş ve gece yarısından sonra yaptığı yarım saatlik toplantıda yeni devrim kanunlarının ittifakla kabul etmişti. Bayraktan ay kalkmış, yıldızlar 149’a çıkarılmış, kan renginden başka bütün renkler serpiştirilmişti. Beşeristanda büyük bir hürriyetin hüküm sürdüğünü göstermek için de renklerin sırası ile her vatandaşın kendi arzusuna bırakılmıştı. Halkın iradesinin Mecliste daha kuvvetli temsili için her 10.000 nüfus başına bir milletvekili çıkarmak esası kabul olunmuş ve nüfus 40 milyon olduğu için Büyük Beşer Meclisinin 4.000 kişiden kurulması zaruri bir netice olmuştu. Fakat iktisadi prensipler gözönünde tutularak her dört yılda bir seçim masrafı ile bütçeyi sarsmamak için seçimlerin on yılda bir yapılması hakkında anayasaya bir madde konmuştu. Yürürlükte olan kanunlar yirmi bini aştığından, Beşeristanın bir kanun memleketi olduğu gerçeği, en geri ve mürteci kafalara bile yerleşmişti.
Bu büyük ve umumi eğlence arasında yalnız Sağlık Bakanı Doktor Pavlaki Özoğuzer, odasına çekilmiş, kapısını kilitlemiş, derin derin düşünüyor ve önünde tıp dergilerine bakarak birtakım notlar alıyordu. Durum kötü idi: Amerikadan gelen son tıp risaleleri “Z” vitamininin mahzurları ile dolu idi. Bu vitaminin az miktarda ve küçük yaştan alınması halinde normal olarak ömrü uzattığı, ileri yaşlardan sonra alınan”Z” vitamininin ise ömrü anormal şekilde uzatmakla birlikte hafıza kaybı yaptığı tecrübelere dayanılarak, ispat olunuyordu. İşin daha kötüsü, geçkin yaştan sonra başlanan “Z” vitamini, üstelik çok sayıda alındığı takdirde yalnız geçici hafıza kayıpları yapmakla kalmıyor, insanı çocuklaştırıyor, çocuklaşma halleri uzun sürüyor ve bu süre içinde şuur altındaki bütün istekleri açığa çıkarıyordu. 120 yaşlarında bir Amerikan milyarderi böyle bir anda Amerikanın 20 yaşındaki bütün kızları ile evlenmeye kalkmış, bu isteğini ilan şeklinde gazetelere vermiş, gazeteler havadis vermekten ibaret olan vazifelerini yapmışlar, iş kongreye aksederek memlekette büyük bir skandal olmuştu.
Beşeristanın ileri gelenleri “Z” vitaminini görülmemiş bir bollukla kullanıyorlardı. Beşeristan bu ileri gelenlerle ayalta durduğu için, devlet bütçesinin yarısı bu “Z” vitaminlerine gidiyordu.
Sağlık Bakanı, kaygılarını bir rapor halinde kağıda dökmek isterken telefon çaldı ve Doktor Pavlaki, Başbakan Hasan ali Zaro Yücel’in sesini tanıdı. Başbakan şunları söyledi:
- “Aziz Beşeri Şefimiz, insanlığı birbirine kaynaştırmak bakımından eşsiz bir hamlenin eşiğinde bulunuyorlar. Kendisi bütün beşeriyetin şefi, özü, özeti ve adeta bu kainatın sebebi ve hikmeti olduklarından, kanında beşeriyetin her ırkın kanından bulunmasını sağlamak için sizi memur ettiler. Gereken tedbirleri almak üzere derhal gelin!”
Doktor Pavlaki’nin Amerikan tıp dergilerinde okuduğu marazi belirtiler başlıyordu. Fakat çare yoktu. Başa gelen çekilecekti. Zaten Beşeri Şefin yüksek arzusu ortaya atılır atılmaz bütün elçiliklere radyo ile emir verilerek kan istenmiş ve her taraftan yollanan kanlar tepkili uçaklarla Ankaraya gelmeye başlamıştı.
2000yılının 1 Ocak günü, akşama doğru bütün ülkelerden Çanakya köşkünün
laboratuvarında toplanmış ve Sağlık Bakanı Doktor Pavalaki ile Sağlık Şûrasının ileri gelen üyeleri Beşeri Şefe iğne yapmak üzere hazırlanmışlardı.
Beşeri Şef, bu tarihi anın televizyonla cihana yayılmasını emrettiği gibi gelecek nesilleri de bu şereften mahrum etmemek için film çekilmesi hakkında direktifler vermişti. Bakanlar Kurulu da törendi idiler.
Her kandan bir milimetre küp verilecekti. Başbakan Yardımcısı Ahmet Erim Yalman atıldı:
- “Tabii ilkönce asil İsrail kanının verilmesini arzu buyurursunuz aziz şefim.”
- “Hayır, hayır! Evvela dost Moskof kanının şırıngasını isterim. Aziz dostum Staline sempatim devamdadır. Bu dost kan, damarlarıma girerken Beşeri Eğitim Bakanı Falih Rıfkı Atayın dost Stalin’le benim hakkımda yazdığı cümleler okunsun! Aynı zamanda Staline bir dostluk mesajı gönderilsin. Bu mesajı Başbakanım Hasan Ali Zaro yücel kaleme alsın.”
Sağlık Bakanı, Beşeri Şefe ilk iğneyi yaparken Falih Rıfkı Atay hazin bir sesle ve ağlıyarak 16.01.1994 tarihli Ulustaki makalesinden şu ölmez satırları okuyordu:
- “Lenin ve Atatürk ölmüşlerse de, onların eserlerini ancak yürüten, ilerleten ve yükselten iki şef, İnönü ve Stalin başımızdadırlar.
İğne büyük bir başarı ile yapılırken yan salondaki cumhurbaşkanlığı bandosu bir cemile olsun diye Sovyet marşını çalıyor ve Patrik Athenagoras da haç çıkararak Beşeri Şefi takdis ediyordu.
Sonra sırasiyle Yunan, İsrail, İngiliz, Amerikan, Fransız, Ermeni, Çin, Arap, Bulgar, Sırp, Romen, Çingene, Hotanto, Pigme kanları ve diğer birçok kanlar verildi. Beşeri Şef büyük bir medeni cesaretle, güzel nükteler yaparak bu kanları kendi kanına karıştırıyordu. Masanın üzerinde beş altı tüp daha kalmıştı. Sağlık Bakanı Doktor Pavlaki Özoğuzer bunlardan en baştakini alarak, bilinen ustalığı ile Beşeri Şefe zerkedince Şefte bir keyif, bir genişleme oldu:
- “Kuzum Pavlaki, bu hangi kandı?”
- “Kürt kanı, aziz şefim!”
- “Ya, öyle mi? Kırmançi zoni? Bu kan pek hoşuma gitti. Gücümü ve neşemi arttırdı. Bundan bir tane daha yaparmısın ?”
- “Aziz Şefim ! Bu kandan bu kadar hoşlanacağınız hiç aklımıza gelmediği için ikinci bir tüp hazırlamamıştık. Bununla beraber onun benzeri olan Zaza kanı var. Emir buyurursanız şimdi onu zerkedelim....”
Şefim emir ve isteği ile Zaza kanı da yapıldı. Beşeri Şefin sevincine son yoktu. Dans etmek istiyor ,içinden yalnız “varalo” kelimeleri anlaşılan bir şarkı söylüyordu.
Heyecanlı sevinci biraz durulunca son kalan tüplere bakarak sordu:
- “Kuzum Pavlaki! Bu kalan tüplerde hangi kanlar var?”
- “Aziz şefim! Bunlar Özbek,Kırgız, Türkmen, Kazak,Başkurt ve Tatar kanlarıdır.”
Bu cevap, Beşeri Şefi çıldırttı:
- “Ne!...Bu mendebur vahşi kanlarını hangi cüretle benim asil kanıma karıştırmak istiyorsunuz? Bunlar Turan kanları değil mi? Beşeristanın bu barbarlarla ne ilişiği var? Çabuk, kanları yok edin!....”
- “Emredersiniz efendim!”
Doktor Pavlaki korkudan titreyerek tüpleri aldı. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüyordu. Şef bağırdı:
- “Nereye gidiyorsunuz ?”
- “Bunları imha etmeye aziz şefim.”
- “Nasıl imha edeceksin?”
Pavlaki şaşırdı ve kekeliyerek cevap verdi:
- “Derin bir çukura atıp üstünü kireç ve toprakla örteceğim!”
- “Olmaz !.... Ben o vahşi kanı bilirim. Onu on metrelik toprağa da gömsen yine oradan da çıkarak ordular yaratır ve dünyayı kana boğar. Bu tüpleri derhal uçakla Atlas Denizine attırınız!.....”
- “Emredersiniz aziz şefim!”
***
Bütün ırkların kanı Beşeri Şefin damarlarına şırınga edildikten sonra, o,cidden, her ırkın dehasını kendinde toplayan hakiki bir Beşeri Şef oldu. Yunan zekasının yanında Fransız nükteciliği ile İtalyan müzik dehası; İspanyol ateşiyle birlikte İngiliz soğukkanlılığı, Çinli sabrı ile Amerikan tezcanlılığı, Ermeni çalışkanlığı ile Yahudi ticaret kabiliyeti, Alman felsefeciliği ile Rus mistisizmi, Arap asaleti ile Kürt temizliği, sözün kısası her şey, her meziyet onda birleşti. Artık bilginleri, müzikçileri, filozofları, şairleri, fikir adamlarını toplayarak onlarla beşeriyetin ıstırapları üzerinde konuşmak başlıca işi gücü olmuştu. Som altından bir plak üzerine “zavallı mustarip beşeriyet” kelimelerini kazdırarak çalışma odasına asmıştı. Bu üç kelimeye bakarak zaman zaman ağladığı oluyordu.
Bir gün inekçilikte çok ileri giden Danimarkalıların hangi usullerle bu kadar ilerlediklerini anlamak için tarihlerini öğrenmek lüzumunu duydu. Bilginlere tercümeler yaptırarak mükemmel bir Danimarka tarihi vücuda getirdi. Fakat bu kitap Beşeri Şefin zekasından yeni yeni kıvılcımlar parlamasına sebep oldu. Çünkü Danimarka krallarından birçoğunun adı Frederik, diğer birçoğunun da Kristiyan olduğundan, kıdem sırasiyle kırallara verilen birinci, ikinci, üçüncü sıfatlarının onları pekala birbirinden ayırmaya yeter olduğunu görerek:
- “O halde bu bir alay manasız isme ne lüzum var. Herkesin bir numarası olsa insanları birbirine karıştırmadan ayırdetmek daha kolay ve pratik olmaz mı?” diye düşündü.
Âni bir kararla yerinden fırlayarak kabineyi derhal toplantıya çağırdı. Beşeri Şefin ortaya attığı parlak fikrin ağırlığı bir müddet gözleri kamaştırıp kafalarda tesirini gösterdiği için ilkönce kimse sesini çıkaramadı. Fakat biraz sonra Bakanlar kendilerine geldiklerinden, çeneleri açılmaya, zekaları işlemeye başladı:
Söz alan Başbakan Hasan Ali Yücel şöyle dedi:
- “Sayın Şefim! Buyurduğunuz hakikat insanlığı karışıklıklardan, kargaşalıklardan kurtaracaktır. Mesela meşhur mürteci softa Gazali’nin adı Mehmed’dir. İstanbul’u istila eden padişahın adı da Mehmed’dir. Partimize karşı büyük küfranda bulunan Köprülü Fuad’ın göbek adı da Mehmed’dir. Hatta onun hayali dedesinin adı da Mehmed’dir. Benim mektep arkadaşlarımdan ise tam üç tane Mehmed var. Meclis bahçesinin bahçıvanı Mehmedi de bunlara ekleyince, kargaşalık son haddine erer. Şimdi Mehmed deyince hangisini kasdettiğimiz nasıl anlaşılacak? Hangisini kasdettiğimizi anlatmak için, ya uzun bir cümle içinde kullanmaya veya açıklamaya mecburuz. Halbuki numarasını söylediğimiz zaman hiçbir iltibasa yer kalmadan dilediğimiz kimse anlaşılacaktır. Demek ki insanları numaralandırmak usulü olağanüstü, eşsiz bir icattır.”
Başbakan Yardımcısı Ahmet Emin Yalaman şunları ilave etti:
- “Evet aziz şefim. Bu usul ekonomik olduğu için de tavsiyeye değer. Yalnız sayılar büyüdükçe işler zorlaşmasın diye her asır için numaraların birden başlayarak sıralanmasını, asırlar içinde ayrı bir numara belirtilmesi yerinde buluyorum. Mesela Birinci yüzyılda doğmuş olan 12 numaralı şahıs için 1/12 denir. Böylelikle, ikinci yüzyılda doğmuş olan 12 numaralıdan ayrılmış olur. Asırlarda soyadı yerine geçer.”
Beşeri Eğitim Bakanı Falih Rıfkı Atay ise şu mütalaada bulundu:
- “Biz zaten okullarda öğrencilere birer numara takarak bu usulü öteden beri tatbik etmekteyiz. Bundan sonra dünyayı bir okul haline koyarak o okulun öğrencileri olan insanlara numara vermek çok yerinde bir iş olur. Çocuklarımız da hafızalarını, bir takım boş ve manasız isimler belliyerek yormaktan kurtulur. Arkadaşlarımın düşüncelerine ekleyeceğim teklif şudur: Her meslek için bir harf kabul ederek numaralardan sonra o harfi söylerlerse şahsın mesleği de belirtilmiş olur ki, bundan daha büyük kolaylık beşer tarihinde ne görülmüş, ne de işitilmiştir. Mesela D3/16.748 veya M12/153.972 gibi. Ne güzel değil mi?”
Beşeri Şef, insanlara kolay ve rahat bir hayat yaşatmak gayesini güttüğünden, numaraların akılda kalmasını zorlaştıracak bu teklifi kabul etmedi. O kabul etmeyince de bütün Bakanlar bu haklı ve insani fikre katılarak onu desteklediler.
Nihayet iş, kimlere hangi numaraların verileceği meselesine geldi. Bu sırada Falih Rıfkı’nın sarardığı, şaşkın şaşkın sağa sola baktığı görüldü. Bir şey söylemek istediği, fakat girizgâh aradığı belliydi. Büyük bir gayretle söz istedi:
- “Sayın ve aziz şefim” diye söze başladı. “Lenin öldü, Troçki öldü, Stalin öldü, fakat siz başımızdasınız. Bu, Beşeristan için talihin büyük lûtfu, tarihin parlak tecellisidir. Yeni bir devrimin tomruklarını yani tomurcuklarını hazırladığınız bu dakikada bazı maruzatımı lütfen dinlemenizi istirham ederim. İnsanlara numara koymak gibi dahiyane bir icadın bazı mürteciler, yobazlar ve gardistler elinde suiistimal olunmaması için insanlık tarihinde değeri olamayanlara numara verilmemesini böylece onların sınıf döndürülerek beşeriyet kadrosundan çıkarılmasını teklif ediyorum. Mesela Atillâ ve Cengiz gibi vahşilerin insanlar arasında ne işi var? En iyisi onları almayarak unutturmak ve beşeriyete huzur ve rahat getirmektir...”
Başbakan Hasan Ali Yücel söz aldı:
- “Fakat düşünülecek bir nokta var. Bir sayıların birincisidir ama yine de bir sayıdır. Beşeri Şefi herkes gibi bir yası ile anmak yeter bir saygı değil gibi gözüküyor. Bunun çaresini bulmalıyız.”
Falih Rıfkı kendine gelmişti. Şu pozitif düşünceyi ileri sürdü:
- “Beşeri Şefe numara vermek doğru olmaz. Beşeri Şef herhangi fert değildir ki, numara alsın. Beşeri Şef numarasızdır.”
Beşeri Savunma Bakanı Kazım Özalp:
- “O halde Beşeri Şef Numarasız olsun” teklifinde bulundu ve bu teklif beşeri birlik ve beraberlikle kabul olunduktan sonra başkalarına numara vermesi kendisinden rica olundu.
Şef, tarihi bir vazife daha yapıyordu. Artık bundan sonraki bütün nesiller, insanları, Beşeri Şefin vereceği numaralarla bilip tanınacaklardı. Onun için çok dikkatli ve tetik bulunmak, haksızlık yapmamak lâzımdır. Başbakana dönerek:
- “Hasan ali Yücel! Senin için “1” sayısını düşünüyorum. Ne dersin?” dedi
Başbakan ayağa kalkarak büyük bir reverans yaptıktan sonra:
- “Aman aziz şefim” dedi. “Bu ne iltifat böyle? Ben nasıl “1” olabilirim?
- “Ya kaç olabilirsin?”
- “Bütün dünyaca kabul olunmuş bir gerçektir ki, bendeniz olsam “0” olabilirim.
- “Bravo! Senin numaran “0” olsun!”
Başbakan Yardımcısı Ahmet Erim Yalman’ın kıskançlık damarları yine kabarmıştı:
- “Ya benim numaram aziz Şefim?”
Sıfırdan sonra belki kendisine “bir” verilir diye düşünmüştü. Fakat anlaşılmaz, ahgi hikmet-i hükümet ise, Şef şu iltifatta bulundu:
- “Senin numaran “yarım” olsun. Zaten yarım tertip bir şahsiyetsin!”
sonra Beşeri Eğitim Bakanına dönerek fısıldadı:
- “Falih!... Sen de 100 numarasın!”
Beşeri Şef birdenbire, büyük bir kağıdı Başbakana uzatarak: “Yaz” emrini verdi. Şimdi eşsiz bir adaletle tarihi şahsiyetlere numara veriyordu:
- “Dostum Stalin: Bir.... Dostum Toraman: İki.... Dostum Çörçil: Üç.... Dostum Hitler....”
Burada birden bire durdu ve sordu:
- “Kuzum Hasan Ali! Biz Hitlerle dost muyuz, düşman mı?”
Yine geçici hafıza kaybı başlamıştı. Hasan Ali’de de aynı hal vardı. Yavaşça Başbakan Yardımcısı Ahmet Erim Yalman’a sordu:
- “Hitler kim yahu?”
Yalman yavaşça cevap verdi:
- “Canım, şu İtalyan başbakanı değil mi? Ama onu öldürdülerdi.”
Hasan Ali, Beşeri Şefe döndü:
- “Aziz Şefim; onunla dost değildik. Dost olsak da bir şey çıkmazdı. Çünkü o öldü.”
Beşeri Şefte hafıza kaybı devam ediyordu:
- “Öldü mü? Kime sordu da öldü?
- “Aziz Şefim! Kendi kendine ölmedi. Onu öldürdüler.”
Şef yumruğunu masaya vurdu:
- “Öldürdüler ha!... bu ne alçaklık! Hangi asırda yaşıyoruz? Çabuk, katilleri yakalayın. İstiklâl Mahkemesine verin! Mahkeme reisi Kel Ali’yi de çağırın, gelsin. Bu herifleri asalım da adam öldürmek ne demekmiş. Görsünler...”
Sağlık Bakanı Doktor Pavlaki’nin hafızası yerinde idi. Söze karıştı.
- “Sayın Şefim. Saçsız Ali Bey hayatta bulunmuyor.”
- “Ya nerde bulunuyor?”
- “Hristos, nasıl ömür versin, öleli çok oldu.”
- “Canım, nasıl ölür? Bak ben bir türlü ölüyor muyum? “Z” vitamini yutmuyor muydu?”
- “Aziz Şefim. O, “Z” vitamini keşfolunmadan önce ölmüştü.”
- “Necip Ali’yi çağırın!”
- “O da öldü!”
- “Sabahattin Ali’yi çağırın!”
- “O da öldü!”
- “Hazreti Ali’yi çağırın.”
Pavlaki hayretle baktı. Zihnini yorarak hatırlamak istedi. Fakat hiçbir şey hatırlamıyarak cevap verdi:
- “Bu zatı tanımıyorum aziz şefim.”
Beşeri Şef öfkelenmeye başlamıştı:
- “Ne demek tanımıyorum? Aristo! Sen de tanımıyor musun?
Beşeri eğitim Bakanı Falih Rıfkı Aristo gururla ayağa kalktı:
- “Hatırlamaz olur muyum aziz şefim. Benim yatağımın baş ucunda Cevdet tarihi durur. Her gece birkaç satır okurum. Hazreti Ali, Abbasi saltanatını yıkarak yerine Emevi Cumhuriyetini kuran büyük İran hükümdarıdır.
- “İyi ya canım. Ne duruyorsun? Çağırsana!...”
- “Aziz Şefim. Maalesef o da hayatta değildir.”
- “Yahu, bu memlekette Ali kalmadı mı? Çabuk bana bir Ali bulup getirin.”
Tam bu sırada Beşeri Şefin başyaveri Orgeneral Karabet Şapşalyan içeri girerek selam verdi. Başpatrik Athenagorasla yardımcısı Yakovos’un geldiklerini bildirdi.
Şef, sevinç içindeydi. “Buyursunlar” diye bağırdı ve papaslar kapıdan görünür görünmez kollarını açarak seğirtti. Athenagoras da kollarını açmıştı. İki reis kucaklaşıp öpüştüler ve bu sırada İsmet İnönü bir mide bulantısı geçirerek kendisini zor zaptettiyse de kimse bunun farkına varmadı.
Papasların arkasından birçok gazete foto muhabirleri de salona dolmuşlardı. Bunlar Beşeristan bakanı ile Bizans başbakanının el ele, kol kola birçok resimlerini çektiler. Sonra Patrik, haç çıkararak oradakileri takdis ettikten sonra güçlükle Türkçe konuşarak ziyaret sebebini anlatmaya başladı:
- “Ayasofyayı bize verdiğiniz için kilisem adına çok teşekkür ederim. İçinde gereken değişiklikleri yaptık. Cemaatim her gün size dua ediyor. Ebediyen yaşamanız en büyük dileğimizdir. Ayasofyanın dört minaresi, kilisenin ahengini bozduğu ve yıldırım düşerek tehlike yaratmak istidadında bulunduğu için onları yıktırdık. Syaın şefim! Allah korusun, sivri minareler yüzünden memleketimize bir zarar gelmek ihtimali vardır. Bunlar yıldırım çekebilecekleri gibi devrilip ölüme de sebep olabilirler. Onun için bütün minareleri yıktırmak bir emniyet tedbiri olur.”
Beşeri Şefin gözlerinde bir takdir şimşeği parladı:
- “Doğru söylüyorsunuz Patrik Hazretleri! Yarından tezi yok, minareleri yıktırmaya başlıyalım.”
Papas devam ediyordu:
- “Sağ olun aziz şefim. Hristos sizi kainattan sonraya kadar da yaşatsın da kainat sizden ışık ve feyz alsın. Sizden bir ricam var: Ayasofya kilisisei yanında Beşeristanın şanına lâyık bir site kurmak için biraz toprağa ihtiyacım var. Hain padişahların oturduğu Topkapı Sarayını bahçesiyle birlikte kulunuza ihsan buyurursanız biz de sitemizi meydana getiririz. Böylece de bütün Ortodoks dünyasının hayır duasını kazanırsınız.”
Beşeri Şef, teessür içinde kalkarak Athenagorası öptü. Yine birkaç saniye mide bulantısı geçirdikten sonra haykırdı:
- “İstediğinizi verdim! Zaten bu milletin o padişahlardan çekmediği kalmamıştı. Millet açlık içinde inlerken onlar saraylarda zevk sürüyorlar, hiçbir evde elektrik yokken kaplumbağaların sırtına mum dikerek bahçe eğlenceleri yapıyorlardı. İsrafın derecesini görüyor musunuz? Milleti nasıl ihmal ettiklerini görüyor musunuz? 36 padişahın her biri 100 kilometrelik demiryolu yaptırsaydı, memlekette 3600 kilometrelik demiryolu olurdu. Her biri 10 tanecik uçak alsaydı, Cumhuriyet devrinde 360 uçakla girerdik. Her biri 20 tane klasik tercüme ettirseydi 720 kitapla memleketimiz aydınlaşmış olurdu. Halbuki onlar yalnız ordular kurup dünyayı yağma ettiler. İçlerinde ince ruhlu tek kişi çıktı mı? Müzikten anlıyorlar mı idi? Aralarında viyolonsel çalmasını bilen var mıydı?”
Daha çok şeyler söyliyecekti. Fakat Papas Yakovoz söze başladı:
- “Aziz Şefim! Şengül Üniversitesinde İslam diniyatı, fıkıh, tefsir, hadis ve kelam profersörlüklerine tayinimi tasdik buyurduğunuz için teşekkürlerimi arzederim. Sizi rahatsız etmenin diğer sebebime gelince: Sinsi ve gizli bir irtica propagandası karşısında bulunuyoruz. Yüksek dikkatinizi çekmeyi vicdan ve namus borcu bildim...”
- “Gizli bir tertip karşısında mıyız? Irkçılar faaliyete mi geçti?
- “Aziz şefim. Bazı öğrencilerin derslerimde takındıkları durum ve sordukları sorular gözden kaçacak gibi değil. Mesela İslam felsefesi derslerimde İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylediğim zaman bana itiraz itiraz ettiler.”
- “Vay mürteciler, vay! Ne dediler?”
- “Allahın oğlu olmaz, oğlu olunca babasının da olması gerekir dediler.”
- “Vay cahiller vay...”
- “Evet sayın şefim! Fakat ben bu cahilleri susturdum. Dedim ki: Elbette babası da vardır. İsanın babası olan Allah, aynı zamanda İsa’nın kendisidir dedim. Apışıp kaldılar.”
Beşeri Şef heyecanla profesör Yakovoz’u öptü:
- “İyi demişsin profesör! Yüksek bir bilgin olduğun nasıl da belli. Şimdi şu meseleyi biraz da bana açıklasana kuzum! İsa hem Allah, hem de Allahın oğlu mu?”
- “Ona ne şüphe sayın şefim!”
- “Peki, İsanın soyadı ne?”
- “Soyadı yok sayın Şefim.”
Beşeri Şef öfkeyle ayağa kalktı:
- “Soyadı yok ne demek? Bizim soyadı kanunu çıkardığımızı bilmiyor mu?
- “Aman aziz şefim. O, soyadı kanunundan çok önce öldü.”
Beşeri Şef yumuşadı:
- “Ya, öyle mi? Mezarı nerede? Bari bir çelenk gönderelim.”
- “Mezarı yok, sayın şefim. Çünkü İsa gökte yaşıyor.”
Şefin gözleri faltaşı gibi açıldı:
- “Hani ölmüştü? Gökte nasıl yaşar? Benzin ikmalini nasıl yapıyor?”
- “Aziz şefim. O ölmedi. Onu öldürdüler. Fakat Allah olduğu için ölmedi. Göğe çıktı.”
Beşeri Şef yerinden fırlayarak hızla pencerenin önüne gitti. Gözleriyle göğü araştırdıktan sonra yerine gelerek bir vecize fışkırttı:
- “Ben gökte bir şey görmedim. Benim görmediğim şey de yok demektir.”
Onun pencere önüne gitmesiyle yerine dönmesi arasında geçen kısa zamanda Sağlık Bakanı doktor Pavlaki Özoğuer, Athenagoras’la Yakovos’a Rumca bir şeyler söylemiş, onlar da başlariyle tasdik işareti yapmışlardı. Şef oturup gökte bir şey görmediğini söyleyince Yakovos hemen söze başladı:
- “Aziz Şefim! Derslerimde bana karşı gelen öğrencilerin listedini takdim ediyorum. Beşeristan adaleti adına bu mürtecilerin cezalandırılmasını istirham ederim.”
Şef, kırk elli öğrenci adının yazılı olduğu kağıdı Beşri eğitim Bakanı Falif Rıfkı Aristo’ya uzatarak şu sert emri verdi: “Bu müfistleri hemen üniversiten tardet! Bunları adalete vermek için de hemen Yargıtay Başkanı ile Beşeristan Başsavcısını çağırttın!”
Yargıtay Başkanı Necdet Kut-Kut’la Beşeristan Başsavcısı Nazım Balöç, yarım saat sonra Beşeri Şefin huzuruna çıktılar. Şef onlara birer “Z” vitamini ikram ettikten sonra söze başladı:
- “Necdetim, Nazımım! Size yine iş düştü! Irçılar – Turancılar davasında gösterdiğiniz zeka ve liyakati bu davada da göstermenizi isterim. Şimdi bir sıkı yönetim mahkemesi kuruyorum. Burada işi daha sıkı tutmanız için adını “SımsıkıYönetim Mahkemesi” koyuyorum. Bu mahkemenin yargıcı Necdetim, savcısı da Nazımım olacak. Yakovos Hazretlerine kafa tutan şu öğrencileri yargılayın! Bakalım emperyalist emelleri var mı? Yabancılardan para alıyorlar mı? Bunları inceledikten sonra adilane bir karar verip 1 yılla 10 yıl arası cezaya çarpın onları!
- “Emredersiniz efendim!”
- “Necdetim! Sen Turancıları ne güzel muhakeme etmiştin, değil mi?”
- “Evet efendim, şeyleri güzel muhakeme etmiştim.”
- “Onlar kaç kişiydi?”
- “Elli altmış kişi, yani 23 kişiydiler efendim.”
- “Onları idam etmiştin, değil mi?”
- “Evet efendim! İdam etmiştik! Yani hapse mahkum etmiştik!”
- “Nazımım! Sen onların ihanetini ispat edip idamlarını iste! Necdetim de adalet gösterip idama değil, sadece hapse mahkum etsin!”
- “Emredersiniz aziz şefim!”
- “Ama isterseniz idam edin! Ben adalete karışmam. Adalet müstakildir.”
- “Evet sayın şefim!”
- “O zaman onların iplerini sen çek Nazımım. Çünkü senin annen Çingene Nazlı değil mi? Bu işe alışıksındır...”
- “Damarlarımdaki bu kanla iftihar ederim aziz şefim!”
- “Bu kadar asil olduğunu daha evvel öğrenmiş olsaydım seni kabineye alırdım.”
- “Sağ olun, aziz şefim!”
- “Necdetim! Sende de çingenelik var mı?”
- “Benim bütün ömrüm çingenelikle geçti aziz şefim!”
- “Aferin! İkiniz de gözüme girdiniz. Şimdi Nazımım, sen ne yapacaksın?”
- “Aziz Şefim! Irkçılar bütün liselere sızmışlardır. Oralarda propaganda yaparak genç nesli yarına hazırlıyorlar.”
- “Ya!.... Ne propagandası yapıyorlar?”
- “Efendim. Lise öğretmenleri olan Irkçılar öğrencilere Türk ırkının üstünlüğünden bahsediyorlar.”
- “Vay hainler vay!...”
- “Üstelik de padişahları yükseltiyorlar. Fatihi, Yavuzu göklere çıkarıyorlar.”
- “Onun için Sımsıkı Yönetim vasıtası ile liselerde bir araştırma yapalım. Çocukların mektuplarını kontrol edelim. Öğretmenlerin dolaplarını arayalım. Eminim ki, bir çok mürteci ele geçecektir.”
- “Aferin Kazımım. Senin zekândan ve sadakatinden zaten emindim.”
- “Elbette aziz şefim! Ben vaktiyle size olan sadakatimden babamı bile inkar etmiştim!”
- “Ya.... Baban ne yaptı?”
- “Abdülhamide jandarmalık etmişti.”
- “Aferin Kazımım! İşte Cumhuriyetin feyzi.... Cumhuriyet potasında insanları kaynatarak Beşeristan vatanperveri yetiştiriyoruz. Bizim gibi vatanperverlik kazanını kaynatan başka bir devlet var mı? Ne dersin Cevdetim?
- “Elbette vardır efendim! Yani yoktur efendim. Olsaydı şey olurdu efendim.”
- “Bir de benim Nabit’im vardı. Nabit Koyan. Onu da çağırın da Sımsıkı Yönetim Komutanı yapalım. O da arslan gibi adamdı değil mi? Boyu benimkine yakındı.”
- “Sayın Şefim. Allah size bir milyar yıl ömür versin ama Nabit Koyan öldü.”
- “Ne öldü mü? Neden öldü?”
- “Efendim, bilmiyorum ama Irkçılar öldürdü galiba...”
- “Ne diyorsun? Nasıl öldürdüler?
- “Beddua ederek öldürmüşler. Halk arasında böyle bir söylenti var.”
Sonraki Sayfa >>>