A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaşar Doğu

Ünlü Türk güreşçisi Yaşar Doğu, 1915 yılında Samsun'un Kavak ilçesine bağlı Karlı köyünde doğdu. Dedesinin köyü olan Emirli'de büyüdü. Güreşe orada başladı. 1938 yılında Ankara'da askerliğini yaparken minder güreşine çıktı. Bir yıl içinde millî takıma yükseldi. Oniki yıl süreyle (1939-1951) Ay-Yıldızlı mayo altındaki yerini muhafaza etti. Bu süre içinde katıldığı 7 şampiyonanın 6'sında şampiyonluğu kazandı. 1961'de Ankara'da vefat etti. Kabri oradadır.

Aslen Kafkas Türklerindendir. Ecdadı Samsun'a muhacir gelmişti. Daha önce bebek sayılabilecek çağda iken cepheye giden babasının şehit düştüğü haberi gelmiş, bu yüzden annesiyle birlikte dedesinin köyü olan Emirli'ye göç etmek zorunda kalmıştı. Çocukluğunun geçtiği bu köyde güreşe başladı ve daha delikanlılığın eşiğinde iken yaman bir karakucak güreşçisi olarak adını bütün çevreye duyurdu.

Ankara'da askerliğini yaparken bir arkadaşının ısrarı ile Ankara Güreş Kulübü'ne girdi ve orada minder güreşine başladı. Zehir gibi acı kuvveti ve büyük güreş kabiliyeti ile bu güreşte de kendisini derhal gösterdi. Ancak kendisini pek. tecrübesiz buIan yöneticiler onun Avrupa Şampiyonası'nda ezileceğini düşünerek kadroya almak istemediler.

Millî Takımın Finlandiyalı antrenörü Onni Pellinen ağırlığını koyarak direnince kendisine millî takımda yer verildi. Böylelikle başarı dolu güreş hayatının ilk millî temasını 1939 Avrupa Şampiyonası sırasında Oslo'da yaptı. Minder güreşindeki olanca acemilik ve millî maç tecrübesizliğine rağmen büyük bir varlık göstererek üç rakibini yendi, bir maçında sayıyla yenik sayılarak Avrupa Şampiyonluğunu kaybetti, ikinci oldu. O zaman, bu bile büyük başarıydı.

1940 yılında İstanbu1'da yapılan Balkan Oyunları'nda güreş yaşantısının ilk şampiyonluğunu kazandıktan sonra, İkinci Dünya Savaşı'nın araya girmesiyle millî müsabakalardan uzak altı yıllık bir duraklama devresine girilmişti.

1946 yılında tekrar rakipsiz eleman olarak Millî Güreş Takımımıza girdi. Aynı yıl Stokholm'de yapılan Avrupa Şampiyonası'nda sıtmanın verdiği 40 derecelik hararetle mindere çıkmasına rağmen yaptığı altı güreşi de kazanarak 73 kilonun Avrupa Şampiyonu oldu. 1947 yılında Prag'da yapılan Avrupa Greko-Romen Şampiyonası'nda da Ay-Yıldızlı mayo altındaki yerini muhafaza etti.

İlk kez “Demirperde Bloku”nun katıldığı bu şampiyona enteresan bir mahiyet taşımaktaydı. Zira Sovyet Rusya ve peykleri bir demirperde ülkesinde yapılan bu şampiyonada tam bir ittifak içinde idiler. Yaşar, arkadaşlarına yapılan haksızlıkları gördüğü zaman, şampiyonluğu kazanmak için sadece Rus rakibini değil, demirperde hakem blokunu da yenmesi gerektiğini gayet iyi anlamıştı. Bu azimle girdi güreşlere ve rakiplerini çatır çarır yendikten sonra finalde Rus ile karşı karşıya kaldı. Güreşe fırtına gibi girdi. Rus'u tuttuğu gibi yere vurdu. Oyundan oyuna geçiyordu. Bir ara rakibinin sırtını yere yatırdı. Hakemler görmezlikten geldiler. Sonra bir tuş daha yaptı. O da aynı akıbete uğradı. Koca Yaşar kızmıştı. Olanca gazabı ile atıldı, çift sürer gibi sürdü Rus'u. Daha sonra hırsla rakibini çatır çatır çevirdi. Bir pestil gibi sırt üstü mindere serdi ve rakibinin göğsüne çıkıp oturdu. Teker teker bütün hakemlere baktı. Gözleri öfke ile doruydu. Hani “Bu da tuş değil mi be insafsızlar” der gibiydi. Hakemler istemeye istemeye “Evet” dediler. Tuşu da; şampiyonluğunu da bastıra bastıra kabul ettirmişti koca Yaşar...

Güreş Dünyasında İsveçlilerin deyimi ile bir “Kara saçlı kuvvet ilahı” olarak parlayan Yaşar Doğu, büyük namını 1948 Olimpiyatları, 1949 Avrupa Şampiyonluğu ile de perçinledi. 1950 yılında Irak ve Pakistan'a yaptığı büyük turnede büyük kuvvet ve güreş bilgisini doğu alemine tanıtmak imkân ve fırsatını da buldu.

1951 yılında Helsinki'de yapılan Dünya Şampiyonası'nda 87 kiloda Ayyıldızlı mayoyu giydi. Çok çabuk kilo alan, buna karşılık çok zor kilo veren bir bünyeye sahipti. Bu yüzden yıllar ilerledikçe sıkleti de yukseliyordu, Nitekim 67 kilo ile başladığı güreş hayatının son şampiyonluğunu Helsinki'de 87 kiloda kazandı. Böylelikle parlak güreş hayatına bir de dünya şampiyonluğu sıfatını eklemiş oldu.

Ayyıldızlı mayo altında yaptığı 47 maçın 46'sını kazanan Yaşar, bunların 33'ünde tuş yapmış, 11 maçını ittifakla, 1'ini abandone ile, birini de ekseriyetle kazanmıştır. Galibiyetle sonuçlanan 46 güreşi 690, dakika sürmesi gerekirken; yaptığı tuşlarla bu süreyi 372 dakika 26 saniyeye indirmişti.

Güreş hayatını kapattıktan sonra Millî Güreş Takımımıza antrenör oldu. 1955 yılında antrenör olarak Millî Takımımızla gittiği İsveç'te ciddi bir kalp krizi geçirdi. Uzun bir tedavi gördü. Doktorlar kendisine iyi bakmasını, yorulup heyecanlanmamasını söylemişlerdi. Fakat bunu yapamadı. İsveç'ten döner dönmez tekrar kendini güreşe verdi ve 8 Ocak 1961'de Ankara'da bir kalp krizi sonucu vefat etti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yusuf Akçura

Yusuf Akçura 2 Aralık 1876'da doğdu. Türkçülük akımının önde gelen düşünür ve tarihçisidir.

Harbiye Mektebi'nde okudu. 1897'de darbe girişimlerine katıldığı için tutuklandı. Taşkışla Divan-ı Harp kararı ile müebbet kalebentlik cezasına çarptırıldı. Karar sonrasında padişah fermanı ile Trablusgarp'a sürüldü. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1899'da yaptığı girişimler sonucu Trablusgarp kenti içinde serbest dolaşma izni aldı.

Kısa bir süre sonra da Fransa'ya kaçarak, Paris'teki Jön Türkler'e katıldı. Paris’te Siyasal Bilgiler yüksek okuluna devam etti.

1903'te Osmanlı Devleti Kurumlarının Tarihi Üstüne Bir Deneme adlı ¤¤¤iyle okulu bitirerek Rusya'ya döndü. Kazan'da öğretmenlik yaptı. Bu dönemde Mısır'da çıkan Şüra-yı Ümmet ve Türk gazetelerinde çok sayıda imzasız makalesi yayımlandı.

Bunlar içinde, 1904'te Türk Gazetesinde çıkan Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı dizi makale özel önem taşır. Bu makalede imparatorluğun önündeki seçeneklerin "Osmanlıcılık", "Panislavizm" ve "Irk esasına dayalı Türk Milliyetçiliği" olduğu, bunlardan en uygununun da sonuncusu olduğunu belirtiliyordu.

Akçura, II. Meşrutiyet'ten sonra İstanbul'a geldi. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. Darülfünun'da ve Mülkiye Mektebinde siyasal tarih dersleri verdi. Türkçülük akımına daha çok düşünce düzeyinde katıldı. Türk Derneği ve Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı. Türk Yurdu dergisinin başyazarı ve editörü oldu.

İlk mecliste milletvekili, kurtuluştan sonra Türk Tarih Kurumu Azası oldu.

Akçura, Osmanlı Türkleri ile Osmanlı Devleti dışındaki Türklerin yalnız dil ve tarih alanındaki ortak geçmişlerine dayanarak bir birlik yaratamayacaklarını savundu.

Önemli yapıtları arasında; Üç Tarz-ı Siyaset, Şark Meselesine Dair tarih-i Siyasi Notları(1920), Muasır Avrupa'da Siyasi ve İçtimai Fikirler Cereyanlar(1923), Siyaset ve İktisat hakkında Birkaç Hitabe ve Makale(1924), Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri sayılabilir. Ayrıca Türk Yılı(1928) adlı derlemesi Türkçülük hareketinin kaynaklarını ve gelişimini inceleyen kapsamlı bir çalışmadır. Mevkufiyet Hatıraları (1914) ise Rusya'daki etkinlikleri ve tutukluluğu üzerine bilgi verir. Hakkında en önemli yapıt, François Georgeon'un Aux Origines du Nationalisme Turc; Yusuf Akçura (1980) adlı kitabıdır.

Yusuf Akçura, 12 Mart 1935'te Haydarpaşa Garı'nda çocuklarıyla yürürken kalp krizinden öldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yörük Ali Efe

Milli Mücadele kahramanlarından Yörük Ali Efe, 1896 yılında Aydın'da doğdu. Aydın bölgesi yörüklerinin Sarı Tekeli aşiretinden olan Yörük Ali Efe, Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe'den sonra Kuva-yı Milliye'nin önemli kişilerinden idi.

Milli Mücadeleye katıldığı zaman 23 yaşındaydı. Daha önce, 1916 yılında askere alınarak Kafkas Cephesi'ne gönderildiği sırada askerden kaçmış, dağa çıkarak Alanya'lı Molla Ali çetesine katılmıştı. Molla Ali, çarpışmada ölünce onun yerine çete başı oldu. Menderes Irmağını salla geçerken jandarmanın pususuna düşen çetenin bütün elemanları vurulmuştu. Yalnızca Ali Efe, salın ipini kesip kendini akıntıya bırakarak hayatını kurtarabilmişti.

Bu olaydan sonra çetecilikten vazgeçerek eşkıya avında bir süre hükümete yardımcı olan Ali Efe, Mondros Mütarekesinin ardından ortalık karışınca çete kurdu. Kıllıoğlu Hüseyin Efe ile birlikte Millî Mücadeleye katılarak zaman zaman Yunanlılara baskınlar yaptı.
Ali Efe'nin gün gittikçe genişleyen ve Millî Aydın Alayı adını alan milis kuvvetleri Kurtuluş Savaşında büyük yararlıklar göstermiş, Aydın'ın Yunan işgalinden kurtulmasında büyük rol oynamıştı.

Savaş sona erince çetesini dağıtarak Yenipazar'ın Kavaklı köyüne çekilen ve Yörük soyadını alan Ali Efe, İzmir'de geçirdiği tramvay kazasında bacaklarını kaybederek sakat kaldı.

Yörük Ali Efe, 1953 yılında öldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yavuz Sultan Selim

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı İmparatorlarının en büyüklerinden biridir. O, büyük bir şair, kuvvetli bir kumandan ve yüksek bir devlet adımı idi. Yavuz Selim, İkinci Bayezid’in oğludur. Diğer kardeşleri Korkut, Ahmet, Mahmut, Alim Şah, Şehinşah’tır. Annesi Gülbahar Hatun’dur.

Yavuz Selim 1467 tarihinde Amasya’da doğdu. Annesi Şehzade Selim’i çok iyi yetiştirdi. Devrinin en yüksek hocalarından Halim Çelebi’den ders aldı. Ağabeylerinden, daha üstün bir zekaya ve kuvvetli bir iradeye sahipti. Büyük bir devlet adımı olmak için bütün vasıfları haizdi. Edebiyata fazlasıyla meraklı idi. Biri Türkçe, diğeri Farsça iki Divânı vardır. Vezirlerinin boynunu hiç tereddütsüz vurdurabilen bu cengaver, aşık olunca: Canımı ateş-i aşk istila etti bu sûzişte , Gözyaşımdan başka serpilecek su yoktur. Diye ağlayabilecek kadar hassas bir ruha sahipti.

O, korkunç bir cihangirdi. Bir gün şöyle söylemişti: Bana cihanda yalnız vatan aşkı kafidir. Çoştukça, Selim bugün askerlik aşkının padişahıdır, Ne hanlıkta mukayyeddir, ne de Hakana muhtaçtır. Deyip dünya haritasını önüne alıyor:
Bu dünya bir padişaha azdır! Diye üzülüyordu.

Yavuz Selim hakikaten yiğit bir insandı. İri vücutlu, şahin bakışlı, pala bıyıklı, bir erkek güzeli idi. Sakalını tıraş ettirir, bir kulağına da küpe takardı. Sade giyinmeyi sever, basit yemekler yerdi. Süslenmeyi hiç sevmezdi. Eşi Hafize Ayşe Sultan, oğlu Süleyman’a süslü bir elbise giydirmişti. Oğlunu süsler içinde gören Yavuz Selim:
Sen böyle süslenirsen, Hatunlar ne giyecek? Demişti. Buna rağmen pek sertti. Vezirlerin kusurunu gördüğü zaman affetmez, derhal başını vurdururdu. Halk ona kahramanlığından, sertliğinden dolayı Yavuz demişti.

Babası İkinci Bayezid, oğlu Şehzade Selim’i Trabzon’a vali tayin etmişti. O, burada devlet işleriyle meşgul olurken bir yandan da şiir yazıyordu; bir de sanata sahipti. Trabzon’da Süleyman adlı bir oğlu dünyaya geldi.

Yavuz Selim, Trabzon’da vali iken memleketinin durumunu inceden inceye tetkik ediyordu. İran’dan gelen Şii kuvvetleri Anadolu içlerine doğru akın ediyorlardı. Buna fazlasıyla üzülüyordu. Babası iyice ihtiyarlamış olduğundan, Fatih devrinin muazzam zaferleri görünmüyordu. Memleketi idare edecek büyük vezirler de yoktu. Bu halden müteessir olan Yavuz Selim, babasına şöyle bir mektup yazdı:

“Devlet işlerini başarmanın kolay bir iş olmadığı şüphesizdir. Bendelerine kalırsa, iş başına getirilecek kimselerin devlet adamlarından birine mensup olması maksada vefa etmez. Bu gibilerin belki biraz sadakatinden istifade edilebilir. Memleketimizin her köşesinde ilim ve ahlakıyla tanınmış birçok kimseler vardır. O cümleden olmak üzere bu taraftaki kullarınızdan bazılarını uzun zaman denedim. Kendilerine az çok kabiliyet gördüm. Bunlar biraz daha yetiştirilecek olursa kendilerinden istifade olunur. Bu maksatla kendilerini takdime cüret ediyorum.”

İlim ile ahlakı, en üstün vasıf olarak görmüştü. Babası artık devleti iyi idare edemiyordu. İstanbul’da bir takım ulema Şehzade Ahmet’i tahta çıkarmaya teşebbüs ettiler. Bunu duyan Yavuz Selim, kuvvetleriyle Rumeli’ne geçerek babasının kuvvetleriyle çarpıştı.

Sonuçta kendi gücüyle 1512 tarihinde dokuzuncu padişah olarak tahta çıktı.
Yavuz Selim, padişah olunca iki siyasetin gerçekleştirilmesine çalıştı. Birisi doğu siyaseti; İran’da Şii Safevî Devleti’ni ortadan kaldırmak, Orta Asya’ya bir kapı açmaktı. Diğeri ise; Kuzey siyaseti ile Mısır’ı elde ederek Hint ticaret yollarına sahip olmaktı. Aynı zamanda Halifeliği Araplardan alarak üç yüz milyon Müslüman’ın Halifesi sıfatını kazanmaktı. Yavuz Selim, bu emellerini yerine getirebilecek bir kudrette yaratılmıştı. Ordusu onu çok seviyordu. O da büyük kuvvetlere kumanda etmek iktidarına sahipti.

Yavuz Selim tahta çıktığı sıralarda Safevî tahtında bulunan Şah İsmail hiç rahat durmuyor, Anadolu’ya akınlarda bulunuyordu. Yavuz, İran’daki Şiilere bir ders vermeğe karar verdi. Yavuz Selim, Edirne’de bir divan kurarak İranlılara harp etti.

Ordusu 19 Mart 1514 tarihinde Edirne’den hareket ederek, Anadolu yakasına geçti. Derhal Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa orduya katıldı. Sadrazam Dukakin zade Ahmet Paşa, öncü olarak ileri harekete geçti. Bütün kuvvetlerinin adedi 180,000 kişi idi. Ordu, Erzincan taraflarına gelince, Yavuz Selim, Şah İsmail’e bir mektup göndererek, şunları yazdı:
“Fitneler çıkardınız, İslam büyüklerine küfürler ediyorsunuz, bunun cezası katildir, üzerinize geliyorum, işgal ettiğiniz Osmanlı memleketlerini geri veriniz.”

Buna karşı şah İsmail de bir mektup yazdı. Hakaret olsun diye de içi afyon dolu bir kase gönderdi. Yavuz da ona bir aba, bir asa, bir de külah yolladı. Askerin yolu uzun olduğundan çok güçlük çekiyorlar, hem de erzak sıkıntısına uğruyorlardı. Bu hali Yavuz’a söyleyen Hemdem Paşa’yı, padişah derhal idam ettirdi. Fakat askerde isyan emareleri göründü. Yeniçeriler tabanları yarılmış, çarıklarını mızraklarının ucuna takarak, Yavuz’un çadırının etrafını sardılar. Çadıra da bir silah attıktan sonra, hep bir ağızdan:
İstemezük, istemezük!... Diye bağırmaya başladılar. Bu hali giren Yavuz, çadırdan fırlayıp atına atlayarak askerlerine gözünü dikti ve onlara ateşli bir hitapta bulundu:

“Ey asker kıyafetli korkaklar; çoluğunu, çocuğunu, karısının kucağını muharebeye tercih edenleriniz varsa geri dönsünler!... Ben buraya geri dönmek için gelmedim. Bu meşakkatlerin çekileceğini tahta çıktığım zaman söylemiştim. Şimdi niçin itaat etmiyorsunuz? Siz harbe girmezseniz, ben yalnız başıma girerim!.."

Bu hitap karşısında asker heyecana gelerek yoluna devam etti. Ordu, 22 Ağustos 1514’te Çaldıran Ovası’na geldi. Yavuz, Şah İsmail’e bir kadın elbisesi gönderdi. İran ordusu 120,000 kişi idi. Kısa bir zaman sonra Çaldıran Ovasında çarpışma başladı.
Neticede Şah İsmail’in ordusu bozuldu. Kendisi harp meydanından kaçtı. Türk ordusu muzaffer olarak Tebriz’e girdi. Şah İsmail’in meşhur incili tahtı da Türklere geçti.

Yavuz’un Çaldıran zaferinden sonra en büyük savaşı “Ehramlar muzafferiyeti”dir. Bu harbi de Mısır Kölemenlerinin hükümdarı Cansu Gavri, Toman Bey ile yaptı. Yavuz’un kuvvetleri Mısır Kölemenleriyle 24 Ağustos 1516’da Mercidabık’ta karşılaştı. Bu kuvvetleri perişan ederek, Suriye ülkesini fethetti. Bundan sonra da Yavuz Gazze zaferiyle Filistin’i fethederek, Sina Çölünü aştı, Kahire’ye geldi. Toman Bey’in kuvvetlerini de, 22 Ocak 1517’de Ehramlar önünde perişan etti. Mısır ülkesi de Türk ülkeleri arasına girdi. Bu savaşta Kölemenler Yavuz Selim diye Sinan Paşa’yı öldürdüler. Bunu duyan Yavuz Selim:
Heyhat Mısır’ı zaptettik, fakat koca Sinan’ı kaybettik!... dedi.

Son Abbasi Halifesi Mütevekkil Alallah, Hazreti Peygamberin mübarek emanetleriyle Halifeliği, Yavuz Selim’e teslim etti. Bundan sonra Osmanlı padişahları tebaasının hükümdarı ve aynı zamanda bütün Müslümanların Halifesi oldu.

Yavuz Selim, Nil nehri kenarında gezinirken suya düştü, fakat derhal kurtardılar. Her zaman yanında bulunan büyük Türk alimi İbn-i Kemal’e askerlerin halini sordu. O da, askerlerin çadırlarında şu türküyü söylemekte olduklarını bildirdi:
Nemiz kaldı bizim mülk-i Arabda
Nice biz dururuz Şam ü Haleb’de
Cihan halkı kamu iş-ü tarâbda
Gidelim biz dahi Rum illerine... Bunun üzerine Yavuz:

Git Vezire söyle! Sabah orduyu kaldırsın! Diye emir verdi. Yavuz Selim, Mısır’da yedi ay üç gün kaldıktan sonra yola çıktı. Yavuz Selim, Mısır’dan 1000 deve yükü altın ve gümüş para ile İstanbul’a geldi. Yolda İbn-i Kemal’in atının ayağından bir çamur parçası Yavuz’un giydiği feraceye değdi. İbn-i Kemal sapsarı kesildi. Fakat Yavuz Selim:

Bu cübbeyi alın, böylece hazinemde saklansın; alimlerin atlarının ayaklarından sıçrayan çamur bizim makbulümüzdür. Demek suretiyle ilim adamlarına olan saygısını belirtmişti.
Yavuz Selim, sadrazamlığa Pir Mehmet Paşa’yı getirdikten sonra Macaristan’a bir sefer yapmak üzere ordusu ile yola çıktı. Fakat Çorlu ile Uğraş nahiyesi arasındaki Sirt köyünde hastalandı.

Sırtında çıkan Sirpençe büyümüştü. Ağırlaşınca eline bir Kur’an-ı Kerim aldı; Yasin suresini okuyarak, 1520 tarihinde 53 yaşında bu cihangir, dünya evini terk etti.
Dokuz yıllık, debdebe içinde zaferlerle dolu olan hayatı sona erdiği zaman, dünya tarihi en büyük hükümdarlarından birini kaybediyordu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yusuf Has Hacip

Karahanlı Devleti döneminde yaşayan Yusuf Has Hacip, Balasagun şehrinde 1017 yılında doğdu. Ailesinin, dönemin ileri gelenlerinden olduğu tahmin edilmektedir. İlk eğitimini Balasagun’da aldı. ‘Has Hacib’ unvanını almadan önce ‘Balasagunlu Yusuf’ olarak tanınıyordu.

Onu bütün dünyaya tanıtan ünlü eseri Kutatgu Bilig’i 50 yaşlarında yazdı. 18 ayda tamamlanan bu eseriyle adeta ölümsüzleşti.

Yazdığı bu ölümsüz eseriyle 1070 yılında Kaşgar’a gelerek Karahanlı hükümdarı Uluğ Kara Buğra Han’a kitabını takdim etti. Kendisi de edebiyat ve sanat meraklısı olan Uluğ Kara Buğra Han, sarayda kitabı okuttuktan sonra Balasagunlu Yusuf’a ‘Uluğ Has Hacib’ unvanını verdi. Karahanlı Devleti’nin baş vezir yardımcılığı ile taltif edilen Balasagunlu Yusuf, baş vezir yardımcılığı sırasında Yusuf Has Hacib olarak ün yaptı.

Devrinin seçkin bir bilgin ve yazarı olan Yusuf Has Hacib, İslamî Türk Edebiyatının eseri günümüze ulaşan ilk Türk yazarıdır.

Yusuf Has Hacib 1077 yılında vefat etmiştir. Kabri, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’ın en önemli şehirlerinden birisi olan Kaşgar’da bulunmaktadır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Vanî Mehmet Efendi

Sultan IV. Mehmet zamanında Hünkar Şeyhi namıyla büyük bir nüfuz kazanmış ve Boğaziçi'nin bir köyüne adını bırakmış alimlerimizdendir. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Van civarından Hoşap kasabasındandır.

Vanî Mehmet Efendi, Van'da eğitim gördükten sonra İstanbul'a gelerek vaizlikle ve kürsü şeyhliğiyle tanınmış ve pek güzel konuşan bir adam olduğu için kısa sürede şöhreti her tarafa yayılmıştı. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşanın aracılığıyla Sultan IV. Mehmet'in teveccühünü kazanmış ve devlet işlerinde uzun zaman nüfuz sahibi olmuştu.

Fakat mutaassıp ve sevmediklerine karşı sert davranışlarda bulunduğu için bir hayli düşman kazandı ve padişaha yapılan telkinle saraydan uzaklaştırılarak Bursa civarında Kastel'deki çiftliğine çekildi ve 1686 yılında orada öldü.

Tarihler onu Vanî Mehmet Efendi diye anarlar. Mev'ize'ye dair bazı risaleler yazmıştır. Boğaziçi'nin Anadolu yakasındaki Vaniköy mahallesi vaktiyle orada oturmuş olmasından dolayı onun unvanını taşır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yıldırım Beyazıt

Büyük cesareti ile ün yapan ve savaşlardaki benzersiz sürati yüzünden Yıldırım unvanını alan Osmanlı Padişahıdır. 1360 yılında Bursa'da doğdu. Babası Murat Hüdavendigâr'ın şehit düşmesi üzerine Kosova zaferinin kazanıldığı savaş meydanında padişah oldu. İstanbul'u kuşatıp Anadolu hisarını yaptırdı. Ankara civarında Timur ile yaptığı savaşı kaybederek esir düştü. 4 Mart 1403 günü Akşehir'de kahrından öldü. Türbesi Bursa'dadır.

Savaş alanlarında gösterdiği benzersiz sürat yüzünden, ona daha şehzadeliği sırasında Yıldırım adı verilmişti. Osmanlı hanedânı içinde onun gibi hızlı at süren bir padişah daha yoktu. Büyük cengâver Murat Hüdavendigâr'ın yanında yetişmiş, onunla birlikte katıldığı savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermişti.

Nitekim Kosova Meydan Savaşı'nda da kumanda ettiği birliklerin başında gösterdiği büyük kahramanlıklar ve üstün bir idarecilik gücüyle zaferin meydana gelmesinde pek önemli rol oynamıştı. Babası Murat Hüdavendigâr'ın yaralı bir Sırplı tarafından hançerle vurulup şehit edilmesiyle, savaş meydanında padişah olmuştu.
Padişah olduktan sonra, bir rivayete göre babasının vasiyeti üzerine, bir rivayete göre de etrafındakilerin teşvikiyle, babasının ölümünden haberi olmayan ve asker tarafından çok sevilen kardeşi Yakup Çelebi'yi çadırına çağırtarak orada boğduran Yıldırım Beyazıt, Osmanlı sülâlesinde kardeş katlini başlatan ilk hükümdar oldu.

Yıldırım, Kosova zaferi ile Balkan yarımadası üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra, gözlerini İstanbul'a çevirdi. Karadeniz Boğazı'nın Anadolu yakasını ele geçirdikten sonra, Anadolu Türk birliğini kurdu. Boğaz üzerindeki ilk Türk kalesi olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Sonra İstanbul'un muhasarasına girişti. Bu muhasara sekiz ay sürdü Bizans'ın Türkler eline geçmek üzere olduğunu gören Hıristiyan âlemi, yeni bir Haçlı Seferi için ayaklandı. Kuvvetli bir ordu meydana getirilerek Tuna boyuna ilerleyen Haçlılar, Türklerin elindeki en önemli sınır kalesi olan Niğbolu'yu sardılar.

Niğbolu'nun sayıca pek kalabalık olan bir düşman ordusu tarafından kuşatıldığını haber alan Yıldırım Beyazıt, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, büyük bir hızla Niğbolu'ya koştu. Doğan Bey'in kumandasındaki Niğbolu kalesi kahramanca dayanmaktaydı. Cesaretiyle ün yapan Yıldırım Beyazıt, 23 Eylül 1396 tarihinde bir Macar sipahisi kıyafetine bürünüp gecenin geç vakti düşman hatlarını tek başına geçerek kale kapısının önüne geldi:

– Bre Doğan, bre Doğan!.. diye seslendi. Doğan Bey bunu önce bir düşman hilesi sanmış, fakat padişahın sesini tanımıştı. Heyecanla burca koştuğu zaman, gecenin karanlığına rağmen surun dibindeki o emsalsiz kır atı gördü. Yıldırım:

– Hâlin nicedir, bre Doğan?, diye soruyordu.

– Düşman karadan ve nehirden kaleyi tazyik eder, fakat surlar sağlam, erzak boldur. Mâdem ki saadetlü padişahım da yetişmiştir, ne ihtimaldir ki Niğbolu düşe... dedi Doğan Bey. Yıldırım:

– Bir iki gün dayanasın, yetiştik biz gayri, diye seslendi.

Bu sesleri duyan Haçlılar kalenin önünde duran kır atlı ve Macar sipahisi kılıklı yabancının üzerine hücum edecek oldular. Ancak Yıldırım'ın yıldırım gibi giden atına yetişemediler...

25 Eylül 1396 günü Yıldırım Beyazıt, Niğbolu' yu saran o mahşerî Haçlı ordusuna karşı amansız bir hücuma geçti. Uzun sürmedi bu kanlı savaş. Yıldırım, tarihlere nam salan meşhur kıskaç plânı ile o muhteşem orduyu imhâ etti.

Haçlı ordusunun başında bulunan Korkusuz Jean esir düştükten sonra:

– Yemin ediyorum ki, bir daha Türklere karşı elimi silâhıma atmam. demişti. Bunu haber alan Yıldırım Beyazıt, onu huzuruna çağırttı:

– Ettiğin yemini sana bağışlıyorum. Git. Şerefini kurtarmak için Hıristiyanlığın bütün kuvvetlerini bir daha topla ve yeniden gel. Böylelikle bana şan ve şerefimi artıracak yeni fırsatlar verirsin. diyerek kendisini serbest bıraktı.

1402 yılında Doğudan büyük bir kasırga koptu.

Timurlenk, başına topladığı büyük bir oldu ile Altınordu devletini yıktıktan sonra İran’ı istila ederek Arap illerine girmişti. Timurlenk’in karşısında yalnız Osmanoğulları kalmıştı. Bunların ikisi de Müslüman Türk devleti idiler. Ne yazık ki bu cihangir Türk hükümdarı anlaşamadılar. Ahmet Celayir ile Kara Yusuf yüzünden birbirlerine hakaret ettiler. Yıldırım’la Timurlenk’in düşmanlığı Ankara Savaşına yol açmıştı.

İki Türk ordusu Temmuz ayının sıcak bir gününde Çubuk Ovasında kanlı bir savaşa tutuştular. Önce Yıldırım’ın sipahileri Timur ordularını iyice sarstı. Fakat Timur, fillerini bunların üzerine sevk edince savaşın seyri değişti. Bu an Anadolu Beylerinin hıyaneti yüzünden Anadolu askerleri Timur tarafına geçiverdiler. Hıyanet, Yıldırım ordularını paniğe uğrattı. Feci durumu gören padişah, ordugahını kurduğu tepeye çekilerek düşmana karşı mukavemete devam etti. Timur kuvvetleri Çataltepe’de Yıldırım’ın etrafını sardılar. Yanında ancak 300 yüz asker kalmıştı. Yıldırım, elindeki kılıç kırılınca eline bir balta geçirdi. Bu balta ile önüne geleni biçiyordu.

Sabahleyin altın ışıklarını saçarak doğun güneş, kan renkli bir tablo gibi Çubuk Ovasının mor dağları ardından batıyordu. Her tarafı lacivert bir karanlık kaplamıştı. Yerlerde ölüler birer sarı gül gibi yatıyorlardı. Bu esnada Yıldırım, atını tepenin kuzey batısına doğru sürdü. Fakat her tarafı set set düşman askerleri sarmıştı. Sabahtan akşama kadar harp meydanında durmadan kılıç sallayan Yıldırım’ın kolları yorulmuş, açlık ve susuzluk ise onu takatsiz bırakmıştı. Yıldırım atıyla Mahmudoğlu köyü civarındaki dik ve taşlı yamacından inerken atının ayağı taşlar arasına girerek atı ile beraber yere yuvarlandı. Tam bu esnada Timur’un askerleri karşısına dikildiler. Yıldırım’ın elinde kanlı bir balta üstü başı yırtılmış, kavuğu başına geçmiş, yüzü toz toprak içinde olduğu halde bir kahramanlık tablosu meydana gelmişti. O ateşli gözlerini Semerkandlı askerlere dikerek:

Haydi yapacağınızı yapınız! Diye bağırdı.

Çağatay Hanı Mahmudoğlu:

Buyurunuz... Timur-u Gürgani’nin misafirisiniz.

Yıldırım esir edilmiş, Timurlenk de otağına çekilmişti. Kumandanlarının zafer tebriklerini kabulden sonra oğlu Şahruh’la satranç oynamağa başlamıştı. Gece yarası, esir edilen Yıldırım, Timur’un otağına getirildi. Timur derhal ayağa kalkıp ona yer göstererek saygısını gösterdi. Konuşma esnasında bir aralık Timur’un gülümsediğini gören Yıldırım hiddetle bağırdı:

Allahın bedbaht kıldığı biriyle alay etmek fenadır, fena.

Timurlenk şu mukabelede bulundu:

Ben, Allah’ın bu dünyayı benim gibi bir topalla, senin gibi bir köre bıraktığına gülüyorum... Akabinde Yıldırım’a şu suali sordu:

Eğer sen bizi mağlup etseydin, benim askerlerimin akıbeti ne olacaktı?

Hepsini kılıçtan geçirtirdim.

Halbuki ben hayır düşündüm, Tanrı bana zaferi ihsan etti. Sen şer düşündün, Tanrının şerrine uğradın. Onun için Cenabı Hakkın bahşettiği zaferin şükranesi olarak size ve sizin mensuplarınıza iyilikten başka bir şey yapmayacağım. Müsterih olun!

Sonra Yıldırım’a bir sofra hazırlattı. Aynı sofrada beraber yoğurt yediler. Biraz sonra da oğlu Musa Çelebi’yi bulup getirdiler. Ertesi gün Timurlenk, Batı Anadolu’ya doğru ileri harekata geçti. Timur’un askerleri her tarafı yağma ediyorlardı. Hatta bir gün ellerinde Kur’anları bulunan oğlancıklara atlılara saldırtarak bunların hepsini öldürttü. Bursa sarayına girerek hazineyi tamamen yağma ettiler.

Bir müddet sonra Timurlenk, İzmir’i almak üzere o taraflara gittiği zaman Yıldırım’ı da beraberinde götürdü. İzmir zaferi üzerine Timurlenk, muhteşem bir ziyafet hazırladı. Timurlenk’in bu ziyafetten maksadı Yıldırım’a bir ders vermekti. Yıldırım, Müslüman bir hükümdar olduğu halde, neden bir Hıristiyan kızı ile evlenmişti? Timur buna bir türlü tahammül edemiyordu. Bu ziyafette prenses Olivera’ya sakilik ettirdi. Yıldırım, sevgilisinin sarhoşlar meclisine hizmet ettiğini görünce, esirliğin en büyük acısını hissetti. Bütün tahammülü yıkılıverdi. Ayağa kalkarak Timurlenk’e hakaret dolu sözler söyledi.

Hadisenin akabinde Yıldırım, başının vurulmasını beklemeye koyuldu. Netice böyle olmadı. Ertesi gün Timur’un emriyle Akşehir’e gönderildi. Fakat Yıldırım’ın bütün yaşama arzuları kırılmıştı. İç acıları içinde kıvranmaya başladı. Mülkü perişan olmuş, oğulları muharebe meydanında kaybolmuş, hazinesi yağma edilmişti. Artık o nasıl yaşayabilirdi.

Parmağında her zaman taşıdığı bir yüzüğü çıkardı. Bu yüzüğün taşının altında kuvvetli bir zehir saklıydı. Onu yuttu ve akabinde de can verdi. Osmanoğullarının bu kahraman hükümdarı kendi iradesi ile gözlerini hayata yummuştu.

Bu kanlı faciadan sonra Timur, Anadolu’da durmayarak Semerkand’a döndü. Ruhunda devlet kurmak cevherini taşıyan Türk milleti, derhal teşkilatlanarak devletinin varlığını sağlamaya muvaffak oldu. Osmanoğulları ismi altında 624 yıllık uzun bir egemenlik devresi geçirdi. Fakat Timurlenk ölünce, onun kurduğu devlet kendisiyle birlikte yok oldu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yunus Emre

Büyük halk şairi ve mutasavvıfı olan ve şiirleri Türk halkının yüzyıllar boyu mânevi besin kaynağı olan Yunus Emre’nin hayatı efsânelerle doludur. O, ne zaman yaşamış, nerede yaşamış ve ne zaman ölmüştür; bunlar kesin olarak belli değildir. Bolu veya Sivrihisar’da doğduğu rivayet edilir.

Yunus’un ümmî yani hiç okumamış olduğu rivayeti meşhurdur. Düzenli bir eğitim görmediği yazılarındaki dil hatalarından da çıkarılabilir. Ancak eserleri okunduğuna, onu cahil saymaya imkan olmadığı anlaşılır. Yazıları pek çok şey bildiğini, zamanının kıymet hükümlerini, inanış tarzlarını pek iyi kavradığını gösterir. Şiirlerinde dilce ve fikirce anlaşılmayan, izaha muhtaç parçalar mevcuttur. Fakat içlerinde pek açık, gayet doğal, özellikle düşündürücü olanları çoktur.

Yunus şiirleriyle, ilâhileriyle, efsâneleriyle Türk halkının yüzyıllarca hâfızasında yer etmiş, dilinde canlanmış, ruhunda yaşamış ve göz yaşlarında akmıştır.
Yunus Emre, büyük, engin ve içten bir halk şâiridir. O, temiz bir Türkçe ile halka Allah sevgisinin erişilmez heyecanını duyurmağa uğraşmış ve bunda da başarılı olmuştur. Ona göre, tabiatta her şey Allah’ı aramakta ve Allah’ı anmaktadır.

Yunus’ta derin bir tasavvuf kültürü görülür. O, Oğuz lehçesinin en güzel eserlerini vererek Türk halk dilini edebi bir dil durumuna getirdi. Yaşadığı dönemde Farsça edebî dil, Arapça ise ilim dili idi. Yunus Emre, sade ve basit bir dille ilâhî düşüncelerin en güzel anlatımını verdi.

Benim burda kararım yok,
Ben burdan gitmeye geldim.
Bezirgâmım metaım çok
Alana satmaya geldim.

Ben gelmedim dava için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.

diyen, gönüller ikliminin güneşi, büyük âşık Yunus Emre için yazılanlar diziye gelmez, koca bir kütüphaneyi doldurur. Aslında o yüzyılları kucaklar. Yüzyıllar onu söyler, seven ve sevilen gönüller, yüzyıllardır onu söyleşir. O, yüzyılların, âşk yüklü dertli dolabıdır inleyen...

Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş çalap
Derdim vardır inilerim.

Suyum alçaktan çekerim,
Dönüp yükseğe dökerim,
Görün ben neler çekerim
Derdim vardır inilerim.


Yunus Emre’nin yaşadığı devir, Anadolu'nun içine dönük, umutsuz, bezgin bir dönemidir. Moğol akınları karşısında yenik düşen Anadolu Selçuklu Devleti, Türkmen Boylarının ikide bir ayaklanmasıyla tümden güçsüz kalmış, halktan koparak, kendi derdinde, kendi yaşantısını sürdürme çabasına düşmüştür. Üst üste gelen kıtlık ve sürekli kuraklıklar, bitkin ve ezik halkın yaşama umudunu kırmıştı.

Halk, gerçek mutluluğun ölümden sonra var olacağını, bu geçici dünyada, arı-duru bir gönülle Tanrıya yönelmeyi. telkin eden mutasavvıf şeyhlerin çevresinde küme küme toplanmıştır. Yunus, bu ortamda, bir aşk ve sevgi güneşi olarak Anadolu'da doğmuş, umutsuzlara umut vermiş, Anadolu'nun gönlü ve dili olmuştur.

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni.

Mevlâsını, her yerde, her zaman çağıran Yunus, gençlik yıllarında büyük mutasavvıf Mevlâna Celâleddin'in sohbet meclislerine katılmış:

Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır,

beytiyle himmet nazarının gönlüne ayna olduğunu söylemiştir.
Çeşitli söylentiler, Yunus Emre'nin yaşantısına renk katar. Bir kıtlık günü Hacı Bektaş-ı Velî'nin dergâhına varmış, buğday istemiş. Ona, buğday yerine “himmet” teklif edilmiş. “Hayır, demiş buğday isterim.” Çuvallarını buğdayla doldurmuşlar. Köyüne dönerken yarı yolda aklı başına gelmiş. Geri dönerek Hacı Bektaş'tan “erenler himmeti” dilemiş. “Senin kısmetin Taptuk Emre'dedir” demişler ve Taptuk Emre'ye ısmarlamışlar.

Yunus, tam kırk yıl Taptuk Emre'nin Dergâhı'na odun taşımış. “Taptuk Dergâhı'na odunun eğrisi bile gerekmez” diyerek, kırk yıl tek bir eğri odun getirmemiş. Sonunda, muradına ermiş ve kendisine izin verilmiş.

Dirildik pınar olduk,
İrkildik ırmak olduk,
Aktık denize daldık,
Taştık Elhamdülillâh.

Taptuğun tapusunda,
Kul olduk kapısında,
Yunus miskin çiğ idik
Piştik Elhamdülillâh.


diyerek, diyar diyar dolaşmış, içinde yanan ateşin közüyle, şiirler söylemeğe başlamış.
Bundan sonra, Yunus'un gönlünde ilâhî aşk'tan başka bir şeye yer yoktur artık. Bu aşkın potasında yanıp yakılmakta, bu yanışın iniltileri Yunus'u ozanlaştırmaktadır.

Artık Yunus yok, ortada aşk var, aşkın terennümleri var. Yunus, bu aşk harmanında savrulan buğday taneleri gibi estikçe aşk, döküldükçe aşk:

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün'ü günü
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni...

Yunus Emre, Anadolu'da doğan, yine Anadolu'da batan bir tasavvuf güneşidir. Yaşadığı çağda Türkçe bir kenara itilmiş, hor görülmüşken, Yunus, Türk dilini, bütün incelik ve güzellikleriyle sırtlamış, ayağa kaldırmış, kendinden sonra gelen ozanlara öncülük etmiştir.

Yunus Emre’nin dili, Anadolu'nun öz dilidir. Anadolu Türklüğünün yüreği Yunus'ta çarpar, bu yürek, tüm kükrekliğiyle Yunus'ta dile gelir :

Gönlüm düştü bu sevdaya
Gel gör beni aşk neyledi
Başımı verdim kavgaya
Gel gör beni aşk neyledi.

Ben ağlarım yana yana
Aşk boyadı beni kana
Ne âkilim ne divâne
Gel gör beni aşk neyledi.


Onun doyumsuz sevgisinde, tüm insanlığın sesini duyarsınız. Bu seste gerçek inanç, Tanrı sevgisi, insan değeri ve var olmanın sevinci vardır. Tüm kötülüklerden arınmış, duru bir gönülle seslenir insanlığa:

Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize...

derken, insanları anlayış ve dayanışmaya, birliğe ve dirliğe davet eder. Onun bu çağrısı “sevgi” ocağınadır. Seslenir:

Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.

Yunus Emre’nin bilinen iki eseri vardır. Biri, Risaletü’n-Nushiyye ya da (Öğüt Risalesi) adıyla aruz ölçüleri içinde yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dinî bir eserdir. Ötekisi ise, asıl büyük şiir gücünü yansıtan Dîvân’ıdır.

Son araştırmalara göre, Yunus Emre, 1321 yılında, yetmiş yaşlarında olduğu halde, hayata gözlerini kapamıştır. Porsuk suyu ile Sakarya’nın birleştiği yerde bir zaviyesi olduğu ve oraya gömüldüğü rivayetler arasındadır. Bursa’da gömülü olduğu da söylenir.

Erzurum’daki Tuzcu Köyü yakınında, Manisa’nın Salihli ve Kula kazaları arasındaki Emre Köyü’nde, Keçiborlu kasabası civarındaki bir köyde Yunus Emre’nin mezarı diye gösterilen yerler varsa da onun asıl mezarının seven ve sevilenlerin gönlü olduğu bir gerçektir.

UNESCO, 1971-1972 yılını bütün dünyada Yunus Emre Yılı olarak kabul etmiştir.

Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selâm olsun.
Bizim için hayır dua
Kılanlara selâm olsun
Ecel büke belimizi
Söyletmeye dilimizi
Hasta iken hâlimizi
Soranlara selâm olsun

Tenim ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir âsân vechile
Yuyanlara selâm olsun

Selâ verile kasdımıza
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selâm olsun.

Derviş Yunus söyler sözü
Yaş dolmuştur iki gözü
Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selâm olsun.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yahya Kemal Beyatlı

Günümüz şiirinin en güçlü sanatçılarından biri olan yahya Kemal, 1884 yılında Üsküp'te doğdu. 1958'de İstanbul'da öldü. Balkan hasretini ve Osmanlı İmparatorluğu'nun ihtişam devirlerini hiçbir zaman unutamadı. Gençlik döneminde Paris'e giderek Siyasal Bilgiler Okulu'una girdi. Dokuz yıl sonra İstanbul'a döndü, Varşova, Madrid, Karasi elçiliklerinde bulundu. Tekirdağ ve İstanbul'dan milletvekili seçildi. Şiirlerini sağlığında bastırmadı. Eserleri ölümünden sonra yayınlandı.
Yahya Kemal Beyatlı'nın asıl adı Âgâh'tır. Şehsüvar Paşa torunlarından olduğu için Beyatlı soyadını almıştır. 1903 yılında Paris'e gitmiş olan Yahya Kemal, böylelikle kendisinden önce Türk şiirine damgasını vurmuş olan Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret'in etkisi altında kalmaktan kurtulmuştur.

Ancak, gittiği Siyasal Bilgiler Okulu'nda Avrupa Tarihi öğreten Albert Sorel'in Osmanlılardan hemen hiç sözetmemesi, ondaki millî gururu zedelemiştir. Bu hızla, kendi tarihinin yükseliş devrine eğilen Yahya Kemal, sonunda İstanbul şairi olmuştur.
Yahya Kemal, 1912'den sonra, ilk şiirlerini Bulunmuş Sayfalar başlığı altında yayınlamış, ama bunu pek seyrek yapmıştır. 1912'de Paris'te yazdığı Açık Deniz şiirinin yayın tarihi 1925'tir. Böyle davranmasının nedeni, görüştüğü Fransız şairlerinden edindiği titizlik ve alışkanlıktır.

Şiirde kelimelerin ses yapısında ve aruz ahengine önem verdiği için mısralarını sürekli olarak değiştirmiştir.. Ancak önırünün son on beş yılı içinde sık sık şiir yayınlamaya başlayabilmiştir.İyi bir kültürle yetişen Yahya Kemal, Paris'ten İstanbul'a dönünce 1915'ten 1923'e kadar Üniversite'ye intisap etmiş "Batı Edebiyatı Tarihi" ve "Medeniyet Tarihi" dersleri okutmuştur.

Bu arada, 1922'de Lozan Sulh Heyeti'nde müşavir sıfatıyla bulunan büyük şair, 1923'te, İkinci Büyük Millet Meclisi'ne Urfa milletvekili seçilmiş, 1926'da Varşova, 1929'da Madrit Büyükelçimiz olmuştur. Daha sonra, tekrar Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne milletvekili olarak giren Yahya Kemal Beyatlı, yedinci seçim devresine kadar milletvekilliğinde kalmıştır.
Beyatlı, bir süre Üniversite'de Garp Edebiyatı da okutmuştur. Ancak, bu tarzdaki eğitime hazırlıklı olmadığı için bunu sürdürememiştir. Daha ziyade Sokrates tarzında canlı sohbetleriyle bilgilerini ve duygularını başkalarına aktarmıştır. Onun meşhur Emirgân sohbetleri, yıllarca sürmüştür.

Şiirden başka maka1e ve sohbet tarzında nesir yazıları da olmakla beraber sanatçının asıl kişiliği şiirden gelir. Eserleri, bu bakımdan üç grup teşkil eder: Eski şiirin rüzgarıyla meydana getirdiği gazel ve benzeri şiirler, gerçek İstanbul şiirleri, bir de ölüm ve sonrası gibi metafizik ya da felsefi temaları işlediği yalın şiirler.Tarih zevki bilhassa İstanbul şiirlerinde kendini göstermiş ve tarih bilgisi İstanbul'un fethi üzerinde derinleşmiştir.
Yahya Kemal Beyatlı kendine inanmış bir sanatçıydı. Kendisinin dışındaki sanatçıları kolay kolay beğenmezdi.

Çevresinde hayranlarının bulunmasından mutlu olurdu. Kendi şiirlerini belirli bir melodiye göre, o şiir o âhengi kaldırsın kaldırmasın, okumaktan zevk alırdı. Karakteri itibariyle neşeli, o derecede de kuruntulu, vehimli bir insandı. Ailesiyle ilgisini tamamen kesmişti. Kişiliğinden başka dayanağı yoktu. Onun, Atatürk'ün sofrasında söylediği bir söz, çok şöhret kazanmıştır.

Atatürk;
- Yahya Kemal Bey, Ankara'nın en çok neresini beğendiniz?
diye sormuştu. Yeni milletvekili de hemen cevap vermişti:
- İstanbul'a dönüşünü, Paşam...

Melek Celal Sofu'nun (ressam) bir hâtırasına göre, gençlik döneminde aşık olduğu Celile Hanımla evlenemeyişi Yahya Kemal'i ömrü boyunca bir yuva kurmaktan yoksun bırakmış, hiç bir kadın ona bu aşkı unutturamamıştır. Erenköyü'nde Bahar ve Geçmiş Yaz gibi bir çok şiir bu sevginin neticesidir.

Bununla beraber şairi, çok sıkıntıya düştüğü yıllarda Kavaklıdere Şarap Fabrikası'na iki mısralık bir reklam şiri yazdığını da görüyoruz:

Biz veda etmek üzereyiz kedere
Getir ahbap bir Kavaklıdere

Yahya Kemal'de, alelâde bir sözü şiir haline getirme gücü vardı. Süleyman Nazif'in İbnü'l-Emin Mahmud Kemal hakkında söylediği:

Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine
mısraını hemen bir mısra ilavesiyle gerçekten şiir haline getirmişti.
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

Kırk yılı aşan edebî hayatının ürünü, belki küçüklü büyüklü kırk parça eseri aşmaz. Ama hepsi de seçkin ve hepsi de birbirinden güzeldir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ORD. PROF. DR. Zeki Velidî Togan

Zeki Velidi Togan, 10 Aralık 1890 tarihinde Başkurt ilinde İsterlitamak'a bağlı Küzen köyünde doğmuştur. Togan soyadı onun beşinci nesil dedesi olan İş Togan'dan gelmektedir. Babası Ahmet Şah, annesi Ümmü'l-Hayat idi.

Daha ilk mederse tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. 1902 yılında orta tahsil için Ütek'e bulunan dayısı Habib Neccar'ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersler alarak dil bilgisini geliştirdi.

1908'de köyünden kaçarak Kazan'a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye medresesine “Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi” oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti'ne Aza seçildi.

1913'te Fergane'ye, 1914'te Buhara'ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov'un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü'nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye'ye gönderilmesine vesile oldu.

Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma'da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg'a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik ihtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti.

Bolşevik İhtilâli'nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917'de Başkurt ilinin muhtariyeti ilan edildi. Örenburg'u 18 Şubat 1918'de işgal eden Sovyetler onu tutukladılarsa da 7 Haziran'da hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüşüp onlarırn ihanetini iyice anlayınca Türkistan'a çekilip orada mücadeleye karar verdi.

1920-23 yıllarında Türkistan'da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi'nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği'nin kurucusu ve ilk başkanıdır.

Neticeye ulaşamadığı üç senelik mücadelenin, savaşın sonrasında silah arkadaşı Abdülkadir İnan'la 1923'te İran'a geçtiler. Meşhed'e vardıklarında o zamana kadar hiç bir oryantalistin görmediği Ravza Kütüphanesi'nde yaptığı araştırmalarla önemli eserler keşfetti. Türk kültür tarihinin en değerli eserlerinden İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bulunan kitapların arasında idi. Sonra Afganistan'a giderek Kabil kütüphanelerinde araştırmalar yaptı.

Hindistan Bombay'dan Kasım 1923'te İstanbul'a gelirlerse de İngilizlerin hoş karşılaması nedeniyle girişlerine izin verilmediği için geldikleri gibi yine gemiyle Marsilya'ya, oradan Paris'e gittiler.

1923 sonlarından itibaren Avrupa'da hem ilmî hem siyasî ilişkiler içerisine girdi. Bu arada bir çok ünlü oryantalistle tanıştı. Berlin'de “Türkistan Millî Birliği” adlı cemiyeti kurdu.

Paris, Londra ve Berlin'deki bir çok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura'nın istekleri sayesinde Türkiye'den davet aldı.

20 Mayıs 1925'te geldiği Türkiye'de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni'ne tayin edilmiştir. O zamanki Ankara'nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun'u Türk Tarihi Müderris Muavinliği'ne tayin edildi.

Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932'de I. Türk Tarih Kongresi'nde tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu Orta Asya'da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932'de istifa ederek Viyana'ya gitti.

1935'te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi'nde, 1938'de Göttingen Üniversitesi'nde ders verdi. 1939'da Millî Eğitim Bakanı'nın daveti üzerine tekrar Türkiye'ye geldi. İstanbul Üniversitesi'nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü'nü kurdu.

8 Nisan 1940'ta Romanya'lı Ömer kızı Nazmiye Hanım ile evlendi. İki evladı oldu. Kızı İsenbike ve oğlu Sübidey...

İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Türkiye'de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkum edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti.

1948'de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951'de İstanbul'da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi'ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı.

26 Temmuz 1970'te İstanbul'da vefat etti.

Zeki Velidi Togan, ilk defa 1911'de başladığı yayın faaliyetine ölümüne kadar büyük bir hız ve gayret, hummalı çalışma içerisinde devam etmiştir.

Zeki Velidi Togan'ın 337'den fazla yayınlanmış çalışması bulunmaktadır.

İlmî araştırmalarında, gezilerinde, gördüğü bulduğu her tarihî kaynağı (vesika, yazma eser, minyatür vb.) dünya ilim alemine tanıtmak en büyük özelliği idi

Yaklaşık 40 cilt yayınlanmış müstakil kitabı vardır. Bunların 12 adedi hacimli birer eser iken 10'dan fazlası üniversitede okuttuğu derslerin basılmış notlarıdır. Diğerleri ise küçük büroşür-kitapçık hüviyetindedir. Yayınladığı ilk kitabı Türk ve Tatar Tarihi adlı eseri, kendisinin Kazan ve Rusya'da şöhret olmasına sebep olurken onu esas dünya ilim alemine tanıtan hiç şüphesiz İbn-i Fadlan Seyahatnamesi'dir.

Öte yandan Tarihte Usul, Türkiye'de tarih bilimi için yazılmış ilk metod kitabıdır. Yine, Umumî Türk Tarihine Giriş, sahasında tek olduğu gibi Türk tarihinin genel çerçevesini çizmesi açısından çok mühimdir. Horezmce Tercümeli Mukaddemetü'l-Edep, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, On The Miniatures In Istanbul Libraries, Hatıralar, Oğuz Destanı, Kur‘an ve Türkler onun ilminin yüksekliğini gösteren en güzel delillerdendir.

Ölümünden bir sene önce yazdığı hatıraları hayatı boyunca yaptığı mücadeleleri anlatmasının yanında, yakın tarihimiz için de çok önemli vesikaları ihtiva etmektedir. En büyük millî destanlarımız arasında yeralan Oğuz Destanı gibi bir kültür hazinesinin yayınlanması şüphesiz Türk ilim alemi için iyi bir kazanç olmuştur.

Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi adlı eserde Orta Asya'daki Türk illerinin yakın dönem tarihi ve istiklallerinin kaybedilişi anlatılmıştır. Türklüğün Mukadderatı Üzerine adlı eserinde de dünya Türklüğünün bugünkü durumu ve geleceği hakkında görüşlerini açıklamıştır. Baskıları yapılan üniversitede okuttuğu ders nokları ise genel olarak Moğallar devri Türk Tarihi, Moğol İstilası, Cengiz Han ve Timur dönemlerini ihtiva etmekte ise de yine üniversitede okuttuğu Karahanlılar Devri, Başkırtlar Tarihi, Asya Tarihi, XIX. ve XX. yüzyıllarda Orta ve Önasya'da fikir ve kültür hayatı gibi konulara da ilgilidir.

Yerli yabancı ilmî araştırma dergilerinde 91 makalesi yayınlanan Togan, bunların yaklaşık 20'sinde konu araştırması yapmıştır. Çok büyük çoğunluğunda da en belirgin özelliği olan kaynak tanıtımını ele almıştır. Bu özelliklerinden dolayıdır ki, bilhassa oryantalistler arasında şöhreti daha da artmıştır. 14'ten fazla olan tenkid yazılarında ise Batı ilim aleminde yapılan çalışmaları Türkiye'ye tanıtma gayesini gütmüş, ayrıca gerekli kriterlerini yapmaktan geri kalmamıştır.

İlmî dergilerde çıkan makalelerinin yaklaşık yarısı yabancı dildedir. Bunlardan İngilizce, Almanca, Fransızca gibi popüler batı dillerinin yanında Rusça ve Farsça kaleme alınanlar da vardır.

Milletler arası kongrelerde merhum hocanın sunmuş olduğu 9 tebliğin kongre zabıtlarında basıldığı görülmektedir. Bu tebliğlerin hepsi hocanın uzmanlık alanı ile ilgilidir ve onun çalışma şekli olan belge tanıtımını ihtiva etmektedir. Sunulan tebliğlerin hepsinin milletlerarası kongrelerde oluşu, ayrıca İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi popüler batı dillerinde yayınlanması dikkat çekicidir.

Milletlerarası ilmî ağırlığı olan 4 ansiklopedide 39 madde Togan tarafından telif edilmiştir. Bunların yine çoğu yabancı dilde, diğerleri Türkçe'dir. 12 madde biyografi, iki Başkurt ve Hazar gibi Türk kavimleri, diğerleri ise coğrafî mekân (şehir, nehir vb. gibi) hakkındadır. Arapça ve Farsça tarihî kaynakların ışığında yazılmış olan söz konusu maddelerde ilgili olan bütün batı literatüründen de faydalanılmıştır. Bu konuların hepsi Orta Asya tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.

Aylık ve haftalık yayınlanan dergilerde yaklaşık 109 makaleyi kaleme almıştır. 1940'lı yıllara kadar bu tür dergilerde ilmî konuları ele almaya çalışan Togan, sonraları çeşitli siyasî görüşlerini bazı konularda fikirlerini, bazı kişilere cevaplarını, hatıralarını da yazmıştır.

Günlük yayınlanan gazetelerde ise merhum hocanın 48 makaleyi kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Çoğunlukla kendi fikirlerini ihtiva eden bu yazılarında zaman zaman tarihî konulara inerek onların sayesinde geleceğe ışık tutmak, Türk milletine ders vermek istemiştir. Millletlerarası kongreleri de gazete yazılarında işleyerek yine Türk kamuoyunu bunlardan haberdar etmeye çalışmıştır. Kamuoyunda yanlış aksettirilen bazı konularda da inandığı gerçekleri açıklamaktan geri kalmamıştır.

Merhum hocanın ihtisas sahası olan İslamiyetten sonra Türk ve Moğol Tarihi konularında İslam bilginleri hakkında hazırlanmış fakat yayınlama fırsatını bulamamış kitapları da vardır. Timur ve Oğulları Tarihi, El-Birunî'ye dair, Başkırt Tarihi, Ali Şir Nevaî: Hayatı ve Eserleri, Reşideddin: Hayatı ve Eserleri, Sakaların Tarihi, Türklerin Menşe Efsaneleri, Resimlerle Türkistan başlıcalarıdır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ziya Gökalp

Fikir ve sanat adamı, şair. 1876 yılında Diyarbakır'da doğdu, 1924 yılında İstanbul'da öldü. Baytar Okulu'nun son sınıfındayken gizli cemiyet kurmaktan tutuklandı. 9 ay hapis yattıktan sonra Diyarbakır'a sürüldü, İkinci Meşrutiyet ilân edilince İttihat ve Terakki Partisi'nin orada şubesini açtı. Sonra Selânik'e geldi, Genç Kalemler dergisine yazılar yazdı, Meşrutiyetten sonra partinin genel merkez kurulu üyesi oldu. 1924'te TBMM'ne girdi. Aynı yıl vefat etti. Büyük bir Türkçü idi.

Ziya Gökalp, çağdaş Türk düşünce tarihinin en büyük düşünürlerindendir. Türkçülük akımının felsefesini yapmış, Türkiye'de millî edebiyatın gelişmesini sağlamış bir sosyolog ve mürşittir.

Tarihin çeşitli medeniyet eserlerini kucağında taşıyan Diyarbakır'da doğdu. Bu şehir, kütüphaneleri, medreseleri ile Anadolu'nun en eski kültür merkezidir. 1876 yılının 23 Mart günü, Ziya Gökalp'in babası vilâyet Evrak Müdürü Tevfik Efendi, evinin selâmlığında oturmuş, eşinin doğum haberini beklerken Çolu Hoca adında bir ziyaretçi geliyor :

“Bu saatte bir oğlunuz olacak, adını Mehmet Ziya koyunuz...” diyor.

Gerçekten, bir süre sonra Tevfik Efendinin bir oğlu dünyaya geliyor, adını Mehmet Ziya koyuyorlar. Ana ve baba, çocuğun yetişmesi için büyük özen gösteriyor. Küçük Ziya, daha yedi sekiz yaşlarında Şah İsmail’leri, Aşık Kerem’leri okuyor. On dört yaşına gelince Ziya Paşaların, Namık Kemallerin eserlerinden zevk almağa başlıyor. Babası Tevfik Efendi ileri görüşlü bir insandır. Ziya'ya okuma zevkini aşılıyor, onu yüce ülkülerle besliyor. Namık Kemal'in öldüğü gün oğluna:

"Bugün büyük bir matem günüdür, çünkü milletin en büyük adamı Namık Kemal öldü. Sen de onun yolundan gideceksin, onun gibi vatansever, hürriyet sever olacaksın", diyor. Psikolojik bir anlayışla yapılmış olan bu telkin, Ziya için bir baba vasiyeti olmuş, ona yön vermiştir.

Ziya Rüştiye Mektebinde okurken babası ölüyor. Onun yerini amcası Hasib Efendi alıyor. Hasib Efendi, İslâm felsefesini iyi bilen, aydın bir insandır. Ziya'ya, İbni Sina, İbni Rüşd, İmam Gazzali gibi büyük İslâm filozoflarını tanıtıyor. Arapça’yı, Farsça’yı ve bilimsel araştırma metotlarını öğretiyor.

Daha sonra ölmüş olan amcasının vasiyetine uyarak kızı ile evlenmiştir.

Ziya, 1890'a doğru İdadi Mektebine giriyor. Kelâm, fizik ve biyoloji okuyor. Birbirine zıt bu iki akım, kafasında hakikat şimşekleri yerine derin bir şüphecilik doğurmuştur.

"İnsan" denen ve kalbin biricik pınarı olan faziletli varlığın âciz, hürriyetsiz, iradesiz, "madde"den yapılmış bir makine olmasını aklı almıyor. Bin bir tehlike ile tehdit edilen, fakat bunun farkında olmayan Türk milletinin istibdattan nasıl kurtulabileceğini düşünüyor. Bunun için bir mucize gerekmektedir. Bir ümit felsefesi arıyor. O günkü Türk toplumunun problemlerini ele almayan tasavvuf ve kelâm bilimleri ona bu felsefeyi vermekte yetersiz kalıyor.

O, zihnindeki ülkülerine ulaşmak kararındadır. Amcasına haber vermeden gizlice İstanbul'a gidiyor. O zamanın parasız okullarından biri olan Baytar Mektebine yazılıyor. Bu arada tıbbiyelilerin kurmuş olduğu gizli cemiyete girmeyi de ihmal etmiyor. Yol harçlığı olarak kendisine gönderilen paraları, yardım olarak gizli cemiyetlere veriyor. Bazen kendisi günlerce parasız kalıyor. Baytar Mektebinin son sınıfında iken, istibdat aleyhindeki gizli hareketlere katıldığı için tevkif ediliyor. 1900 yılında Taşkışla'da dokuz ay hapsedildikten sonra, Diyarbakır'a sürgüne gönderiliyor.

Ziya Gökalp daima sade bir hayat sürüyor. Meşrutiyetin ilânına kadar gelip geçici birkaç memurluktan başka bir işle meşgul değildir. Amcasının bıraktığı servetin büyük bir kısmını Diyarbakır'a sürülmüş olan hürriyet mücahitleri için harcamış, mallarının yarısından fazlasını ve kıymetli eşyalarını da satmıştır. Parayı sevmiyor. Durup dinlenmeden okuyor, yazıyor, düşünüyor; kendi düşünce dünyasında yaşıyor.

1908 yılında Meşrutiyet ilân edilince, İttihat ve Terakki Cemiyetinin Diyarbakır şubesini açıyor. Bir süre sonra, bu cemiyetin Selânik'te toplanan 1910 yılındaki kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılmış, Merkez-i Umumî üyeliğine seçilmiştir. İttihat ve Terakki mektebinde sosyoloji okutuyor.

Ali Canip'le Ömer Seyfettin'in çıkardıkları Genç Kalemler dergisine yazı yazmaya başlıyor. Yazılarında kullandığı takma adlardan biri de Gökalp'tir.

Ziya Gökalp, otuz beş yaşında bir genç düşünür iken, basını ve aydınları etrafına toplayan bir kutup haline gelmiştir. Dış görünüşü ile çok şey vaat etmez. Münzevî ruhlu, çekingen ve alçakgönüllüdür. Çünkü o, tombul, ablakça yüzlü, düşük bıyıklı, badem gözlü bir adamdı. Uygur minyatürlerine benzerdi.

Fakat konuşmaya başlayınca hemen fark edilirdi ki o, ince zekâsı, derin ilmi ve olağanüstü ikna kabiliyeti ile bir fikir ve mücadele kuvveti, bir mürşittir. Konuşması yavaş ve sakindi. Düşüne düşüne söyler, ama karşısındakileri mutlaka etkisi altına alırdı. Çünkü her söylediği söz, akıl ve mantığa olduğu kadar bilimsel gerçeklere de uygun görünürdü. Verdiği dersler, herkese açık olur, büyük bir ilgiyle takip edilirdi.

Genç Kalemler Dergisinde dil, felsefe ve sosyolojiye ait makaleler yazıyor. Bu derginin ele aldığı Türk dilinin sadeleşmesi davasını bilimsel olarak inceliyor. Bu dava daha önce Tanzimat yazarlarınca da ileri sürülmüş, ama söz ve dilek halinde kalmış, pek dar ölçüde uygulanmış, yazı dili ile konuşma dili birleştirilememiştir.

Ziya Gökalp, sade dil akımını savunurken, İslâm kültürü arasında gitgide benliğini kaybeden Türklüğü kurtarmak istiyordu.

Ona göre sade dil, ilmî ve millî bir zarurettir. Osmanlıca ile Türklük kaybolmuştur. Çünkü dil, milliyetçiliğin temelidir. Hukuk, ahlâk, güzel duygular gibi bütün değerler dille anlatılır. Millî kültürün yayılması, dilin sadeleşmesi ile gerçekleşir.

Vatan manzumesinde, vatanı dille ne güzel uzlaştırır:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar namazdaki manasını duanın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur,
Ey Türk eli, işte senin orasıdır vatanın.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın.
Dilin sadeleşmesi prensiplerini de etraflıca ele alıyordu. Türkçe yaşayan dildi. Karşılığı bulunan Arapça, Farsça kelimeleri, tamlamaları ve bu dillerin dilbilgisi kurallarını Türkçe’den atmak gerekirdi.

Arapça’ya meyletme,
İran'a da hiç gitme
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
Başka Türk lehçelerinden kelime almamak, kökü Türkçe de olsa ölü kelimeleri Türkçe’ye sokmamak lâzımdı.

Türkçeleşmiş Türkçe’dir,
Eski köke tapmayız.
Ziya Gökalp'e göre ölü kelimeleri dile sokmak, dilin tabiî gelişimine ve kendi öz kurallarına aykırıdır. Türk halkının bildiği her kelime millidir. Bu fikirler Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhan, Halit Fahri Ozansoy gibi yazarları ve şairleri aydınlatmış, Türkiye'de millî edebiyat akımının gelişmesine sebep olmuştur.

Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun çöktüğü devrin fikir anarşisi içinde gidilecek yolu gösteren bir düşünürdür. Türkcülüğün esaslarını, batının bilim anlayışı ile incelemiş bir sosyologtur. Yaşadığı devirde, Osmanlı Devleti idaresindeki Türk olmayan unsurlar millî benliklerini duyuyor, Türklerden ayrılmak istiyorlardı. Türkler ise Türkçülük, Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi üç cereyandan hangisini seçmek gerektiği hakkında millî bir şuura erememişlerdi.

Bu üç cereyanı ilk defa uzlaştıran mütefekkir Ziya Gökalp'tir.

Gökalp'e göre, Türkiye için en lüzumlu şey, millî şuurun uyanması ve asrın gidişine uyulması idi. Modern olmak, batının ilmini, tekniğini kabul etmek demektir. Hem doğu, hem batı ilmi diye iki ilim, iki anlayış olamaz. Darülfünun batı anlayışına göre düzenlenmelidir. Şer’iye mahkemeleri kalkmalıdır. Din, vicdan mevzuudur. Laik bir devlet teşkilâtına ihtiyaç vardır.

O, yıkılmış ve yaşatılması imkânsız ataerkil (pederşahi) aile yerine modern Türk ailesinin kurulmasını istiyor. Bunun sağlanması için eski Türk ailesini bilimsel olarak inceliyor. Ailenin hukuk, iktisat ve ahlâk bakımından teşekkülü için medenî kanunun ıslah edilmesini ileri sürüyordu. Modern aile, nikâh, boşanma, miras konularındaki düşünceleri, bugünkü Türk toplumunda kabul edilmiş esaslardır.

Gökalp’e göre, milliyetçilik fikrinin gelişmesi yalnız Osmanlı tarihini değil, Türk tarihini incelemekle gerçekleşebilirdi. Edebiyatın kaynağı batı değil, Türk folkloru, Türk milletinin hayatı olmalıdır. Millî şuuru uyandırmak için fikir Türkçülüğü lâzımdır. Çünkü medeniyet uluslararasıdır, müşterektir. Fakat hars (kültür) millîdir.

Milliyetçiliği, "Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir." diye tarif ediyor; ekonomi, dil, din, hukuk, ahlâk ve aile bakımından Türkçülüğün izahını yapıyor. Ona göre milliyetçilik, ırkçılık değildir.

Şair olarak Ziya Gökalp, dili sade ve tabii, eğitici yanı güçlü eserler vermiştir. Halk masallarına eğilerek bunları duru bir uslupla herkesin ve bilhassa çocukların anlayacağı şekilde yeniden şiirleştirmiştir. Bir yandan:

Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ü1kedir: Turan
veya:
Atanın içtiği köpüklü kımız
Arpa suyu içme dedi bir Kırgız
derken Sevr paçavrasından, Mondros ve Lozan'dan sonra, o yolun çıkar yol olmadığını anlamış ve Türk Medeniyeti Taihi'ni yazmaya koyulmuştu.

Aynı zamanda o, Turan'ı, Osmanlı birliğini tamamlayan bir ülkü olarak anlıyor. Tarihî determinizmin ortaya çıkardığı bir teşekkül olarak kabul ediyor.

Türkçülüğün Esasları adlı eserinde: "Millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafi, ne de siyasî bir zümredir...", "...bugünkü duruma göre Türkçülüğün üç mefkûresi olmalıdır. Bunların hakikate en yakın olanı Türkiyeciliktir..." diyor. İkinci mefkûrenin Oğuzculuk, üçüncü ve uzak mefkûrenin de Turancılık yani bütün Türklerin birleşmesi olduğunu düşünüyor.

Ziya Gökalp, memleketimizde modern sosyoloji ilminin kurucusu olarak tanınmış ve Fransız bilgini Emile Durkheim'in prensiplerini uygulamak ve öğretmekle şöhret yapmıştır. Bu, onun bilim tarafıdır.

Tarihe bakışı da bu bütünleyici görüşe uygundur. Türk tarihini Osman Bey'den değil, Milat öncesinden başlatan bu bütünleyici görüşte en önemli özellik, bütün Türk devletlerinin aynı dil ve aynı soydaki insanlar tarafından, aynı görenek ve geleneklerle yaşayan toplumlar tarafından kurulduğu, başka toplumları yönettiği, devlet unvanındaki değişmenin gerçekteki bütünlüğü etkilemeyeceği inancı yatar. Tek aksayan nokta, çağdaş gerçekçiliğe aykırı olarak, artık dil farkları, lehçe farklarını da aşan, töre ve yasaları iyice ayrılmış bu toplumları, tek bayrak altında toplayabilmek düşüncesidir. “Kızıl Elma”, “Yeni Turan” gibi panturanist ülküyü savunan şiirler, bu sebeple, bir sonuç vermemiş, daha doğrusu tek acı son, Enver Paşa'nın Türkistan, çöllerindeki bir ayaklanmaya katılarak öldürülmesi olmuştur.

Gökalp, Mondros mütarekesinden sonra Üçlü Anlaşma Devletlerinin İstanbul'u işgali üzerine İngilizler tarafından Malta'ya sürülüyor (1919-1921).

Malta'da sürgün iken Anadolu'nun elden gitmesi tehlikesini anlamış, realist bir Türkçü olarak, Çoban ile Bülbül'ü yazmıştı.

Çoban dedi: -Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.
Bülbül dedi: -Düşman haset etse de,
İstanbul'da şakıyacak Türk sesi.
Sürgün bitince tekrar Diyarbakır'a dönüyor.
Ünlü düşünür, 1923 yılında, Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Dairesi Reisliği'ne atanarak Ankara'ya gitmiştir.

Gökalp, 1924 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ikinci seçim devresinde, Diyarbakır mebusu seçildi. Fakat, 48 yaşına rağmen, çok yorgun ve hastaydı. Mebusluk görevi pek az sürdü. Rahatsızlıkları arttı ve tedavi için İstanbul'a geldi. Fransız Hastanesi'ne yatırılan Ziya Gökalp, hekimlerin bütün gayretine rağmen, o yıl, yani 1924'te hayata gözlerini yumdu.

Çemberlitaş'ta, Sultan Mahmut Türbesi etrafındaki kabristanda toprağa verildi. Diyarbakır'da oturduğu ev ise, kendi adına bir müze haline getirildi. Şimdi bu müze Diyarbakır'ı ziyaret edenlerin mutlaka uğradıkları bir fikir ve kültür yuvasıdır.

Ziya Gökalp, bilimsel çalışmalarıyla memlekette az da olsa uyanık bir kuşağın yetişmesine ve kendisinden sonra üniversite eğitimini yürütmesine yol açmıştır. Yeni Mecmua, Türk Yurdu gibi dergilerde yazdığı yazılar onun bir sisteme varma çabasını gösterir. Dilde, ekonomide, güzel sanatlarda, ahlâkta, siyaset ve felsefede Türkü ve Türkçeyi esas alarak kurtuluş yollarını gösterdi.

Ziya Gökalpin çalışmalarının etkisi, on yıl içinde büyük bir sadeleşmeye yönelen dilde görüldü. Sanatta ve edebiyatta görüldü: millî müzik, millî sanat akımları gelişti. Ömer Seyfettin, Halide Edip, Reşat Nuri gibi yazarlar, Yahya Kemal gibi şairler güçlerini onun Türkçülüğün Esasları adlı eserinden almışlardır.

Ziya Gökalp, bunlardan bilhassa Türk Medeniyet Tarihi’ne büyük önem veriyor ve bu eseri, mutlaka bitirmek istiyordu. Fakat tamamlayamadan aramızdan ayrıldı...

Onun yüksek ahlâkını Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatır:

"Bulutların ve şimşeklerin üstünde berrak sema ile arkadaş olan yüksek tepeler gibi her vakit insan ihtiraslarının üstünde sakin başı, merkez-i umumî azalığında bulunduğu zamanlarda bile bir an gündelik politika adını verdiğimiz sıtmalı dalgalanışların üzerine eğilmedi. Daima yüksek gördü, yüksek düşündü. Her şeyden önce yüksek bir insandı".

Büyük mütefekkirin ölümü ile, Ruşen Eşref Ünaydın'ın dediği gibi: "Mabedimizin üstünde bir meşale söndü, fakat binlerce el o meşaleden kendi meşalesini yaktıktan sonra"!
 

Alperen

New member
Katılım
21 Şub 2008
Mesajlar
26
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Büyük Turan Cumhuriyeti
Web sitesi
www.onlinetahmin.com
Hüseyin Nihal Atsız



Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905 (12 Kânûn-ı sâni 1905) tarihinde İstanbul'da doğmuştur.

Atsız Bey'in babası, Gümüşhane'nin Torul/Dorul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Makine Önyüzbaşısı Hüseyin Efendi 'nin oğlu Deniz Güverte Binbaşısı Mehmed Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehre Hanım'dır.

Atsız Bey'in ailesi, Gümüşhane'nin Torul/Dorul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adı ile bilinmektedir.

Çiftçioğulları ailesinin tespit edilebilen ceddi 19. asrın başlarında, yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahmed Ağa'nın İsmail; Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa'nın çocukları Midi köyünden Yozgat'ın Akdağ Madeni kazasının Tekyegüneyi köyüne, Süleyman Ağa'nın çocukları ise Yozgat'ın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir.

Ahmed Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832-1894) ise 1850-1852 sıralarında Deniz eri olarak İstanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Osmanlı Donanması (Donanma-yı Hümâyûn)'da kalmış ve Makine Onyüzbaşılığı (Çarkçı [ = Makine] Kol ağalığı)'na kadar terfi etmiştir.

Hüseyin Ağa'nın eşi Emine Hayriye Hanım'dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmed Nail Bey (1877-1944) Mehmed Nail Bey de Osmanlı Donanmasına girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığından emekli olmuştur.

Mehmed Nail Bey'in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884-1930)'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfîka Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzonlu olup ailesi Kadıoğulları nâmı ile mârufdur.

Mehmed Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'te Hüseyin Nihâl (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Necdet (Sançar) (ölümü 22 Şubat 1975) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu).

Hüseyin Nihâl Atsız, ilk ve orta öğrenimini Kadıköy'deki Fransız ve Alman okullarında (1911), babası Mehmed Nail Bey'in Kızıldeniz'deki görevinden ötürü Süveyş'te bir Fransız İlkokulunda bir kaç ay. (1911), Kasımpaşa'daki Cezayirli Gazi Hasan Paşa İlk Mektebi, Haydarpaşa'daki Hususi Osmanlı İttihâd ilk Mektebi, Kadıköy Sultanîsi (= Lisesi) ve istanbul Sultanîsi'nde yapmıştır.

İlkokula altı yaşında, Kadıköy'deki Fransız okulunda, Latin harfli öğretim ile, başlayan Atsız'a göre bu okulda dersten çok oyun ve şarkı vardı. Buna rağmen, dil bilmeyip derdini anlatamaması yüzünden bu okulda çok sıkılmakta idi. Bir gün, teneffüs sırasmda, kendisinden üç-dört yaş büyük bir Rum çocuğu Atsız'ın kafasını duvara vurmuş ve Atsız'ın yarılan kafasından kanlar akması üzerine de, bağıra çağıra suçunu İstavri adlı bir başka Rum çocuğunun üzerine atmış, bunun üzerine İstavri, derste iki dizi üzerine çöktürülüp, dizlerinin altına da, daha çok acı çeksin diye, bir cetvel konarak, ders sonuna kadar cezalandırılmıştır. Bu haksızlık küçük Atsız'ın çocuk ruhunda fırtınalar yaratmış ve Atsız "şu mektep yansa da kurtulsam" diye içinden bedduada bulunmuştur. Bir müddet sonra bir gece, tesadüfen çıkan bir yangında Fransız Mektebi yanınca küçük Atsız istemediği bu mektepten kurtulmuş, fakat bu sefer de Latin harfleri ile öğretim yapan başka bir okula, Alman Mektebi'ne verilmiştir. Bir müddet sonra, Kızıldeniz'de bulunan Malatya gambotunun süvarisi olan babası Mehmed Nail Bey'in yanına giden Atsız, Türk-İtalyan savaşının çıkması üzerine Mehmed Nail Bey'in Osmanlı Bahriye Nezareti'nden Süveyş'e sığınması emrini alması ile, Süveyş'te bir Fransız İlkokulu'na devam etmiştir, Süveyş sokaklarında İtalyan çocukları ile dövüşmesi, Atsız'ın milliyetçi mücadelesinin ilk örneklerindendir.

Babasının İstanbul'a dönme emrini alması ile İstanbul'a gelen Atsız, Kasımpaşa'daki Cezayirli Gâzî Hasan Paşa mektebine kaydolmuş ve Arap harfleri ile öğrenime başlamıştır. Ailesinin Kasımpaşa'dan Kadıköy'e taşınması ile hususi Osmanlı İttihâd Mektebi'nde öğrenimine devam eden Atsız, babasının Onyüz-başı (kol ağası) olarak Birinci Cihan Harbine gitmesi yüzünden Hususi Osmanlı İttihâd Mektebi'nden Kadıköy Sultanîsi'nin rüşdiye (ortaokul) kısmında öğrenimine devam etmiştir. Buradan da İstanbul Sultanîsi'ne geçen Atsız, 1922 tarihinde Lise öğrenimini tamamlamıştır.

1922 yılında imtihanla Askerî Tıbbiye'ye girmiştir. O yıllarda tıbbiyede komünistlik ve birtakım azınlık milliyetçiliği güden öğrenciler vardı. Bu öğrenciler ile Türk öğrenciler arasında sık sık tartışmalar olur, bu tartışmalar arasıra da yumruk kavgasına dönerdi. Bu kavgalara Atsız da katılırdı. Bu yüzden bir çok defa disiplin ve hapis cezası almıştır. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün akşamı, Türk öğrenciler ile diğer öğrenciler arasında çıkan bir kavga sonucunda, Atsız'a gayet ağır bir ceza verilmiştir. Bu ceza, öğrenciliği sırasında işleyeceği herhangi bir suç neticesinde Atsız'in Askerî Tıbbiye'den çıkarılacağıdır.

Atsız ,Askerî Tıbbiye'nin 3. sınıfında iken, aralarında birtakım meseleler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesud Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'in kasdi bir şekilde lüzumsuz bir yerde istediği selâmı vermediği için, 4 Mart 1925 tarihinde Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır.

Bu hadiseden sonra üç ay kadar Kabataş Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak vazife görmüş ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında bir kaç sefer yapmıştır.

1926 yılında İstanbul Darülfünûn'un Edebiyat Fakültesi'nin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünûnu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak (28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927) İstanbul' da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı "Anadolu'da Türklere ait yer isimleri" adlı makalenin Türkiyat Mecmuası'nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan M. Fuad Köprülü'nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmış (Divan-ı Türki-i Basit, gramer ve lügati, 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82) ve aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur. Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nailî Boratav, Nihad Sami Banarlı gibi isimleri sayabiliriz.

Mezuniyetini müteakip Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti nezdinde Atsız için tavassutta bulunarak, Yüksek Öğretmen Okulu'nu öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve Atsız'ı kendisine asistan almıştır (25 Ocak 1931).

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. M. Fuad Köprülü, Zeki V. Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de dahil bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu "Türkçü ve Köycü" dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, adetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğü'nün öncüsü olmuştur. Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzası ile, bu dergide neşre başlamıştır.

1931 yılında Darülfünunun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, 1935 yılında ayrılmıştır. 1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı haksız hücum üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye (Atsız) ile Pertev Nailî Boratav'ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de mimlenmiştir.

19 Eylül 1932'de Dr. Reşid Galib, Maarif Vekili olmuş ve kısa bir müddet sonra da Prof. M. Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asaleten tâyin edilmiştir. Atsız'ı üniversiteden uzaklaştırmak için fırsat arayan Reşid Galib, Atsız'ın, Atsız Mecmua'nın 17. sayısındaki "Darülfünun'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi" adlı makalesi ile bu fırsatı yakalamış ve Edebiyat Fakültesi Dekanı, Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir (13 Mart 1933). Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı'nı Tokatlıyan'daki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız'a bu hadise için hiç bir şekilde tepki gösterilmemiştir.

Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız (Mart 1933), Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir. Malatya'da kısa bir müddet (8 Nisan 1933 - 31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933). Edirne'de iken Atsız Mecmua'nın devamı mahiyetindeki "Aylık Türkçü dergi" olan Orhun (5 Kasım 1933 - 16 Temmuz 1934, sayı l-9)'u yayınlayan Atsız, Orhun 'da Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarının yanlışlarını ağır bir şekilde tenkit ettiği için vekâlet emrine alınmış, (28 Aralık 1933), 9. sayısında da Orhun, Bakanlar Kurulu kararı ile, kapatılmıştır.

9 ay vekâlet emrinde kalan Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur (9 Eylül 1934. 27 Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım (Atsız) ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra adlı iki oğlu olmuştur.

Atsız Bey ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır. Atsız Bey, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu vazifesinden ihraç edilmiştir. Bunun üzerine, Özel Yüce-Ülkü Lisesi'ne geçen ve burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapan Atsız, 19 Mayıs 1939 - 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.

Atsız, Boğaziçi Lisesi'nin Türkçe öğretmeni iken Orhun (1 Ekim 1943 - 1 Nisan 1944, sayı 10-16, 7 sayı)'u yeniden neşre başlamıştır.II. Dünya Savaşı sıralarında yerli komünistler faaliyetlerini fevkalade artırdıkları hâlde, resmî makamlar bu aşırı hareketlere karşı tedbir almak yerine, seyirci kalmaktaydılar.

Atsız, ilgilileri ikaz için Orhun'un Mart 1944'te yayımlanan 15. sayısında, devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir "açık mektup" yayınlamıştır. Bu açık mektupta, Marksistlerin artan faaliyetleri belirtilmekte idi. Orhun kapatılmadığı takdirde bir sonraki sayısında bu aşırı faaliyetlerin belgeleri ile birlikte örneklerini vereceğini bildiren Atsız, Orhun 'un kapatılmaması üzerine Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Giritli Ahmed Cevad Emre, Pertev Nailî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist faaliyetlerini açıklayarak devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel'i istifaya çağırmıştır. Bu ikinci açık mektup, yurt içinde büyük bir millî galeyana sebep olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bir çok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır. Bu arada Atsız'a yurdun her köşesinden mektupların, telgrafların gelmesi Ankara'daki yetkilileri tedirgin etmekte idi. Millî Eğitim camiasındaki komünistler sebebi ile kendi partisinin mensupları tarafından dahi sigaya çekilmeye başlanan Hasan Ali Yücel, ilk iş olarak Atsız'in Boğaziçi Lisesi 'ndeki edebiyat öğretmenliğine son vermiştir (7 Nisan 1944). Orhun dergisi ise Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmış, Sabahattin Ali de kışkırtılarak Atsız aleyhine hakaret davası açmaya zorlanmıştır.

Atsız, aleyhine dava açılınca trenle Ankara'ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından daha istasyonda karşılanarak, bir otelde misafir edilmiştir.

Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu gayet hadiseli geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencisi alınmamış, bu yüzden de devrin halk partisi iktidarını şaşırtan büyük öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tevkif edilmiştir.

"Sabahattin Ali - Nihâl Atsız davası" olmaktan ziyade "Komünistliğe karşı Türkçülük davası" halini alan bu davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali'ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "millî tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da tecil edilmiştir.

Atsız, cezasının tecil edilmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir. 19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde itham eden nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 numaralı sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmaya başlamıştır. Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan sanıklar, sorguya çekme adı ile ilk önce çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra, 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlanmıştır. "Irkçılık-Turancılık davası" adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde nihayetlenmiş ve Atsız 6,5 seneye mahkûm olmuştur.

Atsız bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı esasından bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.

5 Ağustos 1946 tarihinde 2 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Prof. Kenan Öner - Hasan Ali Yücel davası adı ile tanınmıştır), 31 Mart 1947 tarihinde nihayetlenmiş ve 29 oturum devam eden mahkeme bütün sanıkların beraatine karar vermiştir.

Nisan 1947'den Temmuz 1949'a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1.945 - Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi'nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.

Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphanesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir. Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne tayin olmuştur (21 Eylül 1950).

4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi'nde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine. Cumhuriyet Gazetesi Atsız'ın aleyhine yalan yayın yapmış, hakkında Bakanlık tarafından tahkikat açılan Atsız'ın konuşmasının ilmî olduğu tespit edilmiş, fakat Atsız Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak (13 Mayıs 1952) yine Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki vazifesine tayin edilmiştir.

31 Mayıs 1952 tarihinden emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphanesi'nde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphanedeki memuriyet olmuştur.

1965 yılından başlayarak Doğu ve Güney-Doğu bölgelerinde baş gösteren "yıkıcılık" ve "bölücülük" hareketleri hakkında, Atsız, (Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Gaziantep'e giderken bir işçinin "idareciler Araplar'a toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık Cumhurbaşkanı Sunay'ın "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür" demesi üzerine) Ötüken'in Nisan 1967'de yayınlanan 40. sayısından itibaren "Konuşmalar, I" (Sayı 40), "Konuşmalar II" (Sayı 41) ve "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu mitinglerinde perde arkası'' (Sayı 47), "Satılmışlar - Moskof uşakları" (Sayı 48) adlı seri makalelerinde bölücü Marksistlerin, Doğu bölgelerimizde yaptıkları gizli çalışmaları açıklamış ve bu makaleler hakkında savcılıkça tahkikat açılmıştır. Savcılığın yaptığı ilk tahkikatta Atsız'a hiç bir suç kondurulamamıştır. Ancak bu yazılar üzerine, Ankara'daki bölücü kuruluşlar tarafından Atsız aleyhine hazırlanmış ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler sokaklarda dağıtılmış ve aynı günlerde Adalet Partisi'nin bir Diyarbakır Senatörü, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır. Bu sistemli girişimler sonucunda, Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu sıralarda, Bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir. Sıkıyönetim mahkemelerinde Türk milletinin ve vatanının birliğine ve bölünmezliğine karşı çıkan yıkıcılar, bölücüler, komünistler ve anarşistler muhakeme edilirken, sivil mahkemelerde ise aynı hususlara daha 4-5 yıl önce dikkati çeken Atsız muhakeme edilmiştir. Uzun duruşmalardan sonra mahkeme Ötüken'in sahibi Atsız'ı ve sorumlusu Mustafa Kayabek'i 15'er ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuş, fakat aynı mahkeme 2-1'lik kararda ısrar edince Yargıtay hükmü tasdik etmiştir. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar fakat bu istekleri mahkemece kabul edilmemiş ve böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.

Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Nümûne Hastahânesı ne yatan Atsız'a, Haydarpaşa Nümûne Hastahânesi tarafından "Cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiş, fakat 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir. Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi'ne sevketmiştir. 40 kişilik adi suçlular kovuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi'ne nakledilmiştir. Atsız, kesinleşen 1,5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, Atsız'ın yazılarından, fikirlerinden ve eserlerinden feyz alan milliyetçi ilim adamları, üniversite mensupları, gençlik teşekkülleri, kültür dernekleri vasıtası ile Türk milleti, Cumhurbaşkanına başvurup "Atsız'ı affetmesini" istemiştir. Atsız Hoca, suç işlemediğini belirterek bizzat "af" talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını affetmiştir. 22 Ocak 1974'te Bayrampaşa Cezaevi'nden tahliye edilen Atsız, 1,5 yıllık cezasının 2,5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.

Fikirleri ile yaşayışını "telif eden" bir karaktere ve şahsiyete sahipti. İbn ül Emin Mahmut Kemal İnal'ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan" Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip olması yanında, hususi hayatında; sakin, kibar, mülayim, nüktedan ve şakacı idi. Kendisinden kaç yaş küçük olursa olsun herkese "Bey" diye hitap ederdi. Vakur davranışı ve tevazu içinde yaşayışı ile, dimdik başı ve sağlam karakteri ile Atsız Bey, Türk tarihinin derinliklerinden kopup gelen bir "Türk Beyi" idi.

Hayatı boyunca Atsız ile uğraşılmıştır. Her seferinde de uğraşanlar yenilmiştir. Mağlup olanların yerine yenileri gelmiş, fakat ne Atsız'ı yıldırabilmişler ne de "ülkü"sünü yenebilmişlerdir.

Atsız, hayatında bir defa, o da ölüme karşı, mağlup olmuştur.

Türk milliyetçiliğinin öncüsü olan Atsız, kuvvetli bir Türkolog'dur. Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, bilhassa Türk tarihinin Göktürk devrini âdeta yaşamışçasına bilir ve severdi. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtlar (Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor) adı ile romanlaştırmış ve Göktürkler'i Türk milletine tanıtarak sevdirmiştir.

Deli Kurt adlı romanı, Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmışıdır.

Ruh Adam'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz.

Ruh Adam'ın devamı olarak Yalnız Adam'ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar'in 3. cildi idi.

Neşredilmemiş eserlerinin içerisinde "II. Mahmut'tan Günümüze Kadarki Osmanlı Hanedanı Tarihi"ni zikredebiliriz.

Yayınlanan eserlerinin yanında değişik yerlerdeki makalelerinin toplanarak yayınlanması Atsız'ın fikirlerini toplu olarak görmemizi ve düşünce silsilesini takip etmemizi sağlayacaktır.

Son yıllarda "Türk Tarihi" adlı eseri üzerinde çalışıyordu. Küçük kardeşi Necdet Sançar'ın ani ölümü Atsız için çok acı bir darbe olmuş ve Atsız, Sançar'ın ölümünden sonra ancak 10 ay kadar yaşayabilmiş, bu yüzden de üzerinde çalıştığı eserlerini bitirememiştir.

1975'in kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır.

10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız'ı ziyaret eden yeni bir kriz, Atsız'ı aramızdan alıp götürmüştür (11 Aralık 1975 Perşembe).

Yarım asırdır hiç bir kuvvetin Türk milliyetçiliğinin burcundan indiremediği bayraklarından birincisi olan Atsız Bey'e Kurban Bayramı dolay isiyle ziyaret yapmak isteyenler, 13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramının ilk günü Kadıköy Osmanağa Camii'nde son vazifelerini ifa ettiler ve kılınan ikindi namazını müteakip Osmanağa Câmii'nden Karacaahmet mezarlığına kardeşi Necdet Sançar'ın yanına kadar, Onu eller üzerinde taşıdılar.

Gökbörü Atsız Atam,

Kutlu tinin şad, mekânın Türk uçmağı olsun!
 
Üst