A'dan Z'ye Türk Büyükleri...

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kanûnî Sultan Süleyman

Dünyanın muhteşem, biz Türklerin ise Kanûnî adıyla andığımız ünlü Osmanlı padişahıdır. 27 Nisan 1495 günü, babası Yavuz Sultan Selim'in vali olarak bulunduğu Trabzon'da doğdu. 1520 yılında tahta çıktı ve en uzun süre saltanat süren Osmanlı padişahı oldu. Kanûnî'nin tahtta kaldığı 46 yıl içinde Osmanlı İmparatorluğu en yüksek noktasına ulaştı. Kanûnî, torununun oğlunu gördükten sonra 7 Eylül 1566'da Zigetvar muhasarası sırasında harp meydanındaki otağında öldü.

Osmanlı İmparatorluğunun en yüksek devrinde hükümdar olan Kanûnî Sultan Süleyman, cihangir bir padişahtı. İmparatorluğunun bir ucundan güneş doğar, öbür tarafından batardı. Türkiye bir “güneş ülkesi” idi. İmparatorluğun içinde yaşayan Müslüman ve Hıristiyan tebaalar tam bir hürriyet ve saadet içinde yaşamakta idiler.

Müslümanlar camilerinde ne derece hür ibadet ederlerse, Hıristiyan tebaa da aynı derecede serbestçe ayin ve ibadetlerini yaparlardı. Ticaret serbestti, en yüksek derecesini bulmuştu.
Kanûnî’nin saltanat sürdüğü XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin nüfusu 110 milyondu. O devirde bu kadar büyük bir nüfusa sahip bir devlet yoktu. İmparatorluğun yüz ölçümü sekiz milyon kilometre kare olup devlet, Avrupa Türkiye’si, Asya Türkiye’si ve Afrika Türkiye’si olmak üzere üç kıtaya hakimdi. Sınırlarımız Viyana kapılarından Kafkasya’ya, buradan da Fas’a kadar devam etmekteydi. İmparatorluk tam otuz sekiz devleti idaresi altına almıştı.
Böylesine haşmetli bir devirde Osmanlı tahtında bulunan Kanûnî Süleyman’a Avrupalılar Muhteşem Süleyman, Türkler de bir kanunname meydana getirdiğinden dolayı Kanûnî unvanını vermişlerdir.
Kanûnî, Yavuz Sultan Selim’in oğludur. Yavuz Sultan Selim, annesi Gülbahar Sultan ve eşi Hafize Ayşe Sultanla beraber Trabzon’da bulunuyordu. Babası II. Bayezit onu Trabzon’a Vali tayin etmişti. Bir Türkmen kızı olan eşi Hafize Ayşe Sultan sima itibariyle pek güzeldi, kalbi de o derece yüksekti.

Hafize Sultan, 1494 tarihinde Trabzon’da bulunan Ortahisar sarayında bir erkek çocuk doğurdu. Yavuz Selim, oğlunun adını Süleyman koydu. Oğlunun doğumunu babası Bayezid-i Veli’ye bildirdi. Hafize Sultan’ın sütü az olduğundan Beşiktaş Dergahı şeyhlerinden Yahya Efendi’nin annesi, Süleyman’a süt anası olarak tayin olundu. Süleyman on bir yaşında iken, çok sevdiği büyükannesi Gülbahar Sultan öldü. Onu, İmaret Camii haziresine gömdüler. Bundan sonra Süleyman’ın terbiyesiyle annesi meşgul oldu. Yavuz’un tek erkek evladı Süleyman’dı. Dört tane de kızı dünyaya gelmişti.
Şehzade Süleyman’a devrin en büyük alimlerinden Kastamonulu Mevlana Hayreddin hoca olarak tayin olundu.

Bu hoca ona okumayı, yazmayı ve diğer ilimleri öğretti. Süleyman bir yandan kültür derslerini öğrenirken ayrıca kuyumculuk sanatını da öğrendi. İstanbul’un en meşhur kuyumcularından Unkapanı’nda dükkanı bulunan Kostantin Usta ona kuyumculuğu öğretti. Fakat günün birinde Şehzade Süleyman hocasının verdiği işi yapamadı. Ustası ona kızarak : “Sana bin sopa atacağım...” diye yemin etti. Bunu duyan Valide Sultan, hocasını huzuruna çağırtarak oğlunu affetmesini rica etti. Hatta oğlunu affederse ona bin altın vereceğini vadetti. Kostantin Usta, Valide Sultanın ricasını kabul etti. Biraz sonra çırağı Süleyman’ı yanına çağırarak bu altınlardan yüz tane ince tel yapmasını söyledi. Yeminini yerine getirmek için Süleyman’ın yapmış olduğu bu telleri bir araya getirip Süleyman’ın tabanına on kere vurdu, Süleyman da cezasını hafifçe atlatmış oldu.

Yavuz Sultan Selim, bir ordu ile babasının üzerine yürüyerek Bayezid-i Veli’yi tahttan indirip padişahlığı ele aldı. O zaman Süleyman da hayli büyümüştü. Yavuz oğlunu devlet işlerine alıştırmak için onu Manisa’ya vali tayin etti. Süleyman, babası gibi kuvvetli bir şairdi. “Muhibbî” mahlasıyla şiirler yazıyordu. Bütün şiirleri bir Dîvan halinde toplanmıştır.


Hamasi bir şiiri şöyledir :

Allah, Allah diyelim rayet-i şah çekelim
Gözüne sürme deyu dûd-i siyahı çekelim
Pâyimâl eyleyelim kişverini sürh-serin
Yürüyüp her yanda şarka sipahi çekelim.

Hayatının sonlarına doğru söylediği beyitler arasında son derece kıymetli vecizeleri mevcuttur. Bunlardan biri :

Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Babasının, 1520 tarihinde Çorlu’da gözlerini hayata yumması üzerine, Veziriazam Pîri Mehmet Paşa, Kanûnî Süleyman’ı saltanat tahtına davet etti. Kanûnî Süleyman, Osmanlı Padişahlarının onuncusu olarak 1520 tarihinde 26 yaşında padişah olarak tam kırk altı yıl saltanat sürmek bahtiyarlığına ulaştı. Babası ona zengin bir hazine, geniş bir ülke, kuvvetli ve tecrübeli bir ordu bırakmıştı. Kanûnî, XVI. asırda Türklerin hakanı, bütün Müslümanların Halifesi ve yeryüzünün en büyük hükümdarı oldu. Tarihte bu asra, “Türk Asrı” adı verilmektedir. Medeniyette ise Türkler, dünyanın en üstün mertebesine yükseldiler.

Kanûnî, azamet ve haşmetini ifade eden şu mektubunu, Fransa Kralı I. Faransuva’ya yazmıştı : “Ben ki, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman ve Rum’un ve Dulkadir Vilayetinin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acemin ve Şam ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve ecdadımın fethettikleri daha birçok diyarın Sultanı ve Padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım; sen ki Frençe Vilayetinin kralı Françeskosun....”

İmparatorluğun sınırlarını doğuya doğru genişleten babası Yavuz Sultan Selim'in aksine Kanûnî Sultan Süleyman, İmparatorluğun Avrupa'da genişletilmesi siyasetini gütmüştü. Belgrad'ın tekrar alınışı, Rodos'un ele geçirilmesi, Fransız Kralı I. François'in Charles Quint'in elinden kurtarılması için Kanûnî 'ye elçi göndermesi ve bu sebeple yapılan deniz ve kara harekâtı, Macaristan seferi, Mohaç meydan muharebesi, Budin'in fethi, İkinci Macaristan seferi ve Viyana'nın kuşatılması, üçüncü Macaristan ve Alman seferleri hep bu siyasetin sonucu idi. Bu arada doğu da ihmal edilmemiş, İran ve Bağdat seferleri yapılmış, Kızıl Deniz'den Hint'e kadar her yere donanmalar gönderilmiş, Aden ve Yemen de İmparatorluk sınırları içine alınmıştı.

Osmanlı tarihinin en ünlü simaları da Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanatına rastlayan bu altın çağda görülmüştü. Hükümdar olduğu devirde Mimar Koca Sinan, Fuzûli, Bakî gibi büyük sanatkarlar yetiştiği gibi, Barbaros Hayreddin gibi kahramanlar. Piri Mehmet Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi büyük devlet adamları da yetişmişti.
Kanûnî’nin eşsiz veziri Piri Mehmet Paşa, ona : Padişahım; Avrupa’nın kapısı Belgrat, Akdeniz’in kilidi de Rodos’tur.! Dediği zaman Kanuni, Vezirinin işaret ettiği yerleri almaya karar verdi.

1521 yılında Belgrad’ı, 1522’de de Sen Jan Şövalyelerinin elinde bulunan Rodos Adasını fethetti. Bu fetihlerden sonra vezirliğe Makbul İbrahim Paşayı getirdi. İbrahim’i Manisa’da iken bir köle olarak yanına almış ve kendi terbiyesiyle yetiştirmişti.
Kanûnî Süleyman’ın en büyük seferi Mohaç Savaşıdır. Kanûnî, Macaristan’ı zaptetmek üzere dört yüz bin kişilik bir ordu ile Macaristan’a hareket etti. Türk ordusu bütün haşmetiyle Avrupa’ya girdi. Müttefik bir haçlı ordusu Mohaç Ovasında Türk Ordusunu beklemekte idi.

29 Ağustos 1526 tarihinde Türk Ordusu, aynı yerde harp düzenine girdi. Güneş henüz doğmuştu. Bir ezan sesi, bütün orduyu ayağa kaldırdı. Hepsi kıbleye dönerek namaza durdu. Renk renk ve çeşit çeşit kavuklu dört yüz bin Türk askeri, zümrüt yüzlü bu ovada açmış çiçeklere benziyordu. Tanrı huzurunda bir huşu içinde namaz kılan askerler, diz çöküp ellerini göğe kaldırarak Cenabı Haktan zafer niyaz ettiler. Namazdan sonra Kanûnî Süleyman parlak bir zırh giymiş olduğu halde otağının önüne konulmuş tahtına oturdu. Bu anda padişahın dokuz tuğu açıldı. Bundan sonra da tekbirlerle sancak açılarak alemdarlar etrafı sardılar. Orduyla gelen Hazine-i Hümayun da ihtiyatta muhafaza altına alındı.

Bundan sonra saflar arasından en yaşlı bir asker tahtın önüne gelip diz çöktükten sonra Padişaha karşı : Padişahım, dünyada harpten şerefli ne var? diye bağırdı. Bu sözü, bütün ordu tekrarladı. Sözü söyleyen yaşlı asker yerine döndüğü zaman ordunun büyük bir çoğunluğunu teşkil eden sipahiler atlarından indiler. Ellerindeki palalarını yere koyup üzerine bastılar, sonra palalarını kından çıkarıp hep bir ağızdan : Padişahım, din-i millet uğruna baş vermeğe geldik, hazırız! diye bağırdıktan sonra üç defa başlarına toprak serperek sipahi yeminini ettiler.


Bu merasim bittikten sonra Kanûnî taarruz emrini verdi. Sipahiler sağ ve sol kanatlarda, yeniçeriler ve padişah ise ordunun kalbinde yer aldılar. Taarruz başlamadan önce mehter takımı cenk havaları çalmaya başladı. Geleneğe göre harp bitinceye kadar mehter çalardı. Fil ve develerin üzerindeki büyük köslerin çıkardığı sesler her tarafı inletirdi. Taarruz başlayınca ilk defa Azaplar, bunların arkasından da yeniçeriler hücuma kalktılar. Macar Kralı Lui de ağır Macar süvarileriyle karşı taarruza geçti. Düşmanı içeri çekip bir anda cep içine aldılar. Bu anda sağ ve sol kanatlardaki sipahiler müttefik ordusunu sarıverdiler. Kanlı bir savaş başladı.

Bu anda Macar Kralı Lui de öldü. Bütün ordu perişan olup, bir kısmı da esir düştü. Mohaç seferi iki saat sürdü. Bu çeşit yıldırım harbi tarihlerde yazılı değildi. Kanûnî, Mohaç Seferiyle bütün Macaristan’ı fethetti. Ertesi gün de, kralın sarayında zafer tebriklerini kabul etti.
Alman İmparatoru Şarlken’in kardeşi Ferdinand, Macaristan topraklarına taarruza geçti. Bunun üzerine Kanûnî Süleyman, 1529 tarihinde büyük bir ordu ile Almanların üzerine yürüdü. Karşısında bir ordu görmeyince Viyana şehrini kuşattı. Fakat ağır toplar getirmediğinden dolayı Viyana şehri alınamadı. Ancak Türk akıncıları Almanya’nın göbeğine kadar akınlar yaptılar. Bunun üzerine bütün Avrupa heyecana kapıldı.
Kanûnî, batı seferlerinden sonra İran üzerine de bir sefer tertipleyerek Bağdat’ı fethetti. Türk orduları karalara hakim olduğu sıradaa, Türk Amiral Barbaros Hayrettin de Akdeniz’de Türk bayrağını dalgalandırıyordu. Barbaros Hayrettin, Venedikli Amiral Andrea Dorya’nın donanmasını Preveze’de mağlup etti. Bu büyük deniz zaferi neticesinde Akdeniz, bir Türk Gölü haline geldi. Aynı zamanda Türk donanması, Hind Denizinde de Portekiz sömürgecileriyle savaşa devam etti.
Kanûnî, son zamanlarında çok sevdiği Haseki Sultanı, Hürrem Sultan’la vaktini geçiriyordu. Nihayet ihtiyarlığında Roksolan adlı bu Rus kızının nüfuzu altında kaldı. Hürrem Sultan, oğlu Sarı Selim’i tahta çıkartmak için bir Türk anadan doğan Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğli’sinde katlettirdi. Kanûnî’ye kadar bütün Türk padişahları Türk anadan doğan çocuklardı. Fakat Mustafa’nın ölümü ile Hıristiyan anadan doğan çocuklar da tahta geçmeye başladılar. Bundan sonra İmparatorluğun çöküşü başladı. Hürrem Sultan, damadı Hırvat Rüstem Paşayı Sadrazam yaptırdı. Bu vezir rüşvet alma usulünü meydana getirdi. Kanûnî’nin en son veziriazamı Sokullu Mehmet Paşa idi. Bu kudretli vezir, memleketin dış siyasetini başarıyla idare etti. Fakat “Tımar” usulünü bozmak suretiyle de bir kötülük yapmış oldu.
Kanûnî’nin 71 yıllık muhteşem yaşantısının on üçüncü ve sonuncu seferi Zigetvar üzerine oldu. Vergiye tâbi tuttuğu Alman İmparatorunun sözünü yerine getirmediğini gören Kanûnî, yaşlı, hasta ve bitkin haline rağmen bu sefere çıkmıştı. Kendisini hiç de iyi hissetmiyordu. İlk defadır ki bir seferde araba içinde yol alıyordu. Kanûnî., 46 yıllık saltanatının 10 yıl 3 ay 5 gününü seferlerde at sırtında geçirmişti. 5 Ağustos 1566 günü, Macaristan toprakları üzerinde, Almanların elinde bulunan Zigetvar Kalesi'nin muhasarası başladı. Kanunî Sultan Süleyman Hân, otağından bu kuşatmayı izliyordu.
Her geçen gün biraz daha bitkinleşmekteydi. 71 yaşındaki cihan padişahı, kuşatmanın birinci ayı dolarken artık yatağından kalkamaz hale gelmişti.

Bin bir şan ve şerefle dolu bir ömür tükenmek üzere idi artık. Pîri Mehmet Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Ayas Paşa, Hadım Süleyman Paşa, Rüstem Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi büyük sadrazamlar, Barbaros Heyrettin Paşa, Aydın Reis, Pîri Reis, Turgut Paşa, Seydî Ali Reis gibi yaman kaptan-ı deryâlar, Piyâle Paşa, Uluç Ali Reis gibi namlı denizciler, Devlet Giray, Lala Mustafa Paşa gibi ünlü kumandanlar, Koca Mimar Sinan, Karahisarî, Nakkaş İbrahim, Fuzulî, Bakî gibi ölümsüz eserler bırakan dev sanatçılar arasında geçen 46 yıllık saltanatın son demleri gelmişti.

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmayâ devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat dedikleri bir cihân gavgasıdır
Olmayâ baht u saadet dünyada vahdet gibi

sözlerinden oluşan ölümsüz mısraların da güçlü şairi olan cihan padişahı Kanûnî Sultan Süleyman Hân, 7 Eylül 1566 Cumartesi, günü sabaha karşı harp alanındaki otağında top sesleri, kılıç şakırtıları, kös gümbürtüleri ve mehter növbetleri arasında son nefesini verirken Zigetver Kalesi düşmek üzere idi.

Bu nedenle büyük Sadrâzam Sokullu Mehmet Paşa, cihan padişahının vefat haberini askerden sakladı. Otağda, Hekimbaşı Kaysûnizâde Mehmet Çelebi tarafından tahnit işlemleri yapıldı. Bu işlem sırasında hazır bulunan Hünkâr Başimamı Derviş Efendi dinî görevleri yerine getirdi.Ve üç kıtaya hükmeden koca imparatorluğun büyük padişahı, tesadüfün garip bir cilvesiyle üç ayrı yerde kılınan üç cenaze namazı sonunda İstanbul'da adını taşıyan caminin yanındaki türbesinde ebedî istirahatgâhına tevdi olundu.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kemal Reis

Türk denizcilerinin en büyüklerinden biridir. Gelibolu’da doğmuştur. Hangi yıl doğduğu kesin olarak belli değildir Gençliğini korsanlıkla ve deniz savaşlarında geçirmiş ve 1494 yılında Osmanlı Devletinin resmî olarak hizmetine girmiştir.
Bazı Osmanlı tarihçileri onun Kaptan-ı Derya Sinan Paşa tarafından esir edilerek köle sıfatıyla saraya verilmiş olduğunu yazarlarsa da bu rivayet yanlıştır. Kendisinin deniz cenklerinde esir aldığı bir prensi saraya köle olarak vermiş olmasından ileri gelen bir hata olması ihtimali vardır. Ona Reis denmesi Azepler Reisi olduğu içindi.
Tarihçi Alî’nin yazışına göre Kemal Reis Eğriboz Azepler Reisi iken Dip Frengistan’a gitmiş ve bütün sahillerdeki kaleleri vurmuş, gittikçe gemisi çoğalıp levent mellahlarına başbuğ olmuştur. Frenk kıyılarının hakimleri onun korkusundan şaşkına dönmüşler.
Bir gece Malta adasına varmış ve bir yol bulup adadaki Beyin oğlunu esir almış, onu bir çok kumaş yükleriyle birlikte önce Gelibolu’da Arnavut Sinan Beye ve onun tavsiyesi ile İstanbul’a saraya getirmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki şöhreti bu hadise ile başlamış görünüyor.
Kemal Reis Gırnata’da Beni Ahmer hükümdarlarının sonuncusu olan Mevlâ Hasan’ın Osmanlı devletinden imdat istemesi üzerine donanma ile İspanya sularına gitmiş, nümayişler ve vurgunlar yaparak oralara korku salmıştı.
Bu sırada Kristof Kolomb’un Amerika’dan dönen gemilerini ve tayfalarını üçüncü dönüşlerinde esir etmiştir. Bunun delili Amerika keşfine üç defa iştirak etmiş Portekizli bir kölesi bulunması ve Kristof Kolomb’un el yazması haritalarını da ele geçirmiş olmasıdır. Sonraları Pirî Reis Amerika haritasını yaparken bundan istifade etmiştir. Meşhur coğrafyacı Pirî Reis, Kemâl Reis’in kardeşinin oğludur.
Kemal Reis, İkinci Bayezid zamanındaki İnebahtı, Modon seferlerinde ve Mora sahillerini Venediklilerden alınması sırasında büyük yararlıklar göstermiştir. İkinci Bayezid tarafından Hicaz’a gönderilen hediyeleri Kemal Reis Mısır’a götürmüştü. Bu sıralarda Şehzade Korkut da Mısır’a kaçmış ve iade olunmuştu. Şehzadeyi getiren Mısır gemileri dönüşte Anadolu’dan kereste götüreceklerdi. Rodos Şövalyeleri Marmaris önlerinde bu gemileri esir aldılar. Kemal Reis de bu şövalyelere hadlerini bildirmek üzere Gelibolu’dan bir donanma ile yola çıktı. Bir Macar dönmesi olan tersane reisi, çürük bir gemiyi boyayıp süsleyerek Kemal Reise vermişti. Çürük gemi Rodos önlerinde ikiye bölündü ve böylece büyük denizci kubbesi gök olan bu engin mezara gömüldü.
Bütün hayatı deniz savaşlarıyla geçen bir ömürden sonra Kemal Reis, 1523 yılında yine denizde öldü. Kemâl Reis büyük Türk denizcilerindendi. Akdeniz kıyılarına yıllarca hâkim olmuştu. Kemâl Reis gençliğini korsanlıkla geçirdi. Birçok deniz savaşlarına katıldı. Onun gemileri Akdeniz’in uzak kıyılarına kadar açılırdı. O, birçok kaleler fetheder, ganimetler toparlardı; büyük bir Türk deniz kahramanı idi.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Köroğlu

Ünlü bir destana konu olmuş bir halk kahramanıdır. Bu isimde XVI. yüzyılda yaşamış bir halk şairi de vardır. Ama tarihî kişiliği bilinemeyen, asıl Köroğlu, XVII. yüzyılda Bolu havalisinde yaşamış, sonradan ünü bütün Anadolu'ya yayılmıştır. Babası da Bolu beyi tarafından gözlerine mil çektirilerek cezalandırıldığı için Köroğlu diye tanınmıştır. Zulme karşı ayaklanarak halkın hakkını koruması, onu destansı bir kahraman haline getirir.
XVII. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde merkeze bağlı olmayan teşkilâtın iyice meydana çıktığı, buna karşılık, saraya bağlı, sadrâzama bağlı beylerin, valilerin de yer yer başlarına buyruk olarak halka zulmedebildikleri bir devirdir.
İşte böyle bir devirde Bolu Beyi Süleyman Bey, kendisine bunca yıl hizmet etmiş seyislerinden birine fena halde kızarak gözlerine mil çekilmesini emretmişti. Bolu Bey'i son derece katı yürekli, zalim bir adamdı. Her ne kadar kendisini sevenler araya girdilerse de dediğinden dönmedi. Buyruğunu vaktinde yerine getirmemiş olan zavallı seyisin gözleri kör edildi ve sıska bir ata bindirilerek kaleden dışarı atıldı.

Yaralı seyis at sırtında yolda kalınca sesini çok iyi tanıyan atının kulağına eğildi ve:
– Dünya bana zindan oldu, beni köyüme götür... dedi.
Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, sonunda seyisin köyüne vardılar. Uzaktan at sırtında yığılı babacığının geldiğini gören on beş yaşındaki oğlu, ermiş yetmiş bir insan gibi onun ıstırabını anladı, koşup attan indirdi, anasının yanına getirdi. Seyis olanları “Hal ve keyfiyet böyle böyle” diye bir bir anlattı, oğulcuğundan öcünün alınmasını vasiyet ederek oracıkta ruhunu teslim etti.
Köroğlu, on beş yaşında ata bindi. Babasına verilen kır at canlandı, sıskalığı gitti, şahbaz bir hayvan oldu. Köroğlu, atına atladığı gibi dağlara çıktı. Kılıç kuşandı. Babasının intikamını almak üzere ant içti. Yolda rastladığı bir çobanın sazını alarak terkisine asmıştı. Kime rastlasa hayvanını durdurur, sazını eline alır, tıngırdatarak Bolu Beyinin zulmünü anlatırdı.
Her yerde aradığı bu zâlim adama günün birinde rastlayacağını biliyordu. Giderek hayvanı rüzgâr kesildi. Nerede bir yolsuzluk olsa köylü Köroğlu'na haber salardı. O da gelir, ortalığı düzene kordu.
Bir gün Çamlıbel'de konaklamıştı. Bir kervancının, yolcularından bir genç adamı soyup döverek uçuruma attığını gördü. Bir kılıçta kervancının başını uçurdu. Öteki adamlar kendisine hayır dua ettiler. Uçurumdan çıkardığı genç yolcu ise:
“Hayatımı kurtardın, gayri ben senin kulun kölenim” dedi. Köroğlu onun adının Ayvaz olduğunu, kervanın da Bolu, Beyine yük götürdüğünü öğrenince Ayvaz'ı yanına aldı. Beraber yola çıktılar.
Bir Köroğlu, bir Ayvaz, etrafı kasıp kavuran, fakir köylüyü haraca kesen zâlim Bolu Bey'ini bulmaya çıktılar. Şehre yaklaştıkları sırada bir kale vardı. Sabahın bir vaktinde kale mazgallarından hazin bir şarkı duydular. Bu şarkıyla bir genç kız kendisinin Bolu Beyi'nin kızı olduğunu, babasının sırf kimseyi sevmesin diye kendisini oraya kapadığını göz yaşları içinde anlatıyordu. Köroğlu sazı eline aldı, kıza sabırlı olmasını, dönüşte kendisini kurtaracağını söyledi.
Bolu'ya vardıklarında büyük bir alana halk toplanmıştı. Şenlikler yapılıyordu. Köroğlu elbise değiştirerek pehlivanlar arasına katıldı. Bir bir hepsini alt etti. Sonunda Bolu Bey'i huzuruna çağırttı onu ve:
– Bre pehlivan, sen kimsin? Seni muhafızlarıma bey yaptım...dedi.
Köroğlu da: “İşte ben o gözlerini kör ettirdiğin seyisin oğluyum” diyerek kılıcını çaldığı gibi herkesin dehşet dolu bakışları önünde Bolu beyinin kellesini uçurdu ve halkı bir zâlimden kurtardı.
Ondan sonra hemen Ayvaz'ı gönderip kaleden Beyin kızını getirdi. Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle kendine nikâhladı. O tarihten sonra Bolu Bey'i olarak halka adaletle muamele etti.

Onun şu sözleri yüzyıllar boyu dilden dile dolaşmıştır:

Bizden selâm olsun Bolu Beyi'ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından, kalkan sesinden
Dağlar sada verip seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kâtip Çelebi

Tarihte "bilgi hazinesi" büyük insanlar vardır. Eskiler, bunlara "hezarfen" ya da "ayaklı kütüphane" derler. Bunlardan bazıları bilgilerini ölümleriyle birlikte götürür, kısa sürede unutulurlar. Bazıları da düşünce ve bilgilerini ölümsüzler defterine yazdırırlar. İşte, XVII. yüzyılın yetiştirdiği, tarih, coğrafya, idarî hukuk, maliye ve denizcilik konularında ünlü eserler yazan, büyük Türk bilgini Kâtip Çelebi de bu ölümsüz kişiler arasında seçkin bir yer alır.

Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa'dır. Devrinde, Kâtip Çelebi, ya da Hacı Halife diye tanındığı için asıl adı unutulmuş, sadece okuyup yazan, kendi halinde efendi bir insan anlamındaki "Kâtip Çelebi" takma adı yaşamıştır. Batılılar onu "Hacı Kalfa" adıyla tanırlar.
Kâtip Çelebi, 1609 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Osmanlı Sarayında, "Silâhdarlık zümresi"ne bağlı bir görevde bulunan Abdullah Efendidir. Yaşlı baba, çocukluğundan beri her şeyi soran, arayan ve araştıran bu parlak zekâyı, en iyi biçimde yetiştirebilmek için çabalar harcar. Mustafa'yı devrin tanınmış bilginlerine teslim eder. Mustafa kiminden dinî bilgiler alır, kiminden Arapça, Farsça öğrenir. Bununla da yetinmez Lâtince ve Fransızca'ya merak sardırır. Felsefe, mantık, matematik, tarih, coğrafya bilgileri için kimde ne varsa, onun önünde diz çöker.

Halep çarşılarında kâtip kavuklu, ince, yirmi dört yaşlarında bir genç, cübbesinin eteklerini savurarak, dolaşıp duruyordu. Hacca gidecekti ama, önce yapılması gereken işlerini bitirmesi gerekiyordu.

Talebe-i ulûmdandı kendisi, yani medrese mollasıydı. İlim öğreniyordu. Hoş, aslında Yeniçeri kâtibiydi ama, bu, geçimini sağlamak içindi. Öteki mollalar gibi köy köy, kasaba kasaba dolaşıp on bir ayın bir sultanı Ramazanda kışlık gıdasını, erzakını toplayacak kadar vakti yoktu. Çelebi Mustafa, gerçekten ilim istiyordu.

Elindeki üç beş kuruşu kitaplara yatırması bundandı zaten. Halep çarşısı esnafı, bu tüysüz genci tanımışlardı artık. "Gene geliyor" dedikleri zaman hiçbir yazma eserin gerçek değerine gitmeyeceğini bilirlerdi. Çelebi Mustafa, bazen o kitapları, bir gecede okumak şartıyla kiralardı. Gerçekten, koskoca ciltleri okurdu da bir gecede... Bütün masrafı, iki akçeye aldığı bir mumdan ibaretti. Onun ilim öğrenmeye karşı bu isteği ve bu denli ateşli çalışması, esnafta kâr isteği bile bırakmamıştı.

Molla Mustafa, Halep Medresesi'ne döndüğü zaman kolu, koltuğu kitap dolu olurdu. Hemen yere çöker, pencere içine yerleştirdiği mumunu ateşler, divitini çıkarır, kamış kalemini cızırdatarak meşk kâğıtları üzerine not almaya başlardı: "Hadîkatü's-Süedâ... eser-i merhum Fuzûlî Muhammed Efendi... Kerbelâ Vak'ası ve Hasan-Hüseyin Kıssası ve Peygamber Efendimiz'le ilgili olaylar" sonra sayfa sayısı yani yaprak (varak) ve nüshayı hazırlayan kâtip...

Molla Mustafa, bütün bunları tek tek yazardı. 1633 yılında, 24 yaşındayken İstanbul'a döner. Kendisini büsbütün okumaya ve öğrenmeye verir. Ancak, bu şekilde yaşantısında bir denge kurabildiğini söyler. İşi gücü okumak, öğrenmek ve yazmaktır.

İstanbul'un eski kitapçılarını dolaşarak, nesi var nesi yoksa kitaba verir, satın alamadıklarını da defterine kaydeder. Bir yerde bir kitap adı duysa, ne yapar yapar, onu bulur, okur. Böylelikle, kaybolmuş sanılan, ya da hiç bilinmeyen birçok önemli eserleri, gün ışığına çıkarır, bilim dünyasına tanıtır.

Sorarlardı kendisini yeni yeni tanımış ve sevmeye başlamış olan sahaflar:
"Kuzum Molla, yazan yazmış, ya sen ne diye bunların künyelerini çıkarırsın yeniden?". Ya da medresede okuyan diğer mollalar ona takılırlardı: "Bre Yeniçeri kâtibi? Nedir zorun bu kitaplarla? Hiçbirisini almazsın, mülk edinmezsin, yazar bre yazarsın... Başkalarının ilmini çalarsın. Geçinmek midir murâdın, yoksa eser mi telif edersin?"


Kâtip Çelebi Efendi, gerçekten çelebi huylu ve efendi olduğu için, sadece bıyık altından gülerdi bu takılmalara. Ciddiye almazdı. İlmin satırda değil, sadırda (göğüste) olduğunu o da bilirdi. Ama, onca kitabı bir araya getirmenin imkânsızlığı karşısında, yüzlerce, binlerce eseri okuyup unutmak tabiî olduğuna göre, onların hiç değilse konularını bir deftere kaydetmenin faydasını kendisi tecrübeyle biliyordu.

Nitekim, geceler birbirini kovalayıp defterler birbiri üstüne yığıldıkta muazzam bir cilt meydana geldi. Bir zamanlar Halep çarşılarında yel yepelek yelken kürek koşuşup duran Kâtip Çelebi, çalıştığı yerde halifeliğe kadar yükseldi. Meydana getirdiği eserleri merak sahipleri Osmanlı ülkelerinin dışından gelerek tetkik eder oldular.

Taş bir medrese odasında, mum ışığında göz nuru dökerek meydana getirdiği o koskoca eser Keşfüzzünûn, o zamana kadar bilinen ilimler hakkında yazılmış bütün eserleri özetleyen eşsiz bir kitap olmuştu.

Öyle ki, elden ele yazma kopyaları çıkarılarak çoğaltılan kitap, Batı dünyasında Hacı Kalfa diye anılan Hacı Halife'nin, yani Kâtip Çelebi'nin en değerli eserlerinden sayıldı.
Keşfüzzünûn, üç yüzden fazla fen ve bilim dalında yazılmış 1450 kitabın fihristini, ansiklopedik bir mahiyette sıralayan, bu eserler hakkında, kısa ve özlü bilgiler veren eşsiz bir bibliyografyadır. Kâtip Çelebi'nin Cihan-nümâ'sı, Fezleke'si, Tuhfetü'l-Kibâr'ı, Mîzânü'l-Hakk'ı, Düstûru'l-Amel'i ve Takvîmu't-Tevârîh'i başta gelen eserlerindendir.

Vaktiyle kendisine "Ne yaparsın bre Yeniçeri kâtibi?" diye takaza edenler daha sonra saçları sakallarına karışmış, kadılıklarda kalmış, ilim yolunda ilerleyebilmek için onun eserine başvurarak ancak orada gördükleri eserlerin asıllarını aramaya ve detaylarını öğrenmeye mecbur olmuş insanlar haline gelmişlerdi.

Hacı Kalfa, bildiği yabancı dillerde de eserlerinin tercümelerini, özetlerini meydana getirdi. Böylelikle adını bütün dünyaya duyurdu. İlimleri sınıflandırmak, o yolda yazılmış eserlerin tamamını özetlemek suretiyle Türk dilinin ilk bibliyografyasını, kitap, bilgisi ve listesini meydana getirmek şerefi, tarihimizde ilk kez ona nasip oldu.Bir gün, devrin tanınmış şairi Şeyhülislâm Yahya, bir konuşma sırasında, Kâtip Çelebi'ye şöyle der: Çelebim, bin ciltten fazla tarih kitabınız olduğu söyleniyor, doğru mudur? Evliya Çelebi bu soruyu : Olmak gerektir...şeklinde cevaplandırır.

Şeyhülislâm Yâhya, bu cevabı şüpheyle karşılar. Buna üzülen koca bilgin, ertesi gün, çarşıdan on katır kiralar. Beş yüz kadar kitabı bu on katıra yükler, Şeyhülislâmın konağına gönderir. Şu haberi de kendisine iletir : Evde kalanların sayısı bundan daha fazladır. İsterlerse gelip görebilirler. Kâtip Çelebi'ye göre bilim, topluma biçim ve yön veren, toplumu ayakta tutan bir kılavuz, bir gerçekler topluluğudur. Bilginler ise, insanın kalbi ve beyni değerindedir. Bilimin her türlüsü yararlıdır. Bu yüzden Kâtip Çelebi'ye, ansiklopedi gözüyle bakılır çoğu zaman...

Eskiler bu gibilere kırk ambar derler. Her şeyden söz açar, her şeyi bilir bunlar... Örneğin, Kâtip Çelebi'nin Cihannümâ adlı çok tanınan ve çeşitli yabancı dillere çevrilen eserini ele alınız. Bu kitaba yalnız dünya coğrafyası gözüyle bakamazsınız. Memleketlerin her şeyinden bahseder. Tarih, coğrafya, ekonomi, siyaset, ahlâk ve daha başka şeyler...
O devirde birçok doğulu bilginler, dünyanın tepsi gibi düz veya sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğunu savunurlarken, Kâtip Çelebi, Cihannümâ adlı eserinde, dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin çevresinde döndüğü inandırıcı bilgilerle ispat edilmektedir. Onun bu derece müspet bilimlere bağlı. kalması, devrinde birçok medrese hocalarını kendisine karşıt yapmış, bu yüzden onlarca sevilmemiştir.

Kâtip Çelebi'nin Mîzânü'l-Hakk adlı eserinde çeşitli olaylar müspet bilimler süzgecinden geçtikten sonra yorumlanmakta ve sonuçlar çıkarılmaktadır.

Düstûru'l-Amel adlı eseri, devlet gidişatını eleştiren, doğru yolları gösteren bir başka eseridir. Tuhfetü'l-Kibâr denizcilikten, Dürer-i Münteşire ise hukuktan bahseder. Kâtip Çelebi, en verimli çağında, 1657 yılının 6 Ekim Cumartesi günü 48 yaşındayken hayata gözlerini kapamıştı. O gün, ardında, yirmiden fazla eser bırakıyordu. Bu eserler, kısa bir süre sonra, Avrupalı bilginlerce hemen kendi dillerine çevrilecek ve basılacaktı.

Kâtip Çelebi, eserleri arasında tarihe büyük bir önem vermiş olmakla birlikte, tarihî olayları tam bir tarafsızlık içinde vermesini bilen bilginlerimizin başında gelir. Onun Fezleke adlı eserinde, Osmanlı padişahlarını ve idarî açıdan yetersiz devlet adamlarını acı bir dille yerdiğini sık sık görürüz.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kapağan Kağan

İlteriş öldüğü zaman biri 8 yaşında (Bilge), diğeri 7 yaşında (Kül Tegin) olmak üzere iki oğul bırakmıştı. Kardeşi 27 yaşındaki Kapağan (veya Kapgan), hakan oldu (692-716). Çin kaynaklarında adı Moç’o (Türkçe aslı, Bekçor) diye geçen Kağan, Türk tarihinin büyük fatihlerinden biridir. Tonyukuk devlet müşavirliği vazifesini yapıyor, kardeşi, yeğenleri ve oğulları yavaş-yavaş Gök-Türk hakanlığının seçkin simaları olarak beliriyorlardı.
Kapağan Kağan’ın devlet politikasının esasları üç ana başlık altında incelenebilir:

1-Çin’i baskı altında tutmak. Bunda iki amacı vardı, Türk devletinin huzurunu korumak ve halka yetecek ölçüde tarım üretimi imkanları sağlamak.
2-Çin’de dağınık halde yaşamakta olan Türkleri anavatana (Ötüken) çekmek. Bunda da iki amacı vardı. Türkleri yabancı hakimiyetinden kurtarmak ve Türk ülkesinde askerî ve ekonomik gelişmeyi hızlandırmak.
3-Asya kıtasında ne kadar Türk yaşamakta ise, hepsini Gök-Türk birliğine bağlamak.
Kapağan’ın bu siyasî ve ekonomik görüşleri onu sayılı Türk büyükleri arasında çok yükseltmektedir. Özellikle bu üç. nokta çok dikkat çekici bir siyasî kavrayış ifade eder.
Genç, haşin ve ihtiraslı Kapağan, seferler ve zaferler dizisini 693 yılındaki Çin baskını ile açtı. Ling-çu eyaletini şiddetle sarstı ve aynı yıl içinde bu bölgeye yedi sefer daha düzenledi. Sonra Ordos’a akın yaptı. Askerî harekâtını yeniden Ling-çu’ya yoğunlaştırdığı 696 yılında, Şeng-çu’ya 1, Liang-çu’ya 3, Ling-çu’ya 8 sefer yapmıştı. K’i-tan’larla Çin’in bozuşmasını kendi lehine değerlendirerek, T’ang imparatoriçesi Wu’yu destekledi.
696 yılının Ekim ayında K’i-tanlar’ı Hopei bölgesinde ağır bir hezimete uğrattıktan sonra, imparatoriçeden isteklerini sıraladı: 100 bin”hu” (hu= 12,5 kilo çeken ölçek) tohumluk darı, 3 bin adet tarım âleti, 10 bin (T’ang-shu’ya göre 40 bin) fond demir, Çin topraklarında oturan (Çoğu Ordus’da “6 eyalet” arazisinde idi) Türkler’in anavatana iadesi.
Kapağan Kağan daha sonra Yenisey bölgesini işgal etmekte olan Kırgızlar’a yöneldi. Mevsim kış (697-698), yol uzun ve güçlüklerle dolu idi, fakat bu sefere zaruret vardı. “(Kuvvetli Kırgız Kağanı) Çin ve On-ok kağanları ile anlaşıp, Altun ormanında (Altaylar’da) toplanalım, ordularımızı birleştirelim Türk kağanına saldıralım, yoksa kağan cesur olduğundan o bizi mahveder demişler” (Tonyukuk Kitabesi)
Kapağan ile Tonyuyuk idaresindeki Gök-Türk ordusu “kar sökerek ağaç dallarına tutunarak, bazen atları yedeğe alarak” yolsuz vâdilerden Köğmen dağlarını aştı., Yenisey kaynaklarında belirtildiğine göre, Anı ırmağı kayısındaki Kırgızlar’ı bastırdı, “han”ı öldürülen Kırgız ülkesi tamamen teslim alındı.
Kapağan Kağan 697 yılının yazında, mevcut duruma uygun olarak, orduyu ve idareyi yeniden teşkilâtlandırdı: Kardeşi To-si-fu’yu hâkanlığın sol kanadı “yad”ı, İlteriş’in oğlu 14 yaşındaki Bilge’yi sağ kanad’a Tarduş üzerine “şad” tâyin etti ve kendi oğlu Bögü (Kitâbelerde İnal Kağan, Çin kaynaklarına Fu-kü)yü “küçük kağan” yaptı. Böylece Türk imparatorluğunda iki cephe oluşmuş, askerî kuvvetler de iki ordular grubu hâlinde tertiplenmişti.

Kapağan Çin ile savaşa hazırlanırken, İnal Kağan ile Bilge Şad emrindeki fakat gerçek sevk ve idaresi Tonyukuk’un elinde bulunan batı ordular grubu da On-oklar’ı devlete bağlamak vazifesini almışlardı. Çin elçilerine karşı Kapağan’ın şiddetli ve kararlı tutumu geçici olarak doğuda bir silâhlı çatışmayı önledi. “Mo-ç’o’nun kudretinden telâşlanan Çin’den derhal üç bin tarım âleti, 40 bin “şi” (1şi =10 hu) tohumluk darı gönderildi ve Türkler anavatan topraklarına iâde edildi (698). Büyük “kağan”ın plânlarından ikisi gerçekleşmişti.

Ancak Kapağan, kızını bir T’ang prensi ile evlendirmek arzusuna karşı, imparatoriçe Wu’nun, T’ang’lardan değil de, kendi âilesinden bir prensi damat olarak ortaya sürmesinden öfkelendi. Yanında bulunan Çin elçilik heyetinden general Çen-çi-wei(T’ang sülâlesine mensup olmalı)’yi “Çin kağanı” ilan ederek, olunla birlikte ansızın, Çin topraklarında göründü.
Kuei-çu, T’an-çu, P’ing-çu, Yü-çu, Ting-çu, Çoa-çu eyaletlerine, aynı sene içinde (698) otuz defa çıkış yaptı. 100 bin kişilik ordusu tarafından, karşı koyan bütün Çin kuvvetleri yok edildi, at sürüleri, başta olmak üzere bol ganimet ve esir alındı. Oradan kuzeye yönelen Kapağan’a, Çin orduları kumandanı Şa-Çacung-i, emrindeki birkaç yüz bin kişilik kuvvetine rağmen, hücuma cesaret edemeyerek, Gök-Türk süvari tümenlerinin geçişini uzaktan seyrederken, ümidini kaybeden Çin sarayı do orduya gönderdiği gizli bir günlük emirle, “kağan’ı bulup öldürenin”prens ilan edileceğini bildiriyordu.

Bu sırada İnal ile Bilge tarafından sevk edilen batı orduları grubu da, Tonyukuk’un yüksek kumandasında, Altaylar’ı aşıp Yarış-ovası (Cungarya)’na doğru ilerlemiş ve Bolçu (Urungu gölünün güney-batı kıyısında; bugün Tokoi kasabası)’da ateş ve fırtına gibi saldıran “Türgiş kağan”ın kumandasındaki10 tümenlik (100 bin kişilik) On-oklar ordusu üzerinde kesin zafer kazanmıştı (698).
Böylece vaktiyle Tardu’nun, Türk birliğini gerçekleştirdiği tarihten tam 100 sene sonra Kapağan Kağan’ın Doğu-Batı hakanlıklarının topraklarını tek idarede toplaması yolu ile “dehşet verici Türk birliği ihya edilmişti”. Ancak Kapağan’ın planında 3. noktanın tamamlanması için Maveraünnehir’inde zaptı gerekiyordu.

Coğrafî yeri, iklimi, verimli toprakları ile zenginliği bütün kaynaklarda övülen Maveraünnehir’de o sırada Gök-Türk ordularına karşı koyacak bir kuvvet yok idi. Türk soylu bazı ailelerin idare ettiği “şehir krallıkları” 675’lerden beri, nispeten küçük kuvvetlerle ufak çapta teşebbüslere girişen Müslüman Arap- kumandanlara (Abdullah b. Ziyad, Said b. Osman, Musa, Mühelleb vb.) başarı ile karşı koymakta idiler.

Yine Tonyukuk’un kumandasında olmak üzere, “İnal Kağan” ve Bilge taraflarından sevk ve idare edilen, o sene henüz 16 yaşındaki Kül Tegin’in de dahil bulunduğu Gök-Türk batı orduları grubu, Altaylar-Borçlu-Yarış Ovası “Kavimler kapısı” -Çu ve Talas havzaları- Karadağ kuzeyi üzerinden İnci (Seyhun = Sirderya) kıyılarına ulaştı. Nehri geçerek Maveraünnehir’in Kızıl-kum çölüne daldı ve tam güney istikametini aldı. Ordunun bir kısmının, muhtemel bir yan hücuma karşı, İnal idaresinde burada bırakan Tonyukuk ilerledi ve ilk olarak Semerkand’ın güney doğusunda savaşa hazır bekleyen Sok kumandasındaki orduyu ezdi (701).

Aynı zamanda Çinliler’e karşı da bir zafer kazanıldı. Bilge ile Kül Tegin, Keş şehrinin doğusunda, Altı-çub (Chao-wu) kavminden de aldığı yardımlarla 50 bin kişilik bir kuvvet başında, Gök-Türkler’in ipek yolu geçiş hattına inmesine engel olmağa hazırlanan Çinli general Ong-Tutuk (Wei Yuan-çung)’u “İdukbaşı” mevkiinde mağlup ve ordusunu imha ettiler. Cesaret ve savaşçılığını ilk defa bu savaşta ortaya koyan Kül Tegin, Çinli kumandanı, eli ile yakalayıp esir etmişti. Bu şekilde engeller kalkınca Gök-Türk ordusu Tamir Kapıg (Demir Kapı)’a ulaştı.

Burası, bilindiği gibi. M.Ö. asırlardan beri İran-Turan (Türk) ülkelerinin arasında tabii sınır kabul edilmekte idi. Maveraünnehir seferi münasebetiyle Orhun kitabelerinde ilk defa Müslüman Araplar (Tazik) zikredilmiştir. İranlıların Araplara verdikleri Tazi adından (Tay adlı Arap kabilesinden ) gelen Tazik, (Türkler tarafından, sonraları İranlılar için kullanılmıştı: Tacik).
Diğer taraftan Kapağan, Çin’e akınlarına devam ediyordu. 700-702 yılları arasında Çin üzerine 21 sefer yapılmıştır. 704’de Kül Tegin ile Bilge’nin de katıldıkları büyük Ming-şa savaşında 80 bin kişilik Çin ordusu hezimete uğratıldı. Hemen arkasından 11 akın daha tertiplendi. T’ang İmparatoru Çung-tsung yine bir günlük emir neşrederek, Kapağan’ı esir eden ve öldüreni prens unvanı ve 2 bin top ipek vererek taltif edeceğini ilan ediyordu. Ayrıca bütün görevlilere Gök-Türkler’i mağlup etmek için planlar hazırlamalarını emretti.

Bunun üzerine sarayın yüksek memurlarından Lu Fu’nun imparatora sunduğu raporda çare olarak: 1- Barbarları birbirine karşı tahrik etmek, 2- Barbarları iki cephede birden zorlamak, yolları tavsiye ediliyor ve M. Ö. 36 yılında Çi-çi’nin böyle yenildiğini hatırlatıyordu. Bu arada, 649’dan beri Çin ile siyasî ilişkiler kurmuş bulunan Basmıllar tekrar itaate alındı (704). 709’da Çik’ler ve Az’lar (her ikisi de Kırgızların doğu komşuları) Bilge tarafından hakanlığa bağlandı. Gök-Türk ordularının uzaklarda meşgul olmasını fırsat bilerek başkaldırmağa teşebbüs eden Kırgızlar da Bilge-Kül Tegin idaresinde “mızrak boyu kar sökerek Köğmen dağlarını aşan” Gök-Türk orduları tarafından Songa ormanında ikinci defa mağlup edildi (710).

Aynı yıl içinde Tolga ırmağı civarındaki Bayırkular, Türgi-yargın Gölü savaşında bozguna uğratıldı. 711 yılında yine Bolçu civarında Türgiş kuvvetleri hırpalandı, han’ı, yabgu’su, şad’ı öldürüldü. Türgiş ülkesi ve “Kara Türgiş” halkı itaate alındı ve bir Maveraünnehir seferi daha yapıldı. Kapağan Kağan’ın gittikçe şiddetini arttıran, müsamaha tanımaz sertliği, huzursuzluğu arttırıyor, bilhassa Türk boylarının ayaklanmalarına yol açıyordu. 711 yılında Kara-Türgiş isyanı Kül-Tegin tarafından bastırılmış ise de, aynı yılda başlayıp 3 yıldan fazla süren ve Çin’in tahriki neticesinde bütün On-oklar’ın katılmaları ile iyice alevlenen Karluk isyanı hayali güçlük çıkardı.

İmparator Çung-tsung’un Kan-su eyaletlerindeki ordularını Gök-Türklere karşı seferber hale getirdiği bu sıkıntılı günlerde; Türkistan’daki yurtlarından kalkarak Ötüken’e kadar sokulmaya muvaffak oldukları anlaşılan Karluklar ve müttefikleri, ancak Kapağan, Bilge ve Kül Tegin’in ortak harekatı ile Tamıg Iduk-başı’ndaki şiddetli savaşta mağlup edilerek dağıtılabildiler.

Bir kısım Karluk kütlesi ve başkaları Çin’e sığındılar ve San-yuan bölgesine yerleştirildiler. Tamıg Iduk-başı muharebesi tam zamanında kazanılmıştı. Gök-Türkleri iki cephede savaşmaya mecbur etmeyi hedef alan Çin kuvvetlerinin Karluklar lehine müdahalesi önlenmişti. Şimdi de Çin hazırlığını saf dışı etmek gerekiyordu: Çin yığınak merkezi Beş-balık üzerine sefer yapıldı(714).

Çin kaynaklarının belirttiğine göre, İnal Kağan ile Tung-iç Tegin ve hakanın eniştesinin kumandasındaki sevk edilen ordu, Beş-balık’ı kuşattı. Kitabelerden, Bilge’nin de katıldığı anlaşılan bu harekatta şehir ele geçirilemedi ise de karışıklıktan faydalanarak Tokmak’daki Türk kabileleri üzerinde bir zafer kazanmakla yetinen Çinlilerin Gök-Türklere karşı büyük ölçüde taarruzu ortadan kaldırılmış oldu.

Ancak hakanlık bir kazan gibi kaynamakta idi. Kitabelerdeki: “Amcam Kağan’ın idaresi karışıklık içinde düştüğü, halkta ikilik ortaya çıktığı zaman...” gibi ifadeler de durumu açıklamağa yeter. Az’lar ve arkasından İzgiler şiddetle ezildi (715). Fakat hakanlığın esas kütlesini meydana getirdiği için devleti temellerinden sarsarak, nihayet ihtilale sebep olan Oğuzların isyanları Gök-Türk içtimaî bünyesinde derin yaralar açtı.

Bunun en önemli sonucu, batı bölgesindeki On-oklar ülkesi, yani Karluklar, Türgişler ve Maveraünnehir’in hakanlıktan kopması oldu. 714 yılı sonbaharında başladığı anlaşılan Oğuz ayaklanmalarının –Oğuzların devlete olan oranları dolayısıyla-, hayretle karşılandığı kitabelerden sezilmektedir: “Dokuz Oğuz kavmi kendi kavmim idi, gök ve yer karıştığı için, düşman oldu”.

715 yılı baharında Kağan’ın açmak zorunda kaldığı Dokuz-oğuz seferinde mağlup edilen Oğuzların hayvanları öldürüldü. 716 senesinde Oğuz kabilelerinden Bayırkular şiddetle hırpalandı. Fakat, bu ömrü boyunca durup dinlenmeyen haşin tabiatlı Kapağan Kağan’ın seri halindeki zaferlerinin sonuncusu oldu.

Kendinden emin, Ötüken’e dönerken yolda Bayırkular’ın pususuna düştü, üzerine atılan bir Bayırkulu tarafından 22 Temmuz 716 tarihinde öldürüldü Bayırkular’ın Çin ile temas halinde oldukları, bu sırada onlar nezdinde bir Çin elçisinin bulunmasından anlaşılıyor. Hatta rivayete göre Kapağan’ın kesilen başı bu elçi tarafından Çin’e götürülmüştür.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kazım Karabekir

1882 yılında İstanbul'da doğmuştur. Babası Mehmet Emin Paşa'dır. 1905'te kurmay subay olarak orduya girmiş. 31 Mart isyanını bastırmaya katılmıştır. Çeşitli cephelerde bulunduktan sonra Millî Mücadele'de Şark Orduları Komutanı oldu. Kurtuluştan sonra Edirne Milletvekili olarak Meclis'e girdi. 1924'te generallikle Ordu Müfettişliğ'inden çekildi. “Terakkiperver Fırka”nın Meclis'te başkanlığını yaptı. 1927'de emekli oldu. 1948'de öldü.
Karabekir Paşa'nın en büyük özelliği şudur. Mustafa Kemal Osmanlı Ordusu'ndan çıkarılmış ve Padişah tarafından gıyaben mahkum edilmiş olarak Erzurum'a gelmişti. Hatta rütbesizliğinden dolayı yaveri bile kendisini terketmişti. İşte o sırada Karabekir Paşa kolordusuyla onun emrine girmiştir. O, Mustafa Kemal'in davasına inanıyordu ve Doğu cephesinden emin olmasını istiyordu. Bunu temin de etti ve başarılı harekatından dolayı Ermenistan Fatihi unvanını kazandı. Ancak savaş ilerledikçe işlerin Ankara'dan yönetilmesi Kazım Karabekir'i terkedildiği, bir kenara itildiği hissine sürükledi. Devamlı şekilde şifrelerle durumu soruşturuyordu.

Kendisinin fikrine başvurulmadığı halde, düşüncelerini Ankara'ya bildiriyor, hükümet yönetimine müdahale ediyordu. Hatta bir aralık, Erzurum milletvekili ve Adliye Vekili Cemalettin Arif Bey'e uyarak “Bağımsız Eyalat-ı Şarkiyye” hükümeti kurma fikrine kapıldığı şüphesini bile uyandırmıştı.Kâzım Karabekir Paşa çok temiz, dürüst, mert ve saf bir askerdi. İyi niyetinden hiç kimse şüphe edemezdi. Bu sebeple, yerli yersiz müdahaleleri dikkate alınmayınca güceniyordu da. Kendi başına da olsa, müspet işler gördüğü muhakkaktır. Karabekir Paşa, Ermenilerin öldürdükleri ailelerden toplanan altı bin yetimi okutmak üzere Darüleytamlar kurmuştu. Bu çocukları giydirip okutma görevini üstlenmişti.
Dönemin mizah gazetelerinde karikatür konusu da olsa ve makamıyla dengeli görünmese bile çocuk ve okul marşları yazarak bunları kendisi besteliyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Başkomutan Enver Paşa'yı:
– Mademki savaş ilanı düşünülüyor, o halde Genelkurmay'daki Alman subaylarını uzaklaştırın! diye sıkıştıran Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal'e karşı da bu tutumunu değiştirecek değildi.
Mustafa Kemal ise, kendisinin Millî Mücadele'deki payını gayet iyi bildiğinden, tatbik etmese bile tavsiyelerini hoş karşılamıştı. Ancak, Kâzım Karabekir’in, Rauf Bey, Ali Fuat ve Refet Paşalarla bir olarak girdiği tertibi affetmemiştir.
26 Ekim 1934'te Ordu Müfettişliğinden istifa ederek Meclis'e dönmek istediğini bildiren Karabekir Paşa'yla, Ali Fuat Paşa'nın aynı maksatla müfettişlikten 30 Ekimde istifası ve mebusluğu bırakmak isteyen Refet Paşa'nın istifasının, Rauf Bey tarafından geri aldırılması, Atatürk'te bir komplo hazırlandığı fikrini uyandırmıştı.
Tam o sırada İngiltere'nin verdiği bir ültimatom, savaş tehlikesini ortaya atmıştı. Atatürk, böyle bir zamanda orduların başsız bırakılmasını uygun görmediğinden Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı. Beş kolordu komutanıyla Mareşal Fevzi Çakmak'ı mebusluktan istifa ettirerek genelkurmaya ve kuvvetlerin başına gönderdi. BöyIece hükümet, orduya hakim duruma geçmiş bulundu. Meclise girmiş bulunan Kâzım Karabekir ve Fuat Paşalar dışarı çıkarılarak yeni müfettişe devredinceye kadar görevleri başına gönderildi. Bu suretle bir darbe ihtimali önlenmiş oldu.
Şüphesiz, komutan olarak Kâzım Karabekir Paşa, savaş alanında ve harekat sırasında, Ermenistan Fatihi unvanını hak edecek derecede başarılıydı. Ancak siyaset hayatında aynı başarıyı gösterememiş olması, bir takım haksızlıklara uğradığına inandırarak kendisini küstürmüştü. Milletvekilliği sırasındaki tutumu, ciddi çalışmalar yerine politika oyunlarına katılması, Mustafa Kemal'in sağlığında daha ileri mevkilere geçmesini önlemiştir.
Ancak Atatürk'ün ölümünden sonra, İstanbul'dan milletvekili seçilerek Meclis'e girdi ve Meclis Başkanlığı'na getirildi. Karabekir, orta boylu, tıknaz, hareketleri yumuşak, konuşması ağır, sesi güzel ve güzel sanatlara kabiliyeti olan bir insandı. Ahlâkı itibarıyla daima emrindekilere örnek olmuştu. Eğitim alanında da kabiliyetini, yaptıklarıyla ispatlamıştı. Ordudan ayrıldığı halde askerlik ruhunu hiçbir zaman kaybetmemişti. Kendisinden beklenmeyecek bir gurur sahibiydi. Kurtuluş Savaşı sıralarındaki fedakârlık ve çabalarının, başarılarının unutulduğu, hatta Mustafa Kemal tarafından unutturulmak istendiği zannına kapılmıştı.
Meclis'ten ayrıldıktan sonra Erenköy'de, tren yolu üzerindeki köşküne kapanmış, uzun bir zaman adeta sürgün hayatı yaşamıştı. Bu arada, Atatürk'ün Nutuk adlı eserine benzer tarzda hatıralarını kaleme almış, adını da İstiklal Harbimiz koymuştu.
Türk Kurtuluş Savaşı'nı bütün ayrıntılarıyla anlatan bu hatıralar, 1960 yılında Kâzım Karabekir’in kızları tarafından bastırıldı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kılıçarslan

Türk tarihinin büyük kahramanlarından biri de Kılıçarslan’dır. Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti.
Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi.
Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti.
Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti.
Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti. O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti.
Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı.
Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti.
Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler.
O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.

Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü.
1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?
Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti.

Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı.
Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı.
Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti.

Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti.
Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi.

-Bizler ne olacağız?
Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona:
-Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu.
Esir kız:
- Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi.

Kılıçarslan şöyle mukabele etti:
-Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim...

Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak:
-Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu.
-Her saat, nerede bulunursam!

Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı.
Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu.
Son
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kubilây Han

Kubilây Han bütün Çin’i idaresi almış büyük bir imparatordur. Tarihte kendisinden önce gelmiş bütün hükümdarları gölgede bırakarak en büyük insan kitlesini yönetmiş bir hükümdardır.
Kubilây, Cengiz Han’ın torunudur. Büyük kahramanlar ve komutanlar yetiştiren bir ailedendir. 1211 yılında doğdu. Hükümdarlığa seçilmiş olan kardeşi Mengü, Kubilây’ı Doğu ülkelerini, Hulâgû’yu da Batıdaki ülkeleri almaya göndermişti.
Mengü 1259’da öldü. Kubilây’ın ordusunda bulunan prens ve emirlerin katıldığı büyük bir kurultayın kararıyla hükümdarlığa seçildi. Önce bu kararı kabul etmeyen küçük kardeşi Arıkboğa’yı yendi. Ancak kardeşine kötü davranmadı. Bu âdil hareketi Hülâgû ve diğer prenslerin beğenisini uyandırdı. Onun hükümdarlığını kabul ettiler.
Kubilây Han, Çin’de büyük bir imparatorluk kurarak 1260 ile 1294 yılları arasında 25 yıl hükümdarlık yaptı. Kubilây önce büyük bir ordu ile Siang Yang’ı aldı. Çetin savaşlarla büyük Çin eyaletlerini hükümdarlığına kattı. 1264’te Pekin’i merkez yaptı ve 1280 yılında bütün Çin’i aldı. Kubilây’ın devletinin hudutları, Çin dışında Kıpçak, Çağatay, Almalık, İran ve Kuzeyde Polanya hudutlarına kadar yayılıyordu. Kubilây Han, Japonya’ya, Annam’a ve Çampa’ya yaptığı akınlarda başarılı olamadı. Burma’da büyük bir zafer kazandı.
Kubilây Han cesur ve güçlü bir hükümdardı. Hayatı ülkeler fethetmek ve imparatorluğunu genişletmek için, büyük savaşlarla geçti. Kubilây Han Dünya tarihinde en büyük imparatorluk kurmuş olan hükümdarların başında gelir. Yanında çeşitli milletlerden bilginler, devlet adamları ve diplomatlar bulunurdu.
Kubilây hakkında bize en iyi bilgiyi Marko Polo getirdi. Marko Polo, bu büyük imparatorun sarayı, oradaki hayat, eğlenceler ve vergi sistemi hakkında ilgi çekici bilgiler vermektedir.
Kubilây, 1204 yılında 78 yaşında öldü.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mimar Sinan

Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu. Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi. 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu. 48 yıl bu makamda kaldı. 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti. 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü. Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır.
Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen “Hazreti Süleyman sana galebe çaldım” diye haykırmıştı. İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi. Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu.
Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi. İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu. Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı.
İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti. Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı.
Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve “Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik” demişti. Tarihe adını “Muhteşem” sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek “Bu taşlar da harçta kullanıla” demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı. Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir.
Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: “Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir” diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, “Kubbenin durmasında şüphesi vardır. Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir...” demeye başlamışlardı.
Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti. Sinan’ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı. Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman:
– Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?...” diye gürledi... Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip,
– Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlüm...cevabını verdi. Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı...
Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı. Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı. Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken:
– Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerek...diyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı.
“Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir” diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı.
Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu. Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti.
50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti. Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı. Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi.
Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye ¤¤¤kiretü’l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı. Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize.
Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mehmet Emin Yurdakul

Mehmet Emin Yurdakul 1869 yılında İstanbul’da Beşiktaş’ta doğdu. Babası bir balıkçı olan Salih Reis, annesi ise Edirne’den göçüp İstanbul’a yerleşmiş olan Emine Hanım idi.
Mehmet Emin Beşiktaş Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra İdadi mektebe devam etmiş, ancak bitirememiştir. Bir süre Hukuk Mektebine de devam etmiştir.
Sadaret Evrak Kalemine maaşsız olarak görev yaparken, 1890 yılında bastırdığı Fazilet ve Asalet adlı risaleyi Sadrazam Cevat Paşa’ya takdim etmesi üzerine 700 kuruş maaşla Rüsumat Mektupçu Kalemi Müsevvitliğine, bir müddet sonra da Rüsumat Evrak Müdürlüğüne tayin edildi. Tanınması 1897’deki Yunan Harbi esnasında neşredilen Türkçe Şiirler isimli küçük şiir kitabıyla başlar.

O eserindeki:
Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur,
Sinem, özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur,
Türk evladı evde durmaz giderim.

gibi manzumeler halk diliyle Türklüğün heyecanını ve idealini haykırdığı için yeni bir çığırın müjdecisi olmuştu.
1908 İnkılâbından sonra Mehmet Emin, Erzurum ve Trabzon Rüsumat Nazırlığından Bahriye Nezareti Müsteşarlığına geçti. Bir aralık Hicaz Vali Vekili oldu. Sonra Sivas ve Erzurum valiliklerinde bulundu. Bundan sonra da Musul Milletvekili olmuştu. Daha sonra Şarkî Karahisar Milletvekilliğinde, Urfa Milletvekilliğinde bulundu. İstanbul Milletvekili iken öldü ve Balmumcu’daki yeni mezarlığa gömüldü.
Mehmet Emin, büyük bir sanatkâr ve şâir değildi. Ancak Türklük düşüncesinin uyanması görüşünün ilk müjdecisi idi. Rubâb-ı Şikeste’nin karşısına Türk sazı ile çıktı. Aruz vezninin tumturaklı ve tantanalı edası karşısında, Türklük bilinciyle ve hece vezniyle yazdı. Ondan sonra gelen birçok şâir, onun açtığı yoldan şiir sanatının zirvesine yükseldi.
Onun âhenkli, ama temiz imanlı ve milli heyecanlı mısralarıyla Millî Mücadelenin ilk günlerinde Ankara’ya koşmuş olması, Atatürk’ü, kendisine ordusuyla bir komutan katılmış kadar sevindirdi.
Mehmet Emin, halkın öz duygularını, halkın anlayacağı bir dil ve Türkçe’nin yapısına uygun bir vezinle seslendirmeye çalıştı.Özellikle, edebiyatımızın Arap ve Acem etkisi altında bulunduğu ve herkesin birbirine “Kaba Türk” diye hakaret ettikleri bir dönemde “Ben bir Türküm!” diye bağıran bir şâirdir.
Mehmet Emin’i Türk aydınlarından önce Türk milletinin uyanışı ile ilgili olarak Alman, Rus ve Macar Türkologları anladılar ve onu: “Kendi edebiyatını bulmaya giden bir milletin ilk sesi” olarak nitelendirdiler.

Mehmet Emin Yurdakul’u şu mısraları çok iyi anlatır:

Ey mübarek Anadolu toprağı!
Hani senin bahtiyarlık hukukun,
Hür düşüncen, milli duygun, kanunun?
Hani senin yeni ruhlu çocuğun?
Yazık sana ağlamayan şiire...

O, bütün hayatında Anadolu’nun gözyaşını ve Türk Milleti’nin soyluluğunu haykırmıştır.
Mehmet Emin Yurdakul 1944 yılında İstanbul’da öldü.
En meşhur eserleri Türkçe Şiirler, Fazilet ve Asalet, Zafer Yolunda, Mustafa Kemal, İsyan, Dante’ye Sesler, Kıvılcımlar ve Yıldırımlar, Türk Sazı, Turana Doğru’dur.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mustafa Cemiloğlu

KENDİ KALEMİNDEN CEMİLOĞLU

1943 senesi 13 Kasım’ında Kırım’da doğdum.1944 yılı Mayıs ayında vatan haini damgasıyla hep halkımızla beraber Orta Asya’ya sürgün olunduk. Bizim ailemiz Özbekistan’ın Andican bölgesindeki bir köye sürülmüştü. Çocukluğum orada geçti.

1955 senesinde oradan göç ettik ve Taşkent şehrine yakın bir kasabaya geldik.1956’da Rus dilinde ortaokulu bitirdim ve Taşkent Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’ne girmek istedim. Ama orada bana açıkça, “Bu fakülteye Kırım Tatarları, yani Sovyetlere sadık olmayan milletin mensuplarını almıyoruz” dediler. Fabrikaya işe girdim.

1961 senesi biz genç arkadaşlarla, Taşkent’te “Kırım Tatar Gençleri Milli Teşkilatı” adlı bir siyasi teşkilat kurmuştuk. Birkaç hafta sonra teşkilatımızın önderini tevkif ettiler. Beni o zaman yakalamadılar ama işten çıkardılar. 1962 senesi Taşkent Sulama ve Ziraat Mekanizasyon Enstitüsüne kaydoldum, ama oradan beni üç yıl sonra KGB’nin talebiyle çıkardılar. Sebebi, yani bana karşı yapılan suçlamalar böyleydi: Milliyetçi Komünist Parti ve Sovyet hükümeti’nin milli siyasetini tenkit ediyor, enstitü talebeleri arasında özünün milliyetçi ruhunda yazdığı ve “Kırım’da XII-XVIII. Yüzyıllarda Türk medeniyeti” adlı makalesini dağıtmış, talebelerin fikirlerini bozuyor dediler.

Enstitüden kovmakla beraber beni askerliğe Sovyet ordusuna almak istediler. Ama ben askerliğe gitmeyi reddettim. Mademki bu devlette bizim hiç vatandaşlık hakkımız yok, öyleyse borcumuzda olamaz. İkinci olarak vatanından vahşilikle sürgün edilen, vatanı olmayan insan bu devlette neyi müdafaa edecek? Ben bu devlete sadık olacağıma asker andına imza atmayacağım dedim. Bunun için beni bir buçuk yıl hapishaneye bıraktılar.

İkinci sefer 1969 senesinde tevkif ettiler. Suçlarım Kırım Tatarları’nın vaziyeti, onların hakları hususunda mektuplar ve makaleler yazarken Sovyetler’in milli siyasetlerini lekelemişim. 1968 senesinde Sovyet ordusu Çekoslavakya’yı işgal ettiği için karşı protestolar yazmışım vesaire. Yani Sovyetlere karşı propaganda yapmışım.

Benimle beraber o zaman Moskova’da yaşayan ve Kırım Türklerine çok yardımda bulunan Yahudi şair Ilya Gabay’ı ve Ukraynalı general Petro Grigorenko’yu da yakalamış ve muhakeme etmek için Taşkent’e getirmişlerdi. Ama Grigorenko’nun davasını bizimkisinden ayırdılar ve onu delihaneye bıraktılar. Böylelikle o insan Kırım Türklerine yardım ettiği sebebiyle beş yıldan fazla bir süreyi delihanede geçirdi. Beni ve Ilya Gabay’ı ise Taşkent mahkemesinin hükmüne göre 3 yıl müddet ağır çalışma kampına yolladılar. Ilya Gabay serbest bırakıldıktan birkaç ay sonra intihar etti. Kendisini apartmanın 12. katının penceresinden yere attı ve öldü.

Beni ise 1974 senesinde yine, üçüncü kere yakaladılar ve bir yıl müddetle Sibirya’daki ağır çalışma kampına yolladılar. Serbestliğime üç gün kala yine bana bir dava açtılar ve müddetimi uzattılar. Güya kamptaki mahpuslar arasında Sovyetlere karşı propaganda yapmışım, kamptan arkadaşlarıma ve akrabalarıma yazdığım mektuplarda Sovyetlerin siyasetini lekelemişim ve buna benzer suçlamalar. Protesto olarak açlık grevi ilan ettim. Bu açlık grevi 10 ay kadar, daha doğrusu 303 gün devam etti.

Burada, nasıl olup ta o kadar açlık grevi geçirmek ve ölmemek mümkün mü gibi sorular doğabilir. Sovyet hapishanelerinde açlık grevi şartları böyleydi: İnsan ağzına hiç yemek almıyor, ama mahpus ölüm haline yakınlaştığı zaman mahkeme gardiyanları onun ellerine kelepçe takıp ağzını zorla açıp lastik boru sokarlar ve böylelikle karnına açlıktan ölmesin diye gıdalı akar madde dökerler ve yahut kan damarlarına iğneyle glikoz enjeksiyonu yaparlar.

İşte o zaman, yani 303 günlük açlık grevi zamanında, Andrey Saharov, Petro Grigorenko ve diğer meşhur insanlar benim serbestliğimi talep ederek dünya kamuoyuna, Birleşik Milletler Teşkilatı’na müracaatlar ve protestolar yazdıkları için benim ismim ve kırım Türklerinin problemleri geniş dünya cemaatına belli olmuştu.

Yıllar geçtikten sonra, o zamanlar Türkiye’de de beni kurtarmak için yürüyüşler, yayınlar ve diğer hareketler yapıldığını ve bu hareketlerde, Türkiye’deki Kırım Türkleri aktif iştirak ettiklerini öğrendim. Ama açlık grevine ve dünyanın çeşitli yerlerinden protestolar yağmasına bakmadan Omsk şehrinde yargıladılar ve iki buçuk yıl ağır çalışma kampına hüküm ettiler. Muhakeme kapalı geçti. Ne akrabalarımı ve arkadaşlarımı ve ne de mahsus mahkemeye gelen akademisyen Andrey Sharov’u ve onun eşi Yelena Bonner’i mahkeme salonuna koydular. “Serbest publiği” yalnız gardiyanlar, KGB ve iç işleri bakanlığının hizmetçileri teşkil etmişti. Mahkumiyeti geçirmek için Çin sınırına yakın olan Primorski adlı bir ağır çalışma kampına yolladılar.

Müddetim bittikten sonra yine Taşkent’e getirdiler ve açık gözetim, nezaret altında bulunmak şartıyla “serbest” bıraktılar. Açık gözetim nezaretin şartları böyleydi: Taşkent şehrinden çıkıp gitmesi yasak, akşam saat 8’den sabah saat 6’ya kadar evden dışarı çıkması yasak, çok cemaat toplanan yerlere (mesela kahvehanelere, çay salonlarına, pazara ve buna benzer yerlere) varması yasak ve her hafta karakola varıp kayıt olunma mecburiyeti var.

Bir yıldan sonra, 1979 senesi şubat ayında açık gözetim nezaret şartlarını bozuyorsun, diye beni yine hapishaneye bıraktılar. Taşkent’te geçirilen muhakememe yine akademisyen A. Sharov geldi, ama yine onu ve zaten hiçbir kimseyi mahkeme salonuna bırakmadılar. Yani beşinci muhakemem de kapalı geçti ve beni 4 yıl müddete Yakutistan’a sürgünlüğe hükümettiler.

Sürgünlük müddeti bittikten sonra ailemle yerleşmek ümidiyle Kırım’a gelmiştik, ama üç gün sonra bizleri Kırım’dan sürgün ettiler ve Özbekistan’a götürdüler.

1983 senesi Kasım ayında yine tevkif ettiler. 3 yıl müddetle ağır çalışma kampına hüküm ettiler ve Magadan şehrinden 45 kilometre uzaktaki bir kampa getirdiler. Bu seferki suçlamalarda öteki davalarımda olduğu gibi geleneksel suçlamalardı. Yani Sovyetlerin milli siyasetini, yani iç ve dış politikasını lekelemişim. Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgaline karşı Sharov ve birkaç arkadaşımızla beraber protesto imzalamışım vesaire. Bundan da gayrı, 1983 senesi yazında krasnador ülkesinde ölen babamın cesedini, yasak olduğuna bakmadan, Kırım’a geçirmeye ve orada toprağa vermeye gayret etmişim, cenazenin karşısına çıkan polis ve askerlerle çatışmalarda rehberlik yapmışım.

Magadan kampında müddetimin sonuna yakınlaştığı zaman bana karşı yeni dava açtılar. Ama o yıl artık Sovyetler birliğinde bazı değişmeler başlamıştı. Hür dünyanın baskısıyla siyasi mensupları serbest bırakmaya başlamışlardı. 1986 senesi aralık ayında beni Magadan şehir mahkemesinde yargıladılar ama yalnız 3 yıllık meşrut hüküm çıkardılar. İşte o zamandan beri, yani artık 5 yıldan fazla serbesttim.

Toplam olarak hapishanelerde, ceza kamplarında ve Yakutistan sürgünlüğünde 15 yıl kadar geçirdim. Aynı sene mayıs ayında Özbekistan’da Kırım Tatar milli hareketi inisiyatif gruplarının bütün ittifak toplantısı yapıldı. Bu toplantıda Kırım Tatar Milli Hareketi Teşkilatı kuruldu ve onun tüzüğü, programı kabul edildi. Bu teşkilatın başkanı olarak beni seçiler.

1991 senesi Haziran’da Akmescit şehrinde Kırım Tatar milli kurultayını geçirdik. Bu 1917 senesinde Kırım’da geçirilen kurultaydan sonra ilk Milli kurultayımız oldu. Kurultayda hep halkımızı temsil eden ve halkımızın adına kararlar çıkarmaya yetkisi olan 33 kişiden ibaret Milli Meclis seçildi. Beni de meclis başkanı olarak seçtiler.

Halen ailemle beraber Bahçesaray şehrinde yaşıyorum, üç evladım var.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Asım Efendi

Mütercim Asım Efendi, Türk sözcüklerinin babası sayılır. Eserlerinde Türk dilinin zenginliğini göstermiş olmakla dilimize büyük bir hizmeti oldu.

Mütercim Asım’ın sarsılmaz bir çalışma gücü vardı. Kamus adlı eseri dilimize çevirmek için sekiz yıl süreyle çalıştı. Bu eserin çevrilmesinde Türk diline olan büyük hakimiyeti hemen göze çarpar. Onun için Kamus, Türk dili araştırmalarının kaynaklarından biri sayılabilir. İki ciltlik Tarih’i de Üçüncü Selim zamanının bir kısmını aydınlatır. Bunlardan başka Arapça’dan Napolyon’un Mısır’ı alması yıllarına ait bir tarih kitabı ile daha birçok kitaplar çevirdi ve birçok eserler yazdı.

Asım Efendi 1775 yılında Gaziantep’te doğdu. Antep’in bilginler yetiştirmiş bir ailesinden gelir. Babası Seyyid Mehmed Cenani Efendidir. Asım Efendi Doğu kültürü güçlü bir çevrede yetişti. İlk öğrenimden sonra babasından ve tanınmış bilginlerden zamanın bilimleriyle, Arapça ve Farsça öğrendi.

Mütercim Asım Efendi 35 yaşlarında İstanbul’a geldi. İstanbul’da güçlükler içinde çalışarak Farsça’dan Tebrizli Hüseyin’in Burhan-ı Kâtı adlı sözlüğünü dilimize çevirerek Padişah III. Selim’e sundu. Asım Efendi Padişahın dikkatini çekti ve onun yardımını görmeğe başladı. Padişah ona bir de ev bağışladı.

1796 yılında müderrisliğe(Profesör) atandı. 1807’de sarayın Vakanüvisliğine (Tarihçi) getirildi. III. Selim ölünce Asım Efendi sıkıntıya düştü. Evi yandı. II. Mahmud tahta çıkınca o da Mütercim Asım Efendi’yi koruma altına aldı. Daha büyük bir ev verdi. O sırada Firuzabatlı Hüseyin’in Kamus’unu dilimize çevirdi ve padişaha sundu. Bundan sonra önemi ve değeri büsbütün yükseldi. Bu kitap padişahın iradesi ile 1814-1817 yılları arasında basıldı. Bu arada bir süre Selanik Kadılığı yaptı. Oradan döndükten sonra İstanbul’da 1820’de öldü
.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif, memleketin en felaketli ve karanlık günlerinde, ümidini günden güne kaybetmekte olan millete “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” diye haykırarak Türklerin ruhuna yeniden yaşama ve savaşma atılımı aşıladı.
Mehmet Akif, 1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlk tahsilini Fatih Rüştiyesi'nde, orta öğrenimini Mülkiye'nin idadî(lise ) kısmında, yüksek öğrenimini de yatılı olarak Halkalı Sivil Baytar Okulu'nda yaptı.
Baytarlık göreviyle Edirne'ye gönderildiyse de daha sonra İstanbul'a gelerek edebiyat öğretmenliğine başladı. Zira o bir bilim adamı olmaktan çok, bir duyu ve sanat adamı idi. Bir ara Darülfünun'da edebiyat dersleri verdi. Anadolu Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Cumhuriyetten sonra İstiklal Marşı'nı yazdı. 1936'da İstanbul’da öldü.
Mehmet Akif'in asıl adı Ragıf'ti. Bir çeşit ekmek demek olan bu Arapça kelime, harfleri “Ebced” sayılarına vurulunca onun doğum tarihini gösteriyordu. Ancak, babasından başka kimse bu adı kullanmadı. Dört yaşında okumaya başlayan, orta öğrenimi sırasında hafız olan, Farsça'yı bir hocadan, Fransızca' yı da kendi kendine öğrenen Akif, daha Baytar Okulundayken şiir yazıyordu.
İlk şiiri “Kur'an'a hitab”dır ve 1895'te Resimli Gazete'de çıkmıştır. Mehmet Akif, heyecanlı, hareketli, pehlivan yapılı, güreş seven, taş atmayı, spor haline getirmiş bir kimseydi. Uzun zaman yürüyebilmesi, Anadolu'ya geçtiği sırada araç bulamayınca köyden köye yaya gidebilmesini sağlamıştır.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra bir ara İttihat ve Terakki genel merkezinde akşamları Arapça dersleri vermişti. Ama Ziya Gökalp'ın milliyetçi fikirlerini benimsemediğinden bu işi bırakmak zorunda kaldı.
Ona göre milliyetçi fikirler, bölücüydü. Önemli olan, toplumları birleştirici bir temeli yaymaktı ki bu da ancak din olabilirdi. Bu sebeple, Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim’de yazmaya başladı. Daha sonra kendisi Sebilürreşad'ı çıkardı. Akif'in bu siyasi düşüncelerinde Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un açık tesiri vardır.
O, islamiyetin ilk devirlerindeki saf ahlak prensiplerine dönülmesini istiyordu. Onun anladığı tevekkül, halk arasında yaygın olan her şeyi miskince Allah'tan beklemek değil, aksine çalışmaktı.
Akif, bu düşüncelerini makale ve şiirleriyle yayıyordu. Ama cumhuriyet ilan edilip de hükümet laiklik prensibini kabul edince bir bakıma küstü ve Mısır'a giderek orada yaşamayı tercih etti.
Şair olarak Akif'in “Konuşma diliyle vezinli sözler” yazdığını görürüz. Aruz vezniyle yazılmış olan birçok eseri, Nasrullah Camii'nde verdiği ahlak vaazından farklı değildir. Çünkü Akif de şiiri toplumun yararına bir araç sayanlardandır. Bununla beraber, din heyecanını konu olarak aldığı zaman “Mesih Paşa İmamı”, “Istiklal Marşı”, “Çanakkale Şehitleri” gibi pek çok eserinde coşkun ve mistik bir lirizm görülür.
Tarihimizin en şanlı sayfalarından bir olan Çanakkale Savaşını onun kadar heyecanlı ve güzel anlatan olmamıştır. “Çanakkale şehitleri için” şiiri asla gücünü yitirmeden yaşayacaktır: “Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor.”, “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın!.” mısraları üstün güzelliktedir.
Akif'in şiirleri, genellikle hikâye planı üzerinde yazılmıştır. Bunlar ya “Küfe”, “Hasır”, “Hasta”da olduğu gibi kısadır, ya da “Süleymaniye Kürsüsünde”, “Fatih Kürsüsünde” olduğu gibi iç içe geçerek uzar gider. Bu bakımdan Akif, gözlem gücü fazla olan bir gerçekçi roman yazarı gibi davranır.
Şirazlı Hafız Şadi'nin çok tesirinde kalmış, ondan pek çok tercüme yapmış, ayrıca Kur'an'daki önemli ayetleri şerheden, yorumlayan manzumeler meydana getirmiştir .
Milli Eğitim Bakanlığı, 1921'de bir İstiklal Marşı yarışması açmıştı. Buna herkes katıldığı halde Akif'in katılmamış olması dikkati çekti. Kendisine yakın arkadaşları sebebini sordular. Kazanırsa ödül kabul edemeyeceğini bildirdi. Bu şart kabul edildi ve Akif şiirini gönderdi. Aynı yıl Mart ayının birinci toplantısında Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver), kürsüye gelerek İstiklal Marşı'nı okudu. Mehmetçiğin aziz ruhuna ithafını taşıyan şiir üç kere tekrarlatıldı. Üçünde de ayakta dinlendi ve alkışlandı. 12 Mart toplantısında, Akif'in şiiri Milli Marş'ın sözleri olarak kabul edildi. Şair, eserini millete malettiği için Safahat'a almadı.
Mehmet Akif'in İstiklal Marşı şiiri, ünlü bestecilerimizden Osman Zeki Üngör tarafından bestelendi. İlk çalındığı zaman, büyük heyecanla karşılandı ve milli marş olarak kabul edildi.
Büyük şair, 1925'te Kahire'ye gitti. Kahire Üniversitesi'nde Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına geçti. Onbir yıl orada kaldı ve ölümüne yakın günlerde İstanbul'a geldi ve 27 Aralık 1936'da hayata gözlerini yumdu. Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verildi. Her yıl büyük törenlerle anılan milli şairimiz, milli marşımız çalındıkça hatırlanacaktır.
Mehmet Akif'in şiirlerinin toplandığı Safahat, yedi cilttir. Her cilt, bir kitap özelliğini taşır; Bunlar sırayla “Safahat”, “Süleymaniye Kürsüsü'nde”, “Hakk'ın Sesleri”, “Fatih Kürsüsü'nde”, “Hatıralar”, “Asım” ve “Gölgeler”dir.
Şair, sonradan bunları “Safahat” adı altında 7 ciltlik tek kitapta toplamıştır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mihail Nikolayev Yefimoviç

Saha (Yakutistan) Muhtar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mihail Nikolayev Yefimoviç, 1937 yılında Orcenikitse Vilayeti Otkomtsı köyünde doğdu. Bir köylü anne-babanın oğludur.

1961 yılında Orısk'ta Veteriner Enstitüsü'nü bitirdi. Komünist Partisi'nin Merkezî Komitesi Yüksek Okulu'na girdi. 1961'den itibaren Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti Jigansk Vilayeti'nde veterinerlik yapmaya başladı. Aynı vilayetin Bölge Komsomol Başkanı oldu. 1961'den 1969'a kadar Yakutsk Şehri Komsomol Bölümü Başkanlığı yaptı.

1971'den 1978'e kadar Verhne Velyuyski Vilayeti Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin başkanlığını yaptı.
1979'dan 1985'e kadar Saha (Yakutistan) Başbakan yardımcılığında bulundu.
1985'ten 1989'a kadar Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti Tarım Endrüstrisi Komitesi Başkanlığı'nı yürüttü.
1989'dan 1990 yılının Aralık ayına kadar Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti Yukarı Sovyet Prezidyum başkanlığı yaptı.
1990 yılı Nisan ayından itibaren Yukarı Sovyet Başkanlığına geçti.

20 Aralık 1991'de Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti'nin seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı oldu.

Mihail Nikolayev Yefimoviç, evli ve 3 çocuk babasıdır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Fenârî Şemşeddin Mehmed

Molla Fenârî, Osmanlıların ilk Şeyhülislamıdır. Yüzden fazla eser yazmış bir bilim adamıdır.

Babasının adı Hızır’dır. 1350’de doğdu. Nerede doğduğu kesin olarak belli değildir. İlk öğrenimini bitirdikten sonra döneminin en büyük bilginleri olan Alâeddin Esved ve Cemaleddin Aksarayî’den ders aldı. Onda ilme karşı büyük bir aşk vardı. Din bilgilerini öğrendikten sonra diğer bilimler alanında da çalıştı. Özellikle astronomi ile matematik alanında kendisini yetiştirdi.

Molla Fenârî daha sonra medreselerde müderrislik yapmaya başladı. Bursa’da, Hicaz’da ve Mısır’da çeşitli medreselerde dersler okuttu. Bilgi alanında ünü yayılmağa başladı. Çelebi Sultan Mehmet onu Bursa’ya çağırdı. II. Murad, onun bilim alanındaki gücünü takdir ederek 1424 yılında Osmanlılarda ilk defa Şeyhülislamlık görevine getirdi. Altı yıl kadar bu görevi yürüttü. Sonra Hicaz’a gitti. Dönüşte Bursa’da 1430 yılında öldü.

Fenârî Şemseddin, zamanının en güçlü ve büyük bilginlerindendi. Faziletli, sağlam karakterli, yüksek ahlaklı üstün bir insandı. Hayatı kitaplar arasında geçmişti.

Kütüphanesine on bin cilt kadar eser yazdı. Bunların birçoğu dini konulara değinen şerhler, tefsirler ve haşiyelerden yapılmıştır. Eserlerinin en önemlilerinden biri bütün ilimlerden söz eden ve ansiklopedik bir eser olan Enmuzecü’l-ulum’dur. En büyük eseri Fusûlü’l-Bedâyi fi Usûlü’ş-Şerâyi’dir.

Fenari Şemseddin birçok değerli insanlar yetiştirdiği gibi, bilim, ahlak ve fazilet bakımından çevresindekilere örnek olmuş büyük bir insandı.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Melikşah

İran’da hüküm süren Türk Selçuk hükümdarlarının üçüncüsü ve en büyüğüdür. 1054 yılında İsfahan’da doğmuş, 1092 yılında Bağdat’ta 38 yaşında iken ölmüştür. Babası Alp Arslan’ın vurulması üzerine 1072’de 18 yaşında tahta geçti.
Önce amcasının isyanını bastırarak Maveraünnehir ile Harzem’i ele geçirdi. Ünlü vezir Nizamülmülk, Melikşah’ın gerek tahta çıkmasında, gerekse zaferlerinde önemli bir rol oynamıştı. Anadolu’nun dörtte üçü Melikşah zamanında elde edilmiş ve Suriye’de büyük başarılar kazanılmıştı.
1076’da Kudüs Fatımîler’den, 1085’te Antakya, iki yıl sonra da Urfa Bizanslılardan alınmıştır. Halep ve Şam da onun döneminde Selçuk idaresine geçmişti. Devletin hudutları Kaşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz, Kızıl Deniz ve Umman Denizi’ne kadar genişlemişti. Bağdat’taki Abbasi Halifeleri de tamamıyla Selçuk İmparatorluğu’nun emri altında bulunuyordu.
Yirmi sene hüküm süren I. Melikşah, cesareti gibi zekası ile, ilim sevgisi ve edebî seviyesiyle de tanınmıştır. Kendisi gibi bir Türk soyundan gelmiş olan Veziri Nizamülmülk ile birlikte hem bir çok memleketler almaya, hem de nehirlere köprüler, şehirlere kaleler ve su yolları gibi birçok eserler yapmaya muvaffak olmuştu.
Büyük İran şairi Ömer Hayyam onun sarayında himaye görmüş o devrin büyük fikir adamlarındandır.
Melikşah, Bağdat’ta bir rasathane kurmuş ve 1086 yılında başlayan ve dünyanın güneş etrafında dönmesi esasına dayanan bir takvim inkılabı yapmıştı ki buna “Celalî Takvimi” adı verilir.
Sarayında Türkçe konuşulmakla birlikte edebî dil Farsça idi. Kendisinin pek güzel rubaileri vardır. Celaleddin Melikşah’ın Berkiyaruk, Sencer, Mehmet adlı üç oğlu vardı ki üçü de hükümdarlık yapmışlardır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mehmet Emin Resulzâde

Azerbaycan'ın istiklâli uğrunda ömrünün sonuna kadar mücadele eden Mehmet Emin Resulzâde, 1884 yılının 31 Ocak günü Bakü'nun Novhanı köyünde ruhanî ailesinde dünyaya gelmiştir. İlk tahsil ve terbiyesini babasının açmış olduğu dinî medresede almıştır. Sonraları o, Bakü'deki matbaaların birinde mürettiplik yapmıştır. Çalıştığı matbaa Emin Bey için bir hayat mektebi olmuştur. Onun yazarlığa hevesi daha o sıralarda başlamıştır.

1903'te Tiflis'te M.A. Şahtahtılı'nın çıkarttığı Şarkî Rus adlı günlük gazetede ilk yazılarını, Bakü'den Mektup makalesini ve Muhammes adlı şiirini neşretmiştir.

1905 yılından sonra Bakü'de Ali Bey Hüseyinzâde ve Ahmet Bey Ağaoğlu'nun çıkarttığı Hayat, Füyüzât, İrşat, Terakki dergi ve gazetelerine makaleler yazarak yazarlık çalışmalarına başlamıştır. Emin Bey, 1905-1907 yıllarında köktenci sol cereyanı temsil eden Himmet, Tekâmül, Yoldaş dergilerinin tanınmış yazarları ile birlikte çalışmış ve bir müddet Tekâmül dergisinin yazı işleri müdürü olmuştur. Bu yıllarda Resulzâde, köktenci sol sosyalist İlya Cukaşvili Stalin, Orcenikidze, Kalinin, Vışinski gibi sosyal demokrat hareketin temsilcileriyle birlikte faaliyet göstermiştir.

1904 yılının sonlarında Rus sosyal demokratik partisinin nezdinde Himmet Partisi kurulur. Bu partinin vazifesi Azerbaycanlıların arasında propaganda yapmaktı.

Resulzâde yazdığı içtimai-siyasî makalelerinde istiklal, milliyet, insan hakları, kültür kavramlarını halka tanıtmaya ve benimsetmeye çalışıyordu. Hürriyet mücahidi “insanlara hürriyet, milletlere istiklal” verilmesi için gayret sarfediyordu. Onun isteği milletlerin özgür yaşamasıydı.

Resulzâde aynı zamanda edebiyata ve şiire de büyük merak gösteriyordu. Onun bazı şiirleri ile beraber Karanlıkta Işıklar ve Nâgehân Belâ adlı dramları da vardır. Hatta Karanlıkta Işıklar ilk kez 1908'de Bakü'de sahneye konulmuştur.

Emin Bey, 1908-1910 yıllarında Himmetçi olarak İran inkılâbı hareketine iştirak eder. 1908'de Bakü Sosyal Demokrat Komitesi tarafından Gilan inkılabı nezaret için Reşt şehrine gelmiş ve aynı yıl mücahidlerle birlikte Tahran'a giderek Meşrute hareketine katılmıştır. Tahran'da az zamanda Meşrute liderlerinin dikkatini çeker ve Demokrat Partisi'nin kurulmasına ve programının yazılmasına katılır. Hatta bu partinin organı olan İran-ı Nev gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne seçilir. Şunu da kaydetmek gerekir ki, İran'da ilk defa Avrupa tarzında gazete çıkartan Resulzâde'dir.

Demokrat Fırkası'nın meclisteki temsilcisi Seyyid Hasan Tağızâde Resülzâ'nin ölümü münasebetiyle Sonen dergisinde şöyle yazmıştır:

“İran inkılâbının öncesinde Bakü, İranlı hürriyetseverlerle birleşti ve İran'ın istibdatı devrinde (1908) Reşt'e gitti. Tahran'ın alınmasından sonra aynı yılın ortalarında Tahran'a geldi ve onun yazarlık yeteneği ortaya çıktı. Meşhur İran-ı Nev gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. Bu gazete Meşrutiyetin ikinci devrinde ve meclisin ikinci döneminde en meşhur gazete idi. Yeni gazetecilik üslûbunu, Avrupa tarzını İran'a getirdi. O Demokrat Fırkası'nın organıydı ve aynı parti Rusya'nın saldırısına karşı şiddetli mücadele ettiği için Rus elçisi onun sürgün edilmesini talep etti. Mehemmed Veli Han, onun İran'dan çıkarılmasını emretti.”

Resulzade'nin makalelerine göz attığımızda görüyoruz ki o, istibdatı ve eski usul idareyi eleştiri ateşine tutmaktan çekinmemiştir. Hatta bu düzenin dağılması, yıkılması için mücadele eder. Çar hükümeti tarafından yakalanmak tehlikesi karşısında kalan Resulzâde İstanbul'a gelir. Bir müddet dava arkadaşı Tağızâde'nin yanında kalır. 1913 yılında Rusya'da ilan edilen genel aftan sonra Bakü'ye döner. Orada siyasî mücadelesine yeniden başlar. Hatta bir defa Çar hükümeti tarafından yakalanarak mahkemeye çıkarılır. Fakat 1917 devriminden sonra serbest bırakılır.

1915'te Açıkgöz gazetesini neşretmeye başlayan Emin Bey, Azerbaycan'ın artık tanınmış nüfuzlu siyasetçisi idi. Gazete 1917'ye kadar yayınına devam etmiştir.

1917 devriminden sonra Bakü'de toplanan Müsavat Fırkası'nın kurultayında Resulzâde fırkanın başkanı seçilir.

Resulzâde 1917 Mayısında Moskova'da toplanan Rusya Müslümanları Şûrâ'sında Azerbaycan temsilcisi olarak bulunur. O, kurultayda söz alarak Rusya'nın millî-mahallî muhtariyetler esasında kurulan cumhuriyetler birliği şeklinde idare edilmesini savunur. Resulzâde'nin bu teklifi kurultay tarafından kabul edilmiştir.

Bu yıllarda Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan milletvekilleri tarafından Mavera-yı Kafkas Seymi kurulur. 1918 yılı Mayısının 24-25'inde Gürcüler ve Ermeniler bu birlikten ayrılıp istiklâllerini ilan ederler. Bunun üzerine Azerbaycan milletvekilleri de Azerbaycan Millî Şûrâsı adı altında toplanarak Resulzâde'yi Azerbaycan Millî Şûrâsı'nın başkanı seçmiştir (28 Mayıs 1918).

Resulzâde'nin başkanlığında Fethali Han Hoylu Başkan seçilerek kabineyi kurar. Bu dönemde Bakü, Rus ordularının ve Ermeni çetelerinin baskınlarına maruz kaldığı için Azerbaycan'ın başkenti geçici olarak Gence'ye taşınır. Bakü'yü düşmanlardan temizlemek için Osmanlı ordusu, Nuri Paşa'nın kumandasında İslam Ordusu namıyla Bakü'ye girer. Bakü 15 Eylül 1918'de Türk ordusu ve Azerbaycan'ın gönüllü birlikleri tarafından üç ay süren bir savaştan sonra kurtarılır. Azerbaycan'ın başkenti tekrar Bakü'ye taşınır.

Bağımsız Azerbaycan Hükümeti millî ve sosyal demokrat bir cumhuriyetti. Hükümetin anayasasında vatandaşlar eşit haklara sahipti. Müsavat Fırkası İstiklal adında bir de gazete yayımlıyordu. Onun ilkeleri Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak idi. Azerbaycan Hükümeti ana dilini devletin resmi dili olarak kabul etmişti. İlk defa olarak Bakü'de bir üniversite kuruldu. Kısa süre içinde bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti çok olumlu işler yapmıştı.

Ne yazık ki, 27 Nisan 1920'de II. Kızılordu Bakü'yü ediyor ve Azerbaycan Hükümeti'nin ileri gelenlerini yakalayıp hapse atıyordu. Hapsedilmeden önce Şamahı'nın Lahız köyünde saklanan Reasulzade, orada yazdığı Asrımızın Siyavuşu adlı eserinde bu hadiseleri şöye anlatmaktadır:

“Bakü'nün bütün serveti yağmalandı, dükkânlar adeta talan edildi. Evler sahiplerinden alınarak miras gibi bölüştürüldü. Köylüye toprak, kâğıt üzerinde verildiyse de ziraatın mahsulü mül¤¤¤imler tarafından çalındı. Senelerden beri depo edilen petrol Rusya'ya akıtıldı. Kumaş, şeker, çay ne varsa trenlere, vagonlara yüklenip Moskova'ya taşındı. Halkın hakiki serveti, malı gasp olunarak para yerine geçersiz kâğıtlar her tarafı kapladı. Ekmek isteyen aç halka top ve tüfekle cevap verdiler.”

Mehmet Emin Resulzâde Lahıç'ta saklandıktan sonra Bolşevikler tarafından yakalanıp muhakeme için Bakü'ye getirildi. Ancak Resulzâde, Stalin'in eski arkadaşı olduğu için Stalin tarafından hapisten çıkartıldı. Stalin, Resulzâde'yi ve Abbaskulu Kâzımzâde'yi kendisi ile beraber Moskova'ya götürdü.

Resulzâde Moskova'da Şarkiyat Enstitüsü'nde öğretmenlik yapar. O, iki yıl göz hapsinde tutulduktan sonra dostu Abbaskulu Kâzımzâde ile beraber bilimsel araştırmalar dolayısıyla Leningrad'a gider. Oradan Müsavatçıların bilhassa Tatarların yardımıyla kayıkla Finlandiya'ya kaçar. Oradan Almanya'ya, Almanya'dan da Türkiye'ye gelir.

Mehmet Emin Resulzâde Türkiye'de bulunduğu sürede yazarlık faaliyetine başlar ve çeşitli konularda eserler yazar. Bunlardan bazıları şunlardır: Azerbaycan Teşekkülünde Müsavat, Azerbaycan Cumhuriyeti (Keyfiyet-i Teşekkülü ve Şimdiki Vaziyeti), Asrımızın Siyavuşu, İstiklal Mefküresi ve Gençlik, Rusya'da Siyasî Vaziyet, Kafkas Türkleri, Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı, Azerbaycan Kültür Gelenekleri, Çağdaş Azerbaycan Tarihi, Azerbaycan Şairi Nizamî.

Mehmet Emin Resulzâde İstanbul'da Yeni Kafkasya dergisini çıkarır ve bu dergiyi 1927 yılına kadar 100 sayı yayımlar. O dergide bazı makaleleri ile Stalin'e Açık Mektup makalesini neşreder. Orada Stalin’in siyasetini ve memurların halka olan davranışlarını eleştirir. Resulzâde, bu dergide Rusya'daki Müslüman Türklerin meselelerini söz konusu eder. Onlara yapılan muameleyi tüm dünyaya anlatır.

Resulzâde 1922 yılında Sovyet Rusya'nın baskısıyla Türkiye'den ayrılmak zorunda kalır. Önce Polonya'ya sonra Almanya'ya gider. Ve Rusya mahkumu milletlerin kurduğu Promete adlı cemiyetin dergisinde 1928-1939 yılları arasında devamlı olarak makaleler yayımlar. 1927-1934 yıllarında Berlin'de çıkan İstiklal gazetesinde, daha sonra Kurtuluş'ta 1935-1939 yılları arasında yazılar neşrettirir. Bu yıllarda Avrupa'da çıkan Müsavat gazetesinde de bazı makaleleri çıkar.

Resulzâde, 1922'de İstanbul'da Azerbaycan Millî Merkezi'nin başkanı olmuş ve 1949 yılında bu merkezin teşebbüsüyle Ankara'da kurulan Azerbaycan Kültür Derneği'nin fahri başkanı seçilmiştir. 1954 yılında bu dernek tarafından yayımlanan Azerbaycan Dergisi yayınını günümüzde de sürdürmektedir.

Resulzâde'nin meslek arkadaşı merhum Tağızâde, Azerbaycan'ın bağımsızlığı uğrunda ömrünün sonuna kadar mücadele eden Resulzâde hakkında şöyle yazıyor:

“Resûlzâde, adlı, sanlı, harikülâde adamlardan biriydi. Bütün ömrümde mübalağasız, doğuda onun gibi adam görmedim. Zamanımızda hiç bir ülkede eşi bulunmayan belki de bütün dünyada çok az bulunan Mehmet Emin Resulzâde terbiyeli, kuvvetli, sağlam mantık sahibi, temiz kalpli sadakatli, doğru söyleyen, metanetli, tam anlamıyla saf düşünce ve meramına inanan fedâkâr, mücahit, nefsine sahip bir şahıstı.”

Azerbaycan'ın istiklâli uğrunda yorulmadan çarpışan, her türlü eziyete, meşakkata katlanan Resulzâde, 5 Mart 1955 günü Ankara'da vefat etmiştir.

Resulzâde'nin Asrımızın Siyavuşu adlı eserinin yazılmasının tarihî sebepleri vardır. Azerbaycan'da Sovyet hakimiyeti kurulduğu zaman Azerbaycan Cumhuriyeti'nin yetkilileri takip ediliyorlardı. Onlardan biri de partinin lideri Resulzâde'ydi. O, bu sefer de Şamahı kazasının Lahıç köyünde saklanmak zorunda kalmıştı. Saklandığı evde küçük bir kütüphane vardı. Bu kütüphanedeki kitaplardan Firdevsi'nin Şehnâme’si dikkatini çeker. Kitabı tekrar tekrar okur ve başına gelen olayları Şehname'nin şahsiyetleriyle ilişkilendirerek Asrımızın Siyavuşu’nu yazar. Eser okununca görülür ki, Asrımızın Siyavuşu Resulzâde'nin kendisidir.

O, eseri hakkında şunları yazar:

“Asrımızın Siyavuşu belirli bir amaçla, vatanımızın, milletimizin umumî fikrimiz ve inanışımızın düşmanlarına karşı özel bir düşmanlık hissi yaratmak amacıyla önceden düşünülmüş bir eser değildir.”

Bu eser Azerbaycan Bilimler Akademisi'nin Haberler dergisinde 1990 Mayısında Elşen Ebülhesenli tarfından da yayımlanmıştır.

Resulzâde'nin Azerbaycan Cumhuriyeti Keyfiyyet-i Teşekkülü ve Şimdiki Vaziyeti adlı eseri de Türkiye'de ikinci defa neşredilmiştir. Eserinde Azerbaycan'ın yakın tarihi, bağımsız cumhuriyetin az zamanda gördüğü işleri, ülkenin başına gelen felaketleri okuyuculara büyük maharetle ulaştırabilmiştir.

Mehmet Emin Resulzâde'nin Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı adlı eseri Azerbaycan Kültür Gelenekleri eserinin devamı olarak yazılmıştır. Bu kitapta Resulzâde, demokratik cumhuriyet yıllarında ve Sovyet hakimiyeti yıllarında (1930'lu yılların ikinci yarısına kadar) Azerbaycan edebiyatının gelişmesini içtimâî-siyasî olgular bakımından izler.

Resulzâde'nin söylediği şu söz, onun bir sembol olmasını sağlamıştır:

“Bir defa yükselen bayrak bir daha inmez.”
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu

13 Kasım 1943'te Bozköy'de doğdu. 6 aylık iken ailece “vatan haini” damgasıyla Özbekistan'ın Andican bölgesine sürgün edildi. 1959'da orta öğrenimini tamamladı. Üniversiteye girişi, Sovyetlere sadık olmayanlara fakülte hakkı tanınmadığı gerekçesiyle engellendi. 1962'de Taşkent Ziraat Mekanizasyon ve Sulama Enstitüsüne yazıldı. Bir makalesinden dolayı okuldan atıldı. Askerlik görevini reddetiği için 1.5 yıl hapse mahkum edildi.

1969-1974 yıllarında tekrar tutuklanan Kırımoğlu, hapis cezasının yanı sıra ağır çalışma kamplarında bulunduruldu. Cezasının bitimine üç gün kala yersiz bir suçlamayla yargılanmaya başlayınca 303 gün süren açlık grevine başladı. Böylece dünyaca kamuoyuna ve Türkiye'ye sesini duyurmuş oldu.

Dünya kamuoyunun bilmesine rağmen Sibirya'da yargılandı. 2.5 yıl süreyle Çin sınırındaki Primorski çalışma kampına gönderildi. Cezası tamamlandıktan sonra açık nezarette bulundurulmak üzere Taşkent'e gönderildi. Şartlara uymadığı için yeniden tutuklandı. Yakutistan'a sürüldü. Cezanın bitiminde Kırım'a döndü.

1983 yılında altıncı kez tutuklandı. Üç yıl ağır çalışma kampı cezası uygulandı. 1983 yılında ölen babasının naaşını Kırım'a taşımak istediği için yeniden tutuklandı. 1986'da tekrar yargılandı. İzlanda Rejkavik'te yapılan Gorbaçov-Reagan zirvesinde Reagan'ın ön şart olarak içlerinde Kırımoğlu'nun da bulunduğu 5 İnsan Hakları Savunucusu ile birlikte serbest bırakıldı.

1987'de Moskova Kızıl Meydan'da düzenlenen ve tüm dünyada yankılar uyandıran gösterileri organize etti.

1989 yılı Mayıs ayında Taşkent'te “Kırım Millî Hareketi Teşkilatı Başkanlığı”na seçildi.

26 Haziran 1991 tarihinde Akmescit'te II. Millî Kurultay toplandı. Kırım’da bağımsızlık ilan edildi. 33 kişilik ilk Kırım Millî Meclisi seçildi. Başkanlığına da Kırımoğlu getirildi.

Kırımoğlu evli ve üç çocuk babasıdır.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Muzaffer Özdağ

( Kurmay Subay-Hukukçu-Devlet Adamı)

Muzaffer ÖZDAĞ 15 Nisan 1933'te Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinde doğdu. Askeri Lisesi'ne girdi. Her yıl sınıf birincisi olan M.ÖZDAĞ 1950 Haziranında dönem birincisi olarak mezun oldu. 30 Ağustos 1952'de Kara Harp Okulu'nu da birincilikle bitirdi. Aynı yıl Ankara Hukuk Fakültesine kaydoldu.
Hukuk öğrenimin sürdürmekte iken Çankırı Piyade Okulundan sınıf birincisi olarak mezun oldu. Ankara'da 2. Zırhlı Tugaya atandı. Haziran 1955'de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Nurettin Baransel'e Kara Harp Okullarında öğrenim dört yıla çıkarılması ve Silahlı Kuvvetlerin modernizasyonu ve savaş eğitimi ile ilgili bir arazi sundu. Makama kabul edilerek takdir edildi.

Dil ,Tarih ,Coğrafya Fakültesinde Fransızca dil kursuna devam ederken Türk Devrim Tarihi derslerini takip etti. 1956 Haziranında hem lisan kursunu, hem de Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi.

1958 yılında Harp Akademisine girdi. Cumhuriyet döneminin Üstğm. Rütbesiyle kurmay sınıfına katılan en genç subayı olarak mezun oldu.

İç barışın ve demokratik düzenin korunması için Milli Birlik Operasyonunun planlama ve icrasına katıldı. TBMM'nin görevlerini ve sorumluluğunu geçici olarak yüklenen MBK'de üye olarak görev aldı, MBK'nın geçici Anayasasını ve İç Tüzüğünü hazırladı. Devlet protokolünde bakanlar üstü bir statü ile hizmet ifa etti.

M.ÖZDAĞ , MBK 'de partiler üstü tarafsız bir yönetim fikrinde ısrar ettiği için bir grup arkadaşı ile birlikte (14'ler ) yasama hizmetinden uzaklaştırılarak Japonya'da çağdaş, inkılapçı, Atatürkçü bir siyasi parti programı hazırladı ve bunun ışığında CKMP'nin proğramını yeniledi.

1965'te Afyon Milletvekili seçildi. Parti isminin M.H olarak değiştirilmesini sağladı.
Partinin Gen.Sek.ve Gen.Bşk.Yrd cılığı görevlerini üstlendi. Politikada cepheleşmeye ve şiddete karşı çıkarak 1969'da seçimlere girmedi. 1971'de şiddet olaylarının artması üzerine partiden ve politikadan çekilerek serbest avukat olarak çalışmaya başladı.

Tarih, milli güvenlik, strateji ve jeopolitik konular üzerine çalışmalarını sürdürdü. Siyasi partilerin sürüklendikleri, kör döğüşü ve yol açtıkları anarşi devam ederken Türkiye'nin dolaylı bir saldırıya, örtülü bir istilaya maruz kaldığını belirledi. Yetkili mercileri sık sık uyardı. Üniversitelerde Türk tarihi, Türkiye güvenliği ile ilgili konferanslar verdi. Sovyet tehdidine işaret etti.

Sovyetler Birliğinin Dünya hakimiyeti imkan ve şansını kaybettiğini ve 1990'larda Sovyet İmparatorluğunun dağılacağını, Kızıl Ordunun bu dağılmayı önleyemeyeceğine dair bir tebliğ sundu. Milli Savunma Konseptimizin değiştirilmesi, yenilenmesi gerektiğini belirledi.

Gorbaçov'un da başarısızlığa uğrayacağını bir başka tebliğde vurguladı.
Kardeş Türk Devlet ve toplulukları ile kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için dostluk derneklerinin kurulmasına öncülük etti. Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği'nin yönetimini üstlendi.

M.ÖZDAĞ 'ın Türk ve Dünya Jeopolitiği hakkında yayınlanmış çeşitli eserleri, tebliğleri, makaleleri, konferansları, radyo ve TV,konuşmaları vardır.

Harp Okulunda idarece sınıf arkadaşları arasında yapılan bir ankette en sevilen subay olarak seçildi. M.ÖZDAĞ ,öğrencilik yıllarından başlayan sayısız ödüllerin sahibidir. Evli ve dört çocuk sahibi, Fransızca ve İngilizce bilmektedir.
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Namık Kemal

Şair, romancı, tiyatro yazarı, gazeteci ve idare adamı. 1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. Dedesinin terbiyesi altında özel eğitimle yetişti. Tercüme Odası'nda çalışırken Şinasi ile tanıştı. Küçük yaşta şiire başlamıştı. Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr adıyla çıkardığı gazetede yazarlığa başladı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girdi. 1867'de Paris'e, oradan da Londra'ya kaçtı. 1870'ten sonra İstanbul'a dönerek Gelibolu Mutasarrıfı oldu. 1888 yılında Sakız Mutasarrıfı iken öldü.

1 Nisan 1873 Akşamı, Gedikpaşa'daki Osmanlı Tiyatrosu olağanüstü bir heyecan içinde kaynaşıyordu. Bir yıl önce Gelibolu'da mutasarrıf bulunduğu sırada Kemal Bey'in yazdığı dram, Vatan Yahut Silistre ilt defa sahneye konacaktı. Gedikpaşa Tiyatrosu'nun beş kat locasında saray mensupları, hatırlı, tanınmış kimseler yer yer göze çarpmaktaydı. Nazırlardan, vezirlerden bazıları da gelmişti.

Beş yıldan beri Güllü Agop'un metne dayanarak eser oynatma yetkisini padişahtan alması üzerine, İstanbul'da başka tiyatro kalmadığından, Vatan piyesi bu sahnede oynanacaktı. Salon, at nalı şeklinde, kırmızı kadife koltuklar ve aynı renkte kadife kaplı localarla kat kat yükseliyordu. Her yer tıklım tıklım doluydu. O sırada İbret gazetesini çıkaran Kemal Bey'in şöhreti ise herkesin bildiği bir şeydi.

Daha perde açılıp da İslam Bey ve Zekiye Hanım'ın vatanı yücelten sözleri sahneye yakışır bir yiğitçe tavırla söylenmeye başlar başlamaz, seyircilerde coşkunluk alametleri belirmişti. Zekiye'yi Yeranuhi Karakaşyan oynuyordu. Halk kendini unutmuş, “Aferin!” diye yüksek sesle sahneye bağırıyordu. İkinci ve üçüncü perdelerde coşkunluk daha da arttı. Tiyatronun içinden yükselen sesler, “Yaşa Kemal! Varolsun milletin Kemal'i...” haykırışları sokaktan geçenlerce bile işitilir olmuştu.

Temsil, coşkun alkışlar, dakikalarca süren haykırışlar arasında sona erdiği zaman halk tiyatroyu terk etmek istemedi. Kemal Bey'in sahneye çıkması arzu olunuyordu. Neden sonra kendisinin tiyatroda bulunmadığı anlaşılınca İbret gazetesi idarehanesine gidilmeye karar verildi. Elliden fazla itibarlı kimse o zamanlar henüz İstanbul sokakları aydınlatılmadığı için ellerinde fenerler ve meşalelerle bir fener alayı ihtişamı içinde ve yollarda yüksek sesle “Varolsun Kemal” diye haykırarak Gedikpaşa'dan Galatasaray'daki Haçapulo Pasajı'na, İbret gazetesine geldiler. Gazetenin sahibi Aleksan Efendi'yi uykudan uyandırdılar. Meramlarını anlattılar. Kemal Bey orada yoktu. Bunun üzerine övgü dolu bir ¤¤¤kere bırakarak ayrıldılar.

Ertesi günü İbret gazetesinde olaylar anlatılıyor ve bu ¤¤¤kere de yayınlanıyordu. Halkın arzusu üzerine tiyatro idaresi, 2 Nisan akşamı da piyesi oynatma iznini kopardı. Bu defa temsil, Zekiye'yi canlandıran Karakaşyan yararına verilecekti.

4 Nisan akşamı ise tiyatroda Teodor Kasap'ın Pinti Hamit adlı adaptasyonu oynanacaktı. Tiyatronun edebî heyetinde bulunan Namık Kemal ve Mustafa Nuri, idare odasında oturmuş olayları görüşüyorlardı. İbret, bir gün önce süresiz olarak kapatılmıştı. Sebep, olayları anlatış tarzıydı. Halkı padişaha karşı isyana kışkırtır görülmüştü. O sırada kapı açıldı, içeriye bir yabancı girdi. Kemal Bey'in orada olup olmadığını sordu. Kendisini Zaptiye Müşiri Paşa istiyordu. Kemal'i alıp gitti. Az sonra bir zaptiye (askerî polis) binbaşısı geldi. Mustafa Nuri'yi alıp götürdü. O gece temsil sırasında Ahmet Mithat Efendi'yi de aldılar. Ebüzziya Tevfik ve diğerleri birer birer toplandı. Memlekette vatan bilincini uyandırmak için tiyatrodan yararlanan ilk adam, böylece Abdülaziz'in Tanzimat Fermanı'na aykırı düşen emriyle Magosa’ya sürgün edilmiş oldu. Diğerleri de “Hürriyet taraflısı” olmak suçlarıyla çeşitli yerlere sürüldüler, hapsedildiler.

Namık Kemal, en büyük eserlerini Magosa'da yazdı. 1876'da Sultan V. Murat'ın tahta çıkmasıyla affedilerek İstanbul'a döndü. Çok geçmeden Sultan II. Abdülaziz'in tahta çıkmasıyla yeniden tevkif edildi. Mahkemeye sevk edildi. Bereat etti. Fakat yine de İstanbul'da kalması önlendi. Bu yüzden çeşitli mutasarrıflıklara tayin edildi.

En son Sakız Mutasarrıfı iken 2 Aralık 1888'de tutulduğu zatürre hastalığından kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu. Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki türbesi yanında toprağa verildi.

Namık Kemal, bir çok önemli yeteneklere sahipti. Mesela bir kaç kişiye bir kaç ayrı metni aynı anda yazdırdığını oğlu Ali Ekrem Bolayır, Ruh-ı Kemal adlı eserinde yazar. Keza işittiğini hemen hafızasında tutmak gibi üstünlükleri onun genç yaşta gelişmesine yardım etmiştir.
 
Üst