A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Alparslan Türkeş

Ali Arslan (Alparslan Türkeş), 25 Kasım 1917 tarihinde Kıbrıs'ın Lefkoşe bölgesinde doğdu. Babası Ahmet Hamdi Bey, Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Yukarı-Köşkerli köyünden Kıbrıs'a göçen Koyunoğlu ailesinden Arif Ağa'nın oğlu Tuzlalı Ali Ağa'nın oğluydu. Arif Ağa, Avşar Aşireti'ne mensup bir beydi.

1860'lı yıllarda Orta Anadolu'da çıkan bir toprak meselesi nedeniyle Sultan Abdülaziz tarafından Kıbrıs'a sürülmüştü. Annesi Fatma Zehra Hanım ise, Kıbrıs’ın yerli Türk ailesine mensuptu. Annesinin ailesinin de Çankırı yöresinden Kıbrıs'a göçtüğüne dair rivayetler tespit edilmiştir.
1921 de 4 yaşına giren Ali Arslan, Saray Önü İlkokulu(Sıbyan Mektebi)’na gönderilir. Birbirinin ardı sıra gelen ilkokul ve Rüştiye yıllarında Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi hocalardan dersler alır.
1933 yılında Alparslan, babası Ahmet Hamdi Bey'i ve annesi Fatma Zehra Hanımı ikna eder ve aile mallarını satıp Türkiye'ye İstanbul'a gelirler. Ailesi İstanbul'a yerleşince Alparslan'in ilk işi Kuleli Askeri Lisesi'ne kayıt olmak olur. 1936'da Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları başlar. 1938'de Harbiye'den mezun olur. Artık o, Türk Ordusunun genç bir teğmenidir.
Piyade Teğmen Alparslan Türkeş, ilk görev yeri olan Isparta'da Katırcıoğlu ailesinin kızları Muzaffer Şükriye Türkeş'le 14 Şubat 1940 tarihinde evlenmiştir.
Üsteğmen Alparslan Türkeş, 1944 yılında şair ve yazar A. Nihal Atsız'a yazdığı mektuplar sebebiyle "Türkçülük ve Turancılık" davası sanığı olarak tutuklanmış ve yargılanmış 29 Mart 1945 tarihinde bütün sanıklarla birlikte milletini sevmek ve milletinin kalkınması için politika üretmek gibi bir suç olmayacağı için davanın hem esastan hem de usulden bozulması ile beraat etmiştir.
Yüzbaşı Alparslan Türkeş 1948 yılında Genel Kurmay Başkanlığının açtığı bir sınavı kazanarak Amerika Birleşik Devleti Piyade Okulu ve Amerikan Harp Akademisi'nde çağdaş askeri gelişmeler konusunda bir kurs görmek üzere Amerika'ya gönderilmiştir.

1944 yılında Harp Akademilerine giriş sınavını kazanmasına rağmen "Türkçülük ve Turancılık Davası" sebebiyle ertelenen bu hakkı 1952 yılında iade edilmiş ve 1955 yılında Harp Akademisini başarıyla tamamlayarak Kurmay Subay olmuştur.
Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş, Genel Kurmay Başkanlığının dış görevler için açtığı sınavı kazanarak Kasım 1955-57 tarihleri arasında Washington'da bulunan NATO Daimi Grup nezdinde Genel Kurmay Temsil Heyeti üyeliğine atanmıştır. Washington'da bulunduğu dönemde çalışanlar için özel gece kursları veren University of America'da İnretnational Economics öğrenimi görmüştür.
Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş, 30 Ağustos 1957 yılında Kurmay Binbaşılığa terfi etti. 1959 yılında Almanya'da Atom ve Nükleer Silahlar konusunda kurs görmüştür. Avrupa'da çeşitli NATO toplantılarına ve askeri manevralarına Türk Genelkurmayı'nın temsilcisi olarak katıldı. 1960 yılı başında, gecikmiş kıdemleri verilerek Kurmay Albaylığa terfi etti.



27 Mayıs 1960'ta Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gerçekleştirdiği ihtilal hareketi içinde bulunmuş ve radyodan hareketin sebepleri ve amacını seslendirmiştir. Bu dönemde Milli Birlik Komitesi üyesi ve Başbakanlık Müsteşarlığı görevini yürütmüştür. Başbakanlık Müsteşarlığını yaptığı 4 ay gibi kısa bir dönemde de, Türkiye için hayati önemi olan Devlet Planlama Teşkilatı, TÜBİTAK, Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma Kanun Tasaları, Atom Enerjisi Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Standartlar Enstitüsü gibi önemli kurumların kuruluşuna öncülük etti. Daha sonraki yıllarda gerçekleştirilen GAP Projesi'nin de öncü düşünürü ve önerenidir.

Türkiye'ye etkili ve bilgili hizmetlerinden dolayı verilen "Kudretli Albay" sıfatının bazı çevrelerde yarattığı rahatsızlık ve Atatürk'ün ölümünden sonra dışlanan Türk Milliyetçiliğini doktirinine dayalı hizmet anlayışına duyulan tepki ile 13 Kasım 1960 tarihinde emekliye sevk edildi. Türkiye'nin son sürgünü olarak Yeni Delhi Büyükelçiliği'nde Hükümet Müşaviri olarak görevlendirildi. Burada gayrı resmi Askeri Ateşemiliter görevi yürüttü.

22 Şubat 1963 tarihinde Hindistan'dan Türkiye'ye döndü. Türk Milliyetçiliği ülküsünü gerekli kıldığı kültür ve sanat faaliyetlerini hayata geçirmek üzere Huzur Derneği'ni kurdu.
Bu derneğin hızlı gelişimi bazı çevreleri endişelendirdi ve 21 Mayıs 1963 Talat Aydemir İhtilal teşebbüsü vesile ve fırsat yapılarak haksız ve kanunsuz bir şekilde tutuklandı. Yargılama sonucunda 4 Eylül 1963 tarihinde beraat etti ve serbest bırakıldı.
31 Mart 1964'te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne girdi ve Parti Genel Müfettişi olarak görevlendirildi. 30 Temmuz 1965 günü yapılan CKMP'nin büyük kongresinde Genel Başkan seçildi. 30 Ekim 1965 tarihinde yapılan genel seçimlerde Ankara Milletvekili seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği hakkını kazandı.
28 Nisan 1966 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine tek aday olarak gösterilen Cevdet Sunay'ın karşısında demokrasinin gereklerinin uygulanmasını savunmak üzere Cumhurbaşkanı adayı oldu.
1969 yılında CKMP'nin Adana'da toplanan Büyük Kongresinde, Genel Başkanlığa yeniden seçildi. Bu kongrede partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi ve amblemi üç hilal olarak değiştirildi.
12 Ekim 1969 yılında yapılan genel seçimde Adana Milletvekili seçildi ve üçüncü kez parlamentoya girdi.
1975-1978 yıllarında kurulan Milliyetçi Partiler Hükümetlerinde İç ve Dış Güvenlikten sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevini yürüttü. Güneydoğu Anadolu bölgesi Toprak ve Tarım Reformunu başlattı.
5 Haziran 1977'de yapılan genel seçimlerde dördüncü kez parlamentoya yine Adana Milletvekili olarak seçildi. TBMM Başkanlığı seçiminin kilitlenmesi üzerine CHP ile diyalog kurarak CHP adayı Cahit Karakaş'ın TBMM Başkanı seçilmesine destek vererek Meclisin çalışmaya başlamasını sağladı. Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili benzer bir tıkanıklığı aşabilmek için de aynı uzlaşma çabasını gösterdiyse de Cumhuriyet Halk Partisi, kendi içinde bir ortak adayda anlaşamadığı için cumhurbaşkanı seçimi çözümlenemedi.


12 Eylül 1980 ihtilalinde gözaltına alındı ve tutuklandı. Sıkıyönetim Mahkemeleri tarafından açılan ve 2000'den fazla kişinin yargılandığı XX. yüzyılın en kalabalık sanıklı davası olarak da tanımlanan "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası"nda MHP Genel Başkanı sıfatıyla 227 arkadaşıyla birlikte idam talebiyle yargılandı. Savcılığın Türkçülüğün tarihi ile başlattığı ve millet ve devlet sevgisini suç olarak nitelendirdiği tespit ve yorumlar, hukuk tarihi ve siyasi tarih açısından bir dönem devleti temsil eden güçlerin, devletinden ve milletinden yana olan aydınlara bakışını göstermesi açısından fevkalade düşündürücüdür.
7 Nisan 1985 tarihinde sağlık nedenleriyle tahliye edildi.
1987 yılında siyasi yasakların referandumla kaldırılmasından sonra, Milliyetçi Çalışma Partisi'nin 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan 2. Büyük Kongresi'nde partinin genel başkanlığına seçildi.
20 Ekim 1991 tarihinde Yozgat Milletvekili seçilerek beşinci kez parlamentoya girdi. 27 Aralık 1992 tarihinde yapılan olağanüstü kongrede, Milliyetçi Çalışma Partisi'nin adı ve amblemini 1980 ihtilalinde kapatılan partilerin yeniden açılması için çıkarılan kanunun verdiği yetkilere dayanarak Milliyetçi Hareket Partisi ve Üç Hilal olarak gerçekleştirdi.
21-23 Mart 1993 tarihinde Antalya'da dünya tarihinde ilk kez yapılan Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı projesinin düşünürü, düzenleticisi ve gerçekleştiricisidir.
Bu kurultaydan sonra Türk Devlet ve Toplulukları dostluk, kardeşlik ve işbirliğini kurumlaştırmak üzere Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı (TÜDEV)’nı kurmuştur. Bu vakıf sayesinde Türk Dünyası'nda, Birleşmiş Milletler Dayanışması ve anlayışının bir benzerini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır.
Türk Milliyetçiliğinin diğer milliyetçiliklerden en belirgin farkı olan insan sevgisine dayalı felsefesi ile kurumlaşacak birliklerin, Türk Yurtlarında olduğu kadar bütün dünyada hoşgörülü yaşama ahengini yaygınlaştırmak, TÜDEV’in temel amaçları içinde yer almıştır. Bugün vakfın yetersiz ve etkisiz küçülerek tekrarlanan kurultaylardan başka faaliyet ve işbirliği gerçekleştirememesi üzüntü vericidir.
Alparslan Türkeş, 1995 seçimlerinde partisinin ülke barajını aşamaması sebebiyle Meclis dışında kalmasına rağmen ülke meselelerinde danışılan, dengeleri ve güveni sağlayan gerçek bir devlet adamı sorumluluğu taşıyordu.
Atatürk'ün "Gençliği, hassas ve milliyetçi yetiştirmek asıl hedefimizdir" özdeyişindeki hedefi tek başına üstlenerek, Türk Milliyetçiliği ülküsünü benimsemiş binlerce genç yetiştirerek, milli eğitimin önemli bir eksiğini tamamladı.
Alparslan Türkeş, Türk milletinin de diğer milletler gibi kendi tarihine ve kültürüne saygılı ve Türk kültürünün geliştirilmesi hakkına sahip olduğu anlayışını Türk siyasetinin genel kabulleri arasına dahil etti.
O, dünyanın her tarafında bulunan Türklerin de diğer insanlar ve milletler gibi kendi kaderlerini belirleme hakları olduğunu savunurken, bir taraftan da yoksulluk ve cehaletin bütün insanlıkla beraber Türk milletinin de en büyük düşmanı olduğunu vurguladı.
İnsan haklarının hayata geçirilmesini Türk kültürünü kavramları ve dilinin incelikleri ile "Mücadelemiz insan haysiyetine hürmet, zihniyetine hakim kılmaktır" şeklinde ifade ederek, Türk milliyetçilerine vasiyet olarak bıraktı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cevdet Paşa

Ahmet Cevdet Paşa Türklerin XIX. yüzyılda yetiştirdiği büyük zekalarından biridir.

Cevdet Paşa, günümüzde Bulgaristan hudutları içinde kalan Lofça’da doğdu. Medrese eğitimini tamamladıktan sonra 17 yaşında İstanbul’a geldi. O dönemin usulüne göre din bilginlerinden diploma aldı. İçinde var olan ilim aşkı ile Farsça ve Fransızca öğrendi. Matematik, felsefe, kozmoğrafya ve tabii ilimlerde kendisini geliştirdi. Gençliğinde zekası ve çalışkanlığı dikkati çekiyordu. Kadılıktan başlayarak birçok değişik görevlerde çalıştı. “Divan-ı Ahkam-ı Adliye Reisliği” yaptı ve bu sırada medeni kanun olarak kabul edilen “Mecelle”nin hazırlanmasını sağladı. Türkiye’de ilk defa “Adliye Nazırı” oldu. Valilik ve birçok nazırlık görevlerini yürüttü.

Cevdet Paşaya göre hükümetlerin iki görevi vardır. Birincisi adalet, ikincisi ise memleketi korumaktır. Bu düşünce, onun adalete verdiği önemi gösterir. Çünkü ona göre, yargıçlara yalnızca kanunlar emir verir. Bunun için yargıçlar, vicdanlarına aykırı bile olsa kanuna uymak zorundadırlar. Böyle düşünen Cevdet Paşanın eserleri ve çalışmaları kendisinin üstün yetenekli, örnek bir insan olduğunu gösterir. Onun Türk Adliyesinin kuruluşuna ve daha düzenli çalışmasına büyük hizmetleri olmuştur. Başkanlığı altında hazırlanan Mecelle yarım yüzyıl kadar Türk Medeni Kanunu olarak yürürlükte kalmıştır.

Cevdet Paşanın kişiliğinin en güçlü yönü eserlerinde görülür.

Kavâid-i Osmâniye adlı eseri ile Türk dilinin esaslarını kurmuş, on iki ciltlik Cevdet Tarihi adlı eseri ile de Türk tarih anlayışına yeni ve olumlu bir görüş ve metot getirmiştir. Kısas-ı Enbiya’sının açık ve güzel Türkçe’si her zaman örnek olarak gösterilebilir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Alemdar Mustafa Paşa

II. Mahmut devri sadrazamlarındandır. 1750 yılında Rusçuk'ta doğdu. Bazı tarihçilere göre ise 1765 yılında Hotin'de dünyaya gelmiştir. Rusçuk Yeniçeri ağalarından Hasan Ağa'nın oğludur.

Bayraktar olarak katıldığı savaşlarda gösterdiği yararlıktan ötürü “Alemdar” lakabını aldı. Önce Hezergrad Âyanı, sonra da Rusçuk Âyanı oldu. Bir aralık Edirne’de (Nizamı Cedit) aleyhindeki isyana yardım etmekle beraber sonra hükümetin güvenini kazanmış, Kapıcı başı ve Mirahur rütbelerini almıştır. III. Selim’in son zamanlarında açılan Rusya seferinde Tuna hududunda Rus ilerleyişini önlemeye yarayacağı düşünülerek kendisine 1806’da Vezirlik rütbesi ile Tuna Yalısı Seraskerliği verildi, iki yıl sonra sadrazam oldu. 1808 yılında intihar etti.

Topkapı Sarayı'ndaki Arz Odasının kapısı büyük bir gürültü ile kırılıp açılmış ve içeri girenler feci bir manzara ile karşılaşmışlardı. Babüssaade hizasındaki büyük kapının önünde bir şilte üzerinde, III. Selim'in kanlar içindeki naaşı yatmakta idi. Sağ şakağının derisi, kafasına indirilen bir pala darbesiyle, sakalı ile beraber çenesine kadar inmişti. Ayrıca vücudu da kanlar içinde idi.

– Vah efendim benim... Seni tahtına tekrar çıkarmak için bunca yoldan geleyim de, gözlerim seni bu halde mi görsün? diye boğuk bir ses yükseldi. Ve elindeki kılıcı bir yana atan iri yapılı ve tok sesli bir adam kanlar içindeki naaşın üzerine kapanıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir yandan da “Bütün Enderun halkını kılıçtan geçirip intikamını almazsam bana da Alemdar Mustafa Paşa demesinler...” diye haykırıyordu hıçkıra hıçkıra.

Bir yeniçeri ağasının oğlu olmasına ve bu ocağın içinden yetişmesine rağmen Yeniçeri Ocağı'nın uğradığı bozulma karşısında onların aleyhine dönmüş ve III. Selim'in orduda yapmak istediği büyük ıslahatta kendisine en büyük bir yardımcı olmuştu.

Yeniçerilerin “Nizam-ı Cedid'e karşı ayaklanmaları sonucu III. Selim'in tahtından indirilmesiyle “Nizam-ı Cedid” taraftarlarının bir kısmı isyanın elebaşısı Kabakçı Mustafa'nın elinden canlarını kurtarıp Rusçuk'a kaçmışlardı. Orada III. Selim'e ve “Nizam-ı Cedid”e inanmış Tuna Yalısı Serdarı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınmışlar ve “Rusçuk yârânı” adıyla anılan bir grup teşkil etmişlerdi.

Başlarında Alemdar Mustafa Paşa'nın bulunduğu “Rusçuk yaranı”, 15 bin kişilik bir orduyla Rusçuk'tan İstanbul'a yürümüştü. Maksatları Iiı. Selim'i tekrar tahta çıkarmak ve Nizam-ı Cedid'i yeniden kurmaktı.

19 Temmuz 1807 günü İstanbul'a gelen Alemdar Mustafa Paşa, önce Kabakçı Mustafa'nın evini bastırıp kellesini vurdurmuş, sonra da zorbalar arasında kanlı bir temizleme harekâtına girişmişti. Bu arada Bâb-ı Âlî'yi basıp Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'nın elinden Mühr-i Hümâyûnu almış, onunla birlikte yobaz Şeyhülislam Ataullah Efendi'yi de azletmişti.

Alemdar'ın Topkapı Sarayı'na doğru yürümekte olduğunu haber alan Padişah IV. Mustafa, büyük bir paniğe kapılmış ve tahtını koruyabilmek ve tek Osmanoğlu kalmak amacıyla amcası sâbık Padişah III. Selim ile kardeşi II. Mahmut'un öldürülmelerini emretmişti. III. Selim, Alemdar Mustafa Paşa saraya varana kadar öldürüldü. II. Mahmut ise bir kaç yakınının yardımıyla canını güçlükle kurtarabildi.

IV. Mustafa'yı tahttan indirip II. Mahmut'u tahta çıkartan Alemdar Mustafa Paşa, 22 yaşındaki genç padişah tarafından Sadrazamlığa getirildi. III. Selim'in öldürülmesiyle uzaktan yakından ilgisi görülen binlerce kişinin kellesini vurdurtan Alemdar, bu arada “Nizam-ı Cedid”in devamı olan “Sekban-ı Cedid” adlı yeni bir ordunun hazırlığına girişti. Çok cesur ve mert olduğu kadar iyi kalpli bir insan da olan Alemdar Mustafa Paşa, Yeniçeri Ocağından yetiştiği için doğru dürüst bir eğitim görmemişti. Cahil bir insan sayılırdı. Bu yüzdendir ki dönemin siyasi cereyanlarını, entrikalarını kavrayabilecek ve çeşitli menfaatleri telif edebilecek bir zekâ, bilgi ve olgunluğa sahip değildi.

Yeniçeri Ocağına bir düzen vermek üzere padişaha, Eşkinci Ocağını kurdurtmaya muvaffak oldu. Bundan dolayı Yeniçeriler birdenbire Alemdara düşman kesildiler.

Çok geçmeden Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul’un zevk alemlerine kendisini kaptırıverdi. Artık o, ahu bakışlı cariyelerin arasında Boğaziçi sefalarına devam ediyordu. Hele Alemdar’a takdim edilen cariyelerden (Kamertab) onun gönlünün bir tanesiydi. Bu cariye, güzel olduğu kadar da yüksek bir sosyete ve zamanının en güzel kadınıydı. Tuna boylu bu koca askeri, içki alemlerine sevk eden hep bu fettan kadındı. Kamertab, bu askeri ince bir İstanbul efendisi yapmak için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Her zaman belinde taşıdığı koca hançeri bin-bir ricadan sonra Alemdar’ın belinden çıkartmaya muvaffak oldu. Sade giyinen Alemdar’ı altın sırmalı mücevher düğmeli elbiseler giymeye ikna etti. Memleketine büyük hizmetler etmiş olan Alemdar artık bir safa ehli olmuştu. Alemdar’ın en çok hoşlandığı kır eğlenceleri ve çengi oynatmaktı

Alemdar’ın bu hallerinden İstanbul halkı ve bilhassa Yeniçeriler hiç memnun değillerdi.

Günün birinde Yeniçeriler birdenbire “kazan” kaldırdılar

1808 yılı Ramazanının Kadir gecesine rastlayan 14 Kasım gecesi büyük bir grup yeniçeri, Babıali’ye giderek Alemdar’ın konağını ateşe verdiler. Koca Sadaret konağı alevler içinde yanmaya başladı. Yeniçerileri ve yangını gören Alemdar, davul çaldırarak Sekbanlarını toplamak istediyse de, bunların hepsi bir tarafta eğlencede idiler. Ona kimse yardıma gelmedi. Bu hali gören Alemdar bir abdest aldıktan sonra konağın penceresinden dışarı baktı. Biraz sonra konağında bulunan 56 cariyesinin başlarına birer şal örterek haremin bahçesine çıkarttı ve bir Yeniçeriyi çağırarak ona

Bana Kırkiki’nin yoldaşı Mustafa Bayraktar derler. Fakat ben sizler gibi padişah katili değilim. Konağımda 56 cariyem var. Önce Cenabı Hakka, sonra Ocağın namusuna bunları teslim ediyorum. Bunlar kadındır. Bir şeyden haberleri yoktur. Eğer bunlara ihanet ederseniz davacınız Cenabı Hak olsun!...

diyerek 56 cariye ve Kamertab’ını bu asilere teslim etti. Yalnız baş kadını ile kendisini çok seven bir haremağası yanında kaldı. Bundan sonra pencereden asilere ateş ederek kendini müdafaa etti. Alevler, bulunduğu odayı da sarınca yanındakilerle kagir bir kuleye girdi. Fakat Yeniçeriler bu kulenin üzerine çıkarak kazmalarla kubbesini delmeye başladılar. Bu hali gören Alemdar Mustafa Paşa, Yeniçerilere teslim olmaktansa ölmeyi tercih etti. Kulenin altında bulunan bir varil barutu ateşe verdi. Birdenbire bir infilak oldu; kendisi, baş kadını ve haremağası parça parça oldular. Kulenin üzerine üşüşmüş olan 500 yeniçeri de havaya uçtu.

Alemdar Mustafa Paşa’nın cenazesi önce Yedikule’de gömülü idi. Kemikleri 1911’de Ayasofya karşısında Zeynep Sultan bahçesine nakledilmiş ve Soğukçeşme’den Sultanahmet’e çıkan caddeye Alemdar caddesi adı verilmiştir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Alparslan

1030 yılında doğan Alparslan, Çağrı Bey’in oğlu ve Tuğrul Bey’in yeğenidir. Gazne Hükümdarı Mevdut’a karşı 1044’te büyük zafer kazandığı savaşta dikkat çekti. Çağrı Bey ona, 1058’de Belh, Toharistan, Tirmiz, Kobadiyan, Vahş ve Valvalic gibi şehirleri bırakarak devlet yönetimine hazırladı.
1059 yılında Gaznelilerle yapılan anlaşma sonrasında 1060’ta Çağrı Bey’in ölümü üzerine Alparslan, Horasan Selçuklu Devleti’nin başına geçti.
1063’te Tuğrul Bey’in ölümü üzerine vasiyeti doğrultusunda yeğeni ve üvey oğlu Süleyman, Vezir Amidülmülk Kündüri tarafından tahta çıkarıldı. Ancak Selçuklu beyleri, Alparslandan yana tavır koydu. Bu arada Kutalmış’ın başkent Rey’e hücumu üzerine, Vezir Kündüri, Horasan Selçuklu Hükümdarı olan Alparslan’ı Rey’e çağırarak, Selçuklu tahtını Alparslan’a devretti. Daha sonraki muharebede de Alparslan, Kutalmış’ı mağlup ederek Rey’e girdi ve 27 Nisan 1064’te tahta çıktı. Kündüri’nin yerine de Nizamülmülk’ü vezir tayin etti.
Dağınık Selçuklu beylerini disipline eden Alparslan, zamanın halifesine, 11 Mayıs 1064’te kendi adına bütün camilerde hutbe okunmasını emretti. Alparslan’ın sultanlığıyla Doğu ve Batı Selçukluları tek çatı altında birleşti.
İlk olarak Ermenistan ve Gürcistan civarında fetihler yapan Alparslan, daha sonra Bizans’ın en sağlam hudut şehri olan Ani’yi kuşattı. Son derece zorlu Ani’nin surları boyunca ağaçtan burçlar yaptırarak, mancınık ve okçularla, Ani’ye hücum etti. Uzun süren kuşatmadan sonra Ani, 1064 yılı içinde fethedildi.
Alparslan aynı yıl doğuda Tiflis’e kadar fetihler yaparken, kumandanları da Anadolu’da çeşitli fetihler gerçekleştirdi. Özellikle Afşin Bey, 1067-1068’de, Bizans’a karşı Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde önemli başarılar elde etti. 1067’de Malatya’da Bizans ordusunu yenen Afşin Bey, Kayseri’ye kadar ilerledi. Bizans’ın başına geçen Romanus Diogenes, Selçuklu akınlarına son vermek için 1068’de harekete geçti. Ancak Afşin Bey’in çevik manevraları üzerine Diogenes, sonuç alamadan İstanbul’a geri döndü.
Selçuklu akınlarının sürmesi ve görevlendirdiği kumandanların bozguna uğraması üzerine Diogenes, 1069’da tekrar ordusunun başına geçti. 1069 ve 1070 yılları, Diogenes ile Türk akıncı beylerinin vur-kaçlarıyla geçti.
Bu büyük Türk istilası Bizanslıların gözünü korkutmuştu. Ne pahasına olursa olsun onu durdurmak, bu topraklardan atmak, tehlikesiz hale getirmek, hatta ortadan silmek gerektiğine inandılar.



Bizans İmparatoriçesi Odoksiya bu yüzden, cesaretiyle ün yapmış kumandan Diyogenes Romanos ile evlendi. Böylelikle hem tahtında sorumluluğu beraber paylaşacakları yürekli bir insan, hem de ordularını yönetecek kahraman bir başkumandan kazanmış oluyordu.

Alparslan'ın 1071 yılı baharında güneye doğru yeni bir sefere hazırlandığını haber alan Bizanslılar bunu kaçırılmaz bir fırsat bildiler. General Diyogenes Romanos, 200 bin kişilik muazzam bir ordu kurarak Alparslan'ın üzerine yürüdü.
Tarihin seyrini değiştirecek iki ordu Van gölünün kuzeyindeki Malazgirt ovasında karşı karşıya geldiler. Alparslan her şeyden önce barış taraftarı idi. Bu yüzden en yakın adamlarından Sevük Tekin'i sulh elçisi olarak General Romanos'a gönderdi. General Romanos, Alparslan'ın kendisinden korktuğu için sulh istediğini sandı. Bunun şımarıklığı içinde Sevük Tekin ile adeta alay etti:

– Biz Isfahan'a gidiyoruz. Şurada atlarımızı biraz dinlendirelim dedik. Sulh meselesini ise artık Horasan'da görüşürüz. Fazla vaktimiz yok. Sizi Horasan'da bekleyeceğim, dedi.
Savaş artık kaçınılmaz bir hal almıştı. Horasan'a kadar bütün Türk topraklarını alacağını söyleyen bu Bizanslı şımarık generale haddini bildirmenin zamanı gelmişti. Alparslan o gün beyazlar giymişti. Harp meclisini topladı:

– Sulhu kazanamadıysak savaşı kazanacağız. Ok ve yaylarımızı bırakıp yakın savaşa gireceğiz... Düşmana kılıcım, kılıcım olmazsa pençem yeter. İşte şehitlik kefenimi giydim. Şehit olursam beni düştüğüm yere gömünüz ve oğlum Melik Şah'ın etrafına toplanınız, dedi.

Alparslan'ın imamı Buharalı Muhammed bin Abdülmelik,
– Sen İslamiyet uğruna bir cihada giriyorsun sultanım. Bütün Müslümanların dua ettikleri mübarek Cuma günü savaşa başla. Allah zaferi senin adına yazsın, diyerek zafer için dua etti.
Türk ordusu 26 Ağustos 1071 günü yalın kılıç düşmanın üzerine atıldı. Bizanslılar karşı tepelerin eteklerine sırtlarını vermiş beklemekte idiler. Alparslan çok isabetli bir kararla düşmanı üzerine çekmeyi beklememiş, bilakis kendisi sayıca çok daha kalabalık olan düşmanın üzerine yürümüştü.


Türk ordusu, tarihinin en yaman savaşını verdi Malazgirt ovasında. Harbin talihi kısa bir zamanda Alparslan'ın tarafına döndü. Bizans'ın o güçlü ve mağrur ordusu darmadağınık oluverdi. Ölenler öldü, kılıç artıkları ise esir edildi. O dev ordu mahvolup gitti. Esir edilenler arasında mağrur ve şımarık kumandan Romanos da vardı.

Alparslan, huzuruna getirilen General Romanos'a saygı ile yakınlık gösterdi. Kendisini teselli etti. Bir süre konuştular, sonra Alparslan:

– Beni esir etseydin ne yapardın, diye sordu. Bizanslı Başkumandan:
– Belki öldürür, belki de sokaklarda teşhir etmek üzere seni İstanbul'a götürürdüm, cevabını verdi. Muzaffer kumandan acıyan nazarlarla Romanos'a baktı:
– Benim cezam ise daha ağır olacak... Seni bağışlayacağım. Serbestsin, dedi.
Malazgirt zaferi, daha sonra Selçuklu Türk beylerinin Anadolu’da girişeceği fetihlerin anahtarı olurken, Sultan Alparslan, Rey ve Hamedan’a geri döndü.
Alparslan, batı fırka mensubu Yusuf el-Harezmi’yi ortadan kaldırmak için yeni Buhara yakınlarındaki Hana kalesine bir sefer yaptı.

Daha fazla dayanamayacağını anlayan Yusuf, Alparslan’a teslim olacağını bildirdi. Yusuf el-Harezmi’yi huzuruna getirten Alparslan burada Yusuf el-Harezmi’nin ani bir hançer darbesi ile ağır yaralandı. Aldığı yara üzerinden dört gün sonra 25 Kasım 1072’de 42 yaşındayken vefat eden Alparslan’ın naşı Merv’e getirilerek, babası Çağrı Bey’in yanına defnedildi.

Türbesine şu kitabe vardır:

“Alparslan'ın göklere yükselen azametini görenler, bakınız! Şimdi o şu kara toprağın altındadır.”
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ahmet Kabaklı

Hayatı ve Eserleri

Hayatı
Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii'nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım'ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 yılında Harput'ta dünyaya geldi. Babasını 1926 yılında daha iki buçuk yaşında iken kaybetti. Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı'nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı. 1931 yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi'nde ilk ve orta öğrenimini, lise öğrenimini ise, Elazığ Lisesi'nde 1944 yılında tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1948 yılında mezun oldu.
Mezun olduğu yıl Diyarbakır'da öğretmenliğe başladı. Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü. O, Diyarbakır'ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu. Kendisine Halkevi'nin çıkarttığı Karacadağ dergisinin yöneticiliği verildi. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır'ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı. Divan Edebiyatı geceleri düzenledi. Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı. Böylece orada ciddi bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı. Diyarbakır'daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti. Onu gece geç vakitte uğurlamaya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi.

Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti. Askerliğini Manisa'da tamamlayan Ahmet Kabaklı'yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin etti. Görev yaptığı Aydın'da 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinden, matematik öğretmeni Meşkûre Hanımla tanıştı ve evlendi. Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabilmek için hukuk okumak istedi. 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. 1 Nisan-1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat imzası ve kendisine birincilik getiren "Üniversitede Münazaralar" başlıklı yazısı dahil beş yazı ile katıldı. Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye'de yarışmayla yazar olan iki kişiden birisi oldu. Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğine devam etmekteydi.

1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesindeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı için bir yıllığına Paris'e gönderildi. 1958 yılında Paris'ten dönüşünde İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı. 1955 yılında Aydın'da öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi'ni 1959 yılında tamamladı. 26 Ekim 1961 tarihinde 4806 sicil numararası ile İstanbul barosu avukatları arasına katıldı. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü. Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak devam etti. Bu görevdeyken 1974 yılında emekli oldu. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda edebiyat dersi verdi.

Taner isminde yüksek kimya mühendisi bir oğlu ve iki torunu olan Ahmet Kabaklı, 17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı. Önce Türkiye Gazetesi Hastahanesi Kardiyoloji Servisi'ne kaldırıldı. Burada iki gün yoğun bakımda kaldı. Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000'de Florance Nightingale Hastahanesi'ne nakledildi. 23 Kasım 2000'de tekrar kontrolden geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı. Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi. Ancak yoğun bakım ünitesinde enfeksiyon kaptı.

Buradan üç günde çıkması gerekirken yirmi gün yatmak zorunda kaldı. Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000'de 48 yıllık hayat arkadaşı, emekli öğretmen Meşkûre Hanım vefat etti. Hastahaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşkûre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi. Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastahaneye kaldırıldı. Ahmet Kabaklı, 8 Şubat 2001 tarihinde Perşembe günü saat 14.20'de Florance Nightingale Hastahanesi'nde Hakkın rahmetine kavuştu. 10 Şubat 2001 tarihinde Cumartesi günü tabutuna Türk ve Doğu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi Fatih Camii'ne getirildi. Yakınları, öğrencileri ve sevenlerinden oluşan on binlerin katılımıyla öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası eşi Meşkûre Kabaklı'nın yattığı Eyüp Sultan-Piyer Loti'deki aile mezarlığına defnedildi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Aşık Veysel

Ünlü halk ozanımızdır. 1894 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde doğdu. Genellikle bu köyde yaşadı. Henüz yedi yaşındayken çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybeden Veysel, avunsun diye eline verdikleri sazla ünlü bir ozan olmuş ve günümüze kadar eserleri gönülden gönüle coşarak büyük ün kazanmıştır. Günümüzün pek çok halk ozanına örnek olan, onlara Yunus'ların, Emrah'ların yolunu yeniden açan Aşık Veysel’dir.

Aşık Veysel'e sormuşlardı:
– Usta, sazın iyisi nasıl olur?” o, şöyle cevap vermişti:
– Nasıl mı? İyi saz dediğin, sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur...
Hemen ardından:
–Ya iyi sazın, iyi sözü nasıl olur? denilince bakır rengi, kırışık yüzünde olgun bir tebessüm dolaştı:
– Sazı, eline yakıştıran bilir...
Yıl 1933 idi. Cumhuriyet'in 10. Yılı kutlanacaktı. Büyük şölen vardı Ankara'da. İşte o günlerde, Atpazarı'ndaki hana, ayağında çarığı, sırtında sazıyle iki gözü kör bir ozan inmişti. Adını soranlara “Veysel” diyordu, “Şatıroğlu Veysel”. Köyünü, kentini soranlara anlatıyordu:
– Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündenim. Anam beni koyun sağarken doğurmuş. Babam, rençberden Karacaların Ahmet Efendi'dir. Anam da, babam da rahmetli oldu...
Ve gözlerini soranlara acı acı gülümsüyordu:
– Yedi yaşında çiçek aldı götürdü; sonra, avunmak için bu sazı verdiler elime. Ben ona söyledim, o bana söyledi...
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Ama, kimse o gün Veysel'e “Ne'yle geldin” diye sormamıştı. Kara trenle mi? Kamyon sırtında mı? Kağnı üstünde, at terkisinde mi? Hayır. Veysel, Cumhuriyet'in büyük şölenine katılmak için, azığını çıkın etmiş, köyden bir yiğitin yanına düşüp, yürüye yürüye yola koyulmuşlardı. Evet, tam üç ayda gelmişlerdi Ankara'ya... O günlere kadar, “¤¤¤ene”yi sazın “Döş”üne sadece köy kahvelerinde vuran Veysel, sesini bütün yurda ilk defa işte o büyük şölende duyurdu. O günden sonra coştu. Herkes “Karacaoğlan'lar, Emrah'lar bitti...” diyordu. Herkes, halk ozanlarının yüzyıllarca süren altın devri kapandı sanıyordu. İşte Veysel, o devrin bittiği yerde, pırıl pırıl, bir başlangıç oldu.
Karnın yardım kazma ilen, bel ilen
Yüzün yırttım tırmığınen, el ilen
Gene beni karşıladı gül ilen
Beni sadık yarim kara topraktır...
Anadolu delikanlısı sıkılgandır. Saygılıdır. Şamata bilmez. Bu yüzden, nice halk ozanı ıssız dağ başlarında kaynayan, fakat vadiye varmadan kaybolup giden pınarlar gibidir. Bilinmez.
Veysel, günümüzdeki bütün bu pınarlara da bir başka gürleyiş, bir başka ses kazandırdı. Şimdi güzel Anadolu'yu dile getiren bunca halk ozanı, hep onun aydınlığında buluyorlar yollarını... Bir sohbet sırasında Veysel'e,
– Hani mümkün olsa, gözlerini açtırmak ister misin?
diye sormuşlardı. Başını iki yana sallamış,
– Hayır, demişti. “İçimde bir dünya kurdum. Onu yıkmak istemem...” Sonra bir çift söz daha eklemişti buna: “Hem ben görüyorum.” demişti. “Aşık, gözüyle değil, gönlüyle gören adamdır...”
Veysel, gözleri görmediği halde, görenlerden daha çok çalışan bir köy çocuğudur. Sivrialan'ın “Çoraktır, emeği inkar eder” dedikleri sarı toprağında, meyve bahçeleri kurmuştur. Kaplan Dere'deki köprü, onun gayretiyle yapılan köprüdür. Hem de iki defa yapılmıştır bu köprü. Köy köy dolaşıp, Kaplan Dere köprüsüne para toplayan Veysel, köprünün açıldığı gün pek coşmuştu:
Kolay geçmek için Kızılırmak'tan
Alındı paralar, cemoldu halktan
Gayret köylülerden, izin Allah'tan
Yaptırdı köprüyü, güldürdü bizi...
Kaplan Dere, Kızılırmak'ın dalıdır. Delifişek bir deredir. O güne kadar salla adam geçirip, para alanlar köprüye kızmış, çileden çıkmışlardı. Çok geçmeden kundaklayıp, köprüyü yaktılar. Herkese derin bir üzüntü çökmüş, Veysel hüngür hüngür ağlamıştı:
Fakir fukaradan alındı para
Yandı kömür oldu gitti sulara
Memlekete düşman, bir yüzü kara
Yaktı köprümüzü, yandırdı bizi...
Sonra yine önayak olmuş, yine yaptırmıştı köprüyü. Görmedi ama, gönlünce hazzını duydu. Seyretmedi ama, hissetti. Tıpkı şiirleri gibi. Okumadı ama, okutmasını bildi.
Aşık Veysel, 1942-1944 arasında Arifiye ve Hasanoğlan, sonra da bir süre Çifteler Köy Enstitülerinde Halk Türküleri Öğretmenliği yaptı. Şiirleri en çok “Ülkü” dergisinde yayınlanmıştır. Ünlü ozanımız evli ve 6 çocuk babasıdır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Askar Akaev

Askar Akaev, 10 Kasım 1944'te Kemindey Bölgesi'ndeki Kızılbayrak köyünde dünyaya geldi. Babası bir kolhoz işçisidir.

1961 yılında Fdurzemash fabrikasında metal işçisi olarak çalışmaya başladı. 1968'de Leningrad Hassas Mekanik ve Optik Enstitüsü'nden mezun oldu.

1972'den 1973'e kadar Frunze Politeknik Enstitüsü'nde, sonra da Leningrad Hassas Mekanik ve Optik Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı ve öğretmen olarak çalıştı.

Askar Akaev 1976'da Kırgızistan Cumhuriyetinin başşehrine dönüp Politik Enstitüsü'nde kıdemli öğretmen, doçent ve nihayet bölüm başkanı olarak çalıştı.

1986-1987 yıllarında Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin İlim ve Eğitim Müesseseleri Bölümü Başkanı'ydı. 1987'de İlimler Akademisi başkan yardımcılığına ve iki yıl sonra da başkanlığına seçildi. Aynı yıl içinde Askar Akaev S.S.C.B. halk temsilciliğine seçildi.

Askar Akaev bilimsel doktor, profesör, Kırgızistan Cumhuriyeti İlimler Akademisi akademisyeni ve aynı zamanda beynelmilel ilim dünyasında tanınmış bir fizikçidir. Bilgi İşlem Mühendisliği ve kuantum radyofiziğinin problemlerinin çözümüne uzmanlığı ile büyük katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda optik bilgi işlem mühendisliğini geliştirenlerdendir.

1990 yılı Ekim ayında Askar Akaev, Kırgızistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Kırgızistan Cumhurbaşkanı olarak 1991 Ağustosu'nda yapılan darbe teşebbüsüne aktif bir şekilde karşı çıktı.

Askar Akaev 12 Ekim 1991'de Kırgızistan'ın millet tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı oldu.

1993 yılı Mayıs ayında Kırgızistan'ın yeni anayasası kabul edilince Askar Akaev'e olan güven derecesini tespit için bir referandum yapma ihtiyacı doğdu. 1994 Ocak ayında Kırgızistan halkı Kırgızistan Cumhurbaşkanının yetkilerini onayladı.

Askar Akaev, Kırgızistan'ı tarihin en zor döneminde yönetti. Onunla birlikte cumhuriyet bağımsızlığına kavuştu. Dünya cemiyetinin tam üyesi oldu ve onun yaptığı demokratik değişiklikler dünyada anlayışla karşılanarak kabul gördü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Âşık Paşazade

Âşık Paşazade, 1393 yılında Amasya'ya bağlı Elvan Çelebi köyünde doğdu. Asıl adı Derviş Ahmed Aşıkî'dir.
On beşinci yüzyılda Fatih Sultan Mehmed'le birlikte İstanbul'un fethini yaşamış ve o günlerin anılarını yalın bir Türkçe ile yazdığı Tevârîh-i Âl-i Osman (Osmanoğulları Tarihi) adlı eseriyle bize sunmuştur. On dördüncü yüzyılın tanınmış Türkçeci, mistik şairi Âşık Paşa'nın soyundan gelir.

Anadolu'da Türk birliğini temsil eden, Farsça ve Arapça'ya karşı Türkçe'yi savunan ve tasavvufî inançlarıyla Oğuz Boylarını çevresinde toplayan dedeleri gibi, Âşık Paşazade de bir süre Amasya'da baba ocağında uyarıcılık görevi yapmıştır.

Daha sonra Osmanlı padişahı İkinci Murad'ın ordusuna gönüllü olarak katılmış, askerin moralini güçlendirme görevini almıştır. İkinci Murad'ın Rumeli seferlerinin tümüne katılan ve savaşlarda çeşitli yararlıklar gösteren Âşık Paşazade, bir derviş-gâzi olarak padişahın sevgisini kazanmıştır.

Fatih Sultan Mehmed'in ikinci kez tahta çıkmasından sonra, Akşemseddin, Şeyh Vefa, Akbıyık gibi ünlü bilginlerle birlikte İstanbul'un fethine katılan Âşık Paşazade, düzgün ve heyecanlı konuşmalarıyla, ordunun manevî desteği olmuştur. Fetihten sonra, İstanbul'da kendisine bir ev verilmiş ve maaş bağlanmıştır.

Âşık Paşazade, O günlerde, yaşlanmış olmasına rağmen, yine de boş durmamış, Fatih'in Avrupa seferlerine katılmış, Belgrat'ta düşman ordusuyla kılıç kılıca vuruşmuştur.
Âşık Paşazade, 1476 yılında 83 yaşına geldiği zaman artık bir köşeye çekilmiş, Süleyman Şah'tan başlayarak kendi ömrünün sonuna kadar Osman Oğulları tarihini, destansı ve efsanevî yönleriyle yazmaya başlamıştır.

Eserini tamamladıktan kısa bir süre sonra, 23 Mart 1481 Cuma günü hayata gözlerini kapamıştır. Âşık Paşazade'nin kendi adıyla tanınan Osmanlı Tarihi, özellikle yazarın gördüğü ve yaşadığı olayları, saf ve katıksız bir Türkçe'yle dile getirmesi yönünden çok önemlidir. Olayları yalnız anlatmakla yetinmeyerek, onların yorumunu ve değerlendirilmesini de ustalıkla yapmış, bu arada kişisel anılarını da anlatmış, konuları yer yer şiirlerle süslemiştir.
Bu nedenle, sürükleyici, millî heyecanlarla yüklü olan Âşık Paşazade Tarihi adlı eseri büyük bir şöhret yapmış, çok okunmuştur. Dilinin akıcılığını göstermek için tarihinden kısa bir örnek alıntı yapıyoruz.

Fatih Sultan Mehmed'in şehzadeliği günlerinde, Dulkadiroğulları Beyi Süleyman'ın kızı Sitti Mükrime Hatun ile evlendirilmesi konusu Âşık Paşazade Tarihi'nde şöyle geçmektedir:
(... Sultan Murad Han Gazi, Kosova gazasından devletle gelince, Edirne'de tahtında karar etti. Bir gün veziri Halil Paşa'ya: (Halil!. Kızımı çeyizledim, çıkardım. Şimdi dilerim ki oğlum Sultan Mehmed'i dahi evlendireyim. Ancak dilerim ki Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızını alayım derim. Hem o Türkmen bizimle gayet dostluk ve doğruluk eder...) dedi. Halil Paşa: (N'ola Sultanım!. Hem lâyıktır...) dedi.

Amasya'da Hızır Ağanın hatununu gönderdiler. Yürüdü, Elbistan'a, Süleyman Bey'e vardı. O vakit Süleyman Bey'in beş kızı vardı. Beşini dahi ortaya getirdi. Hızır Ağa'nın hatunu, kızları görünce, beğendiği kızın eline yapıştı. İki gözlerinden öptü. Oradan Hünkâra geldi, haber verdi. Süleyman Bey'in itaatını, tevazuunu ve kızın eline yapıştığını, güzelliğini, evsafını, huyunu bir bir anlattı.

Sultan Murad dahi, Hatunun beğendiği kızı kabul etti. Yine tekrar Hızır Ağanın hatununu ve Anadolu'nun ileri gelenlerinin hatunlarını Elbistan'a gönderdiler. Kızı almaya Anadolu'da ileri gelen beyler de birlikte gittiler. Oraya gelince Süleyman Bey karşılarına çıktı. Büyük hürmetler edüp gelen dünürleri lütufla konağına kondurdu. Usul ve törelerince konuklarını ağırladı. İşin sonunda kızın elinden tutup Hızır Ağanın hatununun eline verdiler. Onlar da, bir alayla kızı alıp doğru Edirne'ye getirdiler.

Hünkâr, gelinin çeyizi ne ise hepsini gördü. Ve: (Hele benim töremde böyle değildir, bu çeyiz azdır...) deyüp, kendisi padişahlara lâyık zengin bir çeyiz hazırladı. Gelinin çeyizine daha nice şeyler ekledi. Düğün yaptı ve etrafın padişahlarını davet etti. Ulema ve fukarayı topladı. Hepsine padişahın ihsanları sonsuz ve ölçüsüz olarak yetişti. Gelen ulema ve fukara zengin olup gittiler... Bu düğünün tarihi hicretîn 853'ünde Edirne'de vaki oldu...

Sultan Murad Han Gazi ki, Sultan Çelebi Mehmed Han Gazi oğludur, Onun saltanat devri otuz bir yıl oldu. Bu ben Âşıkî Mehmed Derviş Ahmed, onun gazâlarını, maceralarını, bütün onun halini, yaptıklarını her birisini gördüm ve bildim. Ama ihtisar ettim, bu kitapta yazdım. Ol sebepten ihtisar ettik ki bunun yaptıkları dil ile beyan olunmaz. Ondan sonra nöbet oğlu Fatih Sultan Mehmed'e geçti...)
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Aşık Mahzuni Şerif

Ne dedimse halka hiç yaramadı
Ben gittikten sonra ararlar beni
Boşa cahillerin gözü karardı
Kuru çene ile yorarlar beni

Mahzuni Şerif´im gayri gam yemem
Ondan ötesini kimseye demem
Ufak vücuduma kefen istemem
Varsa insanlıkla sararlar beni




1938 yılının bir sonbahar günüydü, o günün yarısında Döndü ananın
ağrısı bitecekti. Ama daha küçük yaşlarda o dünyaya getirdiği bebe;
bağlamasını yoksul halkının dertleriyle, ağıtlarıyla ağlatacak, giderek
daha duyarlı, daha toplumcu içerik kazandıracaktı dizelerine...

İlk yıllarda mezhepsel çelişkileri yergili bir dille betimlerken, daha
sonra halk dertlerini dile getirmeye çalışacak, o nedenle de
bazı politik baskılar görecekti. Hak ile halkı birleyerek emeği
savunacak, emeğin savaşımını verecekti.

Mahzuni Şerif tüm baskılara karşı haklıların simgesi olarak
dur diyecekti. Coşkulu yüreğiyle çağdaşlarına göre daha çok
üretiyor, özgün söz ve müziğiyle Türk folklor üne kaynak oluşturuyordu.
Ama ne yazık ki onun, şiirine kendi adı konulmuyor, başxkaları onun
sırtından çıkar sağlıyordu.

Mahzuni sazını eline aldığı günden bu yana her türlü sömürüye
karşı savaşımın içinde birleştirici söz öğelerini kullanıyor, böylece
kendine özgü bir yol çiziyordu.

Aşık Mahzuni´yi anlatmak için bir noktayı, içtenlikle vurgulamak
istiyorum. Ozanımız gibi biraz demlidir, ama bu duyarlı
olmanın bir gereğiydi; doğaçtan söyleyebilmesi için dem
onda olumlu etki yapıyordu dem de olsa az almak
zorunxdaydı, çünkü sağlığının ve sanatının koşulları
böyle gerektiriyordu. O, aşıklık geleneğini yerine getirirken
halkın gözü, kulağı olmaya özen göstermeliydi.

1960 ile 1980 yılları arasında yurt dışında bir kez Avustralya, çok
kez de Avrupa´da konserler vererek, yine uluxsuna, halkına sevgiler
gönderiyor; diyerek sarı sazın tellerini inletiyordu...

Umarım ki ozanımız Mahzuni Şerif bundan böyle de, yaşadığı
sürece birliği, erliği, güzelliği toplumsal ve evrensel içerikli dizelerde
sevgili halkımıza duyurmanın kıvancını yaşar...
A. İhsan Aktaş




Merhaba diyorum Berçenekli Mahzuni´ye
Ben, O´nu ilk tanıdığım 1960 yılından bu yana
adım adım gözledim. Çünkü Mahzuni Şerif
"oğulluğum" olmuştu. Nasıl, neden izlemeyim
O´nun duygılu sesinin, ustaların ustası ¤¤¤ene
vuruşunun onbinlerce sevdalısından biri
olmuştum o günden bu yana...

Hicivlerini deyişlerini varsın başkaları
değerlendirsin. O´nu tanıdığım, aynı çağda
yaşadığım için kendimi mutlu hissediyorum...

Çünkü, bir Pir Sultan, bir Karacaoğlan, bir Nesimi
bir Kaygusuz Abdal, bir Ruhsati ve daha
benzer nicelerini deyişlerinden tanımıştım...

Fikret Otyam - Haziran 1990


Aşık Mahzuni´ye ait bazı türküler:
İşte gidiyorum çeşmi siyahım, Kanadım deydi sevdaya,
Körpe iken kırdın felek dalımı, Dom dom kurşunu, Kirvem,
Zevzek, Bugün ben şahımı gördüm, Ağlasam mı...


Ve Aşık Mahzuni Şerif 17.05.2002 tarihinde tedavi gördüğü
Köln-porz hastanesinde, sabaha karşı aramızdan ayrılır...



Ağlasam mı

Mevlam Gül Diyerek İki Göz Vermiş
Bilmem Ağlasam Mı Ağlamasam Mı
Dura Dura Bir Sel Oldum Erenler
Bilmem Çağlasam Mı Çağlamasam Mı

Yoksulun Sırtından Doyan Doyana
Bunu Gören Yürek Nasıl Dayana
Yiğit Muhtaç Olmuş Kuru Soğana
Bilmem Söylesem Mi Söylemesem Mi

Mahzuni Şerifim Dindir Acını
Bazı Acılardan Al İlacını
Pir Sultanlar Gibi Dar Ağacını
Bilmem Boylasam Mı Boylamasam Mı

Yuh Yuh

Uzaktan Yakından Yuh Çekme Bana
Sana Senin Gibi Baktım İse Yuh
Efendi Görünüp Bütün İnsana
Hakkın Kullarını Yıktın İse Yuh

Bu Kadar Milletin Hakkın Alanlar
Onları Kandırıp Zevke Dalanlar
Diplomayla Olmaz Hakim Olanlar
Suçsuzun Başına Çöktüm İse Yuh

Ben İnsanım Benden Başlar Asalet
Asillere Paydos, Beye Nihayet
Şu İnsanlık Derde Girerse Şayet
Ona Yar Olmaktan Bıktım İse Yuh

Yuh Yuh Soyanlara
Soyup Kaçıp Doyanlara
İnsanlara Kıyanlara
Yuh Nefsine Uyanlara Yuh
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Babür Şah

Osmanlı İmparatorluğunun, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yüz ölçümü 8 milyon kilometrekarelik bir araziye sahip olduğu XVI. yüzyıl, Türk tarihinin altın devirlerinden biridir. Çünkü bu dönemde, 5 milyon kilometre yüz ölçümü olan Hindistan’da da bir Türk İmparatorluğu kurulmuş bulunuyordu.

Hindistan; zenginliği, enginliği esrarla dolu bir dünya olarak, insanlık aleminin hayalinde her devirde yaşamış bir kıtadır. Asırlar boyunca Hindistan’a bir sel gibi akınlar olmuş, birçok kavimler Hindistan’ın her bucağında medeniyetler kurmuşlardır. Arîler, Persler, Büyük İskender ve nihayet Türkler, Hindistan topraklarına girerek birçok devletler meydana getirmişlerdi. Bu devletlerin içinde Hindistan’ın en büyük medeniyetini Babür Şah ve oğulları kurmuştur.

Hindistan’ın büyük fatihi Babür Şah Ferganalı bir Türk’tür. Babür, Türk Barlas Kabilesine mensup olup, Timurlenk’in torunudur. Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğludur. 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkelinde bulunan Fergana’nın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir.

O zamanlar Timurlenk’in kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı. Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehir’de, Hüseyin Baykara Horasan’da, Babür’ün babası Şeyh Mirza ise Fergana’da hükümdar bulunmakta idi. Şeyh Mirza’nın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı. Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti.

Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Fergana’ya hücum etmekte idiler. Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı. Fakat Babür’ün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti. Her hadise, zekî ve cesur olan Babür’ün tecrübesini arttırmakta idi. Babür, büyük atası Timur’un muhteşem hükümet merkezi olan Semerkant’ı zaptetmeğe muvaffak oldu. Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânî’ye mağlup oldu. Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi.

Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağlarına çekildi. Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi. Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı. Bu kadının kardeşi, Timurlenk’le Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi. O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistan’ın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hind’in eski tarihini her gece Babür’e anlatıyordu. Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu. Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı. Atası Timur’un tarihini bularak okumaya başladı.

Ruhunda yepyeni bir mefkure alevlenmişti: Hindistan’ı zaptetmek, orada büyük bir Türk İmparatorluğu kurmak... Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu. Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi. Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu.

Bu ordu ile Hindikuş Dağlarını aşarak Afganistan’ın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti. Artık, Hindistan’ın kapısında karargahını kurmuş bulunuyordu. Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timurlenk bu noktadan geçerek Hindistan’ı istila etmişlerdi. Babür’ün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı. Kabil’de kendisini şah olarak ilan etti. Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü. Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu.

O zamanlar Hindistan’ın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistan’ın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şah’ı, Hind Seferine teşvik etmekte idi.

Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timurlenk’ten kendisine miras kaldığını bildirdi. Bu haber Sultan İbrahim’e ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistan’a sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu. Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı. Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu. Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahim’in ordusu ise 100,000 kişi idi. Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı. Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistan’ın Pencap bölgesine girdi. Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı. Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti.

İki taraf kuvvetleri, Hindistan’ın Panipat mevkiinde karşılaştılar.

Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı. Aralarına da topları yerleştirdi. Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler. Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu. Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü. Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı. 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar. Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi. Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristan’ı fethetmişlerdi.

Babür Şah, Hind’in büyük şehirlerinden olan Delhi’ye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Cami’de cemaatla birlikte namaz kıldı. Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler. Babür’ün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hind’in meşhur bir şehri olan Ağra’yı zaptetmişti. Humayun, Sultan İbrahim’in Ağra’da bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı. Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahim’in eşi, bütün mücevherlerini Humayun’a hediye etti. Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu. Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi. Babür Şah’ın eline Hindistan’ın hadsiz hesapsız servetleri geçti. Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı.

O zamanlar Hindistan’da bir çok Müslüman Hint racaları hükümet sürmekte idiler. Türkler bu racaları teker teker kendi hakimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistan’ın birliğini temin ettiler. Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü. Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğu’nu kurmaya muvaffak oldu.

Babür Şah iyi ruhlu cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi. Devlet kuruculukta müstesna bir zekaya sahip olan Türkler, Hindistan’da da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular. Hakimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler. Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı. Hindistan’ın her bucağında Türk kanunları hakim olduğundan halk saadete erişti. Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü.

Türkler zamanında Hindistan’da çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi. Hindistan’ın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi. Hint’in her tarafına yollar açıldı. Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı. Mimar Sinan’ın kalfaları Hindistan’a gelerek birçok abideler meydana getirdiler. Babür Şah’tan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistan’ın en büyük sanat eserleri arasındadır.

Babür Şah, kuvvetli bir şairdi de... Hindistan hatıralarına ait bir de eser yazmıştır. Buna Babürnâme denilmektedir. Babür Şah, bütün şiirlerini öz Türkçe ile yazmıştı. Bu şiirlerde canlı, ince ve neşeli bir ruh hakimdir. Şiirleriyle aşkı pek güzel bir şekilde terennüm etmiştir. Bir şiirinde şöyle demektedir:

Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım
Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım
Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim
Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim
Bir rubaisinde de şöyle diyor:
Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim
Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim
Cismim bükülmüştür ben ne ideyim
Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim.
Hindistan’da büyük imparatorluk kuran büyük devlet adamı ve şair Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agra’da ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbil’e götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür.

Babürnâme adıyla Çağatay Türkçe’si ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsça’ya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizce’ye çevrilmiştir. Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır.

Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistan’ı istilası ile sona erdi. Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hakimiyeti devam etmektedir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
BÎrÛnÎ

Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği büyük bilim ve din adamlarından olan Bîrûnî, bugün İran sınırları içinde bulunan Kas şehrinde 973 yılında doğdu. Harezm Türklerinden olan ve küçük yaşta babasını kaybeden Bîrûnî, kabiliyetleri ve zekası ile hemen dikkatleri çekti. Harezmşah hanedanından meşhur matematikçi Ebu Nasr Mansur, Bîrûnî’yi himayesine alarak yetiştirdi.

Astronomi çalışmalarına 995’te başlayan Bîrûnî, Harezm civarındaki Buşkatir’de, güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespit etti. Dönemin önde gelen astronomlarıyla birlikte çeşitli rasat çalışmaları yapan Bîrûnî, 44 yaşındayken Gazneli Sultan Mahmut’un himayesine girdi ve çalışmalarını burada sürdürdü. 1011’de Kabil’de çalışmalar yaptı.

Gazneli Sultan Mahmut’un Hindistan seferine, başdanışman ve hazine genel müdürü olarak katıldı.

Hindistan’ın fethinden sonra burada çeşitli ölçümler yapan Bîrûnî, yerkürenin yarıçapını 6.324.66 kilometre olarak, gerçeğe çok yakın şekilde hesapladı ve dünyanın yuvarlak olduğunu, tereddüte meydan bırakmayacak şekilde açıkladı.

Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Sanskritçe, İbranice, Rumca, Süryanice ve Yunanca’yı da öğrenen Bîrûnî, astronominin yanı sıra tıp, fizik, matematik, tarih, kronoloji, ve din ilimlerinde de büyük ilerleme gösterdi. Bu bilim dallarında, toplam 196 eser yazdı.

Sahip olduğu bilimsel araştırma metodu sebebiyle, bilim tarihçileri Bîrûnî’yi, bütün zamanların en büyük mütefekkirleri arasında sayar. Yerçekimi kanunu konusunda, İngiliz Newton’dan önce incelemeler yapan Bîrûnî, dünyanın merkezinin cisimleri çektiğini ve bu yüzden, dünya dönmesine rağmen üzerindekilerin boşluğa fırlamadığını izah etti.

Bîrûnî, 1049 yılında Gazne’de vefat etti.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Barbaros Hayrettin Paşa

Denizcilik tarihimizin en ünlü kaptanlarından birisi de Barbaros Hayrettin Paşa’dır.

Barbaros, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğdu. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleri idi.

Hızır, Barbaros Hayrettin adı ile şöhret bulmuştur.

Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başladılar. Oruç, Mısır, Trablus ve Şam tarafında, Hızır ile İlyas da Selanik taraafında ticaret yapmaktaydılar. İshak ise baba yurdunu bekliyordu. Hızır ile İlyas, Rodos Adasının önünden geçerken karşılarına, korsanlar çıkıverdi. Bu korsanlar, iki kardeşin mallarını yağma etmek istediler. Korsanlarla çetin bir mücadele başladı. Fakat bu çarpışmada İlyas şehit düştü. Hızır da esir edilerek Rodos zindanına hapsedildi. Hızır kısa bir zaman da korsanların elinden kurtuldu, ticareti bırakarak bu olayın etkisiyle korsan olmaya karar verdi.

O zamanlar Antalya’da Yavuz Sultan Selim’in kardeşi Şehzade Korkut valilik yapıyordu. Şehzade Korkut, Hızır’ı himayesine aldı. Ona 18 oturaklı bir perkende verdi. Barbaros yanına aldığı arkadaşları ile Akdeniz’e açıldı. Arkadaşlarına ilk söz olarak dedi ki :

Kovalayandan kaçmayacağız, kaçanı da kovalamayacağız!

Barbaros kardeşi İlyas’ın intikamını almak için Rodos korsanları ile birçok çarpışmalar yaptı. Bunları her taarruzunda yenerek intikamını aldı. Bundan sonra yüzünü İtalya sahillerine çevirdi. Bu sahillerde birçok gemiler zaptetti. Barbaros kış geldiği zaman Afrika sahilinde bulunan Cerbe’ye gidiyordu.

Barbaros Akdeniz’de dolaşırken ağabeyi Baba Oruç ise her tarafa büyük nam salmıştı. Bütün Hıristiyan gemilerini vuruyor, birçok ganimetler elde ediyordu. Avrupalılar Baba Oruç’a, kırmızı sakalından kinaye olarak (Barbaros) adını vermişlerdi. Baba Oruç, ölünce bu şöhret Hızır’a geçerek Barbaros adını aldı.

Barbaros ağabeyi ile birlikte çalıştı. On adet gemileri vardı. Bu iki kardeş Müslümanlara zulmeden İspanyollara hiç göz açtırmadılar. İspanyollarla bir savaşta Baba Oruç bir kolunu kaybetti. Artık Barbaros Akdeniz kıyılarından yalnız başına dolaşıyor, birçok gemileri vurarak ganimetlerle dönüyordu. Barbaros bir mevsimde 3800 esir ve 20 parça gemi elde etti.

Yavuz Sultan Selim padişah olunca, Barbaros Hayrettin yeni padişahı tebrik etmek için, Kemal Reis’in hemşirezadesi Muhittin Reis’le birçok hediyeler gönderdi. Yavuz Sultan Selim de Barbaros’a iki kadırga ile bir hil’at ihsan etti. Bundan sonra Borbaros, Cezayir’i hakimiyetine aldı.

Adeta Barbaros, Kuzey Afrika’nın bir hükümdarı mahiyetinde idi. İspanyollar Barbaros’u Afrika sahillerinden atmak için Tilmisan’ı zapta karar verdiler. İspanyollar karaya asker çıkararak, Barbaros kardeşlerle mücadeleye giriştiler. Bu savaşta, bir kolu olmayan Oruç Reis ile İshak Reis şehit düştüler. Barbaros, kardeşlerinin şehadeti üzerine şöyle feryat etti :

Ah, bütün Frengistanı kılıçtan geçirsem, kardeşlerimle yoldaşlarımın intikamını alamam!

Barbaros, bu acıdan sonra artık Akdeniz’e aman vermiyordu. Ünü her yana yayılmıştı. Askerleri Akdeniz’de şu türküyü söylüyorlardı :

Deniz üstünde yürürüz,
Düşmanı arar buluruz,
Öcümüz komaz alırız,
Bize Hayrettinli derler.
O sıralarda Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethetti. Barbaros, Yavuz’a Kurtoğlu Muslihiddin Reis’i göndererek fethettiği yerleri padişaha bıraktığını bildirdi. Artık Barbaros’la Avrupalılar hiç başa çıkamıyorlardı. “Barbaros geliyor!” sözünü duyan karada denize kaçıyordu. Barbaros sayesinde Türkler Akdeniz’e hakim oldular. Barbaros’un maiyetine girmiş olan Turgut Reis, Sinan Reis, Salih Reis, Aydın Reis’ler de her tarafı titretiyorlardı.

Barbaros’un delaletiyle, Cezayir Osmanlılara bağlı bir eyalet oldu. Yavuz Selim de Barbaros’u bu eyaletin Emiri olarak tanıdı.

Yavuz Selim ölünce yerine Kanuni Sultan Süleyman geçmişti. O zamanlar Avrupa’nın en büyük imparatoru Şarlken idi. Kanuni karadan ve denizden onun nüfuzunu kırmak için savaşlara girişmişti. Denizlerde, başarı kazanabilecek tek adam Barbaros olabilirdi. Çünkü o zaferden zafere koşan bir denizciydi.

Kanuni Sultan Süleyman 1533 tarihinde Cezayir Emiri Barbaros’u İstanbul’a davet itti. O zamanlar Barbaros’un 18 parça mükemmel kadırgasıyla bir o kadar da korsan gemileri mevcuttu. Barbaros donanması ile İstanbul limanına girdi. Barbaros, Kaptan-ı Deryâ’nın Atmeydanı’ndaki konağına misafir edildi. Ertesi gün Barbaros ve 18 mücahidi Kanuni’nin huzuruna kabul edildi. Hepsi sıra ile ilerleyip Kanuni’nin elini öptüler. Güneşten tunçlaşmış çehreleri, nasırlı elleri ve iri vücutları dikkat çekiyordu. Kanuni Sultan Süleyman o dönemde Akdeniz’de Barbaros’tan sonra en büyük deniz amirali olan Andra Doria’yı sordu:

Padişahım, o herifin lakırdısı mı olur? Emredin gemilerini havaya uçurayım. Her tarafta arıyorum, ben yaklaştıkça o kaçıyor.

Bu sözlerden hoşlanan Kanunî:

Hızır Bey, sen bu dinin en hayırlı oğlusun. Bundan sonra adın Hayreddin olsun dedi.

Kanuni, Barbaros Hayreddin’i Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığı’na tayin etti. Bu suretle paşa rütbesini de kazanmış oldu.

Barbaros Hayrettin Paşa, 84 parça gemiden oluşan bir donanma ile Akdeniz’e açıldı. Barbaros, İtalya sahillerinde birçok kaleler ve şehirler fethine muvaffak oldu. Bu seferinde Fondi kalesinin kumandanlarından Vespasyo Kobona’nın genç ve güzel karısı Colya’yı kaçırmak istedi. Bu kadın Şükûfe-i Aşk lakabı ile şöhret bulmuştu. Barbaros bu kıza gönül verdi. Fakat kaçırmaya muvaffak olamadı.

Bundan sonra Barbaros Korfo adasını zaptederek, burada birçok ganimetler ve esirler ele geçirdi. Bunlarla beraber İstanbul’a döndü. Bu ganimetlerle esirleri padişahın huzurunda bir alay şeklinde geçirdi. Önde allar giyinmiş iki yüz genç erkek esirin ellerinde gümüş sürahiler ve kadehler ve onları takip eden diğer otuz esirin sırtında birer torba altın, daha sonra gelen iki yüz kişinin her birinin omzunda birer kese akçe bulunuyordu. En sonra 1000 kadar boyunlarından bağlı esirler ise birer top çuha taşıyorlardı. Bunlardan başka 1000 kız ve 500 oğlan da bunları takip etmekte idi. İşte Barbaros’un hediyeleri bunlardı.

Akdeniz’de Türk hakimiyetine son vermek üzere Papa III. Pol, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz hükümetlerinin donanmalarından oluşan bir deniz haçlı seferi hazırladı. Bu donanma Akdeniz’de Türk donanmasını tamamen mahvedecekti. Bu muazzam donanma Venedik Dukası Amiral Andrea Doria kumandasına verildi. Donanma 600 parçaydı. Bu donanma Preveze önlerinde demirledi.

Barbaros, Andrea Doria’nın büyük bir donanma ile Preveze önlerine geldiğini duyunca donanmasını hazırladı. Türk donanması 122 parça gemiden ibaretti. Türk donanması Preveze limanı önünde harp nizamı aldı. Türk donanması merkez, sağ ve sol kanat olmak üzere üç gruba ayrıldı. Sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Seydi Ali Reis, ihtiyatta Turgut Reis ve merkezde Barbaros yer aldılar. Türk donanması yarım daire şeklindeydi. Haçlı donanması büyük olmasına karşılık, Türklerin manevî kuvveti pek yüksekti. İlk defa haçlı donanması şiddetli bir topçu ateşi açtı. Bu topçu ateşine karşılık olmak üzere donanmada bulunan Mehter takımı savaş parçaları çalmaya başladı.

Türk gemileri ağır ağır düşmana doğru ilerlerken bütün asker Allah! Allah! sesleri ile etrafı inletiyorlardı. Korkunç bir fırtına halinde ilerleyen Türk gemilerini gören düşmana bir ürperti geldi. Donanmalar birbirine yaklaştılar. Top, kurşun her tarafa ölüm saçıyor, gemiler yanıyor, Türk leventleri elerindeki palalarla dehşet saçıyorlardı. Kısa bir zaman denizin üstü kanlı cesetlerle dolup taştı. Türk leventleri önüne gelen gemilere rampa ederek kancalıyorlar, ve ellerindeki palalar, baltalarla düşmanlarının üzerine atlıyorlardı.

Bu korkunç sahneyi gören gerideki gemiler kaçmaya başladılar. Artık zaferin yüzü Türk Milletine gülmüştü. Andrea Doria mağlubiyeti kabul ederek, sakalını yola yola firar etti. İki eline iki gülle alıp dövünmeye başladı. Fakat iş işten geçmiş, Preveze zaferini Barbaros Hayrettin Paşa kazanmıştı. Bu savaşta düşmanın 130 parça gemisi batmıştı. Barbaros Akdeniz’in en büyük deniz savaşını 28 Eylül 1538 tarihinde kazanmaya muvaffak oldu.

Artık Barbaros iyice ihtiyarlamıştı. 4. Temmuz 1546 yılında İstanbul’da 73 yaşında vefat etti. Barbaros’un türbesi Beşiktaş’tadır. Bu türbenin bulunduğu meydana Barbaros’un bir heykeli dikilmiştir. O, türbesinin de deniz seslerini dinleyerek ebedi istirahatgahında yatmaktadır.

Fakat o, Türk denizcilerinin bir manevi kudret kaynağı olarak ebedileşmekte, bu da denizcilerimizin her sene onun türbesi önünde yaptıkları törenlerle dile getirilmektedir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bilge Kağan

Bilge Kağan, 683 yılında doğdu. Babası Göktürk Devleti’ni yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun’dur. 8 yaşında babasını yitiren Bilge, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapağan Kağan’ın elinde büyüdü.

Bilge Kağan, amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal’ı devirerek 32 yaşında Göktürk Devleti’nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge’nin ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin’i, vezirliğe de Tonyukuk’u getirdi.

Bilge Kağan’ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, “Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz ” dedi.

Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm’i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm’in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi.

Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk’un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.

Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti’nin sınırları Çin’in Şan-Tung ovasından, İç Asya’da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani ırmağı havalisi ve Batı Demir Kapı’ya (Ceyhun Irmağı’nın yakınında Semerkant-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı.

Önce veziri Tonyukuk’u sonra kardeşi Kül Tegin’i kaybeden Bilge Kağan’ı, Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor zehirledi. Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734’de öldü.

Bilge Kağan’ın cenazesi 22 Haziran 735 tarihinde büyük bir törenle defnedildi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Celaleddin Harzemşah

Harezmşahlar Devletinin son hükümdarı olan Celaleddin Harezmşah, genç yaşta Gazne ve çevresinin valiliğine getirildi ve bundan sonra babası Alaaddin Muhammed’in tüm seferlerine katıldı.

Selçuklu İmparatorluğu’ndan sonra Harzem bölgesinde kurulmuş olan Harzemşahlar Devleti’nin büyük hükümdarı Celaleddin Harzemşah’ın menkıbeleri, Türk tarihinin çok parlak sayfalarındandır.

Harzemşah hükümdarlarından Alâeddin Mehmet, bütün İran’ı ve Maveraünnehir’i ele geçirmişti. Bu suretle Seyhun Nehrinden Dicle kıyılarına kadar büyük bir imparatorluk kurmuştu.

Fakat bu devirde Moğolistan’da Cengiz Han türemişti. Batı Türkelinde en büyük hükümdar ise Alâeddin Mehmet’ti. Bu Türk hükümdarının şöhretini duyan Cengiz Han, Mahmut Yalvaç adlı bir elçiyi Alâeddin Mehmet’e gönderdi.

Elçi, Cengiz’in şu sözlerini bildirdi: “Tanrı, Batı tarafında bulunan ülkeni bana verdi. Seni oğulluğa kabul ediyorum. Bana tabi olursan Müslümanlar rahatlık içinde yaşarlar”. Bu söze hiddetlenen Sultan Mehmet: “Sen de bilirsin ki benim ülkem ne kadar geniş, Devletim ne kadar kuvvetlidir! Senin Han’ın kimdir ki, kendisini benden büyük tutup bana oğlum der. Onun sanki ne kadar askeri var!” deyince, Moğol Elçisi: “Onun askeri seninkine göre ay ışığının güneş ziyasına oranı gibidir.” dedi.

Nihayet bu iki hükümdar aralarında bir dostluk antlaşması meydana getirdiler. Fakat Alâeddin Mehmet’in siyasi görüşleri kuvvetli değildi. Aynı zamanda da mağrur bir adamdı. Günün birinde Bizans’a mal götüren Moğol tüccarlarının mallarını yağma ettirip kendilerini de öldürttü. Bu olaya fazlasıyla hiddetlenen Cengiz Han, Batı Türkellerinin zaptına karar verdi.

Alâeddin Mehmet’in bir oğlu vardı. Adı “Celâlettin” idi. İşte, Celâleddin Harzemşah adıyla Türk tarihinde meşhur olan bu şahıstır.

Celâleddin, zekî olduğu kadar da yiğit bir delikanlı idi. Annesi Ayçiçek Hatun, büyükannesi ise Türkan Hatun’du. Babası Alaeddin Mehmet iyi bir asker, fakat zayıf bir politikacı idi. Rakibi Cengiz Han ise, tersine, büyük bir siyasi, fakat ancak normal çapta bir kumandandı. Savaşlarını komutanlarına yaptırıyordu.

Cengiz Han, tüccarlarının malları için tazminat istemek üzere Sultan Mehmet’e üç elçi gönderdi. Bunların birisi Buğra adlı bir Türk, ikisi de Moğol’du.

Alaeddin Mehmet, Buğra’nın başını kestirip Moğollara da hakaret ederek sınır dışı etti. Bu hakareti duyan Cengiz Han, 1219 yılında Büyük bir ordu ile Maveraünnehir’e doğru harekete geçti.

Cengiz’in üzerine geldiğini öğrenen Türkler, derhal Semerkant şehrini tahkim ettiler. Genç kahraman Celaleddin Harzemşah, atlılardan oluşan büyük bir kuvvetin başına geçti. Babası harbe gitmek istemiyordu. Fakat oğlu:

Asker, Hakanını başında görmelidir! diyerek babasını da ordusuna aldı.

Moğol kuvvetlerinin başında Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci bulunmaktaydı. Moğol kuvvetleri, Harzemşah Türklerinin üzerine şiddetli bir hücuma kalktılar. Bu şiddet karşısında Harzemşah ordusu bir paniğe uğradı. Fakat Celaleddin Harzemşah, yalın-kılıç Moğolların üzerine öyle bir saldırdı ki bu defa Moğollar perişan oldular.

Gece bastırdığında harbe son verildi. Fakat Cüci Han boş durmadı. Gece yarısı savaş yapılan ovanın bütün kuru otlarını ateşe vererek her tarafı dumana boğdu. Bundan faydalanarak ateş perdesinin arkasından bütün kuvvetlerini alarak kaçtı. Celaleddin’in yeterli ölçüde kuvveti bulunmadığından düşmanı takipten vazgeçildi.

Cuci’nin mağlubiyetini duyan Cengiz Han, fena halde içerledi. Bu defa 200.000 kişilik muazzam bir ordu hazırladı. Moğolların büyük hazırlıklarını duyan Alaeddin Mehmet, Gazne’ye giderek Atabey’lerle görüştü, akabinde asker toplamak üzere yola çıktı. Fakat Celaleddin Harzemşah, durumu pek tehlikeli buldu. Türkmen Oğuzlardan oluşan kuvvetini bir çölün içine çekti. Cengiz Han’ın orduları, 1220 tarihlerinde hiçbir mukavemet görmeden Buhara şehrine girdiler.

Cengiz Han, Buhara’da bulunan Ulu Câmi’ye atı ile beraber girdi. Ve dedi ki:
Burası Sultan Mehmet’in evi midir?
Hayır, burası Tanrı evidir! Diye cevap verdiler.
Cengiz Han, derhal atından inerek halka şu hitapta bulundu:
Ey ahali! Günahkarınız çok büyüktür. Ben ise gaza-ı ilahîyim; sizlerin başınıza Tanrının yaman bir belasıyım. Hakanınız Sultan Mehmet çok suçludur. Bize yapmadığını bırakmamıştır. Bu sebeple buralara geldim. Şimdi, yer altına gömdüğünüz ne kadar servetiniz varsa getirip önüme yığın!

Halk, bu putperest Moğol hükümdarından korkarak, gizledikleri ne kadar servetleri varsa hepsini teslim ettiler. Askerler ise Buhara’yı baştan başa yağma ettiler. Bundan sonra Cengiz Han, Batı Türkelinin yüksek bir medeniyet merkezi olan Semerkant şehrine hareket etti. Halk, bu şehri müdafaa etti. Moğollar şehre girince önlerine geleni kılıçtan geçirdiler.

Bu arada Sultan Mehmet, harpten kaçmıştı. Oğlunun nerede olduğundan da haberi yoktu. Moğollar Sultan Mehmet’in peşine düşmüşlerdi. Takibine gönderdiği üç kumandanına Cengiz Han şu emri vermişti:

Durmaksızın gidin, size tabi olanlara aman verin, olmayanları öldürün, çocukları esir edin. Kalelerini yıkın! Bu işi üç yıla kadar bitirin! Ben yurduma dönüyorum...




Sultan Mehmet, bir miktar maiyetiyle Harandar kalesine giderek aile ve hazinesini burada bıraktı. Kendisi de Irak istikametine kaçmaya başladı. Fakat yolda Moğollar karşısına çıkıverdiler. Atı, bir okla öldürüldü ise de kendisi kaçmaya muvaffak oldu. Nihayet Kuzgun denizine vardı. Burada Aboskon adasına sığındı.

Diğer taraftan Moğollar, Sultan Mehmet’in vezirini, küçük oğlunu ve Türkan Hatun’u Cengiz’e gönderdiler. Cengiz bunların hepsini öldürttü. Haberi alan Sultan Alaeddin’e bir fenalık gelerek yere yığıldı. O kadar sefalete düşmüştü ki, yanındakiler ölüsünü saracak bir kefen bile bulamamışlardı. Maiyetinde bulunan Mahmut Çavuş’un gömleğini kendisine kefen yaptılar. Ölmeden önce şu sözleri söylemişti: “ Ben, bütün bu toprakların sahibiyim. Şimdi mezarımı kazacak iki arşın toprak bulamıyorum!”

Sultan Mehmet, sefil bir surette hayata gözlerini yumarken oğlu Celaleddin Harzemşah da yanında bulunuyordu. Bu yalan dünyanın cilvesini o da görmüştü. Fakat doğudan kopan bu arkası kesilmez sellere karşı kabinde derin bir intikam hissi doğdu. Türk’ü anayurdundan eden bu kuvvetlere karşı bir Celaleddin ne yapabilirdi? Gözyaşları içinde babasının mezarını terk ettiği zaman hep bunu düşünüyordu. Yanında 70 kadar süvarisi vardı. Doğruca Harzem’e geldi.

Halk, hakanlarının oğlu Celaleddin’i görünce onu sevinç gözyaşlarıyla karşıladı. Dağılmış olan ordu tekrar düzene konuldu. Harzemşah’ın maiyetinde 7.000 kişi toplandı.

Celaleddin, babasının yerine tahta geçti. Bir müddet sonra da Moğolların üzerine taarruza geçerek onları mağlup etti.

1221 yılında Valyan Kalesini kuşattığı bir anda Moğollar taarruza geçtiler. Celaleddin Harzemşah, yalın-kılıç öne atılarak düşmanı perişan etti. Fakat gece yarısı Moğollar atlarının üzerine şal ve keçeden mankenler yaptılar. Bunları arkalarına dizdiler. Bu hali gören Harzemliler, Moğolların imdat aldıklarını zannederek kaçmak istediler. Celaleddin “Korkmayın, bu bir hiledir. Onlar daima harbi böyle hilelerle kazanırlar...” diyerek bu bozguna mani oldu. Bu suretle Moğol orduları bir kere daha mağlup edildiler.

Cengiz bundan haberdar olduğu zaman, bizzat Celaleddin’in üzerine yürüdü. Celaleddin ise, üzerine büyük kuvvetlerin geldiğini görünce Sind Nehri’ne doğru kaçmaya başladı. Bu nehrin öte tarafına geçmek istiyordu. Fakat Moğollar Celaleddin’in etrafını dört kat askerle sardılar. Yiğit Celaleddin, ateş ve su arasında bırakıldı. Bu anda ne yapabilirdi? Cengiz, onun diri olarak tutulmasını emretmişti. Celaleddin kılıcını çekerek tek başına çarpışmaya ve kendisini durdurmak isteyenlerin başlarını uçurmaya başladı. Fakat hiçbir düşman askeri ona ok atmıyordu. Ağır ağır içinde bulunduğu çember daraltılıyordu. Celaleddin, çemberi yarmak için bir sağa bir sola baş vuruyor, fakat muvaffak olamıyordu. Yapılacak tek şey vardı: Yorulmamış bir ata binerek kalkanını arkasına, Türk bayrağını eline aldı; yüksek bir yardan kendisini Sind Nehri’nin coşkun sularına atıverdi. Yüzerek karşı yakaya geçti.

Bu kahramanlık sahnesini Cengiz ve askerleri hayret ve hayranlık içerisinde seyretmişlerdi.

Sultan Celaleddin üç yıl sonra. 1224’te Kirman’a dönerek, devletini yeniden toparlamak için çalışmaya başladı. 1225 yılında Tebriz’i alarak, karargahını buraya taşıyan Celaleddin, 1228’de İsfahan’da Moğol ordusuyla çarpıştı. Kardeşi Gıyaseddin’in ihanetine rağmen Moğolları hezimete uğratan Celaleddin, takip sırasında sol cenahının Moğol tuzağına düşmesi üzerine, Luristan’a kaçtı.

Bir yandan da ülke içindeki isyanlarla meşgul olan Celaleddin 1230’da Ahlat’ı ele geçirdi. Ancak, kaleyi savunanlara ve halka karşı şiddetli davranışları, çevredeki Müslüman ülkelerin düşmanlığını çekti. Bunun üzerine Anadolu ve Suriye kuvvetleri birleşerek, Celaleddin’in üzerine yürüdü. Celaleddin, 10 Ağustos 1230’da Erzincan yakınlarında Yassıçimen Yaylasında hezimete uğrattı.

Celaleddin’in zayıflamasından faydalanan Moğollar tekrar saldırıya geçti. Moğol tehlikesinin kavrayamayan diğer Müslüman ülkeler, Celaleddin’in yardım talebini cevapsız bıraktılar.

Ağustos 1231’de Dicle köprüsü kenarında Moğolların baskınına uğrayan Celaleddin’in tüm maiyeti öldürüldü. Kaçarak dağlara çekilen Celaleddin Harezmşah, burada göçebeler tarafından öldürüldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Çaka Bey

Alpaslan, Anadolu’yu fethettikten sonra, birçok Türkmen beyleri iç Anadolu’ya doğru fetihlerine devam ettiler. Bunlardan Afşin, Orta Anadolu’da, Kutulmuş oğlu Süleyman Bey de İznik taraflarında savaşırken yine bir Türkmen Beyi olan Çaka Bey de İzmir ve yöresini fethederek burada bir Türk Beyliği kurmuştu.

Çaka Bey, İzmir Beyliği(1081-1097)’nin kurucusudur. İzmir Beyliği’nin Türk tarihindeki önemi, bu beyliğin kurucusu Çaka Beyin ilk Türk Derya Kaptanı oluşundan, bir donanma meydana getirerek Ege Denizi’nde hâkimiyet kurmasından ileri gelir.

Çaka Bey, Oğuzların Çavuldur boyundan idi. Anadolu’nun fethi sırasında, Danişmend Gazi’nin kumandanlarından biri olarak Malatya dolaylarında başarılı çalışmalar gösterdi.

Fakat katıldığı akınlardan birinde Bizans Kumandanı Aleksandros’a esir düştü ve İstanbul’a götürüldü. Burada, üstün yetenekleriyle imparatorun dikkatini çekti ve saraya alındı. Soyluluk unvanı ile bazı imtiyazlar da elde etti. Yunanca öğrendi. Ayrıca Bizans’ın güçlü ve zayıf taraflarını öğrenmiş oldu.

1081 yılında Bizans tahtına I. Aleksios Komnenos çıkınca saraydan uzaklaştırıldı. Kutulmuşoğlu Süleyman Şah ile Bizans arasındaki anlaşmaya göre Türklere bırakılan İzmir bölgesine gitti. Bizans’taki kargaşalıktan yararlanarak beyliğini ilân etti.

Türk tarihlerinin adından pek az bahsettiği Çaka Bey’in maceralarını, Bizans İmparatoru Aleksi Komnen’in kızı Anna’nın yazdığı bir eserden öğrenmekteyiz.

Çaka Bey, Anadolu’ya akın eden gazilerin en genci idi. O da silah arkadaşları gibi nam kazanmak üzere akınlara karışmış; önce Kastamonu ve Bolu taraflarında savaştıktan sonra İzmir taraflarına gitmişti. Bu havalideki savaşlarda gösterdiği cesaret dolayısıyla şan almıştı.

Bizans İmparatoru, İzmir’den Türkleri atmak üzere bu bölgeye bir kuvvet göndermişti. 1081 tarihinde İzmir’e gelen meşhur Bizans komutanlarından Kabalika Alexander Türklerle muharebe ederken eline yiğit bir delikanlı esir düştü.

Bu ele avuca sığmayan delikanlı, komutanın dikkatini çekti. Bu genç çok yakışıklı ve pek de sevimli idi. Adı Çaka idi. Bizanslıların yaptığı araştırma sonunda onun Türkmen Beylerine mensup olduğu anlaşıldı. Bizans komutanı zaferinin bir nişanesi olmak üzere Çaka’yı o zaman İmparator bulunan Nikaforos’a gönderdi. Çaka Bey, Türkmen kıyafetiyle Bizans sarayına getirildi. İmparator, gence:

Adın ne ?
Dediği zaman, O, vakur ve yiğit bir tavırla:
Çaka! Dedi.
Çaka’nın erkek tavırları İmparatorun çok hoşuna gitti. Gülümseyerek:
Bu sarayda senin unvanın “Protonolilismus” olsun! diye iltifatta bulundu. Çaka, diğer esirler gibi ağır işlerde kullanılmayıp, sarayda alıkonulmasından memnun olmuştu. Burada Homeros’un İlyada adlı meşhur eserini okuyacak kadar Yunanca öğrendi.

Asil bir soydan gelen Çaka, Bizans sarayında bir şehzade muamelesi görmekte idi. Fakat Bizans tahtına Aleksi Kommen’in geçmesi üzerine Çaka’nın hayatında yeni bir devir açıldı. Yeni imparator, Çaka’dan hoşlanmamıştı. Onu sarayda kazandığı bütün imtiyazlardan mahrum etti. Saraydan da çıkardı. Esasen kabına sığmayan Çaka için bu zaten çoktan beri arzu edilmekte idi. Bir fırsatını bularak İstanbul’dan İzmir’e kaçmaya muvaffak oldu. Bu maceradan sonra onu, müstakil bir Türk Beyi olarak görmekteyiz.

Çaka Bey, İzmir’e gelir gelmez, Türkmen oymaklarından birçok yiğitleri başına topladı. Bu kuvvetlerle İzmir şehrine taarruz ederek burayı Rumların elinden almaya muvaffak oldu. Bu suretle İzmir’in ilk fatihi Türkmen beylerinden Çaka Bey’dir.



Çaka Bey fethettiği İzmir şehrinde bir Türk Beyliği kurarak hükümdarlığını ilan etti. O tarihlerde Efes şehrini de yine Türkmen Beylerinden olan Tanrıvermiş Bey zaptetmişti. Çaka Bey, İzmir’de evlendi. Bir müddet sonra bir kız çocuğu dünyaya geldi. Çaka Bey’in, Yalvaç adında bir erkek kardeşi vardı. Çaka Bey, İzmir’e ve Ege Denizi adalarına sahip olmak için bir donanmaya ihtiyaç olduğunu hissetti. Bu sebeple İzmir limanında elde ettiği ustalar vasıtasıyla bir donanma meydana getirmeye muvaffak oldu.

Akdeniz’de Türklerin ilk denizcisi Çaka Bey’dir. Meydana getirdiği bu Türk donanması ile Ege Denizi’ne açıldı. İlk defa Türk Bayrağını Akdeniz’de dalgalandıran deniz kahramanımız olmak vasfını kazandı. Onun donanması kırk gemiden ibaretti. Bu gemilerin üstü kapalı yapılmıştı.

Çaka Bey, bu donanması sayesinde ilk defa Foça şehrini zaptetti. Bundan sonra gemileriyle Midilli adası önüne gelerek onları harp düzeninde dizdi. Midilli Valisi Alpos’a, adanın teslimi için haber gönderdi. Kan dökülmeden bu adanın tesliminin kendisi için hayırlı olacağını bildirdi. Midilli Valisi, Türk donanmasından korkarak bir gemi ile İstanbul’a kaçtı. Türk askerleri Midilli Adasına girerek şehrin kalelerine Türk bayrakları çektiler.

Çaka Bey Midilli’yi fethettikten sonra Sakız Adasına da asker çıkararak bu adayı da elde etti. Bir yıl sonra da Sisam ve Rodos adalarına asker çıkararak bu iki adayı da mülküne kattı. Bu suretle Ege Denizi’nin irili ufaklı adaları İzmir Türk Beyliği’ne geçmişti.

Çaka Bey’in adaları birer birer zaptetmesi üzerine Bizans İmparatoru Aleksi Kommen, iki kumandan idaresinde bir Bizans donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Çaka Bey’in kaptanlık yaptığı donanma, Bizans gemileriyle harbe tutuşarak birçoğunu batırdı. Diğerleri de Boğazı geçerek Marmara’ya kaçtılar. Birkaç gemileri de Türklerin eline geçti. Türklerin, Akdeniz’de Bizanslılara karşı ilk zaferleri bu deniz savaşı olmuştur. Karalarda her zaman muzaffer olan Türkler, kısa bir zamanda denizci olmuşlardı.

Çaka Bey’in bu başarısını gören Bizans İmparatoru, bu defa meşhur kaptanlarından Konstantin adında bir amiral tayin ederek Türklerin üzerine ikinci bir donanma daha gönderdi. Bu gemilerin içinde 500 kadar da Flandr’lı şövalye vardı. Donanma, Sakız Adasına yanaşarak asker çıkardı, kaleyi muhasara etti. Kaleyi müdafaa eden Türk askerleri, düşmanı içeri sokmadılar. Bu esnada Çaka Bey, İzmir’de bulunuyordu. Düşmanın geldiğini duyar duymaz, donanmasıyla Sakız Adasına hareket etti. Gemilerin birbirine zincirlerle bağlayarak hilal şeklinde düşmana doğru ilerledi. Bunu gören Bizans komutanı, bilmediği bu yeni harp usulünden adeta ürktü. Türkler geminin içinde davul ve zurnalar çalıyorlar, kılıçlarını havada döndürüyorlardı.

Türkler harbe gitmiyor, sanki bir bayram şenliği içinde bulunuyorlardı. Türklerin bu neşesi ve galeyanı Bizanslıların maneviyatı üzerinde tesir yaptı. Bu gemiler bir kale gibi yanaşık nizamda Bizans gemilerine yaklaşınca düşmanı bir ok yağmuruna tuttular. Sonra da yelkenlerini tutuşturmak için yağlı paçavralar atmaya başladılar. Bu hali gören Bizans, gemilerini geriye çekerek başka bir limana çekildi.

Bunun üzerine Çaka Bey Sakız Adasına çıktı. Türklerin karşısına atlı ve zırhlı şövalyeler uzun mızraklarıyla çıkıverdiler. Türkler bunları görünce derhal kılıçlarını bellerine takarak üç sıra olmak üzere yere diz çöktüler, şövalyelerin atlarına nişan alarak teker teker vurmaya başladılar. Hepsi yaya bırakılmışlardı. Durumu gören Türk askerleri Allah! Allah! diyerek yalın kılıç şövalyelerin üzerine yıldırım gibi atıldılar. İki kuvvet birbirine girmiş, kavga şiddetlenmişti. Düşman askerleri, Türkün kuvvetle salladığı kılıçlarla üçer beşer yere devriliyorlardı. Düşman askeri paniğe uğradı.



Çaka Bey, Sakız Harbinden de muzaffer olarak çıkmıştı.

Çaka Bey, bu zaferleri kazandıktan sonra kafasında büyük bir plan hazırladı. Çanakkale Boğazını geçerek Trakya’yı elde edecekti. Balkanlarda yaşayan Peçenek ve Hıristiyan Oğuzlardan bir ordu vücuda getirerek İstanbul’u zaptetmeğe karar verdi. Bu planını yerine getirmek için Balkanlardaki Peçeneklerle anlaştı. Peçenekler büyük bir ordu hazırlayıp İstanbul üzerine yürüyecekleri sırada Bizans İmparatoru bu tehlikeyi önlemek üzere aslı Türk olan Kumanlarla anlaştı. Onlara büyük vaadlerde bulundu.

Bu iki Türk kuvveti, 29 Nisan 1091 tarihinde birbirlerine insafsızca saldırdılar. Kumanlar, Peçenek Türklerini katlettiler. Evlerini yaktılar. Çocuklarına varıncaya kadar binlercesini kılıçtan geçirdiler. Çaka Bey Peçeneklere yardıma gelememişti.

1092 yılında Çaka Bey, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan’la bir dostluk kurdu. O zamanlar Anadolu’nun en kuvvetli orduları Kılıçaslan’ın kumandasında bulunmakta idi. İznik şehrini hükümet merkezi yapan I. Kılıçaslan, durmadan Bizanslıların şehirlerini zaptetmekte idi. Çaka Bey, Selçuklu Türkleriyle dostluğunu kuvvetlendirmek için kız kardeşini I. Kılıçaslan’a vermek suretiyle akraba olmuştu.

Çaka Bey, Çanakkale taraflarını da ele geçirdikten sonra, Edremit şehrini mülküne kattı. Onun, Balkanlardaki Peçenekleri teşkilatlandırması, Çanakkale’yi alarak Marmara’ya doğru ilerlemesi, Bizans İmparatorunu fena halde ürkütüyordu. Çaka Bey’i, kuvvetle değil de hile ile yok etmeyi tasarladı. Bunu gerçekleştirmek için de Kılıçaslan’la bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre Selçuklular, Çaka Bey’in Marmara’ya doğru ilerlemesine mani olacaklardı.

Çevrilen dolaptan haberi olmayan Çaka Bey, kuvvetleriyle durmadan Marmara sahillerinde ilerliyordu. Hatta Aydos’a kadar gelmişti. Halbuki bu bölgeler Selçuklu Sultanlığı hakimiyetinde bulunuyordu. Çaka Bey, birden bire karşısında Selçuklu ordularını gördü. Çaka Bey, I. Kılıcaslan’la boy ölçüşemezdi. Bunun için Kılıçaslan’la bir müzakereye girişti. Çaka Bey’in, Selçukluların Bizanslılarla gizli bir anlaşma yaptıklarından haberi yoktu Serbestçe, akrabasının karargahına gitti. Çaka Bey, aynı zamanda Selçuklular için de artık bir tehlike olmuştu. Kendisine, Kılıçaslan’ın karargahında mükellef bir ziyafet verildi. Bu ziyafette yenilip içildiği esnada I. Kılıçaslan, birden bire kılıcını çekerek Çaka Bey’e hücum etti ve onu öldürdü.

Bizans ve Selçuklular için bir tehlike olan Çaka Bey, bu surette ortadan kaldırılmış bulunuyordu.

Ege bölgesinin ilk fatihlerinden olan Çaka Bey, böyle bir hilenin kurbanı olup öldüğü sırada tarih 1097 idi. Böylece, İzmir Beyliği kuruluşundan sadece 16 yıl sonra yıkılmış oldu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cemal Gürsel

27 Mayıs Devrimi'nin lideri, değerli asker ve Türkiye Cumhuriyeti'nin dördüncü Cumhurbaşkanı.

Asker bir babanın oğlu olarak 1895 yılında Erzurum'da doğdu. Kuleli Askerî Lisesi’nin son sınıfındayken Çanakkale Savaşları'na gönderildi. İstiklâl Savaşına katıldı. Ordunun çeşitli kademelerinde görev aldı. 1959'da Kara Kuvvetleri Kumandanlığı'na getirildi. 27 Mayıs 1960 devrimiyle cumhurbaşkanı oldu. Uzun bir hastalık devresini takiben 1966 yılında Ankara'da vefat etti.

Ömrü savaş alanlarında geçen bir babanın çocuğu idi. Onun da baba mesleğini seçmesinden daha tabii ne olabilirdi ki? İlk tahsilini yaptıktan sonra Erzincan Askerî Rüştiyesi'ne yazıldı. Çocukluğunda alabildiğine yaramazdı, fakat mektep hayatında öylesine bir durulmuştu ki, bu haliyle bütün arkadaşları kendisini olgun çağda bir adam gözüyle görmeye başladılar. Ve bunun tesiri iledir ki kendisine “Aga” ismini verdiler. Ve yarım yüzyıl bu isimle anıldı...

Kuleli Askerî Lisesi'ne geldiği gün arkadaşları adını sorduklarında, o saf ve tertemiz haliyle “Erzincan'da bana Aga derlerdi” cevabını vermişti. Yadırgamıştı bunu o koca sınıf. Hatta bir hayli iddialı bir isim de bulmuşlardı.

Aradan bir ay geçmemişti ki, bütün arkadaşlarının adına onun yanına yaklaşan temsilci:

– Burada da sana Aga diyelim, dedi.

Alçak gönüllüğü, mert karakteri, efendi hali ile bütün sınıfı Aga'lığına inandırmıştı... Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdiği sene Büyük Harp patladı. Harbiye'ye gönderilmesini bekleyen bütün sınıf ile birlikte o da cepheye gönderildi.

Cebel-i Lübnan'da sekiz ay kaldı. Oradan Gazze Savaşları'na gitti. Batarya kumandanı olarak, son yıkılışa kadar burada vazife yaptı. Tropikal malaryadan bitkin bir halde iken yıkılış sırasında esir düştü. Kaderinde esaret hayatı çekmek de varmış ki, iki sene on gün Mısır'da esarette kaldı.

Yurda dönüşünde Anadolu teşkilatlanmaya başIamıştı. O da koştu Anadolu'ya. Yeni kurulan ordunun birinci tümenine bir batarya kumandanı olarak verildi. Bu bataryasıyla Birinci İnönü, İkinci İnönü ve Sakarya Savaşları'na katıldı.

Büyük zaferden sonra Harbiye'ye gidebildi ancak. Harbiye’de bir yıl okudu, resmen yıldızını omuzuna taktı ve oradan da doğruca Harp Akademisi'ne yazıldı.

Filistin cephesinde savaşırken tanıdığı Yüzbaşı Nizamettin Bey'in kızkardeşi Melahat Hanım'a talip oldu. Müstakbel kayınpederi, Hamidiye Zırhlısını'nın eski çarkçıbaşısı idi. 27 Ocak 1927 günü evlendiler Melahat Hanım'la. Ve Kasımpaşa'daki eve içgüveyi girdi genç subay...

Sonra yıllar ve yıllarla birlikte rütbeler de birbirini kovalamaya başladı. Kahraman ordunun çeşitli kademelerinde çeşitli görevler aldı. Her gittiği yerde kendisine “Aga” deniliyor da, başka bir şey denilmiyordu. Orduda, askerin içinde o derece seviliyor ve sayılıyordu.

Soyadı Kanunu çıktığı zaman bütün arkadaşları “Aga soyadını al” diye ısrar ettiler. Fakat o,

– Beni herkes Aga olarak tanır zaten, soyadım ayrı olsun bari, dedi ve “Gürsel” soyadını aldı. Fakat bu soyadı sadece resmî evrakta ve resmî ağızlarda kullanıldı.

Ordunun candan sevdiği, içten saydığı “Aga Cemal”ı “Orgeneral Gürsel” olarak 1959 yılında Kara Kuvvetleri Kumandanlığı'na atandı. Bu tayin bütün orduda sevinç uyandırmıştı. Fakat bu sevinç çok sürmeyecekti. 11 Nisan 1960 günü Kara Kuvvetleri Kumandanı olarak katıldığı Başbakanlıktaki bir toplantı, dönüm noktası oluverdi. Ordunun hükümeti desteklemesi isteniyordu bu toplantıda. Politikayı sevmeyen mert asker, “Ordu milletin emrindedir, politikacıların değil!” diye gürledi.

Politikacılara boyun eğmeyen tutumundan dolayı zaten “hoşlanılmayan adam”dı ve bu son sözü, bardağı taşıran son damla oldu. Bütün şimşekler üzerinde toplanıverdi. Ve sonunda normal süresinden üç ay önce emekliye sevkettiler ordunun “Aga Cemal”ini...

Kara Kuvvetleri Kumandanı olarak bütün ordu birliklerine bir veda mesajı yolladı Orgeneral Gürsel. Hükümet bunun gazetelerde yayınlanmasını istemeyip yayın yasağı koydu. Fakat teksir makineleri durup dinlenmeden çalışarak bu veda mesajını binlerce, yüzbinlerce basıp yaydı...

Sivil elbiselerini giyen “Aga Cemal”, İzmir'e gitti. Karşıyaka'nın Denizbostanlısı semtinde bir evi vardı, oraya yerleşti. Eşi Melahat Hanım ve oğlu Özdemir ile sakin bir hayata koyuldular.

Ve 1960 yılının o unutulmaz 27 Mayıs günü sesi Türkiye radyolarında duyuldu:

– ...Bu feci gidişe son vermeye karar verdim ve devletin idaresine el koydum.” diyordu, ordunun mert “Aga Cemal”i. Türk Silahlı Kuvvetleri Başkumandanı olarak girdiği büyük mücadeleyi kazanmıştı.

30 Mayıs 1960 gününden itibaren Millî Birlik Komitesi Başkanı, Devlet ve Hükumet Reisi görevlerini üstlendi. Sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin dördüncü cumhurbaşkanı oldu. Fakat 71 yıllık ömrü boyunca “Aga” kaldı hep. Gönülerde “Aga” olarak taht kurdu...
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cezzar Ahmed Paşa

Türk tarihinin yapraklarını süsleyen bu Türk askerinin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Doğum yeri hakkındaki çeşitli rivayetler arasında en kuvvetli bulunanı Bosna’lı olduğunu kaydeden kaynaklardır.

Gençliğinde İstanbul'a gelerek berberlik yapan Ahmed, Hekimoğlu Ali Paşa'nın hizmetinde ve himayesinde bulunmuştur. Ali Paşa Mısır'a giderken onu da beraberinde götürmüştür. Bu, Ahmed için bundan sonraki hayatında bir dönüm noktası teşkil etmiş, zekâsını kullanabilme yolu açılmıştır.

Hekimoğlu Ali Paşa, Mısır'dan ayrılınca Ahmed Mısır'da kalmıştır. Yıllarca Kölemenlerin arasında yaşayan Ahmed, Kölemenlerin mücadele usulleri ile hayat tarzlarını öğrenme imkânı bulmuştur. Ondaki kabiliyeti sezen ve takdir eden Kölemen Beyleri ona Sancak Beğliği verdiler.

Cezzar adı kendisine şu olaydan sonra verilmişti:
Yanında hizmet gördüğü Abdullah Bey, Buhayra Aşireti kuvvetleri ile çarpışırken onların eline esir düşmüş ve idam edilmişti. Bu haberi alan Sancak Beyi Ahmed, olaydan büyük bir üzüntü duymuştu. Kölemen ileri gelenlerinden Ali Bey, Abdullah Bey'in öcünü almak vazifesini Ahmed Bey’e verdi. Ahmed Bey'in adı geçen aşiretten aldığı intikam şiddetli oldu ve onlardan 70 kadarını öldürttü. Ali Bey bunu öğrendiği zaman Ahmed için deve kasabı manasına gelen Cezzar kelimesini kullanmaktan kendini alamadı. Bu tarihten itibaren Cezzar Ahmed, tarih basamaklarında yavaş yavaş yükselmeye başladı.

Devlete baş kaldıran Kölemen beyleri, rakiplerini ortadan kaldırma işinde Cezzar'ı da alet etmek istediler. Ahlâk ve yaratılışındaki mertliğe ters düşen bu isteğe Cezzar yanaşmadı. Kölemen beylerinden Ali Bey ile arası açılan Cezzar, Mısır'dan ayrılmak zorunda kaldı.Cezzar'ın Mısır'dan ayrılmasından 1776 yılında vezir rütbesiyle Sayda Valiliği'ne kadar geçen hayatı, onun cesaret ve metanetini gösteren bir çok mücadeleler ile doludur. Sayda valisi iken baş kaldıran asi kabilelerle uğraşarak Suriye ve Lübnan'da otoriteyi kesin olarak kurdu. Bu başarılarından dolayı 1780'de Şam valiliğine tayin olundu. Hayatının her günü mücadele ile geçen bu Türk büyüğü her ne kadar Akkâ müdafaası ile tanınır ise de bundan önce de önemli hizmetleri olmuştur. Bunların başında Beyrut'un Ruslara karşı savunması ve Yafa'nın zaptı gelir.

Beyrut'un alın yazısını eline alan Cezzar, çok geçmeden şehrin surlarını tamir ettirdi ve şehirde büyük bir imar faaliyetine girişti. Bir taraftan da âsâyişi sağlamak amacıyla bir takım önlemler aldı. Bütün bu işleri yaparken âdilâne hareket ederek halkın sevgisini kazandı.Üstün düşman kuvvetleri karşısında bir avuç insanla yiğitler gibi dövüşen Cezzar'ın bu savunmada gösterdiği kahramanlıkla devlet ve millete ettiği hizmet unutulacak gibi değildir.Bu tarihlerde Osmanlı devletinin her tarafında devam eden huzursuzluk ve baş kaldırmalar Yafa'da da hüküm sürmekte idi. Yafa'daki isyanların bastırılmasına da Cezzar Ahmet Paşa'nın koştuğunu görüyoruz. Yafa'yı zapteden Cezzar, orada otoriteyi kurdu.

Napolyon Bonapart, her ne kadar 25 Temmuz 1798'de Mısır'ı kolayca ele geçirdi ise de yerel kuvvetlerin saldırılarından hayli kayıp vermişti. Gün geçtikçe Mısır'daki Fransız askerinin sayısı azalmakta idi. Bunun dışında veba hastalığı yüzünden de zayiat veriliyordu. Bu durumda Napolyon bazı yerlerden kuvvetlerini çekmek zorunda kalmakta, bu kuvvetlerin çekilmesiyle de zaptettiği yerler tekrar eski sahiplerine geçmekte idi.

Toprakları Napolyon'un saldırısına uğramış olan Osmanlı Devleti, Fransızların hakkında gelmek üzere kara ve denizde büyük hazırlıklara başladı. Mısır Seraskerliği unvanıyla beraber bütün Şam ve çevresindeki kara birlikleri Cezzar Ahmed Paşa'nın emrine verildi.Napolyon, Mısır'da tutunabilmek için ilk fırsatta Cezzar Ahmed Paşa'yı ezmekten başka çare kalmadığı kararına vardı. O, Osmanlı ülkelerine geldiği günden beri karşılaştığı en çetin rakibin Cezzar olduğunu biliyordu. Bu yüzden çok daha evvel mektuplar gönderip onu kendi tarafına çekmeye çalışmış, fakat başarılı olamamıştı.
Bonapart, Doğu Akdeniz limanlarını İngiliz filosuna kapatmak, Osmanlı Devletini ürküterek barış yapmaya ve Mısır üzerindeki görüşlerini kabul etmeye zorlamak maksadıyla Suriye seferine karar verdi.


Mısır'da yeteri kadar asker bırakan Bonapart, 18.000 kişilik bir kuvvetle 10 Şubat 1799'da Mısır'dan Suriye'ye hareket etti. El-Ariş'i, Gazze'yi ve Remle'yi aldıktan sonra Yafa'yı kuşattı. Yafa, ancak 5 gün direnebildi. Napolyon kuvvetleri, kendilerine ciddi şekilde direniş gösteren Yafa'ya girdiklerinde katliam yaptılar. Daha sonra Hayfa üzerine yürüyen Napolyon, burayı da kolayca ele geçirdi.

Akkâ her ne kadar savunmaya hazırlanmış ise de yeterli değildi. Akkâ kalesinin en büyük silahı insan, Türk ve İslamın iman dolu göğsü idi.

Bonaport'ın bu kadar yeri zaptederek kısa sürede Akkâ'yya kadar gelmesi her tarafa dehşet salmış ve Akkâ'nın kurtulamayacağı düşüncesi Müslümanların üzüntü ve korkusuna neden olmuştu.

Cezzâr Ahmed Paşa, savunma hazırlıklarını sürdürerek silahlarını ve kuvvetlerini tertip ve düzene soktu.

Napolyon, Suriye harekâtında hedefi olan Akkâ'nın önüne 19 Martta ulaştı ve şehri derhal şiddetli bombardımana tuttu. Buna kale topçusu ile Türk ve İngiliz gemilerinden atılan top ve tüfek atışlarıyla karşılık verildi. Akkâ kalesi içinde bulunanlar bir hayli korkmuşlar ve dehşete kapılmışlardı. Ancak Cezzâr Ahmed Paşa'ya olan sonsuz güvenleri sonucu direnişlerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Onların bu kadar ağır şartlar altında direndiklerini gören Napolyon, ne yapacağını şaşırmıştı.

Napolyon Bonapart, her taraftan yardım alarak savaşıyor, Cezzar ise kendi yağı ile kavrularak direniyordu.
Akkâ kalesi çevresindeki çarpışmalar bütün şiddetiyle devam ediyor, iki taraf da önemli ölçüde kayıplar veriyordu. Napolyon kuvvetleri arka arkaya taarruzlarını tazeliyorlar, ne olursa olsun Akkâ kalesini ele geçirebilmek için var güçleriyle çarpışıyorlardı.

Türk kuvvetleri ise Akkâ'nın düşmesinin ölüme teslim demek olacağı düşüncesiyle canları bahasına karşı koymakta idiler. Çaresiz ölmektense namusunu koruyarak din ve devlet uğrunda can vermek onlar için daha şerefliydi.

Napolyon, bütün güçlerini kullanarak Akkâ'ya karşı hücuma geçti. Açılan gediklerden içeriye giren düşmanla kılıç ve hatta bıçak ile boğaz boğaza kanlı muharebeler verilmekte, top ve tüfekler ateş yağdırmakta idi. Öyle bir an geldi ki Cezzar Paşa, tehlikenin büyüdüğünü görünce iki yerden barut fıçılarını ve cephaneliği ateşe vermek zorunda kaldı. Patlamalarla bir çok Fransız askeri havaya uçtu.

Büyük zayiat vermiş ve hırpalanmış olan Napolyon kuvvetleri Mısır'a dönecek gücü ve cesareti kendilerinde bulamayınca kaleye tekrar ani bir hücuma kalkıştılar. O gün, İstanbul'dan gönderilen kuvvetler Akkâ'ya ulaştı. Az da olsa yepyeni silahlarla donatılmış düzenli askerlerin de savunmaya katılmasıyla zaten yıpranmış olan Napolyon kuvvetlerinin saldırısı kolayca kırıldı.

Fransız askerlerinin bundan sonra Akkâ kalesine hücum edecek güçleri kalmamıştı. Savaşta ve ayrıca baş gösteren vebadan da hayli kayıp vermişlerdi. Başarısızlıkla neticelenen bu son taarruzdan sonra Bonapart, 21 Mayıs 1799'da geri çekilme emri verdi. İhtilâlin yenilmez Fransız ordusu artık yenilmişti.

Bonapart başarısızlığını örtmek için bir beyanname yayınlayarak Mısır'a yürümekte olan Türk ordusunu yendiğini ve Suriye seferinin bu suretle sona erdiğini ilan ettiyse de buna kimse inanmadı. Fransızlar bu başarısızlık üzerine ağır silahlarını terk ederek ümitsiz bir şekilde canlarını zorlukla Hayfa'ya atabildiler.

Mısır'da tutunamayan Bonapart, maddî ve manevî her şeyini, hatta ümitlerini orada gömerek çekip gitti.

Napolyon'u hezimete uğratan ve bölgeyi terk ettiren Cezzar Ahmed Paşa'nın şöhretini bütün dünya duydu. Devlet tarafından tebrik ve ayrıca kıymetli hediyelerle taltif olundu.

Kaynaklar, Cezzar Ahmed Paşa'nın zeki, dirayetli ve anlayışlı bir adam olup pek çok meseleleri önceden keşfetmek hususunda bir kabiliyet gösterdiğini kaydeder. Akkâ'da mükemmel bir cami, bir çarşı ve bir çok çeşmeler yaptırmak suretiyle imar faaliyetlerinde de bulunmuştur.

Şöhretini gayret ve hizmetinden alan Cezzar Ahmed Paşa, Avrupa kıtasında kabına sığmayarak Kuzey Afrika'ya el atmış, Asya'ya taarruz etmiş, Napolyon Bonapart ile Akkâ müdafaasında boy ölçüşmüş, bu mağrur komutanı ters yüz etmiş bir kumandandır. Napolyon, ilk mağlubiyetin acı ve buruk tadını bu Türk komutanından tatmıştır.

Şahsî kabiliyet ve gayreti ile kendi kendini yetiştiren, 64 gün süren Akkâ kuşatmasında yiğitçe çarpışan bu Türk kahramanı ve büyüğü 23 Nisan 1804'te vefat etmiştir.

Cezzar Ahmed Paşa ile ilgili bilgiler Türk Dünyası Tarih Dergisi’nden alınmıştır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cengiz Han

Büyük cihangir, devlet adamı ve kanun uygulayıcısı. Koyduğu kurallara yasa adını veren hükümdardır. 1155 yılında doğdu. Asıl adı Timuçin'dir. Moğol Oymak beylerinden Bahadır (Yesukay Batır adı ile de anılır) Bey'in oğludur. Ömrünü savaş alanlarında geçirdi. 1202 yılında Doğu ve Batı Moğolistan'ı zaptettikten sonra önce Hakan, daha sonra Cengiz unvanlarını aldı. 25 yıl hakanlık yaptıktan sonra, 1127 yılında 72 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu. Mezarının yeri belli değildir.
Oymak Beyi Bahadır'ın karısı Ulun Hatun 1155 yılında bir erkek evlât dünyaya getirdiği zaman bebeğin bir elinin yumruk gibi sıkı sıkıya kapalı olduğu görülmüştü. Minicik yavrunun yumruğu zorlukla açıldığı zaman avucunun içinde pıhtılaşmış kanı görenler: “Bu çocuk büyük bir cihangir olacak, avucunun içindeki kan buna işarettir” dediler.Ancak Timuçin adı verilen çocuk daha on iki yaşını doldurmadan babası hayata gözlerini yumdu. Annesi Ulun Hâtun zeki ve becerikli bir kadındı. Oymağı dağılmaktan kurtardı, oğlu büyüyene kadar yönetimi ele aldı.
Timuçin delikanlılık çağına geldiği zaman oymağın idaresini ona bıraktı. Babasından kalan oymak ne kuvvetli bir devletti, ne de doğru dürüst bir ordusu vardı. Timuçin'in ilk işi sağlam disiplin altında kuvvetli bir ordu meydana getirmek oldu. Bu uğurda yıllarını harcadı ve sonunda başardı.
Önce çevresindeki oymakları emri altında toplamak istedi. Bu yüzden ilk savaşlarını yaptı ve ilk zaferlerini kazandı. Sonra sıra Moğolistan'a hâkim olmaya geldi. Yaman bir cengâver ve iyi bir kumandan olan Timuçin bunu da başardı. Uzun savaşlardan sonra Doğu ve Batı Moğolistan'ı egemenliği altına aldı. Bunun için 47 yaşına kadar iç mücadele yapmak zorunda kaldı.1202 yılında bütün Moğolistan'a hâkim olduktan sonra, bütün Moğol ve Tatar hanlarının iştirakiyle yapılan Kurultay'da kendisine Hakan unvanı verildi. Böylece Timuçin, Karakurum'da hükümdarlık tahtına çıktı. 1206 yılında yapılan Kurultay'da bir şaman kâhin kendisine “Cengiz Han” adını verdi. Gökyüzünden geldiğine inanılan bu isim “Başbuğlar başbuğu” anlamına gelmekte idi.

Cengiz Han işte bu tarihten sonra geçen yirmi yıllık süre içinde, dünyanın en büyük devletlerinden birini kurmayı başardı. Bu arada büyük istilâ harekâtına da girişmişti. Önce Çin'i istilâ etti ve bu büyük devletin merkezi Hanbâlık'ı (bugünkü adıyla Pekin) fethetti (1216).Yaptığı büyük fetihler sonucu Uygurlar, Kalmuklar ve Karahitaylılar da Cengiz Han'ın emri altına girdiler.
Bundan sonra emrindeki 200 bin kişilik Türk-Moğol ordusuyla batıya döndü ve İslâm âlemine doğru yürümeye başladı Cengiz Han. 1220 yılında İran ve Türkistan'da Büyük Selçuklulara halef olan Harzemşah Doğu Türk Hâkanlığını yıktı. Sonra Orta Asya ve Anadolu'daki bütün küçük devletleri o kudretli istilâ ordusu ile ezip geçti. Böylelikle kurduğu devletin sınırlarını Çin Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzatmayı başardı.
Cengiz Han daha sonra Kafkaslar'dan Rusya'ya geçip orada dağınık hâlde bulunan Türk oymaklarını bir bayrak altında toplayarak tarihin en büyük Türk devletini ortaya çıkardı.Cengiz Han'ın Börte, Kulan, Yesügen ve Yesüy adlarında dört “Başkadın”ı vardı. Bunların sayısı kadar da karargâh kurmuştu ülkesi sınırları içinde. Her karargâhında bir “Başkadın”ı bulunurdu. Uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı ve sert bakışlı bir insan olan bu büyük hakanın dört oğlu vardı. Ve eski bir Türk-Moğol geleneğine uyarak ülkesini, daha sağlığında iken bu dört oğlu arasında paylaştırdı. Kendi yerine üçüncü oğlu Ügedey (veya Ödebey)'i geçirdi. Cüci'yi avcıbaşı, Çağatay'ı örf ve kanun uygulayıcısı, Tuluğ (veya Tüluy'u) da savaş bakanı yaptı. Kısa bir süre sonra Cüci ile Tuluğ'un araları açıldı. Hattâ Cüci'nin babasına karşı bir ihtilâl hazırladığı dahi söylendi. Ancak Cüci'nin genç yaşta ölümünün sebebi anlaşılamadı.
Cengiz Han, 1225 yılında Hsia devletine karşı bir sefer düzenledi. Bu onun son seferi oldu. Daha Hsia düşmeden büyük cihangir, Kansu bölgesinde hayata gözlerini yumdu. Cesedi Moğolistan'a götürüldü. Orada, Kerülen ve Onon kaynaklarının yakınında Burhan-Haldun dağlarının bir köşesinde toprağa verildi. Türk-Moğol geleneklerine göre, mezarı gizli tutuldu. Kendisinden sonra gelenler de bu dağlarda çeşitli noktalara gömüldüler. Ne, büyük cihangir Cengiz Han'ın, ne de diğerlerinin mezarlarının yeri belli oldu.
Ölümünden sonra oğulları ülkenin yönetimini üzerlerine aldılar. Ulus adı verilen ülkeyi dörde böldüler, onlardan sonra gelen çocukları da yeni yeni devletler kurdular. Bunların en ünlüleri Cüci'nin oğullarından Batu Han'ın kurduğu Altınordu, diğer oğlu Togay Timur'un çocuklarının kurduğu Kazan ve Kırım-Hanlıkları, Tuluğ'un oğlu Hülagü Han tarafından kurulan İlhanlılar devletidir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Cihangir

(1569-1627)

Delhi Türk Hind hükümdarlarından Ekber'in oğlu olup asıl adı Selim'dir. Babasının ölümü üzerine 1605'de Nureddin Cihangir ünvanıyla tahta çıktı. Adil bir hükümdar olmakla beraber pek fazla içkiye düşkündü . Bu yüzden 22 yıl süren saltanatı sırasında hiçbir askeri başarı elde edilemediği gibi müsbet bir iş de görülemedi. Cihangir'in eğitim ve öğretimi yüksek değildi. Başlıca merakı bili ve avdı. İdare kabiliyeti zayıf olduğundan etrafındakilerin tesiri altında kalırdı. Üzerinde en fazla nüfuz ve tesiri olan karısı Nurcihan'dı. Nurcihan'ın ilk kocası Ali Kulu Bey Ustaclu idi.

Bunun öldürülmesi üzerine Nurcihan da Cihangir'in üvey annesinin sarayına sığınmıştı. Cihangir kendisini burada görüp beğenmişti. Nurcihan'ın Cihangir'den çocuğu olmadı. İlk kocasından olan kızını Cihangir'in en küçük oğlu Şehriyar ile evlendirdi. ve damadının tahta geçmesi için çok çalıştı. Bu hal Nurcihan ile Cihangir'in oğullarından Hürrem arasında Hindistan için felaketli neticeler veren kavgalara sebeb oldu.

Cihangir zamanının önemli olayları, Dekkenlilerin isyanı, Şah Abbas'ın Kandahar'ı zaptı, İngilizlere Surat limanının verilmesiyle Agra ve Lahor şehirlerinde ticaret yapma hakkının tanınmasıdır. Cihangir'in saltanatının son yıllarında önemli hadiseler cereyan etti. Cihangir bu hadiseler esnasında isyan eden Bengal Valisi Mehabet Han tarafından esir edilerek tahttan indirildi ve bir yıl kadar esir kaldı. Karısı Nurcihan tarafından esirlikten kurtarıldı ise de 7 Ekim 1627'de Keşmir'den Lahor'a giderken yolda öldü.
Cihangir fena bir idareci olmakla beraber bayındırlık işlerine önem vermiş bu arada Agra'dan Etek'e ve Bengal'e giden ağaçlıklı yollar ve Agra ile Lahor arasında her üç kilometrede işaret kuleleri ve sulu gölgelikler yaptırmıştır. "Tüzük-i Cihangir" adlı bir eseri vardır.

Cihangir'in beş oğlu ve iki kızı vardı. Bunlardan büyük oğlu Hüsrev isyan ettiği için hapsedilmiş, Dekkan'da hapiste iken ölmüştür. İkincisi Perviz de babasının sağlığında ölmüştür. Sultan Hürrem "Şahcihan" adı ile babasından sonra tahta çıkmıştır. Cihangir'in tahta çıktığı sırada doğmuş olan Şahcihandar ise doğuştan aptaldı. Şahsiyetsiz bir prens olan Şehtiyar da babasının ölümünden sonra tahta geçmek için ayaklanmış ise de yakalanarak idam edilmiştir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Dede Korkut

Büyük Türk destanının yaratıcısı Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur.
Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır.


Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür. Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur:

(Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi...)

(Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi...)

(Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur...)

(Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi... Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi. Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi... Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi...)

Dede Korkut'un kitabında on iki destan var. Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir.

Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.

Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek’in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ;

Vay al duvağımın sahibi,
Vay alnımın başımın umudu.
Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim,
Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım
Han yiğit...
Göz açıp ta gördüğüm,
Gönül ile sevdiğim,
Bir yastığa baş koyduğum
Yolunda öldüğüm, kurban olduğum
Can yiğit...
Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder.

Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır. Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır.

Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı’nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır. Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir.
 
Üst