A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gülşehri

Gülşehrî, Anadolu Selçuklu Devleti'nin son devirlerinde, Sultan Veled, Yunus Emre, Âşık Paşa gibi Türkçe yazıp Türkçe söyleyen ozanlarımız arasındadır.

XIII. yüzyılın sonlarıyla XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşadığını bildiğimiz Gülşehrî'nin asıl adı Ahmed'dir. O çağlarda bir bilim ve tasavvuf şehri olarak tanınan Kırşehir'de doğduğu, ömrünün sonuna kadar burada yaşadığı söylenir. Kırşehir'in adı o zamanlar Gülşehir olduğu için Gülşehrî takma adını almış, bu adla tanınmıştır.

Gülşehrî'nin Kırşehir'de Ahi Evran'dan sonra kurulan Ahilik örgütünün başında bulunduğunu, bu örgütün yayıcılarından olduğunu ve ustası Ahi Evran'ın etkisinde kaldığını şiirlerinden öğreniyoruz. Bir şiirinde :

Elli yıl ben ansız durmadım
Yazı yaban durgun görmedim
diyerek tam elli yıl, Ahi Evran'la birlikte kaldığını, onsuz yapamadığını söyleyen Gülşehrî, birçok şiirinde onu över.

Gülşehrî'nin Ahi Evran hakkında yazdığı bir risaleden başka, Onu Türk Edebiyatının Türkçeci, güçlü bir ozanı olarak tanıtan eseri Mantıku’t-Tayr olmuştur.

Kuş dili anlamına gelen Mantıku’t-Tayr, tanınmış mutasavvıf Ferideddin Attar'ın aynı adla bilinen Farsça eserinin Türkçe’ye manzum çevirisidir. Ahmed Gülşehrî, bir tasavvuf eseri olan Mantıkut-Tayr'ı, daha başka kaynaklardan ve özellikle Mevlâna'nın Mesnevî'sinden aldığı hikâyelerle süslemiş, kendi tasavvuf görüşlerini de katarak orijinal bir eser haline getirmiştir. Gülşehrî, bu eserinde Türk diline hayrandır. Türkçe'nin Farsça ve Arapça’dan üstün, tatlı bir uyuşumu olduğunu, bunu belirlemek için de bu eseri yazdığını söyler.

Türk dilinin hor görüldüğü, Arapça’yla yazıp söylemenin hüner sayıldığı devirlerde, Anadolu'nun göbeğinde bir bilim adamı, bir ozan çıkarak Türkçe diye kükreyişi, Türkçe'ye kucak açışı, onu özlemle bağrına basması büyük yiğitlik, büyük vatanseverliktir. Gülşehrî, çağdaşı Yunus Emre ve hemşehrisi Âşık Paşa'yla beraber, bu büyüklüğü göstermiştir.

Feleknâme adlı bir eserinin daha olduğu bilinen Gülşehrî’nin, kaç yıl yaşadığı, ne zaman öldüğü kesin olarak bilinmemektedir.

Bilinen ondan gelen, sararmış kâğıtlar üzerindeki sesler ve nefeslerdir. Kırşehir'in gül bahçelerini çok sevdiğini, gülleri kendine yâr eylediğini, bütün sözleri bir yana iterek bülbül gibi gül sözü söylemeyi istediğini anlatan şu şiirler onundur :

Her gülü kim kendime yar eylerim
Her gice vasfını tekrar eylerim.
Her seher kim gül çemende açıla
Kamudan ilkin bana karşı güle.
Nevbahar oldu kim bülbül söyleye
Aşkını maşukuna şerh eyleye
Kamu sözü gel ki terkeyleyelim
Bülbül gibi gül sözü söyliyelim...
Öyle ki, kendisinden beş yüz yıl sonra, Onun açtığı Türkçecilik çığırından bir halk ozanı Dadaloğlu gelecek, o da Gülşehrî gibi Kırşehir'in uçsuz bucaksız gül bahçelerine bakarak şöyle seslenecektir:

Biter Kırşehir'in gülleri biter
Çağrışır dalında bülbüller öter
Ufacık güzeller hep yeni yeter
Güzelin kaşında keman görünür.
Gülşehrî, Kırşehir'in özlem dolu Özbağlarında, ana dili öz Türkçesiyle çevresinde toplanan ahilerle görüşüp bilişirken asla şeyhlik, sultanlık davasında bulunmamış, onlardan biri olarak onları konuşturmuş:

Ne derviş isteriz, sahip, ne sultan,
Ne dert işimize gelir, ne derman.
XIV. yüzyılın Anadolu'da yetişen bu Türkçeci ozanını, Yunus kadar arı-duru, Yunus kadar güçlü sayamasak bile, ilk Türkçeciler arasında, ona önemli bir yer ayırmak zorundayız. Gülşehrî, Anadolu'yu aydınlatan aydın kişilerin başında, bilinçli ve idealist bir Türkçeci olarak her zaman dile gelecektir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gazi Osman Paşa

Her sayfası bir kahramanlık menkıbesi ile dolu bulunan Türk tarihinin altın yaldızlı bir sayfası da Plevne müdafaasıdır. Öyle bir sayfa ki, düşman komutanları bile bu sayfa önünde saygı durmuşlardı. Bu sayfayı yazan, şanlı Gazi Osman Paşa’dır. Gazi Osman Paşa,1832 yılında Tokat’ta dünyaya gelmiştir. Kendisi Yağcıoğulları diye anılan bir aileye mensuptur. Babası, memuriyet sebebiyle İstanbul’a yerleşmişti. Küçük Osman ilk tahsilini bir sıbyan mektebinde yaptıktan sonra, Kuleli askerî idadîsine girdi. Bu okulu bitirdikten sonra da Harp Okuluna girerek 1852’de mezun oldu. Ruslarla yapılan Kırım Harbi’nde ve Rumeli’deki muvaffakiyetlerinden dolayı yüzbaşılık rütbesine yükseldi. Bundan sonra Erkan-ı Harbiye sınıfına devam ederek Kolağası oldu. Bir aralık da Bursa vilayeti nüfus yazımına memur edildi.
1861 yılında Hasa ordusunda binbaşı olarak vazife aldı, Girit isyanında başarılar gösterdi. Bunun üzerine üçüncü rütbeden bir nişanla albaylığa yükseltildi. Üç yıl sonra da Yemen isyanını bastırmaya gönderildi. Buradaki üstün başarılarından dolayı kendisine “paşa”lık rütbesi verildi. Yemen’den dönünce İşkodra ve Bosna Kumandanlıklarına tayin olundu. Sırp isyanında gösterdiği eşsiz kahramanlıklarından dolayı da bu defa kendisine Mareşallik rütbesi verildi. 1877 yılında yapılan Plevne savaşında gösterdiği kahramanlıklar dolayısıyla dünyaca büyük bir şöhrete kavuştu.

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının ikinci yılı Ruslar balkanlara doğru sarkmak emellerini açığa vurdular. Bu arzularını yerine getirmek için Londra Protokolünü hazırlattılar. Fakat Türkiye, Londra Protokolünü reddedince Rus Çarı II. Aleksandr 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı İmparatorluğuna harp ilan ederek, ordularıyla Tuna üzerinden Balkanlara doğru sarkmaya başladı. Birinci Meşrutiyeti ilan etmiş olan II. Abdülhamit ne yapacağını şaşırdı. Halk arasında ise büyük bir galeyan baş gösterdi. Gazeteler ateşli yazılar yayınlıyorlardı.Bu harbe bütün Müslüman devletlerden yardım geleceğini de ilan ediyorlardı. Hariciye Nazırı Saffet Paşa, Paris Muahedesine imza koyan devletlerden yardım istedi.Türkiye’nin bağımsızlığını garanti edeceğini söz vermiş olan devletler şu cevabı verdiler:
“Muahedeler, mürur-ı zamanla hükümden düşerler.”
Böylece, Osmanlı ile Rusya baş başa bırakıldı.Osmanlı İmparatorluğuna Batı devletlerinin yardım etmediğini gören Ruslar, ordularıyla 3 koldan hudutlarımızı aşarak Romanya’yı istila edip Tuna boylarına dayandılar. Rusların Tuna Ordusu Kumandanı Çar’ın biraderi Nikola idi. Emrinde 250,000 kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Rus generallerinden Malinkov da 60,000 kişilik bir kuvvetle Doğu illerinden İç Anadolu’ya doğru taarruza geçti. Rus kuvvetlerinin karşısına Gazi Ahmet Muhtar Paşa geçti. Burada Ruslara karşı Kars ve Zivin zaferlerini kazandı.Rus Harbi başladığı zaman Gazi Osman Paşa kuvvetleri ile Vidin’de, Süleyman Paşa da Karadağ sınırlarında bulunuyordu. Tunaboyu Orduları Kumandanlığına Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Paşa tayin olundu. Türk Ordusu 186,000 kişiden ibaretti. Rusların Tuna’yı aşıp Bulgaristan’ı işgal etmeleri üzerine Vidin’de bulunan Gazi Osman Paşa, Bulgaristan yollarının bir kavşağı olan Plevne’yi Ruslardan önce elde etmek üzere kuvvetleriyle yaya olarak harekete geçti.
Dünyada benzerine az rastlanır bir süratle Plevne’ye girdi. Orta Anadolu’nun bu Tokatlı koca Türkü, cihan tarihinde ilk defa olmak üzere Plevne’nin etrafına boy siperleri açtırdı. Bu siperler tabya usulünde ilk keşifti. Topçularını ve kuvvetlerini yerin altına aldı. Ruslar ise meydanda harp ediyorlardı. Cihan tarihinde büyük şan kazanan Plevne harbi, Ruslara pek çok zayiat verdirdi.Kendilerinin itiraf ettiklerine göre bazı taburlarda ancak birkaç kişi sağ olarak geri dönebiliyordu. Rusların attığı mermilerle Plevne şehri alevler içinde yanıyordu. Çoluk çocuk enkaz altında can veriyorlardı. Her ne yaptılarsa Plevne’yi Gazi Osman Paşa’nın elinden almanın imkanı olmadı. Rus kumandanı Nikola deliye döndü. Nihayet Plevne’ye Rus Çarı Aleksandr da geldi. Taarruzla, Plevne’yi muhasara ederek açlık ve cephanesizlikle teslim almaya karar verdiler.
Gerçekten zaman geçtikçe Plevne’de açlık başladı. Kadınlar çocuklar açlıktan ölüyorlardı. Cephane de bitmek üzereydi. Bütün bunlara rağmen kahramanlığı karakterine yazmış olan Türk oğlu, kuzeyden akan Rus seline iman dolu göğsünü geriyor, vatanseverliğin destanını yazıyordu. Plevne’de bu kanlı savaşlar olurken, İstanbul’dan gazilere bir türlü yardım gelemiyor, diğer taraftan cihanda bir tek el Türk’e uzanmıyordu. Balkan dağlarının en önemli geçidi olan Şıpka’da Süleyman Paşa da kahramanlıklar yaratıyordu. Koca bir Çarlığa karşı bir Osman Paşa ne yapabilirdi.! Nihayet Gazi Paşa muhasarayı yarıp dışarı çıkmaya karar verdi. Bir gece, Türk kuvvetleri Plevne’den çıktı. Ordunun peşine çoluk çocuk, Plevne halkı da takıldı. Fakat Bulgar casusları bu harekatı Ruslara haber verdiler.
Türk kuvvetleri, 10 Aralık 1877 tarihinde Vid nehrini aşacakları bir sırada Ruslar, Türk kuvvetleri üzerine şiddetli bir topçu ateşi açtılar. Ordunun üzerine yıldırımlar gibi mermi yağdırdılar. Halk ve asker birbirine karıştı. Binlerce insan topçu ateşi altında parça parça oldular. Bu bölge kanlı bir mahşere döndü Nihayet her iki taraf arasında kanlı bir boğuşma meydana geldi. Bu sırada Gazi Osman Paşa yaralandı. Üç defa vukua gelen Plevne Muharebesinden galip çıkan Türkler, dördüncü. Plevne harbinde yenildi. Muhasara 145 gün sürmüştü.
Gazi Osman Paşa’yı bir değirmenin içine götürüp yarasını sardılar. O esnada iki Rus değirmene gelerek, Osman Paşa’ya: “Kayıtsız şartsız teslim” dedi. Osman Paşa da, “Bir gün bir güne uymuyor; kaderi ilahî bu imiş!” dedikten sonra “gazilik” kılıcını düşman generaline teslim etti. Bu iki general, Osman Paşa’yı ve yaveri Talat Bey’i bir araba ile Plevne şehrine götürdüler. Yolda Rus Kumandanı General Nikola’ya rastladılar. General Nikola, Osman Paşa’ya: “Plevne’yi müdafaa etmekte gösterdiğiniz muvaffakiyetten dolayı sizi tebrik ederim. Bu müdafaa tarihin en parlak askerlik vakalarından biridir” dedi.
Osman Paşa’yı görmek için koşan Rus subayları, “Bravo Osman Paşa” diye onu alkışladılar. Birçokları da, “Dünyada büyük bir adam yüzü gördük...” diye birbirlerine söylediler.Gazi Osman Paşa’yı, Plevne’de bulunan bir eve götürdüler. Ertesi gün Gazi Osman Paşa’yı, Rus Çarı İkinci Aleksandr’ın karşısına topallıya topallaya götürdüler.
II. Aleksandr, Osman Paşa’ya :
Silahınızı niçin teslim etmediniz ? diye sordu.
Osman Paşa da :
Devletim bana, ‘düşmanı gördüğün zaman silahını terk etme, onu her zaman kullan’ diye vermiştir. Beni de buraya kavga için gönderdi... cevabını verdi.
Çar Aleksandr, bu yüce Türk’ün karşısında çok heyecanlandı ve onun elini sıkarak şu sözleri söyledi : Plevne’yi kuvvetli müdafaanızdan dolayı sizi tebrik ederim. Bu müdafaa askeri tarihin en güzel hadiselerinden biri olmuştur. Siz hakikaten cesur bir askersiniz. Sizin gibi bir kumandanın kılıcı alınamaz. Burada ve Rusya’da kılıcınızı ve nişanlarınızı taşımak hakkına sahipsiniz.
On beş gün sonra Osman Paşa’yı esir olarak Ruslar Harkov şehrine götürüp bir otele yerleştirdiler. Rus kuvvetleri Bulgaristan’dan İstanbul üzerine akın etmeye başladılar. Nihayet Yeşilköy’e kadar dayandılar. Rus orduları Kağıthane sırtlarında bir manevra yaptılar. General Nikola da bir heyetle İstanbul’a gelerek Beylerbeyi Sarayına gitti ve Osmanlı İmparatoru II. Abdülhamit’le bir görüşme yaptı. Bütün İstanbul bu mağlubiyet karşısında heyecan içinde kaldı. Avrupalı devletlerin ve bilhassa İngilizlerin müdahalesiyle Ruslar İstanbul’a giremediler. Yalnız Yeşilköy’de bu zaferin hatırası için bir anıt diktiler. Bu harbin sonunda Ayastefanos Anlaşmasıyla, Berlin Anlaşması imzalanarak Balkan devletleri bağımsızlıklarını kazandılar.
İstanbul halkı, Gazi Osman Paşa’nın esir olduğunu duyunca, Paşanın evi önünde toplandılar. Osman Paşa’nın oğlunu bir at üzerine bindirerek, “Paşa’yı karşılayamadık, bari oğlunu gezdirelim...” diye İstanbul sokaklarında dolaştırdılar. İki ay sonra da Gazi Osman Paşa’ esaretten döndü. O gün İstanbul yerinden oynadı. İkinci Abdülhamit Osman Paşa’yı Mabeyin müşiri yaparak hiç yanından ayırmadı.
Nihayet, her fani gibi Gazi Osman Paşa da 5 Nisan 1897 tarihinde 65 yaşında olduğu halde hayata gözlerini yumdu. Öldüğü zaman vasiyeti üzerine Fatih türbesi bahçesine gömüldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gazneli Sultan Mahmut

Gazneliler Devleti’nin en büyük hükümdarı ve Hindistan Fatihi Gazneli Sultan Mahmut, 2 Kasım 971 tarihinde doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Büyük bilginlerin elinde yetişti. Mert ve cesur bir insandı.

Gazneli Mahmut’un babası Sebüktekin, Samanoğulları Devleti’nin Horasan valisi idi. Sebüktekin cesur ve güçlü bir insandı. Samanoğulları’na karşı bağımsızlığını ilan etti.

Gazneliler Devleti’nin kurucusu Sebük Tegin’in oğlu olan Gazneli Mahmut, genç yaştan itibaren devlet idaresinde görev aldı. Babası sağ iken Horasan valiliği görevini yürüttü.

Babası öldüğü zaman yerine küçük kardeşi İsmail geçmişti. Gazneli Mahmut, küçük kardeşini ortadan kaldırarak hükümdar oldu.

998 tarihinde Gazne tahtına oturan Mahmut, Buhara, Horasan, Herat, Belh, Bust ve Kabil’i Samanîlerden aldı. Daha sonra, bugünkü Afganistan ve Belucistan ile Harezm’e kadar tüm Maveraünnehr’i ele geçirdi. Ardından Rey, İsfahan, Save, Kazvin, Zencan ve Ebher’i alarak, İran topraklarının büyük bölümüne hakim oldu.

Eylül 1000’de ilk Hindistan seferine çıkan Sultan Mahmut, 1027’ye kadar Hindistan’a on yedi büyük sefer yaptı. Bu seferler sırasında Hindistan’da birçok cami yaptıran ve İslâm Dinini öğretmek üzere alimler yerleştiren Gazneli Sultan Mahmut, İslam Dininin Hindistan’da yayılıp kabul görmesini sağladı.

Cihangirliği yanında, alim bir kişiliği de olan Sultan Mahmut, sarayında alim ve şairlere çeşitli konularda sohbet ve tartışmalar yaptırırdı. Gazneli Sultan Mahmut’un sarayı bir bilim akademisi haline geldi. Kendisi bilime ve sanata karşı büyük bir sevgi besliyordu. Zamanında Fars kültürü yüksek bir düzeye ulaştı. Bîrûnî ve Firdevsî gibi birçok meşhur İran bilgini Sultan Mahmut’un sarayında himaye gördüler.

Firdevsî’nin meşhur Şehname’si de dahil olmak üzere, devrinin pek çok kitabı Gazneli Sultan Mahmut’a takdim edildi.

Gazneli Sultan Mahmut’un sarayında Türk dili konuşuluyordu. O, Türk dilin yayılmasını ve gelişmesini sağlamış olsaydı, Türk kültür tarihi ölmez eserler kazanacaktı. Ancak o, çevrenin ve dönemin etkisiyle Fars kültürüne önem vererek Farsça’nın çok kudretli eserler kazanmasına hizmet etti.

Türk İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan biri olan Gazneli Sultan Mahmut, İslam dünyasında yayılma istidadı gösteren sapık Batınî-Rafızî akımlarına karşı da mücadele etti. İmar faaliyetlerine büyük önem veren Sultan Mahmut, Gazne’nin yanı sıra Belh ve Nişabur gibi önemli şehirleri de mamur hale getirdi.

33 yıl hükümdarlık yapan Sultan Mahmut, 1030’da Gazne’de vefat ederek, burada defnedildi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cezayirli Gazi Hasan Paşa

Deniz savaşlarında efsanevi kahramanlıklar göstermiş bir Türk kaptanı ve veziridir.

Cezayirli Hasan Paşa 1710 yılında Gelibolu’da doğdu. Uzun süre Cezayir’de yaşadığı ve “Cezayir Dayısı” unvanını kazandığı için ona Cezayirli derler. Çocukluğunda ve gençliğinde ele avuca sığmayan, yaramazlıkları ve kabadayılıklarıyla herkesi yıldıran bir gençti.

Hasan, tüccar Hasan Ağa’nın ticaret gemileriyle dolaşarak denizciliğe alıştı. Sonra yeniçeriliğe girdi. Belgrat seferine karıştı. Morava ve Hisarcık savaşlarında cesaretiyle büyük bir ün kazandı. Savaş dönüşünde yeniden denizciliğe başladı.

Bir Cezayir gemisinde iken düşman gemilerinden birine rampa etmişlerdi. Hasan’ın düşman gemisine atladığı bir sırada kendi gemisi dalgaların etkisiyle ayrıldı. Hasan düşman gemisinde kılıçlı ve hançerli düşmanlarla çevrili kalmıştı. Hasan tek başına on beş kadar tayfayı yere serdi ve diğerlerini de ambara hapsetti. Gemisi yeniden rampa ettiği zaman onun bu gemiyi almış olduğunu gördüler. Gemiyi ona verdiler. Onu “Dayılar” arasına yükselttiler. Şöhreti büsbütün arttı. Cezayir Paşası onu kıskanmaya başlayınca hayatını tehlikede gören Hasan, İspanya’ya kaçtı. Kralın yardımıyla İstanbul’a geldi. İstanbul’da kaptanlar arasına alındı.

1770’te Çeşme deniz savaşlarında Ruslara yenildiğimiz zaman yanan gemisini Rus amiralinin gemisine yanaştırarak iki Rus gemisini yaktı. Yaralı olarak kılıç ağzında denize atladı ve yüzerek sahile çıktı. Bu sıralarda altmış yaşlarında vardı. Bu yenilgi onu çok etkiledi. Ruslardan intikam almak için yeni bir girişimle Limni adasındaki Ruslara hücum etti ve onları yenerek adayı onların elinden kurtardı.

Bu kahramanlığı ona yeni ve büyük bir şöhret getirdi. Paşalığa yükseltildi. Kendisine altın çelenkle Gazi unvanı verildi. Az bir zaman sonra da Kaptanı Derya (Amiral) oldu.

80 yaşında Şumnu’da ölen Gazi Hasan Paşa denizde ve karada kahraman bir Türk aslanıydı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Harezmî

Harezmî, IX. yüzyılda yaşayan ve cebir alanında ilk defa eser yazan Müslüman Türk bilginidir.

Harezmî 780 yılında Harezm’de doğdu. Daha sonra ilim öğrenmek amacıyla, kendi döneminin ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Abbasi Halifesi Me’mun, Bağdat’ta kurduğu kütüphanenin (Darülhikme) idaresini kendisine verince, matematik ve astronomi kaynaklarını uzun süre inceleme imkanı bulmuştur.

Bağdat’taki bilimler akademisi Darülhikme’de görev alan Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında değerli çalışmalar yaptı.

Harezmî, ilk defa, birinci ve ikinci dereceden denklemleri analitik metotla; bir bilinmeyenli denklemleri de cebirsel ve geometrik metotlarla çözmenin kural ve yöntemlerini tespit etti. Matematikte ilk kez sıfır rakamını kullanan Harezmî, cebir bilimini metodik ve sistematik olarak ortaya koydu. Kendisinden önceki cebire ait konuları, yine ilk kez ‘cebir’ adı altında sistemleştirdi.

Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında çok sayıda eser yazdı.

Yeryüzünün çapına ait hesaplarını Kitâbu Sûreti’l-Arz adlı kitabında topladı. Bu eserde, Nil Nehri’nin kaynağını açıklayan Harezmî, Batlamyus’un astronomik cetvellerini de düzeltti.

Güneş ve ay tutulmasına dair incelemelerini topladığı Zîcü’l-Harezmî adlı eserinde ise, astronomi için gerekli trigonometri bilgi ve cetvellerini de verdi.

Harezmî, 850 yılında Bağdat’ta vefat etti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hüseyin Baykara

Hüseyin Baykara 1430 yılında Herat’da doğdu.

Uzun süre Cürcah Mazenderan hükümdarlığı yaptı. Sonra Horasan’da da hükümdar oldu. Baba ve ana soyundan Timurlenk’e uzanır. Büyük babası Mirza Baykara ve babası Mirza Mensur’dur. 36 yıl süren hükümdarlığı sırasında halkın sevgisini ve saygısını kazanmıştı.

Hüseyin Baykara, hükümdarlık vasıflarının en güzeli olan adaletle yönetmek, şiire ve şairlere değer vermek, kültürü korumak ve memleketinde sulh ve ataletin yerleşmesine çalışmak gibi özellikleriyle yüksek bir insan ve büyük bir hükümdardır.

Hüseyin Baykara bilime, sanata ve sanatkarlara değer veren, onları koruyan, adaleti seven büyük bir Türk hükümdarıdır. Kendisi de kahraman bir savaşçı olduğu kadar güçlü bir şairdi.

Hüseyin Baykara sarayına bilgin, sanatkar ve şairleri toplayarak bir Baykara Meclisi kurmuştu. Onun sarayında Türk ve İran edebiyatı büyük bir gelişme yolu buldu. Meşhur Ali Şir Nevaî, Hüseyin Baykara’nın en yakın dostu ve veziri idi. Baykara Meclisinde ünlü Molla Cami de bulunurdu. Hüseyin Baykara kendisi de bir şairdi. Meclisü’l-Uşşâk adlı bir eseri ile bir divanı vardır. Bu divanda Türkçe ve Farsça şiirleri toplanmıştır.

Hüseyin Baykara, Herat’ı bir kültür çevresi haline getirdi. Birçok okullar açtı. Oraya uzak yerlerden toplanan öğrencileri koruyarak onları hazinesinden verdiği para ile okuttu. Zamanında bilim ve edebiyat parlak bir döneme girdi.

Baykara, 1505 yılında öldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hacı Bayram Veli

Ünlü Türk mutasavvıfı ve ünlü Bayramiye tarikatının kurucusudur. 1352 yılında Ankara'nın Solfasol köyünde doğdu. Babası Koyunluca Ahmet Efendi idi. Çok iyi öğrenim gören Hacı Bayram Velî'nin yetiştirdiği bilginler arasında Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemsettin ve Bıçakçı Ömer Dede de vardır. Düşüncelerini temiz bir Türkçe ve hece vezni şiirler halinde yazan Hacı Bayram, 1436 yılında Ankara'da öldü. Ankara’daki Türbesi günümüzde de başlıca ziyaret yerlerindendir.

Evliyalar babası Hacı Bayram Velî, 1352 baharında Ankara'nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı Numan idi. Daha dünyaya gözlerini ilk açtığı gün kısmetini de beraber getirmiş, Solfasol'un kurak toprağına o gün doya doya rahmet yağmıştı.

Küçük Numan, nur topu gibi bir çocuktu. Büyüdükçe, öteki çocuklardan farklı, çok daha akıllı, uslu olduğu konu komşunun gözünden kaçmıyordu. Okumayı, yazmayı kendi kendine. öğrendi. Bıyıkları henüz terlemeye başlayınca, uzaklara gitmek, ilmi ve irfanı ünlü medreselerde aramak istedi. İçinde, vazgeçilmez bir arzuydu bu. Bir bahar sabahı, köyden yolcu ettiler onu.

Hacı Bayram Velî'nin hayat hikâyesi burada kopar. Nerede okuduğunu, kimden, ne zaman ders aldığını bile yok. Kendi de hiç bahsetmezdi. Soranlara sadece “Hak yolunda yürürüz. Rabbim, yardımcımız olsun” derdi...

Yıl, 1387. Ankara'nın adı o zaman Engürü idi. Engürü'de Kara Medrese adında bir medrese vardı. Gerçi büyüklüğü orta karardı ama, o yıl yetmez oldu. Çünkü, bu medresede ders okutmaya başlayan genç alimin tatlı dilini, hoş sohbetini, derin bilgisini kim, duyduysa koşmuştu. Bu genç âlim, Solfasollu Numan'dan başkası değildi. Cevabına dudak büktüğü sual yoktu. Şöhretten, itibardan yana ne gerekse bulmuştu. Ama bir hoştu içi.

Zaman, zaman gönlü bulanır, dünya gözünde küçülür, yaşamak anlamsız, hattâ bir hiç oluverirdi. Kayseri'den gelen Şeyh Şuca-i Karamanî ile işte böyle bir gününde karşılaştı. Karamanî ona, Somuncu Baba adıyla çok ünlü, şeyh Hamit Hamideddin'den bir davet getirmişti. “Mürşidimiz seni ister” diyordu. “Akıl ve bilgi yolu güzel yoldur” diye buyurdu.

Bir gece önce gördüğü rüya doğru çıkmıştı. Medresede bunca talebeyi topladı. Hepsiyle ayrı ayrı helalleşti. O gece yola koyuldular. Büyük mürşitlerin, büyük müritlerle nasıl buluştuğu, neler konuştuğu daima “sır”dır. Numan'ın, Şeyh Hamideddin ile görüşmesi de sır oldu.

O günden sonra, Solfasollu Numan ile Şeyh Hamideddin hiç ayrılmadılar. Diyar diyar beraber dolaştılar. Hicaz'a da beraber gittiler. Solfasollu Numan okuyor, derinleşiyor, öğrendikçe, bildikleri bir katre gibi küçülüyordu gözünde.

Nihayet, hocası şeyh Hamideddin'i Aksaray'da toprağa verdiği gün, içinde bir alevin parladığını hissetti. İşte, asıl kişiliğini o gün buldu. Hacı Bayram Velî'nin işte o gün erdiği söylenir:

Artık gürül gürül çağlayan bir pınar gibi, tasavvuf denizine dökülecekti. Aksaray'dan, tekrar Engürü'ye döndü. Doğruca Kara Medrese'ye gitti. Geldiğini kim duyduysa koşuyor, hüngür hüngür ağlıyordu. Onun etrafında kendiliğinden ünlü bir tarikat doğdu. Adına Bayramiye tarikatı dediler. Numan adı unutuldu. Herkes onu Hacı Bayram Velî olarak tanıdı, bildi.

İlk sosyal adaleti o getirmişti. Müritlerinin hepsi iş, güç sahibiydiler. İşsiz güçsüzleri tarikata almazdı. Bayramiye tarikatına girebilmek için mutlaka çalışmak, kısmetini alın terinde aramak şarttı. Ankara'da güzel bir âdet yaratmıştı. Sık sık dervişlerini toplar; önde Bayramiye alemi, arkada kudümlerle çarşı pazar dolaşırdı. Esnaf, karınca kararınca, dervişlerin sırtına asılı keşküllere para atardı. Hacı Bayram Velî, toplanan bu parayla hastalara, sakatlara bakar, yetimlerin yüzünü güldürürdü.

Bayramiye tarikatı bir çığ gibi büyürken, II. Sultan Murat'ı endişeye düşürdü. Araya fitne girmişti. “Yakalayın, getirin” diye ferman buyurdu. Bu ferman, Hacı Bayram Velî'nin içine doğmuştu. Sarayın adamları Ankara'ya yaklaşırken, onları yolda karşıladı. Bir hışımla gelenler, nur yüzlü bu muhterem dedenin karşısında, âdeta bir türbe mumu gibi eridiler. Ellerine sarılıp öptüler. “Varalım, Hünkâr'a haber edelim. Sen gazaba uğrayacak kişi olamazsın” dediler. Ancak o, başını salladı. “Hayır” dedi “Ferman, fermandır. Gidelim...”

II. Sultan Murat da, onu görür görmez işlediği hatayı anladı. Gazaba gelmek şöyle dursun, baş köşeye buyur etti. Hacı Bayram Veli, o günden sonra nice ulemanın da hocası oldu, Bunların arasında Fatih Sultan Mehmet'i yetiştiren Akşemseddinde vardı.

Evliyalar babası, yaşlanınca, Ankara'da dergâhına kapandı. 1436 yılında orada vefat etti. Her gün pek çok kişinin ziyaret ettiği türbesi Ankara'dadır.

Hacı Bayram Velî'nin Türkçe divanı, bugüne değin elimize geçmiş değildir. Onun ancak birkaç şiiri bilinmektedir. Bu şiirlerinden biri şöyledir:

N'oldu bu gönlüm, n'oldu bu gönlüm
Derd-ü gam ile doldu bu gönlüm.
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada derman buldu bu gönlüm.
Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan,
Yanmadan oldu derdime derman.
Pervane gibi, pervane gibi
Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm.
Gerçi ki yandı, gerçi ki yandı
Rengine aşkın cümle boyandı.
Kendinde buldu, kendinde buldu
Mâtlubunu hoş buldu bu gönlüm.
“Bayram'ın imdi, Bayram'ın imdi,
Bayram ederler yar ile şimdi
Hamd-ü senâlar, Hamd-ü senâlar
Yar ile bayram kıldı bu gönlüm.
Hacı Bayram Velî'ye göre; olgun insan, gerçek insan, kendi benliğinden sıyrılmalıydı. İnsanın, bütün varlık türlerinin özünde Allah’ı görmesi, her şeyden önce de kendini bilmesi gerekirdi. Kendini bilen Allah’ı bilirdi.

Bir şiirinde şöyle diyordu:
Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil, sen seni ..
Kim bildi ef'alini
O1 bildi sıfatını,
Anda gördü zâtını
Sen seni bil, sen seni..
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil, sen seni...
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hacı İlbey

Türkler kısa bir zamanda, Marmara kıyılarını baştanbaşa fethedince bu kıyılardan gözlerini Avrupa kıtasına diktiler. Selçuklular zamanında Anadolu’nun birliğini tehdit eden haçlı orduları bu kıtadan gelmişlerdi. Bu haçlı orduları tam dört defa Anadolu’ya geçerek, Türk topraklarını kana boyamışlardı. Eğer Türk kahramanı Kılıçaslan olmasaydı Avrupalı Hıristiyanlar Anadolu’nun her bölgesine yerleşeceklerdi.

İşte bu sebepledir ki Türklerin, Anadolu’nun birliğini sağlamak için Rumeli topraklarına geçerek, bir sınır teşkil etmeleri gerekiyordu. Bursa dolaylarında yeni kurulmuş olan Osmanlı devleti, bu bölgeleri emniyet altına almadan büyük ve kuvvetli bir imparatorluk haline gelemezdi. Bunun değerini iyi bilen atalarımız Avrupa kıtasına gözlerini diktiler. Bu gayenin gerçekleşmesi için Orhan Gazi, oğlu Süleyman Paşa’yı Rumeli’nin fethine memur etti.

Süleyman Paşa kumandasındaki Türk kuvvetleri Gelibolu yarımadasına çıkarak Avrupa topraklarına ayak bastılar. Edirne dolaylarına kadar bu araziyi Türk hakimiyetine soktular. Fakat Süleyman Paşa avlanırken atından düşerek vefat etti. Bunun üzerine Rumeli’ndeki kuvvetlerin başına Hacı İlbey ile Evrenos Gazi tayin edildiler. Diğer küçük kıtaların kumandanları da Aksungur. Ecebey, Kara Demirtaş Paşa, Kızıloğlan, Balabancıkoğlu, Gazi Fazıl Beylerdi.

Bu kahramanlar, kuvvetlerinin başında Doğu Trakya’nın şehirlerini teker teker fethetmeye başladılar. Fakat bu kumandaların en zekisi Hacı İlbey’di.

Hacı İlbey, Balıkesir’de 1305 yılında doğmuştur. Babası Karesi Beylerinden biriydi. Hacı El, Karesi Beyi Dursun Beyin emirlerindendi. Hacca giderek hacı olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karesi Osmanlılara geçince, bu vilayetin valiliğine oğlu Süleyman Paşayı tayin etti. Bu zaman Evrenos Gazi ile Hacı İlbey de onun maiyetine girdiler. Süleyman Paşa ile Rumeli’ne geçtiler.

Murat Hüdavendigar tahta çıkınca, Hacı İlbey’i Rumeli’ne kumandan tayin etti. Hacı İlbey’in ilk işi Dimetoka’yı fethetmek oldu. Bundan sonra sırasıyla İskeçe, Kavala, Drama, Yenice, Dedeağaç ve Serez şehirlerini fethetti. Batı Trakya’nın fethinde Türk yiğitleri kanlarını dökerek bu toprakları Anavatana kattılar.

Bu bölgeler fetholununca Murat Hüdavendigar, Anadolu’dan bir çok Türk aşiretlerini Rumeli’ne gönderip, buralara yerleştirdi. Bu başarıları gören Murat Hüdavendigar, bu defa Hacı İlbey’e, Lala Şahin Paşa’ya, Kutlu Bey’e, Sarıca Paşa’ya, Kutlu Boğa’ya, Ayne Bey’e, Paşa Yiğit’e ve Firuz Bey’e, yeni kuvvetler vererek fetihleri genişletmeleri için emir verdi.

Hacı İlbey, kuvvetlerini alarak Edirne şehrini fethetti. Doğu Trakya’nın en önemli şehri elimize geçince Murat Hüdavendigar, hükümet merkezini Bursa’dan Edirne’ye nakletti. Bundan sonra Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Lüleburgaz Türk topraklarına tamamen katıldı. Akıncı müfrezeleri de Bulgaristan’a girerek Filibe’yi aldılar.

Osmanlı Türklerinin Avrupa kıtasında baş döndürücü bir şekilde fetihlerde bulunduklarını gören Balkan devletleri ve bilhassa Bizanslılar dehşete düştüler. Bu devletler Avrupalılara müracaatta bulundular. Bilhassa Bizans İmparatoru, Papa V. Urban’a müracaat ederek yardım istedi.

Anadolu Selçuklularına karşı büyük haçlı seferleri yapmış olan Hıristiyanlar, bu defa da Osmanlı Türklerine karşı büyük bir haçlı seferi tertip ettiler. Bu haçlı seferine Macarlar, Bulgarlar, Sırplar ve Ulahlar katıldılar. Bulgarların başında kralları Şişman, Romenlerin başında kralları Mirçe, Macarların başlarında kralları Layoş, Sırpların başında ise kralları Urus bulunmaktaydı. Altmış bin kişilik bir kuvvet, Sofya Ovası’nda toplandı.

O zamanlar Murat Hüdavendigar, Lala Şahin Paşa’yı Rumeli Beylerbeyi tayin etmişti. Lala Şahin Paşa, bu muazzam kuvvetin karşısında telaşa düştü. Bursa’ya haber salarak , Padişahtan yardımcı kuvvet istedi. Anadolu’da bir ordu hazırlandı. Fakat Venedikliler Çanakkale Boğazını kapattıklarından bu ordu Avrupa yakasına geçemedi. Fakat Lala Şahin Paşa, çok zeki ve tecrübeli olan Hacı İlbey’i on bin kişilik bir kuvvetle keşfe gönderdi.

Hacı İlbey, yürüyüşünü gizlemek suretiyle harekata devam etti. Gündüzleri ormanda uyuyorlar, geceleri ise yol alıyorlardı. Haçlı ordusu ise Filibe’den kalkıp, Meriç Nehrinin civarında bulunan bir ovaya karargahlarını kurdular. Bu müttefik Haçlı kuvvetleri, Türkleri Rumeli’den attıktan sonra Kudüs’e gidecekler ve orayı zaptedeceklerdi. İşte bu derece kendilerine güveniyorlardı.

Ancak karşılarında bir Türk ordusu bulunduğunu hiç düşünmüyorlardı. Askerlikte acemi ve bir birini tanımayan bir ordu, hiçbir emniyet tertibatı almadan karargah kurmuşlardı. Bu hal ise ordu için en büyük bir tehlike idi.

Hacı İlbey on bin kişilik kuvvetiyle sessizce karargahın civarında bulunan bir ormanda gizlendi. Akşam olunca düşman ordusu güvenli olarak içmeye ve zevke daldılar. Filibe bağlarının üzümünden yapılmış şarapları içiyorlar, raks ediyorlardı. Düşman karargahı adeta bir düğün evine dönmüştü. Gece yarısına doğru hepsi sarhoş olup, bir köşeye sızmışlardı.

Düşmanın bu halini gözleyen Hacı İlbey her şeyin kıvamında olduğunu görerek askerlerini taarruza hazırladı Gün doğmaya iki saat kala mehter takımına gürültülü bir hava çaldırdı. Gecenin karanlığında ormanın sessizliği içinde zurnalar ve davulların sesleri ortalığı bir velveleye verdi. Sanki düşman karargahını periler, cinler basmıştı. Bundan sonra bütün askerler hep bir ağızdan tekbir getirmeye başladılar. Bu korkunç sesleri duyan düşman askerleri silahlarına sarıldılar. Her milletin askeri çeşit çeşit elbise ve serpuş giydiklerinden birbirlerini tanımıyorlar, karşılarına gelenleri Türk zannederek kılıç sallıyorlar, birbirlerini öldürüyorlardı.

Bu hal devam ederken Türk askerleri ne tek bir silah attılar, ne de yerlerinden kımıldadılar. 60,000 kişilik düşman ordusu birbirini yiyip bitirdiler. Bu manzarayı Türk askerleri ormandan seyrediyorlardı.

Bu olay Hacı İlbey gibi bir askerî dehanın yeni bir harp taktiği olmuştu. O güne kadar tarihte bu şekilde bir zafer kazanılmamıştı. Düşmandan canını kurtaranlar kendilerini nehre atarak, suların içinde boğuldular. Macar Kralı kaçmaya muvaffak oldu. Kral, bu harpten o derece korkmuş olacaktı ki, memleketine gider gitmez dostlarına, “kurtuluşumu boynumda asılı olan Meryem Ana resmine borçluyum” dedi. Ve bu korkusuna işaret olmak üzere bir de kilise yaptırdı. Aynı şekilde diğer milletlerin kralları da kaçmak suretiyle canlarını kurtardılar. Altmış bin kişilik bir ordu bir Türk dehası karşısında eriyip gitti. Türkler bu harbe “Sırp Sındığı” adını verdiler. Savaş 1363 yılında Türklerin zaferi ile sona erdi. Bu savaştan sonra, Türklerin eline ganimet olarak birçok silah, çadır vesaire gibi şeyler geçti. Sırp Sındığı zaferi üzerine Türk yurdunun her tarafında şenlikler yapıldı.

Hacı İlbey, Türk Milletinin zekasını dünyaya tanıtan bir destan yazdı. Fakat bu eşsiz kahramanın bu başarılarını çekemeyen Lala Şahin Paşa, onu 1363’te zehirletmek suretiyle öldürttü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Haydar Aliyev

HALKINA ADANMIŞ BİR HAYAT
10 Mayıs 1923'de Nahcivan'da bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Azerbeyacan Devlet Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu. 1941-1944 yılları arasında Nahcivan Otonom Cumhuriyeti'de önemli mevkiler işgal etti. 1944'den sonra Devlet Güvenlik Komitesi'de (KGB) çalıştı. 1967-1969'da Komite başkanı oldu. Devlet Güvenlik Komitesi'de bu göreve gelen ve rütbesi generalliğe yükseltilen ilk Azeri'dir.

Haziran 1969'da Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci sekreterliğine seçildi. 1982 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu ondört yıl ülkenin ekonomik ve kültürel kalkınmasında unutulmaz yıllardır.

1982 yılında Sovyetler Birliği Başbakanlık birinci yardımclığına geldi. 1987'ye kadar bu görevde kaldı. Aynı zamanda Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi oldu. Yirmi yıl süren Sovyetler Birliği Parlamento üyeliğinin son beş yılını parlamento başkan yardımcısı olarak geçirdi.

1990'da Azerbaycan ayaklanması sonucundaki Sovyet müdahelesini kınadı ve suçluların cezalandırılmasını talep etti. Daha sonra Komünist Partisi'nde istifa etti. Bunun sebebi Ocak 1990'daki katliamın sorumlularının cezalandırılması talebinin reddedilmesiydi.
Bu arada Haydar Aliyev Azerbaycan milletvekili oldu. 1991-1993 yılları arasında Nahçivan Otonom Cumhuriyeti Meclis başkanı oldu, aynı zamanda milletvekilliği devam etti. Haziran 1993'de ülke iç savaşın eşiğinde iken ülkeyi normale döndürmesi için Bakü'ye resmi olarak davet edildi.

15 Haziran 1993'de Azerbaycan Yüksek Konseyi başkanlığına seçildi, hemen sonra Milli Meclis'in kararı ile cumhurbaşkanı seçildi. Bu dönemdeki akıllıca kararları ile iç savaşı önledi ve Azerbaycan birliğini sağladı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Halide Edip Adıvar

1884 yılında İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Kolejini bitirdikten sonra Rıza Tevfik, Salih Zeki gibi şöhretlerden felsefe, sosyoloji ve matematik dersleri aldı. Çeşitli okullarda öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Üniversitede Batı Edebiyatı dersleri verdi. Anadolu hareketlerine katıldı. Onbaşı ve çavuş oldu. İkinci kocası Dr. Adnan Adıvar'la Amerika'ya gitti. Onbeş sene gurbette dolaştı. 1964 yılında 80 yaşında vefat etti.

Halide Edip, kendisine öğretmenlik yapmış olan Matematikçi Salih Zeki Bey'le evlenmişti. İlk yazıIarı “nesir-şiir” halindedir. İlk romanları basit, biyografi romanlarıdır. Kadın ruhunu Handan’da çok iyi anlatır. Kalb Ağrısı, Zeynonun Oğlu, Mev'ut Hüküm bu tipte eserlerdir. Daha sonra, Kurtuluş Savaşıyla ilgili Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek gibi sosyal amaçlı ve Ziya Gökalp'ın fikirleriyle yoğrulmuş Yeni Turan gibi romanlar da yazmıştır.

Mütareke yıllarında, Sultanahmet Meydanı'ndaki Kadınlar Birliği'nin tertiplediği büyük mitingte söylediği heyecanlı nutukla halkın içine kurtuluş uğrunda savaş ateşini salmıştı. Bunu hem Sinekli Bakkal romanında, hem Türkün Ateşle İmtihanı adlı hatıralarında gayet canlı bir dille anltmıştır.

Oysa Halide Edip o sıralarda Türkiye'yi Amerika koruyucu1uğu altına sokacak bir “manda” yönetimi taraflısıydı. AnadoIu'ya katıldıktan sonra bu fikirleri değişmiş ve Atatürk'ün yakınlığı ona gerçekleri göstermiştir.
Ancak, Adnan Adıvarla evlendikten sonra, cumhuriyetin ilk devirlerinde yapılanları beğenmedikleri, ve Atatürk'e söz geçiremedikleri için yurt dışına çıktılar. On beş yıl, Avrupa ve Amerika'da, Türk devrimlerini tanıtacak konferanslar, dersler verdiler. Ne var ki, bunların hepsi de gerçekten övücü ve tanıtıcı olmadığı için memlekete ancak Atatürk'ün ölümünden sonra dönebildiler.

Yurt dışındaki çalışmalarının en güzel ürünü, Londra'da yayınlanan The Daughter of the Clown (Soytarının Kızı) adlı romanı oldu. Daha sonra da eseri genişleterek Sinekli Bakkal adylı Türkçe olarak yazdı. Bu eser, YakupKadri Karaosmanoğlu'nun Kiralık Konak’la başlattığı çevre romanı tarzının dilimizde en başarılı örneğidir.
Halide Edip Adıvar; edebiyatımızda ilk opera librettosu yazan kadın sanatçıdır. 1918'de yayınlanan ve Hazret-i Yusuf hikâyesini konu edinen “Ken'an Çobanları”, daha sonra bestelenmiştir.

Hikâye ve romanlarının en önemli nitelikleri heyecanlı, sürükleyici bir üslupla yazılması, gözlemlerinin gerçekçi ve doğru olması ve kompozisyon sağlamlığıdır. Kadın karakterleri birbirine benzer. Hep aynı kuvvetli kişiliği olan kadını ele almıştır ki bu da tamamiyle kendisinin portresidir. Yalnız üslubu oldukça düzensizdir. Yazdıklarını bir daha okumadığını, kendisi söylemektedir.

Daha 1918'de, Ruşen Eşref Unaydın'ın “Diyorlar ki” isimli anketine verdiği cevaplarda Fazıl Ahmet Aykaç, onun için şu doğru teşhisi koyuyordu:
“Halide Hanım, sizi vaat ettiği güzel bir manzaranın karşısına götürüyor. Fakat oraya kadar ayaklarınız ve ayakkabılarınız sağlamsa yürüyebilirsiniz. Çünkü yol o kadar taşlı, o kadar çapraşık, o kadar dikenli ki. Üslup gayet karışık, fakat arkasında yeni, uyanık bir ruh var. Nasıl söyleyeyim? Halide Hanım'ın kitapları lezzetli, ama kılçığı bol bir sardalya gibidir.”
Yazarın burada söylediği o “yeni ruh”, gerçekte, o zamana kadar Fransız romanı tahlilciliğine alışmış olan edebiyatımıza, ruh tahlillerini yansıdıkları olaylarda gösteren Anglo-Amerikan roman tekniğinin tatbik edilmiş olmasıydı. Eğitiminin doğal bir sonucu olarak, Halide Edip Adıvar, bizde bu çığırı ilk deneyen sanatçıdır.Halide Edip Adıvar, ikinci eşi Dr. Adnan Adıvar ile birlikte, 1926-1939 yılları arasında İngiltere ve Fransa'da yaşamıştır. Bu arada, Amerika'ya davet edilerek, Amerika'nın başlıca üniversitelerinde Yakın Şark Fikir Tarihi’ne dair konferanslar vermiş, hatta 1931-1932 yılları arasında, Columbia Üniversitesi'nde misafir profesör olarak dersler vermiştir.
1935'te de Hindistan'da Delhi Üniversitesi'ne misafir profesör olarak davet edilmiş, Kalküta, Benares, Haydarabat, Aligar, Lahor ve Peşaver üniversitelerindeki konferansları büyük ilgi uyandırmıştır. Gerek Amerika'da, gerekse Hindistan'daki konferansları, üniversiteler tarafından kitap halinde bastırılan büyük edip, 1939'da İstanbul'a dönmüş, ertesi yıl da Edebiyat Fakültesi'nde İngiliz Edebiyatı Kürsüsü'nün başına geçmiştir.
Halide Edip, 1942'de Sinekli Bakkal’la CHP Roman Ödülü'nü kazanmıştı. Eserlerinden Ateşten Gömlek 1923 ve 1949'da iki defa (Aktris Bedia Müvahhit, ilk defa bu filmde sinemaya başlamıştır), Vurun Kahpeye 1949 ve 1955'te, Yolpalas Cinayeti 1956'da, Sinekli Bakkal 1967'de filme alınmıştır. Bu son eser, 1968 yılına kadar yirmi altı defa basılarak rekor kırmıştır. Öte yandan, Sinekli Bakkal romanının İngilizce'ye, Norveç ve Felemenk dillerine çevirileri de, batı ülkelerinde büyük ilgi uyandırmış, takdirle okunmuştur.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hoca İshak Efendi

Hoca İshak Efendi, Yanya’nın Narda kasabasında doğdu. Doğduğu yıl kesin olarak belli değildir. 1834 yılında öldü.

Hoca İshak Efendi, XIX. yüzyıl başlarında memlekete teknik bilgilerin yayılmasında büyük hizmetleri olmuş bir Türk bilginidir.

Hoca İshak, yüksek bir öğrenim ve eğitim içinde yetişti. Güçlü bir zekası ve hafıza gücü vardı. Matematiğe ve dile karşı yeteneği büyüktü. Türkçe, Arapça, Farsça, Yunanca, Fransızca, Lâtince ve İbranice dillerini çok iyi biliyordu.

1815 yılında Mühendishane’ye hoca oldu. Divanı Hümayun tercümanlığı ve benzeri devlet görevlerinde bulundu. Ancak onun en büyük hizmeti, memlekette teknik bilgilerin yayılmasına çalışmasıdır. Teknik alanda on bir kadar eser yazdı. En önemli eseri Mecmua-i Ulûm-u Riyâziye adlı dört ciltlik matematik kitabıdır. Diğer eserleri fizik, kimya, geometri ve istihkâm bilgileri üzerinedir. Birçok kimya ve fizik terimlerini kendisi icat etmiştir.

Mühendishane’de ve Tophane’de yapılan silâh ve mermileri, çeşitli yerlerde yapılan bina ve istihkâmları kontrol edip onlara yeni yönler vermekle Hoca İshak’ın memlekete büyük hizmetleri oldu. Çalışmayı çok sever ve memlekete yeni bilgilerin ve düşüncelerin gelmesini çok isteyen bir insandı. Hoca İshak Efendi’nin memleketin teknik tarihinde çok önemli bir yeri vardır
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Itrî

Klâsik Türk müziğini kubbe kubbe coşturan, yücelten, ilâhî bir ses, bir nefes olup gönülleri büyüleyen büyük Türk bestekârı Itrî'yi saygıyla anmak gerek...
Bayram Tekbîri ve Salât-ı Ümmiye’siyle minarelerden kandil kandil yere yağan, Na’t-ı Mevlâna'sıyla Mevlâna misali âşık olan, âşkla dolan büyük müzisyen Itrî, yarattığı şaheserlerle, daha çok kitaplarda değil, Türk Milletinin gönlünde ve dilinde yaşamıştır. Bu yüzden doğduğu yıl kesin olarak bilinemiyor.
XVII. yüzyılın ortalarında, yaklaşık olarak 1640 yıllarında, İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi yakınında, Yayla diye anılan semtte doğdu. Asıl adı Mustafa olup Itrî mahlasını şiirlerinde kullanmıştır. Mustafa, zengin ve kibar bir aileden gelir. Müziğe karşı büyük bir aşkı vardı.
Genç yaşındayken iyi bir öğrenim görerek, zamanın konservetuarları sayılan mevlevîhanelere devam ederek mevlevî olmuş, devrin müzik ustalarından ders almıştır. Bu ustaların başında, büyük bestekâr, Tanburî Hafız Post da vardır.
Itrî'nin ney üflediğine ve Galata Mevlevîhanesinde bir süre neyzenbaşılık yaptığına dair bir hikâye vardır.

Buna göre:
Sultan IV. Mehmed zamanında, İstanbul Galata Mevlevîhanesine Derviş Çelebi, şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyularak şeyhin posta oturacağı gün, mukabele denen büyük bir ayin düzenlenir. Ayinden önce, dergâh şeyhini tebrik için gelenler, değerli hediyeler de getirirler. Ayinin yapılacağı “Semâhane” bu hediyelerle dolup taşar. Ayin başlamak üzeredir, derken kapıdan soluk soluğa, saz gibi sararmış, boynu büyük, fakir genç bir derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. (Bu da kim?...) diye birbirlerine bakışırlar. Derviş, ince bir tevazu ve edeple, şeyhin elini öper, sonra da koynundan bir ney çıkararak:

* Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niyâzımı bir hediye olarak kabul buyurunuz efendim. der ve şeyhe uzatır. Şeyh, neyi alır, öper, dervişe sorar :
* Adın nedir senin?
* Derviş Mustafa kulunuzum. Itrî de derler.
* Bu ney senin mi?
* Eyvallah!
* Üfler misin?
* Eyvallah...!

Itrî ney'ini üflemeğe başlar. Birdenbire sesler susar, tüm davetliler kulak kesilir neye... Bu bir ses, bir nefes değil, yürekten dökülen âşk nağmeleri... Itrî üfledikçe coşar, coşturur, ney inledikçe hıçkırıklar artar, gönüller düğüm düğüm çözülür, koca salonda çıt çıkmaz. Neden sonra Itrî'nin artık nefesi tükenmiştir. Başı şeyhin dizlerine düşer. Şeyh, onu alnından öperek, ayağa kaldırır.

* Biz postun bahtında, sen dostun gönül tahtında oturuyorsun. Tanrı âşk derdini arttırsın. Aferin Itrî... diye iltifatlar eder.
Itrî, o günden sonra, bir süre dergâhın neyzenbaşısı olarak, Naat-ı Mevlâna'yı burada besteler.

Itrî, aynı zamanda üstad bir şairdir. Şiirlerini bir arada toplıyan Divân'ı ele geçmemiş ise de; dağınık şiirlerinden bu konuda oldukça ileri olduğu anlaşılmaktadır.
Devrin padişahı Sultan IV. Mehmed, Kırım Hanı Gazi Selim Giray, Itrî'yi takdir eden, onu sarayına alan devlet büyükleri arasında gelir.
Osmanlı Sarayındaki fasıllara katılan Itrî'nin binden fazla eseri olduğu söylenirse de, bugün bunlardan ne yazık ki, çok azı elimizdedir. Dinî eserleri arasında Bayram Tekbiri gerçek bir şaheser olarak, Türkiye sınırlarından taşmış, İslâm memleketlerinde de okunmuştur. Her mevlevî ayininin başında okunan rast makamındaki Naat-ı Mevlâna ise ölümsüz eserlerinden biri olmuş, üç yüz yıldan beri okuna gelmiştir. Dindışı eserleri arasında çeşitli besteleri fasıllarda baş tacı edilmiş, Türk müziğinin çiçekli bahçesi olarak tanımlanmıştır. Güftesi Nef-î'nin olan:

“Tûtî-i Mû'cize-gûyem, ne desem lâf değil...” adlı segâh yürük semâîsi, yine güftesi Nâbi'nin olan:
“Gel ey nesîm-i sabâ, hatt-ı yardan ne haber...” adlı İsfahan zencîr bestesi ve daha otuzdan fazla bestesi ile Itrî, sözde ve sazda, Klâsik Türk Müziği’nin zirvesine çıkmış, adını anıtlaştırmıştır.

Itrî müzikten başka bahçe ve meyveye de meraklı idi. Tabiatı seviyordu. Bahçesinde o zamana kadar görülmemiş çiçekler ve meyveler yetiştiriyor, yeni cinslerde yeni renkler, yeni lezzetler ve yeni rayihalar vücuda getirmek istiyordu. İstanbul’un ünlü “Mustabey Armudu”nu ilk defa Itrî yetiştirdi.
Itrî'nin doğum tarihi kesin olarak bilinemiyorsa da, ölüm tarihi kesindir. Yetmiş yaşına doğru, 1712 yılı Ocak ayında İstanbul'da ölmüş, Yeni Kapı Mevlevihanesi dışına gömülmüştür. Mezarının yeri de kesin olarak bilinememektedir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İbni Sinâ

Büyük Türk bilginidir. Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu. Kafası öylesine doluydu ki, uyanık iken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu.Bir keresinde, Aristo metafiziğini inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken sergide bir kitap gördü. Mezat tellâlı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellâlının bildiği kitabı bilememek, İbni Sînâ'ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sînâ, kendisine tavsiye edilen Fârabî'nin Aristo'ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: “Şükür sana Yârabbi!” diye secdeye kapandı ve Fârabî'nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa, İbni Sinâ doğduğu zaman Fârabî otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.
Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphenisinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.
İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Fârabî'yi' ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslâm ilmi olan Kelâm ile, yâni Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabî'nin kurduğu temel Gazâli'nin yorumuyla gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tip ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağda uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kelâm meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.
Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrıyı ve kâinatı mutlak şekilde anlamaya elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sînâ'ya göre Tanrıdan yansıyan bir delildir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.
İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.
İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.
İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Erzurumlu İbrahim Hakkı

Erzurumlu İbrahim Hakkı 1705 yılında Hasankale'de doğdu. Osman Efendi adlı bir şeyhin oğludur. Babası saygın bir mutasavvıf idi ve İbrahim Hakkı'yı iyi bir eğitimle yetiştirdi.

İbrahim Hakkı olgun bir düşünürdü. Yetmişten fazla eser yazdı. Eserleri arasında en meşhuru olan Marifetname adlı eseri, yaşadığı dönemin bütün bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir eserdir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname adlı eseriyle insanlara önce çevrelerindeki eşyayı, daha sonra kendilerini ve en sonunda da Tanrıyı bildirmeyi amaçlıyordu. Kitabın içindeki Kıyafetname adlı bölüm ise bir çeşit görgü bilimidir.Erzurumlu İbrahim Hakkı, dar çevresi içinde tasavvufu ve Doğu felsefesini öğrenmişti. O, derin düşüncesiyle cisimlerin birleşmesini, hayatın doğuşunu, cinslerin gelişmesini yepyeni bir görüşle ortaya atmıştı.
Ona göre Tanrı önce "Kendi nurundan bir cevher var edip, andan cemi kainatı tedric ve tertib ile halk etmiştir; buna Cevher-i Evvel denir."

Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya göre, bütün varlık küre şeklindedir: "Alemin her ne tarafına nazar olunsa şekli muhaddep görünür." "Arzda ve semada müşahede olunan bütün şekiller yuvarlaktır". Einstein bu görüşü ondan çok daha sonra matematiksel yollardan göstermiştir.İnsanların nazarında çok önemli bir yer işgal eden Marifetname adlı eseri defalarca basılmıştır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı 1771 yılında vefat etti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kadı Burhaneddin

XIV. yüzyılda Anadolu, Anadolu Beylikleri adıyla, bölge bölge kurulan Türk Beyliklerinin idaresi altındadır.Selçuklu Devletinin çöküşünden sonra türeyen, her biri kendi başına buyruk, her biri bağımsız, büyüklü küçüklü bu beylikler, tek bir devlet gücüne bağlanıncaya kadar, birbirleriyle sürekli olarak çatışmışlardır. Aralarında birlik olmayınca, Anadolu'da dirlik de olmamış, halk sürekli bir huzurun özlemini çekmiştir.
Hele iki beylik vardı ki, bunlar ötekilerinden daha büyük, daha güçlüydüler.

Biri Karamanoğulları, öteki Osmanlılar... Bunlar devamlı çatışıyor, çevrelerindeki küçük beylikleri sık sık birbirleri aleyhine kışkırtıyorlardı. Anadolu'nun Kayseri, Sivas kesimini ellerinde bulunduran Eratna Beyliği bu küçük beyliklerden biriydi.
İşte bu yıllarda, Kayseri'de, Şemseddin Ahmed adında ünlü bir kadı vardı. Adaletiyle, bilgisiyle tanınmış, sevilmişti. 1344 yılında Şemseddin Ahmed'in bir oğlu dünyaya gelmiş, bu sevimli çocuğa Burhaneddin adı verilmişti. Türk Edebiyatının büyük divân şairi, devrin seçkin bilim ve devlet adamı Kadı Burhaneddin işte bu çocuktu.
İlk öğrenimini babasından yapan Burhaneddin, daha 14 yaşlarındayken ana dili Türkçe’den başka Arap ve Fars dillerini, mantık ve hikmet gibi bilimleri, yaşından beklenmeyen bir ölçüde öğrenmişti.

Kayseri'de gördüğü öğrenimini yeterli bulmayan Burhaneddin, bir gün azığını aldığı gibi, yollara düşmüş, önce Kahire'ye, daha sonra da Halep'e gelerek öğrenimini tamamlamıştı. Onun gurbet hayatı 6 yıl sürmüş, 1364 yılında babasının ölüm haberini alır almaz Kayseri'ye dönmüştü.
Kayseri'de Kadı Şemseddin Ahmed'in yerine oturacak, adaleti onun gibi, ince eleyip sık dokuyacak kimse yoktu. Oğlu Burhaneddin ise o zaman 20 yaşındaydı. Gençti, tecrübesizdi ama, bilgisi ve zekâsıyla herkesi kendisine hayran bırakıyordu. Çok geçmeden Kayserililer onu babasının makamına oturtuverdiler. O günden sonra Kadı Burhaneddin adını aldı. Bununla da kalmadı. Eratna Beyi Gıyaseddin Mehmed'e damat oldu.
Gıyaseddin Mehmed'in kısa bir süre sonra öldürülmesiyle Eratna Beyliğinin başına oğlu Alâeddin Ali Bey geçmişti. Alâeddin Ali Bey, genç eniştesi Kadı Burhaneddin'i kendisine vezir tayin etmekte gecikmedi. Kadı Burhaneddin bir yanda devlet işlerini yürütürken öte yanda durmadan okuyor, öğreniyor, kitaplar yazıyor, tasavvuf ve edebiyatla uğraşıyordu.
1380 yıllarına doğru Eratna Beyi Alâeddin Ali Beyin ölümüyle yerine 7 yaşındaki oğlu tahta çıkmıştı. Bu durum sürekli karışıklıklara neden olmuş, Kadı Burhaneddin, halkın da isteği ve ısrarı üzerine idareyi eline alarak bağımsızlığını ilân etmiş ve Sivas'ta tahta oturmuştu.Onun 18 yıllık saltanatı, yine karışıklıklar, savaşlar, iç isyanlar içinde geçmiş, böyle olduğu halde, kılıç ve kalemini aynı ustalıkla kullanmış, 1500 gazeli 119 tuyuğ ve 20 rubaî'yi içine alan Türkçe koca bir divan meydana getirmişti.
Özellikle, Türk Edebiyatında (Tuyuğ) denen şiir örneğini en çok kullanan Kadı Burhaneddin olmuş, tuyuğlarında yiğitçe kükremiştir:

Özünü şeyh gören serdâr olur
Enelhak dava kılan berdâr olur.
Er oldur, Hak yoluna baş oynaya,
Döşekte ölen yiğit murdar olur.
Cana can vermeyenin ne canı var,
Can verenin adı ile sanı var.
Er kişinin matahı erlik olur.
Cevherinin lâl ile mercanı var.
Erenler öz yolunda er tek gerek
Meydanda erkek kişi mertek gerek
Yahşi yaman, katı yumşak olsa hoş
Serverim diyen kişi erkek gerek

Şiirlerinde adını, ya da takma adını kullanmayan Kadı Burhaneddin tekke şairleri gibi içine dönük değil, aksine hayata yaygın, Köroğlu misali, mertlik ve aşkı birlikte yaşatan, halka, halkın diliyle seslenen bir ozandır. 600 sayfalık Dîvân'ından ayrı olarak yazdığı İksîr-i Saâdet adlı eseriyle de bilgi dağarcığını ortaya koymuştur.

Bir gazelinde:

Şahâ, senün cemalünü göreyim ondan öleyim,
Susamışam visaline ereyüm andan öleyim
Dün gice düşte ben seni, benim ile görür idim,
Bu düşümün tabirini yorayım andan öleyim.

diyerek, son nefesine kadar aşkı dilinden düşürmemiştir.

Kadı Burhaneddin, Şeyh Müeyyed isyanı sırasında, 1398 yılında Sivas'ta şehit olmuş, ölümünden sonra kurduğu Beylik dağılmıştır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Karacaoğlan

XVII. yüzyılda yaşamış saz şairlerindendir. Bu şairler, sazlarını asıp köy köy dolaşır, kahvelerde, meydanlarda, düğünlerde şiir söylerlerdi. Onun için bunlara halk şairi denirdi. Karacaoğlan da Güney illerinden çıkma bir halk şairidir.1606 yılında Adana'nın Fersak köyünde doğmuştur. Sailoğullarındandır. Bu aile o yörede hâlâ yaşar. Küçük yaşta saz çalıp şiir söylemeye başladı. Yeniçeri Ocağı'na girdi. Savaşlara katıldı. Dîvân’ı vardır.

Karacaoğlan derlerdi adına. Çünkü çok esmerdi. Adana'nın yanık yüzlü, bağrı yanık delikanlılarındandı. Bir de sevgilisi vardı ki, gece gibi kömür gözlü, kara saçlı, kara tenliydi. Karacaoğlan ona, “Karakız” derdi, o da ona “Karacaoğlan” derdi. Köy kızları, Fersaklılar, Kozanlılar, Bahçe ilçeliler, Karacaoğlan'la Karakız'ın sevdasını çekemezlerdi.Sadece onlar değil, Kozanoğulları da çekemezlerdi Karacaoğlan'ın bunca sevilmesini. Günün birinde, güçleri yettiği için onu öldürtmek istediler. Karacaoğlan baktı ki postu deldirecek, kalktı bir kış günü, sazını boynuna astı:

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül hayran olmuş

Gezer Elif Elif diye... sözlerini diline dolayıp yollara düştü. Çıkış o çıkış... Bir daha ne Karakız'ın yüzünü görebildi, ne Fersak'a dönebildi. Ama Elif'in aşkı yüreğini yakardı. Her gittiği yerde; her baktığı kızda Elif'i görürdü sanki. Karacaoğlan, dolaşa dolaşa Van'a kadar gitti. Oradan Irak'a geçti. Oradan Arabistan'ı dolaştı. Oradan İran'a girdi. Her gittiği yerde korundu, her gittiği yerde insanların gözdesi oldu. Koşma, türkü, mâni, varsağı, kayabaşı, üçleme, ağıt, güzelleme, koçaklama, destan gibi her türden şiir söylemişti. En çok on birli heceyle yazmıştı. Bu, onun bağlamasına daha uygun geliyordu. Sazı üzerinde çırpmayı bir kere gezindirdi miydi, arkası sökün ediveriyordu.

Kolay ve rahat söyleyişi nedeniyle şiirleri hemen halkın hâfızasına yerleşiyor, bir daha da silinmiyordu. Bu sebeple içtenlikle söylenmiş olan bu deyişler, yüzyıllar boyu halk arasında Yunus ilâhileri gibi söylenir oldu.

Başka şairler ondan esinlendiler, hattâ onun diline yatkın şiirler söylemek için yanıp tutuştular. Çoğu zaman beceremeyince de onun adının yerine kendi adlarını koyuverdiler. Böylece, Karacaoğlan'ın olup da başkasının adına söylenen çok şiir vardır.Karacaoğlan deyişlerini daima sade, tertemiz bir Türkçe ile dile getirdi. Aruz veznine kulak asmadı. Coştu, söyledi. Çaldı, dinletti. Gerek sazının çırpması, gerek sözünün inceliğiyle, adı Anadolu'nun dört bucağında efsaneleşti.
Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sinemi yakar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif diye

Yüzyıllar sonra cönkleri ele geçen Karacaoğlan'ın asıl kişiliği üzerine, ciltler dolusu kitaplar yazıldı. Karacaoğlan günümüzde de bütün canlılığı ile dile getirilir ve halkın en sevdiği ozanlar arasında gönüllerde yaşar.

Karacaoğlan 1674 yılında öldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kemal Bey, Milli Şehit

Birinci Dünya Savaşı'nda Boğazlıyan 'da kaymakam olarak bulunan Kemal Bey, Mütareke olunca, Ermenilere zulüm yaptığı iddiası ve işgalci İngiliz-Fransız makamlarının baskısı ile 19 Nisan 1919’da haksız yere idam edilmişti. Ermeni azgınlığına ve komitacılığına kurban edilen Kemal Beyin aziz hatırası, aradan ¤¤¤¤en yıl geçtikten sonra, bugün dahi yüreklerimizi sızlatmaktadır. Talat Paşa ile Cemal Paşa ve arkadaşlarının, daha sonra 50'ye yakın diplomatımızın kanını döken kirli eller, her yılın 24 Nisanını intikam günü ilan ederken, biz de Ermeni zulmünün pençesinde kahrolan Kemal Beyin ve diğer şehitlerimizin hatırasını, yurdun dört bir yanında yapılacak toplantılarla anmalıyız.

Sirkeci Gümrük Müdürlüğünden emekli Arif Bey, Bekirağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan oğlu Kemal Bey'e her günkü gibi yemek götürüyordu. Kadıköyü'ndeki evinden çıkmış, Beyazıt Meydanı'na varmıştı. Vakit akşam üzeriydi.

Birden, meydana toplanmış büyük bir kalabalık gördü. Ne var, ne oluyor, diye merak etti. Kalabalığın arasına sokuldu. Tiplerinden, konuşmalarından, meydanı dolduranlardan çoğunun Ermeni olduğu anlaşılıyordu. İçlerinden birine sordu:

Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?

Bir adam asıldı, ona bakıyoruz'

Bu cevabı duyan Arif Bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı.

Sehpada sallanan, oğlu Kemal Bey'in cesediydi.

Bir feryat kopararak yığıldı.

İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif Bey'in perişan halini görünce sordu:

Kimsiniz?

Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıktı:

Babasıyım...

Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:

Emriniz?

Evladımı bana veriniz!

"FERTLER ÖLÜR, MİLLET YAŞAR"

"Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna fatiha!"


Kemal Bey'in vasiyeti)

Derhal emir verildi. Kemal Bey'in cesedi sehpadan indirildi. Bahtsız baba hıçkırıklar içinde sarsılarak, oğlunun henüz tamamıyla soğumamış cesedine kapandı.

Tesalya'nın Yenişehir eşrafından Arif Bey. evladının cesedini Kadıköy'üne, teyzesi îsmet Hanımın evine nakletti.

Ertesi gün, bütün İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle yüksek tahsil gençleri cenaze evinin önünü doldurmuştu. Üzerinde "Türklerin büyük şehidi Kemal Bey" yazılı bir çelenk getirmişlerdi.

Cenaze merasimi, terör ve baskıya rağmen, çok anlamlı oldu. Kadıköy İtfaiye Karakolu önündeki bir takım asker, cenaze geçerken, kendiliğinden selam durdu. Her adımda kalabalıklaşan cenaze alayının geçtiği sokaklardaki evlerden kadınlar hıçkırarak gözyaşları ile mateme iştirak ettiler. Tabut, gençlerin elleri üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili'ne, Mahmud Baba Türbesi'ne götürüldü. Kemal Bey'in oğlu Adnan orada gömülüydü. Artık baba oğul, yan yana yatacaklardı.

Cenazenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir Tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:

Kemal! Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. Orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akıbete layık görenlerin hepsini param parça edecektir. İntikamın behemehal alınacaktır.

İDDİA

Facia 1919 yılının Şubat ayında başlamıştı.

Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Bey, Ermeni tehcirinde ölümlere sebebiyet verdiği iddiası ve idam isteği ile yargılanacaktı.

Kemal Bey, aynı iddia ile, daha önce Yozgat İstinaf Mahkemesinde yargılanmış ve beraat etmişti. Şimdi, bu mahkemenin verdiği karar dikkate alınmıyor, yeniden divanıharp önüne çıkarılıyordu.

Devir öyle bir devirdi ki, Kemal Bey'i savunacak bir avukat bile bulmak zordu. Fakat Sadeddin Ferid Bey adında cesaret sahibi bir dava vekili gönüllü olarak, Kemal Bey'in müdafaasını üzerine aldı.

Yozgat'ta beraat ettiğini ileri süren Kemal Bey'in yeniden yargılanmasına karar veren Divanıharp başkanlığını Hayret Paşa yapıyordu.

Divanıharp savcısı Sami Bey görüşünü kısaca anlattı:

"Yüksek mahkeme heyeti, devletin ve milletin temiz alnına sürülmüş olan lekeyi ancak bir şekilde temizleyebilirdi: Herkesçe bilinen facialara ve mezalime sebep olanlar hakkında kanunî gereklerin yapılmasıyla.

Yüzyıllardan beri Osmanlı saltanatında refah ve saadet içinde yaşayan gayrı müslim unsurların sebep oldukları olaylar, idari hatalardan çok dış tesirlerden doğmuştu. Dosyalardan ve yabancı basından aldığı bilgilere göre, Ermeniler çok iyi hazırlanmış teşkilatlarıyla Osmanlı vilayetlerinin en önemli ve sınır bakımından en tehlikeli bölgelerinde birtakım mühim hareketlerde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Savaş Hükümeti 1331 senesi Mayısında tehcire başvurmuş ve yanlış bir düşünceyle bu işi çocuklara ve kadınlara kadar yaygınlaştırmıştı. İşte bu tedbirsizlik sebebiyle, bazı kimseler şahsî çıkarlarını düşünerek bilinen faciaları meydana getirmişlerdi".

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de, savcıya göre, bunlardan biriydi ve en şiddetli cezaya çarptırılması lazımdı.

ŞAHİTLER

Ondan sonra, nereden çıktıkları bilinmeyen bir sürü şahit, Kemal Bey'in yaptıklarını bir bir sayıp dökmeye başlamışlardı. Şahitlerin çoğu komitacıydı. Başka komitacılar da, İstanbul'da buldukları küçük Ermeni çocuklarını dahi mahkemeye getiriyor, şahit olarak dinletiyorlardı. Mahkeme heyeti, bunların hepsini sabırla ve dikkatle dinliyordu.

Azgın bir iftira kasırgasının orta yerinde yapayalnız kalmış olan Kemal Bey, kendisini uzun uzun savunmaya bile lüzum görmüyordu:

Hepsi yalandır, diyordu, hepsi uydurmadır. Reis Paşa, ben ne bunların dedikleri Keller (şimdiki Yenipazar) köyüne gittim, ne de oradan geçtim. Burada vuku bulduğunu söyledikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele, parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek?.. Rica ederim, bu vahşeti kim yapar? Bu derece kötü işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen hiçbirini ispat edemezler. Çünkü hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilmem. Fakat bana bu ana kadar bu konuda hiçbir şikayetçi gelmemiştir. İlk defa burada, mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.

Kemal Bey'in yanıldığı bir nokta vardı. Parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesecek kadar kimsenin alçalacağını zannetmiyordu. Van'ın Zeve köyünden Kıymet Başıbüyük'ün çok sonraları tarihin kanlı vesikaları arasına girecek şu ifadesini elbette ki bilmiyordu:

"Ermeni komitacıları hamile kadınların karnını süngü ile yırtıp çıkardıkları çocukları yine süngülerinin başında oynatıyorlardı. Kadın ve kızların kollarındaki altın bilezikleri almak için çok kolay bir usul bulmuşlardı. Hemen kasaturayı alıp kolu tamamen kesiyorlar, ondan sonra da bilezik veya yüzük gibi ziynet eşyalarını alıyorlardı".

Ne garip ve acı bir tecellî idi ki, bu vahşeti yapan Ermeni komitacılarının yerine masum bir Türk idarecisi aynı suçla suçlanarak yargılanıyor ve Ermeni komitacıları da bu zavallının mutlaka asılması, hem de yine bir Türk mahkemesi tarafından verilecek kararla asılması için tanık mevkiine oturuyorlardı.

Ve Divanıharp savcısı soruyordu:

Demek ki, sizin oradan geçen muhacir kafileleri bir taarruza uğramamışlardır.

Yoktur böyle bir şey... Hayır, katiyen haberim yok!..

Ermeni şikayetçilerden biri hemen atılıyordu:

Nasıl olur efendim? Keller köyünde yüzlerce ceset bulunmuştur. Bu sefer Reis soruyordu:

Bakın ne diyor? Bu kadar büyük vukuat olsun da mutasarrıfın, kaymakamın haberi olmasın, olur mu?

Yoktur Paşam... Bunların var demesiyle yok olan bir şey var olmaz.

Bu sırada, mahkeme salonunu doldurmuş olan ve çoğunu Ermeni komitacılarının teşkil ettiği kalabalık kahkahalarla gülmeye başlıyordu.

MÜDAFAA

Nihayet dava vekili Sadeddin Ferid Bey'in müdafaasından sonra söz Kemal Bey'e veriliyordu:

Düne kadar bir hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz.

Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarımın ve soydaşlarımın matemi Müslümanların yüreklerini sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise Rus ordularının kah önüne geçerek, kah arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. İddia edildiği gibi, Yozgat vilayeti dahilinden sevk edilen bazı Ermeni muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri fecaate şahit olmuş bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dahilindedir.

Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzere, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdanî görevi taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa herhalde, bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir."

Bu müdafaaya karşı, Reis:

Kemal Bey, diyordu, emin olun, mahkeme, hükmünü hiçbir haricî hisse kapılmaksızın, sırf vicdani kanaatine dayanarak verecektir.

Halbuki , Kemal Bey'in mutlaka asılması için Fransız ve İngiliz işgal kumandanlarının, Ermeni komitacılarının ve Ermeni Patriği Zaven'in ağır baskısı devam etmekteydi.

Bunun üzerine, Divanıharp Reisi Hayret Paşa, Sadrazam Ferid Paşa ile yaptığı şiddetli bir münakaşadan sonra istifasını veriyordu.

Yerine de "Nemrut" lakabı ile tanınmış Kürt Mustafa Paşa tayin olunuyordu.

KARAR

Mahkeme, artık mahkeme olmaktan çıkıyor, önceden verilen bir emrin yerine getirilmesine memur bir heyet halini alıyordu.

Kemal Bey, Nemrut Mustafa Paşa'ya da:

Ben emir aldım, diyordu, bir memur aldığı emre itaatle mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanî harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum.

Nemrut Mustafa, oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey'e bağırıyordu:

Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülemesini de emretmişsin, ne dersin?

Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.

On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah 'ın kışında soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik, sen bir idare amirisin, bunları senin himayene vermişlerdir.

Sonra sesini daha da yükselterek soruyordu:

Memleketimiz dahilinde yaşayan vatandaşların birini diğeri üzerine sevk ederek can ve mal tecavüzüne teşvik etmenin cezası nedir, bilir misin?

İdamdır Paşam...

Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, biz de senin için bu karara varmıştık.

Jandarma Kumandanı Binbaşı Tevfik Beye de 15 yıl hapis cezası verilmişti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İNFAZ

Gerçekten, idam kararı önceden hazırlanmıştı bile. Mahkeme sona erer ermez, hazır olan karar, tasdik edilmek üzere Saraya gönderildi. Ancak Padişahın bu hususta tereddüt göstermesinden kuşkulananlar vardı. Bunlar Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, Adliye Müsteşarı ve İngiliz Muhibleri Cemiyetinin Reisi Said Molla idi.

Bu iki adam; Damad Ferid Paşa'yı alelacele saraya gönderdiler.

Sultan Vahideddin, kararın tasdiki için Şeyhülislamdan fetva istedi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, "Kemal Bey hakkında istenilen fetva değildir. 'Kazaya' aittir, benim ise kazaya yetkim yoktur" mütalaasında bulunarak fetva vermekten kaçındı. Padişah ısrar edince, umumî mahiyette "Bir Müslümanın, Müslüman olmayan birini öldürmesi halinde idama cevaz verildiği, ancak bu hükmün verilmesi için, öldürülenin yaralayıcı bir aletle yaralanması ve ölmesinin, bunun üzerine mirasçılarının "kısas" istemelerinin şart olduğu"nu bildirdi. Fakat, Padişahı tatmin için bir not eklemeyi de ihmal etmedi. Bu notta, Divanı Harbi Örfî tarafından ölüme mahkum edilen Kemal Beyin muhakemesi hak ve adalete uygun yapılmış olduğu takdirde, idam hükmünün muvafık bulunduğu, açıklanıyordu.

Bu fetva Sarayı tatmin etti. İrade hazırlandı, imzalandı. İdam için gerekli tedbirler alındı, hazırlıklar yapıldı. Sehpa kuruldu.

Kemal Beyin olup bitenden haberi yoktu. Bekir Ağa Bölüğü'nde, tutuklu arkadaşlarıyla oturmuş, konuşuyordu. Birden dışarı çağırdılar ve hemen yakalayıp Beyazıt Meydanı'na çıkardılar.

Ermeni komitacıları, mahkemeyi ve infaz için harcanan gayretleri adım adım takip ediyorlardı. İstanbul'un çeşitli semtlerinden pek çok serseri Ermeni’yi meydana toplamışlardı.

İstanbul'un Müslüman halkı da için için kaynıyordu. Günlerden beri bu dava ile meşgul olanların kulaklarında acı haber bir anda dolaştı:

Kemal Bey'e idam vermişler. Bu akşam asacaklarmış, Beyazıt'ta.

Halk, akın akın Beyazıt'a koşuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın o zamanki mensupları da Beyazıt'ta bulunuyorlardı.

Herkes birbirine soruyordu:

Niçin böyle karanlığa bıraktılar?

İşlerine öyle geliyor da onun için!

Meydanda olduğu kadar, yollarda ve meydana bakan damlarda da mahşerî bir kalabalık vardı. İdam sehpası, o zaman Harbiye Nezaretinin girişi olan, daha sonraları uzun yıllar rektörlük makamı olarak kullanılacak küçük binanın önüne kurulmuş, etrafı jandarma ve polis kordonu altına alınmıştı. İngiliz ve Fransız askerî birlikleri de binanın önünde duruyorlardı.

Güneş yavaş yavaş batıyor, pembe bir renk Süleymaniye tarafını kaplıyordu.

Dalgalanan kalabalık bir anda sustu.

Bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan bir müfreze süngülü askerin ortasında Kemal Bey geliyordu.

Yüzü solgun bir renk almıştı. 35 yaşlarındaydı. İdam mahkumlarına mahsus beyaz gömleği giymiş, ağır ağır yürüyordu. Metindi. Mukadderata teslim olmuş gibiydi.

SON SÖZ

Son sözü soruldu. O zaman, Kemal Bey, halka hitap etti:

Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet'

Heyecandan boğulan çaresiz halk bir ağızdan cevap veriyordu:

Kahrolsun böyle adalet!

Benim sevgili kardeşlerim, asîl Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin, Amin!

Halk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meydan tam bir matem havasına bürünmüştü.

Manzarayı küçük köşkün pencerelerinden seyreden Said Molla'nın cellatlara emri, Kemal Beyin sözlerin bastırıyordu:

Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği! Ne duruyorsunuz, it oğlu itler!..

Kemal Bey, bu mazlum Türk evladı, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkanı buluyordu:

Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!

Kemal Bey'in cesedini, beyaz bir kağıt gibi, sehpada sallanırken gören Ermeni komitacıları sevinç çığlıkları atarak alkışlamaya başlamışlardı. Azgınlıkları son hadde varmıştı.

Fakat, süngü takmış jandarmaların üstlerine yürüdüğünü görünce seslerini kesip dağılmaya başladılar.

Artık yapacakları bir şey kalmamıştı zaten.

Yapacaklarını yapmışlardı.

0 gece, köşe başlarını İngiliz ve Fransız askerlerinin makineli tüfeklerle tuttuğu İstanbul'un üzerine inen karanlık perde, Türklük namına utanç verici, felaket dolu bir güne son veriyordu. Tarih 10 Nisan 1919'du.

Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "Kaymakam Kemal Bey Mahallesi" adı verildi. Aynı kasabada 1972'de Kemal Bey'in adını taşıyan bir ilkokul açıldı. Başöğretmenin odasında millî şehidin resmi asılıdır.

Kemal Bey'in kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından yaptırıldı. Adına "Anıt-Mezar" denildi. 15 Aralık 1973 günü mezar sade bir törenle açıldı.

Kemal Bey ile ilgili bilgiler Orkun Dergisi Nisan 1999’dan alınmıştır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Koca Yusuf

Ününü bütün dünyaya yayan büyük pehlivan. 1857 yılında Şumnu'nun Karalar köyünde doğdu. Ufacık bir çocukken köyde danalarla boğuşmaya başladı, sonra kispeti ayağına geçirip güreşmeye koyuldu. Ünü önce Deliorman'ı, sonra Kırkpınar'ı kapladı. Türk güreşinin gelmiş geçmiş en büyük pehlivanı olarak ortaya çıktı. Avrupa ve Amerika'da yaptığı bütün güreşleri kazandı. 1898 yılında Amerika'dan dönerken bindiği vapurun batması sonucu öldü. Mezarı dahi yoktur.
Koca Yusuf yalnız Türk güreşinde değil, güreş dünyasında da büyük bir zirvedir. Er meydanları Koca Yusuf'u, güreş tarihimizin en büyük pehlivanlarından biri olan ve 26 yıl Kırkpınar'ın başpehlivanlığını elinden bırakmayan ünlü Kel Aliço'nun karşısında tanıdı ilk kez. 27'inci yılda da başpehlivanlığı rakipsiz alacağını umarak Kırkpınar'a gelen Kel Aliço burada “Başa güreşeceğim” diyen Deliormanlı Yusuf isminde körpe bir çocukla karşılaştı.
Herkes er meydanlarının pek yaman kurdu Kel Aliço'nun bu “tüysüz kızan”ı karşısına çıktığına pişman edeceğini umuyordu. Ancak Deliormanlı Yusuf, öylesine yaman bir güreş çıkarıyordu ki, buna Kel Aliço da şaşırmış ve güreş alemindeki meşhur gaddarlığını dahi ortaya koymaktan çekinmemişti.
Ancak saatler uzayıp gittiği halde Aliço neticeyi lehine çeviriyordu. Üstelik ilerlemiş bir yaşta bulunan ünlü pehlivanda yorgunluk alametleri başgöstermeye başlamış ve durumu tehlikeye düşmüştü. 26 yılın başpehlivanı Aliço'nun böyle bir pehlivana yenilerek güreş dünyasındaki tahtını kaybetmesine kimsenin içi razı gelmiyordu. Havanın kararmasını fırsat bilenler güreşi yarıda bıraktırmak istediğinde Aliço'nun gür sesi er meydanını kapladı:

– A be burası Kırkpınar'dır... Er meydanıdır buncağaz. Burada yenişene kadar güreş tutulur. Zift fıçıları, çıralar ne güne duruyor? Tutuşturun oncağazları... Pişmiş güreş bırakılır mı hiç? Bu kızancağıza yenilmek kaderimde varsa bırakın yensin beni... Hem ben artık bu er meydanlarından çekileceğim. Aliço'yu yenmek talihini bir daha bu Yusufcağız nerede bulacak?

Aliço'nun bu sözleri Yusuf'u öylesine duygulandırmıştı ki, gözyaşlarını tutamadı ve büyük ustanın eline sarılıp öptükten sonra titrek bir sesle ona adetâ yalvardı:

–Ustaların ustası, pehlivanların pehlivanı, koçyiğit ağam benim! Gel bırakalım şu güreşi. Sözlerinle yendin sen beni. Elimde ayağımda derman komadın. Bu söylediklerinden sonra ben seni tutamam gayri. İstersen sen tut beni, vur sırtımı yere...
Aliço da meydanı çevreleyen kalabalığı teşkil edenler gibi çok duygulanmıştı. Nerede ise ağlayacaktı. Deliormanlı Yusuf'un alnına sıcak bir bûse kondurdu:
– Bu meydan bundan sonra senindir artık. Senin gibi bir pehlivan ortaya çıktıktan sonra gözüm arkada kalmadan ayrılacağım buralardan. Ödül de, başpehlivanlık da senindir. İkisine de güle güle sahip ol. İkisi de sana helal olsun oğul, dedi.
Ve o günden sonra Türk güreşinde Koca Yusuf'un devri başladı. Er meydanlarında kasırgalar yaratıp rakip tanımayan bir kuvvet olarak ortaya çıkan ve yalnız cüssesinden ötürü değil, güreş değerinden ötürü de “Koca” sıfatını alan büyük Türk pehlivanı yenecek rakip bırakmadı. Bunu fırsat bilen açıkgöz organizatörler onu Avrupa'ya götürdüler.Avrupa'dan sonra Amerika'da yaptığı güreşleri de kazanan ve dünyanın en ünlü pehlivanlarını sıraya dizen Koca Yusuf'a Amerika'da milyoner bir kadın aşık olmuştu. Bu kuvvet ilahından çocuk sahibi olmak istiyordu. Yusuf bunu işittiği zaman, “Ben buraya damızlık gelmedim” diye kükredi.
Avrupa ve Amerika'daki güreşlerinden 800 altın kazanmıştı Koca Yusuf. Bunları kemerine yerleştirip Fransız bandıralı La Buorgogne varupu ile yurda dönerken bindiği gemi Atlas Okyanusu'nda sis yüzünden İrlanda bandıralı Cromartyshre gemisiyle çarpıştı. 721 yolcunun bulunduğu La Buorgogne, kaşla göz arasında sulara gömülüvermişti.
Bu kez denizin içinde bir panik başlamıştı. Denize dökülenler, filikalara atlayıp canlarını kurtarmak istiyorlardı. Koca Yusuf da can havliyle bir filikanın kenarına yapışmıştı. Filika'da bulunanlar onun heybetli vücudu ile sandalı devirmesinden korktular. Önce yüzüne, kafasına kürekle vurmayı denediler. Fakat dev yapılı adamın çelik pençeleri sanki filikaya kilitlenmişti. Yarılan kafasından ve suratından akan kanlar posbıyıklarının üzerine doğru iniyordu. Onun bu hali filikada bulunanlara daha büyük bir dehşet vermişti. İçlerinden canavar ruhlu bir tanesi filika içinde bulunan ve ipleri kesmek için kullanılan ufak bir baltayı kaptığı gibi o çelik pençelere vahşi bir ihtiras içinde rastgele indirmeye başladı. Bileklerinden kesilip kopan o çelik pençeler gevşedi ve Koca Yusuf'un o dev vücudu Atlantik Okyanus'unun derinliklerine doğru gümülüp gitti...
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kül Tegin

Kül Tegin 684 yılında doğdu. Babası İlteriş öldüğünde ağabeyi Bilge 8, Kül Tegin ise 7 yaşındaydı. Ağabeyiyle birlikte amcası Kapağan Kağan tarafından büyütüldü. Bilge Kağan 32 yaşında ülke yönetimini ele aldığında, Kül Kegin de 31 yaşında onun yardımcısı oldu ve ordunun başına geçti. Ağabeyi ile birlikte ülkelerindeki isyanları bastıran Kül Tegin’e ilişkin en sağlıklı bilgiler Orhun Abideleri’nde yer alır.
Kül Tegin, 16 yaşında iken amcası Kapağan Kağan ile birlikte 50 bin kişilik Çin ordusuyla yapılan savaşa katıldı ve kahramanlığı ile dikkat çekti. Kül Tegin, 21 yaşında iken Çinli general Caca ile yapılan savaşta da yer almış ve üç atını kaybetmişti. Çinli askerlerin attığı 100’den fazla oktan kurtulmayı başararak, bu savaşın kazanılmasında büyük payı olduğu abidelerde yazılıdır.
Kül Tegin, 26 yaşında iken Göktürk Devleti’ne başkaldıran Kırgızlara karşı düzenlenen sefere de katıldı. Sanga Dağı’nın eteklerinde 710 yılında yapılan savaşta, Kül Tegin’in savaşçılığı Çinlilerin de dikkatini çekti ve Çin kaynaklarında onu ‘Yenilmez Savaşçı’ olarak gösterdiler.
Kül Tegin 27 Şubat 731’de 47 yaşında iken öldü. 1 Kasım 731’de kendisine büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Törene Çin, Tıtan, Tatabı, Tibet, İran, Soğd, Buhara, Türgiş, Kırgız ve diğer devlet boyları da katıldı.
 
Üst