Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya Chrome kullanmalısınız.
İHTİLÂL BAŞARILAMADIKTAN SONRA
Çin kağanı Tay-tsung çok düşünceli idi. Birkaç gündür kendisinde bir başkalık, anlaşılmaz bir değişiklik seziyordu. İlk önce bunun ne olduğunu anlamadan içinde rahatsızlık duymuş, sonra düşüne düşüne rahatsızlığı nereden geldiğini bulmuştu: Korkuyordu: hele gün battıktan sonra her karaltı, her gölge onu ürkütüyor, şu uğursuz ihtilâlcilerden biri karanlıklar içinden çıkarak kendisine doğru yay gerip ok fırlatacak sanıyordu. O, ihtilâlcilerden birçoğunun başkentte gizlenmiş olduğuna inanıyordu. Çünkü bunlardan ancak 38 tanesinin cesedi bulunmuş, Vey ırmağından da üçünün ölüsü çıkarılmıştı. Bu kadar büyük bir gürültünün 41 kişiyle yapıldığına, Çin kağanı olarak inanamazdı. Bu ihtilâlciler ne kadar gözü pek, çılgın herifler olurlarsa olsunlar, 300’den çok Çin askerini öldürmek ve koca bir şehre bu kadar korku salabilmek için herhalde birkaç yüz kişi olmalıydılar.
Üç gündür bütün Siganfu ve yöreleri altüst edildiği, birçokları yargılanıp idam edildiği, birçoğuna işkenceler yapıldığı halde gizlenmiş olan ihtilâlcilerden kimse ele geçirilememişti. Acaba bunları, kendi tahtına göz diken kumandanlarından birisi mi saklıyordu? Öyle ise sarayın içinde fırsat kollamaları da akla gelebilirdi.
İşte Çin kağanı bunları düşünerek sıkılıyor, heyecanlanıyordu. Aldığı raporlara göre geceleyin bir çok yerde ihtilâlciler gözükmüştü. Fakat bütün sıkı araştırmalara rağmen kimse ele geçmiyordu. Herifler herhalde geceleyin iş görmesi seviyorlardı. Sarayı geceleyin bastıkları gibi şehirlerde de geceleyin ortaya çıkıyorlar, fakat gündüz olunca silinip kayboluyorlardı. Ama niçin şimdiye kadar bir teki ele geçmemişti?
Siganfu halkı ihtilâlcilerin korkusundan geceleyin sokağa çıkamaz olmuştu. Şehrin ucunda oturan bir Çinli, bir gece Vey ırmağı kıyısından dönerken bunlardan birçoğunun atlarıyla birlikte ırmağı yüzerek geçtiklerini görmüş, bir başkası da Siganfunun içinde çok iri ve tam pusatlı bir yığın adamın karanlıklar arasında hızla yürüdüklerini görerek çığlıklarla kaçmıştı. İhtilâlciler bu ikisine de bir şey yapmamışlar, fakat yaşlı bir kadını öldürmüşlerdi. Geceleyin komşusundan biraz pirinç alan kadın, kapıdan çıktıktan sonra “ihtilâlciler” diye bağırarak yığılmış, kapıyı tekrar açan komşular zavallının ölüsünü bulmuşlardı. Üzerinde ok ve kılıç yarası yoktu. Karşısında korkunç haydutları gören kadıncağızın korkudan öldüğü anlaşılıyordu.
Bugün ihtiyar bir kadını korkutarak öldürenlerin yarın yeniden saraya saldırmıyacakları ne malûmdu?
Çin kağanı bütün bunları düşünerek tedbirler almış, saray çerisini çoğaltmış, nöbet işlerini düzene koymuş, geceleri dışarda gezmek âdetini bir yana bırakmıştı. Bütün bunlara rağmen içi rahat değildi. Öldürülen ve başı kesilen Kür Şad’ın bile öldüğünden emin olamıyordu. Kür Şad’ın kızını idam ettirmiş, fakat konçuyu ile oğlunu bulduramamıştı.
Bir yandan da nâzırların verdiği raporlar ve raporlardaki teklifler dolayısıyla aklının büsbütün karıştığını hissediyor, öfkeleniyor, saçma sapan şeyler düşünüyordu. Bütün bu düğümleri çözmek için bugün sarayda bir toplantı yapılacaktı. Tay-stung son ümitlerini bu toplantıya bağlamıştı.
Siganfu sarayın büyük bir odasındaki toplantı heyecanlı bir hava içinde açıldı. Nâzırlar, Çin kağanının karşısında sinirlerine hâkim olabilmek için kendilerini sıkıyorlardı. Kağan, Kür Şad ihtilâlinden sonraki durumu anlatarak başkentteki rahatsızlığın önüne nasıl geçilebileceğini, bunun için yapılması gereken işlerin neler olduğunu sordu. İşin aslına bakılırsa kendisi de onlardan daha az heyecanlı değildi. İlk sözü Vey-çing aldı. Koyu bir Türk düşmanı olan bu adamın Türklere karşı duyduğu kin Kür Şad ihtilâlinden sonra büsbütün artmış, Türklerin yok edilmesini kendisine ülkü edinmişti. Düşüncelerini büyük bir konuşkanlıkla anlatarak Türklerin tehlikeli ejderler olduğunu, günün birinde Çin’in batmasına zemin hazırlamaktansa şimdiden bir çare düşünmek lâzım geldiğini söyledi. Çareyi de soğukkanlılıkla bildirdi: Çindeki bütün Türkleri öldürmek...
İşi gücü Vey-çing’e karşı gelmek, onunla tartışmak olan Ven-yen-po bu düşünceye hemen itiraz etti. O, Türkleri çinlileştirmenin devlet için daha faydalı olacağını ileri sürüyor, bu milletin kabiliyetlerinden faydalanmanın Çin’e getireceği menfaatları sayıp döküyordu.
Li-pe-lo ikisi arasında bir tez müdafaa ediyor, Yen-sen-ku da onu destekliyordu.
Çin kağanı bugün çok iradesizdi. Hangi nâzır konuşursa onun tesirinde kalıyor, böylelikle durmaksızın fikir değiştiriyordu.
Nihayet, uzun tartışmalardan sonra bir sonuca varılabildi: atılganlıkları ve korkusuzlukları dolayısıyla Çin’in içinde kalmaları tehlikeli görülen Türkler yeniden eski yurtlarına gönderilecekti. Bu karar Vey-çing’i yıldırımla çarpılmış gibi sarsmıştı. Son defa söz alarak:
- “Bu kararla Kür Şad’a karşı yenilmiş olduğumuzu kabul ediyoruz; onun istediği de bundan başka bir şey değildi” dedi.
Fakat Çin kağanı ve öteki nâzırlar öyle bir kâbus içinde idiler ki bu kâbusun bastırıcı tesirinden kurtulmak için yenilmiş olmayı kabul etmekten utanmıyorlardı.
Şimdi sıra bu kararın nasıl tatbik edileceğine gelmişti. Türkeli Sırtarduşların hâkimiyeti altına girmişti. Çindeki yüzbin Türk bunlarla başa çıkamazdı. Çünkü çoğu kadın ve çocuktu. Çin kağanı bu mesele hakkında parlak düşüncelere sahipti:
- “Sırtarduşlar da Türk olduğu için böylece Türkleri ikiye ayırmış olacak, birini veya ötekini destekliyerek muvazene kuracağız. Böylelikle hem onları birbirine kırdıracak, hem de kuzey sınırlarımızın güvenliğini sağlamış olacağız” dedi.
Bu dâhice düşünce nâzırlara saygı ile baş eğdirdi. Hiçbiri itiraz etmedi. Kağan, çoktandır kaybettiği neşesini yeniden bulmuş gibiydi. Nâzırlara sordu:
- Bu Türklerin başına geçirmek üzere kimi salık verirsiniz?
Bozkurt ailesinin bütün teginleri akıllardan geçer ve hiçbiri beğenilmezken kağan yeniden söze başladı:
- Sırba Tegin hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu soru Ve-çing’in yüzünde bir buruşukluk yaptı ve gözlerinden garip bir ışık geçti:
- “Çok korkunç yüzlü ve vahşi bakışlı bir adam” diye mırıldandı. Tay-tsung gülümsedi:
- “Bu korkunç yüz göğün bize en büyük iyiliğidir” dedi. Sonra, bu sözlerden bir şey anlamıyarak birbirlerine bakan nâzırların meraklarını şöylece giderdi:
- Hepsi aydınlık yüzlü ve yakışıklı adamlar olan Bozkurt ailesi teginlerinden bu korkunç yüzlü, çirkin adamı kendi soylarından saymıyorlar. Batı Türklerinden olduğu için de soyunu iyice incelemiyorlar ve ondan şüphe ediyorlar. Hakkında türlü türlü söylenti var. Bir söylentiye göre anası, ölü doğan çocuğunun yerine bu kim olduğu belirsiz çocuğu alarak büyütmüş... Böylece Gök Türklerin başına Sırba Tegin’i geçirmek öteki teginlerin hoşnutsuzluğunu kabartarak aralarına ayrılık tohumları saçmak olacaktır. Bu ayrılığı körüklemek için de Bozkurt soyundan iki tegini Sırba’nın buyruğuna vereceğim. Sırba bize en sadık tegindir ve Gök Türkler tarafından sevilmediği için de sadık kalmağa mecburdur. Kendisine kağanlık verirsek herhalde Gök Türkleri Çin’in menfaatlarına uygun şekilde idare eder.
Birkaç gün sonra Sırba Kağan, yanında yüz bin Türk olduğu halde Çin duvarının dışına çıkıyor, bu çıkış bütün Çinde, hele Siganfuda bir bayram gibi içten içe kutulanıyordu. Artık geceleyin sokağa çıkabilecekler, karşılarında ölüm zebanileri görmiyeceklerdi. Tay-tsung hayatından pek memnundu. Bundan sonra sarayın basılması tehlikesi kalmıyordu. Rahat uyumak bahtiyarlığına erişecek demekti. Hele düşünde şu uğursuz haramiler başbuğu Kür Şad kesik başıyla karşısına dikilmiyerek, ona dirliğini zehir etmiyecekti.
Bu gidişten yalnız Vey-çing hoşlanmamıştı. Sarayda Ven-yen-po ile karşılaştığı zaman:
- “Kırk eşkıyanın ölüsü kırk milyonluk koca devleti yendi” dedi ve gülerek tamamladı:
- Hayaletlerden korkmanız sayesinde...
İHTİLÂLDEN KIRK YIL SONRA
Sonsuz ovada gözün alabildiğine boz bir renk yayılıyordu. Bu düzlükte yalnız tümseğe benziyen bir tepecik görülüyor, üstünde birkaç ağaç sıralanıyordu. Tümseğin yakınındaki birkaç koyun otluyordu. Tepeciğin eteğinde dört Türk çadırı vardı.
Güneş batarken en baştaki çadırdan bir erkek çıkarak ufuklara doğru uzun uzun baktı. Sert bakışlı, yoksul giyimli, bahadır duruşlu olan bu adam kırk yaşlarında gözüküyor; alnındaki, yüzündeki kılıç yaraları ve çizgiler başından çok şeyler geçmiş olduğunu anlatıyordu. Börkünün tüyleri dökülmüş, yamalı kaftanı birçok yerlerinden parçalanmış, çizmeleri eskiyip delinmişti. Bütün bu eskilerin arasında yalnız belindeki bıçak göze batıyor, altın ve gümüş kakmalarıyla bir kağan hazinesinden çıkmışa benziyordu. Ufuklara dalan gözlerinin bir şey beklediği belliydi. Fakat uzaklarda ne bir karaltı, ne bir toz beliriyor; beride otlıyan hayvanların seslerinden başka hiçbir gürültü işitilmiyordu.
Yoksul kılıklı bahadır bunlu gözlerle ufku bir daha süzdükten sonra çıktığı çadıra girdi. Bu çadırın bir bucağında yaşlı bir kadın, uzandığı keçenin üzerinde sessiz duruyor, donuk gözlerle bakıyordu. Ölmek üzere olan bu kadın, yoksul kılıklı bahadırın anasıydı. Güçlükle konuşarak:
- “Urungu! Gözüktüler mi?” diye sordu
Adının Urungu olduğu anlaşılan erkek cevap verdi:
- Hayır ana! Ama elbette gelecekler!...
İhtiyar kadın bütün gücünü kullanarak biraz toplandı:
- “Yarına çıkmıyacağımı anlıyorum. Sana söyliyeceklerim var” dedi.
Urungu yavaşça anasının yanına çöküp bağdaş kurarak gözlerini ona dikti. Anasının kendisine söyliyeceği şeyleri büyük bir sabırla yıllarca beklemişti. Yazık ki sonsuz bir istekle bilmek istediği şeylere kavuşurken anasından ayrılıyordu. O hiçbir anaya benzemiyen vefalı, çilekeş, iyi anadan.... Yoksul ve kimsesiz bir aileye mensup oldukları halde en arı soylu kadınlardan daha üstün olan anadan...
Dirliğinin sonuna ermiş olan bu iyi kadın şimdi kısık bir sesle konuşmağa başlamıştı.
- Urungu! Soğukluk yavaş yavaş yüreğime doğru yükseliyor. Yüreğime değdiği zaman benim için her şey bitecek ve ben ölmüş olacağım. Ama bu ölüm ilk ölümüm değildir...
Urungu hayretle anasına baktı...
- Ben bundan çok önce ölmüş sayılabilirdim. Seni büyütüp er kişi yapmak için yaşadım. On beş yaşına girip er adını aldığın zaman yeryüzünde yapacak işim kalmamıştı. O zamandan beri yalnız bir şeyi görmek için yaşamağa çalıştım. O şey, senin yıllardır ardında koştuğun düşünce idi: Ötüken’de Türk kağanının oturduğunu, Türk türesinin yürüdüğünü görmek... bundan otuz üç yıl önce, sen daha on bir yaşında bir çocukken Çıbı Tegin Çinliler’e karşı ayaklanıp gök Türk devletini kurmağa kalkıştığı zaman kurt başlı sancak Ötüken’de dalgalansın diye seni Çıbı Kağan ordusuna ben göndermiştim. Üç yıl, Çıbı Kağan tutsak edilip Çin’e götürülünceye kadar savaşlarda olgunlaştın; ölümcül yaralar aldın. İyi dövüştün. Babana yarar yiğit oğul olduğunu gösterdin. Emeklerim boşa gitmediği için çok sevindim. Sütüm sana helâl olsun...
Kadın sustu. Yorulmuştu... Oğlunun sorarak bakan gözlerini görmeseydi daha epey susacaktı.
- Sen bahtı kara olarak doğdun. Çünkü doğduğun zaman Türkler Çin’e tutsak gideli beş yıl olmuştu. Urungu! Çıbı Kağanla birlikte Altaylar’a kadar gittin. Çok Türk Ellerini gezdin. Ama Ötüken’e, kutlu yere ulaşamadın. Bunun için de bahtın kara diyorum. Ölürken Ötüken’de bulunamıyacağım halde benim kutum seninkinden üstündür. Çünkü orada doğdum. Uzun yıllar orada yaşadım... Kür Şad Çin sarayını bastığı zaman gönlümde iki defa umut ışığı yandı. Şimdi bu ışık sönüktür. Ama onun külleri arasında yine bir kıvılcım yanıp duruyor. Öyle ki, öldüğüm zaman soğuyup donmuş yüreğimi yarıp açan olursa oradaki kıvılcımı görür. O kıvılcım üstünde Ötüken’in hayali de vardır... Urungu! Soğukluk yüreğime yaklaşıyor. Sana söyliyeceklerimi çabuk söylemeliyim. Artık kim olduğunu öğren! Senin asıl adın Urungu değildir!
Urungu bir irkildi:
- Ya nedir?
- Ne olduğunu ben bile unuttum.
- Ne diyorsun ana? Her şeyi hatırlıyan sen tek oğlunun adını nasıl unutursun?
- Oğul! Sen gönül isteğinin ne demek olduğunu bilir misin? Senin adını unutmak istiyordum. Bunu öyle bir gönülden istiyordum ki sonunda unuttum. Bir daha da hatırlıyamadım.
Urungunun kaşları çatıldı, sesi dikleşti:
- Ana! Ben bu denli kötü bir oğul muyum ki adımı unutmağa uğraştın, sonunda da unuttun?
İhtiyar ananın gözleri şefkatle gülümsedi:
- Hayır! Sen çok iyi bir oğul olduğun için adını kendimden bile sakladım. Nitekim babanın da kim olduğunu şimdiye dek senden ve herkesten sakladım.
- Onun da adını unuttun mu?
Kadın cevap vermedi. Gözleri biraz daha donuklaşmıştı!... Urungu, babasının kim olduğunu öğrenemiyecekti. Ananın solumaları bir tuhaflaşmıştı. Oğluna çadırın kapısını göstererek:
- “Şunu aç, içeri ışık girsin” dedi.
Kaldırılan keçeden içeri akşam ışığı doldu. Güneş yeni batmıştı. Gönüllere işliyen bir gariplik çadırın içini doldururken Urungu’nun sesi dalgalandı.
- Ana! Babamın da adını unuttun mu?
- Unutmadım! Unutmak istesem de unutamazdım. Baban unutulmazdı. Çünkü baban Kür Şad’dı!
Urungu yeniden irkildi ve elini belindeki bıçağa attı:
- Bunu şimdiye kadar niçin sakladın?
- Çinliler öldürmek için seni arıyorlardı. Seni ne güçlükle sakladım, nelere katlandım, bilemezsin. Seni kaçırabilmem için ablan kendisini feda etti. Çinliler onu idam ettiler...
Kadının gözlerinden yaşlar aktı. Dışarda, dere kıyısındaki koyunlardan biri hazin hazin meledi.
- Ablanın da adını unuttum. Seni yaşatıp büyütmek için bunları unutmağa mecburdum. Ama babanın adını unutamazdım. Onu unuttuktan sonra senin ve benim yaşamamıza lüzum kalmazdı. Belindeki bıçak babanın bıçağıdır. İhtilâle giderken bana bırakmıştı. Bu bıçak Bozkurt soyunun tılsımlı bıçağıdır. Bumun Kağan’dan kalmadır. Sapının dibinde Bumun Kağanın adı yazılı, damgası kazılıdır.
Urungu bıçağını kınından sıyırdı: fakat yazıyı göremedi.
- O yazı her zaman görülmez. Güneş doğarken ve batarken görülür. Çadırın kapısına yaklaş. Bıçağı batıya tutarak bak...
Anasının dediği gibi yaptı. Sapın dibinde Bumun Kağan yazısını okudu. Öteki yüzünde de damgayı gördü. Fakat bunlar o kadar silikti ki bilmiyen kişi göremezdi.
- Oğul! Şimdi güçlükle okuduğun yazı ile damga Türklerin kutu yükseldiği zaman bıçağın üzerinde ışıl ışıl parlar. Bu bıçağı büyük bir kam yapmıştı.
- Kıraç Ata mı?
- Hayır! Kıraç Atanın babası...
Bu sırada uzaktan dörtnala koşan atların ayak sesleri işitildi. Keskin bakışlarla ufka bakan Urungu yeni kararmağa başlıyan ovanın kuzeyinde üç atlının gelmekte olduğunu görerek anasına “geliyorlar” müjedesini vermek istedi. Fakat onun sözünü kesmemek için bundan vazgeçti.
- Urungu! Bozkurt soyunun yüce bir oğlusun. Çünkü Kür Şad’ın oğlusun. Bununla övünmek hakkındır. Bende Kür Şad’ın konçuyu olduğum için bütün ömrümce övündüm. Fakat bunu açığa vurmadım. Kağan olmak hakkı iken baban bu haktan vazgeçerek vuruştu. Sen de babana yarar oğul olmak istiyorsan Bozkurt soyundan olduğunu kimseye söylemeden yaşa. Kurt başlı gönder Ötüken’e dikilinceye kadar vuruş. Bir tegin olarak değil, Urungu olarak kal!
Urungu ömrümde ilk defa anasına itiraz etti:
- Niçin ana?
- Çünkü en güçlü, en iyi insan hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da hiçbir karşılık beklemeden yapılandır. Kür Şad böyle yapmıştı. Ablan böyle yapmıştı. Sen de böyle yap. Senin de baban g,b, olmanı istiyorum.
Urungu cevap vermedi. Nal sesleri yaklaşıyordu. Ölmek üzere olan ana, daha yavaş bir sesle şöyle dedi:
- Dediklerimi yapacağına, babana yakışır oğul olacağına and içersen bahtiyar öleceğim. Kür Şad öldüğü gün ben de ölmüş sayılırdım. Bu hayat yükünü sen yetişesin diye çektim. İstediğim sözü verirsen ölüm tatlı bir düş gibi gelecek.
Urungu, kendisini bildiği günden beri zavallı anasının katlandığı sıkıntıları düşündü. Kür Şad’ın konçuyu olduğu için değeri birdenbire yükselen bu ananın son istediğini yapmakla gönül açıcı bir sevinç duydu. Anasının yanında yere oturdu. Bıçağını çekerek yere bıraktı. Üzerine el bastı:
- “Babama, sana yaraşır bir oğul, ablama yaraşır bir kardeş olmak için karşılıksız vuruşacağım. Andımı tutmazsam gök girsin, kızıl çıksın” dedi. Kendisiyle birlikte bıçağa el basmış olan anası gülümsedi.
Nal sesleri çadırın kapısına kadar yaklaşmıştı. Üç atlı sıçrayarak atlarından indiler. Kapıya fırlayan Urungu, elinde bir kımız çamçağı tutan Börü’yü görünce başını anasına çevirdi:
- “Ana bak! Börü sana bir çamçak kımız getirdi” diye müjde verdi.
Fakat çilekeş ana artık işitmiyordu. Bu dört çadırlık obanın üç çadırındaki herkes kadına belki şifa olur diye kımız aramağa koştukları halde yetiştirememişlerdi. Kür Şad’ın konçuyu, ihtilâlden sonra kırk yıl daha beklediği, kırk yıl daha çile çektiği halde Ötüken’i görmeden ölmüştü.
O gece oba derin bir sessizliğe gömülmüştü. Çadırın açık kapısına yakın oturan Urungu sabaha kadar anasını bekleyip düşündü:
Eski hâtıraları birer birer canlanıyordu. En eski zamanlara ait olanlar karanlık ve karışıktı. Hattâ bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra olduğunu bile belli değildi. Sonra yüzler ve vak’alar aydınlanıyor, düzgün bir sıraya giriyordu. Şu basık kulübe neydi? Kötü bir Çin kulübesi olacaktı. Orada anasıyla birlikte geçen günler ne sıkıntılı idi. Ama neden sıkıntılı idi? Urungu bunun sebebini bulamıyordu. Yalnız kendisinin bu kulübede iken hiç konuşmadığını bilmeyecek kadar küçük olan bir çocuk,başından geçenleri nasıl hatırlardı? Hayır, hayır! O kadar küçük değildi. Konuşmasını biliyordu. Fakat konuşmak kendisine yasak edildiği için konuşmuyordu. Konuşmayı yasak eden anası idi. Evet, sıkıntı bu yasaktan geliyordu. Peki, kendisini kucağına
Alıp gezdiren, seven o genç kız kimdi? Galiba anasının gençliğini hatırlayıp karıştırıyordu. Ama öyle olsa, büyük bir bahçede anasıyla birlikte o genç kızla beraber oturduğunu da hatırlayamazdı. Acaba o genç kız ablası mıydı? Herhalde ablası olacaktı. Sonra birtakım bahadırlar ve bunların arasında uğursuz Çin suratları...
Urungu en eski zamana ait hâtıraları kurcalıyarak babasının yüzünü hatırlamağa uğraştı. Babası Çin sarayını bastığı zaman kendisi dört yaşında idi. Hatırlayabilirdi. Fakat anası, tehlikeyi atlatmak için kendisine her şeyi kadar unutturmağa çalışmıştı ki birçok yerler karanlık kalıyor, birçok kimseler birbirine karışıyordu. Burası Siganfu şehriydi. Fakat bu birçok bahadırın arasında babasının hayalini nasıl seçecekti. Evet, işte, yine büyük bir evde iki Türk’ün konuştuğunu hatırlıyordu. Bellerinde kılıçları da vardı. Acaba bunlardan birisi Kür Şad mıydı? Herhalde Kür Şad’dı. Çünkü orada anası da bulunuyordu. Hatta, hatta kendisini kucağına alıp seven genç kız da vardı. Anası, ablası olunca mutlaka babası da orada olmalıydı. Evet oradaydı. Çünkü iki bahadırdan biri ötekine Kür Şad diye hitap ediyordu. Kür Şad ona ne diyordu? Bir şey diyordu ama Urungu bir türlü çıkaramıyordu. Babasının yüzü yavaş yavaş şekilleniyordu. Ötüken’in keskin nişancısı enli kılıcı ve belindeki sadağıyla... Evet, karşısındaki bahadıra “Böğü Alp” diye hitap ediyordu. Urungu bu adı da çok işitmiş, ihtilâlde onun da öldüğünü daha pek gençken öğrenmişti. Sonra birdenbire gözünün önüne başka şeyler gelmeğe başladı. Artık iyice büyümüştü. Altı, yedi yaşında vardı. Bataklık gibi bir yerden anasının sırtında uzun uzun bir yol geçtiğini hatırlıyordu. Sonra büyük bir hastalık geçirmiş başı yanarak günlerce bir çadırda kalmıştı. O zaman anası atlı, pusatlı bir kadındı. Kendisini bu çadıra bırakarak uzun zaman gidiyor; kımızlar, yoğurtlar, sütlerle dönüyordu.
Bir de dövüş hatırlıyordu. Kendisini otların üzerinde yatıyordu. Birisi kılıçla kendisine saldırıyordu. Hayır, kendisine değil, orada başka birisine, hem de bir kadına, hem de anasına saldırıyordu. Bu bir Çinliydi. Hatta Çin çerisiydi. Anasının elinde de kılıç vardı. Vuruşuyorlardı. Dövüşün sonunu hatırlamıyordu. Yalnız kan içinde kalmış olan anasının kendisini kucağına almış olduğu halde kaçtıklarını görür gibi oluyordu. Bu kaçış Urungu’ya hem yayan, hem de atlı olarak yapıldı gibi geliyordu. Bir de çalılıklar arasında gizlenmeleri vardı. Fakat bütün bunlar birbirine karışmış hatıralardı. Daha sonra kendisini bir Türk çadırında görüyordu. Birdenbire....
Urungu başını kaldırarak göğe baktı. Ay yükselmiş, serinlik çıkmıştı. O zaman gözlerinin yaşlı olduğunu anlıyarak başını içeriye, anasının yattığı yere çevirdi. Ay ışığı gözlerini kamaştırmış olduğu için ilk önce hiçbir şey göremedi. Sonra heyecanlanarak fırladı. Anasının baş ucunda babasıyla ablasının hayallerini görür gibi olmuştu. Tıpkı, demin hatıraları yoklarken gözlerinin önüne gelen hayallere benziyorlardı. Bu hayalleri kaybetmemek için onlara doğru bir adım attı. Fakat hayaller kendisine hazin bakışlarla bakarak yavaş yavaş solup yok oldular.
Bundan sonraki hatıralarında artık karışıklık yoktu. Anasının kendisine verdiği ilk okçuluk dersini dünkü gibi hatırlıyordu. Urungu ok atmasını öğrendikten sonra anasına yardım olsun diye ava çıkar, fakat çok defa bir şey vuramadan dönerdi. Yiyeceklerinin pek kıt olduğu günlerde nedense anası iştahsız olur, ”bugün hiç isteğim yok” diyerek kendi ülüşünü de oğluna verirdi. On iki yaşındayken iki canavarı öldürdüğü zaman anası pek sevinmiş, yoksul çadırlarının bir kıyısından çıkardığı bıçağı oğlunun beline takarken: “Sen büyüdükçe bu bıçağın değeri artar” demişti.
Boş zamanlarında ikisi karşı karşıya otururlar, anası ona eski savaşları, kağanları, beğleri anlatırdı. Urungu’nun en çok sevdiği savaş Kür Şad İhtilâliydi. Nedense anası da bunu pek güzel anlatırdı. O kadar güzel anlatırdı ki Urungu kendisini de o 41 kişi arasında bulunmadığına yazıklanırdı.
Kür Şad ihtilâlinden yedi yıl sonra korkunç yüzlü Sırba Kağan, Çinliler hesabına Kora akınında ölürken Bozkurt soyundan Çıbı Tegin ayaklanmış, Altay’da epey Türk’ün başına geçerek Gök Türk kağanlığını diriltmeğe çalışmıştı. O zaman 11 yaşında bulunan Urungu’yu anası çağırmış, bu büyük işte kendisinin de bulunması gerektiğini söyliyerek onu Çıbı’nın ordusuna göndermişti. Daha gün görmemiş bir çocuk olan Urungu atına atlamış kılıcını, sadağını, yayını takınmış; torbasına da biraz kızarmış etle haşlanmış darı koyarak yola koyulmuştu. Yolda eşkıyalarla karşılaşmış, yırtıcı hayvanlarla boğuşmuş, Çin karakollarıyla çarpışmış, sonunda hepsini atlatarak Türk kağanının, Çıbı Kağan’ın ordusuna varmıştı.
Bu orduda üç yıl çarpışmış, savaşın ne olduğunu öğrenmişti. Bu çeride nice kocamış, altmışını aşmış erlerle çocuklar yanyana yoldaşlık ediyordu. Kendi yüzbaşısı Kutluk on sekiz yaşında bir yiğitti ve Kür Şad ihtilâlinin büyük kahramanlarından Böğü Alp’in oğluydu. Kutluğun on yedi yaşındaki kardeşi Örpen de Urungu’nun onbaşısıydı. Örpen’in mangasında, kendisi gibi on bir, on iki yaşlarında iki kardeş vardı ki, Urungu en çok bunlarla arkadaşlık ediyor, yaşıtlığının verdiği bir yakınlıkla günden güne onlarla samimi oluyordu. Bu kardeşlerden büyüğü Arslan, gülmez yüzlü bir çocuktu. Küçüğü Börü ise güleç yüzlü, yağız bir çeriydi. Bu iki kardeş, Kür Şad ihtilâlinde düşen bahadırlardan Yüzbaşı Yağmur’un oğullarıydı.
Üç yıl durup dinlenmeden; yaz, kış demeden; açlığa, susuzluğa aldırmadan, yorgunluk bilmeden at koşturmuşlar, kılıç çalmışlar, kargı sançmışlar, ok fırlatmışlardı. Urungu, yeryüzünün büyük acılarını ilk defa bu yıllarda görmüş, sevdiklerini bu çarpışmalarda kaybetmişti. Bir savaşta Yüzbaşı Kutluk oklarla delinerek, bir başka yoldaşı Arslan kargılarla sançılarak Uçmağa varmıştı. Sonra?... Sonra işler yine bozulmuş, kendi aralarında geçimsizlikler olmuş, ordu dağılmış ve Çıbı Kağan tutsak olarak Çin’e götürülmüştü. Bu dağılış ve bu tutsak gidiş Urungu’ya pek ağır gelmiş, arkadaşı Arslanın ölümüne bile duymadığı bir yürek acısıyla içi sızlamıştı.
Anasının yoksul çadırına döndüğü zaman on dört yaşında bir çocuk olmasına rağmen sınanmış, gün görmüş bir çeriydi. Anası onu ciddi bir yüzle karşılamış, vazifesini yaptığı için alnından öpmüş, başarısızlıkta suçu olmadığını söylemiş bugün yapılamıyan bu işin yarın mutlaka yapılacağını, yapılması gerektiğini gerektiğini anlatmıştı.
Sonradan aradan yıllar geçmiş, Urungu, Bozkurt soyunun bayrağı kalksın diye beklemiş, umutsuzlandığı zaman kendi başına bozkıra çıkmış, kimi gün arkadaşlarıyla, kimi gün de yapayalnız olarak Çinlilerle vuruşmuş; baş kesmiş, kan dökmüş, yaralanmış, öldürmüş her seferinde soluğu anasnın çadırında almıştı.
Bu uzun ve çetin yaşayıştan sonra Börü ve onbaşı Örpenle kankardeşi olarak birleşmişler, dağınık Türkeli’nde kendi başlarına buyruk bir oba kurmuşlardı. Büyük Çin duvarının kuzeyinde, bu duvara yarım günlük yolda olan bu oba dört çadırdan kurulmuştu. Çadırın birinde Urungu, anası, karısı ve çocuklarıyla barınıyordu. İkinci çadırda Börü Beğ, karısı ve oğluyla yaşıyor, üçüncüsünde Onbaşı Örpen oturuyordu. Örpen’in bir yaş ara ile beş oğlu vardı. Dördüncü çadırda ise yaşlı bir kadınla torunu Kızıl bulunuyordu. Bu kadın, Kür Şad ihtilâlinin kahramanlarından Yumru’nun anası, Kızıl da Yumru’nun hayatta kalan tek oğlu idi.
Urungu, anasından Kür Şad ihtilâlini dinleye dinleye âdeta onu görüp yaşamış bir insan haline gelmişti. Börü, Örpen ve Kızıl bu kahramanların çocukları oldukları için onları çok sever, öteki ihtilâlcilerin oğullarından da birer arkadaşı olmasını ister, kendisinin de bu ihtilâlde ölenlerden birinin oğlu olamdığına yanardı. Onun yandığı bir şey daha vardı: Bu kadar keskin nişancı, bu kadar iyi vuruşçu olduğu, ata binince fırtına gibi koştuğu halde, yüreğine ve bileğine bu kadar güvendiği halde, karabudundan oluşu, babasının kim olduğunu bilmeyişi garipti. Babasının kim olduğunu kim olduğunu anasına bir iki yol sormuş, o da “zamanı gelince söylerim” diye kestirip atmıştı. Anasına bu kadar saygı duymasa onu zorlıyacak, söyletecekti. Fakat bu kahraman anaya öylesine bağlı idi ki, onun sözünün dışına çıkacak gücü kendisinde bulamıyordu. Herhalde bu kahramanlar arasında kendi babası yatağında ölmüş biri olmalıydı ki anası onu söylemekten çekiniyor, Urungu da daha ileri varamıyordu.
Bir gün bu obanın başına büyük bir felaket geldi. Dört yiğit yani Urungu, Örpen, Börü ve Kızıl avdan döndükleri zaman obalarını darmadağınık buldular. Oba saldırıya uğramış, çadırlar yakılmış, koyunlar alınmış, kadınlarla çocuklar öldürülmüştü. Yalnız Urungu’nun anasıyla bir oğlu yaralı ve baygın bir halde yığıntılar arasında sağ kalmışlardı. Urungu anasıyla oğlunu onarmağa uğraşırken her şeylerini kaybedip çılgına dönen öteki üçü at çatlatırcasına doludizgin güneye at sürmüşler, karşılarına Çin duvarı çıkıncaya kadar yarışmışlar, fakat hiçbir Çinliye raslamamışlardı. Karısıyla beş oğlunu birden kaybeden Örpen kulelerden birine bağırarak er dilemiş, cevap alamayınca sövmüş, kuleden bu küfürlere gülününce daha çok sövmüş, sonunda en gür sesiyle şöyle haykırmıştı:
- Binbaşı Bögü Alp oğlu Örpen’im! Sen, oradakilerin başı, kancıkların başbuğu, kimsin? Söyle bakalım adını da ne kişi olduğunu öğrenelim. Duvara tırmanacağım için korkma. Korkma da uğursuz adını saklama!
Bu haykırışa kuledekiler yüksek sesle gülmüşler, sonra bir subay bozuk bir Türkçe ile şöyle cevap vermişti:
- Hoş geldin uğrular başbuğu! Duvara tırmanırsın diye korkuyorum ama buyruk verdiğin için adımı söyliyeceğim. Köelniz bugün dört çadırdaki sıçan yavrularıyla analarının hesabını gören Yüzbaşı Ven... Başka bir buyruğunuz var mı?
Sonra da bir kahkaha daha atarak kuleye girmiş, ocakları dağıtılan üç talihsiz yiğit de geriye dönmekten başka bir şey yapamamıştı.
Urungu, biraz kendisine gelen anasının öğüdüyle o gece oğlunu ve arkadaşlarını alarak kuzeye yönelmiş, bu şimdi bulundukları ıssız yere konmuştu. Aradan yıllar geçtiği halde burada idiler. Günlerce açıkta yatıp ölümle pençeleşen ana ve küçük çocuk nihayet ölümden kurtulmuş, felaketin ilk sersemliği geçtikten sonra birkaç koyun sahibi olmuşlar, ananın dokuduğu çadırlara girmişler, hayatlarını yeniden düzene sokmuşlardı. Hatta bir iki yılda Örpen, Börü ve Kızıl uzaklara gierek kendilerine denk kız alıp gelmişler, yalnız Urungu yeniden evlenmeyi aklına getirmemişti.
Obanın başkanı Onbaşı Örpen’di yaşça da diğer erkeklerden büyüktü. Fakat hiçbiri işini Urungu'nun anasına sormadan yapmazdı. Bu kadın daima en doğru sözü söyler, her şeyi düşünür, gerektiği zaman da onları atılganlığa kışkırtmaktan geri kalmazdı.
Örpen’nin, Börü’nün ve Kızıl’ın çocukları doğduğu zaman taze gelinlere bakan, çocukların nasıl büyütüleceğini öğreten hep oydu. Sözün kısası, obanın ruhu bu ana kadındı.
İşte bu akşam obanın ruhu ölmüş, oba öksüz kalmıştı.
Ay yükselmişti. Ovada serin bir rüzgâr esiyordu. Yeniden hızla yaklaşan atlar çadırların önünde duruyor, bu atlardan Örpen ve Kızıl ile karıları ve çocukları iniyordu. Elli yaşından beş yaşına kadar bütün obalılar olanca hızlarıyla ana kadına kımız bulmağa koşmuşlardı. Verimsiz ve çorak yerde yaşıyan yoksul oba, ruhunu kaybetmemek için çırpınmış, o sabah onun dudaklarından “biraz kımız olsaydı” diye dökülen sözler kutlu bir buyruk sayılmış, üç erkekle üç kadın ve en küçüğü beş yaşında olan sekiz çocuk atlarına atlıyarak Örpen’in işaret ettiği yönlere doğru at salmışlardı. Dört parçaya ayrılarak giden on dört kişi dört çamçak kımızla dönmüşler, fakat ana ilk gelen kımızı bile içemeden ölmüştü...
Oba ruhunu kaybetmişti. Onun için hepsi boyunları bükük, gönülleri bunlu ağlıyorlardı. Urungu çadırın kapısından göğe bakıyor, on beş yaşındaki oğlu Taçam içerde kıpırdamadan duruyordu.
Sabaha karşı Urungu’dan başka hepsi dalmışlardı. Yalnız o güneş doğuncaya kadar oturup geçmiş günlerle gönlünü hesaplaştırmıştı. Kaybettiği ana öyle bir ana idi ki kendi ölümüyle bile oğlunu bahtıyar ediyor, ona gizlice Kür Şad’ın oğlu olduğunu bildiriyordu.
Tanrının ne anlaşılmaz işiydi! Herkes Urungu’nun anası öldü diye ağlıyordu. Gerçek ise ölen Kür Şad’ın konçuyu idi. Kırk kişiyle Çin kağanlığını yenen ve Çin’in gönlüne saldığı korku ile Türkleri kurtaran Kür Şad’ın konçuyu...
Urungu bütün gece birbirine aykırı iki duygusunun arasında yaşadı. Bir yandan eşi bulunmaz anasına yanarken, bir yandan da Kür Şad’ın oğlu olduğuna seviniyor, bunu kimseye söyliyemeyeceği için sıkılıyor, sonra Bozkurt soyundan bir tegin olduğu halde karabudundan bir er gibi davranmaktaki eşsiz güzelliği düşünerek içi açılıyordu.
Günün ışıkları, kapısı açık çadıra dolarken gözlerini çadırın içine çevirdi. Bir kıyıda anası son uykusunu uyurken beride oğlu yorgunluğunu gideriyordu. Öteki çadırlarda ilk kıpırdanışlar başlamıştı. Urungu anasına bakarken içi sızlıyarak: “Kür Şad’ın konçuyu” diye mırldandı. Sonra gözlerini, uyanmak üzere olan Taçam’a çevirdi. Kür Şad’ın torunu diye düşündü.
Sonsuz bozkırda Urungu tek başına at sürüyordu. Anası öldükten bir yıl sonra Taçam’ı evermiş, çadırını onlara bırakmış, obalılarla vedalaşarak bozkırların kucağına atılmıştı.
Kısmetini böyle arıyacaktı. Gök Türk devletini kurmak için bayrak açan bir tegine raslarsa ona uyacak, raslamazsa Ötüken’e kadar uzanarak bu kutlu yurdu görecekti.
Günler geçiyor, av avlayıp kuş kuşlıyarak yaşıyor, kaynaklardan su içip bağrını serinletiyor, pek az insanla karşılaşıyordu.
Bir akşam, uzun bir yolculuktan sonra rasladığı bir ormancıkta dinlenir ve yanı başında kaynıyan suyun sesini dinlerken üç atlı pınarın başında atlarından indiler. Kendileri su içip atlarını suladıktan sonra içlerinden biri Urungu’ya seslendi:
- Bozkırlı! Kimsin? Nereye gidiyorsun?
- Adım Urungu. Kuzeye doğru gidiyorum.
Yabancıların bu sözle kanmadıkları duruşlarından, bakışlarından belliydi. Urungu’yu onlar nerden tanıyacaklardı? Bu sefer ikincisi sordu:
- Hangi boy, hangi uruktansın? Kağanın kim?
Urungu’ya kendisiyle eğleniyorlar gibi geldi. Kağanını soruyorlardı. Türkeli’nde kağan mı kalmıştı da bunlar soruyorlardı? Sert sert karşılık verdi:
- Gök Türk’üm. Kağanıma gelince…
Urungu susutu. Ne söyliyebilirdi?
Karşısındakilerin yüzleri tuhaflaşmıştı. Kağanının kim olduğunu soran yabancı, alaycı bir sesle:
- “Gök Türk’üm dedikten sonra kağanını söylemesen de olur” dedi.
Urungu oturduğu yerden fırladı:
- Ya sen kimsin? Hangi boydansın? Kağanın kim?
- Bana Yüzbaşı Kadır Bağa derler. Dokuz Oğuz’um. Kağanım…
Urungu sert bir davranışla karşısındakinin sözünü kesti:
- Yeter! Dokuz Oğuz olduğunu söyledikten sonra kağanını anlatmasan da olur.
Yüzbaşı öfkelendi:
- Dokuz Oğuzları beğenmedin mi?
- Karluklar’dan daha bahadır olduğunuzu bilirim.
- Ya Gök Türkler’den?
- Gök Türkler’in tebaası olduğunuzu da bilirim.
Urungu ile Dokuz Oğuzlar on beş adım kadar aralıkla karşı karşıya duruyorlardı. Bir fırtına kopmak üzere idi.
Dokuz Oğuz yüzbaşısı aşağılayıcı bir bakışla gülümseidkten sonra:
- “Sakın sen hâlâ Çinlileri korkutan Kür Şad olmıyasın” dedi. Sonra yüzü bir tipi gibi karmakarışık olan Urungu’ya fırsat vermiyerek sözlerini tamamladı:
- Sizin Kür Şad’ınız çok keskin nişancı imiş. Ama Kara Kağan çağında, yendiğimiz Tulu Han ordusunda o da olduğu halde okları bizi incitmemişti.
Urungu’nun içinde bir yer sızlıyordu. Kendisini kaybetmek üzere idi. İşi alayla kapatmak istiyerek:
- “Dokuz Oğuzlar’ın Çinlilerden daha iyi nişancı olduklarını da bilirim” dedi.
Bu söz fırtınayı koparmıştı. Kadır Bağa görülmemiş bir çabuklukla sadağından ok çekerek yaya koyup gezledi, fırlattı. Keskin bir ses işitildi. Urungu’nun börkü başından uçarak okla birlikte arkasındaki ağaca saplandı. Sonra Dokuz Oğuz yüzbaşısının sesi gürledi:
- Çinli’den daha keskin nişancıyı gördün mü? Bu senin kulağına küpe olsun! Bir parmak daha aşağıdan vurup beynini delebilirdim!
Dokuz Oğuzlar’ın üçü de kahkahayla gülmeğe başladılar. O zaman daha yaman bir iş oldu: Urungu yüzbaşıdan daha çabuk bir davranışla, yıldırım gibi bir çabuklukla sadağına el attı. Ardı ardına üç vınlayış işitildi. Üç ok, kahkahayla gülmekte olan üç kişinin börklerini başlarından uçurmuş, arkadaki ağaçlara saplamıştı.
Şimdi gülmeler kesilmiş, bakışlar sertleşmiş ve aradaki açıklık yarıya inmişti. Urungu hâlâ içinde bir yer sızladığı halde:
- “Bu da sizin kulağınıza küpe olsun” dedi. Gözleri çevresini dumanlı görüyor, hatta Dokuz Oğuzların gerisinden yaklaşmakta olan atlıları bile seçemiyordu.
Yüzbaşı Kadır Bağa şaşkınlıktan çabuk kurtuldu:
- “Senin şakaya gelmez bir bahadır olduğun anlaşılıyor” dedi “ama bir de kılıçlarımızı denemeden yakanı bırakacak değilim”.
Kılıç çekiştiler. Urungu arkasını bir ağaca vererek korunma durumunu almıştı. Kadır Bağa, ihtiyatlı adımlarla yaklaşıp ilk saldırışını yaptı. Keskin bir şakırtı işitildi. Saldırış çelinmişti.
Yüzbaşı bir adım gerileyerek kılıcını havada döndürüp yeniden saldırdı. Sağdan, soldan çok hızlı ve pek sert vuruşlar yapıyor, Urungu olduğu yerde mıhlanmış gibi durarak bütün vuruşları çeliyordu.
Börkleri başlarından uçmuş olan öteki ikisi bu işe çok şaşmışlardı. Bu belâlı herif de nereden çıkmıştı? İşte Kadır Bağa bile hakkından gelemiyordu.
Onlar böyle düşünüp merakla vuruşa bakarken yirmi kadar atlıdan mürekkep olan kafile gelip durdu. Aralarında beğler, çeriler ve at uşaklarından başka bir de genç kız bulunuyor ve kendisine gösterilen saygıdan bunun kafile başkanı olduğu anlaşılıyordu. Hepsi atlarından indikleri halde o inmemişti.
Genç kız bir ara dövüşenlere baktı. Yüzbaşı Kadır Bağa’ya ter döktüren bu bahadırın kim olduğunu sordu. Börkleri uçurulmuş olan iki kişi, Urungu adında bir Gök Türk olduğunu söyleyip nişancılıktaki ustalığının görülmemiş derecedeki üstünlüğünü anlattılar. Genç kız, yakındakilerden birine buyruk verdi:
- Binbaşı! Vuruşanları ayır!
Binbaşı kılıcını çekerek dövüşenlerin arasına girdi:
- “Ayrılın! Ay Hanım buyruk verdi” diye bağırdı.
Urungu da, Kadır Bağa da ayrılmağa istekli değillerdi. Fakat Ay Hanım adını işitince yüzbaşı geri çekilerek kılıcını indirdi. Yere diz vurarak Ay Hanım’ı selâmladı.
Urungu o anda çevresini gördü. İyi giyimli, yavuz duruşlu bahadırlar kendisine bakıyorlar, genç ve çok güzel bir kız da atının üstünden kendisini süzüyordu. Urungu bunu tanıyordu. Fakat birdenbire nereden tanıdığını kestirememişti. Biraz önce çarpıştığı yüzbaşının yere diz vurduğunu görüp de ay Hanım adını işitince bunun arı soylu bir kız olduğunu anlamıştı. Fakat beyni karmakarışıktı. Binbaşıya bakarak:
- “Bizi niçin ayırdın? Ay Hanım kim?” diye sordu.
- Ay Hanım, bizim kağanımız Baz Kağan’ın kızıdır. Sizi onun buyruğu ile ayırdım.
Kısa bir şakırtı işitildi. Urungu kılıcını kınına sokmuştu. Birkaç adım atarak Ay Hanım’a yaklaştı. Yere diz vurarak:
- “Buyruk senindir” dedi.
Ay Hanım’ın işaretiyle kalkarak dimdik durdu. Eski püskü giyimlerine rağmen duruşu, konuşması, hele biraz önceki vuruşması bunun yüce birisi olduğunu anlatıyordu. Dokuz Oğuz kağanının kızı insanları bir bakışta tanır, hatta yüreklerinden geçeni anlardı. Yiğenlerinden birisi kamdı. Ona gizli bilgilerden çok şey öğrettiği Dokuz Oğuzlar arasında söylenirdi. Urungu’ya söz söylemeğe başladı:
- Yiğit! Adının Urungu olduğunu söylemekle kendini iyice tanıtmış olmuyorsun. Bir beğ olduğun anlaşılıyor. Kimsin? Bize anlatmaz mısın?
Bu sesteki ezgi Urungu’ya bir şeyler söylüyordu. Bu sesi tanıyordu. Bu o kadar güzel, o kadar yakın bir sesti ki onu kendi içinde duyuyor, cevap veremiyordu.
Ay Hanım yeniden söze başlamıştı:
- Nasıl vuruştuğunu gördüm. Yüzbaşı Kadır Bağa ile kılıç oynamak büyük iştir. Atıcılığının izlerini de görüyorum. Sen Gök Türkler’in yüce beğlerinden olsan gerek.
Urungu susuyordu. Bu ses yüreğine işliyor, ona geçmiş günleri hatırlatıyor, yavaş yavaş bu güzel kızı tanımaya başlıyordu. İşte yine onun sesi içindeki bir yarayı deşiyordu.
- Yiğit! Okçuluktaki ünü acunu tutan Kür Şad öleli kırk yıl olmasydı, bu keskin nişancılığına bakarak sana Kür Şad’sın derdim.
Urungu titredi. Kür Şad’ın oğluyum dememek için kendini tuttu. Babası öleli kırk yıl geçtiği halde adı, sanı hâlâ yaşıyor, hem de Gök Türkler’in yağısı olan Dokuz Oğuzlar arasında yaşıyor diye gönlü sevinç ve övünçle doldu.
Şimdi kızı da, sesini de tanımıştı: Ay Hanım, bundan yirmi yıl önce Çinli Yüzbaşı Ven’in öldürdüğü karısına tıpatıp benziyor, sesi de tıpkı onun sesini andırıyordu. Bunu hatırlayınca Urungu’nun dili çözüldü:
- “Hayır hanım! Beğ değilim. Karabudundan bir Gök Türk’üm” dedi.