A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Dündar Taşer

Büyük Türk milliyetçisi, dava adamı ve gönül eri Dündar Taşer, 1925 yılında Gaziantep'te doğdu. Köklü bir aileye mensuptur. Aile ve aile çevresinde köklü ve derin bir Türk terbiyesi almış, çocukluk ve okul yıllarını burada geçirmiştir.

Ailesinin desteği ve kendi isteği ile Kara Harp Okuluna girmiş, bu okulun tank sınıfından teğmen olarak mezun olup ordu saflarına katılmıştır. Daha sonra kurmaylık imtihanını başarı ile vererek kurmay subay olmuştur. Ordu saflarında başarı ile hizmet vererek kurmay tank binbaşılığına kadar yükselmiştir.

27 Mayıs 1960 yılında yapılan ihtilale katılmış ve 38 kişilik Milli Birlik Komitesinde yer almıştır. İhtilalden kısa bir zaman sonra, ihtilal içindeki ahengin bozulması ve o zamanki CHP'nin ihtilal komitesi üzerindeki baskısının artması üzerine, ihtilalin yüksek subayları yani generalleri Dündar Taşer'le birlikte 14 arkadaşını yurt dışına sürdüler. Taşer'in şansına İsviçre'nin Zürih şehri çıktı. Orada T.C. büyükelçiliğinde askeri ataşelik yaptı. Yurda döndükten sonra zorunlu olarak emekliye sevk edildi.

Dündar Taşer, daha sonra siyasi hayata girdi. Alparslan Türkeş ve birkaç arkadaşıyla CKMP(Cumhriyetçi Köylü Millet Partisi)’ne girdi. 1969’da bu partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirildi. Ölümü olan 13 Haziran 1972 yılına kadar MHP'de millî devlet, güçlü iktidar için mücadele etti.

Talihsiz bir trafik kazası sonucu 13 Haziran 1972’de aramızdan ayrıldı.

Hayatı Türk milliyetçiliği yolunda mücadelelerle geçen Dündar Taşer, millî meselelerde daima vecd halinde, sanki ibadet halindeymiş gibi meselelerin üzerine eğilirdi. Geniş ve derin kültürü, keskin ve çarpıcı zekası, sarsılmaz imanı ve karakteri ile Türk milliyetçiliğinin mümtaz simasıydı.

Dündar Taşer Türk tarihine vâkıf, geniş bir kültüre sahipti. Gençlerin yetişmelerine büyük önem verir, bundan dolayı da gençlerle sık sık bir araya gelirdi, Israrlı ve sabırlı bir tarih okuyucusu idi. Tarihe bakışı geçmişi öğrenmeden daha öte bir anlam taşırdı. Tarihi bir laboratuvar olarak değerlendirerek olayları yorumlar, günümüz ve gelecek için dersler çıkarırdı. Derin ve şuurlu kültürü içinde sağlam bir muhakeme tarzına, akıcı ve heyecanlı bir üsluba, keskin ve ilk hamlede meselelerin özüne giriveren tahlilci bir özelliğe sahipti.

Hangi konuda konuşup yazdıysa, o konu ile ilgili verdiği hükümler hep doğru çıkmıştır. Teşhis, tespit ve yorumları daha sonra gelişen olaylarca doğrulanmıştır. Olayları ve meseleleri Türk milliyetçiliği açısından değerlendirmiş, bakışı da hep bu tarzda olmuştur. En karışık olayları, bir bakışta teferruattan ve yanıltıcı unsurlardan sıyırıp, sebep ve sonucu arasında basit fakat sağlam bağlar kurmuştur. Kutsal bir dava ve onun mücadelesinin yolcusuydu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Emir Sultan

XIV. yüzyılın sonlarına doğru, Bursa ufuklarında yeni bir bilim ve irfan güneşinin parladığı görüldü. Bu güneş, daha sonra Emir Sultan adını alan Buhara’lı bir Türk bilginiydi.

Asıl adı Şemseddin Mehmed olan Emir Sultan, 1368 yılında, Ortaasya'da Buhara'da doğmuştu. Devrin çeşitli bilgilerini öğrenmiş, bu arada tasavvufla da uğraşmıştı. Emir Sultan, Orta Asya'daki birçok bilgin ve fikir adamı gibi, Anadolu'da, Selçuklularla birlikte kökleşen, Türk kültürüne, Türk düşünce hayatına hizmet etmek ve katkıda bulunmak üzere, Anadolu'ya göçmeyi tasarlamış, bu amaçla yola çıkmıştı. Buhara’dan Mekke'ye ve Medine'ye geldi. Buradan da Bağdat yolu ile Anadolu’ya geçti.

Anadolu o yıllarda, bölge bölge, Anadolu beyliklerinin idaresindeydi. Artukoğulları, Karamanoğullan, Hamidoğulları, Germiyanoğulları, Osmanlılar gibi, kurucularının adlarıyla anılan bu beylikler, çoğu zaman sınır anlaşmazlıkları yüzünden birbirleriyle çatışmakta ve Anadolu'daki Türk birliğini bozmaktaydılar. Bu beylikler arasındaki dostluk ve kardeşliği, birlik ve beraberliği sağlamakla manevi olarak görevli olduğunu söyleyen Emir Sultan bu konuda çabalar sarf etmiş, yanında kendisine inanan ve yolunu izleyen müridleri olduğu halde, Anadolu Beylerinden çoğunu ziyaret etmişti. Bir süre Karaman'da ve Kütahya'da oturdu. Daha sonra İnegöl'e geldi. Son durağın Bursa olacağını söylüyordu. Bursa'ya gelerek Gökdere yöresine yerleşti.

Bursa, o yıllarda Osmanlı Devleti'nin başkentiydi. Osmanlı tahtında Yıldırım Beyazıd bulunuyor, özellikle Rumeli'ye yeni seferler hazırlıyordu. Devrin ileri gelen bilginlerinden Ebu Hamid Hamideddin, Molla Fenarî de Bursa'ya yerleşmişlerdi. Bir bilim, fikir ve sanat ortamı vardı Bursa'da... Emir Sultan, bu ortamdan faydalanmayı uygun buldu. Gökdere'de bilim ve tasavvuf yolunda irşadlarına başlamış, çevresinde büyük bir kalabalık toplanmıştı.

Şöhreti, kısa sürede saraya kadar ulaştı. Yıldırım Beyazıd, bu olgun bilgini birkaç kez ziyaret etmiş, sohbetlerinden hoşlanmış, kızı Hundi Fatma Hatunu okutması için ricalarda bulunmuştu. Hundi Fatma Hatun gönül sahibi, şair ruhlu, tasavvufa meyli olan yetişkin bir sultandı. Bir süre sonra gönülcüğü, hocasının gönlüne bağlanmış, gözü başka şey görmez olmuştu. Bunu öğrenen Beyazıd, kızını hemen Emir Sultan'a nikâhlayarak, bu tanınmış bilgini damat edindi.

Bursa'da bir bilim kandili, şimdi ışıklarıyla tüm Osmanlı ülkesini aydınlatan bir meşale olmuştu. Emir Sultan, Yıldırım Beyazıd'a, idaresinde adaletli olmayı ve Türk birliğini kurmayı öğütlüyor, seferlerine, kendi adamları ile birlikte bizzat katılıyordu. Yıldırım'm Timur ile yaptığı Ankara Savaşı'nda, Emir Sultan da esirler arasındaydı. Timur, Emir Sultan'la görüşmüş, Onun bilgisi karşısında hayranlığımı gizleyemeyerek, Bursa'ya dönmesine izin vermişti.

Emir Sultan, İkinci Murad zamanında da Osmanlı Sarayında saygı görmüş, 1422 yılı İstanbul kuşatmasına katılmış, ordunun manevî desteği ve gücü olmuştu. Anadolu artık tümden bir Osmanlı ülkesi oluyor, dağınık beylikler Osmanlı idaresinde toplanıyordu. Emir Sultan, sözleri ve öğütleriyle, Anadolu'nun, aydınlık getiren, özü-sözü doğru bir mürşidi olmuştu.

Emir Sultan, 1429 yılında 63 yaşındayken Bursa'da öldü.

Hanımı Hundi Hatun çok sevdiği eşi Emir Sultan için bir türbe, bir de cami yaptırmıştı. Bugün Bursa'yı süsleyen şaheserlerden biri de Emir Sultan Camiidir. 1795 yılında zelzeleden zarar gördüğü için Sultan Üçüncü Selim tarafından yeniden yaptırılmış, çevresi, medrese, hamam, misafirhane gibi hayır eserleriyle donatılmıştır. Emir Sultanın türbesinde, Emir Sultanla birlikte, hanımı Hundi Hatun'un ve üç çocuğunun mezarları vardır.

Bursa'nın buğulu peyzajı içinde Emir Sultan Külliyesi, bir kültür ve sanat anıtı olarak yükselir. Her gün yüzlerce insan Emir Sultanı ziyaret ederek, gönüllerini yıkar, ruhlarını serinletirler.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Enver Paşa

İsmail Enver, 1881'de İstanbul'da Divanyolu'nda dünyaya geldi. Sonraları oğlunun etkisiyle Paşa ve Surre Emini olan Ahmet Bey'in oğludur. Annesi Ayşe Hanım da, babası Ahmet Paşa da İstanbulludurlar.



Soğuk çeşme Askeri Rüştiyesinde öğrenim gördü. Harp Okulu'nu 1899 yılında piyade teğmeni olarak bitirdikten sonra, 1903'te kurmay yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun oldu.

Kurmay Yüzbaşı Enver, o zamanki Üçüncü Orduya tayin edildi. Manastır, Selanik ve Üsküp'ün çeşitli bölgelerinde eşkıya çeteleriyle çarpışmalarda bulundu. Merkezi Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki Komitesi, ordunun genç subaylarının arasından onu da elde etmişti.Enver Bey, 1906'da binbaşı oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasına yeraldı.Bu topluluk içinde tutunup, kendini sevdirdi.

İttihat ve Terakki Cemiyetine katıldıktan sonra da, meşrutiyeti ilan ettirebilmek için girişilen harekette en önemli rollerden birini oynamıştı.

1908 Meşrutiyetinin ilan edildiği günlerde Rumenlideki bazı subaylar. Devlete karşı ayaklanan Bulgar ve Makedon çetelerine karşı kendi birlikleri ile dağlarda tıpkı çete nizamında dövüşüyorlardı. Bunlardan biride Kurmay Binbaşı Enver'di. Rumenlindeki Devlete karşı olan isyanları bastırmak için bu subayların adlarıyla birlikte hayatları da ortaya konmuş oluyordu. Bu durum, Kurmay Binbaşı Enver Beyin memleketi uğruna neler yapabileceğini ve nelerini gözden çıkarabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 1908 İnkılabından sonra Enver Beyin adının yıllarca Hürriyet Kahramanı diye dillerde dolaşması boşuna değildir.

Enver Bey Makedonya Genel Müfettişliği, 1909 yılında da Berlin Ataşemiliteri olmuştu. 1911'de İtalyanlar Trablusgarb'a asker çıkardıkları zaman memleketi seven bir çok genç Türk subayları gibi Enver Bey de oraya gitti ve onu hürriyet kahramanı olarak zaten alkışlayan halk Trablus'a koşmuş olmasından dolayı da ayrıca beğenmiş ve sevmişti.

İşkodra Mutasarrıfı ve cephe komutanı olarak İtalyan saldırısına başarıyla karşı koyan Enver Paşa, 1912'de yarbay oldu.

23 Ocak 1913'te İttihat ve Terakki tarafından düzenlenen Babıali baskınına katıldı. Sadrazam Kamil Paşanın istifasını sağladı. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Edirne'nin kurtarılmasında önemli rol oynadı.
Bu başarısından sonra Enver Bey'in hızlı yükselişi devam etti. 1913'te yarbay iken yine aynı yılın sonlarında albaylığa, 19 gün sonra ise 1 Ocak 1914'te tuğgeneralliğe yükseldi.
Genelkurmay Başkanlığı'ndan bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini de elinde topladı.

Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın bir suikasta kurban gitmesiyle 1914'te de Sait Halim Paşa hükümetinde Harbiye Nazırı oldu. Orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı.
Naciye Sultanla evlenip saraya, padişaha damat oluşu da bu döneme rastlar. Şehzade Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan ile evlenerek saraya damat olan Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın durumu bir kat daha güçlenmişti. Enver Paşa, kendini zirveye ulaştıran basamakları yine kendi elleriyle döşemişti.

Enver Paşa, 1914 yılında Osmanlı Devletini I. Dünya Harbi'ne sokan kişi olarak haksız olarak itham edildiği gibi Sarıkamış mağlubiyetinin sorumluluğu da onun üzerine yıkılmıştır.

Ciddi ve tarafsız tarihçiler Osmanlı İmparatorluğunun Birinci dünya savaşına girmemesinin söz konusu olmadığını; Düvel-i Muazzama denilen (İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya ) tarafından daha savaş başlamadan Osmanlı İmparatorluğunun mutlaka bu savaşa sokulacağının kararlaştırıldığını yazarlar. Enver Paşa'nın Bu kararı tersine çevirmek için çok uğraştığı bilinmektedir. Ama bunda muvaffak olamaz. O zaman Enver Paşa bu seferde en karlı çıkacak tarafta yer almayı planlar. Nitekim bu düşüncesini gerçekleştirir o dönem en kuvvetli gözüken Alman Pakt ında Osmanlı Devleti Yerini alır.



Enver Paşa, Harbiye Nazırı olduktan sonra, ilk olarak mevcut üç orduya bir dördüncüsünü ekleyerek, uzun zamandır tasarladığı planın ilk bölümünü ortaya koymuştur. Gerek harp okulu yılları, gerekse subaylık yıllarında olsun, kendi kadrosunu oluşturabilme mücadelesi veren Enver Paşa, elindeki adamlarla sistematik bir çalışma programına girdi. Büyük Kafkasya İdeali için kolları sıvadı. Kısa süre içinde kendi kurduğu orduya başkumandanlık etmeye başlayan Enver Paşa, arkadaşı Talat Paşa ile birlikte Türk ve İslam dünyasını kucaklayan, hatta Turani soydan bütün Milletleri kapsayan Pan Turanizim kampanyasını yürürlüğe koydu.

Enver Paşa'nın burda yatan bir gayesi de, Türk olmayan ama Türklere akraba millet ve unsurlarıda kadrosuna katarak güçlü bir ordu kurmak ve Kafkasya'yı Türkleştirmekti.
Şüphesiz ki, Enver Paşa'nın niyeti, Türkiye'nin bu savaş sonunda mağlup ve yıkılmış bir hale gelmesi değildi. O dönemde Almanların askeri gücüne inanmış olan Enver Paşa, Almanların zaferine kesin gözüyle baktığı için, bu savaşta onlarla müttefik olmakla Türkiye'nin de büyük istifadesi olacağına inanıyordu. Böylelikle son zamanlarda kaybedilen birçok toprakların yeniden Osmanlı imparatorluğu sınırları içine alınacağı düşüncesinde idi.
Enver Paşa'nın bir emeli de Rusya'nın mağlup edilmesiyle Kafkasya ve Türkistan'daki Türkleri de Osmanlı toplumuna katmaktı.
Belli bir süre ön hazırlıklar yapıldıktan sonra, Ahmet Cemal Paşa'nın da desteğiyle III. Ordunun başına geçen Enver Paşa, ele aldığı orduda bazı önemli değişiklikler yaptı. Eski komutanların yerini yeni ve yaratıcı subaylara devrettikten sonra Erzurum'a geçerek Kafkasya savaşını başlatan Paşa, Rusları Allahuekber Dağlarında durdurmuş Sarıkamışta onların Anadolu'yu istilasını önlemişti. Tabi şartların çok ağır olması hesabiyle Türk ordusunundu kayıpları çok büyüktü. Bu kayıplar daha sonraları Enver Paşanın aleyhine sıkça kullanılmıştır.

Yirmi gün süren çatışmaların sonunda ortaya çıkan tablo Türkler için hiç de iç açıcı değildi. Savaş boyunca genelde savunma yapılmış, hücum kanatlarında ise ağır darbeler yenmişti. Ancak her iki ordu da sanki yüzyıllar süren bir hıncı kesin olarak bitirmeye niyetlenmişçesine savaşı sürdürmek istiyorlardı. Savaş, soğuğa, hastalığa ve savaş araç-gereçlerindeki inanılmaz yetersizliğe rağmen on dört gün kadar devam etti.
Enver Paşa'nın hayallerini süsleyen İran, Hindistan, Turan ve Kafkasya'ya hakim olma düşünceleri o günün şartlarında gerçekleşemedi.

Almanlar safında Türkiye'yi harbe sokarken düşündüklerinin ilk kısmını, ağır yenilgi yüzünden gerçekleştirememişti. Kaybedilen toprakların değil yeniden geri alınması, aksine elden pek çok vatan parçası kopup gitmişti.

Ancak Enver Paşa, İstanbul'a döndükten sonra gücünden bir şey kaybetmedi. Tam tersine, bu olaylardan sonra ona güvenenlerin güvenleri hiç eksilmedi.
Rusya'nın Kafkas savaşının hemen arkasından Tebriz'i işgal etmesiyle, bir süre için askıya alınan dar anlamda Pan-Türkizm esas anlamında Turan ideali yeniden canlandı. Üstelik bu sefer halktan da büyük bir destek buldu. Buna bağlı olarak Tebriz, Türk gönüllülerince savunulmaya çalışıldı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Artık Enver Paşa, Dış Türklerin manevi lideri ve yetkili kurtarıcısı konumundadır. Dünya Türklüğü Paşaya mektuplar göndermekte ve kendisinden haklarının geri alınmasını istemektedirler.

1917 yılında patlak veren Bolşevik İhtilali, Pan-Türkizm emellerine davetiye çıkartacak ve Enver Paşa'ya bir kez daha mücadelenin yolu görünecektir. Kendisine, zamana göre en malik Türk cumhuriyeti olan Azerbaycan'ı üs olarak seçen Paşa, Turan Orduları Başkumandanı adı altında yardım toplamaya muktedir olmuştu. Yeniden kurduğu 28.000 kişilik Kurtuluş Ordusu'nun başına kardeşi Nuri Paşa'yı getirdi. İlk olarak silahlanma tamamlanacak, daha sonra ise başkent Bakü kızılların zulümden kurtarılacaktı.

Enver Paşa, bu kez planlarını iyi yapıyor zamanlama hatasınyapmamak ve hissi davranmamak için Kafkaslara gitmeyerek, planlarını İstanbul'da hazırlamaya özen göstermiştir.
Enver Paşa, Bakü'yü dört, altı hafta içinde, Kafkasya'yı ise iki yıl zarfında ele geçirmeyi hesaplıyordu. Ayrıca bütün Kafkas Hinterlandını ele geçirme planları kuruyordu. Denebilir'ki Tarihin en cüretkar Turan çıkarmasını düşünüyordu.

Ancak tam bütün hazırlıklar tamamlanıp iş Bakü'nün alınmasına geldiğinde, Enver Paşa büyük bir sürprizle karşılaştı. Alman İmparatorluğu, Bakü petrol rezervlerinin İngiltere'nin eline geçmemesi için Rusya ile anlaşma yapmış ve Türklere ihanet etmişti.

Mondros Antlaşması'nın imzalanmasının ardından Almanya'ya geçen Enver Paşa ve arkadaşları, içlerinde bir ukde olarak kalan Büyük Turan Düşüncesinden vazgeçmeyerek çalışmalarını Almanya topraklarında yürütme kararını aldılar.

1918-1920 yıllarını, hazırlıklarını tamamlayabilmek için harcayan Enver Paşa, 1920 yılında harekatına kaldığı yerden devam etmek üzere Rusya'ya gitmek isterken yakalanıp bir süre hapis yatacak, ancak sonunda arkadaşı Ahmet Cemal Paşa'nın yanına gelmeye muvaffak olacaktır.

İşte tam bu noktada Enver Paşa'nın düşünce yapısında bir değişiklik görülecek ve ünlü komutan, Rusya ile sıcak ilişkiler içine girecektir. Pek tabii ki Enver Paşa'nın amacı komünist sisteme entegre olmak ve bu yeni düzen uğruna çalışmak değildir. Onun amacı, Osmanlı Devleti'ni yok eden ve başkent İstanbul'u işgal eden İngilizlere hadlerini bildirmektir. Uğruna bir ömür harcadığı devletini yıkmaya çalışan İngilizlere karşı Sovyet sınırları içinde mücadeleye girişmektir.

1917 Bolşevik Devrimi ile devrim yılları içinde Enver Paşa'nın eylemleriyle ve fikirleriyle Ruslarla İngilizlere karşı mutabakata vararark Büyük turan devletini kurmak düşüncesi, şehit olduğu 1922 yılına kadar devam eden bir süreci kapsamaktadır.
Enver Paşa'nın bu yola girişi pek çok insanın kaderine hükmeden tarihi şartların zorunluluğundandır. Bu nedenledir ki, Enver Paşa için birinci derecede önemli olan husus, İngiliz emperyalizmine topyekün savaş açan Sovyetlerle bir Turan ittifakına girişerek, Büyük Turan hareketin tutunmasını sağlamaktı.

Nitekim genç Sovyet Devrimi, doğunun siyasi ufkunda çok ciddi şekilde değişikliğe uğrayarak, Bolşeviklerle Türkleri yan yana getirmiştir. Enver Paşa için bu durum Orta Doğu ve Türkistan'daki Müslüman topraklarda gerçekleştirmeyi düşündüğü hedeflere ulaşma yolunda yardımcı olabilecek bir konum demekti.

Ancak Enver Paşa'nın düşünce formasyonundaki köklü değişiklik Bakü Doğu Halkları Kongresi'nden sonra olur. 1920 Bakü Kongresinde dünya güç dengelerini, bu dengeler arasında Osmanlı İmparatorluğunun durumuyla, Osmanlı-Alman ittifakının ve İttihat ve Terakki'nin siyasal tavrının köklü bir tahlilini yapan Enver Paşa, kongre sonrası, Sovyetlerin üç hedefi geliştirmiş olduğuna dikkat çekecektir.

Bunlardan birincisi, Müslüman ve doğu ülkelerindeki anti-İngiliz hareketin özerk karakterine itibar etmek ve desteklemek, ikincisi, ihtilalin Müslüman ve Doğu ülkelerine zorla ihracı ve oralardaki demokratik unsurlarla işbirliği, üçüncüsü ise, İslam dünyasında Müslümanlar dışında faaliyet gösteren herhangi bir hükümet modelinin kabul edilmemesidir.
Kısa zamanda Sovyet Devriminin yapısıyla, dünya siyaseti içinde sömürülen halkların kimler olduğunu tespit eden Enver Paşa, Bakü Kurultayı'nda bu tespiti şöyle ortaya koyar:

"Arkadaşlar... Bugün Bakü şehrinde Dünya emperyalizm ve kapitalizmine karşı harbeden Şarkın ihtilalci alemi vekilleri olan bizlerin burada toplanmasına vesile olan Üçüncü Enternasyonal'e ve bunun azimkar reislerine umum ve arkadaşlar adına teşekkür ederim. Bugün bizi asırlardan beri ezen ve çırılçıplak soymakla kalmayarak kanımızı emen, öldüren dünya emperyalist ve kapitalistlerine karşı mücadelemizde elini tutacak ve Avrupa politikacılarının yalancılığının büyüklüğü nispetinde hak yolunda doğru ve sözüne inanılır ve milletlerin hukuk ve hürriyetini tanımayı programına yazmış olan Üçüncü Enternasyonal gibi bir müttefikin yanında mevki almakla mübağı olduğumuzdan birbirimizi tebrik edelim..."

Kongre tebliğinin devamında Trablus ve Çanakkale savunmasıyla birlikte asıl savaşın Batılı emperyalist güçlerle, bu güçler karşısında yer alan Sovyetler ve Doğunun ezilen bütün halkları olduğunu belirten Enver Paşa'nın zihninde bir tek ideoloji ve ideal vardır oda Büyük Turan Devletini kurmaktır.


Özellikle Bakü Kurultayı'nda dünya siyaseti ve bu siyaset içinde İttihat Terakki ile Doğu halklarının yerinin ne olduğuna dair yaptığı değerlendirme; Turancılığın ne olduğu, daha sonraki politik faaliyetlerindeki milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğine dair fevkalade bir dönüm noktasıdır.

Enver Paşa, ülkenin en yüksek askeri mercii konumunda yer alması sıfatıyla ve kurduğu ilişkilerle İslam-Doğu dünyasının bu yolda yeniden yapılanmasını sağlayarak katıldığı kongrede yeni açılan mücadele safhasında, kendilerini kongrede temsil etme yetkisini veren Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Arabistan ve Hindistan İhtilal Cemiyetleri İttihadı'nın ortak fikir birliği içinde olduğunu açıklayacaktır. Enver Paşa bu tahlili mazlum milletlerin kurtuluş yolunun açılması ve dünya mazlumları için bir zafer yolu olarak görüyordu.

Ancak genç Sovyet devletinin kısa zaman içinde Rus egemenliğine dayanan bir rejime dayanmasının ardından Moskova ile ittifak yolları ayrılan Enver Paşa için yeni bir strateji oluşmuştur ki bunun adı bilindiği gibi Büyük Turan Devletidir.
Bu düşüncesini 1922 yılında Afganistan Kralı Ema¤¤¤¤ah Han'a yazdığı mektupta şöyle dile getirecektir:

"Rus idaresine son vererek, bizim gözetimimiz altında, Doğu Müslüman-Türk hükümetlerinin konfederasyonu gerçekleşecektir. Majestelerinin yardımına çok teşekkür ederiz. Bu bağlamda, dünyada tek başına ayakta duracak ve Alman federasyonuna benzeyecek bu devlet, kısa bir süre içinde ortaya çıkacaktır."

Bu projenin altındaki gerçek hedef ise, eski gücüne ulaşmış Türkiye sınırlarından Hindistan sınırlarına dayanan yeni Türk-Turan İmparatorluğu'nun çekirdeğini oluşturmaktı. Buna bağlı olarak Enver Paşa, Doğu Türkistan ve dahası Afganistan'daki Müslümanları kapsayıp böylesi bir Pan-İslamist ve Pan-Türkist devlet içinde önemli bir rol oynamak istiyordu. Böylece, Türkistan''n geniş topraklarında yaşayan Türklerin alsancak altında birleşmelerini ve kendi liderliği altında yeni doğmuş Sovyet devletinin yanı sıra İngiliz emperyalizmine karşı da cephe alabilecekti.

Enver Paşa, bu projenin gerçekleşmesi yolunda Sovyet devletiyle ittifaka girdiği dönemden başlamak üzere, projenin politik zeminini oluşturmak amacıyla daha başlangıçta Mesai Halk Fırkası adıyla bir teşkilat kurmuştu.
Programı olabildiğince radikal olan Mesai, o zamana kadar alışılmışın dışında idi. Sosyalist birlikçi, İslam ve milliyetçilik fikirlerinden oluşan bu programı Enver Paşa daha sonra, Mesai'nin ruhunun toplumculuk olduğu şeklinde yorumlayacaktır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ancak bu programda daha da ilginç olan taraf, Enver Paşa'nın Federe Milliyetçiliği'nin teorik zeminini oluşturmaya yönelik ilk ciddi çabaya da girmiş olmasıdır.

Bu nedenle Enver Paşa, halkın Mustafa Kemal idaresinden daha radikal ve daha yenilikçi olduğunu unutmaması için devamlı olarak siyasi planının taslaklarını yaymaktaydı.
Enver Paşa, milliyetçiliği ilk kez politik boyutun yanında sosyo-ekonomik boyutuyla ele alır. Teorik zemininin de sosoyal temalara yer vermesi, toplumcu çizgilerini taşıması onu, Batıcı milliyetçilerin tek boyutluluğundan olduğu kadar, dayatmacı bir fikir yapısından da kurtarmaktadır.

Ona göre, her şeyden önce savaşın özü, kapitalizm ve kapitalizmin ürünleri olan tekelci, tefeci ve çalışmadan kazananlardır ki, bunun dünya ölçeğindeki temsilcisi Doğu milletlerine topyekün taarruza geçen batı emperyalizmidir. Batı emperyalizmi, bütün Doğuyu sömürebilmek için halkları birbirine düşürerek pek çok bahaneler uydurmaktadır.
Bu nedenle Enver Paşa: "Müslüman milletlerin bağımsızlık davasının Pan-İslamizm şartlarından çok, Büyük Turan içinde yer alarak başarıya ulaşacağını düşünmektedir. Düşüncelerindeki bu değişiklik, Komünist Enternasyonal'in Temmuz 1920'deki İkinci Kongresinden sonra oluşmuştur.

Enver Paşa, 4 Ekim 1921 günü yanında bir kaç güvendiği arkadaşı olduğu halde Buhara'ya giden Enver Paşa, orada Bolşevik Rusya'ya karşı ayaklanan Türkistanlıların arasına katıldı. Daha doğrusu başlarına geçti. Yeni Turan yolunda Ruslar ile amansız bir mücadeleye giriştiler hep birlikte.

Tam on ay sürdü bu yaman mücadele. Bir bayram sabahı olan 4 Ağustos 1922 Cuma günü Tacikistan'da, Belcivan yakınlarındaki Abdere mevkiinde, Çegen Tepesi'nde, Ruslarla yapılan bir çete harbi sırasında Derviş isimli atının üzerinde yalın kılıç dövüşerek ve kalbinden vurularak şehit düştü.


ENVER PAŞA'NIN ŞEHADETİ

Türk tarihinin zaman içindeki akış sürecinde yetişmiş ender kahramanlarımızdan biri olan Enver Paşa'nın şehadeti de hiç şüphesiz, nesillere örnek bir ulviyet ve yücelik taşır.
Bunun detaylarını; Paşanın Türkistan Savaşı'nda, başından sonuna kadar yanında bulunan Türkistanlı mücahit Abdullah Receb Baysun'un Türkistan Millî Hareketleri adlı kitabında şu şekilde açıkça görüyoruz.

Temmuz'un son günleri, karargâh Âbıdere köyünün şirin bağları arasında... Henüz olmaya başlayan üzümleri güneş, sıcaklığıyla olgunlaştırmağa çalışıyor... Günlerce devam eden muharebeli yolculuğun yorgunluğu burada geçirilecek... Dinlenilecek... Hazırlanılacak...Yine ümit dolu göğüsler, düşmanın mermilerine açılacak...Kurban Bayramı da yaklaşıyor...

Ağustosun 3. günü, Perşembe... Paşa'nın en neşeli günlerinden biri... Ailesinden aldığı ikinci mektup; iki gün sonra gelecek bayramdan, daha evvel neşe getirmişti. Hayatının birer parçası olan yavrularından ve ailesinden bu ses, hiçbir sevince benzemiyordu.

Devletmend Beyin; bayram namazını beraber kılmak için, Paşayı arkadaşlarıyla beraber Havâlin civarında olan karargâhına davetini, Paşa memnuniyetle kabul etti.
1922 Ağustosunun 4. Perşembe günü kılınacak olan bayram namazına yetişmek için, 30 kişilik bir grup gün doğmadan yola çıktı...

Enver Paşa ile beraber bayram namazını kılmak arzusuyla gelen kalabalık bir halkla birleşen bu grubu, askerleriyle Devletmend Bey karşıladı.Ulu ağaçların gölgeleri altında uyuyan suyun kenarında çaylar içildi. Devletmend Beyin takdim ettiği Tartuk'u, Enver Paşa, büyük bir memnuniyetle kabul etti. Türkistan'da, Emir ve Hanlara halk tarafından verilen hediyelere Tartuk denir. Paşaya verilen bu Tartuk da altın ve gümüş işlemeli bir cübbe ve bir sarıktan ibaretti.

Büyük bir cemaatla namaza duruldu. Allahü Ekber sesleri; göklerin sonsuzluklarından, yerlerin esrarı arasına iniyordu... Namaz bitti, tebrikler yapıldı. Buz gibi köpüklü kımızlar içilerek yemekler yendi. Çok neşeli bir gün geçti. Akşam oldu. Dönülüyor... Paşanın yasaklamasına rağmen, kalabalık bir halk, yarı yola kadar uğurladı...Yolda Paşanın yüzünde, solan günün hüznünü andıran izler belirmeye başladı... Gece saat 10.. Paşanın yanında toplanmıştık. Bir hayli konuşuldu. Gelecek bayram namazı inşallah Buhara'da kılarız; temennisinde bulunan Paşaya teşekkürler ediyorduk.

Çekilen bu yurt hasretinden kendine hiçbir pay ayırmadan, bunu hafifletecek hikâyeler anlatıyordu. Fakat; halinde bir başkalık vardı. Yüzünde, gözlerinde bambaşka bir yasın derin gölgeleri göze çarpıyordu. Gece ilerlemişti. Kalktık... Paşa'nın, bir şey söylemek istediği anlaşılıyordu. Soramıyorduk... Nihayet gülerek:

"Size verecek bir bayram hediyesi bulamadım. Arkadaşlığımızı belirten birkaç satır yazı yazsanız, mühürlesem. Günün birinde, size, beni hatırlatacak olan bu yazıların, millî mücadele arkadaşlığımızın da birer hatırası olacağını düşündüm." dedi...

Memnuniyetle kabul ederek yanından çıktık...
Geleceği görmeyen insan aczi içinde; Paşanın bu bambaşka hâlini birbirimize de soruyor, iki ihtimal arasında dolaşıyorduk.
1- Yurt ve aile hasretini kamçılayan bayramın gelişi...
2- Millî Hareket'in son günlerdeki beklenmeyen olayları... bütün bunlar Paşanın neşesini kırmış olabilirdi.

Arkadaşlarımızdan Nafi Bey, Paşanın istediği kâğıtları hemen kâtiplerden Ömer Efendiye yazdırdı. Mühürlemek için Paşaya götürdü. Gelen kâğıtların altına, Paşanın resmî mühründen başka, İstanbul Harbiye Mektebinde talebe iken 1300 tarihinde yaptırdığı hususî mührünü de bastığını gördük.Şehadet Günü: 5 Ağustos 1922 Cuma Sabahı.
Karargâh derin bir sessizlik içinde. Gecenin karanlığını, doğan güneşin, bahtımızı karartacağını bilmiyoruz.

Alışkanlığı üzerine erken kalkan Paşa, askerlerin geniş bir yerde toplanmalarını emretti. Askerin bayramını tebrik edecek, harçlıklar dağıtacaktı. Saat altı... İleri karakoldan bir silâh atıldı. Bu, baskın hareketini bildiren bir parola idi.Askerlerin yanına gitmek için atına binen Paşa; hemen dönerek bazı emirler verdi, yirmi kadar askeriyle, silâhın atıldığı tarafa koştu. Rusların bu gibi taarruzları günlük işlerden olduğu için, pek ehemmiyet verilmemişti.Rus askerleri gittikçe çoğalıyor... Bu taarruz, günlük taarruza benzemiyor. Harp büyüyor. Bu ciddiyeti anlayan Paşa; derhal bütün kumandanların ve askerlerin harbe iştirakini emretti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Faruk, Danyal, Boribetaş ve sair kumandanlar hep vazife başında... Harp şiddetlendi...

Ruslar; bayram namazında baskın yaparak millî mücadele kumandanlarını, bilhassa Paşayı harpsiz esir etmeyi ve şu suretle gururlarına dokunan, tahammüllerini tüketen bu millî mücadele dâvasının ortadan kalkmasını tasarlamışlar...Paşanın, bayram namazını yanlışlıkla bir gün evvel kılması, bu plânın tatbikini suya düşürmüş olduğundan; Ruslar, Moskova'nın aylardan beri büyük ehemmiyetle hazırladıkları bu hücuma geçmişlerdi. Türkistan'ın her tarafında olan mücahitlerin üzerine, aynı günde hücum eden Ruslar emellerine yine kavuşamadılar.


Ateş her tarafı sardı. Paşa, yanında Hüseyin Nafiz, Eş Murad, Kerim Beylerle Müslümankul (Rayef) ve askerler olduğu halde ilerledi. Karşı tepede düşman ile aralarında beş altı metre mesafe kalınca, Paşa kılıcını çekiyor. Rusların üzerine atılıyor. Askerlere de hücum diye bağıran Paşa; birkaç Rusu öldürüyor. Harp, şiddetleniyor...

Çok şiddetli olan bu ilerleyiş, düşmanı şaşırtıyor. Mitralyöz başında olan Rus askerleri teslim diye bağırarak ellerini yukarıya kaldırıyorlar. Fakat, arka saftaki Rus takviyeli mitralyözleri hemen çok şiddetli ateşe başlıyor.

Atı ile ateş içinde koşan Paşanın; kalbine amansız bir kurşun giriyor.
Paşa; ALLAH!.. diyerek atından düşüyor.

Ateşin şiddetinden yanına gidilemiyor. Ruslar, işledikleri cinayetin farkında bile değiller.Şehadet haberi, her tarafı bir yıldırım süratiyle sarıyor.Rusların ikinci bir kolu ile harp etmekte olan Devletmend Bey, bu kara haberi duyunca bir an şuurunu kaybediyor.
- Ne? Enver Paşa mı? Enver Paşa mı? Şehit mi oldu? Eyvah!..

Artık Enver Paşa yok mu? diyerek kılıcını çekiyor. Askerlerine: Haydi İntikam!.. İntikam!.. Bu intikamı almak, bize farz oldu; feryadıyla mahşeri andıran harbin içine atılıyor. 10 dakika sonra Devletmend Bey de şehit oluyor.

Harp yavaşlıyor. Mücahitlerin susmasını bir zafer diye kabul eden Ruslar da susuyor.
Enver Paşa; bu büyük kahramanın cesedi Rusların eline düştü diye, çok üzülüyoruz. İki katlı felâketin altında eziliyoruz.

Ümit güneşimiz sönmüş, karanlıklar içinde kalmıştık. Yer gök ağlıyor.
Kaybolan, sade bir insan değil; milyonlarca Türkün ümidi, istiklâli, zaferi, tarihi idi.
Kendimizden geçmiş, şaşkın, bitkin bir hâldeyiz... Ne olacak? Ne yapacağız?

Çegen Tepesi'ne geçmek için, suyu çekilmiş olan dereye doğru inmeye başladık. İniyoruz, indik, çıkıyoruz... Bir Rus kolu, dere kenarından ateş ettiyse de hiçbir zarar veremedi. Yalnız, birkaç dakika evvel Paşayı sırtında taşıyan Derviş adındaki at gelen bir kurşunla öldü...

Çegen Tepesi'nin ayağında, Devletmend Bey'in köyünde toplanıldı. Başsız kalan bu mukaddes topluluğun kumandası geçici olarak Danyal Bey'e verildi.

Sabahleyin ihtiyar bir köy imamı geldi. Dereyipayân'da, Enver Paşa'nın cesedini gördüğünü haber verdi.Bu haberi, bir müjde saydık. Hemen koştuk... Baktık ki, Rusların götürdüğünü zannettiğimiz şehit Paşa, burada yatıyor. Paşayı tanımayan Ruslar, üzerindeki elbise ve çizmelerini alıp gitmişler.

Paşa'nın yerde yatan cesedini âdeta göz yaşlarımızla yıkadık. Üzerine bayrak örterek, etrafına nöbetçiler konuldu.Kumandanlar derhal toplandı. Kabir yeri ve cenaze merasimi tespit edildi. Şehadet haberi dalgalar hâlinde her tarafa yayılıverdi. Bu kara haberi duyan kadın, erkek yollara dökülmüşler, inleye, ağlaya Çegen'e doğru geliyorlar. Çok kısa bir zamanda Çegen'de 25.000 den fazla insan toplandı. Bu kara habere inanmayan birçok insanlar, hakikati gözleriyle gördükleri hâlde, acaba doğru mu diye birbirlerine soruyorlardı. Halk, bir sel hâlinde...

Ceset, tabuta kondu... Hafızların tekbir sesleri, okunan mersiyeler, halkın feryatları, yeri göğü inletiyordu. 30.000 kişinin elleri üzerinde, gök kubbenin altında şerefle sallandığını görmek istediği sevgili bayrağına sarılı olan tabutu ağır ağır ebediyet yolunda...
Paşa'nın ölüm acısına tahammül edemeyerek ateşin içine dalan Belcivan Kumandanı Devletmend Bey'in tabutu ile Paşa'nın tabutu yan yana...

Pınarı gölgeleyen iri ceviz ağacına yaklaşıyoruz. Acılar daha derinleşiyor. Ahıret yolcularının âkıbetleri burada...Yaklaştıkça kalplere çöken acı ölçüsüz, ifadesiz bir şekilde taşıyor... Bayılanlar var... Ellerimiz üstünde taşıdığımız bu kumandanı, toprağın karanlıklarına terk etmek istemiyoruz... Namazları kılınıyor. 30.000 kişinin acı sükûtunu haykıran (ALLAHÜ EKBER) sesi, varlığın sırrına erişemeyen insan aczini feryat ediyor.
İmam Efendi'nin yaptığı merasim esnasında birçok bayılanlar oldu... Bunların arasında kumandan Faruk Bey'in de birdenbire yere düştüğünü gördük...

Dinî merasim bitti... Paşa'dan ebediyen ayrılacağımız an gelmişti. Fanileri, ebediyete götüren mezarlara tabutlar yavaş yavaş iniyor. Üzerlerine inen her toprak parçası Türkistan tarihine çöken bir matem, sonsuz bir elemdi.

Cesedi toprağa, ruhu da kalplere gömülen Enver Paşa'nın mezarı Türkistan halkı için mukaddes bir ziyaretgâh oldu... Günlerce bu kabir etrafında Kur'an okundu.

Kumandanlardan Halil ve Paşa'nın özel hizmetlerinde bulunan Mirza Muhiddin Beyler de şehit Paşa'nın tabanca ve kanlı çamaşırlarını Afganistan'da bulunan Osman Hoca ve Sami Beylere gönderdiler. Paşa'nın tabancası, o zaman Afgan Harbiye Nazırı olan Nadir Han'a Bedehşan'da takdim ediliyor. Sultan adındaki atı da isteği üzerine Miralay Ali Rıza Beye veriliyor.

Afganistan'da hususi murahhası olarak bulunan Bartınlı Muhiddin, Halil ve Mirza Muhiddin Beyler de, Paşanın çamaşırlarını ailesine vermek üzere İstanbul'a hareket ediyorlar.

KİŞİLİĞİ

Enver Paşa hakkında yaşadığı dönemden bugüne kadar pek çok yorum yapılmış, her yönüyle inceden inceye işlenmiştir. Enver Paşa adlı eseriyle bu konuda inceleme yapan Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa'yı 1908-1914 arası döneme bakarak "1908'in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey, işte bu kısa devrede Enver Paşa, daha doğrusu imparatorluğun tek söz sahibi olan, genç, inançlı, ve hırslı, daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak sahnededir." şeklinde tanımlar.

Enver Paşa için söylenebileceklerin başında, onun duygusal ve aceleci bir kişiliğe sahip olduğudur. Ama şu gerçeği de belirtmek gerekir: Enver Paşa yetkili olduğu andan itibaren kimilerini de küstürerek bir çok subayı emekliye ayırmış ve orduya genç ve dinamik bir ruh getirmiştir.

Gerek siyasi hesaplaşmalar nedeniyle, gerekse yeniden yapılanma çalışmaları amacıyla yapılan bu işlemde yaklaşık 2000 asker ordudan ayrılmıştı. Balkan savaşından yenik çıkmış olan Osmanlı Ordusu, tüm imkansızlıklara karşın başarı ve inançla mücadele etmiştir. Osmanlı Ordusu bütün bu olumsuz şartlara rağmen tam 4 yıl boyunca 10 ayrı cephede aynı güçle savaşı sürdürmüştür.

Zaten bunun içindir ki yorumcular Enver Paşa'yı Büyük Kumandan olmanın yanında, güçlü bir ordu teşkilatçısı olarak değerlendirirler.Yaşadığı süre içinde ideallerini gerçekleştiremeyen Enver Paşa, amaçları uğruna verdiği mücadelelerde gözle görülür başarılar elde etmiştir.

Ancak Enver Paşa'nın fonksiyonu Türk dünyasında tam olarak anlaşılamamıştır. O, Türklerin yeterince iyi teşkilatlanması halinde bağımsızlıklarına kavuşabileceklerini tüm dünya önünde ispat etmiş ve baskı altında yılmaya yüz tutmuş bir ırkın, içine atmak mecburiyetinde kaldığı bağımsızlık ve özgürlük çığlıklarını gün yüzüne çıkarmıştır.

Sosyologların da dediği gibi, eğer Enver Paşa olmasaydı, belki de Türk topluluklar hiçbir zaman baş kaldırma ve isyan etmeyi akıllarına getirmeyecekler, ilelebet baskı altında yaşamaya mahkum kalacaklardı. O büyük komutan, Türkî halkların yoluna ışık tutan bir lider, bir bağımsızlık ve hürriyet meşalesi olarak, tarihin tozlu yaprakları arasındaki yerini hak ederek almayı başarmıştır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ENVER PAŞA'NIN MUSTAFA KEMAL İLE GÖRÜŞMESİ

Sarıkamış felaketinden sonra orduya katılıp görev almak için Sofya'dan gelen M. Kemal ile Enver Paşa arasında şu konuşma geçmişti :

"Biraz sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver Paşa, zayıf düşmüş, rengi solmuş bir haldeydi. Söze ben başladım :
* Biraz yoruldunuz.
* Yok, o kadar değil.
* Ne oldu?
* Çarpıştık. O kadar...
* Şimdi vaziyet nedir?
* Çok iyidir!..
Enver'i daha fazla üzmek istemedim. Kendi işime sözü getirdim :
* Teşekkür ederim. Numarası 19 olan bir tümene beni kumandan tayin buyurmuşsunuz. Bu tümen nerededir. Hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?
* Ha, bunun için belki Genelkurmayla görüşürseniz daha kati malumat alabilirsiniz.
* Pekiyi, o halde siz daha fazla rahatsız etmeyeyim. Genelkurmayla görüşürüm..."

ENVER PAŞA'NIN SARIKAMIŞ VASİYETİ

Enver Paşa Sarıkamış'ta, "Hükümete" başlıklı bir vasiyet bırakmıştı. Vasiyeti şöyleydi:
Hükümete
"Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki Kolordu ile arkalarına düşerek ricata mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. IX. Ve X. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit Ordu mahvolmuş demektir.
Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuz harp ettiler. Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah da yardım ederse, muvaffakiyet katidir. Eğer muvaffak olmazsam, son neferimle beraber öleceğim. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Yaşasın Dinim, Milletim,vatanım, Padişahım.
Eğer geride kalanlarıma yardım etmek isterseniz, refikam Sultan Efendi hazretlerinin muhassısatı kafi değildir. Kendisinin müreffehen yaşaması için hiç olmazsa, Başkumandanlık muhassısatımın kendi muhassısatına zammı ve ebeveynimin temini refahı ile, rahmeti ilahiyeye mazhariyetim için birkaç hayır yapılmasını rica eder ve tealisine çalışmaktan başka bir maksat beslemediğim din ve milletimin tealisine dua eder, tanıyanlara selam ederim."

ENVER PAŞA'DAN MUSTAFA KEMAL'E MEKTUP

"Anadolu Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: 16 Temmuz 1921 Moskova"

Muhterem Paşam!
Yusuf Kemal ve Rıza Nur Beyler Moskova'da iken, Berlin'den avdetimde gerek bunlara ve gerekse Ali Fuat Paşa biraderimize hariçteki mesaimizi ve size yazdığım mektupta ve gönderdiğim nizamnamede ve programla da izah ettiğim veçhile hariçteki tarzı mesainin memlekette bir fırkaya istinat etmesi lüzumunu bildirmiştim.

Bu sırada ise gerek Rus doktorları ve gerekse bizim doktorların muayenesi neticesinde veremin başlamış olduğu, Halil Paşa'nın memlekete gitmesi ve havası mutedil bir yerde oturması cümlece muvafık görülmüş, bu sebeple hareket etmişti. Kendisinin hareketinden sonra gelen mektupla ailesinin Taşkent'e gitmek üzere Trabzon'a geldiği, mamafih kendisi oraya çağırıldığı, Fuat Paşa bir akşam Afgan Sefaretinde Halil Paşa'nın Anadolu'dan gelecek iznini beklemesini söylemiş olduğunu anlatması üzerine, anlayamadığım tuhaf bir vaziyet karşısında bulunduğumu hissettim.

Halbuki size yazdığım telgrafa rağmen Avrupa'da İttihat ve Terakki manevrası başladı diye üzerimize yükleniyorlar. Biz buradan ve sonra da siz Bolşeviklerle münasebette bulundunuz diye, memleketten çıkmasında ısrar edilmiş...O da ailesi geldikten sonra yola çıkmıştır. Sonra bunu müteakip Küçük Talat Beyin tevkif ettirilerek çıkarılmış olduğunu buraya gelince anladım. Biraderim Nuri Bey'in de Erzurum'da kalebent edildiğini öğrendim. Her şeyi size açık bildirdiğim halde akraba ve arkadaşlarımın bu muameleye maruz olmalarını doğru bulmuyorum. Binaenaleyh size bir kere daha vaziyeti ber vechi ati izah etmeyi muvafık buldum.

1- Memleketten çıkınca, ben Kafkasya'da kalmalarını İzzet Paşa Kabinesi vasıtasıyla temin etmiş olduğum kuvvetler yanına gitmek ve diğer arkadaşları hariçte bularak siyaseten çalışmak ve dahildeki arkadaşlar üzerine düşmanlarımızın hücumunu kısmen tahfif etmek için meclisi umumi kararıyla çıktıklarını biliyorsunuz.
2- Ben Kırım'da kalıp Kafkasya'ya geçmeye uğraştım. Birçok tehlikelere rağmen muvaffak olamadım. Sonra Berlin'de bulunan arkadaşlar ile görüşmek üzere Talat paşa merhumun arzusu üzerine oraya gittim. Müzakereler neticesi o anda Anadolu'ya imdadın ancak Rusya'dan geleceğini anlayarak Bahattin Şakir bey ile Rusya'ya hareket etmiştim. Halbuki bir sene zarfında iki defa tutulup beş ay hapsedilmiş ve altı defa tayyareden düşmek suretiyle nihayet Moskova'ya geldim.
Halbuki son mahpusiyetim zamanında kararlaştırdığımız veçhile Moskova'ya başka tarikle gelen Cemal Paşa ve arkadaşları bu sırada Moskova'ya gelmiş olan Halil Paşa ile birlikte Anadolu'ya yapılacak yardımı temine çalışmışlardır. Verilen karar bir taraftan bunu temin ile beraber İngiltere'ye karşı hareket etmek üzere Halil'in İran'a ve Cemal Paşa'nın Afganistan'a geçmesi kararlaştırılmış ve bu suretle hareket olunmuştur.
Bu sırada Cemal paşa tarafından zatı alinize yazılan mektuba Mülazım İbrahim Efendi'nin vurudiyle gerek Halil'in ve gerekse Cemal Paşa'nın Anadolu hesabına bir şey yapmalarını emretmişsiniz. Bunun üzerine tabii onlar belki vakitsiz olmakla beraber bu arzunuza tevkifi hareketi muvafık görmüşler ve Anadolu'ya resmen merbut olmayarak yardım ve maksada hizmet etmişlerdir.

3 Ben geldiğim zaman Bekir Sami Bey rüfekasını buldum. İki aydan beri Moskova'da bulunuyorlardı. Ben arzunuzu haber alınca Çiçerin'in sualine karşı resmen bir vazifem olmadığını, yalnız her suretle Anadolu'ya yardım edilmesine taraftar olduğumu söyledim. Bekir Sami Bey'in arzusu üzerine yalnız bir kere Çiçerin'e Anadolu Hükümeti taraftarı olduğunu göstermek için beraberce gittim. Sonra da aynı arzu üzerine yalnız arkadaşların hususi müzakeresinde bulundum. Ruslar henüz müzakereye bile başlamamışlardı. Çünkü Yusuf Kemal Bey biraderimize, bunlar Anadolu'nun komünist olmasını isteyecekler dedim.
Ben hususi olarak Berlin'de hapishanede çalıştığımız Radek ve diğer rüesa ile işin bir an evvel halline çalıştım. Nihayet müzakere başladı. Yusuf Kemal Bey biraderimizin zannı gibi Bolşeviklik de teklif edilmedi.

Maddi yardıma gelince; Bunda ne verirlerse alınmasını prensibinin takip edilmesinin muvafık olacağı, böylece Anadolu'nun Rusya'dan bir şeyler geliyor diye, kuvveyi maneviyyesinin artacağı ve Avrupa'da, Anadolu Bolşeviklerle anlaştı diye bizi daha kuvvetli ve mehip göreceğini bildiğiniz ilk maddi anlaşmaya çalıştım. Fakat ben hiçbir vakit resmen Anadolu namına hareket etmedim. Sonra Bakü'ye geldiğimde değil, yalnız ve Türkiye'de ve bütün İslam memleketlerinde derhal aksi tesiri görüleceğine ve böylece İngilizlere yardım edileceğine kani olduğumdan Türkiye ve şarkın Bolşevizm taraftarı olmadığını alenen kongrede söylediğim gibi, Anadolu halkının menfaatine daha muvafık ve cidden ezilen halkı düşünür bir idare esasına müstenit bir program ile Talat Bey ve diğer bir iki arkadaşın Anadolu'ya geçmesine karar verdik.

Şimdi bugün bu açıklıklara rağmen, siz karşımızda bir hasmımız varmış gibi hareket ediyorsunuz. Evvelce de dediğim gibi ben ve arkadaşlarım yalnız öteden beri takip ettiğimiz siyaset, memleketin ve Türk Milletinin salahı emelini güdüyoruz. Bununla beraber memleketin halka müstenit ve cidden onun menfaati düşünülerek onlarla çalışmaya taraftarız.

Beni eğer zatı alinize rakip telakki ediyorsanız, yanılıyorsunuz, bu aklımdan geçmemiştir. Bizce memleketin kurtuluşu esastır. Değil bunu sizin gibi uzun seneler beraber çalıştığımız bir arkadaş, belki Ferit paşa gibi ihtiyar bir herif yapabilseydi ona bile hürmet eder ve muvaffakiyetine yardım ederdim. Cenabı Hakkın şimdiye kadar size yaver kıldığı talihinize biz de hürmet ederiz. İktidarınızı bundan evvel takdir ettiğimden Harbiye Nezaretini ve ondan evvelki hareketlerimle de belli olduğundan, buna dair fazlaca bir şey söyleyemem. Yalnız bir ricam var. Tekebbüre kapılmayınız!.. Sizi cidden seven bir arkadaş gibi rica ediyorum. Senin muvaffakiyetin Anadolu'nun muvaffakiyeti demektir. Fakat eğer siz şimdiden şiddetli davranırsanız, korkarım hayırlı neticeler vermez. Millet Sultan Hamit zamanındaki millet değildir. Artık tahakküme dayanamaz.

Bak! Seni bütün arkadaşlarım namına temin ederim ki, bizim hiçbir mevkide ve memuriyette gözümüz yoktur. Bana gelince, ben bir ideal takip edeceğim, o da İslam'ı ezen Avrupalılar ile pençeleşmek için bütün Müslüman ve Türkleri harekete geçirmektir. Başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslam alemi için faydamız ve belki de tehlike olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz... İşte bu kadar.

Şimdi, ben kemali hürmetle gözlerinden öper, Cenabı Hak'tan senin için yücelikler, İslam'a ve vatana nâfii büyük, büyük muvaffakiyetlere dilerim.

ENVER
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ekber Şah

Ekber Şah, Hindistan’da kurulmuş olan Türk-Moğol İmparatorluğunun en büyük ve en güçlü hükümdarıdır.

Ekber Şah 1542’de doğdu. Hindistan’da bu imparatorluğu kuran Babür Şah’ın torunudur. Babasının adı Hümayun Şah’tır. 14 yaşında iken babasını yitirdi. Devleti uzun süre veziri yine bir Türk olan Bayram Han yönetti.

On dört yaşında tahta çıkan Ekber Şah 49 yıl saltanat sürdü. Yirmi yaşına kadar devlet idaresinde baş yardımcısı ve yetkili olan atabeyi Bayram Han’ı zorla emekli ederek Hacca gönderdi ve bundan sonra ülkenin tek hakimi oldu. Büyük bir zekası ve yeteneği vardı. Memleketteki karışıklıkları bastırdı. İmparatorluğunun sınırlarını genişletti. Güçlü bir teşkilat kurdu. Ayaklanmaları ve dağılmaları önledi. 1578’de Bengal, 1581’de Kabil, 1587’de Keşmir, 1592’de Sind ve 1594’de Kandehar’ı almak suretiyle hemen hemen bütün Hindistan ve Afganistan’ı aldı.

Ülkesini bayındır bir hale getirdi. Sağlam bir devlet organizasyonu kurdu. İdare ve maliye ile ilgili kanunlar yapmak suretiyle devletin bünyesini güçlendirip sağlamlaştırdı.

Ekber Şah, büyük bir devlet adamı olduğu kadar da büyük bir düşünürdü. Budistlerin dul kadınları yakmaları geleneğini kaldırdı. Hindistan’daki mezhep kavgalarını ortadan kaldırmağa çalıştı. Oradaki insanların hepsini bir imam ve bir din çevresinde birleştirmeyi tasarlıyordu. Bu düşüncesine “Tevhid-i İlahî” ismini verdi.

Bu düşünceden hareketle, Hinduların da vatandaş sayılarak asker ve devlet memuru olmalarını sağladı. Müslümanlarla ordular arasında eşitlik sağlanınca ülkede gerginlikler azaldı. O, “halkın devlet için değil, devletin halk için var olduğu” anlayışını benimsedi ve benimsetti. Muazzam nüfusu olan Hindistan’da Türkler küçük bir azınlık durumunda idiler ve daha çok asker ve memur oluyorlardı. Bir çok bakımdan eşitlik sağlandığı için azınlığın çoğunluk üzerindeki hakimiyeti böylece bir problem olmaktan çıkmıştı.

Ekber Şah 1603’te hastalandı ve konuşamaz hale geldi. Oğlu Cihangir’i çağırarak ona kendi eliyle kılıç kuşandırdı ve hükümdarlık sarığını giydirdi.

Ekber Şah 1605’te öldü. Ölümünden evvel Sıkanda’da kendisi için bir türbe inşaatı başlatmıştı. Piramidi andıran bu türbe oğlu Cihangir tarafından tamamlatıldı ve oraya gömüldü.

O, elli yıla yakın bir zaman içinde Hindistan’da çok güçlü bir devlet kurmuştur. Ülkesinde sosyal bir düzen yaratmış, insanları birbirine yaklaştırmaya çalışmış, kültür ve sanatı korumuş üstün bir insandı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ertuğrul Gazi

Süleyman Şah’ın oğlu Ertuğrul Gazi, Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri görülmüş bir şahsiyettir. Ertuğrul, babası gibi yiğit bir insandı.

Süleyman Şah, Fırat Nehrinde boğulunca, kardeşi Dündar’la birlikte Kayıhan Aşiretinin bir kısmını alarak, Urfa yolu ile, Diyarbakır’dan geçerek Erzurum civarında bulunan Pasinler ovasındaki Sürmeli Çukur yaylasına gelip, konakladı. Pasinler ovası Erzurum’un altı saat kadar doğusunda olup, merkezi Hasankale kasabasıdır.

Ertuğrul Gazi’nin başında Horasani bir kavuk, üzerinde ince tellerle örülü bir zırh, ayaklarında mavi çizme vardı. Arkasında tirkeşi ve elinde daima bir palası bulunurdu. Ertuğrul uzun boylu, geniş omuzlu, sert bakışlı bir askerdi.

Tuğrul, akbabaya benzer gagasıyla ve pençeleri çelikten esatiri bir kuştur. Avcı kuşlarının padişahı olduğu kabul edilir. Tuğrul, Oğuzların Talas kabilesinin bir totemi idi. Bu Tuğrul kelimesine bir (er) ilavesiyle Ertuğrul adı meydana gelmiştir. Ertuğrul, doğru kalpli adam anlamına gelmektedir.

Ertuğrul Gazi’nin başbuğluk ettiği Kayıhaniler Aşiretinde dört çeşit askeri kuvvet vardı. Bu kuvvetler Gaziler Alayı, Ahiler Alayı, Abdallar Alayı ve Bacılar Alayı idi. Gaziler, serdengeçtiler; Ahiler, sanatkarların yiğit alayları; Abdallar ise Alevî tarikatlarına mensup alaylar ve Bacılar da kadın alayları idi. Kayıhaniler Aşireti bu hali ile tam teşkilatlı seyyar bir site idi. Ayrıca aşiretin içinde Horasan Erenleri denilen alimler de bulunmakta idi.

Kayıhaniler, Sürmeliçukur bölgesinde tam iki yıl kaldılar. Buradan kalkarak Kayseri’ye ve daha sonra da Ankara’ya gelerek Karacadağ mevkiine yerleştiler. Kayıhanilerin Karacadağı’na gelişleri hakkında Müneccimbaşı Derviş Ahmet’in yazdığı Câmiü’d-Devle adlı tarihte şu bilgi verilmektedir:

“Kayıhaniler, Ankara civarında bulunan Karacadağ’a geldikleri sırada reisleri “Kayı Alp” idi. Bu aşiret, burada Çağbalık’a geldiler. Burada Kayı Alp öldü. Yerine “Sarkuk Alp” geçti. Bu da Kırşehir civarında Karahöyük’de öldü. Bunun yerine “Gök Alp” geçti. Bu da Şaraphane mevkiinde öldü. Bunun yerine “Gündüz Alp” geçerek Kayıları uç taraflarına yerleştirdi. Bu da Söğüt civarında öldü. Yerine oğlu Ertuğrul kabilesinin reisi oldu. Rumlarla birçok harpler yaptı...”

Bu bilgilere göre, Ertuğrul’un babası Süleyman Şah değil, Gündüz Alp’tir. Yine Rûhî Tarihi sağlam bilgi veriyorsa Ertuğrul Gazi’nin babasının adını Gündüz Alp olarak kabul etmek gerekmektedir. Fakat kaynaklar, babasının Süleyman Şah olduğunu kaydetmektedirler. Suriye hududumuzda bir de Süleyman Şah’ın mezarı mevcuttur. Belki Süleyman Şah, Ertuğrul’un atalarından biridir.

Kayılar. Ankara’daki Karacadağ yaylasına 29 Ekim 1231 tarihinde yerleşmişlerdi. Bu topraklar Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat’a aitti. Bir müddet sonra Ertuğrul oğlu Sarubalı’yı, Sultan Alaeddin’e gönderdi.

Sarubalı’yı bazı tarihçiler (Savcı), (Sarıyatı), (Sarıbatı) diye de kaydetmişlerdir. Sultan Alaeddin, Sarubalı’ya, “Biz ne zaman Moğollarla savaşa girişirsek bize yardımda bulunursanız, buna mükafat olarak sizi uç beyi tayin ederim”, diye bir vaatte bulundu.

O yıl Moğol ordusu Sivas’a doğru ilerlemekte idi. Nihayet Selçuklularla Moğol ordusu Sivas’ın Hafikkale civarında savaşa tutuştular. Ertuğrul bu harbi duyar duymaz kuvvetlerini alarak o tarafa gitti. Bir dağın yamacında iki ordunun çarpıştığını seyrettiler. Bunlardan bir taraf yenilmek üzere, diğer taraf da galip gelmekte idi. Bunu gören Ertuğrul Gazi maiyetindeki Koç yiğitlerine dedi ki:

Yiğitlerim hangi tarafı tutalım?
Bu soru üzerine kardeşi Dündür:
Galip tarafa geçelim... Onların zafer ganimetlerinden istifade ederiz... dedi.
Ertuğrul kaşlarını çatarak:
Türkün şanına, ancak mağlup olanlara yardım etmek düşer. Galibe yardım etmek ise insana ne şeref kazandırır, ne de mal... dedi.

Derhal mağluplara yardıma karar verildi. Kayı yiğitleri dağdan bir çığ gibi harp meydanına daldılar. Kılıçlar oynadı, oklar çekildi, kavga yeniden kızıştı. Çok geçmeden galipler mağlup duruma düştüler. Meğer ilk mağlup olanlar Selçuklular imiş. Bunları kısa bir zamanda galip bir duruma geçtiler, Moğollar ise perişan bir halde kaçtılar.

Kayıların bu yardımlarından Sultan Alaeddin çok memnun oldu. Kayı aşiretinin beyi olarak Ertuğrul’u tanıdı. Sultan Alaeddin. Ertuğrul Gazi’yi, Bizans hududuna uçbeyi tayin etti. Kayı kabilesine Söğüt kasabasını kışlak, Domaniç yaylasını da yaylak olarak verdi. Ertuğrul Gazi, Karacadağ’dan Kayı aşiretini alarak Söğüt’e geldi.

Ertuğrul Gazi, çok geçmeden, maiyetindeki kılıç erleri ile Bizanslılarla savaşa girişti. Bizanslılara ait, Sultanönü bölgesi ile Karacahisar’ı fethetti. Bu zaferleri duyan Anadolu’nun muhtelif bölgelerindeki kılıç erleri, Ertuğrul’un etrafında toplandılar. Hudut boyu serdengeçti akıncılarla doldu.

Ertuğrul’un değerli kumandanları şunlardı: Akçakoca, Konuralp, Turgut Alp, Saltuk Alp, Aykut Alp, Samsa Çavuş, Hasan Alp, Karamürsel, Akbaş, Kocaoğlan... Bu kumandanlar kuvvetleri ile gece–gündüz demeden Bizans’a doğru akınlarına devam ettiler.

Ertuğrul Gazi, bir gece bir rüya gördü. Rüyada, “göbeğinden bir pınar fışkırdı... Bu çıkan sular çoğalarak bir deniz halini aldı... Bu deniz, bütün dünyayı kapladı...”.

Senin bir oğlun olacak; bu oğul bir devlet kurup, saltanatı ile dünyayı sarsacaktır.... dedi.

Nitekim o yıl içinde Ertuğrul’un karısı Hayme Ana, bir oğlan çocuk doğurdu. Bu çocuğun adını Otman koydular. Sonradan Otman, “Osman” adı ile anıldı. Ertuğrul’un diğer oğulları Sarubalı ile Gündüz Alp’tir. Küçük Osman, Söğüt kasabasında kılıç erleri arasında büyüdü. Beş yaşına geldiği zaman, bir gün babası onu, Konya’ya beraberinde götürdü. O gün Hazret-i Mevlânâ’yı ziyarete gittiler. Lakin o gün Mevlânâ pek üzgündü. Ertuğrul’u ve yanındaki oğlunu görünce şöyle deki:

Sultan Alaeddin, Baba İshak’ı kendine baba yaptıysa, ben de bu küçüğü kendime evlat edindim.

Mevlânâ; Osman’ı sevdi ve ona hayır duada bulundu. Ravzatü’l-Ebrar adlı tarihte, Ertuğrul hakkında şu malumat yazılıdır:

Ertuğrul Gazi, Söğüt’te oturuyordu. Bir gün köyleri dolaşmaya çıkmıştı. Akşam olunca İtburnu köyünde bulunan ulemâdan bir zâtın evinde misafir kaldı. Ev sahibi Ertuğrul’a fazlaca ikramda bulundu. Ertuğrul, gece yatacağı zaman rafta bulunan bir kitabı görüp, sordu:

Bu kitap nedir? Diye sordu. Ev sahibi:

Bu kitap, Tanrı tarafından Hazret-i Muhammed vasıtası ile, insanlara doğru yolu göstermek üzere gönderilen Kur’an-ı Kerîm’dir...dedi ve odadan çıkıp gitti.

Ertuğrul, serilmiş yatağa yatmayıp, Kur’an-ı Kerim’in önünde el bağlayıp, sabaha kadar ayakta durdu. Ancak güneş doğarken yatağa girdi. Uyur uyumaz bir rüya gördü. Rüyasında bir pîr ona:

Sen, Tanrı sözü olan Kur’an-ı Kerîm’e halis bir kalp ile saygı gösterdin; bunun için sana mükafat olarak evlat ve torunlarına padişahlık verildi. Bütün neslin aziz olsun... dedi.

Ertuğrul, bu sözlerin dehşetinden uyandı. Ev sahibine de bu rüyasını anlattı. Osmanlı Devletinin Kuruluşu adlı bir eser yazan İngiliz tarihçisi Gibbons, bu hadiseyi ele alarak, Ertuğrul Gazi’nin Müslüman olmayıp, Şaman dininde olduğunu yazmaktadır. Halbuki bu fikir yanlıştır.

Ertuğrul Gazi, hudut boyunda Bizanslılarla durmadan savaştı. Fakat kılıcının hakkı olarak kazandığı bu yerleri Selçuk Sultanına verdi.

Ertuğrul Gazi, bu savaşları ile Osmanlı Devletinin arsasını hazırlamıştı. Ertuğrul, artık iyice ihtiyarlamış, işlerini büyük oğlu Gündüz Alp’e bırakmıştı. Küçük oğlu Osman da, serhat boylarında düşmanlarla çarpışmakta idi.

Nihayet her fani gibi, Ertuğrul Gazi de 1281 tarihinde 92 yaşında vefat etti. Ona, Söğüt’te güzel bir yaptılar. Her yıl, Eylül aylarında Söğütlüler, Ertuğrul Gazi için bir tören yaparak türbesini ziyaret etmektedirler.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Evrengzib

Evrengzib, 1658 yılında doğdu.

Evrengzib’in (I. Alemgir’in) Hindistan’da 1707’ye kadar süren saltanat döneminde, imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı ve Hindistan’ın tamamı Türk hakimiyetine girdi. Evrengzib koyu bir Müslüman, cesur bir komutan, iyi bir idareci ve yeniliklere açık bir devlet adamı idi. Taht kavgasına girişen kardeşlerini ortadan kaldırdı.

Evrengzib, Türk ve Müslüman dünyası ile iyi ilişkilerde bulunmuş, komşuları ile önemli bir problemi olmamıştır. Halktan alınan vergileri azaltmış, düzeni ve huzuru sağlamıştı. Yemen İmamına, Habeşistan Hükümdarına gümüş ve altın para yardımı yapmıştır.

Fakat, onun zamanında Hindistan ticaretine İngilizlerden sonra Hollandalılar da el atmıştı. Dolayısıyla Gucerat limanlarında onlara da bazı imtiyazlar verilmişti. Ülkesinde gittikçe çoğalan yabancı şirketlerin sömürücü tutumlarından şikayetçi idi. Ancak, kendi ticaret gemilerini Hint Denizi’nde korsanlara karşı İngilizler koruduğu ve Hindistan’ın ekonomik menfaatleri onları hoş tutmayı gerektirdiği için gümrük vergilerini biraz arttırmaktan başka bir şey yapmak elinden gelmemişti.

Evrengzib, Hindistan’ın en adil hükümdarı olarak isim yaptı. En büyük kusuru, Hindistan’a Türkistan’dan yeteri kadar Türk askeri getirmemiş olmasıdır. Çünkü Türkistan askerleriyle hem çoğunluğun baskısına hem de ülkeyi ele geçirmeye çalışan Batılılara karşı daha güçlü ve başarılı olabilirdi.

Evrengzib 1707 yılında öldü ve bütün Türk devletlerinde kötü bir gelenek halini alan taht kavgaları ondan sonra yine başladı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ebulfez Elçibey

ELÇİBEY, ELÇİBEY'İ ANLATIYOR
Bütün gücümü talebeler arasında millî şuurun uyanmasına yönelttim. Hiç kimseye de hesap vermiyordum. Çok şeyleri yakın dostlarımdan bile gizliyordum. Üçerli beşerli, yedişerli ve dokuzarlı gruplar kurdum.

Biri bizi sattı. 15 Ocak 1975'te tutuklandım. 1,5 yıl hapiste kaldım. Ben hiç bir hoca ve talebeyi (hattâ KGB ajanlarını da) suçlu saymıyordum. Bir düşmanım vardı, emperyalizm! Geri kalanlar onun zavallı hizmetçileri idi!


1938 yılının Haziran ayında Azerbaycan'ın Ordubad vilâyetinin Keleki köyünün "Halil Yurdu" denilen yaylasında doğmuşum.

Babam "Kadirkulu Aliyev Merdan oğlu." Rus-Alman Savaşı'nda (İkinci Dünya Savaşı) askerde ölmüş. Annemin adı da Mehrinisa'dır.

Onu biliyorum ki, ben Türk'üm. Belki de bende daha çok Şamanlık izleri var. Sakinliğimden hissediyorum ki, Oğuzlar'danım; arada sırada öfkelendiğimde diyorum ki, Kıpçaklar'danım.

Yedinci sınıfa kadar Unus 7 Yıllık Mektebi'nde okuduktan sonra Ordubad 1 Numaralı Şehir Orta Mektebi'ne devam ettim. O zamanki köy çocuklarının hayatında olduğu gibi ben de şunları yaşadım: Çoğu zaman kevenlerin, sürgünlerin, kangalların içerisinde çoğumuz yalın ayak geziyorduk. Mektebe de yalın ayak giderdik. Komşumuz olan Unus adında bir köy var, orada yedi yıllık mektepte birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar okudum (bizim köyde mektep yok idi).

Yedinci sınıfı bitirene kadar en büyük arzum hekim olmak idi. Sekizinci sınıfta tarih ilmine meylim arttı, cemiyeti kavramak bana daha çok ilgi çekici geldi ve Marks'ın "Kapital"ini okumağa başladım. Bize şöyle propaganda etmişlerdi. Güyâ, "Kapital" dünyanın en büyük şâheseridir. O vakitler "Kapital"i okuduğumda çok fazla anlayabilmiş değildim. Hocalarım ve talebe arkadaşlarım bana haklı olarak istihzâ ile baktılar.

Küçük yaşlarımdan itibaren oruç tutuyordum (gizli gizli oruç tuttuğumu hocalarım bilsin istemiyordum), arada bir annem ile yan yana namaz da kılıyordum.

Onuncu sınıfta Azerbaycan Devlet Üniversitesi'nde (şimdiki Bakü Devlet Üniversitesi'nde) Şarkiyat Fakültesi'nin açılacağını duydum. Nizamî, Hakanî, Fuzulî ve başka şairlerimizi doğru anlamak maksadıyla bu fakülteye hazırlandım. 1957'de Üniversitenin Şarkiyat Bölümü'ne (o vakit Filoloji Fakültesi'nin bünyesinde idi) Arap Filolojisi sahasına kaydoldum.

II. ve III. sınıflarda okurken tarihî-siyasî meseleler beni daha çok meraklandırdı. Az çok, hayata gençlik bakışımla gördüm ki, halkımız bir felâket içerisinde yaşıyor. Ben Güney Azerbaycan faciasını sekiz yaşında görmüşüm, duymuşum. O zaman bilmiyordum ki, tarihin hangi yılıdır. Sonra bildim ki, bu 1946 yılıdır. Gece yarısı Araz'a atlayıp (Allah bilir pek çokları boğulmuştu) kuzeye geçen fedâiler-erkekler, kadınlar, kızlar gelip; bizim Keleki köyüne çıkıyorlardı; geceleri kapımız dövülürdü, açardık...bin bir eziyet çekmiş insanlar... Bir iki gün geçmezdi, hükümet memurları gelip onları bir yerlere götürürlerdi. Ben anama soruyordum: Bu adamlar kimdir, bu teyze niye ağlıyor, bu çocuğun babasını kim öldürmüş? Niye elbisesi kanlıdır? Hafızamda şu sözler daha çok kalmış: "Ne bileyim? Bedbahttırlar, kardeş kardeşi öldürmüş. Bizimkiler gitti muharebede kırıldı, bu bedbahtlar da birbirini kırıyor. Hitler'in Allah belâsını versin. Stalin'in de bıyığı yerde kalsın!". Bu sözler ömrüm boyu benim kulağımda çınladı. Büyüdükçe ben de herkes gibi her adım başı haksızlığa hedef oldum. Ayıldığımızda gördüm ki, büyük, ulu bir halk millî felâket içerisinde çabalıyor.

Çocukluğumda bana şaka ile "millet" diyorlardı, şakaya alıyorlardı. Üniversitede de bâzen "Millet" diyorlardı. Sonra ben düşündüm ki, ben kimim, neci olmalıyım... "Milletçi" sözünün kökü Arapça'dır. Düşündüm ki, Türk sözü kullanmalıyız; bu sözün yerine "Elçi" sözü uygundur. "Milletçi" sözü yerine "Elçi" sözünü kullanalım.

1962'de üniversiteyi bitirdim. 7-8 ay staj yaptıktan sonra biz, 5-6 arkadaşı, Assuan Barajı'nın yapıldığı Mısır'a mütercim olarak gönderdiler.

Azerbaycan'a dönünce bütün gücümü talebeler arasında -millî şuurun uyanmasına yönelttim. Hiç kimseye de hesap vermiyordum. Çok şeyleri yakın dostlarımdan bile gizliyordum. Üçerli beşerli, yedişerli ve dokuzarlı gruplar kurdum. Her grupla da kendim meşgul oluyordum. Bu, çok vakit ve güç istiyordu.

Artık cemiyetlerimiz vardı; üçerli, beşerli, yedişerli, dokuzarlı. Ayrı ayrı gruplar kurmuştum ki, bir biri ile alâkası olmasın. Çünkü bilirdim ki, çabuk iliştirirler.

Nitekim, biri bizi sattı. 15 Ocak 1975'te tutuklandım. 1,5 yıl hapiste kaldım.

Ben hiç bir hoca ve talebeyi (hattâ KGB ajanlarını da) suçlu saymıyordum. Bir düşmanım vardı, emperyalizm! Geri kalanlar onun zavallı hizmetçileri idi! Benim bu zavallı generallere ve subaylara da kalbimde acıma uyanırdı. Benim işim zâlim emperyalizme karşı mücadele idi; satkınlara tarihin kendisi cezâ verecekti ve verdi de.

Geç evlenmemin de sebebi şu idi: Arkadaşlarla anlaşmıştık ki, yakalanacağız, onun için aile kurmayalım. Öyle de oldu, yakalandık. Sonra meselenin kökü döndü. Bâzı adamlar meydandan kaçmak için kendilerine bahane gösteriyorlardı. Diyorlardı ki; Ebülfez'e göre ne var -bekârdır, ailesi yok, çoluk çocuğu yok. (Şimdi bir kızı Çilenay; bir oğlu: Ertuğrul var). Onun için kolaydır, senin ise ailen var, çoluk çocuğun var. Böyle deyip pek çok kimse meydandan ayrılıyordu. Ona göre de düşündüm ki, biz de aile kurmalıyız. Eğer bu yolda yürüyorsak aile de kurban olsun, çoluk çocuk da kurban olsun. Bunu sadece biz yapmamışız, bizden önce yüzlerce örnek var. Mehmed Emin Resûlzadeler'in yanında biz kimiz.

Hayatımda en hoş günlerden biri 1989'un 16 Temmuzunda Azerbaycan Halk Cephesi'nin kurulması ve ona başkan seçilmemdir.

En ağır sarsıntılarım: 20-23 Ocak 1990, Daşaltı ameliyatı, Hocalı faciası, Şuşa ve Laçın hıyâneti...

En çok müteessir olduğum şey dostlarımı kaybetmektir (bütün mânâlarda).
Sevgim- millete!
Vurgunluğum- istiklâle ve adâlete!
İtaatim- hocalarıma!
Borcum-dostlarıma ve meslekdaşlarıma!
Nefretim- yalancılara ve yüzsüzlere!..
BUNLAR DA ANLATMADIKLARI

Azerbaycan Halk Cephesi Başkanı Ebülfez Elçi Bey, 6 Haziran 1992 tarihli seçimlerde % 63'lük bir çoğunlukla Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

Ancak, onun katıksız bir Türkçü olması ve büyük Türk birliği (Turan) ülküsünü savunması, Rusya'yı rahatsız etti. Ajanları vasıtasıyla tertiplediği bir darbe sonucu, Elçibey'in iktidardan uzaklaştırılmasını sağladı.

Ebülfez Elçibey, kardeş kanı dökülmesini önlemek için, doğduğu yere, Nahcıvan'daki Keleki Köyüne çekildi. Uzun yıllar orada yaşadı. Nihayet 1997'de Bakü'ye döndü. Siyasî mücadeleye yeniden başladı. Ancak, bu mücadeleyi demokratik yöntemlerle yürütmek imkânsızdı. Cumhurbaşkanlığı seçimini boykot etti. İlmî ve fikrî çalışmalarını sürdürdü.

2000 yılı başlarında hastalanınca Türkiye'ye geldi. Önce Hacettepe, sonra GATA hastanelerinde tedavi edildi. Fakat, amansız hastalığın pençesinden kurtarılamadı. 22 Ağustos Salı sabahı hayata gözlerini yumdu.

Mekânı cennet olsun! Adı bin yaşasın! İlerde yetişecek genç Elçibeyler, onun hâtırasını ve ülküsünü mutlaka canlı tutacaklardır.

Ebülfez Elçibey'in aziz şahsiyetine en anlamlı saygı duruşu budur.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Evliya Çelebi

Çoğu kendi ağzından derlenen bilgilere göre, Evliya Çelebi, 25 Mart 1611 tarihinde, İstanbul, Unkapanı’nda doğdu. Babası, Kütahya asıllı saray kuyumcu başısı Derviş Mehmed Zıllî Efendidir. Medrese öğrenimini İstanbul'da tamamlayan Evliya Çelebi, müzik ve yazı dersleri almış, hafız olmuş, şairliğe özenmiş ve birçok el sanatlarında hüner kazanmıştı. Arapça, Farsça ve Rumca bilirdi.

Sesi de güzel olan Evliya Çelebi, 1630'da, bir Kadir Gecesi, Ayasofya Camii'nde mukabele okurken, Sultan IV. Murat'ın, dikkatini çekmişti. Maiyetiyle camiye gelen Sultan, sesine hayran kaldığı bu genci sormuş, hakkında bilgi almıştı. Silâhtar Melek Ahmet Paşa'nın da aracılığıyla musahip olarak sarayda hizmete alınmasına irade buyrulmuştur. Evliya Çelebi'ye devlet kapısında memuriyet verilmesine aracılık eden Silâhtar Melek Ahmet Paşa, Evliya’nın teyzesinin kocasıydı.

O günden sonra dört yıl süreyle sarayda padişah musahibi olarak kalmış, sonunda sipahiler zümresine katılarak, 1640 yılında meşhur seyahatlerine başlamıştı.

Kendi ifadesine göre, bir gece düşünde, Ahî Çelebi Camiine gitmiştir. Burada Hazret-i Peygamberi sahabesiyle birlikte görmüş, Peygambere hayran kalarak mübarek ellerini öpmüş: (Şefaat Ya Resulûllah!.) diyeceği yerde, heyecandan dili dolaşmış: Seyahat Ya Resulûllah!. diyerek ondan seyahat dilemiştir.

Şefkatli ulu Peygamber, onun her iki dileğini de yerine getirmiştir. Bu mutlu rüyadan sonra, gezilerine başlayan Evliya Çelebi, önce İstanbul'un bütün cami ve türbelerini, kahvehane ve divanlarını dolaşmış, gördüklerini, öğrendiklerini bir bir defterine geçirmiştir. Daha sonra Bursa ve İzmir'e gitmiş, ardından Trabzon'a yolcu olmuştur.

Evliya Çelebi, kendi anlattığına göre, daha 19 yaşındayken, İstanbul civarında, yürüyerek dolaşmadık yer bırakmamıştır. Gezip gördüklerini, o tatlı sohbetinde anlatırken, oturup bunları yazmak aklına gelmiş ve o günden sonra bütün hâtıralarını kaleme almaya başlamıştır. İşte, ünlü Seyahatname’si böylece doğmuştur.

Artık, Evliya Çelebi için bütün kapılar açılmıştır. Askerî seferler, resmî görevler, elçilikler onun için tam bir fırsattır.

1650 yılında, büyük saygı beslediği, aynı zamanda akrabası olan Melek Ahmed Paşa'nın sadrazam oluşu, daha sonra onun azledilerek Rumeli Beylerbeyliğine tayin edilişi ile birlikte gezmek, görmek imkânını bulmuş, gezileri Osmanlı Devleti sınırlarını da aşmıştır.

Kendisini (Seyyah-ı âlem ve nedim-i beni âdem Evliya-yı bî-riyâ) yani (Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyâsız Evliya) diye takdim eden Evliya, gördüklerini tatlı üslûbu içinde, biraz da abartarak yazmış, seyahat edebiyatımıza ölümsüz bir eser kazandırmıştır.

Ziyaret ettiği yerlerin tarihçesi, eski eserleri, halkının yaşayış tarzı, folkloru, gelenekleri, giyimleri, sanatları, inançları, ne varsa seyahatnâmesinde dile getirilmekte, bu arada günlük, olaylar, bu olayların yorumu da yer almaktadır. On büyük ciltte toplanan Evliya Çelebi Seyahatnâmesi bir kültür, sanat ve inceleme hazinesi olarak büyük önem taşır.

Evliya Çelebi'nin soyu, Kütahya'ya uzanır. Seyahatnâme'sinin altıncı cildinde, aile kökünün Germiyanoğulları'ndan Yakup Bey'e, onun sülâlesinin de Ahmet Yesevî'ye ulaştığını yazar.

Evliya Çelebi 70 yılı aşkın bir hayat yaşamış ve bu ömrünün 50 yılını seyahatlerde geçirmiştir. Üç yüz yıl önceki Osmanlı İmparatorluğunun hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezen Çelebi'nin, yabancı ülkelere de bol bol seyahat ettiği, ünlü Seyahatname’sinden öğrenilmektedir.

Gittiği başlıca yerler şunlardır: Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Macaristan, Transilvanya, Moldavya Potonya, Avusturya-Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran.

Dolaştığı yerlerin âdetlerini, yaşayışlarını, çarşı-pazar bütün binalarını, ünlü kişilerini, tarihçelerini ve lisanlarını kendine has, samimî üslubuyla ve pek meraklı bir biçimde incelemiş olan Evliya Çelebi'nin zaman zaman hurafe, efsane ve mübalâğalara da geniş bir şekilde yer verdiği görülür. Zaten bunlar, onun eşsiz eserine bambaşka bir renk katmıştır.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, bu üslûp üzerine köy, kasaba, şehir devam eder, bazen at üstünde, bazen gemiyle, ülkeler aşılır. Bir macera romanı gibi, okuyucuyu sürükler. XVII. yüzyıl tüm yaşantısıyla Evliya Çelebi'nin ekranında görünür.

Bu büyük eser, başka milletlerin de dikkatini çekmiş, üzerinde birçok incelemeler yapılmış, 10 dan fazla yabancı dile çevrilmiştir.

Evliya Çelebi'nin ne zaman öldüğü, nerede gömülü olduğu belli değildir. Araştırıcılar onun 71 yaşlarında, 1682 yıllarına doğru İstanbul'da öldüğünü kaydederler.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ebu Müslim-i Horasani

Türk tarihinde yer tutmuş büyük kahramanlardan biri de Ebu Müslim-i Horasanî’dir. Oğuz Türkmenlerinin tarihinde, yeni bir devir açan büyük bir kahramandır. Asırlarca Çinlilerin akınlarına göğüs geren Oğuz Türkmenlerinin hürriyet ve istiklallerini batıdan gelen Emeviler tehdit etmeye başlamıştı. Daha da ileri giden Emevîler, Türk ellerini yağma ve istila etmişlerdi. Bu esaret acısına tahammül edemeyen Oğuzlar, bağırlarından yüce bir kahraman olan Horasanlı Ebu Müslim’i çıkardılar. Müstevlilere karşı ihtilal bayrağını açan Ebu Müslim, milli mücadeleye girişti. Emevî ordularını yenip, İslam tarihinde yeni bir devir açtı. Emevî saltanatına son vererek Abbasî Devletini kurdu.

Bu kahramanın hayatı, hakkında milli tarihimizde pek kısa bilgi vardır. Fakat Türk milletinin milli vicdanında Ebu Müslim-i Horasanî, bir destan olarak asırlarca yaşamıştır. Kanlı mücadelelerle dolu hayatını halk tanıyor; fakat ona ait geniş ölçüde belgeler henüz meydana çıkarılmamıştır. Tarihimizin bu milli kahramanının maceralı hayatı şöyle başlamaktadır:

Emevilerin Türk illerini istila ettikleri günlerin birinde; Horasan illerinin üç Türk başbuğu zincirlere vurulmuş; Emevî muhafızlarının ortasında yaya olarak götürülmekte... Bu esir kafilesinin ardına Mahvan köyü halkı takılmış, zincirlerle elleri arkalarına bağlı bu aslanlara ağlıyor, feryat ediyorlar... Küheylan atlara binmiş, başları agelli ve kafyeli Emevî askerleri, bu üç suçluyu (!) Şam’da oturan Emevî hükümdarına götürmekteler... Bu üç mahkumdan biri (Usman) adlı bir Oğuz Beyi idi. Halk kendisine (Müslim) lakabını takmıştı. Müslim’in babası büyük Türkmen oymağının başbuğuydu. Bu kahraman Çinlilerle Taşkent taraflarında yaptığı bir kanlı savaşta yenilip, geri dönerken Ceyhun nehrinde boğulmuştu. Bu başbuğun ailesi yurtlarını terk ederek Merv şehri civarında bulunan Mahvan köyüne yerleşmişlerdi. Bu defa Türkmen oymağının başına Müslim geçmişti. Emevilerin bu havaliyi istilaları üzerine Müslim bunlarla mücadeleye girişti. Nihayet Müslim Emevîlerin eline esir düştü.

İşte, Emevîlerin zincirlere vurup Şam’a götürdükleri bu Türkmen başbuğuydu. Müslim’in seviştiği bir genç kız vardı. Sevgilisi Müslim, zincirlere vurulunca bu kızcağız deliye dönmüştü. Çünkü o, Müslim’i çok seviyordu. Yaya olarak bu kafilenin arkasına takıldı. Yanına aldığı paraları ve mücevherleri dünya malına düşkün olan Emevî askerlerine vermek suretiyle sevgilisi Müslim’i kurtarmaya muvaffak oldu.

Müslim, sevgilisiyle Azerbaycan’a kaçtı. Burada bulunan (İsa bin Makal) adındaki akrabasının yanında saklandı. Müslim bu fedakar kızla evlendi. Bir müddet sonra Müslim Horasan illerinin ne olduğunu anlamak üzere o tarafa gitmeğe karar verdi. Eşini Kayık köyündeki akrabasına bırakarak Horasan illerine doğru yola çıktı.. Aylar geçtiği halde Müslim’den bir haber alınamadı. O sıralarda eşi bir oğlan çocuk dünyaya getirdi. Adını Abdurrahman koydu. İşte Türk tarihinde büyük bir şöhret kazanan Müslimin oğlu, Ebu Müslim-i Horasanî bu çocuktur.

Abdurrahman Ebu Müslim, hicretin 100. miladın 722. yılında Azerbaycan’nın Kayık köyünde doğmuştu. Ebu Müslim’in babası, bir daha yuvasına dönemedi. Çünkü onu Emevî valisi Yezit bin Mehlep yakalatarak idam ettirmişti.

Günler geçti. Ebu Müslim yavuz bir delikanlı oldu. Onun yiğit hallerinden herkes büyük bir adam olacağını sezmekte idi. Günün birinde annesinden babasını sordu. Annesi de, “Babanı, Türk illerini esir eden düşmanlar öldürdü!” dedi.

Bundan sonra, ailenin en kıymetli bir yadigarı olan Oğuzname’yi oğluna uzattı. Ebu Müslim, bu destanı başından sonuna kadar dikkatle okudu. İşte Ebu Müslim’i, milli bir kahraman yapan bu Oğuzname destanı olmuştur. Bir müddet sonra sevgili annesini de kaybetti. Genç Ebu Müslim, babalığına veda ederek ata yurdu olan Horasan’a döndü. Burada kendisini Ahîler himaye etti ve bir saracın yanına işçi olarak girdi.

Ebu Müslim, Türkleri esir eden Emevilerin memleketini görmek merakına düştü. Fakat fakir bir işçi olduğundan uzak ellere gidebilmek imkanını bulamadı. Günün birinde karşısına bir fırsat çıktı. Horasan’dan birçok hacı, Mekke’ye gidiyordu. Bu hacılar kafilesinde bulunan babasının dostlarından (Süleyman bin Kişim) adında birisine yalvararak bu kafileye katılmaya muvaffak oldu. Uzun yolculuktan sonra hacılar kafilesi Mekke’ye geldi. Bunlar bir gün Hazret-i Muhammed’in neslinden (Mehmet bin Ali bin Abdullah bin Abbas)’ı ziyarete gittiler. Ebu Müslim de ziyaretçiler arasında idi. Yiğit delikanlı Hazret-i Muhammed’in neslinden olan Mehmet bin Ali’nin dikkat nazarını çekti. Onun kim olduğunu sordu Anlattılar. Mehmet bin Ali, Ebu Müslim’e gözlerini dikerek:

İşte bu delikanlı dedi, bu yılın kahramanı olacaktır. Siyah bir bayrak açarak büyük bir ordu toplayacak, Muhammed neslini mahveden Emevî saltanatını yıkacak, Hazret-i Resul’ün neslini başa geçirecektir. Size öğüdüm şudur ki, bu delikanlı ne zaman isyan bayrağını açacak olursa, ona yardıma koşun. Eğer ölüm rüzgarı beni yıkarsa, Ebül Abbas adında bir oğlum vardır Onun etrafında toplanın!

Hacılar haclarını tamamladıktan sonra yurtlarına döndüler. Fakat Ebu Müslim’in ruhunda Türk illerini esaretten kurtarmak, Hazret-i Muhammed nesline zulmedenlerden intikam almak mefkuresi doğdu. Ebu Müslim’e Hazret-i Ömer neslinden (İmam İbrahim) çok yardımda bulunuldu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Fuad Köprülü, Ord. Prof.

İstanbul'da, 4 Aralık 1890'da doğdu. Baba tarafından onuncu göbekten Köprülü Mehmed Paşa'yla akraba olan Fuad Köprülü'nün annesi ise İslimye eşrafından Arif Hikmet Efendi'nin kızıdır. İlkokul sıralarından başlayarak okumaya ve araştırmaya karşı büyük bir ilgi duyan Fuad Köprülü, ortaokulu Ayasofya Merkez Rüştiyesi'nde, liseyi ise Mercan İdadisi'nde okudu.
İlk yazısı, 1905 yılında, henüz 15 yaşında lisede öğrenciyken "Musavver Terakki"de yayımlandı. Liseyi parlak bir biçimde bitiren Köprülü 1907-1909 yıllan arasında o zamanki Mekteb-i Hukuk'a (Hukuk Fakültesi) devam etti. Ancak tutmak istediği yol bakımından bu eğitimin yararlı olamayacağını düşündüğü için Hukuk Fakültesi'ni bitirmeden bıraktı. Liseyi bitirdiği yıllarda Farsça'yı oldukça iyi, Arapça'yı da okuduğu kitapları anlayacak derecede öğrenmişti. Bu arada Prof. Anjel'dan aldığı özel derslerle Fransızca'sını da ilerletti. 1908 yılında, II. Meşrutiyet'in ilânından sonra çok genç yaşta ülkenin düşünce yaşamına girdi.
1908 Aralık ayında kurulan Türk Demeği ile 1911 Ağustosu'nda faaliyete geçen Türk Yurdu Cemiyeti üyeleri arasında bulunan Köprülü Türk Ocağı'nın kültür heyetinde de görev aldı. Bu dönemde millî ve vatanî şiirleri, edebiyat, sosyoloji ve tenkit yazılan "Mehâsin", "Servet-i Fünûn" dergileriyle "Tanin" gazetesinde sürekli olarak yayımlanmaya başladı. Aynı yıllarda Fransızca'dan birçok çeviri de yaptı.

1910-1913 yılları arasında Mercan, Kabataş, Galatasaray ve İstanbul liselerinde Türkçe ve Edebiyat hocalığı görevlerinde bulundu. İlk bilimsel yazısı, "Bilgi" dergisinde, "Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl" adıyla 1913 yılında yayımlanan makalesidir. Köprülü, bu makalesinde Türk edebiyatı tarihinin Avrupa bilim yöntemleriyle fakat kendi millî bünyemize uygun bir biçimde nasıl inceleneceğini göstermeye çalışıyor, ileride yapacağı çalışmaların temellerini tespit ediyordu. 20 Aralık 1913 tarihinde İstanbul Darülfünûn'u Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine (profesörlüğüne) atandı. 1914 yılında kurulan Türk Bilgi Derneği'nin ve yine 1915 yılında kurulan Asâr-ı İslâmiye ve Milliye Tedkik Encümeni'nde genel sekreterlik görevlerini, "Millî Tetebbular Mecmuası"nın müdürlüğünü üstlendi.

Fuad Köprülü'ye uluslararası alanda ün sağlayan büyük monografisi 1918 yılında yazılıp, 1919 yılında yayımlanan "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" adlı yapıtı oldu.
1923 yılında Edebiyat Fakültesi Reisliğine (dekanlığına) seçildi. Paris'te toplanan Dinler Tarihi Kongresi'ne ülkemiz adına "Bektaşiliğin Menşeleri ve Eski Türklerde Sihri Bir Anane: Yağmur Taşı" tebliği ile katıldı. 1924 yılında Gazi Mustafa Kemal'in isteği ile Maarif Vekâleti Müsteşarlığına getirildi. Sekiz ay süren bu müsteşarlığı sırasında, bu vekâletin teşkilâtında Fuad Köprülü'nün teklifiyle köklü değişiklikler yapıldı. Edebiyat Fakültesi'ndeki görevine dönen Köprülü, aynı yıl sonlarında Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan Türkiyat Enstitüsü'nün müdürlüğüne getirildi. Hocalık yaşamında aslî görevine ek olarak İlahiyat Fakültesi'nde Türk Dinî Tarihi (1924), İstanbul Mülkiye Mektebi'nde Siyasi Tarih (1923-1929), Sanayi-i Nefise Mektebi'nde Medeniyet Tarihi (1926-1929) dersleri de verdi. 1925 yılında Rus İlimler Akademisi'nin ikiyüzüncü yılını kutlama törenine ülkemiz adına katıldı. W. Barthold, Kraçkovsky ve Oldenburg gibi Rus bilim adamlarının ortak teklifleriyle Sovyet İlimler Akademisi'nin muhabir üyeliğine seçildi.

1926 yılında Bakü'de düzenlenen Türkiyat Kongresi'ne katılan ve burada büyük ilgi gören Köprülü'ye, bir yıl sonra bilime yaptığı hizmetlerden dolayı Heidelberg Üniversitesi (Almanya) tarafından fahrî felsefe doktorluğu unvanı verildi. İstanbul Darülfünûn'u yapılan bir reformla 1933 yılında İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürüldüğü sırada Köprülü de bu reform çalışmalarına katıldı ve yeni kurulan üniversitede Ord. Prof. unvanıyla edebiyat fakültesi dekanlığına getirildi. 1934 yılında Sorbonne Üniversitesi'nin (Fransa) daveti üzerine, bu üniversitede Fransızca olarak verdiği üç konferansla Fransız bilim çevrelerinin dikkatini üzerinde topladı. Ülkemizi temsilen İran'a gönderilerek Firdevsî'nin 1000'inci doğum yılını kutlama törenine katıldı.

Atatürk'ün bir grup bilim ve fikir adamını kendi yakın çevresinde ve TBMM'nin çatısı altında toplamak istemesinin bir sonucu olarak, 1935 yılında yapılan bir ara seçim ile Kars'tan milletvekili seçildi. Milletvekilliği döneminde İstanbul Üniversitesi'ndeki Türk Edebiyat Tarihi kürsüsüne ek olarak Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Orta Zaman Türk Tarihi ve Siyasal Bilgiler Okulu'nda Türk Müesseseler Tarihi kürsülerinin de başkanlığını yürüttü. Bilime yaptığı katkılar nedeniyle 1937 yılında Atina Üniversitesi (Yunanistan), 1939 yılında ise Sorbonne Üniversitesi tarafından fahrî doktorluk unvanı verildi.




1941 ders yılına dek İstanbul ve Ankara'daki kürsü faaliyetlerini bir arada yürüten Prof. F. Köprülü, 1941 yılı sonlarına doğru, milletvekilliği ile üniversite hocalığının bir arada bağdaşamayacağı biçiminde alınan bir karar üzerine görev yaptığı kürsüleri bırakmak zorunda kaldı. 1935 yılında başlayan siyasi yaşamı, bir ara Meclis'te Maarif Komisyonu başkanlığı yapmasına karşın, şeklî bir milletvekilliğinden ileri gitmedi. 1943 Şubatı'nda ise, Cumhuriyet Halk Partisi grubunda yaptığı uzun bir konuşmada, Türkiye'nin o sıralarda Almanya aleyhine savaşa girmesinin ülkenin yüksek çıkarları bakımından son derece zararlı olacağı fikrini savundu ve Bayar da dahil olmak üzere bâzı arkadaşlarıyla birlikte böyle bir kararın alınmasını önledi.
1945 yılında ise 4 arkadaşıyla birlikte bütçeye red oyu kullandı. İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesi üzerine üç arkadaşıyla birlikte verdiği artık CHP içinde de, anayasanın ruhuna uygun olarak daha demokratik bir düzene geçilmesini öngören "Dörtlü Takrir" 12 Haziran 1945 tarihinde 7 saatlik bir müzakereden sonra reddedildi. Vatan gazetesinde yayımlanan yazılarında tek partili siyasî yaşama ağır hücumlarda bulunan Fuad Köprülü'ye daha sonra Menderes de katıldı. Uzun bir mücadeleden sonra "Dörtlü Takrir"de imzaları bulunan dört kişi 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti'yi kurdu. 1946 Temmuzu'nda yapılan milletvekili seçimlerinde Köprülü, Demokrat Parti listesinden İstanbul milletvekili seçildi.

Encyclopedie de L'Islam'ın üç dilde birden yapılan birinci baskısına, La Litterature Turque Othamanlı (Leiden 1931, IV. 988-1010) ve öteki 10 küçük madde ile tek Türk bilim adamı olarak katılan Köprülü, bu ansiklopedi 1940 yılından itibaren Dr. Adnan Adıvar'ın başkanlığında İslâm Ansiklopedisi adıyla Türkçe olarak yayımlanmaya başlayınca bu çalışmaların da içerisinde yer aldı. 1948 yılında Sovyetler Birliği, Rusya'nın Kars ve Ardahan'ı istemesi üzerine, Rusya ve komünizm üzerine yazdığı yazılardan dolayı Sovyet İlimler Akademisi'nden çıkarıldı. 1950 yılında dışişleri bakanlığına gelişinden sonra akademiye tekrar alınmak istenmişse de Köprülü bu isteği reddetmiştir.

Dört kurucusundan biri olduğu Demokrat Parti'nin 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelmesi üzerine bilimsel çalışmalarına ara vermek zorunda kalan Köprülü, dışişleri bakanı olarak görev yaptığı dönemde Türkiye'nin Nato'ya girmesi için çalıştı. Ülkemizin Kore Harbi'ne, Birleşmiş Milletler tarafında ve tugay gücünde katılmasıyla, Türk tugayının Kunuri Destanı'nı kazanması ve yoğun siyasi çalışmalarla 1952 yılında Kuzey Atlantik Paktı'na katılmamızı sağladı. Atatürk'ün Balkan politikasını canlandırmak ve Balkan Paktı'nın kurulması için çaba harcadı ve bunu -üç devlet arasında da olsa- kısmen sağladı.
Demokrat Parti hükümetinin iç politikadaki kimi kararlarını uygun bulmadığı için 1956 yılında dışişleri bakanlığından istifa etti.

1957 yılında ise Demokrat Parti'den ayrılarak siyasî yaşamdan çekildi. 1958-1959 ders yılında Harvard Üniversitesi'nde (Amerika) bu üniversitenin davetlisi olarak çalıştı.1959 yılında Türkiye'ye dönen Köprülü, 1960 İhtilali'ni takiben, 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları sırasında dışişleri bakanı olduğu bahanesiyle tutuklandı, ilk duruşmada o sırada dışişleri bakanı olmadığı Resmi Gazete ile ispatlanmasına karşın beraatine dek üç ay süre ile Yassı Ada'da tutuklu kaldı. 4 fahrî doktorluk ile 8 muhabir ya da şeref üyeliği ile 6 yıla yakın bir süre yürüttüğü siyasî görevi dolayısıyla başta Fransa, Almanya, Arjantin ve Yugoslavya olmak üzere çeşitli ülkelerden aldığı 8 nişanı bulunan Ord. Prof. Fuad Köprülü 28 Haziran 1966 tarihinde yaşamını yitirdi.

Kitapları:
Hayat-ı Fikriye (İstanbul, 1909), Nasreddin Hoca (İstanbul, 1918), Tevfik Fikret ve Ahlakı (İstanbul 1918), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (İstanbul, 1919, Türkiye Tarihi, Kanaat Kütüphanesi (İstanbul, 1923), Bugünkü Edebiyat (İstanbul, 1924), Türk Tarih-i Dinîsi (İstanbul, 1925), Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul, 1926), Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (İstanbul, 1928), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (İstanbul, 1930), Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar (İstanbul, 1934), Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi (İstanbul, 1934), Leş Origines de I'Empire Ottoman (Paris, 1935, Türkçesi 1959), İslam Medeniyeti Tarihi (İstanbul, 1940), Türk Saz Şairleri, Antolojisi, II ve III (İstanbul, 1940, 1941), Demokrasi Yolunda-On The Way to Democracy (The Hauge, 1964), Edebiyat Araştırmaları (Ankara, 1966), Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (İstanbul, 1981), İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi (İstanbul, 1983)
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Fatih Sultan Mehmet

Osmanlı hükümdarlarının yedincisi olup İstanbul’u almak suretiyle tarihte yeni bir devir açan ve Osmanlı devletini de bir imparatorluk haline getiren padişahtır. 1430 yılında doğdu. İkinci Murad’ın oğlu, Çelebi Sultan Mehmed’in torunudur. Annesinin Sırplı veya Zülkadiroğulları soyundan Alime Hatun adlı bir Türk olduğu hakkında iki rivayet vardır. Babası sağlığında onu iki defa tahta geçirerek Manisa’ya istirahata çekilmişti.

İlk defa 1444 yılında yani 14 yaşında iken hükümdar oldu. Fakat onun çocuk olmasından fayda uman Haçlılar Ordusu hududu aşınca ikinci Murat tehlikeyi karşılamak zoruyla tekrar tahta çıktı ve Varna muharebesinde düşmanı yendi.

Fatih ikinci defa bir yıl sonra, yani İkinci Kosova savaşının kazanılmasından sonra padişah oldu ama yine çocuk olduğu düşünülerek tekrar Manisa Valiliğine gönderildi.

Babasının 1451 Şubatında ölmesi üzerine Manisa’dan dolu dizgin Edirne’ye gelerek tahta çıktı. 21 yaşında bir delikanlı idi. Manisa’da hükümdarlık nöbetini beklediği yıllarda bütün zamanını okumaya vermiş olduğunu söylenir. Arapça ve Farsça’dan başka Latin, Yunan ve İbrani dillerini de öğrenmiş olduğu rivayet edilir.

Taca sahip olunca, vaktiyle tahta geçmişken Manisa’ya dönmesine sebep olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı içinde sakladığı hınca rağmen makamında bıraktı. Karamanoğlu İbrahim Bey’in isyanını da bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlığa başladı.

Önce Boğaziçi’nde şimdi Rumelihisarı dediğimiz Boğaz Kesen kalesini yaptırdı. Bizans’ın yüzyıllarca kuşatmalara dayanmış olan sağlam duvarlarını yıkabilmek için Edirne’de toplar döktürdü ki aralarında o zamana kadar görülmemiş büyüklükte olanlar da vardı.

Hazırlık tamamlarınca ordusunu İstanbul üzerine yürüttü. 6 Nisan 1453 günü karargahını Eğrikapı karşısındaki tepenin arkasına kurdu. Asker, Marmara’dan Halice kadar yayılarak şehri kuşatıyordu. Orduda üç büyük topla beraber, irili, ufaklı ön dört batarya top daha vardı. Bu üç büyük top şimdi Topkapı dediğimiz Saint Romain karşısına konulmuştu. Bunlardan başka tahta kuleler ve sair kuşatma aletleri de vardı. Denizden de Baltaoğlu Süleyman Bey’in komutasındaki donanma muhasarayı tamamlıyordu.

İmparator Konstantin Dragazes, Boğazkesen kalesinin yapıldığı günden beri şehri müdafaaya hazırlanmıştı. İmparator askeri ancak sekiz, dokuz bin kişiden ibaretti. Fakat otuz beş bin kişi kadar eli silah tutar İstanbul halkı ile gönüllüler, Cenevizliler, Venedikliler, ve yabancı kaptanlar gibi birkaç bin de yabancı yardımcıları ve Gran adlı bir de Alman topçuları vardı. Haliç, şimdiki Galata Köprüsünün hizasına bir kalın zincir gerilmek suretiyle Türk gemilerine kapatılmıştı.

Fatih’in Edirne’den getirdiği büyük top, kullanıldığı zaman patlamış ve Macar Mühendis Orban’ı da öldürmüştü. Baltaoğlu’nun komutasındaki donanma da pek iş göremedi. 20 Nisanda erzak ve mühimmat yüklü üç, dört Cenova gemisi, çaplarının büyük olmasından ve o sırada kendilerine elverişli bir rüzgar çıkmasından dolayı küçük gemilerden oluşan donanmayı yararak limanın ağzına geldi ve orada gerili bulunan zincirin indirilmesi üzerine içeriye girdi. Zavallı Baltaoğlu, bir gözünü kaybedecek derecede fedakarlıkla savaşmış olduğu halde bu başarısızlığından dolayı derhal Donanma Komutanlığından azledilmiş ve yerine Hamza Bey geçirilmiştir.

Bu türlü başarısızlıklar, Rumlardan rüşvet aldığı rivayet edilen Halil Paşa’nın muhasaradan vazgeçmesi için Padişaha bir daha ricada bulunmasına fırsat vermişti. Fakat İkinci Mehmed, azminden döneceklerden değildi. Toplar kara tarafından pek işe yaramıyor ve tahtadan yapılma hücum kulelerini de Bizanslılar Gregeois ateşiyle yakıyorlardı.

İkinci Mehmet, Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani ve Akşemseddin gibi değer verdiği alimlerden oluşan büyük bir meclis kurdu ve muhasaraya devam kararını verdi. Ve şehri Haliç’ten de sıkıştırarak müdafaa kuvvetlerini dağıtmak maksadıyla dahiyane bir tedbirde bulundu: Dolmabahçe ile Kasımpaşa arasına kızaklar döşeyerek bir gecede 67 parça gemiyi Haliç’e indirdi. Muhasara 53 gün sürmüştür.

Nihayet 29 Mayıs 1453’te Topkapı ve Eğrikapı üzerinden Türk askeri şehre girdi ve İstanbul alınarak tarihin Ortaçağı sona ermişti.

Fatih, şehri aldıktan sonra yirmi gün kadar İstanbul’da oturmuş, mağluplara o çağın değil, bu asrın bile galiplerinde rastlanmayan âlicenaplık göstermişti. Rumlara yeniden patrik seçtirmiş, ve sonraları Osmanlı Devleti için büyük güçlükler doğuran imtiyazları vermişti.

Edirne’ye dönüşünde Sadrazam Halil Paşa’yı öldürttü ve yerine ancak bir yıl kadar sonra Mahmut Paşa’yı Sadrazamlığa getirdi. 23 yaşında İstanbul’u almış olan Fatih, ondan sonra 28 yıl hükümdarlıkta bulunmuş ve bütün saltanatı zarfında iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethederek “Fatih” unvanına tamamıyla hak kazanmıştır.

Yaptığı savaşlar arasında başarısız olanlar da vardı. Fakat savaşlarının çoğu parlak zaferlerle bitmiştir. 1456’da meşhur Jan Hünyad, Firuz Bey’in ordusunu bozmuş, kendisini esir etmişti. Arnavutlukta yine meşhur İskender Bey, Fatih’in ordularını uzun müddet uğraştırdı.

1459’da Yunanistan ve Sırbistan istila edildi. 1462’de Trabzon İmparatorluğu da Osmanlıların eline geçti. İki yıl sonra Bosna alındı. Karaman hükümetine büsbütün son verildi. Arnavutluk nihayet istila edildi. 1475’de Gedik Ahmed Paşa komutasındaki ordu Kırım’ı aldı ve ondan sonra Kırım bir Osmanlı eyaleti haline girdi. İtalya topraklarında ve Avusturya içlerinde Türk akıncıları dolaştı.

Fatih Sultan Mehmet, Rodos kalesini almaya uğraşmış, fakat muvaffak olamamıştır. Rodos Şövalyeleri, Fatih’in torununun oğlu Kanuni Süleyman zamanına kadar Türk pençesinden kurtulmuş oldular. Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan’ın mağlubiyetle neticelenen Otlukbeli Savaşı da 1472’de yapılmıştır.

25 Nisan 1481 günü Ordu-yu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmet, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı. Aslen Venedikli bir Yahudi olan özel hekimi Yakup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehrin dozunu artırmakta idi. Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi. Bundan önceki on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile padişahın özel doktorunu elde etmişlerdi.

Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki otağında kan kusarak öldü. Ancak Yakup Paşanın foyası hemen meydana çıkmıştı. Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi.

Tarihlerimiz Fatih Sultan Mehmet’i şu suretle tarif ederler: “Orta boylu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, gövdesi bacaklarından uzun, kaşları yüksek ve kavisli, çehresi beyaz üzerine siyah ve kıvırcık, boynu kısarak ve ön tarafına mail, alnı açık, gözleri parlak, ağzı küçük, burnu kiraza sokulmuş şahin gagası şeklinde kemerli idi.”

Kendi adıyla anılan Fatih semtinde yaptırdığı Fatih camiinin bahçesindeki türbede gömülüdür. Camiinin etrafında medreseler de yaptırmış ve bunları o zamana göre mükemmel denecek bir şekilde açtırmıştır. Eyüp camii ile Ayasofya medresesini de o yaptırmıştı.

İlim adamlarına hürmet ettiği, hocası Molla Güranî’nin daima elini öptüğü, Molla Hüsrev’e camide bile ayağa kalktığı, Molla Cami ve Ali Kuşçu gibi şöhretli alimlere büyük ihsanlarda bulunduğu meşhurdur.

Fatih edebiyatla da meşgul olmuş ve Avnî mahlasıyla gazeller yazmıştır. 14 gazeli Divân-ı Avnî adı ile 1904 yılında Berlin’de basılmıştır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Fuzûlî

Fuzûlî, Irak'ın Hille kasabasında 1494 yılında doğdu. Soyca Türk Bayat aşiretindendir. Hille Müftüsü Süleyman'ın oğludur. Asıl adı Mehmet'tir. Ömrünü Bağdat ve Kerbelâ'da geçirip Irak'tan dışarı çıkmadı. Hazret-i Hüseyin'in türbesinin kandilciliğiyle geçinirdi. Hocası Rahmetullah Efendi'nin kızı Rahime ile evlendi ve Fazlullah adında bir oğlu oldu. En tanınmış eseri, Doğunun efsane dolu aşk hikayesi olan Leyla ile Mecnun'dur. Bu değerli eser pek çok dile çevrilmiştir. Fuzuli 1555'te Kerbela'da vebadan öldü. Türbesi halen oradadır.

Mehmet, o kadar alçak gönüllü bir insandı ki, şiirlerinde Fuzûlî (fazlalık) adını kullanırdı. Neden böyle yaptığı sorulduğunda; "Herkes başkasının şiirini kendi malı gibi gösteriyor. İsmim bu olunca kimse benimkilere tenezzül etmez, ya da başkasının şiiri benim sanılmaz" diye karşılık vermiştir.

Fuzûlî son derece bilgili ve çalışkan bir insandı. Oğlu Fazıl'ın da öyle olması için çok çalışmıştı. Ama, olmadı. Çünkü Fazlullah, gayet tembel, kabiliyetsiz bir çocuktu. Bunun üzerine zamanın şairlerinden biri Farsça: Fazlî peder ü püser Fuzûlî Yani, asıl erdemli olan babası, oğlan tamamıyla fazlalık, mısraını söylemişti.

Bütün şiirlerinde kendini Tanrı aşkına adamış olan Fuzûlî, geçim sıkıntısı içinde kahroluyordu. Bağdat'ı Kanunî fethedince, onun komutanına, padişah için kasideler, övgü şiirleri sundu. Bu sayede Bağdat vakıflarının ziyadesinden, yani vakfa harcadıktan sonra artakalan paradan günde dokuz akçe maaş bağladılar.

Zavallı Fuzulî, hiç bir zaman bu parayı alamadığı için sonunda, Bağdat'ta barınamadı. Biraz daha dış mahalle kabul edilen Hille'ye çekildi. Hazret-i Hüseyin Türbesi'nin bekçiliğiyle geçinmeye çalıştı.

Ancak, Kanunî'nin fermanlarına tuğra yapan Nişancıbaşı Celâlzâde Mustafa Çelebi'ye de Şikâyetnâme adıyla ün yapmış, dokunaklı bir eleştiri örneği olan mektubunu yollamadan edemedi. Bu eser, o zamanın resmî dairelerinde insanların nasıl çalışmadıklarını gösteren dili sanatlı, edebiyat değeri yüksek bir belgedir.

Bu şikayetnamedeki "Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar" sözü, hala yaşayan bir gerçektir.

Fuzûlî daha önce, Safevî Hükümdarı Şah İsmail Bağdat'ı zaptedince, ona Beng ü Bâde (Afyon ve içki) adlı bir mesnevi sunmuştu. Fuzûlî, bu eserde afyonla şarabı konuşturur ve bunlardan her biri, kendini över. Fuzulî'nin bu mesneviyi yazmasındaki amaç, aslında Yavuz ile Şah İsmail arasındaki mektup düellosuna bir edebî şekil kazandırmaktır. Bu bakımdan semboller yerini bulmuştur: Şah İsmail, eserde afyonla, Yavuz ise şarapla temsil edilmiştir.

Kerbelâ olayını anlatan Hadîkatü's-Süedâ adlı eserinden başka, şairin en önemli eseri "Leylâ vü Mecnun" mesnevîsidir. İslâm dinini kabul etmiş toplumların edebiyatlarında ortak konular çok görülür. Nitekim XV. yüzyılda Ali Şir Nevâî gibi gerek Türk, gerek Arap veya İranlı birçok şair bu konuyu işlemiştir. Ama hiç birisi, Fuzulî'nin ulaştığı "Neoplatonik aşk" anlayışına, tasavvuf görüşüne ve ifade lirizmine ulaşamamıştır.

Denilebilir ki, dünya edebiyatında Fuzulî'nin Leylâ ve Mecnun'u tektir:
Git, derdime sen devâ değilsin
Bigânesin, âşina değilsin
Gördü ki bir avcı dâm kurmuş
Dâmına gazâller yüz urmuş
Bir âhu esir-i dâmı olmuş
Kan yâşı karâ gözüne dolmuş
Boynu burulu ayağı bağlu
Şehlâ gözü nemlü cânı dağlu
Sayyâd sakın cefa yamandır
Bilmezsin mi ki kana kandır?
gibi mısraları bu eseri baştan başa şiir hâline getirir.

Fuzûlî, Dîvân'ının önsözünde "Şiirsiz ilim, esası yok duvar gibidir." der.
Fuzûlî şiirleriyle aşkı yüksek ve ilahi bir düzeye ulaştırdı. Ona göre şiirin kaynakları ilahidir. Tanrı vergisi ve yardımı olmadan şiir söylenemez.


"Aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kil-ü-kal imiş ancak" mısraları da aşkı her şeyden üstün tuttuğunu gösterir.

Ona göre ruh, ıstırap, elem ve hicranla yoğruldukça olgunluğa doğru yönelir. Bu hal içinde yaşadığı halkın daimi acılar, yoksulluklar ve değişimler çekmelerinden ileri gelir.

Aynı asırda İstanbul'da yaşayan Baki'nin şiirlerinde ihtişam, gurur, büyüklük ve renk vardır. Daha sonra yine İstanbul'da yaşayan Divan edebiyatımızın üçüncü zirvesi Nedim'in şiirlerinde de hayat, neşe, renk ve cümbüş bulunur. Fuzûlî'nin şiirlerinde ise çöllerin hasretle dolu enginliği, hayal dolu ıssızlığı, yakıcılığı ve yoksulluğu yaşar.

Büyük şairimiz Fuzûlî'yi, zaman zaman Araplar ve İranlılar kendilerine. maletmek istemişlerdir. Oysa o, özbeöz Türk'tür. Oğuzlar'ın Bayat kabilesinden gelir. Farisî divanının giriş bölümünde, kendisinin hâlis Türk olduğunu gayet açık bir dil ile belirtmiştir. Fuzulî, bu girişte şöyle der:


"Aslım Türk, ana dilim Türkçe'dir. Arapça'yı ilmî mübahaseler esnasında, Farisi'yi de arzu ettiğim zaman kullanırım. Çocukluğumdaki şiirlerim, daima ana dilimle, yani Türkçe sâdır olmuştur..."

Fuzûlî, devrinin fen ve tıp ile ilgili bilgilerini de iyi öğrenmişti. Nitekim, onun Ruhnâme yahut Sıhhat ve Maraz isimli risalesi şairin hekimlik ilmiyle de uğraşmış bulunduğunu gösterir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mareşal Fevzi Çakmak

Büyük asker, cumhuriyet ordumuzun Atatürk’ten sonraki tek mareşali 1876 yılında İstanbul'da, Cihangir'de doğdu. Asker bir ailenin çocuğudur. Soğuk, çeşme Askeri Rüştiyesi ve Kuleli İdadisinde okuduktan sonra l898'de kurmay yüzbaşı olarak tahsilini tamamladı. Ordunun çeşitli kademelerinde görev aldı. Birçok savaşlara girip çıktı. Sakarya zaferi ile mareşal rütbesini aldı. 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanlığı görevindeydi. 1950'de öldü.

Fevzi Çakmak bir asker çocuğu idi. Babası, Miralay Sırrı Bey'di. Çakmakoğulları'ndan Sırrı Bey'in üç oğlu da onun yolunda yürümüşlerdi. Biri Manastır'da, diğeri Çanakkale'de şehit düşmüştü. Bu kardeşlerin üçüncüsünün adı Fevzi idi.

Kurmay yüzbaşı rütbesiyle ordu saflarına katıldığı zaman önce Erkân-ı Harbiye Dördüncü Şubesi'ne atandı. Sonra da Rumeli'ye tayini çıktı. Balkanlarda geçen sekiz yıllık başarılı hizmet sonunda albaylığa yükseldi Çakmakoğullarından Fevzi Bey. 1908'de Hürriyet ilan edildiği zaman Taşlıca Mutasarrıfı ve 35'nci fırkanın kumandanı idi. Ancak gülünç bir iddia ile, albaylığa terfiinin bir “saray iltiması” olduğu ileri sürülerek rütbesinden iki yıldız geri alındı. Bu düpedüz bir haksızlıktı. Fakat Fevzi Bey mert bir asker ve olgun bir insandı, uğradığı bu haksızlık karşısında dahi bir infial göstermedi. Ancak haksızlıkla elinden alınan yıldızlarını pek kısa bir zamanda yine alnının teri ile geri almasını bildi.

1910 yılında Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na, kısa bir süre sonra da Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığına tayin edildi. Balkan Savaşında Vardar Ordusu Erkânı Harbiye Harekat Şubesi Müdürlüğü görevinde idi. Savaştan sonra merkezi Ankara'da bulunan Beşinci Kolordu Kumandanlığına getirilirken rütbesi büyümüş ve adı da Fevzi Paşa olmuştu.

Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Fevzi Paşa, emrindeki kolordu ile Çanakkale'nin savunmasına katıldı. Oradan İkinci Kafkas Kolordusu Kumandanlığına tayini çıktı. Koca bir ömür harp alanlarında geçiyordu. Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar uzayan bu savaş hayatı daha sonra Suriye'de devam etti. Burada ferikliğe (Korgeneralliğe) terfi etti.

Mütarekeyi müteakip İstanbul'a tayini çıktı. Bir süre İstanbul Büyük Erkân-ı Harbiye Reisliğinde bulunduktan sonra 1920 yılı başlarında Harbiye Nazırlığı'na getirildi. Böylelikle Salih Paşa'nın kurduğu hükümette kısa bir süre Nazırlık da yapmış oldu. Bu makamı işgal ederken, Anadolu'ya askeri eşya ve cephane göndermek suretiyle Milli Mücadele'ye büyük katkılarda bulundu. Bu millî harekât aleyhinde şiddetli tedbirler almak üzere iktidara getirilen Damat Ferit Paşa kabinesinin kurulmasından önce Harbiye Nazırlığı görevinden ayrıldı. Doğruca Ankara'ya giderek millî harekete katıldı.

1920 yılı Nisan ayında Ankara'ya gelen Fevzi Paşa, bir ay sonra Ankara Hükümeti'nin Millî Müdafaa Vekilliği'ne getirilirken Vekiller heyetine de reis oldu.

İkinci İnönü zaferini mütekaip orgeneral rütbesi verilen Fevzi Paşa 1921 yılında Erkân-ı Harbiye Reis Vekili oldu. 1922 yılı Temmuz ayına kadar on bir ay süre ile bu vazifede ve Vekiller Heyeti Reisliği'nde kaldı.

Sakarya'da kazanılan büyük zaferdeki üstün hizmetlerinden ötürü Birinci Ferik (Orgeneral) Fezvi Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile Müşir (Mareşal) rütbesini aldı.

Mareşal Fevzi Çakmak büyük zafer ve cumhuriyetin ilanından sonra Genelkurmay Başkanı oldu.Yalnız ordunun değil, bütün bir milletin en sevip saydığı bir insandı da. Benliğini saran engin tevazu, sürdürdüğü alabildiğine sade ve tertemiz özel hayatı ona ayrı bir özellik vermekteydi. Bir sembol, bir bayrak olmuştu milletin kalbinde.

12 Ocak 1944 günü yalnız binbir şan ve şerefle dolu askerlik yaşantısının değil, hayatının da en hazin gününü yaşadı Mareşal Fevzi Çakmak. O gün, emekliye sevkedilmişti. 55 yıl sırtında şerefle taşıdığı üniformasına veda günüydü o gün...

Genelkurmay Başkanlığı görevine ve vücudunun bir parçası olmuş bulunan ünifarmasına veda etti. Bir süre evinde sakin bir hayat yaşadı. Memleket çok partili bir devreye girince o sıralarda kurulmuş bulunan Millet Partisi'ne girdi. Demokrasi mücadelesine katıldı.

Sembolleşmiş insan, büyük asker Mareşal Fevzi Çakmak, 10 Nisan 1950 günü İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. Vefatı memlekette öylesine içten kopup gelen büyük bir üzüntü yaratmıştı ki, İstanbul Radyosu'nun müzik neşriyatını kesmemesi yüzünden radyo evi önünde iki gün süre ile büyük nümayişler yapıldı.

Ve cenazesi 12 Nisan 1950 günü mahşerî bir kalabalığın da katılmasıyla kaldırıldı. Eyüp Sultan kabristanında toprağa verildi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gazan Han

Gazan Han 1271 yılında doğdu. Argun Han’ın oğludur.

İran’da hüküm süren ve Cengiz Han’ın soyundan gelen İlhanlıların yedincisi ve en büyüğüdür. Müslümanlığı kabul ettikten sonra Mahmut adını almıştı. Bir takım iç savaşlardan sonra, 1295’te tahta çıktı ve dokuz yıl hükümdarlık yaptı.

Hükümdarlığı sırasında, ülkesinde puta tapmak adetini kaldırmış ve Müslümanlığı ilan etmişti. Gürcülere, Anadolu Selçuklularına ve Mısırlılara karşı birçok zaferler kazandı. Hükümdarlığı döneminde büyük başarılar kazanmış olan Emir Nevruz’u devletin en büyük makamına getirmişken, bazı garazkarların telkiniyle öldürtmesi zamanının kendi aleyhinde olan bir hadisesidir.

Gazan Han’ın Mısırlılara karşı açtığı bir seferde kumandanı Kutluk Han bozguna uğramıştı. Bunun öcünü almak üzere Suriye üzerine yürümeğe hazırlandığı sırada 1304 yılında öldü ve Tebriz’de gömüldü.

Gazan Han, bilgili ve dürüst bir hükümdar olarak tanınır. Memlekette önemli idarî ve medenî teşkilat kurmuştu. Cengiz yasasını ihtiyaca göre yeniden düzenlemiş, paranın şekil ve kıymeti üzerinde ve ölçülerde birlikler meydana getirmiş, posta işlerini de düzeltmiştir. Bastırdığı paraların bir yüzünde kendi adı, diğer yüzünde de Arapça ile yazılmış “Tanrı birdir ve Muhammed O’nun Peygamberidir” ibaresi vardı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gaspiralı İsmail Bey (İsmail Gaspirinski)

Gaspiralı İsmail, Türklerin uyanması, dünya Türk birliğinin gerçekleşmesi için hayatı boyunca çalışan Kırım’lı büyük bir eğitimci, ünlü bir gazeteci, pedagog ve mütefekkirdir.
1851 yılında Bahçesaray civarında Avcı köyünde doğdu. Babası Mustafa Ağa, Yalta ile Alupka arasında Gaspira adlı bir köydendir ve İsmail Beyin soyadı oradan gelmiştir.
İsmail Gaspiralı, güçlü bir eğitim gördü. İlk eğitimini Bahçesaray’da yaptı. Akmescit Jimnazında, Voronej Rus askeri okulunda, Moskova askeri idadisinde okudu. Daha okulda iken Türkiye’deki Türklere karşı büyük bir bağlılığı vardı. Girit’teki Yunan eşkıyalarına karşı savaşmak için okuldan kaçtı. Yolda yakalandı. Bir daha askeri okula dönmedi.
Henüz 17 yaşında iken memleketinde Rusça ve Türkçe okutarak eğitimciliğe başlamıştı. 1872’de Paris’e giderek Rusça tercümanlığı ile bir taraftan hayatını kazanmaya, bir taraftan da Fransızca öğrenmeğe muvaffak olmuştu. Aynı zamanda Paris’te Batı ve Doğuyu karşılaştırma imkanı buldu. Batı kültürünün gelişimini gördü ve iki yıl sonra İstanbul’a gelip bir yıl kadar yazarlık yaptıktan sonra Kırım’a dönmüştü.
1878 yılında, yani henüz 27 yaşında iken Bahçesaray’da Belediye Reisliğine seçilmişti. Bu görevde bulunduğu dört yıl içinde halka ve memlekete hizmet etmişti.
O sıralarda Akçura ailesinden İsfendiyar Bey’in kızı Zühre Hanım’la evlenerek Akçuraoğlu Yusuf Bey’in eniştesi olmuştur.
Gaspiralı’nın amacı halkı aydınlatmaktı. Bu ideal için çırpınıyordu. Bir aralık Tunguç adlı haftalık bir gazete çıkarmış, 1883’te meşhur Tercüman gazetesini kurmuştur. Önce haftalık, sonra günlük olan Tercüman-ı Ahvali-i Zaman adını taşıyan bu önemli ideal gazetesi geniş tesir ve hizmette bulundu.
İsmail Gaspiralı, 1914 yılında Kırım’da öldü. Mezarı Bahçesaray’dadır.
İsmail Gaspiralı hayatını milletinin yükselmesine adamış güçlü bir fikir adamı, yüksek bir eğitimci ve büyük bir idealist idi.
Gaspirali, halka hizmet için ilk eğitimden başlamak gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle sürekli olarak medreseleri düzeltmeye, eğitim metotlarının Batılılaşmasına uğraşmış, kendi de bizzat bir alfabe yazmıştı.
Son yıllarında Mısır ve Hindistan’a seyahat etmiş ve Mısır’da İslam ülkeleri arasında bir kongre toplamaya teşebbüs etmişti.
İsmail Gaspiralı, bütün konuşmalarında halkın uyanması ve ilerlemesi için çalıştı. Yayınladığı gazetelerde yaydığı görüşlerden birisi de, Dünya Türkleri’nin birleşmesi fikri idi.

Hayatı ve eserleri hakkında Kırımlı Cafer Seyyit Ahmet Bey’in 1934’te İstanbul’da bastırdığı 248 sayfalık kitabı vardır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gazi Evrenos

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetleri bulunan Gazi Hacı Evrenos Bey, millî tarihimizde seçkin bir mevki işgal etmektedir. Bu değerli kumandan Rumeli kıtasının önemli yerlerini fethedenler arasındadır. Başarıları yalnız Türk tarihinde değil, Avrupa milletlerinin tarih sayfalarında da yer almıştır.

Gazi Evrenos Bey, 1288 tarihinde Balıkesir’de doğmuştur. Ataları ise, Akkoyunlu Türklerine dayanmaktadır. Büyük babası Bozoklu Han’ın Türkmen aşiretleriyle beraber Horasan’dan Anadolu’ya gelmiştir. Bu zatın yedi çocuğu vardı. Ertuğrul Gazi, Uçbeyi olduğu zaman Bozoklu Han ona yardımda bulunmuştu. Bozoklu Han’ın yedi çocuğundan biri de İsa Bey’dir ve Evrenos’un babasıdır.

Evrenos Bey’in asıl adı Evren’dir. Anadolu’da Evren adlı birçok köy bulunduğu gibi, eski devirlerde isim olarak da kullanılan Evren kelimesi, Türklerin ebedî hayat diye inandıkları efsanevî bir yılanın adıdır. Us kelimesi de bey manasına gelmekte olduğuna göre Evrenos, Evren Bey demektir. Evren Bey’in nesebi şu zatlardır: Bozoklu Han, Kuşdemir Han, Özer Han, Gündüz Han, İsa Bey, Evrenos Bey’den sonra ise İkiyürekli Ali Bey, Gazi Ahmet, Musa Bey gelmişlerdir.

Evrenos Bey, Balıkesir’de babasının terbiyesiyle büyümüş ve güçlü bir eğitim görmüştür. Asil bir Türkmen soyuna dayanan Evrenos, Karesi Beyi Aclan Bey’in ordusuna girerek çalıştı.

Fakat Orhan Gazi, Karesi Beyliği’ni fethedince, Ece Bey ile beraber Orhan Gazi’nin hizmetine girdi. Orhan Gazi, oğlu Süleyman Paşa’yı Balıkesir’e vali tayin ettiği zaman Evrenos Bey’i yanına müşavir olarak verdi. Süleyman Paşa Evrenos Bey’de yüksek bir askeri kudret görerek onu pek sevdi. Onu yanından ayırmaz, her işini onunla müşavere ederdi. Orhan Gazi, oğlu Süleyman Paşa’yı, Rumeli’nin fethine memur edince Süleyman Paşa, Evrenos Bey’i de maiyetine aldı.

Gazi Evrenos’un, Avrupa yakasına askerî kuvvetleri getirmek için gemiler tedarikinde büyük hizmetleri dokundu. Süleyman Paşa ve Evrenos Bey, bir Türk ordusu ile, Gelibolu’dan Avrupa toprağına ayak bastılar. Şehzade askerlerini birkaç kola ayırdıktan sonra, Evrenos Bey, Keşan havalisini fethetmekle meşgul iken, kuvvetli bir düşman ordusu üzerine gelmeye başladı. Evrenos Bey, bu kuvvetleri sabaha karşı yıldırım gibi bir taarruzla perişan etti.

Evrenos Bey’in bu muvaffakiyetinden memnun olan Süleyman Paşa, Evrenos Bey’in hizmetlerini överek bu zaferi babasına bildirdi. Orhan Gazi de Evrenos Bey’e bir kılıç, bir de kaftan gönderip vakıf için istediği yerleri temlik eylediğini belirten bir de ferman gönderdi. Bu başarısından sonra Süleyman Paşa avlanırken atından düşerek öldü.

Süleyman Paşanın öldüğünü duyan Balkan milletlerinden Rumlar, Bulgarlar, Sırplar ve Ulahlar, Türkleri Avrupa’dan kovmak için otuz bin kişilik bir müttefik ordusu hazırladılar. Bu askerin bir kısmı denizden gelerek Gelibolu’ya çıktılar. Fakat Gazi Evrenos yıldırım gibi bunların üzerine gelerek bir kısmını karada, bir kısmını da gemilerinde mahvetti. Bu sıralarda Orhan Gazi oğlunun acısına dayanamayarak vefat etti.

Orhan Gazi’nin yerine oğlu Murat Hüdavendigar, Osmanlı tahtına üçüncü padişah olarak oturdu. Yeni padişah, Gazi Evrinos Bey’i Gümülcine’nin fethine memur etti. O sıralarda Hacı İlbey, Edirne’yi fethedince, padişah bu şehre geldi. Fakat bir müddet sonra Bursa’ya dönerek Lala Şahin Paşa’yı Rumeli Beylerbeyi olarak Edirne’de bıraktı. Hacı İlbey’in vefatı üzerine Rumeli fetihleri Evrenos Bey’e kaldı.

Bizans imparatoru yeni bir ordu hazırlayarak bunları Yalova ve İzmit taraflarına gönderdi. Bu haber üzerine Evrenos Bey, Bizanslıları tehdit etmek maksadıyla kuvvetleriyle İstanbul üzerine yürüyerek Yeşilköy’e kadar geldi. İmparator Türklerin İstanbul kapılarına dayanmasından korkarak barış istemeye mecbur kaldı. Bundan sonra Evrenos Bey, Makedonya’nın fethine gitti. Evrenos Bey ve Hayrettin Paşa, Manastır şehrini fethederek Osmanlı mülküne kattılar. Bu şehirden sonra Selanik şehrini kuşattılar.

O sıralarda Murat Hüdavendigar, oğlu Beyazıt’a, Germiyanoğlu Yakup Bey’in hemşiresi Devlet Hatun’u almaya karar verdi. Bursa’da parlak bir düğün hazırlandı. Bu düğüne Evrenos Bey de davet edildi. Evrenos Bey, düğüne yüklü miktarda hediyeler gönderdi. Bu hediyeleri gören padişah:

Bizim Koca Evrenos’un hediyeleri hükümdarların hediyelerinden üstünmüş! Aferin Evrenos! Dedi.

Bu hediyelere mukabil Padişah da Mısır Hükümdarı Sultan Berkok tarafından gönderilmiş olan atları takımı ile Evrenos Bey’e ihsan etti.

Bundan sonra Evrenos Bey’e Gazilik unvanı verildi. Aynı yıl da hacca gederek de hacı oldu.

Gazi Hacı Evrenos Bey, hacdan döndüğü zaman Avrupalı müttefik ordusu Kosova’ya gelip konaklamıştı. Bunu duyan Evrenos Bey derhal orduya katıldı. Padişahla Taslı mevkiinde buluştu. Bu kahramanı gören Murat Hüdavendigar onu kucaklayıp öptü. Gazi Evrenos, kırk kadar yiğidi yanına alarak keşfe çıktı. Birkaç gün sonra bir miktar esir elde ederek onları karargaha getirdi. Bu esirlerden oldukça bilgi elde edildi. Bunun üzerine Türk ordusu Kosova Ovasına doğru harekete geçip bir mevkide konakladı. Padişah bu mevkide askerî bir divan kurdu. İlk defa padişah Evrenos Bey’e:

Evrenos, hayli zaman seni buraların hudut muhafızlığında bulundurdum. Buraların ahvalini bilirsin. Bu sebeple fikirlerin cümlenin reyine tercih edilmek gerektir. Bu muharebe hakkında ne gibi tedbirler düşünüyorsun?

Evrenos Bey hemen ayağa kalkarak:
İltifat-ı şahanenize teşekkürler ederim. Dedi; emir ve rey Hazret-i Padişahındır.
Padişahın emri tekrarı üzerine de şu mütalaada bulundu:
Padişahım, dedi. Düşmanın üzerine ilk defa biz taarruz etsek, düşmanı yerinden oynatmak güç olur kanaatindeyim. Bunun için taarruzu onlara bırakalım. Onlar açılıp dağıldıkları zaman şiddetli ve umumi taarruza kalkalım. Şayet bozulurlarsa onlar bir daha düzelemezler. O zaman zafer bizim olur.

Padişah, Demirtaş, Yahşi Bey, Şehzade Yıldırım Beyazıt ve Sadrazam Ali Paşa’ya ayrı ayrı fikirlerini sordu. Onların hepsi de:

Evrenos Gazi’nin sözü sözdür!
Dedikleri zaman Padişah:
Benim de mütalaam böyledir.
diyerek bu şekilde taarruza karar verildi. Fakat bu esnada bir kumandan söz alarak:
Düşmanın önüne mühimmat develerini siper ederek muharebe etsek iyi olmaz mı? diye sordu.

Evrenos Bey, şu cevabı verdi:

Vaktiyle Büyük İskender, Hindistan’ı istila edince, o zamanın Hint Hükümdarı, İskender ordusunu şaşırtacağı kanaatine kapılarak, ordusunun önüne filler dizdirmişti. Fakat muharebe esnasında fillerin ürkmesi üzerine ordusu bozuldu. İskender de zafere ulaştı.

Bunun üzerine kumandanın teklifi reddedildi. Murat Hüdavendigar, merkezin kumandasını üzerine aldı. Gazi Evrenos ile Şehzade Beyazıt’ı sağ kanada, Şehzade Yakup Çelebi’yi de sol kanada verdi. Taarruz başlamadan önce Evrenos Bey, şunu tavsiye etti:

Sipahiler sağ ve sol safların önüne geçsinler. Bunlar düşmanı şiddetli bir ok yağmuruna tutsunlar. Bu şiddetli ok yağmuru ile düşmana göz açtırmasınlar.

Evrenos’un bu fikri de derhal kabul edildi. Bundan sonra Birinci Kosova Meydan Muharebesi bu plan üzerine bütün şiddetiyle başladı.

Düşman ordusu perişan edilerek Kosova zaferi kazanıldı. Lakin ne yazık ki, bir Sırplının hançeri ile Murad Hüdavendigar Kosova’da şehit edildi. Bu muharebede Evrenos Bey, Erkanı Harbiye Reisliği vazifesini ifa etmişti.

Murad Hüdavendigar’ın ölümü üzerine yerine oğlu Yıldırım Beyazıt tahta geçti. Yeni padişah, Gazi Evrenos’u Makedonya havalisinin muhafazasına memur etti. Yunanlıların rahat durmaması üzerine Gazi Evrenos kuvvetleriyle Teselya’ya girerek şehri baştan başa fethetti. Tam bu esnada müttefiklerinden bir haçlı ordusu Tuna’yı aşarak Niğbolu Kalesini kuşattı.

Yıldırım Bayezit, büyük bir ordu hazırlayarak Niğbolu üzerine yürüdü. Gazi Evrenos, bu muharebeye de katıldı. Yıldırım Bayezit müttefik ordularını yenerek Niğbolu Zaferini kazandı. Bu harpten sonra Yıldırım Bayezit Anadolu’yu istila eden Timurlenk’in üzerine yürüdü. Fakat Timur’a yenilerek Ankara Meydan Muharebesi’nde esir düştü.

O zamanlar Anadolu’nun birliği bozularak, Yıldırım’ın oğulları her tarafta istiklal davasına kalktılar. Rumeli’de Emir Süleyman, hüküm sürmeye başladı. Evrenos Gazi, Rumeli’de bulunduğu için Emir Süleyman’ın emrine girmeye mecbur kaldı.

Fakat Şehzade Musa Çelebi, Rumeli’ne geçerek Emir Süleyman’la mücadeleye girişince, Evrenos Bey, Selanik taraflarına çekildi. Musa Çelebi, kardeşini yenerek Edirne’de padişahlığını ilan etti. Şehzade Musa, Evrenos Bey’i hizmetine davet etti. Fakat Evrenos Bey, gözlerinin görmediğini bahane ederek gelmek istemedi. Fakat Musa Çelebi onu zorla yanına çağırttı. Gözlerinin görüp görmediğini anlamak için ona sofrada et yerine kurbağa ikram etti. Evrenos Bey, korkusundan kurbağayı yemek zorunda kaldı.

Musa Çelebi’nin üzerine Amasya’dan Çelebi Mehmet gelerek yeniden mücadeleye sebep oldu. Çelebi Mehmed, Evrenos Bey’i ordusuna davet etti. Musa Çelebi ile yapılan bu harpte Gazi Evrenos beş oğlu ile beraber sol kanatta savaştı. Bu muharebede Musa Çelebi de öldürüldü. Çelebi Mehmet Anadolu’nun birliğini kurunca, Evrenos Bey’e birçok ihsanlarda bulundu. O yine oğullarıyla beraber devlet hizmetine koyuldu. Oğullarından Ali Bey, İsa Bey, torunlarından Süleyman, Gazi Ahmet ve Mehmet Beyler devlet hizmetinde büyük yararlılık gösterdiler.

Gazi Evrenos Bey, 1417 tarihinde 129 yaşında hayata veda etti. Mezarı Yenice Vardarı’ndadır. O zamanlar ölümüne (Kınına girdi o gaza kılıncı) tarihi düşürülmüştür.

Gazi Evrenos Bey, Avrupa topraklarında Türkün nam ve şanını yükselten en büyük kumandanlardan biridir. Yenice-i Vardar’da bir çok cami, medrese ve imarethaneler yaptırıp bunlara hepsine de vakıflar tahsis etmiş bir hayırseverdi.
 
Üst