A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Nizamülmülk

Asıl adı, İbû Ali Hasan olan Nizamülmülk, Doğu tarihinin yazdığı en büyük devlet adamlarından biridir. O, âdil bir “Vezir-i âzam” olmakla kalmamış, üniversiteler kurmak suretiyle bilimin yayılmasına çalışmıştır. Büyük sanatkâr ve bilginleri korumuş, değerli eserler yazmış ve hükümdarlara en doğru yolu göstermiştir. Bütün bu büyük özelliklerinden dolayı ona “Memleketin nizamlarının kurucusu” anlamına gelen Nizamülmülk adı verildi.

Nizamülmülk 1017 tarihinde Horasan’ın Tus şehrinde doğdu ve zamanının ünlü hocalarından ders alarak yetişti. Aklı, bilgisi ve büyük insanlık meziyetleri ile önce Belh Hâkimi Ali Bin Şadan’ın emrine girdi. Daha sonra yeni kurulmakta olan Selçuklu Devleti’nin hizmetine girerek Davut Bin Mikâil’in, Alp Aslan’ın , Melikşah’ın baş vezirliğini ve danışmanlığını yaptı. Onun üstün yeteneklerinden dolayı her hükümdar kendisini daha sonraki hükümdara tavsiye ediyordu.

Nizamülmülk’ün Selçuk Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde, sağlam bir devlet olarak organize edilişinde büyük rolü vardır. Ünlü Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ı korudu. Bağdat ve İsfahan’da iki büyük ilim müessesesi kurdurdu. Adaleti gerçekleştirmeğe çalıştı ve şiirler yazdı.

Nizamülmülk’ün yazdığı Siyasetname adlı değerli eser Batı dillerine de çevrildi. Bu eser memleketimizde de yayınlandı. Nizamülmülk bu eserinde, hükümdarlara ve devlet adamlarına birçok örnekler vererek yol göstermekte ve devlet yönetiminin çeşitli yönlerini incelemektedir.

Ona göre; “Hiçbir hükümdar veya ferman sahibi kimse bu eseri okumaktan kendisini uzak tutamaz”. “Bir hükümdarın halkına vereceği en büyük ihsan adalettir. Halk adaletle yönetimden memnun olursa, o memleket yaşar ve her gün kudret ve güç kazanır. Memleket zulüm ile yaşayamaz. Hükümdar, zulüm görmüş olanların şikâyetlerini bizzat dinlemeli, zâlimden hakkı alıp zulüm görene vermelidir.”

Nizamülmülk, 1096 yılında hançerlenerek öldürülmüştür.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Nasretdin Hoca

Türk esprisinin büyük zekâsı, tanınmış halk filozofumuz Nasreddin Hoca'yı, yalnız Türk toplumu değil, doğudan batıya her millet sever. Herkes, bu büyük halk filozofunun her devirde aktüalitesini koruyan, güzel fıkralarına hayrandır.
Tarihî kaynakların verdiği bilgilere göre, Nasreddin Hoca, Anadolu Selçukluları devrinde, 1206 yılında, bugün Eskişehir'e bağlı Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde doğmuştur. İlk öğrenimini Hortu'da bir süre babası Abdullah Hoca'nın medresesinde yapmış, çocukluk yıllarını Hortu' da geçirmiştir. Söylentilere ve onun gerçek fıkralarından çıkarılan sonuçlara göre, Hortu'da çıkan kıtlık yüzünden ailesi ile birlikte Sivrihisar'a yerleşmiş, öğrenimini burada sürdürmüştür.

Sivrihisar, o zamanlar Selçuklu devrinin küçük, fakat şirin bir kasabasıdır. Küçük Nasreddin, minareyi ilk kez burada görmüş, arkadaşlarıyla hamama gitmiş, bahçelerden çağla yolmuştu. Onun, hamamdayken yumurtladıklarını söyleyen çocuklara karşı horoz taklidi yapması, ağaçtan meyve çalarken bahçe sahibinin yakalaması, (Ağaçta ne yapıyorsun?) sorusuna (Ben bülbülüm) diyerek bülbül gibi ötmesi, sonra da bahçe sahibine (kusura bakma, acemi bülbül bu kadar öter) cevabını vermesi, Sivrihisar'daki çocukluk anıları arasındadır. Nasreddin Hoca bir zaman sonra, öğrenimini ilerletmek amacıyla, başşehir Konya'ya yolcu olmuştur.

Nasreddin Hoca, Konya'da bir medreseye yerleşmiş ve öğrenimine başlamıştır. O günlerde başından bir olay geçer. Şehirde bıçak taşıma yasağı vardır. Bir gece şehrin Subaşı'sı, Nasreddin Hoca'nın üzerinde koca bir kasatura bulunca, Nasreddin: (Kusura bakmayın!. Ben medrese öğrencisiyim. Bu kasatura ile de kitaplardaki yanlışları kazırım.) diye özür diler. Subaşı'nın: (Bir yanlış için bu kadar uzun kasaturaya ne lüzum var?) demesi üzerine en güzel cevabı verir: (Kitaplarda bazen öyle yanlışlar var ki, bu kasatura bile az gelir!).

Nasreddin Hoca'nın Konya'da medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, bir ara gölge kadılığı yaptığını görüyoruz. Gölge kadıları, tecrübeli hâkimlerin yanında çalışan ve bazı küçük davalara bakan kadı adaylarıdır. Odun kıran bir adamın karşısında (hınk) diyen birinin oduncudan hak istemesi, vermeyince mahkemeye baş vurması, Nasreddin'in bu davayı görürken, bir kese parayı şıngırdatarak: (Hadi sen de paraların sesini al) diye hüküm vermesi, onun kadılık günlerindeki anılarından biridir.

Bir süre sonra kadılıktan ayrılan, üstadı, büyük bilgin Seyid Mahmud Hayranî'nin Akşehir'e yerleşmesiyle Konya'yı terk eden ve Akşehir'e göçen Nasreddin Hoca, artık kişiliğini bulmaya ve usta bir sosyolog gözüyle olaylara neşter vurmaya başlar.
Nasreddin Hoca'yı bundan sonra, Akşehir'de gösterişsiz yaşantısı içinde, dert çeken, uman, isteyen, efkârlanan, sonunda efkârını bir nüktede boğan bir halk adamı olarak görüyoruz.

Bir ziyafete yeni kürküyle gitmiş. gördüğü itibar üzerine (Ye kürküm ye!.) deyişinde insanı yalnızca dış görünüşü ile değerlendiren toplumun, doğuran kazan hikâyesinde aç gözlülüğün, Akşehir Gölü'ne yoğurt çalarken: (Göl yoğurt tutar mı?) diyenlere karşı: (Ya bir tutarsa!.) cevabındaki gerçek yönleri...

Bir gün kürsüye çıkıp ta: (Ey ahali ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?) diye sorduğunda, çevresindekilerden bazılarının "biliyoruz" bazılarının da "bilmiyoruz" cevabını vermeleri üzerine: (O halde bilenler bilmeyenlere öğretsin!.) diyerek kürsüden inmesi, az ders mi insanoğluna? Eğitimin temel yapısı, bilenin bilmeyene öğretmesi demek değil midir?
Akşehir'deyken Moğol şehzadesi Keygatu ile aralarında geçen, sonraları yanlışlıkla Timur'a mal edilen olaylar, pek iyi bilinen fil hikâyeleri, Akşehir'de medrese hocalığı yaptığı günlerde tanınmış mollası İmad ve yanından hiç ayırmadığı sevgili eşeği Bozoğlan, Nasreddin Hoca'nın yaşantısında önemini her zaman korumuştur.

Eşeğinden düştüğü zaman gülenlere: (Ne gülüyorsunuz yahu, düşmeseydim zaten inecektim) deyişi, yitirdiği eşeğini türkü söyleye söyleye ararken, bunun nedenini soranlara: (Bir umudum şu dağın ardında, orada da bulamazsam, o zaman seyredin bendeki ağıtı...) cevabını vermesi, onun renkli ve çok yönlü yaşantısının anekdotları arasında yer alır.

Nasreddin Hoca, Akşehir'de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır. Onun iki kızından Fatma Hatun ile Dürr-ü Melek'in mezar taşları, son yıllarda bulunmuş ve Akşehir Müzesine kaldırılmıştır.

Hani bir fıkrası vardır. Nasreddin Hoca bir gün, çeşmeden su doldurması için kızlarından birinin eline bir testi verir, sonra da testiyi kırmaması için sıkı sıkı tembih ederek yanağına bir tokat indirir. Bunu görenler Hoca'ya çıkışırlar (Kızın ne suçu vardı da tokatladın?) Hoca'nın cevabı ibret vericidir: (Testiyi kırmaması için... Kırdıktan sonra, tokat atmışım, atmamışım ne önemi var? Önceden vurursam, dikkat eder, kırmaz...) Mezar taşlarının birinin üzerinde Dürr-ü Melek'in resmi de bulunmaktadır.

Nasreddin Hoca, yaşının ¤¤¤¤ene yaklaştığı bir sırada, 1284 yılında Akşehir'de ölmüş, mezarı üzerine altı sütuna oturan kubbeli bir türbe yaptırılmıştır. Kubbenin altında, Nasreddin Hoca'ya ait mermer bir sanduka görülür. Bu sandukanın baş tarafındaki kitabede, Hoca'nın ölüm tarihi olan 683 Hicri yılı, tuhaflık olsun diye ters yazılmıştır. Burada, her yönü açık olan Türbeyi kilitleyen Selçuklu devri kilidi, bir sembol olarak yer alır.
Nasreddin Hoca'nın ölümü, onun yeniden doğumu olmuştur. Onun, toplumun temeline oturan sağlam fikir yapısı, her geçen yılla geçerli olmuş, yüzyıllar onu daha dinç, daha diri yapmış, şöhreti, Türkiye sınırlarını da aşarak dünyayı sarmıştır. Nasreddin Hoca bugün tüm insanlığın malıdır.

Akşehirliler, çok sevdikleri Nasreddin Hocaları için her yıl Temmuz ayında festivaller düzenler. Bu festivallerde, Nasreddin Hoca'nın ağzından bir türlü huzura kavuşamayan dünyamıza, iyilik ve mutluluk mesajları yayınlanır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Nursultan Nazarbayev

SSCB'nin Mihail Gorbaçov ve Boris Yeltsin'den sonra en etkin kişiliğe sahip bir devlet adamı olan Nursultan Nazarbayev, Kazakistan'da Alma-Ata'nın hakim bulunduğu Kazkalenski yöresindeki Çemolgan köyünde dünyaya geldi. Lise öğrenimini bitirdikten sonra bir maden ocağına girip maden işçisi olarak çalışmaya başladı.

Daha sonra Ukrayna'ya giderek Metalurji öğrenimi gördü. 1960 yılında Karaganainski bölgesindeki Temirtav kentinde Kazmetallurgstroy Tröstü'nün inşaat işçiliğinde çalıştı. Bundan sonra ise Karaganda Demir-Çelik Fabrikası'nda çalışmasına devam etti. Buradaki yüksek fırında sırasıyla dökümcü, gaz tesisinde usta ve baş usta olarak çalıştı.

Nursultan Nazarbayev 1969 yılından itibaren parti çalışmasına yöneldi. Temirtav'daki Komsomol Kent Komitesi'nin I. Sekreteri oldu. 1971'de bu kentin parti üst komitesinin II. sekreterliğine seçildi. 1973'te Kombinası Parti Sekreterliği'ne getirildi. 1977'de Bölge Parti Üst Komitesi II. Sekreterliği'ne atandı.

Nursultan Nazarbayev 1979 yılında Kazakistan Komünist Partisi'nin MK Sekreteri oldu. 1984'te Kazakistan Sovyet Yönetimi Bakanlar Kurulu Başkanlığı'nda bulundu. 1989'da Kazakistan Komünist Partisi Genel Başkanlığı'na seçildi.

1990 yılının Nisan ayında Kazakistan Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanlığı'na seçilen Nursultan Nazarbayev, ekonomi sahasında master yapmıştır.

Evlidir ve üç kızı vardır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Nâimâ

Nâimâ, ilk resmî vak'anüvis ve Osmanlı tarihçileri arasında en ünlü kişidir. 1652 yılında Halep'te doğdu, Babası. Halep eşrafındandı. İlk öğrenimini orada tamamlayan Nâimâ, genç yaşta İstanbul'a geldi. Yüksek öğrenim gördü ve Dîvan Kalemi'nde memur olarak hayata atıldı. Sonra hayatı birçok memurluklarda geçti. Dîvan Mektupçuluğu, Başmuhasebecilik vesaire yaptı. Nâimâ memurluk hayatında bazen yükselip bolluğa kavuştu, bazen atılıp sıkıntı çekti. Bir aralık Alanya ve Bursa'ya da sürüldü. Çorlu'lu Ali Paşa onu Mora seferine beraber götürdü. Nâimâ, 1715 yılında Patras'da muhasebeci iken 63 yaşında öldü ve bu kasabada bulunan bir caminin bahçesine gömüldü.

Osmanlı Tarihi'nde resmî olarak ilk vak'anüvis olan Mustafa Naimâ Efendi, ilk öğrenimini doğduğu şehir olan Halep'te tamamladıktan sonra, genç yaşta İstanbul'a geldi. Küçüklüğünden beri okuyup yazmaya, özellikle tarihe ve edebiyata büyük merakı vardı. İstanbul'da Enderun'a devam etti. Sonra, Dîvan katipliğinde görev aldı.

Pırıl pırıl zekâsı, titiz çalışmasıyla kendini kısa zamanda gösteren Nâimâ, Kalaylı Koz Ahmet Paşa'nın Dîvan Efendiliği'ne yükseldi. Daha sonra, ilim ve sanat adamlarını korumakla tanınmış Amcazade Hüseyin Paşa'nın hizmetine girdi. İşte, Nâimâ'yı Nâimâ yapan o ciddi çalışmalar, Hüseyin Paşa'nın yanındayken başladı. Amcazade Hüseyin Paşa, Nâimâ'nın mükemmel tarih bilgisini öğrenince, ona önemli bir görev verdi. Paşanın kütüphanesinde, Şârihu'l-Menârzade Ahmet Efendi'nin yazdığı, fakat henüz düzene konulmamış, müsvedde halinde bir tarih kitabı vardı. Bu kitap, 1591 ila 1659 yılları arasındaki olayları naklediyordu.
Hüseyin Paşa, bu kitabın derlenip toplanması ve yeniden kaleme alınması işini Nâimâ'ya verdi. Nâimâ, çalışmalarını çok sıkı tuttu. Çeşitli kaynaklara dayandı, Uzun araştırmalar yaptı ve kitabın daha ilk bölümlerini henüz tamamlarken Hüseyin Paşa'nın büyük takdirini kazandı.

Bu eser tamamlandığı zaman, artık eski müsveddelerle ilgisi kalmamış, baştan başa Nâimâ'nın araştırması ve usta kaleminin bir ifadesi olmuştu, Bu yüzden büyük eser NaimâTarihi olarak bilinir. Nâimâ Tarihi'ne konu olan yıllar, Osmanlı İmparatorluğu'nun en düşkün zamanlarına rastlar. Nâimâ, canlı ve zarif uslubuyla o yılları önümüze sererken, sadece tarihçiliğindeki ustalığı değil, yazarlığındaki kudreti de ortaya koymuştur.

Osmanlı tarihçileri, genellikle saray dahilinde cereyan eden olaylara pek nüfuz imkânını bulamadıkları ve kulaktan kulağa bir şeyler duysalar bile, hayatlarından korktukları için, olayları aktarmada yüzeysel kalmışlardır. Oysa, Nâimâ cesaretle davranmış, hatta III. Ahmet'in, tahta geçer geçmez 19 erkek kardeşini nasıl idam ettirdiğini bile açık açık anlatmıştır:


"Padişah-ı Cihanpenah'ın biraderi olan on dokuz nefer şehzade-i bî-günah, nizam-ı alem için, kemend-i cânistan ile şüheda zirvesine ilhak edilirlerken, yetişkin olmayanların, annelerinin kucağından alınıp canlarına kıyılmasını harem-i hümayun vaveyla ve göz yaşlarına gark olarak seyreylemiştir..."

İstanbul halkı da bu facianın üzüntü ve ızdırabını çekmiştir. Şehzadelerin en büyüğü Mustafa'nın son anında şu beyti söylemiş olduğunu da, Nâimâ, eserinde rahatça nakleder:

Nâsiyemde kâtib-i kudret ne yazdı bilmedüm
Âh, kim bu gülşen-i alemde herkiz gülmedüm.

Naimâ Tarihi'nin bir başka bölümünde, Sultan III. Mehmet'in korkaklığı anlatılmıştır. Nâimâ 'dan öğrendiğimiz olay şudur: Padişah III. Mehmet zorla sefere çıkarılmış ve Osmanlı Ordusu, Hasova mevkiinde durmuştu. Tarihe, Hasova Zaferi olarak geçecek olan savaştan önce, padişahın, Sadrazam Damat İbrahim Paşa'ya gönderdiği ¤¤¤kire pek yüz kızartıcı oldu:


"Sen ki lalamsın, burda muharebe içün seni serdar idüp, ben buradan İstanbul'a revân olsam olmaz mı?.."

Nâimâ, tarih yazışına yepyeni bir stil getirmiştir. Onun renkli ve çekici bir üslûbu vardı. Olayları, bunları doğuran sosyal çevre ile beraber görüp anlattı. Halkın ve memleketin bu devirdeki hayatı Nâimâ'nın eserinde canlandı. Padişah ve vezirlerin eksik yönlerini, hatalarını güçlü bir ifade tarzıyla yazdı ve eleştirdi.

Nâimâ, tarih olaylarının ve bunları meydana getiren şahısların iç dünyalarına da sızarak yepyeni bir tarih edebiyatı ve sanatı ortaya koydu. Bu eser tarih edebiyatımızın en değerli eserlerinden biridir.

Nâimâ'nın bu düzenli eserini ilk kez İbrahim Müteferrika iki cilt olarak bastı. Daha sonra eser altı cilt olarak yeniden yayınlandı. Nâimâ Tarihi, Osmanlı tarihleri içinde önde gelen tarih kitaplarından biridir.

Nâimâ, devlet görevinde, Anadolu Muhasebeciliği'ne kadar yükseldi, fakat haksızlığa karşı göz yummadığı ve devrin ileri gelenleri hakkında tenkit edici sözler söylediği için 1706 yılında Hanya'ya sürüldü.

Eşinin talebi üzerine, sürgün yeri Bursa olarak değiştirildi. Sürgünde, çok sıkıntılı günler geçirdi. Koca bir yıl çekmediği çile kalmayan Nâimâ, nihayet Çorlulu Ali Paşa'nın izniyle İstanbul'a geldi. Tekrar devlet hizmetine alındı. Hatta Çorlulu Ali Paşa, onun gönlünü almak için Mora seferine beraberinde götürdü.

Ancak bu sefer sırasında da tok sözlülüğünün cezasını çeken Nâimâ'ya, bir kısım görevlerinden el çektirildi. Haksız ve yersiz muamelelere maruz kaldı. Mora'nın Patras kasabasında muhasebeci olarak görevlendirildi. Nâimâ 63 yaşında iken, Patras'ta öldü. Patras'ta bulunan tek caminin avlusuna gömüldü. Bir süre sonra ne o cami kaldı, ne de Nâimâ'nın mezarı...
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Necip Asım

Türk tarihi ve milliyet ideali için çalışmış fikir adamlarımızdandır. 1861 yılında Kilis’te doğdu. Bal Hasan Oğulları denen bir Sipahi ailesindendir. Soyadı kanunu çıkınca kendine Yazıksız soyadını seçmişti.

1880’de Harbiye’den Piyade Mülazimi (Teğmen) çıkmış, Askerî Rüştiyelerde ve sonra Harbiye’de Türkçe, Fransızca ve tarih gibi dersler okutmuş ve askerlik hayatını öğretmenliklerde geçirerek Miralaylıktan (Albay) emekli olmuştu.

1908 inkılabından sonra İstanbul Darü’l-fünunu Türk Tarihi ve Türk Dili Tarihi Müderrisi oldu. Üçüncü seçim döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisine Erzurum milletvekili seçildi.

12 Aralık 1935’te Kadıköy’deki evinde öldü. Erenköy’de Sahrayıcedit mezarlığına gömüldü.

Henüz Askerî Rüştiyesinde hoca iken bir çok gramer, okuma, coğrafya ve tarih kitapları yayınlamıştır. Bu küçük okul kitaplarından başka Medrese-i Edep, Medeniyete Hizmet, Sitler, gibi çeşitli eser ve tercümeleri, Fransızca, hatta fizik ve resim derslerine ait risaleleri basılmıştır. Türk idealine ve tarihine ait makalelerini ise İkdam gazetesi vasıtasıyla neşrediyordu.

Eserleri, çoğu küçük risalelerden ibaret olmak üzere, 40 civarındadır. Yazdığı makalelerin de 1000’e ulaşmıştır. II. Abdülhamit devrinde koyu Osmanlılık davası içinde Türk tarihi ve Türk idealiyle uğraşan nadir zümredendir. Gök Bayrak’ı da ilk defa o tercüme etmişti.

Necip Asım, Türk dili hakkındaki eserlerinden dolayı 1892 Şikago Sergisinden bir madalya ve bir şahadetname almış, Paris’teki Societe Asiatique, 1895’te onu azalığa seçmişti. 1908 inkılabından sonra Türk Yurdu, Bilgi, Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Türk Tarih Cemiyeti Mecmuası gibi birçok mecmualarda makaleler yazdı. Aynı zamanda İstanbul Darülfünununda Türk Tarihi ve Türk Dili Tarihi dersleri verdi.

Necip Asım, rahmetli Arif Bey’le birlikte büyük bir Türk Tarihi hazırlamaya başlamış, bu eserin Osmanlılardan önceki Türklere ait olan I. cildi Tarih Encümeni tarafından neşredilmişti. Milattan sonraki ilk yıllarda, Orta Asya Türklerinin kullandıkları Orhun diline ait küçük bir broşürü ve Yeniçay kıyılarında VIII. yüzyılda dikilmiş olan Orhun Kitabeleri hakkındaki incelemelerini kapsayan eseri, dil ve edebiyatımız için faydalıdır.

Bunlardan başka XII. yüzyılda Yuknak şehrinde yetişmiş olan Mahmut oğlu Ahmet isimli Türk şairinin Hakaniye lehçesiyle yazdığı Aybetül-Hakayık isimli manzum eserin Uygur harfleriyle yazılmış olan nüshasını Ayasofya Kütüphanesi’nde keşfetmiş, okumaya muvaffak olmuş, gerek bu eserin fotoğrafını, gerek lehçemize tercümesini iki kısımlık bir kitap halinde neşrederek edebiyat tarihimize büyük bir hizmette bulunmuştu.

Necip Asım, Fransızca, Arapça, Uygurca ve Çağatayca öğrenmişti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Nene Hatun

Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını. 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1255 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti.

Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi. 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler.

Bu kahpe baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı. Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.

Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti. Kocası cephede idi. Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle:
- Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı.
Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü:
- Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle.

Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı.
Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmştı. Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru.

Aziziye'ye yerleşmiş olan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince bir hayli Erzurumlu kırıldı. Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yüklenen kalabalık bir anda içeri doluvermişti. Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü iman karşısında.
Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu şahlanış karşısında. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlı'yı da kısaltıp sadece "Osman"a çevirmişlerdi. Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu.

Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki. Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Ne "Osman" dinleyen oldu, ne de "Teslim"e kulak asan... Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı...

2.000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı. Düşmanın geri kalan kısmı selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu. Onları takip etmek için Erzurumlu'nun atı yoktu. Fakat kaçan atlıyı kovalayan yayalar yine de onu yakalayıp haklamayı biliyordu.
Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından...

Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı. Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti.

Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkomutanına "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı...
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Oğuz Han

Doğum tarihi tespit edilememiştir. İlk Hun hükümdarı Teoman’ın oğludur. Teoman’ın başka bir karısından ve Oğuz Han’dan yaşça küçük bir oğlunun annesi, kendi oğlunu tahta geçirmek için çareler aradı ve sonunda Teoman’ı kandırarak Oğuz Han’ı güney-batı komşuları olan Kuşanlara rehin yollattı. O dönemdeki hukuk anlayışına göre, rehin, barış teminatı demekti.

Oğuz Han’ın üvey annesi, oğlunun tahta geçmesini garantilemek için, Teoman’ı bir kere daha kandırarak Kuşanlara savaş açtırdı. Anlaşma bozulduğundan, Oğuz Han’ın Kuşanlar tarafından öldürülmesi gerekiyordu. Fakat Oğuz Han, süratle ülkesine kaçtı. Babası buna sevindi ve ödül olarak ona 10 bin askerlik bir vilayet verdi. Oğuz Han, yakaladığı bu imkanı iyi kullandı. Kahramanlık ve teşkilatçılık gibi özelliklerini kullanarak, kin duyduğu babasına karşı askeri hazırlığa başladı.

Elindeki orduyu bir savaş makinesi haline getiren Oğuz Han, alışılagelmiş bir silah olan oku da geliştirerek menzilini uzattı. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra, babasının üzerine yürüdü ve onu yenerek M.Ö. 209 yılında Hun tahtına çıktı.

Hun Devleti’nin başına geçen Oğuz Han’ın ilk işi, doğudaki Tunguzları ortadan kaldırarak, Hazar Denizi’ne kadar olan bölgedeki bütün Türk boylarını da hakimiyeti altında toplamak oldu.

Türk boylarını birleştirerek ilk defa Türk birliğini kuran Oğuz Han’ın devletinde, boylar iç işlerinde serbestti. Bu gelenek Osmanlılara kadar geldi. Boylar, merkezî devlete sadece vergi ya da haraç vermek ve asker hazırlamakla yükümlüydü.

Oğuz Han, M.Ö. 209-174 yılları arasında geçen otuz beş yıllık kağanlığı sırasında, devamlı savaş halinde oldu. Ülkesinin sınırları Hazar Denizi’nden Hint Okyanusu’na, Himalayalardan Sibirya’ya kadar genişledi. Hun saldırılarına karşı inşa edilen Çin Seddi bile Oğuz Han ordularını durdurmaya yetmedi.

Nitekim Oğuz Han, bir seferde 320 bin kişilik bir orduyla Çin’in içlerine kadar girerek Çin Hükümdarı Kao-Ti’yi, ülkesinin kuzey bölgelerini Hunlara terk ederek, Hun devletine vergi ödemeye mecbur bıraktı. Çinliler, 58 yıl müddetle bu vergiyi ödedi.

Oğuz Han M.Ö. 174 yılında ölmüştür.

Oğuz Han’ın Türkçe’deki başka bir adının Alp Er Tunga olduğu, aynı ismin Çin kaynaklarında Mete olarak geçtiği rivayet olunur.

Oğuz Han, Oğuz Destanı’nda şöyle tasvir edilir:

“Samur omuzlu, kurt belli bir yiğitti. Gözlerinin içi nur, avuçlarının içi kandı. Kırk gün anasının sütünü emdi, bir daha emmedi. İki üç yaşında iken ata binmeye başladı. Yetişip aklı erer yaşa gelince Oğuz’a haber verdiler ki yakın ormanda bir canavar türemiş, bir iki şehrin sürülerine ve insanlarına aman vermiyor. Ormana gitti, bir geyik buldu ve ortalıkta bir ağaca bağladı gitti. Ertesi gün gelince geyiği yenmiş buldu. Bu sefer bir ayı buldu, yine o ağaca bağladı ve gitti. Daha sonra geldiğinde onun da kemiklerine rastladı. Bu defa kendisi o ağaca dayanıp gecelemeye başladı. Hazır ava alışan canavar geldiğinde, başıyla Oğuz’un kalkanına dokundu, dövüştüler; o, canavarı yendi, başını getirdi; komşu şehirler halkı düğün bayram ettiler. Büyükler bir araya gelip kendilerini bayrağı altında birleştirecek olanın bu Oğuz olduğunu anladılar. Hepsi onun çevresine toplandılar.”
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Osman Gazi

Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’dir. Kurduğu Devletin adına da Osman’a izafetle Osmanlı denildi. Osmanlı Devletinin kuruluşu bir mucizeler silsilesidir. Söğüt dolaylarında kurulan bu devlet birdenbire gelişerek muazzam bir imparatorluk haline geldi. Osmanlı tahtına geçen on padişah enerjik ve devlet idareciliğinde mahir, aynı zamanda birer büyük kumandan idiler. Hiçbir milletin tarihinde üç asır süren bir müddet içinde birbiri adınca cihangir padişahlar gelmemiştir.

Osman Gazi’den sonra, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid, Mehmet Çelebi, İkinci Murat, Fatih Mehmet, Bayezid’ı Veli, Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman geldiler. Cihan tarihinde Romalılarla Osmanlılar kadar, devamlı ve uzun ömürlü hiçbir devlet kurulmamıştır. Osman Gazi’nin kurduğu bu devlet tam 624 yıl devam etti. Bu nedenledir ki, Osman Gazi dikkate değer kudretli bir devlet kurucusudur. Osmanlı tarihi muhteşem olaylarla doludur. Osmanlı medeniyetinin eserleri ise, hala bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadır.

Osman Gazi,1258 tarihinde Söğüt’te doğmuştur. Annesi Hayme Ana’dır. Babası Ertuğrul Gazi, dedesi de Süleyman Şah’tır. Asıl adı Otman’dır. “Ot” kelimesi eski Türkçe’de “ateş”, “man” da “adam” demektir. Osman Gazi, Oğuzların Bozok koluna mensup Kayi boyundandır.

Oğuzlar Müslümanlığı kabul edince Türkmen adını almışlardır. Kayilerin hepsi Türkmen kıyafetinde idiler. Bunlar beyaz tenli, kumral saçlı ela gözlü insanlardır. Vücutça kuvvetli, ahlak itibariyle de çok yüksektirler. Kayiler ırkı vasıflarını, ruhi asaletlerini muhafaza etmek için ne Moğollarla, ne Acem, ne Araplarla ve de Hıristiyan kavimlerle karışmışlardır. Anadolu’yu dolduran Türkler, Türklüğün bütün seciye ve meziyetlerini muhafaza etmişlerdir. Ruhlarında yaşayan cihan hakimiyeti fikri, hiçbir devirde sönmemiştir. Bu sebepledir ki, daima akıncı olarak kıtalar fethetmişler, birçok milletleri hakimiyetleri altına almışlardır.

Osman Gazi, Söğüt’te büyüdü. Babası ile beraber savaşlarda bulundu. Cesur ve yiğit bir delikanlı idi. Uzuna yakın orta boylu, geniş omuzlu, uzun kollu, yuvarlak yüzlü, siyah çatık kaşlı, elâ gözlü, koç burunlu ve değirmi sakallı idi. Osman Gazi iyi bir asker olmakla beraber edebiyata da meraklı idi. Hayrullah Tarihi’nde, kendisine ait şu şiiri bulmaktayız:

Kurt olup, gel gir sürüye
Aslan ol, bakma geriye
Çar edüp, haydi çeriye
Dil geçidini hisar yap
Osman Ertuğrul oğlusun,
Oğuzhan Karahan neslisin,
Hakkın bir kenter kulusun
İstanbul’u aç gülzar yap!
Osman Gazi’nin, gençliğinde geçirdiği bir aşk macerası zamanımıza kadar intikal etmiştir. Kendisi, babasının sağlığında, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde oturmakta olan Edebalı adlı bir şeyhin evine sık sık giderdi. Bu zat, âhi pîrlerinden idi. Şeyh Edebalı’nın Balahûn adında çok güzel bir kızı vardı. Osman Gazi bu kıza aşık oldu. Onu babasından istedi ise de Şeyh, kızını bir beyzadeye veremeyeceğini bildirdi. Osman ise Balahûn’a candan tutkun bulunuyordu.

Bir gece bir rüya gördü. Rüyasında, Şeyh Edebalı’nın yanında yatıyordu. Bu esnada Edebalı’nın koynundan bir ay doğdu. Bedir haline gelince, gökten inip Osman’ın koynuna girdi. Bunun üzerine Osman’ın göbeğinden bir ağaç çıkarak yükseldi. Büyüdükçe yeşillendi. Dallarının gölgesi ile bütün dağları örtüyordu. Ağacın yanında dört sıra halinde dağlar gördü ki, bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan Dağları idiler. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri çıkıyordu. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve servili bahçeler arasından dolaşarak akıyordu. Deniz gibi üzerlerinde gemiler yüzüyordu. Tarlalar mahsullerle dolu idi.

Dağların tepeleri de sık ormanlarla örtülü idi. Vadilerin her tarafında şehirler vardı. Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükseliyor, sayısız minarelerinden müezzinler ezan okuyor, bu sesler ağacın dalları üzerindeki bülbüllerin ve renkli papağanların ve kuşların cıvıltılarına karışıyordu. Ağacın yaprakları kılıç kını gibi uzanmaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp, ağaçların yapraklarını, İstanbul şehrine doğru çevirdi. Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde, iki firuze ile zümrüt arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlıyordu. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin teşkil ettiği yüzüğün kıymetli taşını meydana getiriyordu. Osman bu yüzüğü parmağına takarken uyandı.

Bu rüyasını gidip Şeyh Edebalı’ya anlattı. Şeyh gülerek

Osman, padişahlık sana ve senin nesline kutlu olsun. Kızım Balahun da senin helalin olsun. Hemen nikah edelim! Dedi.

İşte Osman, bu rüya sayesinde sevdiği kıza kavuştu. Fakat Osman Gazi’nin ilk eşi, bir Türkmen Bey’i olan Ömer Bey’in kızı Malhatun’dur. Malhatun, Orhan Gazi’nin annesidir.

Ertuğrul Gazi ölünce, onun yerine Osman, Bey oldu. Babası gibi Bizanslılarla savaşı devam etti. Fakat Bizans Tekfurları, Osman’ın vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu işi harple değil, hile yolu ile görmeye teşebbüs ettiler. Bilecik Tekfur’u , Yarhisar Tekfurunun kızı ile evlenecekti. Bu düğüne Osman Bey’i de davet ederek öldürmeye karar verdiler. Fakat Osman Gazi, Rumların bu gizli kararlarından haberdar oldu.

Osman Gazi yaylaya çıkarken her zaman ağırlıklarını Bilecik Tekfuruna emanet ederdi. Yine aynı şekilde ağırlıklarını Bilecik’e göndermek üzere hazırlattı. Fakat bu defa eşyaların içini silahla doldurdu. Kırk kadar askeri de kadın kıyafetine soktu. Bunları Bilecik’e göndermek üzere hazırlattı. Ertesi gün de kendisi, oğlu Orhan ile birlikte düğüne gitti. Düğün başlayıp da yenilip içildiği bir anda, kadın kıyafetindeki askerler kaleye girerek muhafızları öldürdüler. Bir kısım asker de siperlere yerleşti. Rum Tekfuru Osman Gazi’yi öldürmek için harekete geçtiği esnada, Osman Gazi korkup kaçar gibi kaleye doğru koşmaya başladı.

Tekfur ve Rumlar, Osman’ın peşine düştüler. Fakat, tam siperlerin önlerine gelince, pusuya girmiş olan askerlerin içine düştüler. Kılıçlarını çekip saldıran askerlerle Rumlar arasında kanlı bir savaş başladı. Bu harpte Orhan’ın çok yararlılığı görüldü. Tekfur da ağır bir yara alarak öldü. Gelin olan Holofira da duvağı ile beraber esir düştü. Bu güzel Rum dilberini Osman Gazi oğlu Orhan Bey’e kılıç hakkı olarak verdi. Eski tarihler bu kızın adını Nilüfer Hatun olarak yazmakta iseler de, aslında Nilüfer ismi başka bir kıza aittir. Nilüfer Hatun, bir Türkmen kızı olup, Orhan Gazi’nin birinci karasıdır. Nilüfer Hatun; Süleyman Paşa ile Murat Hüdavendigar’ın annesidir.

Bu dönemde Selçuklu sultanları, tamamen Moğol İlhanlıların oyuncağı olmuştu. Anadolu’da Selçuk hakimiyeti kalmamıştı. Anadolu birliği tamamen bozulmuş, çeşitli bölgelerde muhtelif beylikler kurulmuştu. Moğollar, Anadolu halkını soyuyorlardı. Durum bu merkezde iken, Osman Gazi’nin başarılarını gören Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Mesut, ona bir ferman gönderdi. Osman Bey, bu fermanı bütün gazilerin huzurunda okudu (1284). Tam bir tasvip gördüğü için de Bizanslılarla savaşlara devam etti, birçok yerleri zapta muvaffak oldu. Bu başarıları üzerine Selçuklu Sultanı, istiklal alameti olarak (Tuğ), (Alem), (Tabıl) ve bir de altın kılıç gönderdi. Ayrıca beyaz renkte bir de sancak yolladı (1289).

Aradan bir müddet geçtikten sonra Selçuklu sultanlarının Anadolu’da bir gölge olduğunu gören Kayi Beyleri bir toplantı yaparak Osman Gazi’ye şunları söylediler:

Sen Kayihan neslindesin, Kayihan, Oğuz Beylerindendir. Günhan’ın vasiyeti Oğuz türesince hanlık, Kayi soyuna düşer. Sen hanlığa layıksın, seni han tanıyalım!

Toplantıda, Ahilerin Pîri Ahi Evren, Bektaşilerin pîri Hacı Bektaş Veli, Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebalı da bulunuyordu. Oğuz Beyleri, Osman Gazi’yi bir ak keçeye oturtarak dokuz defa havaya kaldırdılar. Huzurunda ant içtiler. Şerefine kımız dolu kadehler kaldırılırken:

Abu hayatlar, sıhhatler, afiyetler ve padişahlık mübarek olsun! Diye bağırdılar.

O gün, Türklük için büyük bir bayramdı. Osman Gazi, 1299 tarihinde, han seçilerek bağımsızlığını ilan etti. Hacı Bektaş Veli, Osman Han’ın başına Horasani bir keçe kavuk giydirdi. Ahi Evren de kılıcını kuşattı. Bundan sonra nöbet vuruldu; yani mehter takımı havalar çaldı. Arkasından Selçuk fermanı okundu. Osman Han, bu fermanı bir ikindi vakti ayakta dinledi. Otağının önüne dokuz tuğ dikildi.

Bütün bu merasim Oğuz töresince yapılmıştı. Bu suretle Osman Gazi, Osmanlı Devletinin kurucusu oldu. Osmanlıların ilk hükümet merkezi olarak Karacahisar uygun görüldü. İlk hutbeyi Tursun Fakih okudu. Fakat namına para basılamadı.

Osman Gazi, bağımsızlığını ilan ettiği zaman hükümdarlığı altında şu yerler bulunuyordu: Karacadağ, Domaniç, Söğüt, Karacahisar, Eskişehir, Bilecik, İnegöl, Yarhisar, Çakırpınar, Taraklı Yenicesi, İnönü, Köprühisar ve Bozöyük. Padişahlığının üçüncü yılında Yenişehir ve Yunthisar’ı da aldı. Bu defa hükümet merkezi Yenişehir’e nakledildi. Memleketini beş idareye böldü. Oğlu Orhan Bey’e, Sultanönü’nü, büyük kardeşi Gündüzalp’e Eskişehir’i, Aykut Alp’e İnönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Diğer oğlu Alaeddin Paşa ile, kayınpederi Şeyh Edebalı’yı da Bilecik’te bıraktı.

Osman Gazi, bundan sonra, 1302 tarihinde Köprühisarını, 1306’da da Koyunhisarı’nı fethetti. Oğlu Orhan Gazi’yi de Bursa’nın fethine gönderdi. Bursa, 1326 tarihinde fetholundu. Bu sıralarda Osman Gazi, Nikris hastalığından rahatsız olduğundan yatıyordu. Oğlu Orhan Gazi’yi yanına çağırttı. Yatağının başında Ahi Şemseddin, Ahi Hasan, Turgut Alp, Saltuk Alp bulunmakta idiler. Bu zatların huzurunda şunları söyledi:

Oğullarıma ve dostlarıma birinci vasiyetim şudur:

Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemaline varıp, sancağı daima yüksekte tutunuz. Hanedanından ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, o, rûz-i mahşerde, Peygamberin şefaatinden mahrum kalsın!

Sonra oğlu Orhan’a döndü:

Oğlum; dünyaya gelen bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hakim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu manevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emareti sana ısmarlıyorum. Seni Allah’a emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!

Dedikten sonra, kendisinin, Bursa’da Gümüşlü Kümbet’e gömülmesini vasiyet etti. Kısa bir zaman sonra 1326’da 69 yaşında iken gözlerini hayata yumdu.

Osman Gazi, 19 yıl beylik, 27 yıl da padişahlık etmişti. Öldüğü zaman terekesinden altın, gümüş gibi kıymetli eşyalar çıkmadı. Denizli bezinden içi alemli yapılmış bir yeni sarıklık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir mensucatından kırmızı renkli sancaklar, bir de iki uçlu kılıç, bir tirkeş, tahta bir taht, bir mızrak, birkaç at, üç sürü de koyun çıktı. Türk Milletine koskoca bir devlet bırakan yıllarca gaza yapan Osman Han’ın dünya malı bunlardan ibaretti. Osman Gazi, padişah iken devlet hazinesinden maaş almaz, koyunları ile geçinirdi. Büyük bir ırkın büyük bir padişahı olarak emsalsiz bir feragat sahibi idi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Orhan Gazi

Orhan Gazi, babasından kalan küçük ülkeyi büyük bir devlet haline getiren, beylikten hükümdarlığa doğru giden güçlü bir devlet adamıdır.

Orhan Gazi 1288’de doğdu ve 36 yaşında Beyliğe geçti. Ağabeyi Alâeddin Paşa daha çok kendisini ilme, Orhan ise politikaya, devlet işlerine ve savaşa vermişti. Onlar iki kardeş el ele vererek Osmanlı Devleti’ni sağlam temellerle kurmaya çalıştılar. İki kardeş arasındaki âhenkli çalışmalar, kendilerinden sonrakilere örnek oldu.

Orhan, Bursa’yı alarak orayı başkent yaptı. O, gerçek bir devlet kurmaya, onun organizasyonunu yaparak hudutlarını genişletmeye karar vermişti. O, Osmanlı soyunun en kahraman, en temiz ve yetenekli kişilerinden biridir.

Orhan Gazi, ilk orduyu kurdu; kanun ve nizamlar koydu ve ilk parayı bastı. Bursa’dan sonra Semendire, Aydos, İzmit, Hereke, İznik, Mudurnu, Göynük, Gemlik, Karasi, Bergama, Mihaliççik ve Kirmasti’yi aldı.

Oğlu Süleyman Paşa Rumeli’ye geçti. Gelibolu, Bolayır, Hayrabolu, Tekirdağ, İpsala ve dolaylarını aldı.

Yabancı devletlerle ilk ilişki Orhan Gazi zamanında başladı. Orhan’ın güçlü devletinden çekinen Bizans İmparatoru Kantakuzinos, kızı Prenses Theodora’yı ona vererek barış içinde yaşamak istedi.

Orhan’ın attığı sağlam temellerle ilerleyen beylik, zamanla dünya çapında bir devlet oldu. Orhan Gazi, bilginleri sever ve korurdu, adaleti yaydı.

1359 yılında ölen Orhan Gazi, 33 yıl hükümdarlık yaptı. Bunun yirmi yılı sulh ve sükun içinde geçti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ömer Seyfettin

Ünlü hikâyeci Ömer Seyfettin 1884 yılında Gönen'de doğdu. Babası binbaşı Ömer Bey’di. Harp Okulu'nu btirdikten sonra jandarma subayı olarak görev aldı. 1910'da askerlikten ayrılıp Selanik'te yerleşti ve Genç Kalemler Dergisi’ni kurdu. Balkan Savaşı'nda yeniden subay oldu ve Yunanlılara esir düştü. Bir yıl sonra İstanbul'a geldi. Askerliği bıraktı. Yazarlık ve Kabataş Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğiyle hayatını kazanmaya başladı. 1920'de 36 yaşında İstanbul'da vefat etti.

Ömer Seyfettin edebiyatımızda milliyetçi akımın, Türkçülüğün kurucularındandır. Daha Selanik'teyken Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp'le birlikte, Turancılığa kadar varan bir milliyetçilik anlayışıyla yazı hayatında şöhret yapmıştı. Ama daha sonra, gerçekçi bir milliyetçi görüşü tercih ederek Ziya Gökalp'in izinden ayrıldı.

Ömer Seyfettin'in o zaman koyduğu ilkeler, Ziya Gökalp'in de Türkçülüğün Esasları adlı kitabının Dilde Türkçülük bölümünde prensiplerini ortaya koyduğu fikirlerdi: O zaman dilimizde bol bol kullanılan Arap dili ve Fars dili kurallarını kaldırmak, o dillerin gramerlerine uymamak, Arap ve Fars dilbilgisi kurallarına göre yapılan tamlamaları çözmek. Dilde Türkleşmenin bir başka yanı da halka malolduktan, Türk fonetiğine uyduktan sonra kelimenin kökenini aramamaktı.

Ömer Seyfettin, kendi yazılarının hepsinde bu ilkeleri baştan sonuna kadar uygulamıştır. Böylece, İstanbul ağzını temel alan, günlük konuşma ve gazete diline benzer sadelikte bir hikâye uslubu sağlamıştır.

Ömer Seyfettin'in hikâyeleri gerçeklere uygun bir hayatı ve kişileri canlandırır. “Benim deham komiktir” diyen yazar, hikâyelerinde çoğu zaman mizaha yer vermiştir. Aslında, İstanbul'a geldikten ve gazeteciliğe başladıktan çok sonra, büyük bir kolaylıkla hikâye yazmaya başlayan Ömer Seyfettin, 1917-1920 arasında on kitap dolduran 125 hikâye vermiştir. Efruz Bey’le Yalnız Efe adlı roman denemelerine Harem de ilave edilebilir. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanmış İlyada gibi özet yardımcı kitapları da vardır.

Yazar, konularını günlük hayattan alır ama, zaman zaman kendi tarihimizin kahramanlık sayfalarına da döner: Başını Vermeyen Şehit, Bomba, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyeleri tarihimizin acı, tatlı, yiğitçe, ya da düşündürücü safhalarını anlatır. Ama Gizli Mabet, Yüksek Ökçeler gibi pek çok hikâyesinde, şehirli hayatının çeşitli görüntüleri alaycı bir dille tespit edilmiştir. Ömer Seyfettin'in hikâyeIerini toplayan ilk seride şu eserleri çıkmıştır: İlk Düşen Ak, Yüksek Ökçeler, Bomba, Gizli Mabet, Efruz Bey, Beyaz Lale, Mahçupluk İmtihanı, Dalga.

Yaşadığı devir gözönüne alınınca Ömer Seyfettin'in önemi bir kat daha anlaşılır. Çünkü o dönemde memleket korkunç bir düşman baskısı altındaydı. Kimse geleceğin ne olacağını bilmiyordu. Böyle kâbuslu günIerde bir yazarın, gayet sade, gayet coşkun bir dille kendi milletinin kahramanca geçmişinden hikâyeler anlatması ilgiyle karşılanacak bir olaydı.

Kendisi son derece mütevazi, alçak gönüllü, ama bilgili bir insan olan Ömer Seyfettin, çevresi tarafından çok sevilirdi. Zamanla biraz kuşkulu bir karakter özelliği kazanmıştı. Onun bu huyunu bilen bir arkadaşı, her sabah yazı yazdığı gazeteye geliş saatini kollayarak üç başka arkadaşı yoluna diker ve Köprü'de, Eminönü'de, Sirkeci'de, birbirlerinden habersizmiş gibi görünen bu arkadaşlar, Ömer Seyfettin'le karşılaşınca hemen: “Geçmiş olsun, pek fena görünüyorsun, rengin de çok bozuk, hasta mısın?” diye ciddi ciddi endişelerini bildirirler. Üçüncüsünde Ömer Seyfettin, gerçekten hasta olduguna inanarak evine gidip yatmak üzere geri döner ve gazeteye gitmekten vazgeçer.

Hikâyecinin, başkalarını konu alırken kendisinin de birtakım anekdotlara konu olacağı muhakkaktır. Ömer Seyfettin, başından geçen bazı olayları, çeşitli hikâyelerinde ele almıştır. Gizli Mabet bunlardan biridir ve yazarın evini ziyaret eden bir Fransız arkadaşının, sandık odasını gizli bir ibadet yeri zannedişini hoş bir dille anlatır.

Ömer Seyfettin'in diline pelesenk ettiğı bir söz de “Cancağzım”dır. Her tanıdığına böyle hitap etmesi, daha ziyade yazarın herkese açık bir insan oluşundan, alçak gönüllülüğünden ileri gelir.

Değerli ediplerimizden Ali Canip Yöntem, onun en yakın arkadaşıydı. Ömer Seyfettin'in Hayatı ve Eseri adıyle, ünlü hikâyecimizin hayatını, mizacını ve sanatını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini ihtiva eden bir kitap hazırladı. Bu kitap 1935'te yayınlandı. Kısa bir süre sonra da Ömer Seyfettin'in bütün hikâyeleri, bir kitap serisi halinde bastırıldı. Bu hikayeler, her zaman aynı zevk ve heyecan1a okunmaktadır.

1920'de 36 yaşında hastalanarak yatağa düşen ve kurtarılamayan ünlü sanatçı Kuşdili'nde Mahmutbaba kabristanında yatmaktadır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Oruç Reis

Türk denizcilerinin en büyüklerinden biri olan Oruç Reis, meşhur Barbaros Hayrettin Paşanın, yani Hızır Reis’in büyük kardeşidir. Eceova’lı Yakup adında bir sipahinin oğludur. Babası Yakup, Midilli’de yerleşmiş olduğundan dört oğlu İshak, İlyas, Oruç ve Hızır yani Barbaros, Midilli’de doğmuşlardı. Ailece gemicilikle ve deniz ticaretiyle uğraşmışlardır.

Rodos şövalyeleri bir gün İlyas ile Hızır’ın gemilerini yakalamışlar, İlyas’ı öldürüp Hızır’ı yani Barbaros’u esir almışlardı. Bunun üzerine İshak ile Oruç da korsanlığa başladılar.

Hızır’ın kaçıp Rodos şövalyelerinden kurtulmasından sonra, bir süre Akdeniz sularında üç kardeş birlikte korsanlık yapmışlardı. Ancak Osmanlı gemilerinin, yabancı korsanlar gibi Türk korsanlarını da takibe başlaması üzerine, korsan kardeşler gemileriyle Tunus’a geçerek Tunus Emiri tarafından kabul edilmişler ve Halkulvadi denen bölgeyi Cezayir ve Tunus sularındaki korsanlık hareketleri için üs yapmışlardı. Kısa bir zamanda güç ve şöhret kazanarak İspanyolların ve Cenevizlilerin önce gemilerini ve daha sonraları ise donanmalarını vurmaya başlamışlardı.

Cezayir taraflarını ellerine geçirerek İspanyol donanmasını birkaç defa büyük yenilgilere uğratmışlardı. İspanyollarla birleşen bazı Arap emirlerini de yendikten sonra Cezayir’de bir hükümet teşkil etmişlerdi.

Meşhur İmparator Şarlken bu mağlubiyetlerin acısını çıkarmak için 1518’de Marki de Fomars adlı komutanı büyük kuvvetlerle onların üzerine göndermişti. Oruç Reis ve kardeşi İshak Reis, kendilerinden çok fazla olan düşman kuvvetlerine karşı kahramanca bir savaştan sonra 1518 yılında vurularak öldüler.

Bunun üzerine kardeşlerinin öcünü almaya ahdeden Hızır Reis, yani Barbaros, Cezayir hakimliğine geçmiş ve bu ahdini yerine getirmiştir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Pir Sultan Abdal

Doğum ve ölüm tarihi kesin olarak bilinmeyen dervişlerimizdendir. Sivas dolaylarında yaşamıştır. Şiî ve Kızılbaştır. Kızı ağzından yazılan bir destanda, Kızılbaşları ayaklandırmaya kalkışmış olduğundan, yakalanıp hapse atılmış ve idam edildiği söylenmiştir. Bir şiirinde, belinin büküldüğünü, dişlerinin döküldüğünü de söyler ki, bu da çok yaşadığını göstermektedir.

Soyu Yemen'den gelme olan Pir Sultan'ın asıl adı Haydar'dır. Alevîler, yani Hazret-i Ali'yi Hazret-i Muhammed'e tercih edenler, genellikle soylarını ona bağlarlar. Pir Sultan’ın Bektaşîlik'teki mertebeleri aştığı, unvanlarından bellidir: Tarikatın en yaşlılarından olduğu için “Post”a oturmuş, “Pir” unvanını ve “Dede Sultan” lâkaplarını hak etmiştir.

Abdal’lığa gelince, Bektaşîlikte “Bedil” olan, yani mâna âleminden yeryüzüne kıyafet değiştirerek tebdil gezdiklerine inanılan kırk uluya “Abdal” derlerdi ki üç yüz veli, yani ermiş arasından seçilirlerdi. Bunların kimler olduklarını da yalnız kendileri bilirlerdi. Kırk Abdal'ın yedisine “Erkân” (direkler), üçüne ise “Evtad”, yani bağlayıcılar denirdi. Bir tanesi de “kutup” rütbesini alırdı.

Pir Sultan, işte o kırklara karışmıştır. Ancak her ne kadar Bektaşîlik bir tarikatsa da Kızılbaşlık öyle değildir. Eylem ve politika yoluyla dünyaya gerekli düzeni vermek Kızılbaşlığın şanındandır. Bu sebeple Pir Sultan da eyleme kalkışmış ve Hızır Paşa tarafından Sivas'ta yakalanarak asılmıştır.

Yürü bre Hızır Paşa

Senin de çarkın kırılır

Güvendiğin padişahın

Ola ki bir gün devrilir

dörtlüğüyle başlayan şiirlerde, Pir Sultan Abdal'ın Hızır Paşa ile olan davası anlatılmıştır.

Evliyanın çoğunda olduğu gibi, Pir Sultan'da da destan unsurları, hayatını gerçeklerden masal havasına götürmüştür. Soyunun Hz. Ali'ye ve Hz. Muhammed'e dayandırılması, Hızır Paşa'nın kendisine gelerek himmet istemesi, Pir Sultan'ın, “Hızır, gün gele vezir olasın, ama yine beni arayasın” diye paşanın geleceğini haber vermesi hep bu destan unsurlarındandır.

Rivayete göre, Pir Sultan Abdal'ın asılışı da Hızır Paşa'nın kendisine “Üç şiir söyle ki içinde Şah'ın adı geçmesin” dediği halde üçünde de baştan başa İran şahına övgü olan şiirler söylemesindendir.

Pir Sultan Abdal, yalnız dervişçe şiirler değil, aşk şiirleri de yazmıştır. Şu örnekte olduğu gibi:

Ben de şu dünyaya geldim geleli

Emanetten bir don giymişe döndüm

Sahibi çıktı da elimden aldı

Koru yerde koyun yaymışa döndüm



O yâr geldi geçti geri bakmadı

Hendekler kazdırdım sular akmadı

Çok yuva bekledim cücük çıkmadı

Boş yuva beklemiş yoz kuşa döndüm



Pir Sultan Abdal'ım bu dünya fâni

Baştan başa kim sürdü bu devranı

Yarin bir çift sözü üşüttü beni

Yüce dağ başında buymuşa döndüm

Şair tabiata da son derece bağlı görünmektedir. Onun:

Öt benim sarı tamburam

Senin aslın ağaçtandır

diye başlayan taşlaması gibi pek çok şiiri bugün hâlâ dillerde dolaşmaktadır.

Pir sultan Abdal'la ilgili bilgilerin çoğunu kızı Sanem Hatun'un ağıtından öğreniriz. Dilden dile, günümüze kadar gelen bu ağıt, onun darağacında can verdiğini, yanık, içli bir ifadeyle anlatır:

Uzundu, usuldü dedemin boyu

Yıldız'dır yaylası Banaz'dır köyü

Yaz bahar ayında bulanır suyu

Sular çağlar çağlar Pir Sultan deyu



Pir Sultan kızıydım ben de Banaz'da

Kanlı yaş akıttım baharda güzde

Dedemi astılar kanlı Sivas'ta

Darağacı ağlar ağlar Pir Sultan deyu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Pîrî Reis'in Hayatı

Muhiddin Pîrî kesin tarihi bilinmekle beraber 1465-1470 yılları arasında , Türk denizciliğinin önemli merkezlerinden biri olan Gelibolu'da dünyaya gelmişti. Babası Hacı Mehmet ,amcası ,o dönemin ünlü kaptanlarından Kemal Reis idi. 11 yaşına geldiğinde önce korsan olarak işe başladı, sonradan devlet hizmetine giren amcası Kemal Reis ile birlikte denize açılmış ve1487-1493 yılları arasında çeşitli deniz savaşlarına karışmıştı.

Türk denizcilik tarihinden ,kendisinden bağımsız olarak söz edilmesi1499-1502 yılları arasındaki harplerde gösterdiği aşarılardan dolayıdır. İşte bu sıralarda, Portekizlilerle yapmış olduğu savaşların birinde Columbus'un haritasını ele geçirmiş olabilir.

1511 yılında ,amcasının ölümü üzerinde denizlerden ayrılmış, Gelibolu'ya dönmüş; harita çizimiyle uğraşmaya başlamış, daha sonra büyük Türk denizcisi Barboros'un (1476-1546) hizmetine girmişti.

Mısır'ın zaptı sırasında (1516-1517) komutasındaki gemilerle en önemli deniz üssü olan İskenderiye'nin ele geçirilişinde büyük başarı göstermiş, bu başarı onun Sultan Selim'le (1517-1520) tanışmasına ve 1513 yılında , Gelibolu'da tamamladığı dünya haritasını sunmasına vesile olmuştur.

Mısır seferinden sonra, Pîrî Gelibolu 'ya dönmüş ve Kitab-i Bahriye üzerinde çalışmaya başlamıştı.

Bu sırada Mısır da bir kargaşalık çıkmıştı. Bu kargaşayı bastırmak için, Pargalı İbrahim Paşa'yı Mısır'a götürecek donanmaya Pîrî'nin rehberlik etmesi ön görülmüştü. Sefer sırasında fırtına patlak vermiş ve gemiler, bir süre, Rodos'a sığınmak zorunda kalmışlardı. Bu olay Pîrî'nin Paşayla tanışmasına fırsat vermişti. Pîrî'nin sefer sırasında sık sık bir takım notlara, yani hazırlamakta lduğu Bahriye'ye baş vurması Pargalı'nın gözünden kaçmamış ve bu notların kitap haline getirilmesini istemiştir.

Nitekim Pîrî kitabı tamamlamış ve İbrahim Paşanın aracılığı ile Sultan Süleyman' a sunmuştur. Kitab-i Bahriye Hükümdarın beğenisini kazanmıştır . Bunu bugün elimizde sadece ilk parçası bulunan ve Kuzey Amerika haritası diye adlandırılan İkinci Dünya haritası izlemiştir.O sıralarda Portekizliler Adeni ele geçirmişlerdi. Osmanlı Devleti Pîrî Reis'e Hint Kaptanlığı görevini vererek Adeni geri almasını istedi. Pîrî 1548'de Adeni geri almış ve onu Umman Denizi kıyılarındaki fetihleri izlemişti.

Bu başarıları düşmanlarını kızdırmıştı. Özellikle Basra Beyler Beyi Paşa Pîrî 'nin donanmayı Basra'da terk ettiği haberini İstanbul'a ulaştırdı.Mısır Valisi Dukayin-zâde Mehmed Paşa da bu görüşlere katılınca, yaşı ¤¤¤¤enin üzerinde olan Pîrî Reis 1555 yılında Kahire'de idam edilmişti.

Pîrî Reis'in Birinci Dünya Haritası

1929 yılında Topkapı Saray'ında bulunan , 90/60 cm ile büyüklüğündeki bir parşömel üzerine çizilmiş, Güney Batı Avrupa, Kuzey Batı Afrika, Güney Doğu ve Orta Amerika kıyılarını gösteren bu harita üzerindeki bu nottan öğrendiğimize göre, Pîrî Reis'in 1513 yılında Gelibolu'da çizip, 1517'de de Mısırlı Sultan Selim'e (1512-1520) sunduğu, büyük çapta hazırlanmış bir Dünya haritasının bir parçasıydı.

Harita da dağlar kabartma, nehirler kalın çizgilerle, taşlık yerler siyah, kumluk, sığ yerler kımızı noktalarla, denizde görülmeyen taşlık yerler haç işareti belirlemiş, özellik gösteren bitki, hayvan resimleri ile süslenmiş, bölgelere ilişkin notlar eklenmişti.

Bu , enlem ve boylam çizgileri olmayan, kıyıları ve adaları kapsayan bölgelere tanıtılmasını amaçlayan portülandır. Enlem ve boylam çizgileri yerine , biri Kuzeyde diğeri Güneyde iki pusula gülü bulunmaktadır. Her pusula gülünü 32 parçaya bölen doğrular harita boyunca uzanır , vemin bölümlerini gösteren iki cetvel de eklenmiştir. Rüzgâr güllerinden çıkan doğrular ve ölçekler limanlar arasındaki uzaklığı ölçmeye yarar.

Genellikle, bu portülanların matematik temelden yoksun olduğu sanılıyordu. Oysa yapılan araştırmalar, Pîrî Reis'in haritasında Atlantik Okyanusu üzerine yerleştirilmiş beş projeksiyon merkezinin olduğunu göstermiştir. Bu haritada kolaylıkla enlem ve boylam çizgileri çizilebilir. Zaten kendisi de Kitab-ı Bahriye'de bu haritanın çok özenle çizildiğini söyledikten sonra ne kadar küçük olursa olsun bir haritada hata varsa onun kullanılması gerektiğini ve ona güveneni hataya götüreceğini belirtmiştir.

Pîrî Reis 34 haritadan yararlanmıştır. Bunlardan 20'sini tarihi belli değildir. 8'i Müslüman coğrafyacıların Caferiye dedikleri haritalardır. 4'ü Portekizlilerin çizdikleri yeni haritalardır: 1'i de Columbus'un haritasıdır. Kitab-ı Bahriye'de bu konuya ilişkin olarak şöyle der.

Ol kitabıyla ider iyâd
Dahi sonra durmaz açar ol ili
Hartısı ta kim geldi bize
Varup Antilyeyi ider aşikâr
Şimdi meşhur eylemiştir ol yolu
İş bu zor kim dedim cümle size.
Ayrıca haritadaki notlardan birinden Columbus'un dört seyahatinden üçüne katılmış olan sonradan Kemal Reis'in eline esir düşen bir İspanyolun Columbus'un keşiflerine ilişkin pek çok bilgi verdiğini öğreniyoruz.

Columbus'un haritası kaybolduğundan, bu gün elde bulunan tek orijinal belge Pîrî Reis'in bu haritasıdır.

Pîrî Amerika kıyılarını çizerken Columbus'un , haritasına sadık kalmış ve onu pek çok noktalardan tekrarlamıştır. Haritada Antil Adaları ve Küba Adası Columbus'un iddiasının paralelinde kıt'a olarak gösterilmiştir. Columbus 1494 de Küba kıyılarında bulunduğunda buranın kıt'a olduğuna inanmış ve gemide bulunan Noter Fernand Perez de Luna'ya bunu yazdırmış, bütün, tayfalara da imzalatmıştır. 12 Haziran 1494 tarihini taşıyan bu belgede Küba'nın kıt'a olduğunu kabul eden ve imzalayan bir tayfanın aksini söylediğinde 10.000 maravides ceza alınacağından başka dilinde kesileceğini kaydettirmişti. Ayrıca Columbus'un Trinidad 'daki bir buruna 'Kalera' diye adlandırılmış olmasından dolayı Pîrî bu adaya 'Kalera' demiştir. İspanyola adı verilen Haiti de Pîrî tarafından İspanya Adası olarak gösterilmiştir. Haitinin Güney Doğusundaki 12 adaya Undizi Vergine demiştir, İspanyolca onze kelimesi yerine Columbus'un ana dili olan İtalyanca'yı kullanmıştır.

Ayrıca Columbus Güney Amerika'yı adalar topluluğu olarak göstermiştir. Bundan esinlenen Pîrî de Trinidat adası karşısında, üzerlerinde birer papağan resmi bulunan pek çok hayali ada çizmiştir.

Güney Amerika'yı çizerken yeni Portekiz adalarından da yararlanmıştır bunlar America Vespuci,Pinson,Juan de Solis'in 1508yılına kadar çizmiş oldukları haritalardır. Ayrıca Güney Amerika kıyılarındaki bazı yer adları bugünkü adlara benzemektedir. Santa Agostini, San Megali, San Francisko, Porto Ralli, Totel Santo,Abroklok, Cab Frio, Kantenio gibi bu bölgelerdeki başlıca nehirleri yerleri gösterilmiş, ancak adları yazılmamıştır. Pinzon ve Juan de Solis'in ilgilerini çekmeyen La Plata nehrinin de haritada gösterilmiş olması da dikkate değer bir noktadır. Güney Amerika'nın Güneyini Doğuya doğru uzaması Batlamyüs etkisini göstermektedir. Nitekim Kitab-ı Bahriye'de Amerika'nın Güneyini kara değil deniz olarak göstermiştir.

Harita üzerinde gemi resimleri vardır. Bunlar seyyahların yaptıkları keşifleri göstermek amacıyla çizilmiştir. Örneğin Santianio Adası yakınlarındaki gemi resmi yanındaki notta, Nnaton adlı bir Cenevizli bu adayı bulduğu yazılmaktadır. Gine haritasının Kuzeyinde, Santo Brandan efsanesini canlandıran, bir balık üzerinde ateş yakan bir kadın ve bir erkek, bir tekne , daha ilerde içinde üç kişi bulunan büyük bir gemi resmi vardır. Pîrî bu efsaneleri Portekizlilerden değil, eski Mappa Mundilerden aldığını işaret etmektedir.

Haritanın zamanına göre, Çok mükemmel tam bir bilimsel zihniyetle çizilmiş olmasının yanında, bugün ne orijinal ne de kopyası bulunmayan Columbus'un haritasından yararlanılarak çizilmiş tek harita olması bakımından da ayrı bir tarihi değer taşımaktadır.

İkinci Dünya Haritası (1528)

Pîrî Reis 1528'de yani birinci haritasının yapımından 15 yıl sonra, yine Gelibolu'da , bir ikinci Dünya haritası çizmiştir. Bugün elimizde, imzasını taşıyan, 68/69 cm.lik bir parçası bulmaktadır. Bu parçada Atlas Okyanusu'nun Kuzeyi , Kuzey ve Orta Amerika'nın o sıralarda keşfedilmiş kıyıları yer almaktadır.

Harita Kuzeyde Groeanland ile başlar. Güneye doğru iki kara parçasında ilkine Bakala, daha aşağıdakine Terre Neuv adlarını vermiş ve Portekizliler tarafından bulunduklarına işaret etmiştir. Onun St. Juan Batisto adını verdiği, ve oldukça doğru olarak çizilmiş Florida yarım adası izler. Daha önceki haritada Portorico 'ya verilmiştir. Kenardaki kara parçaları 1517 ve 1519 keşfedilen Hondras ve Yukatan yarım adalarıdır.

Küba ve Hayiti artık çok doğru bir biçimde çizilmiştir. Küba adasının üzerine Isl di Vana yazılmıştır. Önceki haritasındaki hatalar düzeltilmiştir.

Bunda da enlem ve boylam çizgileri üzerine 32 eşit parçaya bölünmüş rüzgâr gülleri vardır. Yandaki 20'ye bölünmüş iki ölçeğe ve açıklamaya göre, bölümler arası 50 mil , noktalar arası 10 mildir. Daha önceki haritada görünmeyen Yengeç Dönencesi çizilmiş ve günuzadısı adı verilmiştir. Küba adasının üzerinden geçirilmiştir. Bu doğrunun biraz daha kuzeyden geçmesi gerekirdi.

Haritada bugün ki duruma göre az da olsa bir miktar hata görülmektedir. Bu, o zamanki pusulalarda görülen 10-13 derecelik durumun dikkate alınmamasından kaynaklanmaktadır. Bütün Batı kaynaklı haritalarda da bu söz konudur.

Bu haritadan kıyılar birinciye göre çok daha başarılı olarak çizilmiş, boş bırakılan yerler doldurulmuş, yine de bilinmeyen yerler boş bırakılmıştır. Bu bize Pîrî'nin bilimsel zihniyette sahip olduğu ve keşifleri, zamanında ve adım adım izlemiş olduğunu göstermektedir. Bu harita tekniği bakımından bu yüzyılda çizilen haritaların en başarılılarından biridir diyebiliriz.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Rauf Denktaş

Rauf Raif Denktaş, 27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs'ın Baf bölgesinde doğdu. Rauf Denktaş 1,5 yaşında iken annesini kaybetti. Babası hakim Raif Bey'dir. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul'a gönderildi.

Arnavutköy'de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi'nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs'a döndü ve liseyi Kıbrıs'ta bitirdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitti. Mezun olduktan sonra avukatlığa başladı. 1949 yılı yaz aylarında savcılık yapmaya başladı. Yine aynı yıl Aydın Hanım'la evlendi.

27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingte Dr. Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. Türk Cemaatının iki önemli ismi Faiz Kaymak ve Dr. Fazıl Küçük arasında arabulucu rolünü üslenip, toplumun çıkarlarının takipçisi oldu. Faiz Kaymak'ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük'ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Savcılık görevinden İngiliz yönetimini zorlukla ikna ederek istifa etti ve Cemaat sorunlarıyla uğraşmaya başladı.

1955'te terörist bir hüviyete bürünen Enonisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön veren Denktaş, 1958 yılında hükümetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlardıyla 1.8.1958'de Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdu.

1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında emeği geçti. Aynı yıl Türk Cemaat Meclisi'yle İcra Komitesi Başkanlığı'na seçildi.

1958 yılında Rum tedhişçiler, Türk köylerine saldırınca, Türkler de bu olayları protesto etti. Zürih-Londra antlaşmaları öncesinde Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş, Ankara'ya Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede Denktaş adaya Türk askeri gönderilmesi teklifini dile getirdi.

16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı'na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra Denktaş temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya gitti. Temaslarını tamamlayan Denktaş bir sandalla Kıbrıs'a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.

1964 Londra Konferansından sonra Makaryos tarafından “istenmeyen adam” ilan edildi. Yeşilada'ya girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy'e çıkarak savaşa katıldı. 1967'de adaya gizlice girerken tutuklandı. Yoğun girişimler sonucu Türkiye'ye geri verildi. 1968'de adaya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs'a döndü.

1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı'na seçildi. 28.2.1973'e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi.

13.2.1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu.

22.4.1990'da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995'teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi.

Halen KKTC Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmektedir.

Değişik konularda basılmış eserleri vardır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Satuk Buğra Han

Abdülkerim Satuk Buğra Han ilk Müslüman-Türk hükümdarıdır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadır Hanın himayesinde büyüdü.

Satuk Buğra on iki yaşlarında iken Maveraünnehir ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı Devleti şehzadeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nasır bin Ahmed, Oğulcak Kadır Hanın ülkesine sığındı. Ona iyi muamele edip Artuç nahiyesinin idaresini verdi. Artuç bölgesi, Nasır bin Ahmed'in gayretleri ve gelip-giden Müslüman tüccarlar sayesinde bir ticaret merkezi oldu. Satuk Buğra da Artuç'un ziyaretçileri arasındaydı. Nasır bin Ahmed'le tanışıp ondan İslamiyeti öğrenerek Müslüman oldu. Abdülkerim adını aldı.

Yirmi beş yaşına gelince Müslüman olduğunu açıklayıp, amcası ile mücadeleye başladı. Onunla Fergana Savaşını yaptı. İlk olarak Atbaşı kalesini zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp şehri fethetti. Amcası Oğulcak Kadır Hanı öldürerek Karahanlı tahtına oturmayı başardı.

Ülkede hakimiyeti sağlayıp birliği temin etti. Türk ülkelerinde İslamiyeti hızla yaydı. Ebü'l-Hasan Muhammed gibi İslam alimleri, Satuk Buğra Hana yol gösterip teşvik ettiler.

Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi. Bu sırada Karahanlılar Devletinin doğu kısmına hakim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Han, Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerim Satuk Buğra Hana karşı savaş açtı. Satuk Buğra Han Müslümanların yardım ve desteğiyle, onunla Balasagun Savaşını yaptı ve galip geldi.

Bundan sonra 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Han, güzel ve adil idaresi ile binlerce kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu.

955 (H.344) senesinde Kaşgar civarında bulunan Artuç kasabasında vefat edip oraya defnedildi.

Abdülkerim Satuk Buğra Handan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pek çok İslam alimi gelip, İslamiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden sonra Musa Tunga adında bir oğlu yerine geçti. Bundan sonra da bunun oğlu Baytaş Süleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve kızları olduğu da rivayet edilmiştir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Sultan Sencer

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın oğlu olan Sencer 1086’da Sincar’da doğdu. Küçük yaşından itibaren devlet tecrübesi kazanan Sencer, ağabeyleri Berkyaruk ve Muhammed Tapar zamanında devlet hizmetinde bulunarak, doğuda çıkan isyanları bastırdı. Buradaki başarıları üzerine Horasan melikliğine tayin edilen Sencer, Haziran 1102’de Selçuklu Devleti’ne saldıran Karahanlı Hükümdarı Kadir Han’ın saldırılarını bertaraf etti. Ayrıca Gaznelileri, Selçukluya bağladı.

Babası Melikşah’ın siyasetini takip eden Sencer, Horasan’dan itibaren, devletin doğusunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine, 18 Nisan 1118’de küçük yaştaki oğlu Mahmut Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarılırken; Sultan Sencer de 14 Haziran 1118’de Horasan’da bağımsızlığını ilan etti.

14 Ağustos 1119’da Save’deki savaşta yeğenine galip gelen Sencer, Büyük Selçuklu Sultanı oldu. Devletin merkezini de Irak-ı Acem’den Horasan’a nakletti. Bundan sonra çevresinde büyük savaşlar ve fetihler yapan Sultan Secer, Sultan-ül A’zam unvanını kazandı. 1132’de Karahanlıların, 1136’da Gaznelilerin, 1141’de Karahitayların ve 1147’de de Harezmlilerin isyanını bastıran Sencer, 1152 yılında da Gurluları mağlup etti.

Fakat Sultan Sencer 1153’te Oğuz Yabgu ile Belh’te yaptığı savaşı kaybedince esir düştü. Sencer, esaret altında sultan olmak istemediğinden, sultanlığı terk ederek Merv Hankahı’na kapandı. Buradaki 3 yıllık esaretten sonra Nisan 1156’da kurtarıldı. Ancak 29 Nisan 1157’de 91 yaşındayken Merv’de vefat ederek, kendi yaptırdığı türbeye defnedildi.

Bilim adamlarına sahip çıkan ve bilimi teşvik eden Sultan Sencer’in döneminde, Horasan bütün İslam dünyasına ve Anadolu’ya din ve bilim adamı sevkeden bir merkez olmuştu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Süleyman Paşa

Süleyman Paşa, Şıpka Boğazı’nda Ruslar’a karşı çetin savaşlar yapıp onları yendiği için “Şıpka Kahramanı” diye anılır. Ancak onun memlekete hizmetleri sadece savaş meydanlarındaki cesaret ve kahramanlığıyla değildir.

O, yazdığı kitaplarla ve okuttuğu öğrencilere aşıladığı düşüncelerle Türk milletinin benliğini uyandırmaya çalıştı. Ona göre, Osmanlı Devleti’ne hâkim olan unsur Osmanlı değil Türk milletidir. Onun konuştuğu dil Osmanlıca değil, Türkçe’dir. Bu düşüncesini uygulamak için de Sarf-ı Türkî adıyla Türkçe bir gramer yazdı.

Süleyman Paşa’nın en önemli eseri Tarîh-i Âlem’dir. Süleyman Paşa bu tarihinde Türkiye’de ilk defa Türklerin kökleri ve ana yurtları üzerinde önemli bilgiler verdi. Paşa, Hiss-i İnkılâp adlı eserinde, bizzat kendisinin vatan ve inkılâp yolundaki çalışmalarını anlatır.

Onun diğer eserleri arasında, Osmanlı-Rus seferine ait Umdetü’l-Hakâyık adlı eseri de yer almaktadır.

Süleyman Paşa 1838 yılında İstanbul’da doğdu. Bir şekercinin oğlu idi. Hamidiye Okulu’nu bitirdi. Çalışkan ve uyanık bir öğrenci idi. Aynı okulda edebiyat ve tarih okuttu.

1874’te general rütbesiyle Harbiye Mektebi Nazırlığına getirildi. Askeri okulların kurulmasında ve programlarının düzeltilmesinde hizmetleri oldu. Sonra 1876 Rus savaşında başarılar gösterdi ve mareşalliğe yükseldi. Şıpka’daki zaferlerini tamamlayamadı, zira ordu, İstanbul’dan yönetiliyordu.

Süleyman Paşa, Tuna Orduları Başkomutanı oldu. Padişaha düşüncelerini anlatamadı. Süleyman Paşa daha önce Abdülâziz’i tahttan indirenler arasında bulunmuştu. İkinci Abdulhamit ona en yükümlü işleri verdi. Ancak, Ruslara karşı yenilginin sebeplerini ona yükleterek rütbesini geri aldı ve Bağdat’a sürdü.

1892 yılında, 14 yıllık bir sürgün hayatından sonra Bağdat’ta öldü. Mezarı Bağdat’tadır
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şah Cihan

Şah Cihan, Ekber Şah’ın torunu ve Cihangir Selim Şahın oğludur. 1591’de doğdu. 1628’de tahta çıktı. Hindistan’da kurulmuş olan Türk İmparatorluğunun beşinci hükümdarı olan Şah Cihan, Hindistan’daki Türk hâkimiyetinin en parlak dönemlerinden birini yarattı.

Şah Cihan, çok zengin ve muhteşem bir hükümdarlık devri yaşadı. Sanata ve ilme büyük değer verirdi. Onun zamanında birçok uygar anıtlar kuruldu. Delhi şehrini imar edip büyüttü. Şah Cihan’ın tahtındaki mücevherler dillere destan olmuştu.

Şah Cihanın, çok sevdiği karısı Mümtazmahal namiyle şöhret bulan Ercüment Banu için Ağra’da yaptırdığı göz kamaştırıcı Tac Mahal Türbesi, Türk sanatının en ince ve yüksek mimarî eseri olarak günümüzde hâlâ gözleri kamaştırmaktadır. Tac Mahal, Türk uygarlığının en güzel anıtlarından biri olarak yaşamaktadır. Bu eserle Şah Cihan, Türk sanatının en güzel örneklerinden birini yaptırarak onu sonsuzlaştırmıştır. Bu eserin mimar ve ustaları İstanbul’dan gitti.

Hayatının son yılları hastalıkla ve hapisle geçti. Çünkü kendisi hasta olunca oğulları arasında saltanat kavgası baş gösterdi. Oğlu I. Âlemgir (Evrengzib), kardeşlerini ortadan kaldırarak babasını tahttan indirdi. Şah Cihan 1666’da öldü. O, bugün dünyanın en zarif mimarî anıtlarından biri olan Tac Mahal’de sevgili karısıyla beraber yatmaktadır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şeyh Edebali

1206 yılında Horasan’ın Merv şehrinde doğmuştur. Gençliğinde Anadolu’ya göç ederek önce Karaman ve daha sonra da Eskişehir’e yerleşmiştir. Karaman ve Şam’da öğrenim görmüştür. İslâmî ilimlerde geniş bir ünü vardır.

Osman Gazi Şeyh Edebalı dergahında kaldığı bir gece rüyasında şeyhin koynundan çıkan bir ayın kendi koynuna girdiğini ve göbeğinden çıkan ulu bir ağacın bütün cihanı sardığını görür. Şeyh Edebalı bu rüyayı, Osman Gazi’nin büyük bir devletin kurucusu olacağı şeklinde yorumlar. Bu yorumdan sonra kızı Bala Hatun’u Osman Gazi’ye verdiği söylenir.

Şeyh Edebalı, Osmanlı Devleti’nin siyasi, idari ve hukuki düzeninin temellerini atmıştı. Ahiliğin temel kurallarını uygulamış ve Kayı Aşireti’nin yerleşik düzene geçmesinde büyük rol oynamıştı. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu sayılır.

1326 yılında ve 120 yaşında vefat eden Şeyh Edebalı’nın türbesi Orhan Gazi tarafından yaptırılmıştır.

Damadı Osman Gazi’nin Bey olması üzerine verdiği nasihati çok ünlüdür. Sözlerinden bugün bile derin anlamlar çıkarmak mümkündür:

Ey oğul
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana
Güceniklik bize, gönül almak sana
Suçlamak bize, katlanmak sana
Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana
Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana
Ey oğul
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana
Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana
Ey oğul
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz
İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın

Ey oğul
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı
Allah (C.C.) yardımcın olsun.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
II. Sultan Mahmut

1785 yılında doğdu. Reformları ve tarihimize Vaka-i Hayriye adıyla geçen Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmasıyla ün yapan Osmanlı padişahıdır.

Amcası III. Selim'in öldürülmesi üzerine 1808 yılında tahta çıktı. Otuz bir yıl süren saltanatı boyunca batılılaşma hareketine öncülük etti. Yurda bir çok yenilikler soktu. Besteci ve ozan oluşunun yanı sıra mükemmel bir hattattı. 1839 yılında 54 yaşında iken vefat etti. Türbesi, İstanbul'da Türbe adıyla anılan semttedir.Amcası III. Selim'in öldürülmesi üzerine tahta oturan Sultan II. Mahmut, amcasının başladığı devrim hareketine sahip çıkmaya hazırdı. Ama ne çare ki, karşısında Alemdar Mustafa Paşa ile sinmiş gibi görünmesine rağmen henüz gücünden bir şey kaybetmemiş bir Yeniçeri Ocağı vardı.

Ayrıca, Arnavutluk'tan Yemen'e, Mısır'dan Manisa'ya kadar bütün yurtta karışıklıklar mevcuttu. Sınır boyları ise savaşla doluydu. II. Mahmut böyle zor bir dönemde çıktığı tahtta amcasının yarıda bıraktığı işi tamamlamasını bildi. Bu arada, askerlik sanatını bir yana bırakıp dışarıda hamallık, kayıkçılık gibi işlerle uğraşan, ayrıca devletten ulufe (üç aylık maaş) alan yeniçerilerin başıboş gezenlerini de dağıtıp bu ocağın yerine muntazam ve batılı anlayış içinde bir ordu kurmayı başardı.
Sultan II. Mahmut, başta yeniçeriler olmak üzere Kapıkulu Ocakları'nı ortadan kaldırmak için tam on yedi yıl büyük bir sabır içinde bekledi. Yunanistan ayaklanmasıyla dahi başa çıkamayan ve kumandanlarının da tüm güvenini yitirmiş olan yeniçerilerin pek yakında bulunan bir harp vukuunda hiç bir işe yaramayacakları ortadaydı. II. Mahmut bu ocağın ortadan kaldırılması konusunda amcasının yolunu tuttu.

Ancak ne var ki III. Selim'in başına gelenler ona gayet iyi bir ibret dersi olduğundan basiretli bir şekilde hareket etti. Önce kumandanlıklara yeni bir ordunun kurulmasına taraftar kimseleri getirdi. Sonra dolambaçlı bir yol seçerek “Eşkinci Ocağı” adı atında modern bir asker ocağı kurulacağını ve bu ocağa yeniçerilerin de gönüllü olarak girebileceklerini ilan etti (25 Mayıs 1825).
Tam bir serkeşlik içinde bulunan yeniçeriler bunu bile hoş karşılamayıp 14 Haziran 1825 akşamı ayaklandılar. Ertesi sabah Atmeydanı'na çıkarak “İstemezük” diye bağrışıp kazan kaldırdılar.Sadrazam Benderli Selim Paşa, İzzet Ağa ve Hüseyin Paşalara emirlerindeki askerleriyle şehre gelmeleri emrini verirken, Şeyhülislam Tahir Efendi de Sultanahmet Meydanı'nda Sancak-ı Şerif açtı. Etrafına belli başlı bütün ulema ile yüksek medrese talebesini topladı. Kazan kaldıran âsilerin aleyhinde ateşli nutuklar söylemeye koyuldu. Tophane'den çıkartılan topçu birlikleri de Atmeydanı ile Aksaray'daki yeniçeri kışlalarına sevk edilmişti.

Tarihte ilk kez yeniçeri kışlaları topa tutuldu. Ağa Hüseyin Paşa, emrindeki asker ve ondan daha kalabalık bir halk kitlesi ile kışlalara hücum etti. Aralarında Tophane İmamı Hacı Hafız Ahmet Efendi'nin de bulunduğu asker ve halk topluluğu cebren kışlalara girdi. Kanlı bir boğuşma başladı. 6.000 yeniçeri öldürüldü. En az 20.000 yeniçeri de tevkif olunup uzak yerlere sürgün edildiler.
Böylelikle Yeniçeri Ocağı tarihe karıştı. Şan ve şeref dolu yıllardan sonra bir çapulcu yatağı halini almış bulunan 465 yıllık Yeniçeri Ocağı yerini Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adını taşıyan yeni orduya terk etti. Ağa Hüseyin Paşa ilk Serasker (Savunma Bakanı) olarak bu yeni orduyu kurmaya memur kılındı. Eski Saray(Bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez binası) Seraskerlik, Süleymaniye’deki Yeniçeri Ağalık Sarayı da Şeyhülislamlık binası yapıldı.
Vaka-i Hayriye adıyla anılan bu hareket ile memlekette reformlar devri başlamış oldu. Önceleri halk arasında Sultan II. Mahmut’a “Gâvur Padişah” adı verilmesine rağmen o, işe kıyafet kanunu ile girişti (3 Mart 1829). Din adamları dışında kalan bütün devlet memurlarına fes, ceket ve pantolon giydirtti. Sarığı, cübbeyi ve kaftanı ilk atan da kendisi oldu.
Sonra bu yeni kılık içindeki resimlerini resmî dairelere astırdı. Saray teşkilatının yanı sıra devletin işleme düzeni de tamamen değiştirildi. Yurtta baş döndürücü bir imar hareketi başlarken buharlı gemiler ile makineler getirtildi. Yeni matbaalar açıldı. 1 Kasım 1831 gününden itibaren devlet tarafından Türkçe, Fransızca ve Arapça olarak hazırlanan Takvîm-i Vekâyi Gazetesi yayımlanmaya başladı. Batı müziği, bando, orkestra, opera ve tiyatro yurda girdi. Harp Okulu ile Tıp Fakültesi onun döneminde kuruldu.
Sultan II. Mahmut bütün bu yenilikleri başardı ve bütün bir millete zorla da olsa kabul ettirdi. Fakat bunların başarılması yolunda karşılaştığı gaileler, sağlık durumunu hayli bozmuştu. Verem denilen o amansız illete yakalandı. Hekimlerin bütün ihtimamına rağmen günden güne eridi. Nihayet 54 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
 
Üst