Hüseyin Nihal Atsız-Bozkurtlar Diriliyor

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- I -


İHTİLÂL BAŞARILAMADIKTAN SONRA


Çin kağanı Tay-tsung çok düşünceli idi. Birkaç gündür kendisinde bir başkalık, anlaşılmaz bir değişiklik seziyordu. İlk önce bunun ne olduğunu anlamadan içinde rahatsızlık duymuş, sonra düşüne düşüne rahatsızlığı nereden geldiğini bulmuştu: Korkuyordu: hele gün battıktan sonra her karaltı, her gölge onu ürkütüyor, şu uğursuz ihtilâlcilerden biri karanlıklar içinden çıkarak kendisine doğru yay gerip ok fırlatacak sanıyordu. O, ihtilâlcilerden birçoğunun başkentte gizlenmiş olduğuna inanıyordu. Çünkü bunlardan ancak 38 tanesinin cesedi bulunmuş, Vey ırmağından da üçünün ölüsü çıkarılmıştı. Bu kadar büyük bir gürültünün 41 kişiyle yapıldığına, Çin kağanı olarak inanamazdı. Bu ihtilâlciler ne kadar gözü pek, çılgın herifler olurlarsa olsunlar, 300’den çok Çin askerini öldürmek ve koca bir şehre bu kadar korku salabilmek için herhalde birkaç yüz kişi olmalıydılar.

Üç gündür bütün Siganfu ve yöreleri altüst edildiği, birçokları yargılanıp idam edildiği, birçoğuna işkenceler yapıldığı halde gizlenmiş olan ihtilâlcilerden kimse ele geçirilememişti. Acaba bunları, kendi tahtına göz diken kumandanlarından birisi mi saklıyordu? Öyle ise sarayın içinde fırsat kollamaları da akla gelebilirdi.

İşte Çin kağanı bunları düşünerek sıkılıyor, heyecanlanıyordu. Aldığı raporlara göre geceleyin bir çok yerde ihtilâlciler gözükmüştü. Fakat bütün sıkı araştırmalara rağmen kimse ele geçmiyordu. Herifler herhalde geceleyin iş görmesi seviyorlardı. Sarayı geceleyin bastıkları gibi şehirlerde de geceleyin ortaya çıkıyorlar, fakat gündüz olunca silinip kayboluyorlardı. Ama niçin şimdiye kadar bir teki ele geçmemişti?

Siganfu halkı ihtilâlcilerin korkusundan geceleyin sokağa çıkamaz olmuştu. Şehrin ucunda oturan bir Çinli, bir gece Vey ırmağı kıyısından dönerken bunlardan birçoğunun atlarıyla birlikte ırmağı yüzerek geçtiklerini görmüş, bir başkası da Siganfunun içinde çok iri ve tam pusatlı bir yığın adamın karanlıklar arasında hızla yürüdüklerini görerek çığlıklarla kaçmıştı. İhtilâlciler bu ikisine de bir şey yapmamışlar, fakat yaşlı bir kadını öldürmüşlerdi. Geceleyin komşusundan biraz pirinç alan kadın, kapıdan çıktıktan sonra “ihtilâlciler” diye bağırarak yığılmış, kapıyı tekrar açan komşular zavallının ölüsünü bulmuşlardı. Üzerinde ok ve kılıç yarası yoktu. Karşısında korkunç haydutları gören kadıncağızın korkudan öldüğü anlaşılıyordu.

Bugün ihtiyar bir kadını korkutarak öldürenlerin yarın yeniden saraya saldırmıyacakları ne malûmdu?

Çin kağanı bütün bunları düşünerek tedbirler almış, saray çerisini çoğaltmış, nöbet işlerini düzene koymuş, geceleri dışarda gezmek âdetini bir yana bırakmıştı. Bütün bunlara rağmen içi rahat değildi. Öldürülen ve başı kesilen Kür Şad’ın bile öldüğünden emin olamıyordu. Kür Şad’ın kızını idam ettirmiş, fakat konçuyu ile oğlunu bulduramamıştı.

Bir yandan da nâzırların verdiği raporlar ve raporlardaki teklifler dolayısıyla aklının büsbütün karıştığını hissediyor, öfkeleniyor, saçma sapan şeyler düşünüyordu. Bütün bu düğümleri çözmek için bugün sarayda bir toplantı yapılacaktı. Tay-stung son ümitlerini bu toplantıya bağlamıştı.

***



Siganfu sarayın büyük bir odasındaki toplantı heyecanlı bir hava içinde açıldı. Nâzırlar, Çin kağanının karşısında sinirlerine hâkim olabilmek için kendilerini sıkıyorlardı. Kağan, Kür Şad ihtilâlinden sonraki durumu anlatarak başkentteki rahatsızlığın önüne nasıl geçilebileceğini, bunun için yapılması gereken işlerin neler olduğunu sordu. İşin aslına bakılırsa kendisi de onlardan daha az heyecanlı değildi. İlk sözü Vey-çing aldı. Koyu bir Türk düşmanı olan bu adamın Türklere karşı duyduğu kin Kür Şad ihtilâlinden sonra büsbütün artmış, Türklerin yok edilmesini kendisine ülkü edinmişti. Düşüncelerini büyük bir konuşkanlıkla anlatarak Türklerin tehlikeli ejderler olduğunu, günün birinde Çin’in batmasına zemin hazırlamaktansa şimdiden bir çare düşünmek lâzım geldiğini söyledi. Çareyi de soğukkanlılıkla bildirdi: Çindeki bütün Türkleri öldürmek...

İşi gücü Vey-çing’e karşı gelmek, onunla tartışmak olan Ven-yen-po bu düşünceye hemen itiraz etti. O, Türkleri çinlileştirmenin devlet için daha faydalı olacağını ileri sürüyor, bu milletin kabiliyetlerinden faydalanmanın Çin’e getireceği menfaatları sayıp döküyordu.

Li-pe-lo ikisi arasında bir tez müdafaa ediyor, Yen-sen-ku da onu destekliyordu.

Çin kağanı bugün çok iradesizdi. Hangi nâzır konuşursa onun tesirinde kalıyor, böylelikle durmaksızın fikir değiştiriyordu.

Nihayet, uzun tartışmalardan sonra bir sonuca varılabildi: atılganlıkları ve korkusuzlukları dolayısıyla Çin’in içinde kalmaları tehlikeli görülen Türkler yeniden eski yurtlarına gönderilecekti. Bu karar Vey-çing’i yıldırımla çarpılmış gibi sarsmıştı. Son defa söz alarak:

- “Bu kararla Kür Şad’a karşı yenilmiş olduğumuzu kabul ediyoruz; onun istediği de bundan başka bir şey değildi” dedi.

Fakat Çin kağanı ve öteki nâzırlar öyle bir kâbus içinde idiler ki bu kâbusun bastırıcı tesirinden kurtulmak için yenilmiş olmayı kabul etmekten utanmıyorlardı.

Şimdi sıra bu kararın nasıl tatbik edileceğine gelmişti. Türkeli Sırtarduşların hâkimiyeti altına girmişti. Çindeki yüzbin Türk bunlarla başa çıkamazdı. Çünkü çoğu kadın ve çocuktu. Çin kağanı bu mesele hakkında parlak düşüncelere sahipti:

- “Sırtarduşlar da Türk olduğu için böylece Türkleri ikiye ayırmış olacak, birini veya ötekini destekliyerek muvazene kuracağız. Böylelikle hem onları birbirine kırdıracak, hem de kuzey sınırlarımızın güvenliğini sağlamış olacağız” dedi.

Bu dâhice düşünce nâzırlara saygı ile baş eğdirdi. Hiçbiri itiraz etmedi. Kağan, çoktandır kaybettiği neşesini yeniden bulmuş gibiydi. Nâzırlara sordu:

- Bu Türklerin başına geçirmek üzere kimi salık verirsiniz?

Bozkurt ailesinin bütün teginleri akıllardan geçer ve hiçbiri beğenilmezken kağan yeniden söze başladı:

- Sırba Tegin hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu soru Ve-çing’in yüzünde bir buruşukluk yaptı ve gözlerinden garip bir ışık geçti:

- “Çok korkunç yüzlü ve vahşi bakışlı bir adam” diye mırıldandı. Tay-tsung gülümsedi:
- “Bu korkunç yüz göğün bize en büyük iyiliğidir” dedi. Sonra, bu sözlerden bir şey anlamıyarak birbirlerine bakan nâzırların meraklarını şöylece giderdi:
- Hepsi aydınlık yüzlü ve yakışıklı adamlar olan Bozkurt ailesi teginlerinden bu korkunç yüzlü, çirkin adamı kendi soylarından saymıyorlar. Batı Türklerinden olduğu için de soyunu iyice incelemiyorlar ve ondan şüphe ediyorlar. Hakkında türlü türlü söylenti var. Bir söylentiye göre anası, ölü doğan çocuğunun yerine bu kim olduğu belirsiz çocuğu alarak büyütmüş... Böylece Gök Türklerin başına Sırba Tegin’i geçirmek öteki teginlerin hoşnutsuzluğunu kabartarak aralarına ayrılık tohumları saçmak olacaktır. Bu ayrılığı körüklemek için de Bozkurt soyundan iki tegini Sırba’nın buyruğuna vereceğim. Sırba bize en sadık tegindir ve Gök Türkler tarafından sevilmediği için de sadık kalmağa mecburdur. Kendisine kağanlık verirsek herhalde Gök Türkleri Çin’in menfaatlarına uygun şekilde idare eder.

***



Birkaç gün sonra Sırba Kağan, yanında yüz bin Türk olduğu halde Çin duvarının dışına çıkıyor, bu çıkış bütün Çinde, hele Siganfuda bir bayram gibi içten içe kutulanıyordu. Artık geceleyin sokağa çıkabilecekler, karşılarında ölüm zebanileri görmiyeceklerdi. Tay-tsung hayatından pek memnundu. Bundan sonra sarayın basılması tehlikesi kalmıyordu. Rahat uyumak bahtiyarlığına erişecek demekti. Hele düşünde şu uğursuz haramiler başbuğu Kür Şad kesik başıyla karşısına dikilmiyerek, ona dirliğini zehir etmiyecekti.

Bu gidişten yalnız Vey-çing hoşlanmamıştı. Sarayda Ven-yen-po ile karşılaştığı zaman:

- “Kırk eşkıyanın ölüsü kırk milyonluk koca devleti yendi” dedi ve gülerek tamamladı:
- Hayaletlerden korkmanız sayesinde...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- II -


İHTİLÂLDEN KIRK YIL SONRA

(679 YILINDA)


Sonsuz ovada gözün alabildiğine boz bir renk yayılıyordu. Bu düzlükte yalnız tümseğe benziyen bir tepecik görülüyor, üstünde birkaç ağaç sıralanıyordu. Tümseğin yakınındaki birkaç koyun otluyordu. Tepeciğin eteğinde dört Türk çadırı vardı.

Güneş batarken en baştaki çadırdan bir erkek çıkarak ufuklara doğru uzun uzun baktı. Sert bakışlı, yoksul giyimli, bahadır duruşlu olan bu adam kırk yaşlarında gözüküyor; alnındaki, yüzündeki kılıç yaraları ve çizgiler başından çok şeyler geçmiş olduğunu anlatıyordu. Börkünün tüyleri dökülmüş, yamalı kaftanı birçok yerlerinden parçalanmış, çizmeleri eskiyip delinmişti. Bütün bu eskilerin arasında yalnız belindeki bıçak göze batıyor, altın ve gümüş kakmalarıyla bir kağan hazinesinden çıkmışa benziyordu. Ufuklara dalan gözlerinin bir şey beklediği belliydi. Fakat uzaklarda ne bir karaltı, ne bir toz beliriyor; beride otlıyan hayvanların seslerinden başka hiçbir gürültü işitilmiyordu.

Yoksul kılıklı bahadır bunlu gözlerle ufku bir daha süzdükten sonra çıktığı çadıra girdi. Bu çadırın bir bucağında yaşlı bir kadın, uzandığı keçenin üzerinde sessiz duruyor, donuk gözlerle bakıyordu. Ölmek üzere olan bu kadın, yoksul kılıklı bahadırın anasıydı. Güçlükle konuşarak:

- “Urungu! Gözüktüler mi?” diye sordu

Adının Urungu olduğu anlaşılan erkek cevap verdi:

- Hayır ana! Ama elbette gelecekler!...

İhtiyar kadın bütün gücünü kullanarak biraz toplandı:

- “Yarına çıkmıyacağımı anlıyorum. Sana söyliyeceklerim var” dedi.

Urungu yavaşça anasının yanına çöküp bağdaş kurarak gözlerini ona dikti. Anasının kendisine söyliyeceği şeyleri büyük bir sabırla yıllarca beklemişti. Yazık ki sonsuz bir istekle bilmek istediği şeylere kavuşurken anasından ayrılıyordu. O hiçbir anaya benzemiyen vefalı, çilekeş, iyi anadan.... Yoksul ve kimsesiz bir aileye mensup oldukları halde en arı soylu kadınlardan daha üstün olan anadan...

Dirliğinin sonuna ermiş olan bu iyi kadın şimdi kısık bir sesle konuşmağa başlamıştı.

- Urungu! Soğukluk yavaş yavaş yüreğime doğru yükseliyor. Yüreğime değdiği zaman benim için her şey bitecek ve ben ölmüş olacağım. Ama bu ölüm ilk ölümüm değildir...

Urungu hayretle anasına baktı...

- Ben bundan çok önce ölmüş sayılabilirdim. Seni büyütüp er kişi yapmak için yaşadım. On beş yaşına girip er adını aldığın zaman yeryüzünde yapacak işim kalmamıştı. O zamandan beri yalnız bir şeyi görmek için yaşamağa çalıştım. O şey, senin yıllardır ardında koştuğun düşünce idi: Ötüken’de Türk kağanının oturduğunu, Türk türesinin yürüdüğünü görmek... bundan otuz üç yıl önce, sen daha on bir yaşında bir çocukken Çıbı Tegin Çinliler’e karşı ayaklanıp gök Türk devletini kurmağa kalkıştığı zaman kurt başlı sancak Ötüken’de dalgalansın diye seni Çıbı Kağan ordusuna ben göndermiştim. Üç yıl, Çıbı Kağan tutsak edilip Çin’e götürülünceye kadar savaşlarda olgunlaştın; ölümcül yaralar aldın. İyi dövüştün. Babana yarar yiğit oğul olduğunu gösterdin. Emeklerim boşa gitmediği için çok sevindim. Sütüm sana helâl olsun...

Kadın sustu. Yorulmuştu... Oğlunun sorarak bakan gözlerini görmeseydi daha epey susacaktı.

- Sen bahtı kara olarak doğdun. Çünkü doğduğun zaman Türkler Çin’e tutsak gideli beş yıl olmuştu. Urungu! Çıbı Kağanla birlikte Altaylar’a kadar gittin. Çok Türk Ellerini gezdin. Ama Ötüken’e, kutlu yere ulaşamadın. Bunun için de bahtın kara diyorum. Ölürken Ötüken’de bulunamıyacağım halde benim kutum seninkinden üstündür. Çünkü orada doğdum. Uzun yıllar orada yaşadım... Kür Şad Çin sarayını bastığı zaman gönlümde iki defa umut ışığı yandı. Şimdi bu ışık sönüktür. Ama onun külleri arasında yine bir kıvılcım yanıp duruyor. Öyle ki, öldüğüm zaman soğuyup donmuş yüreğimi yarıp açan olursa oradaki kıvılcımı görür. O kıvılcım üstünde Ötüken’in hayali de vardır... Urungu! Soğukluk yüreğime yaklaşıyor. Sana söyliyeceklerimi çabuk söylemeliyim. Artık kim olduğunu öğren! Senin asıl adın Urungu değildir!

Urungu bir irkildi:

- Ya nedir?
- Ne olduğunu ben bile unuttum.
- Ne diyorsun ana? Her şeyi hatırlıyan sen tek oğlunun adını nasıl unutursun?
- Oğul! Sen gönül isteğinin ne demek olduğunu bilir misin? Senin adını unutmak istiyordum. Bunu öyle bir gönülden istiyordum ki sonunda unuttum. Bir daha da hatırlıyamadım.

Urungunun kaşları çatıldı, sesi dikleşti:

- Ana! Ben bu denli kötü bir oğul muyum ki adımı unutmağa uğraştın, sonunda da unuttun?

İhtiyar ananın gözleri şefkatle gülümsedi:

- Hayır! Sen çok iyi bir oğul olduğun için adını kendimden bile sakladım. Nitekim babanın da kim olduğunu şimdiye dek senden ve herkesten sakladım.
- Onun da adını unuttun mu?

Kadın cevap vermedi. Gözleri biraz daha donuklaşmıştı!... Urungu, babasının kim olduğunu öğrenemiyecekti. Ananın solumaları bir tuhaflaşmıştı. Oğluna çadırın kapısını göstererek:

- “Şunu aç, içeri ışık girsin” dedi.

Kaldırılan keçeden içeri akşam ışığı doldu. Güneş yeni batmıştı. Gönüllere işliyen bir gariplik çadırın içini doldururken Urungu’nun sesi dalgalandı.

- Ana! Babamın da adını unuttun mu?
- Unutmadım! Unutmak istesem de unutamazdım. Baban unutulmazdı. Çünkü baban Kür Şad’dı!

Urungu yeniden irkildi ve elini belindeki bıçağa attı:

- Bunu şimdiye kadar niçin sakladın?
- Çinliler öldürmek için seni arıyorlardı. Seni ne güçlükle sakladım, nelere katlandım, bilemezsin. Seni kaçırabilmem için ablan kendisini feda etti. Çinliler onu idam ettiler...

Kadının gözlerinden yaşlar aktı. Dışarda, dere kıyısındaki koyunlardan biri hazin hazin meledi.

- Ablanın da adını unuttum. Seni yaşatıp büyütmek için bunları unutmağa mecburdum. Ama babanın adını unutamazdım. Onu unuttuktan sonra senin ve benim yaşamamıza lüzum kalmazdı. Belindeki bıçak babanın bıçağıdır. İhtilâle giderken bana bırakmıştı. Bu bıçak Bozkurt soyunun tılsımlı bıçağıdır. Bumun Kağan’dan kalmadır. Sapının dibinde Bumun Kağanın adı yazılı, damgası kazılıdır.

Urungu bıçağını kınından sıyırdı: fakat yazıyı göremedi.

- O yazı her zaman görülmez. Güneş doğarken ve batarken görülür. Çadırın kapısına yaklaş. Bıçağı batıya tutarak bak...

Anasının dediği gibi yaptı. Sapın dibinde Bumun Kağan yazısını okudu. Öteki yüzünde de damgayı gördü. Fakat bunlar o kadar silikti ki bilmiyen kişi göremezdi.

- Oğul! Şimdi güçlükle okuduğun yazı ile damga Türklerin kutu yükseldiği zaman bıçağın üzerinde ışıl ışıl parlar. Bu bıçağı büyük bir kam yapmıştı.
- Kıraç Ata mı?
- Hayır! Kıraç Atanın babası...

Bu sırada uzaktan dörtnala koşan atların ayak sesleri işitildi. Keskin bakışlarla ufka bakan Urungu yeni kararmağa başlıyan ovanın kuzeyinde üç atlının gelmekte olduğunu görerek anasına “geliyorlar” müjedesini vermek istedi. Fakat onun sözünü kesmemek için bundan vazgeçti.

- Urungu! Bozkurt soyunun yüce bir oğlusun. Çünkü Kür Şad’ın oğlusun. Bununla övünmek hakkındır. Bende Kür Şad’ın konçuyu olduğum için bütün ömrümce övündüm. Fakat bunu açığa vurmadım. Kağan olmak hakkı iken baban bu haktan vazgeçerek vuruştu. Sen de babana yarar oğul olmak istiyorsan Bozkurt soyundan olduğunu kimseye söylemeden yaşa. Kurt başlı gönder Ötüken’e dikilinceye kadar vuruş. Bir tegin olarak değil, Urungu olarak kal!

Urungu ömrümde ilk defa anasına itiraz etti:

- Niçin ana?
- Çünkü en güçlü, en iyi insan hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da hiçbir karşılık beklemeden yapılandır. Kür Şad böyle yapmıştı. Ablan böyle yapmıştı. Sen de böyle yap. Senin de baban g,b, olmanı istiyorum.

Urungu cevap vermedi. Nal sesleri yaklaşıyordu. Ölmek üzere olan ana, daha yavaş bir sesle şöyle dedi:

- Dediklerimi yapacağına, babana yakışır oğul olacağına and içersen bahtiyar öleceğim. Kür Şad öldüğü gün ben de ölmüş sayılırdım. Bu hayat yükünü sen yetişesin diye çektim. İstediğim sözü verirsen ölüm tatlı bir düş gibi gelecek.

Urungu, kendisini bildiği günden beri zavallı anasının katlandığı sıkıntıları düşündü. Kür Şad’ın konçuyu olduğu için değeri birdenbire yükselen bu ananın son istediğini yapmakla gönül açıcı bir sevinç duydu. Anasının yanında yere oturdu. Bıçağını çekerek yere bıraktı. Üzerine el bastı:

- “Babama, sana yaraşır bir oğul, ablama yaraşır bir kardeş olmak için karşılıksız vuruşacağım. Andımı tutmazsam gök girsin, kızıl çıksın” dedi. Kendisiyle birlikte bıçağa el basmış olan anası gülümsedi.

Nal sesleri çadırın kapısına kadar yaklaşmıştı. Üç atlı sıçrayarak atlarından indiler. Kapıya fırlayan Urungu, elinde bir kımız çamçağı tutan Börü’yü görünce başını anasına çevirdi:

- “Ana bak! Börü sana bir çamçak kımız getirdi” diye müjde verdi.

Fakat çilekeş ana artık işitmiyordu. Bu dört çadırlık obanın üç çadırındaki herkes kadına belki şifa olur diye kımız aramağa koştukları halde yetiştirememişlerdi. Kür Şad’ın konçuyu, ihtilâlden sonra kırk yıl daha beklediği, kırk yıl daha çile çektiği halde Ötüken’i görmeden ölmüştü.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- III -


KÜR ŞAD’IN KONÇUYU


O gece oba derin bir sessizliğe gömülmüştü. Çadırın açık kapısına yakın oturan Urungu sabaha kadar anasını bekleyip düşündü:

Eski hâtıraları birer birer canlanıyordu. En eski zamanlara ait olanlar karanlık ve karışıktı. Hattâ bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra olduğunu bile belli değildi. Sonra yüzler ve vak’alar aydınlanıyor, düzgün bir sıraya giriyordu. Şu basık kulübe neydi? Kötü bir Çin kulübesi olacaktı. Orada anasıyla birlikte geçen günler ne sıkıntılı idi. Ama neden sıkıntılı idi? Urungu bunun sebebini bulamıyordu. Yalnız kendisinin bu kulübede iken hiç konuşmadığını bilmeyecek kadar küçük olan bir çocuk,başından geçenleri nasıl hatırlardı? Hayır, hayır! O kadar küçük değildi. Konuşmasını biliyordu. Fakat konuşmak kendisine yasak edildiği için konuşmuyordu. Konuşmayı yasak eden anası idi. Evet, sıkıntı bu yasaktan geliyordu. Peki, kendisini kucağına
Alıp gezdiren, seven o genç kız kimdi? Galiba anasının gençliğini hatırlayıp karıştırıyordu. Ama öyle olsa, büyük bir bahçede anasıyla birlikte o genç kızla beraber oturduğunu da hatırlayamazdı. Acaba o genç kız ablası mıydı? Herhalde ablası olacaktı. Sonra birtakım bahadırlar ve bunların arasında uğursuz Çin suratları...

Urungu en eski zamana ait hâtıraları kurcalıyarak babasının yüzünü hatırlamağa uğraştı. Babası Çin sarayını bastığı zaman kendisi dört yaşında idi. Hatırlayabilirdi. Fakat anası, tehlikeyi atlatmak için kendisine her şeyi kadar unutturmağa çalışmıştı ki birçok yerler karanlık kalıyor, birçok kimseler birbirine karışıyordu. Burası Siganfu şehriydi. Fakat bu birçok bahadırın arasında babasının hayalini nasıl seçecekti. Evet, işte, yine büyük bir evde iki Türk’ün konuştuğunu hatırlıyordu. Bellerinde kılıçları da vardı. Acaba bunlardan birisi Kür Şad mıydı? Herhalde Kür Şad’dı. Çünkü orada anası da bulunuyordu. Hatta, hatta kendisini kucağına alıp seven genç kız da vardı. Anası, ablası olunca mutlaka babası da orada olmalıydı. Evet oradaydı. Çünkü iki bahadırdan biri ötekine Kür Şad diye hitap ediyordu. Kür Şad ona ne diyordu? Bir şey diyordu ama Urungu bir türlü çıkaramıyordu. Babasının yüzü yavaş yavaş şekilleniyordu. Ötüken’in keskin nişancısı enli kılıcı ve belindeki sadağıyla... Evet, karşısındaki bahadıra “Böğü Alp” diye hitap ediyordu. Urungu bu adı da çok işitmiş, ihtilâlde onun da öldüğünü daha pek gençken öğrenmişti. Sonra birdenbire gözünün önüne başka şeyler gelmeğe başladı. Artık iyice büyümüştü. Altı, yedi yaşında vardı. Bataklık gibi bir yerden anasının sırtında uzun uzun bir yol geçtiğini hatırlıyordu. Sonra büyük bir hastalık geçirmiş başı yanarak günlerce bir çadırda kalmıştı. O zaman anası atlı, pusatlı bir kadındı. Kendisini bu çadıra bırakarak uzun zaman gidiyor; kımızlar, yoğurtlar, sütlerle dönüyordu.

Bir de dövüş hatırlıyordu. Kendisini otların üzerinde yatıyordu. Birisi kılıçla kendisine saldırıyordu. Hayır, kendisine değil, orada başka birisine, hem de bir kadına, hem de anasına saldırıyordu. Bu bir Çinliydi. Hatta Çin çerisiydi. Anasının elinde de kılıç vardı. Vuruşuyorlardı. Dövüşün sonunu hatırlamıyordu. Yalnız kan içinde kalmış olan anasının kendisini kucağına almış olduğu halde kaçtıklarını görür gibi oluyordu. Bu kaçış Urungu’ya hem yayan, hem de atlı olarak yapıldı gibi geliyordu. Bir de çalılıklar arasında gizlenmeleri vardı. Fakat bütün bunlar birbirine karışmış hatıralardı. Daha sonra kendisini bir Türk çadırında görüyordu. Birdenbire....

Urungu başını kaldırarak göğe baktı. Ay yükselmiş, serinlik çıkmıştı. O zaman gözlerinin yaşlı olduğunu anlıyarak başını içeriye, anasının yattığı yere çevirdi. Ay ışığı gözlerini kamaştırmış olduğu için ilk önce hiçbir şey göremedi. Sonra heyecanlanarak fırladı. Anasının baş ucunda babasıyla ablasının hayallerini görür gibi olmuştu. Tıpkı, demin hatıraları yoklarken gözlerinin önüne gelen hayallere benziyorlardı. Bu hayalleri kaybetmemek için onlara doğru bir adım attı. Fakat hayaller kendisine hazin bakışlarla bakarak yavaş yavaş solup yok oldular.

Bundan sonraki hatıralarında artık karışıklık yoktu. Anasının kendisine verdiği ilk okçuluk dersini dünkü gibi hatırlıyordu. Urungu ok atmasını öğrendikten sonra anasına yardım olsun diye ava çıkar, fakat çok defa bir şey vuramadan dönerdi. Yiyeceklerinin pek kıt olduğu günlerde nedense anası iştahsız olur, ”bugün hiç isteğim yok” diyerek kendi ülüşünü de oğluna verirdi. On iki yaşındayken iki canavarı öldürdüğü zaman anası pek sevinmiş, yoksul çadırlarının bir kıyısından çıkardığı bıçağı oğlunun beline takarken: “Sen büyüdükçe bu bıçağın değeri artar” demişti.

Boş zamanlarında ikisi karşı karşıya otururlar, anası ona eski savaşları, kağanları, beğleri anlatırdı. Urungu’nun en çok sevdiği savaş Kür Şad İhtilâliydi. Nedense anası da bunu pek güzel anlatırdı. O kadar güzel anlatırdı ki Urungu kendisini de o 41 kişi arasında bulunmadığına yazıklanırdı.

Kür Şad ihtilâlinden yedi yıl sonra korkunç yüzlü Sırba Kağan, Çinliler hesabına Kora akınında ölürken Bozkurt soyundan Çıbı Tegin ayaklanmış, Altay’da epey Türk’ün başına geçerek Gök Türk kağanlığını diriltmeğe çalışmıştı. O zaman 11 yaşında bulunan Urungu’yu anası çağırmış, bu büyük işte kendisinin de bulunması gerektiğini söyliyerek onu Çıbı’nın ordusuna göndermişti. Daha gün görmemiş bir çocuk olan Urungu atına atlamış kılıcını, sadağını, yayını takınmış; torbasına da biraz kızarmış etle haşlanmış darı koyarak yola koyulmuştu. Yolda eşkıyalarla karşılaşmış, yırtıcı hayvanlarla boğuşmuş, Çin karakollarıyla çarpışmış, sonunda hepsini atlatarak Türk kağanının, Çıbı Kağan’ın ordusuna varmıştı.

Bu orduda üç yıl çarpışmış, savaşın ne olduğunu öğrenmişti. Bu çeride nice kocamış, altmışını aşmış erlerle çocuklar yanyana yoldaşlık ediyordu. Kendi yüzbaşısı Kutluk on sekiz yaşında bir yiğitti ve Kür Şad ihtilâlinin büyük kahramanlarından Böğü Alp’in oğluydu. Kutluğun on yedi yaşındaki kardeşi Örpen de Urungu’nun onbaşısıydı. Örpen’in mangasında, kendisi gibi on bir, on iki yaşlarında iki kardeş vardı ki, Urungu en çok bunlarla arkadaşlık ediyor, yaşıtlığının verdiği bir yakınlıkla günden güne onlarla samimi oluyordu. Bu kardeşlerden büyüğü Arslan, gülmez yüzlü bir çocuktu. Küçüğü Börü ise güleç yüzlü, yağız bir çeriydi. Bu iki kardeş, Kür Şad ihtilâlinde düşen bahadırlardan Yüzbaşı Yağmur’un oğullarıydı.

Üç yıl durup dinlenmeden; yaz, kış demeden; açlığa, susuzluğa aldırmadan, yorgunluk bilmeden at koşturmuşlar, kılıç çalmışlar, kargı sançmışlar, ok fırlatmışlardı. Urungu, yeryüzünün büyük acılarını ilk defa bu yıllarda görmüş, sevdiklerini bu çarpışmalarda kaybetmişti. Bir savaşta Yüzbaşı Kutluk oklarla delinerek, bir başka yoldaşı Arslan kargılarla sançılarak Uçmağa varmıştı. Sonra?... Sonra işler yine bozulmuş, kendi aralarında geçimsizlikler olmuş, ordu dağılmış ve Çıbı Kağan tutsak olarak Çin’e götürülmüştü. Bu dağılış ve bu tutsak gidiş Urungu’ya pek ağır gelmiş, arkadaşı Arslanın ölümüne bile duymadığı bir yürek acısıyla içi sızlamıştı.

Anasının yoksul çadırına döndüğü zaman on dört yaşında bir çocuk olmasına rağmen sınanmış, gün görmüş bir çeriydi. Anası onu ciddi bir yüzle karşılamış, vazifesini yaptığı için alnından öpmüş, başarısızlıkta suçu olmadığını söylemiş bugün yapılamıyan bu işin yarın mutlaka yapılacağını, yapılması gerektiğini gerektiğini anlatmıştı.

Sonradan aradan yıllar geçmiş, Urungu, Bozkurt soyunun bayrağı kalksın diye beklemiş, umutsuzlandığı zaman kendi başına bozkıra çıkmış, kimi gün arkadaşlarıyla, kimi gün de yapayalnız olarak Çinlilerle vuruşmuş; baş kesmiş, kan dökmüş, yaralanmış, öldürmüş her seferinde soluğu anasnın çadırında almıştı.

Bu uzun ve çetin yaşayıştan sonra Börü ve onbaşı Örpenle kankardeşi olarak birleşmişler, dağınık Türkeli’nde kendi başlarına buyruk bir oba kurmuşlardı. Büyük Çin duvarının kuzeyinde, bu duvara yarım günlük yolda olan bu oba dört çadırdan kurulmuştu. Çadırın birinde Urungu, anası, karısı ve çocuklarıyla barınıyordu. İkinci çadırda Börü Beğ, karısı ve oğluyla yaşıyor, üçüncüsünde Onbaşı Örpen oturuyordu. Örpen’in bir yaş ara ile beş oğlu vardı. Dördüncü çadırda ise yaşlı bir kadınla torunu Kızıl bulunuyordu. Bu kadın, Kür Şad ihtilâlinin kahramanlarından Yumru’nun anası, Kızıl da Yumru’nun hayatta kalan tek oğlu idi.

Urungu, anasından Kür Şad ihtilâlini dinleye dinleye âdeta onu görüp yaşamış bir insan haline gelmişti. Börü, Örpen ve Kızıl bu kahramanların çocukları oldukları için onları çok sever, öteki ihtilâlcilerin oğullarından da birer arkadaşı olmasını ister, kendisinin de bu ihtilâlde ölenlerden birinin oğlu olamdığına yanardı. Onun yandığı bir şey daha vardı: Bu kadar keskin nişancı, bu kadar iyi vuruşçu olduğu, ata binince fırtına gibi koştuğu halde, yüreğine ve bileğine bu kadar güvendiği halde, karabudundan oluşu, babasının kim olduğunu bilmeyişi garipti. Babasının kim olduğunu kim olduğunu anasına bir iki yol sormuş, o da “zamanı gelince söylerim” diye kestirip atmıştı. Anasına bu kadar saygı duymasa onu zorlıyacak, söyletecekti. Fakat bu kahraman anaya öylesine bağlı idi ki, onun sözünün dışına çıkacak gücü kendisinde bulamıyordu. Herhalde bu kahramanlar arasında kendi babası yatağında ölmüş biri olmalıydı ki anası onu söylemekten çekiniyor, Urungu da daha ileri varamıyordu.

Bir gün bu obanın başına büyük bir felaket geldi. Dört yiğit yani Urungu, Örpen, Börü ve Kızıl avdan döndükleri zaman obalarını darmadağınık buldular. Oba saldırıya uğramış, çadırlar yakılmış, koyunlar alınmış, kadınlarla çocuklar öldürülmüştü. Yalnız Urungu’nun anasıyla bir oğlu yaralı ve baygın bir halde yığıntılar arasında sağ kalmışlardı. Urungu anasıyla oğlunu onarmağa uğraşırken her şeylerini kaybedip çılgına dönen öteki üçü at çatlatırcasına doludizgin güneye at sürmüşler, karşılarına Çin duvarı çıkıncaya kadar yarışmışlar, fakat hiçbir Çinliye raslamamışlardı. Karısıyla beş oğlunu birden kaybeden Örpen kulelerden birine bağırarak er dilemiş, cevap alamayınca sövmüş, kuleden bu küfürlere gülününce daha çok sövmüş, sonunda en gür sesiyle şöyle haykırmıştı:

- Binbaşı Bögü Alp oğlu Örpen’im! Sen, oradakilerin başı, kancıkların başbuğu, kimsin? Söyle bakalım adını da ne kişi olduğunu öğrenelim. Duvara tırmanacağım için korkma. Korkma da uğursuz adını saklama!

Bu haykırışa kuledekiler yüksek sesle gülmüşler, sonra bir subay bozuk bir Türkçe ile şöyle cevap vermişti:

- Hoş geldin uğrular başbuğu! Duvara tırmanırsın diye korkuyorum ama buyruk verdiğin için adımı söyliyeceğim. Köelniz bugün dört çadırdaki sıçan yavrularıyla analarının hesabını gören Yüzbaşı Ven... Başka bir buyruğunuz var mı?

Sonra da bir kahkaha daha atarak kuleye girmiş, ocakları dağıtılan üç talihsiz yiğit de geriye dönmekten başka bir şey yapamamıştı.

Urungu, biraz kendisine gelen anasının öğüdüyle o gece oğlunu ve arkadaşlarını alarak kuzeye yönelmiş, bu şimdi bulundukları ıssız yere konmuştu. Aradan yıllar geçtiği halde burada idiler. Günlerce açıkta yatıp ölümle pençeleşen ana ve küçük çocuk nihayet ölümden kurtulmuş, felaketin ilk sersemliği geçtikten sonra birkaç koyun sahibi olmuşlar, ananın dokuduğu çadırlara girmişler, hayatlarını yeniden düzene sokmuşlardı. Hatta bir iki yılda Örpen, Börü ve Kızıl uzaklara gierek kendilerine denk kız alıp gelmişler, yalnız Urungu yeniden evlenmeyi aklına getirmemişti.

Obanın başkanı Onbaşı Örpen’di yaşça da diğer erkeklerden büyüktü. Fakat hiçbiri işini Urungu'nun anasına sormadan yapmazdı. Bu kadın daima en doğru sözü söyler, her şeyi düşünür, gerektiği zaman da onları atılganlığa kışkırtmaktan geri kalmazdı.

Örpen’nin, Börü’nün ve Kızıl’ın çocukları doğduğu zaman taze gelinlere bakan, çocukların nasıl büyütüleceğini öğreten hep oydu. Sözün kısası, obanın ruhu bu ana kadındı.

İşte bu akşam obanın ruhu ölmüş, oba öksüz kalmıştı.

***


Ay yükselmişti. Ovada serin bir rüzgâr esiyordu. Yeniden hızla yaklaşan atlar çadırların önünde duruyor, bu atlardan Örpen ve Kızıl ile karıları ve çocukları iniyordu. Elli yaşından beş yaşına kadar bütün obalılar olanca hızlarıyla ana kadına kımız bulmağa koşmuşlardı. Verimsiz ve çorak yerde yaşıyan yoksul oba, ruhunu kaybetmemek için çırpınmış, o sabah onun dudaklarından “biraz kımız olsaydı” diye dökülen sözler kutlu bir buyruk sayılmış, üç erkekle üç kadın ve en küçüğü beş yaşında olan sekiz çocuk atlarına atlıyarak Örpen’in işaret ettiği yönlere doğru at salmışlardı. Dört parçaya ayrılarak giden on dört kişi dört çamçak kımızla dönmüşler, fakat ana ilk gelen kımızı bile içemeden ölmüştü...

Oba ruhunu kaybetmişti. Onun için hepsi boyunları bükük, gönülleri bunlu ağlıyorlardı. Urungu çadırın kapısından göğe bakıyor, on beş yaşındaki oğlu Taçam içerde kıpırdamadan duruyordu.

Sabaha karşı Urungu’dan başka hepsi dalmışlardı. Yalnız o güneş doğuncaya kadar oturup geçmiş günlerle gönlünü hesaplaştırmıştı. Kaybettiği ana öyle bir ana idi ki kendi ölümüyle bile oğlunu bahtıyar ediyor, ona gizlice Kür Şad’ın oğlu olduğunu bildiriyordu.

Tanrının ne anlaşılmaz işiydi! Herkes Urungu’nun anası öldü diye ağlıyordu. Gerçek ise ölen Kür Şad’ın konçuyu idi. Kırk kişiyle Çin kağanlığını yenen ve Çin’in gönlüne saldığı korku ile Türkleri kurtaran Kür Şad’ın konçuyu...

Urungu bütün gece birbirine aykırı iki duygusunun arasında yaşadı. Bir yandan eşi bulunmaz anasına yanarken, bir yandan da Kür Şad’ın oğlu olduğuna seviniyor, bunu kimseye söyliyemeyeceği için sıkılıyor, sonra Bozkurt soyundan bir tegin olduğu halde karabudundan bir er gibi davranmaktaki eşsiz güzelliği düşünerek içi açılıyordu.

Günün ışıkları, kapısı açık çadıra dolarken gözlerini çadırın içine çevirdi. Bir kıyıda anası son uykusunu uyurken beride oğlu yorgunluğunu gideriyordu. Öteki çadırlarda ilk kıpırdanışlar başlamıştı. Urungu anasına bakarken içi sızlıyarak: “Kür Şad’ın konçuyu” diye mırldandı. Sonra gözlerini, uyanmak üzere olan Taçam’a çevirdi. Kür Şad’ın torunu diye düşündü.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- IV -


BOZKIRLARIN KUCAĞINDA


Sonsuz bozkırda Urungu tek başına at sürüyordu. Anası öldükten bir yıl sonra Taçam’ı evermiş, çadırını onlara bırakmış, obalılarla vedalaşarak bozkırların kucağına atılmıştı.

Kısmetini böyle arıyacaktı. Gök Türk devletini kurmak için bayrak açan bir tegine raslarsa ona uyacak, raslamazsa Ötüken’e kadar uzanarak bu kutlu yurdu görecekti.

Günler geçiyor, av avlayıp kuş kuşlıyarak yaşıyor, kaynaklardan su içip bağrını serinletiyor, pek az insanla karşılaşıyordu.

Bir akşam, uzun bir yolculuktan sonra rasladığı bir ormancıkta dinlenir ve yanı başında kaynıyan suyun sesini dinlerken üç atlı pınarın başında atlarından indiler. Kendileri su içip atlarını suladıktan sonra içlerinden biri Urungu’ya seslendi:

- Bozkırlı! Kimsin? Nereye gidiyorsun?
- Adım Urungu. Kuzeye doğru gidiyorum.

Yabancıların bu sözle kanmadıkları duruşlarından, bakışlarından belliydi. Urungu’yu onlar nerden tanıyacaklardı? Bu sefer ikincisi sordu:

- Hangi boy, hangi uruktansın? Kağanın kim?

Urungu’ya kendisiyle eğleniyorlar gibi geldi. Kağanını soruyorlardı. Türkeli’nde kağan mı kalmıştı da bunlar soruyorlardı? Sert sert karşılık verdi:

- Gök Türk’üm. Kağanıma gelince…

Urungu susutu. Ne söyliyebilirdi?

Karşısındakilerin yüzleri tuhaflaşmıştı. Kağanının kim olduğunu soran yabancı, alaycı bir sesle:

- “Gök Türk’üm dedikten sonra kağanını söylemesen de olur” dedi.

Urungu oturduğu yerden fırladı:

- Ya sen kimsin? Hangi boydansın? Kağanın kim?
- Bana Yüzbaşı Kadır Bağa derler. Dokuz Oğuz’um. Kağanım…

Urungu sert bir davranışla karşısındakinin sözünü kesti:

- Yeter! Dokuz Oğuz olduğunu söyledikten sonra kağanını anlatmasan da olur.

Yüzbaşı öfkelendi:

- Dokuz Oğuzları beğenmedin mi?
- Karluklar’dan daha bahadır olduğunuzu bilirim.
- Ya Gök Türkler’den?
- Gök Türkler’in tebaası olduğunuzu da bilirim.

Urungu ile Dokuz Oğuzlar on beş adım kadar aralıkla karşı karşıya duruyorlardı. Bir fırtına kopmak üzere idi.

Dokuz Oğuz yüzbaşısı aşağılayıcı bir bakışla gülümseidkten sonra:

- “Sakın sen hâlâ Çinlileri korkutan Kür Şad olmıyasın” dedi. Sonra yüzü bir tipi gibi karmakarışık olan Urungu’ya fırsat vermiyerek sözlerini tamamladı:
- Sizin Kür Şad’ınız çok keskin nişancı imiş. Ama Kara Kağan çağında, yendiğimiz Tulu Han ordusunda o da olduğu halde okları bizi incitmemişti.

Urungu’nun içinde bir yer sızlıyordu. Kendisini kaybetmek üzere idi. İşi alayla kapatmak istiyerek:

- “Dokuz Oğuzlar’ın Çinlilerden daha iyi nişancı olduklarını da bilirim” dedi.

Bu söz fırtınayı koparmıştı. Kadır Bağa görülmemiş bir çabuklukla sadağından ok çekerek yaya koyup gezledi, fırlattı. Keskin bir ses işitildi. Urungu’nun börkü başından uçarak okla birlikte arkasındaki ağaca saplandı. Sonra Dokuz Oğuz yüzbaşısının sesi gürledi:

- Çinli’den daha keskin nişancıyı gördün mü? Bu senin kulağına küpe olsun! Bir parmak daha aşağıdan vurup beynini delebilirdim!

Dokuz Oğuzlar’ın üçü de kahkahayla gülmeğe başladılar. O zaman daha yaman bir iş oldu: Urungu yüzbaşıdan daha çabuk bir davranışla, yıldırım gibi bir çabuklukla sadağına el attı. Ardı ardına üç vınlayış işitildi. Üç ok, kahkahayla gülmekte olan üç kişinin börklerini başlarından uçurmuş, arkadaki ağaçlara saplamıştı.

Şimdi gülmeler kesilmiş, bakışlar sertleşmiş ve aradaki açıklık yarıya inmişti. Urungu hâlâ içinde bir yer sızladığı halde:

- “Bu da sizin kulağınıza küpe olsun” dedi. Gözleri çevresini dumanlı görüyor, hatta Dokuz Oğuzların gerisinden yaklaşmakta olan atlıları bile seçemiyordu.

Yüzbaşı Kadır Bağa şaşkınlıktan çabuk kurtuldu:

- “Senin şakaya gelmez bir bahadır olduğun anlaşılıyor” dedi “ama bir de kılıçlarımızı denemeden yakanı bırakacak değilim”.

Kılıç çekiştiler. Urungu arkasını bir ağaca vererek korunma durumunu almıştı. Kadır Bağa, ihtiyatlı adımlarla yaklaşıp ilk saldırışını yaptı. Keskin bir şakırtı işitildi. Saldırış çelinmişti.

Yüzbaşı bir adım gerileyerek kılıcını havada döndürüp yeniden saldırdı. Sağdan, soldan çok hızlı ve pek sert vuruşlar yapıyor, Urungu olduğu yerde mıhlanmış gibi durarak bütün vuruşları çeliyordu.

Börkleri başlarından uçmuş olan öteki ikisi bu işe çok şaşmışlardı. Bu belâlı herif de nereden çıkmıştı? İşte Kadır Bağa bile hakkından gelemiyordu.

Onlar böyle düşünüp merakla vuruşa bakarken yirmi kadar atlıdan mürekkep olan kafile gelip durdu. Aralarında beğler, çeriler ve at uşaklarından başka bir de genç kız bulunuyor ve kendisine gösterilen saygıdan bunun kafile başkanı olduğu anlaşılıyordu. Hepsi atlarından indikleri halde o inmemişti.

Genç kız bir ara dövüşenlere baktı. Yüzbaşı Kadır Bağa’ya ter döktüren bu bahadırın kim olduğunu sordu. Börkleri uçurulmuş olan iki kişi, Urungu adında bir Gök Türk olduğunu söyleyip nişancılıktaki ustalığının görülmemiş derecedeki üstünlüğünü anlattılar. Genç kız, yakındakilerden birine buyruk verdi:

- Binbaşı! Vuruşanları ayır!

Binbaşı kılıcını çekerek dövüşenlerin arasına girdi:

- “Ayrılın! Ay Hanım buyruk verdi” diye bağırdı.

Urungu da, Kadır Bağa da ayrılmağa istekli değillerdi. Fakat Ay Hanım adını işitince yüzbaşı geri çekilerek kılıcını indirdi. Yere diz vurarak Ay Hanım’ı selâmladı.

Urungu o anda çevresini gördü. İyi giyimli, yavuz duruşlu bahadırlar kendisine bakıyorlar, genç ve çok güzel bir kız da atının üstünden kendisini süzüyordu. Urungu bunu tanıyordu. Fakat birdenbire nereden tanıdığını kestirememişti. Biraz önce çarpıştığı yüzbaşının yere diz vurduğunu görüp de ay Hanım adını işitince bunun arı soylu bir kız olduğunu anlamıştı. Fakat beyni karmakarışıktı. Binbaşıya bakarak:

- “Bizi niçin ayırdın? Ay Hanım kim?” diye sordu.
- Ay Hanım, bizim kağanımız Baz Kağan’ın kızıdır. Sizi onun buyruğu ile ayırdım.

Kısa bir şakırtı işitildi. Urungu kılıcını kınına sokmuştu. Birkaç adım atarak Ay Hanım’a yaklaştı. Yere diz vurarak:

- “Buyruk senindir” dedi.

Ay Hanım’ın işaretiyle kalkarak dimdik durdu. Eski püskü giyimlerine rağmen duruşu, konuşması, hele biraz önceki vuruşması bunun yüce birisi olduğunu anlatıyordu. Dokuz Oğuz kağanının kızı insanları bir bakışta tanır, hatta yüreklerinden geçeni anlardı. Yiğenlerinden birisi kamdı. Ona gizli bilgilerden çok şey öğrettiği Dokuz Oğuzlar arasında söylenirdi. Urungu’ya söz söylemeğe başladı:

- Yiğit! Adının Urungu olduğunu söylemekle kendini iyice tanıtmış olmuyorsun. Bir beğ olduğun anlaşılıyor. Kimsin? Bize anlatmaz mısın?

Bu sesteki ezgi Urungu’ya bir şeyler söylüyordu. Bu sesi tanıyordu. Bu o kadar güzel, o kadar yakın bir sesti ki onu kendi içinde duyuyor, cevap veremiyordu.

Ay Hanım yeniden söze başlamıştı:

- Nasıl vuruştuğunu gördüm. Yüzbaşı Kadır Bağa ile kılıç oynamak büyük iştir. Atıcılığının izlerini de görüyorum. Sen Gök Türkler’in yüce beğlerinden olsan gerek.

Urungu susuyordu. Bu ses yüreğine işliyor, ona geçmiş günleri hatırlatıyor, yavaş yavaş bu güzel kızı tanımaya başlıyordu. İşte yine onun sesi içindeki bir yarayı deşiyordu.

- Yiğit! Okçuluktaki ünü acunu tutan Kür Şad öleli kırk yıl olmasydı, bu keskin nişancılığına bakarak sana Kür Şad’sın derdim.

Urungu titredi. Kür Şad’ın oğluyum dememek için kendini tuttu. Babası öleli kırk yıl geçtiği halde adı, sanı hâlâ yaşıyor, hem de Gök Türkler’in yağısı olan Dokuz Oğuzlar arasında yaşıyor diye gönlü sevinç ve övünçle doldu.

Şimdi kızı da, sesini de tanımıştı: Ay Hanım, bundan yirmi yıl önce Çinli Yüzbaşı Ven’in öldürdüğü karısına tıpatıp benziyor, sesi de tıpkı onun sesini andırıyordu. Bunu hatırlayınca Urungu’nun dili çözüldü:

- “Hayır hanım! Beğ değilim. Karabudundan bir Gök Türk’üm” dedi.

Kağan kızı gözlerini Urungu’ya dikti. Sözlerine inanmamış gibiydi. Onun yüreğinin içini okumak istiyen bir durumu vardı. Bakışıyorlardı. Konuşulanların hepsini işitmiş olan ötekiler de bir Ay Hanım’a bir de Urungu’ya bakarak bu işin neye varacağını düşünüyorlardı. Bir kağan kızının gözlerine bu kadar ısrarla bakmak aklın alacağı bir iş değildi. Bu Gök Türk, bir beğ bile olsa kağan kızına böyle nasıl bakabilirdi? Fakat Kür Şad’ın oğlu oralı değildi. Karşısındaki kızın yeşil ala gözlerine bakarken kendinden geçmişti. Bu gözler kendisini yirmi yıl uzağa götürmüş, sevgili karısını tekrar görür gibi olmuştu. Şu farkla ki, bu yüz, bu gözler karısının yüzünden, gözlerinden daha alımlı, daha güzel, daha başka türlü idi.

Kağanın kızının yüzü biraz sertleşmişti. Aralık vermeden kendisine bakan bu bahadır, bu keskin nişancı, katı vurucu yiğit nasıl olur da karabudundan olabilirdi?

- “Bahadır! Nereye gidiyorsun” diye sordu.
- Ötüken’e gidiyorum hanım!
- Biz de kuzeye gidiyoruz! İstediğin yere kadar bizimle gelebilrisin.

Urungu dizini yere vurdu:

- “Buyruk senindir” dedi ve artık bir daha gözlerini kaldırarak onun yüzüne bakmadı.

***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Kafile o gece ormanda, pınar başında konakladı. At uşakları yedek atlardan indirdikleri bağları çözerek çadırları kurdurlar. Kağan kızının büyük çadırı dikkatle kurularak keçelerden mürekkep yatağı hazırlandı. Sonra binbaşının, iki yüzbaşının çadırları dikildi. Onbaşılarla erler ve at uşakları küçük çadırlarda üçer, dörder barınacaklardı.

Urungu’nun çadırı yoktu. Atının terkisindeki keçesi onun hem yatağı, hem yorganı idi. Dokuz Oğuz binbaşısı öteki üç erle birlikte yatabileceği çadırı gösterdiği zaman Urungu, binbaşıya sağlık dileyerek reddetti; keçesinin kendisine yeteceğini bildirdi.

Baz Kağan’ın küçük kızı Ay Hanım, babasının buyruğu ile gezginciliğe çıkmış, şimdi yurduna dönüyordu. Bu yolculukta Baz Kağan’ın gizli bir maksadı olduğu da söyleniyordu ama kimse bunu bilmiyordu.

Urungu, Dokuz Oğuzlar’dan biraz uzakta, tek başına oturmuş, düşünüyordu. Bir onbaşının getirdiği kımızla eti reddetmek üzere iken Ay Hanım’ın yolladığını öğrenince bundan vazgeçti ve aylardır ağzına komadığı kımızı büyük bir iştahla içti, içti.

Gecenin serin rüzgarı ağaçlara çarparak insanın yüreğini ürkütücü sesler çıkarırken Urungu, karısını ve Ay Hanım’ı düşünüyor, bu benzerlik Ay Hanım’a karşı gönlünde doğan yakınlığı artıyordu. Onun da gözleri böyleydi. Onun da boyu bu kadardı. O da konuşurken kendisini böyle titretirdi. Onun da rengi bu kadar güzeldi. Yalnız… Yalnız, ay Hanım daha güzeldi.

Urungu ölen karısını o kadar severdi ki o öldükten sonra hiçbir kadını kendine eş etmemişti. Gök Türkler arasında karısı ölüp de bir daha evlenmiyen kimse bulunmadığı için arkadaşları Urungu’ya şaşarlardı. Hatta anası bile bir defa ona evlenmesini söylemiş, fakat Urungu o kadar kesin olarak reddetmişti ki anası da bir daha bunu kurcalamamış, Urungu yirmi yıl kadınsız yaşamış, gönlünde ölen karısının hayali silindiği, ateşi küllendiği halde hatırasına saygı göstermekte devam etmişti.

Bu gece hep onu düşünüyordu. Bu kadından kendisine hatırlardan başka ne kalmıştı? Canlı miras olarak Taçam. Şimdi eski günleri düşünmek, onu hatırlamak o kadar tatlı idi ki, bu tatlı hatıralara sebep olduğu için Ay Hanım’a içinden minnet duyuyordu. Sonra içi burkuluyor, “o da yaşasaydı ne güzel olurdu” diye düşünüyordu. O karganmış Ven onu öldürmeseydi şimdi böyle evsiz, yuvasız bir gezginci olmıyacaktı. Şurada, elli adım ilerdeki çadırda yatan Ay Hanım, Baz Kağan’ın kızı olmasaydı da kendi karısı olsaydı ne iyi olurdu. Urungu’nun gönlünde yirmi yıl önce ölen karısına karşı duyduğu şeylerle Ay Hanım’a karşı olan duyguları karışıyor, birleşiyor ve hayalinde bir tek kadın kalıyordu. Bu kadın yirmi yıl önceden bugüne uzanıyor, Urungu’nun kutsuz geçen dirliğini, karanlık bir yola benziyen ömrünü aydınlatan bir güneş oluyordu. Tıpkı ilk yaz aylarında bozkırı ışıtan tatlı güneş gibi bir şey…

Kırk beş yaşındaydı. Bu dünyanın acı, tatlı her şeyini görmüş; fakat sonunda içinin üç büyük acıyla dolduğunu anlıyarak talihine küsmüştü. Birinci acısı Ötüken’de Türk kağanını, kurt başlı sancağı görememekti. İkinci acısı Kür Şad’ın oğlu olduğunu söyliyememek, üçüncü acısı da sevgili karısını özlemekti. Babasının ve anasının ölümleri Tanrının buyruğuna uygun olduğu için buna yanmıyor ama ötekiler Tanrı yasası olmadığı için gönlünü sızlatıyordu. Niçin bahtiyar olmıyacaktı? Ötüken’de Türk kağanlığı kurulamaz mıydı_ kür Şad’ın oğlu olduğunu söyliyemez miydi? Karısıyla yine bir yuva kuramaz mıydı?...

Urungu birdenbire kendine geldi: Karısı öleli yirmi yıl olmuş. Kür Şad’ın oğlu olduğunu söylememek için anasına söz verip and içmişti. Kala kala bir tek umut kalıyordu: Ötüken’de Gök Türk kağanlığını kurmak. Elbet günün birinde bir tegin sancak kaldıracak, kendisi de o sancağın gölgesinde koşacaktı.

Gece yarısından sonra Yüzbaşı Kadır Bağa yanına gelip niçin yatmadığını soruncaya kadar bir kütüğün üzerinde oturup düşünmüştü. Gündüzkü yağısı, erlere nöbet değiştirmek için kalkıp işlerin düzeninde gittiğini görmüş, sonra hâlâ yatmıyan ve havanın serinliğine rağmen keçesine de sarılmamış olan Urungu’ya yaklaşarak kendisine bir çadır teklif etmişti.

Urungu o zaman havanın serinliğini duydu, vaktin geciktiğini anladı. Ay iyice yükselmişti. Yüzbaşı birden eğilerek Urungu’nun yüzüne baktı:

- “Gözüne bir şey mi kaçtı? Neden gözün ıslak” diye sordu. Urungu elini gözüne götürdü. Herhalde bir şey, belki küçük bir böcek gözüne kaçmış olmalıydı. Yüzbaşıya bakarak:
- “Açıkta yatmak benim için daha iyi. Gecen aydın olsun” dedi.

Biraz ilerdeki atından keçesini alarak sarıldı. Otlara uzanarak öylece kaldı. Konak yerindeki nöbetçiler gün ağarıncaya kadar Gök Türk’ün otlar üzerinde bir türlü rahat edemediğini gördüler.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- V -


ÖTÜKEN’E GİDERKEN


Ertesi gün, kafile kuzeye doğru yol alırken Urungu da onlara katılmış, Ay Hanımın izni ve buyruğu ile yanlarında yer almıştı. Yüzbaşı Kadır Bağa ile iki onbaşı epey önden gidiyorlardı. Ay Hanımın gerisinde binbaşı bulunuyor, bir şey konuşmak için işaret alınca at sürüp yanına yaklaşıyordu. Çerilerle at uşakları ve yük atları sıra ile arkadan geliyordu. İki onbaşı,i kafilenin sağında, solunda bulunuyorlar; arada sırada at sürüp açılarak sağı, solu gözlüyorlar, sonra yine kafileye geliyorlardı. En geride bir yüzbaşı artçılık yapıyor, bu da ara sıra geriye doğru at sürerek çevreyi kolluyordu.

Urungu arkada, artçı yüzbaşı ile yük atları arasında idi. Bu iyi giyimli beğler ve çeriler ararsında pek ayrı kalıyor, hem sıkılıyor hem de birlikte gitmekten hoşlanıyordu. Kendisine verilen kımızın, yapılan konukseverliğin karşılığı olarak onlara bir yardımda bulunmak istiyordu. Fakat bu yardımı nasıl, hangi fırsatta yapacaktı? Yolda hep bunu düşünüyor, kimseyle konuşmuyordu. Ara sıra artçı yüzbaşı bir şey sorarsa kısa cevaplar veriyor, böylelikle zamanı harcıyordu.

***


Bu yolculuk aynı üç gün sürdü. Üçüncü günün akşamı yine bir su başında çadırlar kurulup herkes yerli yerine yerleştikten sonra Dokuz Oğuz çerilerinden biri kopuzunu çıkarıp çalmağa, deyişler söylemeğe başladı. At uşakları ve çeriler, hatta onbaşılar yüzbaşılar kopuzcunun çevresine yığılmışlar, dinliyorlardı. Ay Hanım bile, otağının kapısı önünde, at eyerlerinden yapılmış tahtında oturarak ezgiyi dinliyor, binbaşı da onun karşısında ayakta durarak aynı şeyi yapıyordu.

Urungu, yıllarca önce Çıbı Kağanın ordusunda genç bir çeriyken birçok kopuzlar dinlemiş, heyecanlanmıştı. O orduda çok ozan vardı. Kanlı savaşların yapıldığı günlerin gecesinde onlar tellerini tıngırdatırlar, kanlı vuruşların, yürek delen okların, göğüs parçalıyan kargıların, baş uçuran kılıçların masalını anlatırlar, su gibi akan kanları, sayısız harcanan canları, bol bol yapılan yiğitlikleri överlerdi. Fakat Urungu yıllardan beri ozana raslamamış, her şey gibi kopuzun sesine de hasret kalmıştı. Şimdi bir Dokuz Oğuz ozanının tellere vurması onu yine kendinden geçirmişti. Kopuzcunun çevresindeki halkanın dışında, epey geride bağdaş kurmuş olduğu halde dinliyor, kendinden uzaklaşıyordu. Dokuz Oğuz ozanı neler söylemiyordu ki…

Sanma gönül dinlenir,
Ufukta gün batınca.
Bunalırım kederle
Gece gelip çatınca.

Bakışlarım puslanır,
Gönül dağım sislenir,
Göz pınarım ıslanır
Sevgi kuşu ötünce.

Sevgi yaman bir gerçek,
Yâr uzakta bir çiçek.
Sevgim sürüp gidecek
Ta dirliğim bitince.

Bir güzeli özleyiş…
İşte en güzel deyiş!
Ömür tüket, gönül deş
Sevgi seni unutunca.

Yâri her bir anışım
Bir ölümdür tanışım!
Belki diner yanışım
Son uykuya yatınca…

Ozan, deyişini söylemekte devam ediyordu. Fakat artık iyice kendinden geçmiş olan Urungu işitmiyor, yalnız beynine kazılan birkaç söz, aralıksız olarak içinde tekrarlanıyordu:

Belki diner yanışım
Son uykuya yatınca…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
İşte durup dururken bu Dokuz Oğuz ozanı içini dağlamış, yüreğine od düşürmüştü.

O böylece dalmış, kaygılı bir gönüller uzaklara doğru kayarken veride Ay Hanım binbaşı onu konuşuyorlardı. Üç günlük yol arkadaşlığında onu epey görüp inceliyen binbaşı eski kılığına, yoksul durumuna rağmen belindeki bıçağın büyük değerini görüp anlamakta gecikmemişti. Ay Hanım’a, bunu anlatırken Urungu’nun karabudundan olmaması ihtimalini söylemiş, zaten buna inanmıyan Ay Hanım’ın şüphesini kuvvetlendirmişti.

Yatacak bir çadırı bile olmıyan bu Gök Türk’ün beğ olduğunu düşünmek biraz güçtü. Fakat bahadırlığına, durumuna, bıçağına bakınca da şüphelenmemek kabil değildi. İnsanların yüreğini okumakta usta olan Ay Hanım bile bu bilinmedik kişi hakkında kesin bir karar verememişti onun değerli bir adam olduğu muhakkaktı. Fakat işte o kadar… Daha çoğunu o da anlıyamamıştı.

Bir onbaşı: “Seni Ay Hanım çağırıyor” dediği zaman Urungu kendine geldi ve o zaman bu sözün kendisine iki defa söylenmiş olduğunun farkına vardı.

Güneş batmıştı. Ozan hâlâ çalıyor, epey ilerde atla gezen üç dört nöbetçiden başka herkes onu dinliyordu.

Urungu yere diz vurdu. Sonra kalkıp dimdik durarak Ay Hanım’ın söyliyeceklerini bekledi. Yanlarında binbaşıdan başka kimse yoktu. Kağan kızı yine gönüle işliyen sesiyle konuşmağa başlamıştı:

- “Bahadır! Yarın yollarımız ayrılacak. Bunun için ne düşünüyorsun?

Urungu’nun içi sızladı. Yalnız birkaç gün birlikte bulunacaklarını bilmekle beraber bu birkaç günün biteceğini hiç hesaplamamıştı. Sanıyordu ki, her gün böyle gidecekler, her akşam konaklıyacaklar kağan kızı otağına girip çıkarken onu uzaktan görecek, sonra kendisi en geride ve kağan kızına en uzak olduğu halde yola koyulacaklar ve bu böylece sürüp gidecek… Yarın yollarının ayrılacağını söylemekle kağan kızı onun içini sızlatmış oluyordu. Bir an için gözlerini yerden kaldırıp ona bakarak:

- “Bunun için yüreğim sızlıyor hanım” diye cevap verdi.

Binbaşı bu söz üzerine dikkat kesildi. Ay Hanım’ın yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. Yeşil ala gözlerinin içi gülümsiyerek sordu:

- Neden?
- Beni buyruğuna alarak buraya kadar getirdin. Kımızını esirgemedin. Buna karşılık sana hiçbir hizmet edemedim bunun için yüreğim sızlıyor.
- Hizmet etmek elindedir.

Urungu’nun gözleri parladı. Yeniden gözlerini kaldırarak kağan kızına baktı. Bir şey demeden bakışlarıyla bu hizmeti nasıl yapılabileceğini soruyordu. Ay Hanım anlamıştı. Urungu’yu kendinden geçiren sesiyle devam etti:

- Seni babam kağana götürürüm. Onun çerisine girer, istediğin kadar hizmet edersin. Babam kağan senin gibi bir bahadırı elbette onbaşı yapar.

Sonra, sesinde başka bir ezgi, ürpertici bir ahenk olduğu halde yavaşça:

- “Sen buna lâyıksın” dedi.

Urungu’nun yüreği şimdi sevinçle çarpıyordu. Ay Hanımla birlikte gitmek, onun babasının ordusuna katılmak, ondan hiç ayrılmamak… Bunlar ne güzel şeylerdi!

Fakat ne yazık ki bu güzel şeylerin hiçbirisi gerçekleşemiyecekti. Dokuz Oğuzlarla giderse Ötüken’e varamaz, günün birinde çıkacağını bildiği Gök Türk ayaklanmasına katılamazdı. Kendi yapıları olan Dokuz Oğuzlar’ın çerisiyle birlik olursa Kür Şad’ın da konçuyunun da ruhları incinirdi. Urungu bunları düşünerek ciddileşti. Yeniden yere diz vurarak:

- “Beni bağışla! Baban kağanın çerisine katılamam. Ama bundan başka her buyruğuna cana minnet bilirim” dedi.

Sustular. Bu ay yüzlü kağan kızının içinden üzgün olduğunu binbaşı anlamıştı. Urungu’nun içinde ise boralar esiyordu. Bu boranın esişini durduran yine o büğülü ses oldu:

- Bahadır! Bizimle gelsen sevinecektim. Demek ki yarın ayrılıyoruz. Benden ne dilersin?
- Dileğim sağlığındır. Bir de, bilmiyerek adamlarınla vuruştuğum için beni bağışlamanı dilerim.

Ay Hanım bin bir çiçeğin açması kadar güzel bir gülümseyişle gülümsedi:

- Suç sende değil bahadır! Yüzbaşı Kadır Bağa börkünü delmeseydi bu iş olmıyacaktı. Sana onun deldiği börk yerine kendi börkümü veriyorum.

Bunu söyliyerek başından börkünü çıkardı, uzattı…

Urungu hızla yürüyerek dizini yere vurdu. Ay Hanımın uzattığı börkü alarak öpüp başıan koydu:

- “Bana ün verdin Ay Hanım! Yarın sabah bunu giyecek ve ölünceye kadar başımda bir şeref hatırası diye tutacağım” dedi.

Bakıştılar. Bu bakış sırasında, Ay Hanım’ın eşsiz güzelliği ile dolup taşan Urungu, üç günlük iç hesaplaşmasının çözüldüğünü sezer gibi oldu: Galiba gönlüne od düşmüş, kağan kızına gönül vermişti.

***


O gece, bir güçlüğü çözen insanların rahatlığı ile uyudu. Düşünde hep kendisini bahtıyar bir kişi olarak görüyor, sık sık uyanarak çevresine bakıyor, epey uzaktaki bir nöbetçiden başka bir şey görmüyordu. Yalnız bir defasında düş mü, gerçek mi olduğunu pek ayırt edemeden, uzakta Ay Hanımın otağı kapısının açıldığını, kağan kızının gözükerek derin derin göğe, uzaklara ve çevresine bakındığını, sonra yeniden otağ girdiğini görür gibi olmuştu. Sabaha doğru ise düşünde hep Kür Şad’ı, anasını, ablasını ve ölen karısını görmüş, sonra hepsi kaybolarak meydanda yalnız karısı kalmış, süslü ve alımlı giyimler arasında başı açık duran karısı ağlamış, ağlamıştı.

Urungu çok erkenden kalkarak atını tımar etti. Ay Hanım’ın verdiği börkü giymişti. Yine dirliğinin sıkıntılı günlerinden birini yaşıyacaktı. Bahtın kendisine yüklediği yükü çekmeği şikayetsiz kabul ediyor, bilâkis ara sıra talihin kendisine güler yüz göstermesine anlıyordu. Acıya alışmış, acı ile yuğurulmuş kişiye bahtıyarlık güneşinin, ışıklarını kısa bir an göstererek sonra yine onu karanlığa boğmasında sanki ne mânâ vardı?

Bu sabah kafile de her zamankinden daha erken uyanmıştı. Yola çıkarlarken biraz ilerde, küçücük bir tümseğin ardında Urungu’ya rasladılar. Ay Hanım geçerken atından atladı. Dizini yere koyarak onu selâmladı. O da gönüllere işliyen gülümseyişiyle Urungu’ya baktı. Ruhunu ürperten bir sesle:

- “Bahtın açık olsun bahadır!” deyip geçti. Kafile geçinceye kadar diz üstü kalan Urungu, bugün artçılık yapan Yüzbaşı Kadır Bağa’nın seslenmesi üzerine aydı, dikilerek ona baktı. Yüzbaşı ona bir çamçak kımız armağan ediyordu. Başka zaman olsa reddedeceği bu armağanı bugün nedense sevinçle kabule diyordu. Kadır Bağa biraz durgun keyifsiz gibiydi:
- “Urungu! Ay Hanım seni beğenmişti. Baz Kağan ordusuna gelmeyişin çok kötü oldu” dedi.

Urungu alıngandı. Tez cevap almak istiyen bir insan gibi sordu:

- Neden?
- Ayrılıp gidiyorsun. Ben seni bir daha nerede bulacağım da yarım kalan dövüşü bitireceğim?
- Dağ dağa kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur. Bir gün yine buluşuruz.

Yüzbaşı gülümsedi:

- Hoşça kal!
- Bahtın açık olsun.

Urungu, kafile ufukta kayboluncaya kadar bir taş gibi kıpırdamadan onlara baktı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- VI -


KURT BAŞLI SANCAK


İlkbahar bitmiş, yazın sıcaklığı başlamıştı. Büyük Çin duvarının kulelerini bekliyen nöbetçilere gelip geçenler için sıkı buyruklar verilmişti. Görünürde bir şey yoktu. Fakat Çin çaşıtlarından gelen haberler tetik davranmanın lüzumunu bildirmekte birleşiyordu.

Bir Türk atlısı, Çin sınırları içinden kuzeye doğru at sürüyor, büyük duvara yaklaşıyordu. Buralarını iyi bilen birisi olduğu güvenle at sürüşünden belliydi. Duvara yaklaşınca hiç durmadan yukarı çıkacak yollardan birine saptı; duvarın üstüne varınca yine durmadan sağdaki kuleye doğru yürüdü. Kuledeki Çin çerileri bir atlının yaklaştığını görünce yolunu kestiler.

- “Dur bakalım! Kimsin? Nereye gidiyorsun” diye bağırdılar.

Bu Türk, Çinceyi bir Çinli gibi konuşuyordu:

- Yabancı değilim.
- Adın ne?
- Tonyukuk!

Kulenin yüzbaşısı bu adı işitince içerden fırlamış, onu karşılamıştı. Tonyukuk’u tanıyordu. Fakat bu zamanda burada ne aradığını bir türlü kestiremiyordu:

- “Tonyukuk! Buradan geçemezsin” dedi.
- Neden?
- Yasaktır.
- Sana güvenerek buraya kadar gelmiştim.
- Geçip ne yapacaksın?
- Bir gönül işi…

Çinli sırıttı:

- Düğüne beni de çağırır mısın?
- Sen istedikten sonra elbet çağırırım.
- Ama ben seni yine bırakmam. Hem burada kapı da yok. Nereden çıkacaksın?
- Sana düğün olacak dedim ya. Nerden çıkacağıma karışma. Sen yalnız bana yol ver.
- Veremem.
- Verirsen senin için iyi olur.

Tınyukuk bunu söyliyerek kemerine el attı. Çinli yüzbaşı anlamıştı. Tonyukuk’u kolundan tutarak biraz daha uzağa götürdü:

- “Ben senin tanışımım. Anlaşabiliriz” dedi.

Tonyukuk bir kese akçayı kemerinin iç tarafından çıkararak duvarın mazgalına iliştirdi. Çinlinin gözleri parlamıştı:

- “Öteki kuleleri nasıl geçeceksin” diye sordu.

Tonyukuk gülümsedi:

- Senin yardımınla!
- Benim yardımımla mı?
- Evet!

Yüzbaşı korkar olmuştu:

- “Ben o kadarına karışmam” diye haykırdı. Tonyukuk atına atlamıştı.
- “Ben de zaten şaka yapmıştım. Orasını bana bırak” diyerek atını dörtnala kaldırdı.

İkinci kuleye yaklaşırken karşıdan çıkan nöbetçilerin yaylarına ok yerleştirdikleri gözünden kaçmadı. Doludizgin onlar yaklaşırken kendisi de sadapından ilk oku çekerek gezleyip fırlattı. Nöbetçilerin biri bu oku göğsüne yiyerek sırt üstü yuvarlanmış, berikiler de Tonyukuk’a ok çekmeğe başlamışlardı. Sağından solundan oklar uçarken Tonyukuk dörtnala at sürüyor, bir yandan da Gök Türk çabukluğu ve nişancılığı ile sadağından ok çekerek Çinlileri deviriyordu. Kulenin tam önüne vardığı zaman sağ kalanlar içeri kaçmışlar, fakat o geçer geçmez yeniden çıkarak ardından ok yağdırmağa başlamışlardı. Aynı zamanda kuledeki Yüzbaşı Ven ateş yaktırarak, daha sonraki kuleye tehlike işaretini vermiş, beş yüz adım ilerdeki kuleden de Çinliler çıkarak Tonyukuk’a doğru yürümeğe başlamışlardı.

Tonyukuk ardına ok çekerek dörtnala ilerlerken Yüzbaşı Ven’in attığı oku sağrısına yiyen at şahlanarak acı acı kişnedi. O zaman Tonyukuk keskin bir ıslık çalarak “ayda!...” diye bağırdı ve atını mahmuzlıyarak duvarın kıyısına doğru önünde atıyla birlikte sıçrıyarak duvardan aşağı uçtu.

Tonyukuk’un atladığı yer duvarın en alçak yeriydi fakat yedi sekiz adam boyunda olan bu yerden atlıyanın da sağ kalmıyacağı belliydi. Çinliler bunu bildikleri için atın da, sahibinin de ölmüş olduğuna muhakkak diye bakıyorlar, hatta çerilerden bazıları bu atlayışın korkunçluğu dolasıyla aşağıya bakmaktan bile çekiniyorlar, garip bir korku duyuyorlardı. Halbuki Tonyukuk büyük bir ustalık ve soğukkanlılıkla atlamış, atı duvarı aşarken atının eyerine basarak ayağa kalkmış, atın yere düşmesine bir adam boyu kala da kendisini onun üstünden fırlatarak toprağa düşmüştü. Tam o sırada, yüz adım kadar ilerde bir toprak yığını arkasından duvarı gözetliyen bir atlı,yedeğindeki atla birlikte hızla Tonyukuk’a yaklaşmıştı. Tonyukuk yedekteki ata sıçrayınca ikisi de kuzeye doğru at sürmüşlerdi. Bu işler o kadar çabuk olmuştu ki Yüzbaşı Ven duvardan aşağıya bakınca ölü attan başka bir şey görememiş, nal seslerini işitip de gözlerini biraz daha kaldırınca iki atlının kaldırdığı tozları görerek bol keseden sövmeğe başlamıştı.

***


Bir ağaçlığın kıyısında atının üstünde ufku gözliyen Kutluk Şad dört nala iki atlının geldiğini görünce toprağa dikmiş olduğu gönderini kavradı. Bu gönderin tepesinde altından bir kurt başı vardı. Göndere takılı al bayrağın üzerinde yarım aya benziyen bir yay resmi bulunuyordu.

İki atlı Kutluk Şad’ın yanına gelince atlarından indiler. Yere diz vurarak onu selâmladılar. Şad söze başladı:

- Tonyukuk! Boyla Bağa Tarkan! Kurt başlı sancağı artık kaldırıyoruz.

Tonyukuk’u, Çin duvarının dışında beklemiş olan Boyla Bağa Tarkan cevap verdi:

- Yıllarca bugünü bekledik.

Tonyukuk ilave etti:

- Kurt başlı sancağı kaldırmak için en elverişli çağdayız. Çünkü Çin’in ruhu yıpranmıştır.

Bozkurt soyunun olgun ve dinç bir oğlu olan Kutluk Şad yine söze girişti:

- Tonyukuk! Tarkan! Kür Şad’dan beri bu beşinci davranıştır. Siz benimle birlik olursanız, Tanrı yardımı ile Gök Türk devletini yeniden kurar, Ötüken’den dört yana ordular yürütürüz. Tanrı yardım ederse çerimiz kurt gibi, yağı çerisi koyun gibi olur. Tanrı dilerse Ötüken’de Türk türesi yürür, Kadırkan’dan Demirkapı’ya dek Türk budunu birleşir. Atalarımın yurdunda, atalarımın devletini diriltmek için sancağı kaldırıyorum. Bu savaşa benimle birlikte atılacağınıza söz veriyormusunuz?

İki şakırtı işitildi: İki Türk beği kılıç çekmişlerdi. Türk göreneğince and içtiler:

- Gök girsin, kızıl çıksın!...

***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Tonyukuk küçük tahta levhalara yazılar yazarak inandığı adamlara yandaki dağınık Türk obalarına yollamış, onları Kutluk Şad’ın bayrağı altına çağırmıştı. O gün toplantı günüydü. Akşama kadar dört bucaktan on beş kişi daha gelerek Kutluk Tegin’in tuğuna girdiler. Bunların arasında Onbaşı Onbaşı Örpen’le Börü Beğ, Kızıl, Taçam ve son olarak yetişen Urungu da vardı.

Ertesi sabah Kutluk Şad’la on yedi kişisi, Gök Türk devletini diriltmek için harekete geçmişlerdi. Tonyukuk’un tavsiyesi ile ilk önce Çin karakollarından birine saldırıp bir başarı kazanmayı uygun görüyorlardı. Bu başarı Türkler arasında duyulunca kendilerine katılanlar çoğalacak, birliğe doğru bir adım atılacaktı.

Tonyukuk, Çin kulelerinin durumunu iyi biliyordu. Yirmi yıldır aynı kulede duran Yüzbaşı Ven’in yaman bir Türk yağısı olduğunu da biliyordu. Ona vuralacak darbenin tesiri daha büyük olacaktı. Tasarı ona göre hazırlandı: Bu kulenin yakınında, yarım günlükten daha az bir yere birkaç çadır kuruldu. Kutluk Şad’ın erlerinden birkaçı her gün atlara binerek kuzeye avlanmağa gidiyorlar, çadırların içinde de birkaç er gizli duruyor, fakat çadırdan dışarı hiç çıkmıyorlardı. Yalnız deliklerden güneyi gözlüyorlar, gelen giden var mı diye bakıyorlardı.

Birkaç gün sonra Yüzbaşı Ven’in çaşıtları bir Türk obasının oraya konduğunu bildirince Ven’in asık suratı gülümsedi. Bir yıldır kendisine hiçbir ava çıkmıyordu. İşte yine şu ıslak sıçanların hakkından gelecekti. Bir sabah en seçme çerilerinden otuz atlı alarak gafil Türk obasına yöneldi.

O gün Börü Beğ’in buyruğundaki dört er nöbette idiler. Gözlerini uydurdukları çadır deliklerinden Çinlileri görünce hazır bulunan çıraları tutuşturdular ve bunları çadırın tepesindeki deliğe tuttular. Tepedeki delikten çıkan duman, uzakta gizlenmiş olanlara Çinlilerin yaklaştığını bildiriyordu. Yüzbaşı Ven’in otuz atlısı obaya yüz adım kadar yaklaşınca içerde saklı duranlar Börü Beğ’in buyruğu ile dışarı fırlayarak yan yana durdular ve Gök Türkler’e yakışan bir çabuklukla Çinliler’i ok yağmuruna tuttular. Otuz Çin çerisi bir anda karmakrışık oldu. Fakat karşılarında yalnız beş Türk yayası görünce yüzbaşılarının buyruğu ile onlara doğru at saldılar. Çinliler bir yandan dökülüyor, bir yandan da Türkler’e yaklaşıyordu. Çoğunun atı vurulmuş, yaya kalmışlardı. İki taraf birbirine değdiği zaman Çinliler yirmi kişi kalmış, bu yirmiden yarısının da atları vurulmuştu.

Şimdi çadırların önünde sert bir kılıç vuruşu başlamıştı.

Yüzbaşı Ven, Gök Türkler’e yaklaşmak üzere iken atı vurulduğu için yaya kalmış, fakat hemen sıçrayarak Börü Beğ’in karşısına dikilmekten de geri kalmamıştı. Çinlilerin kimi atlı, kimi yaya olduğu için birbirlerini de çiğniyorlar, beş kişinin hakkından gelemiyorlardı.

Çadırda kadın ve çocuk bulup da kolayca bir başarı kazanacağını sanan Ven, bu bu çetin çerileri görünce kuşkulanmış, fakat yapacak başka bir şey olmadığı için de kılıç tokuşturmaktan geri kalmamıştı.

Börü Beğ, biri Yüzbaşı Ven olan iki yaya Çinliyle vuruşuyor, ötekiler arkalarını çadırlara vermiş oldukları halde bir kalabalığa karşı çarpışıyorlardı.

Ven, bir iki deneme yaptıktan sonra sert bir saldırışla ileri bir adım attı ve karşısındakini devireceğinden emin olduğu bu kılıç vuruşunu yaparken “al” diye haykırdı. Fakat bu saldırış kendisine az kalsın pahalıya mâl oluyordu. Börü, keskin bir çelişle onun kılıcını yana savurmuş, öyle sert bir hareket yapmıştı ki yüzbaşının kılıcı yere düşmüştü. Ven geriye fırlıyarak çabucak kılıcını yerden aldı. Yeni bir hücuma hazırlanıyordu. Fakat bu sırada anlamadığı bir şey oldu: kendi çerilerinden atı olanlar birdenbire dönerek güneye doğru kaçmağa başladılar. Kuzeye bakan Ven işi anlamakta gecikmedi. İlerden, tozu dumana katarak bir bölük atlı doludizgin geliyordu. Ven pusuya düşürüldüklerini sezdi. Yanındaki yedi sekiz yaya çerisiyle yeniden Gök Türkler’e saldırdı.

Artık Börü Beğ’le teke tek döğüşüyordu. Demin kendisiyle pek kolay vuruştuğu Börü’nün karşısında şimdi adım adım geriliyor, hatta çenesinde açılan bir çizikten de kan sızıyordu. Yüzbaşı Ven Çin ordusunun en iyi subaylarındandı. Fakat bu kudurmuş Gök Türk, sanki kırk yıllık yağısı imiş gibi gözünü daldan budaktan sakınmadan atılıyor, öyle vuruşlar yapıyordu ki, Ven sanki kendisine birkaç kılıçla birden saldırılmış gibi her yandan kılıçla kuşatılıyor, gerilemekten başka bir şey yapamıyordu.

Bu sırada Kutluk Şad’ın buyruğundaki on üç kişi yetişerek bir an için durdular; iki üç kılıç vuruşuyla Ven’den başka hepsini yere serdiler. Kutluk Şad, kaçanları kovalamak için buyruk verirken, birden Onbaşı Örpen'in atından atladığı görüldü. Koşaradım Ven’e doğru giderken bağırıyordu:

- Dur, Börü! Sakın vurma!

Börü bir adım geriliyerek durdu. Ven solumağa başlamıştı. Örpen haykırdı:

- Börü! Yüzbaşı Ven’i tanımadın mı?

O da tanımıştı. Yirmi yıl öncesinin öcünü almak için saldıracaktı. Fakat Örpen bırakmadı:

- Onu bana bırak! Senin yalnız karınla bir oğlunun kanına girmişti. Benim karımla beş oğlumu öldürdü.

Sonra kaşları çatılarak gürledi:

- Kancık dölü! Şimdi sıra benim!...

Korkunç bir saldırışla Çinli’ye saldırdı. O kadar hızlı saldırıyordu ki, Ven’in çevresinde fırdolayı dönüyor, onu şaşkına çeviriyordu.

Örpen onu çadırlara doğru sürmüştü. Artık gerileyecek yer kalmamıştı. Birden Örpen’in sesi yükseldi:

-Al! Bu karımın hakkı!...

Çinlinin yüzünde uzun bir kılıç yarası açılmıştı. Fakat başına geleceği bildiği için kendisini koruyor, son bir debelenişle dövüşe devam ediyordu. Kılıç şakırtıları arasında Örpen’in sesi yeniden gürledi:

- Al! Bu birinci oğlumun hakkı!...

Çinlinin tulgası parçalanmış ve kılıç alnına değimişti.

Örpen kanlı bir oyun oynadığı halde düş görüyor gibi başka türlü bakıyor, kendisine “öç, öç” diye haykıran sesler duyuyordu. Bir saldırış daha yaparak haykırdı:

- Al! Bu ikinci oğlumun hakkı!...

Yüzbaşı Ven, omzuna bir kılıç yemiş, zırhı kendisini korumuş, hafif bir yara ile kurtulmuştu.

Kılıçlar birbirine çarpıyor, üstünde zırhı olmıyan Örpen yalnız saldırıyor, vuruyor, kendisini korumayı düşünmüyordu.

- Al! Bu üçüncü oğlumun hakkı!...

Örpen, Çinli’nin koluna kılıcını yapıştırmıştı. Kılıcını düşürürken Ven’in hafifçe inlediği işitildi. Örpen,dördüncü oğlu için de yaman bir vuruş yapmak için kılıcını kaldırı ve “al” diye bağırıken sert bir buyruk işitildi:

- Vurma!... Bırak kılıcını alsın!...

Bunu Kutluk Şad söylüyordu. Börü, kendi kılıcının ucu ile Ven’in kılıcını iterek ona doğru iletirken Örpen yeniden haykırdı:

- Tez davran! Kılıcını kavra!

Kurtuluş yoktu. Çinli, sızlıyan sağ kolu ile vuruşamıyacağını anlıyarak kılıcını sol eliyle kavradı. Fakat sağ eliyle bir şey yapmamış olan Ven şimdi sol eliyle ne yapabilirdi?

Kılıçlar yeniden çarpıştı. Şimdi yalnız şırak şırak diye birbirine çarpan kılıçların çıkardığı ses işitiliyor, Örpen’in gözlerinden saçılan yalazlar Ven’i yirmi yıl önce işlediği cinayet için pişman ediyordu.

Beride Börü atılmamak için kendini güç tutuyor, Kutluk Şad’ın gerisindeki birkaç çeri kayıtsız bakışlarla vuruşu seyrediyordu. Kılıç sesleri düzgü bir vuruşla şaklarken birden bir vuruşun aksadığı işitildi. Hemen arkasından da Örpen’in sesi gürledi:

- Al! Bu dördüncü oğlumun hakkı!...

Ven, göğsüne bir kılıç dürtüşü yemiş, zırhı delinerek göğsünden yaralanmıştı. Iztırapla diz çöktü. Örpen hırsını alamıyordu:

- “Ayağa kalk kabadayı” diye bağırdı. Ven kalkmağa davranıyor, fakat kalkamıyordu. Örpen hırsla gülümsedi:
- Küçük çocukları öldürürken çok iyi kılıç kullanıyordun. Çin kahramanı’ haydi bakalım, kendini göster!...

Yüzbaşı Ven bitkin bir durumda, korku içindeydi.

- “Vurma! Sana akça veririm” diye sızlandı. Örpen bir adım ilerledi:
- Senin canın akçaya değer mi? Davran!... Yoksa…

Örpen sözünü tamamlıyamadı. Çünkü onun kılıcını indirmiş olmasını fırsat bilen Ven birden fırlayarak bir saldırış yapmış, Örpen’in yüzünde derin bir yara açmıştı.

Örpen buna hiç aldırmadı. Gürliyerek kılıcını savurdu:

- Al! Bu beşinci oğlumun hakkı!...

Sonra, elinden kılıcı düşen ve başına yediği kılıçla yıkılmak üzere bulunan Ven’e bir kılıç daha sallıyarak:

- “Al! Bu da benim hakkım” diye bağırdı.

Örpen’in hakkı tam Türk usulü olmuş, Çinlinin başı gövdesinden ayrılarak Börü’nün önüne kadar yuvarlanmıştı.

Örpen yüzünden akan kanları yeni ile silerek:

- “Bu da it dalaması” diye söylendi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
***


O gece, Gök Türk devletini diriltmek için pusata sarılan on sekiz kişi ilk başarılarını kutluyorlardı. Yüzbaşı Ven’in çerisinden yalnız iki üç tanesi kurtularak Çin duvarının arkasına geçebilmişler, ötekilerin hepsi tepelenmişti. Tonyukuk’un buyruğunda, Çin duvarına kadar giderek kaçanları kovalıyan on kişi, kulelerden birinin önünde gösteri yapmışlar, aşağıdan seslenerek er dilemişlerdi. Bu kulenin subayı olan Çin yüzbaşısı, aşağıdakilerin kim olduğunu bilmeden yarı bozuk bir Türkçe ile ne istediklerini sorduğu zaman Tonyukuk düzgün bir Çince ile şöyle cevap vermişti:

- Sana düğün var demedim miydi? İşte düğün başladı. Sen ve bütün Çinliler davetlisiniz. Bu düğün biraz kanlı olacak ama ne yapalım? Türk düğünü böyle olur.

Şimdi bir su başında çadırlarını kurmuşlardı. Çinlilerden alınan ulcaları Kutluk Şad üleştirmişti. Tanrı, kut verdiği için işi başarmışlar, içlerinden hiç kimse de ölmemişti. En büyük yarayı Onbaşı Örpen almıştı ki o da ona it dalaması kadar ehemmiyetsiz geliyordu.

Kurt başlı sancak Kutluk Şad’ın çadırı önüne dikilmişti. Konuşmuyorlar, fakat bu sancağın Ötüken’e dikileceği günü düşünüyorlardı. İçlerindeki inanç bu düşüncenin gerçekleşeceğini onlara müjdeliyor, yürekleri sevinçle çarpıyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- VII -


BAHTIYAR UYKU


On yedi, on sekiz yaşlarında gözüken bir genç, sırtında bir torba olduğu halde yorgun argın yürüyordu. Gün doğmadan önce yola çıkmış olan bu gencin sırtındaki torba kırık demir parçalarıyla doluydu. Güneş batmak üzere olduğu halde daha ağzına bir lokma koymamıştı. Büyük bir gayretle yürüyor, acele ediyordu.

Bir Gök Türk olan bu sağlam yapılı genç ata çok iyi biner, oku beş yüz adıma düşürür, kılıcı vurunca zırhı keserdi. Fakat o kadar yoksul düşmüştü ki at şöyle dursun, şimdi bir yayı, hatta belinde küçük bir bıçağı bile yoktu. Büyük bir ülküye koşan insanların yılmazlığı ile sonsuz bozkırda yaya yürüyor, bir an için olsun mola vermek aklına gelmiyordu.

Birden adımlarını hızlandırmıştı. Çok ilerde bir kayalık görmüştü. Kayalığa oyulmuş mağaranın kapısına vardığı zaman güneş ufukta kaybolmuştu. Sırtındaki torbayı yere bırakarak geniş bir soluk aldıktan sonra mağaradan içeriye doğru şöyle bir baktı. Orada, ince bir toprağın üstünde ak saçlı bir ihtiyar yatıyordu.

Bu gencin anasının dedesi olan bu ihtiyar adam, belki yüz yaşında bir demirciydi. Çuluk Kağan ordusunda bulunmuş, Kara Kağan çağının parlak ve karanlık günlerini görmüş, çok savaşlara girip çıkmış, Kara Kağan tutsak edildiği zaman onunla birlikte Çin’e götürülmüş, Kür Şad ihtilâlinde sonra yıllarca Çin zindanlarında kalmış, saçları ağarmış, fakat beli bükülmemişti.

Çok usta bir demirciydi. Yaptığı kılıçlarla bıçakları Gök Türkler kapışırlar, onlarla savaşa gitmekten hoşlanırlardı. Bu mağaraya sığındıktan sonra da bıçak yaparak hayatını kazanmak istemiş, fakat Gök Türkler darmadağınık oldukları için iş çıkmamış, o da ocağını söndürmüş, sefil bir hayata razı olmuştu. Son zamanlarda torununun getirdiği yarıbuçuk yiyecekle yaşıyor, artık yürüyecek hali bile kalmadığı için zamanının çoğunu mağarada yatmakla geçiriyordu. Torunu kendisine doğru bir adım atarak:

- “Dede! Sana bir yığın demir getirdim. Bana bunlardan bir kılıç yapar mısın” dedi.

İhtiyar güçlükle doğruldu:

- “Benim çalışacak gücüm kalmadı ki…” diye cevap verdi. Genç oralı değildi. Alnından akmakta olan teri yeniyle sildikten sonra yeniden söze girişti:
- Bu demirleri oba oba dolaşarak topladım. Obaların çoğunda kılıç, bıçak kalmamıştı. Yalnız kırık dökük kılıç parçaları, bıçak kırıntıları bulunuyor, bunları ata hâtıraları diye saklıyorlardı. Bunları toplamak için çok yalvardım. Gün doğmadan yola çıkıp gün batana kadar yürüdüm. Açım. Susuzum. Yorgunum. Bitkinim. Ama sen bana bir kılıç yaparsan bütün çektiklerimi unutacak, bahtıyar olacağım.

Kocamış demirci gülümsedi:

- Ne de çabuk bahtıyar oluyorsun? Bir kılıçla bahtıyar olan sen, acaba Gök Türk devleti dirilse sevincinden delirecek misin?
- Gök Türk devleti dirileceği için bahtıyarım. Kılıcı da Gök Türk devleti diriltecek savaşlara katılmak için istiyorum.

İhtiyar yerinden fırladı:

- Ne demek istiyorsun Buluç?

Buluç’un gözleri parlıyordu:

- Dede! On günden beri kurt başlı sancak Kutluk Şad’ın elinde yükseliyor. Dört bucağa haber saldılar, savaşacak er arıyorlar. Ben belimde bir kılıç olmadan onların arasına nasıl katılabilirim?

İhtiyar heyecanlanmıştı:

- Kutluk Şad mı? Kutluk Şad’ı tanırım. Bozkurt soyunun en yavuz eridir. Şimdi sen benden kılıç mı istiyorsun? Bu benim dirliğimdeki en tatlı işim olacak… Çabuk, demirleri buraya getir…

Buluç, torbayı yeniden sırtlayarak mağaranın içindeki örsün yanına kadar getirdi. Burada yıllardır kullanılmaya kullanılmaya tozlanmış, toprakla karışmış, bir yığın kömür duruyordu. İhtiyar, gençleşmiş gibi, kendinden umulmıyan bir çabukluk ve çeviklikle çıraları yaktı, üzerine kömürü attı. Kartal kanadından yapılmış yelpazeyi eline aldı. Sonra ocağın karşısında diz çöküp başını yukarı kaldırdı. Ellerini açarak:

- “Ulu Tanrı! Bana güç ver. Yıllardır işlemeye işlemeye çalışmasını unutan ellerime biraz ustalık kollarıma biraz güç ver” diye yakardı.

Buluç sevinçliydi. Artık dinlenebilirdi. Mağaranın içine uzandı. Açlık, susuzluk… Şimdi bunlar ondan çok uzaktı. Ocağın alevi yüzüne vuru, çekiç sesleri bozkırın boşluğunda kaybolurken derin bir uykuya daldı. Çekicin örse inerken çıkardığı sesler, ona çocukluğunun kaygısız, yani bahtıyar günlerinde bile duymadığı tatlı bir ninni gibi geliyordu. Çekicin her vuruşu ülküye doğru atılan bir adımdı. Çekiç, örse vura vura kılıç yapılacak, kendisi kılıcı takınca Kutluk Şad’a katılacak, sonra Ötüken’e varmak için kutlu savaş başlıyacaktı. Buluç uyuyordu. Büyük bir yorgunluktan sonra daldığı bu derin uykudan onu kimse uyandıramazdı. Öyle olduğu halde ihtiyar, çok ihtiyar dedesinin çekiç vuruşlarını duyuyordu. Tıpkı gençliğinde olduğu gibi aşkla, şevkle ve kuvvetle vuruyor, yapılacak kılıcı torunu değil de kendisi kuşanacakmış gibi çalışıyordu: Tırak!... Tırak!... Tırak!...

Bu ahenkli ses, beride rahat rahat uyuyan gence pek uzun, sanki bir gece değil de bir yıl sürmüş kadar uzun geldi.

***


Tan yeri ağarırken gözlerini açan Buluç bütün gövdesinde bir sıcaklık duymuştu. Bu gece düş görmemişti. Fakat dedesinin nasıl çalıştığını düşte değil de gerçekte görmüş gibi biliyordu. Kulaklarında hâlâ çekicin örse inerken çıkardığı sesin yankıları uğulduyordu. Ona öyle geliyordu ki son çekiç sesinden kısa bir süre sonra uyanmıştı.

Gözleri ocağa ilişti. Ateş yeni yakılmış gibi dolu, yalazlı ve parlaktı. Yattığı yerden yavaşça doğruldu. Birden gözleri sevinçle parladı: Yanı başında gösterişli bir kılıç kırk yıllık arkadaş gibi yatıyordu. Onu hemen eline aldı. Yüreği sevinçle çarpıyordu. Yavaş yavaş kınından sıyırdı. Bu kılıç insanın gözünü kamaştıracak kadar parlaktı. Dedesine bir şeyler söylemek için öteye baktı. Dedesi, sabaha kadar çalışmaktan doğan bir yorgunlukla ince topraktan yatağında yatıyordu. Keçesini bile üstüne çekecek zaman bulamamıştı. Buluç ona acıyarak baktı. Şu kocamış dede, savaş lâfı olunca sabaha kadar uyumadan nasıl çalışıyor ve ne güzel bir eser meydana getiriyordu!... Birden Buluç’un gözlerine güzel bir bıçak ilişti. Bunu da dedesi yapmış ve kılıcın biraz ilerisine bırakmıştı. İşte bir gecede iki bahtıyarlığa birden ermişti. O yalnız bir kılıç için bu kadar emeğe, sıkıntıya katlanmışken şimdi fazla olarak bir de bıçağı olmuştu.

Buluç hafifçe uzanarak bıçağı aldı. Kınından sıyırarak dikkatle gözden geçirdi. Her halde yarınki savaş arkadaşları bu bıçaktan ötürü kendisini kıskanacaklardı. Gülümsiyerek dedesine baktı.

Birden bir sevinç haykırışıyla haykırmamak için kendini güç tuttu: Bıçağın bir adım ilerisinde bir kılıç daha duruyor, onun da bir adım ilerisinde başka bir kılıç göze çarpıyordu. Buluç yerden fırlayıp gürültü etmemeğe çalışarak kılıçları aldı. Mağaranın kapısına dönerek aydınlıkta gözden geçirdi. Bunlar olağanüstü kılıçlardı. Birden sıyırdığı son kılıcın üzerinde bir yazı gördü. Dedesi buraya “Kutluk Şad” yazmıştı. Kılıcın öteki yüzünü çevirdi. Burada da “İlteriş Kağan” kelimeleri okunuyordu. Bir an bu İlteriş Kağan’ın kim olduğunu düşündü. Aynı kılıçta yazıldığına göre herhalde Kutluk Şad’ın başka bir adı, belki de belki değil, muhakkak, kağan olduktan sonra alacağı addı.

Buluç merakla öteki kılıcı da sıyırıp baktı. Burada “Kür Şad’ın oğlu” kelimeleri yazılıydı. Evet, hatırlıyordu: Dedesi, Kür Şad’ın bir oğlu olduğunu, Kür Şad ihtilâlinde pek küçük olan bu çocuğun anası tarafından kaçırıldığını hattâ birkaç gece de kendi çadırında konuk kaldıklarını, anlatmış, sonra kendi atını, pusatlarını vererek bunları nasıl kaçırdığını, Çinliler’in kendisinden kuşkulanarak nasıl hapse atıp işkence yaptıklarını, fakat Kür Şad’ın konçuyu ile oğlu kurtulsun diye bütün acılara katlanarak hiçbir şey söylemediğini, bu yüzden yıllarca güngörmez zindanlarda süründüğünü birer birer söylemişti.

Fakat Kür Şad’ın oğlunu nasıl bulup da verecekti? Buluç şimdilik bu bilmece ile uğraşmayı lüzumsuz bularak kendi kılıcını kınından sıyırdı. Bir yüzünde “Buluç” yazısını okudu. Dedesi, nerden bulmuşsa bulmuş, oraya bir de kılıç kayışı bırakmıştı. Buluç kılıcını kuşanıp bıçağını takarak mağara kapısından çıktı. Güneş şimdiye kadar görülmemiş bir güzellikle doğuyordu.

***


Bir zaman ufuklara ve göklere baktı. Tatlı rüzgâr canına can katıyordu. Bir eksiği vardı ama ne olduğunu anlıyamıyordu. Birden gülümsedi.

- “Bahtıyarlık beni esritti” diye söylendi. Eksiğin ne olduğunu keşfetmişti: Fena halde acıkmıştı. Acaba dedesinin kıyıda bucakta kalmış biraz yiyeceği var mıydı? Bunu anlamak için mağaraya girdi. Çevresine bakınarak usul adımlarla dedesine yaklaştı. Dün getirdiği demirlerin büyük bir kısmı yerde duruyordu. Görünürde başka hiçbir şey yoktu. Kırık bir çanakta biraz su vardı. Onu kana kana içti. Sonra gözleri dedesine takılarak hayretle durdu. Onun sağ elinde çekiç duruyordu. Sol eliyle büyük kıskacını tutuyordu. Kıskaç, kılıç yapılacak demir parçasını kavramıştı. Demek ki dede pek yorgun düşerek oturmuş, oturmasıyla dalması bir olmuştu. Fakat neden bu kadar hareketsiz ve soluktu? Buluç bir dizini yere koyarak eğildi. “Dede” diye seslendi. Dedesi gülümsüyordu. Daha hızlı olarak yeniden onu çağırdı. Sonra elini dedesinin yüreğine bastırdı. Şöyle, birden ona sayacak kadar bir zaman geçtikten sonra derin bir ah çekerek ayağa fırladı. Dede ölmüştü.

Yüz yılın yükünü taşıdıktan sonra, bir torun bile değil de torunun oğlundan başka herkesi, her şeyi kaybettikten sonra tam Bozkurt sancağı yükselirken ihtiyar demirci ölmüştü.

Buluç onun yüzüne yeniden baktı. Bu yüzde hayattan ayrılmanın hiçbir kederi yoktu. Bilâkis o kadar bahtıyar bir yüzdü ki, ömrün en sevinçli anında rüya gören, yahut bahtıyarlığı damarlarının içinde duyan bir kimse de ancak bunun gibi gülümsiyebilirdi.

O, güç vermesi için Tanrı’ya yakararak işe başlamış, bütün dirliğinde yaptığı kılıçların en güzeli olan üç tanesini yapmış, sonra yüz yıl çarpa çarpa, felâket ve sefalet göre göre örslenmiş, aşınmış olan yüreği bu yıpratıcı gece çalışmasına dayanamıyarak durmuştu.

Bununla beraber bu kadarı bile ne güzel, ne büyük sonuçtu. İhtiyar demirci, Kutluk Şad’ın tuğ kaldırdığını işitince canlanmış, hiçbir zaman kaybetmediği inancıyla güçlenmiş, bu kutlu savaşa kılıcıyla yapamadığı yardımı çekiciyle yapmak için insan gücü üstünde emek harcıyarak bütün gece çalışmış, gözleri iyi görmediği, geceleyin mağara daha çok karanlık olduğu halde yalnız ocaktan çıkan yalazla yetinerek üç kılıçla bir bıçak yapmış, sonra büyük bir bahtıyarlık içinde, topraktan yatağına uzanarak bu dünyadan göçüp gitmişti.

O şimdi daha uyanmamak üzere bahtıyar bir uyku uyuyordu. Doğrusu, böyle bir emekle bu bahtıyar uykuyu uyuyabilmek, yüz yıl çile çekmeğe değerdi.

Uyuyordu. Gök Türk devletini diriltecek kılıç şakırtılarını duyar gibi, Ötüken’de dalgalanacak sancağı görür gibi, yarını, yarın neler olacağını bilir gibi uyuyordu.

Buluç şimdi ayakta taş gibi duruyor, Gök Türk savaşçılarına kılıç yapmak için didinirken ölen ihtiyar demirciye karşı içi saygıyla doluyordu.

Birden uzakta nal sesleri işitir gibi oldu. Ağır ağır mağaranın kapısına yaklaştı. Tozu dumana katarak bir bölük atlı doludizgin geliyordu. Heyecanlanmıştı. Sakın…

Bunlar Türk atlılarıydı. Mağaranın önünde durdukları zaman, Buluç, kurt başlı sancağı görüp Kutluk Şad’ı tanımakta gecikmedi. Yere diz vurdu.

Kutluk Şad, kendi ordusuna katılacağını bildiği bu gence sordu:

- Adın ne?
- Buluç.
- Bize katılacak mısın?
- Evet Şas.
- Burada kocamış bir demirci olacak, bilir misin?
- Dedemdir.
- Nerede?

Buluç başını eğdi. Gözleri dumanlanmıştı.

- Dedem bu sabah Uçmağa varmıştır Şad!

Kutluk Şad çevik bir atlayışla atından indi. Bir anda bütün çerileri de öyle yaptılar. Ardından Tonyukuk ve Boyla Bağa Tarkan olduğu halde mağaraya giren Kutluk Şad, ihtiyar demircinin ölüsü önünde saygılı bir durumla durdu. Sonra Tonyukuk’un gerisinde Buluç’a dönerek:

- “Nasıl oldu, anlat” dedi

Buluç demir parçaları dolu torbayı getirdikten sonra olup biteni anlattı ve Kutluk Şad için yapılmış olan kılıcı oza uzattı:

- “Bu kılıç senin için yapılmıştır Şad” dedi.

Kutluk Şad kılıcı eline aldı:

- Benim için yapıldığını nereden biliyorsun?
- Üstünde adın yazılı.

Tonyukuk’la Boyla Bağa Tarkan, kılıcı sıyrılmış olan Kutluk Şad’a yaklaştılar ve üçü birden “İlteriş Kağan” kelimelerini okuyarak birbirlerine baktılar. Sonra öteki yüzünde “Kutluk Şad” adını gördüler. O zaman Tonyukuk:

- “Kutluk Şad” dedi, “bu demircinin gönlüne Tanrı’dan bir ses gelmeseydi bunu yazmazdı. Gök Türk devletini kurabilirsek sen İlteriş Kağan olacaksın.”

Kutluk Şad cevap vermedi. Yalnız kabul makamında başını salladı. Sonra Buluç’un uzattığı ikinci kılıcı alarak sordu:

- Bu kimin?
- Kür Şad’ın oğlunun.

Şadın kaşları çatıldı:

- Kür Şad’ın oğlu yaşıyor mu?
- Yaşıyor Şad!
- Nereden biliyorsun?

Buluç, dedesinin vaktiyle kendisine söylediklerini anlattı. Boyla Bağa Tarkan söze karıştı:

- Ben buna benzer bir şey işitmiştim Şad. Buyruk verirsen çerimze soralım.
- Sor bakalım.

Şad, Tonyukuk ve Tarkan arkalarında Buluç olduğu halde mağaradan çıkmışlardı. Bağa Tarkan’ın sesi erler arasında bir çalkalanma yaptı:

- Aranızda Kür Şad’ın oğlu var mı?

Derin bir sessizlik… Tarkan bir daha sordu:

- İhtiyar demirci, Kür Şad’ın oğlu için kılıç yapmış. Aranızda Kür Şad’ın oğlu var mı?

Yine cevap veren olmadı. O zaman Kutluk Şad’ın buyruğu işitildi:

- Bağa Tarkan! Kür Şad’ın oğlu ortaya çıkıncaya kadar taşımak üzere bu kılıcı dilediğin ere ver.
- Buyruk senindir.

Sonra, Boyla Bağa Tarkan bir bir hepsinin önünden geçti. Taçam’ı seçerek:

- “Al! Kutluk Şad’ın buyruğunca iyi gözet” dedi

kimse bu güzel tesadüften Urungu kadar sevinmemişti. Fakat bu sevinç bir sır gibi gizli kaldı

***


Kutluk Şad’la çerileri uzun zaman mağaranın önünde kaldılar. İhtiyar demirciyi gömdüler. Çeri içindeki iki demirci, Buluç’un getirmiş olduğu demirlerin kalanından kargılar, kılıçlar ve tulgalar yaptılar. Sonra Buluç’u da aralarına alarak yürümeğe hazırlandılar. Boyla Bağa Tarkan ona çerideki fazla atlardan birini vermiş ve:

- “Seninle yetmiş kişi olduk. Onbaşın Börü’dür” demişti. Sonra yetmiş atla doludizgin yürüyüşe kalkmışlar ve yıldırım hızıyla ileriye atılmışlardı. En önde kurt başlı al sancak dalgalanıyor, arkasında Gök Türk devletini diriltmeğe kalkan kahramanlar geliyordu. Kaşlar çatılmış, ağızlar kilitlenmiş uçuyorlar, koyu kumral uzun saçları dalgalanırken kartal bakışlarıyla ileriye bakıyorlardı. Gözler yalnız ilerisini görüyor, arkada kalan hiçbir şey hatıra gelmiyordu.

Fakat bu yıldırım atlıların arasında yalnız birisi ara sıra başını arkaya çevirip bakıyor, sonra ıslak gözlerini eliyle silerek arkadaşlarıyla aynı hizada ileriye doğru akıyordu.

En gerideki dizide bulunan ve gözleri arkada kalan er Buluç’tu ve onun arkaya bakışları, ihtiyar demircinin can verip gömüldüğü mağara gözden silininceye kadar devam etti.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- VIII -


İLTERİŞ KAĞAN


Bozkıra yeni bir bahar gelmişti. Karlar erimiş, aç toprak suları içmiş, her yer yeşile bürünmüştü. Tepeleri karla örtülü dağlar, bozkırın binlerce yıllık masalını dinliyordu. Yamaçlarda, ormanlarda kuşlar ötüyor, yerden canlılık fışkırıyordu.

Ağaçlı bir düzlükte tören vardı. Sağa, sola yaptıkları akınlarla sayıları çoğalan, yoksulluktan kurtulan, zaferle heyecanlanan Kutluk Şad ordusu devlet kuruyordu.

Yedi yüz kişi olmuşlardı. İki bölüğü atlı, bir bölüğü yaya idi. Tonyukuk yedi yüz kişiyi düzene sokmuş, Türk türesini yaymıştı.

- “Kutluk Şad! Kağanımız olacaksın” dedi.
- Kağan olursam Türk türesini yükselteceğime inanıyor musun?
- Bunu çok düşündüm. Buğa, ıraktan bakılınca arık mı, semiz mi belli olmaz. Ama ben seni iki yıldır yakından görüyorum. Sen Bozkurt soyunun eski kağanları gibi ulu bir kağan olabilirsin. Onun için artık Gök Türk devletini kuracağız ve sen bizim kağanımız olacaksın.

Kutluk Şad kısa bir an düşündü:

- Boyla Bağa Tarkan ne diyor?

Boyla Bağa Tarkan bir adım ilerledi:

- Senin kağan olmanı istiyorum.
- Çeri ne diyor?

Tonyukuk cevap verdi:

- Çeri Türk kağanını tahta oturtmak için pusata sarıldı.

Kutluk Şad elini Tonyukuk’un omuzuna koydu:

- “Türk kağanı olmayı kabul ediyorum” dedi.

Tonyukuk gülümsedi:

- “Ben Tonyukuk, Boyla Bağa Tarkan ve çeri ile birlikte seni Türk kağanı ilân ediyorum. Bundan sonra sen İlteriş Kağan’sın” dedi

Sonra sözlerini şöyle tamamladı:

- Bugün için kılıç döverken ölen ve sana yaptığı kılıca İlteriş Kağan adını yazan demircinin vasiyeti yerine gelmiş olur.

Kağan cevap verdi:

- Tonyukuk! Kurt başlı sancağı kaldırdığım zaman bana ilk katılan sen olsun. İki yıllık savaşlarda da yüksek bilgi ve aklınla işi iyi idare ettin. Bundan sonra sana Bilge Tonyukuk denecektir!

Bilge Tonyukuk orduya döndü. Ormanda uğuldıyan gür sesiyle şöyle haykırdı:

- Türk çerisi! Bugün Gök Türk devletini yeniden kuruyoruz. Kutluk Şad kağanımız olup İlteriş Kağan adını almıştır. Eskiden olduğu gibi yine Ötüken’e varacak, atalarımızın buyruğunda olan bütün boylara baş eğdirecek, Çin’den haraç alacağız. Biz İlteriş Kağan’ın buyruğunda savaştıkça azlık budun çoğalacak, yoksul budun bay olacak, Gök Türkler’in adı sanı yeryüzünü kaplıyacaktır.

Kılıçlar havaya kalkmıştı. Yedi yüz kişi, devletin kuruluşu şerefine gürlüyorlardı. Davullar çalınıyor, kımızlar içiliyor, bir ozan deyiş söylüyordu:

Çekildi mi kılıçlar
Türk’ün gönlü hoşlanır
Kağanlığı kurmağa
Yeni baştan başlanır.

Gözler ayda, güneşte;
İlteriş Kağan başta.
Yazlar geçer savaşta.
Ötüken’de kışlanır

İçelim kımızları…
Yosma Gök Türk kızları
Mestederken bizleri
Yavuzlar yavaşlanır.

Çinliler ve Kıtaylarla yapılan savaşlarda çok yararlılık gösterdiği için kendisine onbaşılık verilen Urungu hazin bir bahtıyarlık içinde ozanı dinliyordu. Anasının ve kendisinin rüyası gerçekleşmişti. Artık kendi iç sızılarını dinliyebilir, kendi kendisine yanıp yakılacak zaman bulunabilirdi. Bu bahtıyar yedi yüz kişi arasında neden onlar kadar sevinçli olmadığını biliyor, hattâ bunu kendi kendisine itiraf ediyordu: Şimdi onun gönlünde bir kadın hayali vardı. Adı belli olmayan bu hayal, çok eskiden ölmüş olan karısıyla kağan kızı Ay Hanım’ın karışıp birleşmesinden doğuyor, ikiz gibi birbirine benziyen bu iki kadın bir tek varlık halinde birleşerek Urungu’nun gözlerini ve gönlünü kavuruyordu.

Onbaşı Urungu bu kadar dünya kavgası gördükten sonra gönlünü bir kadına kaptırdığını anlıyor, bir ses ona: “Seveceksin” diye fısıldarken, başka bir ses: “Sevemezsin” diye ihtarda bulunuyordu.

Şu savaş ne kutlu şeydi! Savaş sayesinde avunuyor, dertlerini unutuyor, kederlerden sıyrılıyordu. Savaş olmasa herhalde dünyanın en dertli adamı olacağını düşünüyor, kendisini Çinli olarak değil de Türk olarak yaratan Tanrı’ya içinden minnetlerini gönderiyordu. Gönlünde bir gizli sevinç, daha doğrusu sevinç değil de ümit ışığının parladığını seziyor, bunun ne olduğunu araştırıyordu.

Urungu kendi gönlü ile hesaplaşmalara çok eskiden alışık olduğu için bunu da anlamakta gecikmedi. Yakında Dokuz Oğuzlarla savaş yapılacaktı. Demek ki, kötü şartlar altında da olsa, Ay Hanım’ı tekrar görmek ihtimali vardı. Ay Hanım aklına gelince Urungu orada takılır, başka bir şey düşünemezdi. Onun sesindeki ezgi, bakışlarındaki ışık, yüzündeki güzellik gönlünü olayalar, kendine geldiği zaman içinde sevinçli bir acılık, yahut da acı bir tat diyebileceği bir şeyin yerleşmiş olduğunu anlardı.

Şimdi yine onu düşünüyor, çerinin sevinç haykırışlarını, kılıç oyunlarını, güreşleri ne görüyor, ne de işitiyordu.

Birden anasını hatırladı. İşte onun rüyası gerçekleşmişti. İşte Türk kağanı İlteriş Kağan tahta oturmuş, ordu kurmuştu. Kendisi bu ordunun bir onbaşısıydı. Daha ne istiyebilirdi? O zaman içinin gizli bir ateşle yeniden yandığını sezdi: Kür Şad’ın oğlu olduğunu kimseye söylemiyecekti. Urungu dalgın gözlerle bir yere bakarken kulağına kopuz tıngırtıları ve bir ozan sesi geliyordu:

Göz kamaşır, gelince
Ayla o kız yan yana.
Birisi göz ışıtır,
Birisi girer kana.
Ay mı güzel, o kız mı?
Bunu soran sorana.
Birbirinden parçadır
Gibi geliyor bana.

Ay bulutun bağrında
Kan sızan bir yaradır
Ay’ın bahtı karanlık,
Bulutunki karadır.
Ay bir kızdır, saçını
Gece suya taratır.
Tanrı bu yeryüzünde
Nice aylar yaratır.

Ayla o kız bir gece
Karşı dağa indiler.
Orda gönül denilen
Bir otağa girdiler.
Bulutlar yılkı oldu,
İki güzel bindiler.
Ay, kız oldu; kız da ay…
Birbirine sindiler.

Nice erler eriyor
O ay kızın yasından.
Esrik olur içenler
Gözlerinin tasından.
Gönülleri okşıyan
Ezgi akar sesinden.
O kız çarpar insanı,
Ayrı eder usundan…

Urungu’nun aklında bu deyişin yalnız bir parçası kalmıştı:

Ayın bahtı karanlık ,
Bulutunki karadır.

Neredeyse hüzünlenecekti ki, bir er kendisine bir çamçak kımız sundu ve: “İlteriş Kağan gönderdi” dedi. Kağanın adı anılınca artık başka düşünce kalamazdı. Onbaşı Urungu toparlandı. Kağanın yolladığı kımızı içtikten sonra: “Kağan sağ olsun” dedi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- IX -

URUNGU’NUN YARASI


Dokuz Oğuz kağanı Baz Kağan, beğleri çağırmış otağında toplantı yapıyordu:

- “Beğler” dedi, “azlık olan Gök Türkler yeniden harekete geçtiler. Böyle giderlerse hepimiz için tehlike olacaklardır. Çünkü kağanları yiğit, veziri akıllıdır. Bu ikisi var oldukça bizi de, Çin’i de, Kıtayları’ı da yok edeceklerdir. Kıtaylar ve Çinlilerle birleşerek bunları ortadan kaldıralım. Çinliler güneyden Kıtaylar doğudan yürüsün. Biz de kuzeyden saldıralım. Kabilse bu Gök Türk kağanını ortadan kaldıralım. Ne dersiniz?

Beğler: “İyi olur” diye cevap verdiler.

Kağan, beğlerden birine döndü:

- Kuni Sengün!
- Buyur kağan!
- Sen hemen Çin’e gidip teklifimi bildireceksin!
- Buyruk senindir kağan!

Başka bir beğe hitap etti:

- Tungra Sem!
- Buyur kağan!
- Sen de Kıtay’a gidip aynı şeyi söyliyeceksin!
- Buyruk senindir kağan!

Baz kağan biraz düşündü. Sonra beğlere bakarak:

- “Hemen yola çıkacaksınız ve yaz sonunda Gök Türk karargâhında birleşmek üzere harekete geçmelerini sağlıyacaksınız” dedi.

***


Beğler Baz Kağan’ın otağından çıkarken, epey uzakta, bir yayanın dikkati çekmiyecek şekilde durarak kendilerini gözetlediğini farkında olmadılar. Bu meçhul adam biraz sonra Kunı Sengün’ün güneye, Tungra Sem’in de doğuya hareket ettiklerini gördü. O zaman Baz Kağan’ın otağındaki toplantıda bulunan beğlerden en küçüğünün, Yüzbaşı Kadır Bağa’nın çadırına yöneldi. Bu çadırın kapısında nöbetçi olmadığı gibi çevresinde de kimsecikler yoktu. Meçhul adam dört yanına şöyle bir baktıktan sonra yavaş yavaş adımlarla çadıra yaklaşıp çömeldi, kulağını içeriye verdi. Kadır Bağa birisiyle konuşuyor ve sesi dışardan, yaraım yamalak da olsa işitiliyordu.

Dinleyici, şöyle, birden yüze sayacak kadar bir müddet sessiz ve hareketsiz durduktan gürültü etmemeğe çalışarak kalktı. Yavaş adımlarla uzaklaştı. Öğreneceğini öğrenen bu meçhul adam. Bilge Tonyukuk’un gönderdiği bir çaşıttan başka bir şey değildi. Gün kararırken atına atlayıp güneye doğru doludizgin sürdü.

***


Bilge Tonyukuk bu haberi aldığı gece uyku uyumadı. Sabaha kadar düşünerek tasarılarını hazırladıktan sonra İlteriş Kağan’a çıkarak düşüncelerini anlattı:

- İlteriş Kağan! Çin! Oğuz, Kıtay; bu üçü birleşip gelecek olursa tehlikede kalacağız. Bir şey yufka iken dermek, ince iken kırmak kolaydır. Yufka kalın olursa dermek güç olur. İnce yoğun olursa kırmak güç olur. Doğuda Kıtay’a, güneyde Çinli’ye, kuzeyde Oğuz’a iki üç bin çerimizle karşı geleceğiz. Bunun için de onlar birleşmeden harekete geçerek her biriyle ayrı ayrı savaşacağız.

İlteriş Kağan fazla düşünmedi:

- “Orduyu gönlünce ilet” dedi.

Bir iki gün sonra iki bin kişilik Gök Türk ordusu Dokuz Oğuzlar’ın üzerine yıldırım hızıyla yürüyordu.

Onbaşı Urungu’ya talih güler yüz göstermemişti. Çünkü o da ordunun gerisinde ihtiyatı teşkil eden ve Yüzbaşı Örpen’in buyruğunda olan yüz kişi arasında bulunuyordu. Halbuki içinden gelen kuvvetli bir duygu bu savaşta Ay Hanım’ı görebileceğini bildiriyordu. Böyle geride kalmakla Ay Hanım’ı görebileceğini aklı kesmediği için sıkılıyor, fakat elinden bir şey gelmiyordu. Bununla beraber Dokuz Oğuzlar’ın ordusu gözüktüğü zaman içinin garip bir heyecanla ürperdiğini sezdi.

Düşman üç bin kişi idi. Fakat on sekiz kişiyle başlıyan Gök Türk çerisi her vuruşu, her savaşı kazana kazana bu hale gelmiş, zaferle beslenmiş, yenmeğe alışmıştı.

Savaş göz kamaştıran bir oklaşma ile başladı. Sonra, oklar tükenince yıldırım hızıyla at koşturarak kılıç kılıca geldiler.

Yüzbaşı Örpen, atının üstünde vuruşmayı seyrediyor, fakat daha çok savaşa katılma buyruğunu bekliyordu. Urungu, on atlısıyla birlikte en solda ve böylelikle savaştan en uzak yerde bulunuyordu. Zaman bir türlü geçmiyor, savaş bir türlü bitmiyordu. Fakat Dokuz Oğuzlar’ın Tuğla ırmağına doğru geriledikleri farkolunuyordu.

Birden, bir Gök Türk atlısının Yüzbaşı Örpen’e doğru gelip ona bir şeyler söylediği görüldü. Arkasından Örpen’in buyruğu gürledi:

- Davranın! Ardımdan ileri!...

İhtiyattaki yüz kişi, can alacak zamanda savaşa karışarak işi Gök Türkler’in lehine bitireceklerdi. Örpen’in bölüğü büyük bir kavis çizerek Dokuz Oğuzları’ın çekilmeğe başlıyan çerilere saldırıyor ve şiddetle yağdırıyordu.

Dokuz OğuzlarTuğla ırmağına atılıyor, karşı kıyıya geçmeğe uğraşıyordu. Örpen onla bırakmadı ve verdiği buyrukla çerisini ırmağa daldırdı.

Her iki taraftan boğulanlar boğulmuş, karşı kıyıya geçenler arasında kovalamaca başlamıştı. Örpen büyük bir iş yapıyordu. Dokuz Oğuzlar’ın karargâhına doğru ilerliyordu. Karargâhta Ba zKağan’ın oklu muhafızları onları yiğitçe karşıladı.

***


Gün batarken iki taraf çadırların ve büyük kağnıların arasında boğuşuyor, ufak şeyler için büyük kahramanlıklar su gibi harcanıyordu. Çeriler kadar atlar da yaralıydı. Çerilerin çoğu yaya dövüşü yapıyordu.

Yüzbaşı Örpen bir düşmanla iki çadırın arasında kılıçlaşıyordu. Geniş bir yerde dağılmış oldukları için artık buyruk verme, düzgün ve toplu savaşma kalmamıştı. İlişer üçer dağılmış olan çeriler kendi başlarına çarpışıyor, vuruşuyor, dövüşüyor, boğuluyorlardı. Kılıçlar yaman bir güçle ve ustalıkla savruluyor, aynı ustalıkla ve sertlikle çeliniyor ve demirin demire çarpmasından çıkan sesler bütün alanı dolduruyordu. Örpen, karşısındaki Dokuz Oğuz’un değme bir beğ olduğunu kılığından ve kılıç kullanışından anlamıştı. Bazan bir iki adım ilerliyor, sonra onun sert saldırışları karşısında gerilemeye mecbur oluyordu. İkisi de yaralanmıştı.

Onbaşı Urungu, savaş alanında gördüğü çadırların birini hedef edinmiş, oraya varmak istiyor, karşısına çıkanlara bu maksat için vuruşuyor, yağının kendi ardından geleceğini düşünmeden onu yarıp çadıra gitmek istiyordu. Deminden beri karşısında duran Dokuz Oğuz aynı adam mıydı, yoksa Urungu birkaç kere hasım mı değiştirmişti, bunun farkında değildi. Hattâ yaralarından kaz sızdığını görmüyor, sezmiyor, anlamıyordu.

Hedefi olan büyük çadıra girdiği zaman birdenbire durdu. Ay Hanım, çadırın en gerisinde, elinde yayı olduğu halde gözlerinden ateş saçarak duruyor, çadıra girmiş bulunan ve kendisini tutsak etmek istiyen üç Gök Türk çerisine karşı savaşa hazırlanıyordu. Urungu, kendi erlerini tanıyarak onlara “kılıç indir” buyruğunu verdikten sonra bir iki adım ilerledi ve dizini yere vurarak ay Hanım’ı selâmladı. Sonra kendi erlerine çıkmalarını emretti.

Ay Hanım savaş durumuyla her zamankinden daha güzeldi. Bir müddet sessizce bakıştılar. Her tarafta sesler dinmişti. Uzaktan bazı yaralıların iniltisi işitiliyor, bir de çadırın dışında ve hemen yanında iki kişinin kılıçla vuruştuklarını anlatan demir sesleri geliyordu.

Çadırda Urungu’nun hüzünlü sesi yükseldi:

- Erler saygısızlık ettilerse bağışla Ay Hanım! Senin kim olduğunu nereden bilecekler?
- Savaşı kazandınız Urungu. Babam kağanı da galiba öldürdünüz.

Urungu başını önüne eğdi:

- Savaştır Ay Hanım. Her şey olur.

Ay Hanım’ın sesi yavaşladı:

- Evet. Hattâ tutsaklık bile…
- Ay Hanım! Sen tutsak olmazsın. Tutsak edersin. Nice zamandır seni düşünüyorum. Gönlümü şenlendirir, Onbaşı Urungu’ya varır mısın?

Kağan kızı acı acı gülümsedi:

- Demek onbaşısın ha? Ama beğ değilsin. Bir kağan kızı karabudundan biriyle nasıl evlenir?

Urungu sarsıldı. “Kür Şad’ın oğluyum” diye haykırmak istedi. Fakat söyliyemedi. Şimdi ne yapacaktı? Bunu düşünmeğe vakit kalmadan çadırın dışındaki kılıç sesleri yaklaştı. Sonra içeriye hızla birinin girdiği görüldü. Elinde kılıcı olan bu savaşçı:

- “Ay Hanım! Tez davran! Kaçıyoruz” diye bağırdıktan sonra kapıya doğru döndü ve arkasından gelen başka bir savaşçıya karşı vaziyet aldı. Urungu bir anda ikisini de tanımıştı: ilk gelen Kadır Bağa, ikincisi Örpen’di.

Deminden beri otağın dışında vuruşan iki yüzbaşı, şimdi Ay Hanım’ın karşısında yeniden dövüşe başlıyacaklardı. Birdenbire Kadır Bağa, Urungu’yu tanıyarak bağırdı:

- Sen misin Urungu? Seninle vuruşalım diyeceğim ama bu arkadaşın bırakmıyor ki…

Örpen cevap verdi:

- Rahat kaçmak istiyorsun, değil mi?

Sonra Urungu’ya buyruk verdi:

- Urungu! Galiba kağan kızının yanındayız. Ben işimi bitirinceye kadar sen de onu tutsak edip gözle!...

Örpen bunu söyliyerek yeniden Kadır Bağa’ya saldırdı. Fakat işler başka türlü yürüdü: Urungu, yüzbaşıdan aldığı buyruğu yerine getirmek için ilerlerken Ay Hanım’ın yayı gerilerek vınladı ve fırlıyan ok, Urungu’nun yüreğiyle küreğinin arasını delerek onu yere serdi. İkinci ok daha yamandı. Çünkü Ay Hanım, Yüzbaşı Örpen’e aman vermemiş, onu tam yüreğinden vurarak cansız bir halde yere devirmişti.

Kadır Bağa bu durumdan hemen faydalanmak istiyordu. Ay Hanım’a bakarak:

- “Vakit kaybetmiyelim” dedi.

Ay Hanım hiç telaş etmeden otağın kapısına doğru yürüdü ve hüzünlü gözlerini kendisine diken Urungu’ya bakmadan çıktı. Kadır Bağa yorgundu:

- “Urungu! Ay Hanım’ın oku sana kıymaz da ilerde yine karşılaşırsak yarım kalan vuruşumuzu bitiririz” dedi ve hızla davrandı.

Bu ok yarası onu elbette öldürmezdi. Bir Gök Türk onbaşısı için küreğini delip çıkan okun yarası neydi ki?... Onu asıl öldüren yara Ay Hanım’ın sözleri olmuştu:

- Beğ değilsin. Bir kağan kızı karabudundan biriyle nasıl evlenir?

Urungu yanı başında cansız yatan Yüzbaşı Örpen’e baktı. Keskin nişancı olan kağan kızı Yüzbaşı Örpen’i yüreğinden vurduğu gibi kendisini de aynı yerden vurabilirdi. Demek ki kendisine acımış, onun için öldürmemişti.

Sevdiği kızın, kendisini reddeden kızın, acıyarak canını bağışlaması, birden Urungu’ya çok ağır geldi ve sanki ok, yüreğini delmiş gibi orasının sızladığını hissetti. Son bir gayretle kalkarak otağın kapısına doğru ilerledi. Tutunarak dışarı adım attı. Ortalık alaca karanlıktı. İki atlı dörtnala kuzeye doğru gidiyordu. Urungu, sessizce Ay Hanım’la Kadır Bağa’nın uzaklaşan gölgelerine baktı. Sonra gözleri kararak toprağa düşüp kaldı…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- X -


ÇİN AKININDAN DÖNÜŞ


Güz ayları gelmek üzere idi. Onbaşı Urungu çadırında yatıyordu. Ay Hanım’ın oku onu adamakıllı sarsmış, kanı çok aktığı için kendini toparlıyamamıştı. Bu yüzden, ordu Çinlilerle çarpışmak üzere Şadung’a yürürken çeriye katılamamıştı. Sekiz yaşında bir kız her gün çadırına girerek ona bakıyor, yiyecek getiriyor, koluna girerek biraz gezdiriyoru. Bu küçük kız onun torunu, yani Taçam’ın kızıydı.

Urungu kırk sekiz yaşındaydı. Kavgalarla, tehlikelerle geçen bir hayatta, kendini bilmediği zamandan beri ölümle karşılaşmış, on bir yaşından beri ise o da ölümü karşılamağa başlamıştı. Otuz yedi yıldan beri dövüşüyordu. Acı göre göre yüreği katılaşmış, fakat savaşa kanmamıştı.

Oğlu Taçam’la gelini ve üç torunundan başka kimsesi yoktu. Bir de andası vardı: Yüzbaşı Börü. Kendisiyle aynı yaşta olan Börü, Kür Şad ihtilâlinde ölen Yüzbaşı Yağmur’un küçük oğluydu. Baabsıyla ilgili olan her şeye karşı duyduğu sevgiyi, Urungu, Börü’ye karşı da duyuyordu. Birbirlerini birkaç defa ölümden kurtarmışlardı.

Bugün Şadung seferinden dönecek olan ordu bir gelse, gelse de Börü’yü ve Taçam’ı görse belki can sıkıntısı biraz geçecek, sol küreğinde hâlâ sızlıyan yaranın acısını biraz unutacaktı. Bununla beraber Urungu, ordu dönmekle iç sıkıntısının geçmiyeceğini de biliyordu. Beyninde ve gönlünde en büyük yeri Ay Hanım’ın doldurduğunu anlıyordu. Acaba şimdi neredeydi? Dokuz Oğuzlar yenilip baş eğmiş, Baz Kağan ölmüş, fakat Ay Hanım bulunamamıştı. Bu sonsuz ucu bucağı olmayan nasıl bulunurdu ki?

Onbaşı Urungu daldığı derin düşüncelerden bir gürültüyle ayıldı. Gök Türk ordusu dönüyordu. At kişnemeleri, nal sesleri, haykırışlar işitildi. Borular, davullar çalındı. Sonra sesler yatışırken çadırın kapısı aralandı: Yüzbaşı Börü içeri girdi:

- Hâlâ yatıyor musun Urungu?

Onun cevap vermediğini görünce gülümsedi:

- Kağan kızı seni ne yaman vurmuş anda?

Kağan kızı gerçekten yaman vurmuştu. Ama nasıl vurduğunu Börü bilmiyor, yalnız andasının gövdesindeki yaraya göre hüküm veriyordu.

Börü keyifliydi:

- “İyi bir akın yaptık iyi doyum olduk” dedi.

Urungu susuyordu. Andası bu sessizliği, akın hakkında bilgi edinmek isteğine yorup anlattı:

- Denize kadar bütün Şadung’u geçtik… Çinlier iyi savaşçı değil. Yalnız kale duvarlarının ardına saklanıp beklemesini biliyorlar. Yine de birkaç şehirlerine girip allak bullak ettik. Yalnız bir defa meydan savaşı oldu. Onda da Çinlileri okla çil yavrusu gibi dağıttık. İki atım vurulup öldü ama eksiklikleri fazlasıyla yerine koyduk. Türkeli’ne sayısız sığır, davar, mal, kumaş, pirinç, darı getirdik. Epeyce de tutsak var.

Urungu’nun içinden bir sevinç dalgası geçti. Bozkurtlar dirilmiş, kurt başlı sancak şerefle dalgalanmağa başlamıştı.

Börü anlatmakta devam ediyordu:

- Birgün bri şehri yağmalarken erin biri geldi: “Üç tane bıyıklı, sakallı kadın yakaladık” dedi. Çinliler’in erkekleri kadına benziyor, belki akdınları da erkek gibidir diye düşünüp sakallı kadınları getirttim. Basbayağı bıyıklı, sakallı idiler. Bunları nasıl buldunuz diye ere sordum. “Yüzleri örtülüydü ama kanışlı yürüyorlardı da yüzünü görmek istedim. Aç dedim. Türkçe bilmediği için açmadı. Ben de bıçağı peçeye vurunca açtım. Şaşkınlıktan düşeyazdım” dedi. İlk önce ben de şaşırdım. Sonra erlere buyruk verip kadın kaftanlarını çıkartınca altından üç tane Çin subayı çıkmaz mı? Herifiler böylece bziden kurtulmak istiyorlarmış…

Börü’nün neşeli anlatışı Urungu’yu da güldürdü. Ömründe böyle şey işitmemişti. Fakat gülmesi uzun sürmedi. Şimdi acıklı bir şey dinliyordu:

- Bir gün başka bir şehre girdik. Burada Çinliler epey dayandılar. Şehir kumandanının sarayında kılıçlarla kısa bir çarpışma oldu. Tutsak edilen bir Çinli’yi zorladık. Ambarı, hazineyi göster dedik. Herif ambarla hazineden başka bir de zindanın yerini gösterdi. Kendi halimize kalsak biz zindanı dünyada bulamazdık. Zindandan yirmi kadar dama çıkardık. Biri de yaşlı bir Türk’tü.

Söz buraya gelince Urungu’nun ilgisi arttı. Börü, yüzünün güleçliğini silen bir ciddiyetle ve Urungu’ya değil, yere bakarak anlatıyordu.

- Saçı başı ağarmış, dertli bir koca idi. Önce öldürülmeğe götürülüyorum sanmıştı. Bizi görünce: “Türk müsünüz? Diye haykırdı. Türk’üz dedik. “Ben de Türk’üm” dedi. “Siz Kür Şad ihtilâlcileri misiniz” diye sordu. “Kür Şad öleli nicedir” dedik. “Biliyorum. Ya erleri ne oldu” diye sordu. “Erleri Uçmağa vardılar” dedik. Gözleri parlıyarak “kağan kim” dedi. “İlteriş Kağan” dedik. Sevincinden ağladı. Bize kendisini tanıttı. Kür Şad ihtilâlinde ölenlerden Çengşi’nin küçük kardeşi imiş. Küçük bir çocuk olduğu halde zindana atmışlar. Kaçmış. Yine yakalanmış. Yine kaçıp saklanmış. Üçüncü defa yakalandıktan sonra bu zindan girmiş. Güneş yüzü görmeye görmeye benzi solmuş. Gövdesi arıklamış. Yıllardır kan kusuyorum diyordu. “Gel seni Türkeli’ne götürelim” dedik. Yüzü sevinçle ışıldadı. Sonra dizüstü yere çöktü. “Bu bahtıyarlık yeter. Artık ölsem de gam yemem” dedi. Ağzından oluk gibi kan boşandı. Orada öldü. Onun acısını komadım. Nice Çinli yakaladıksa boynunu vurdurdum.

Börü sustu. Urungu içlenmişti. Kür Şad’la en uzaktan ilgili bir haber onun yüreğini başka türlü çarptırdı. Şimdi, yirmi yıl, aralıksız zindanda kalarak çıktığı gün ölen zavallı Türk’ü ve onun hâlâ Kür Şad’ı hatırlayışını düşünüyordu.

Börü, yere diktiği gözlerini kaldırarak andasına baktı:

- Akından senin ülüşün de az değil anda. Yarın getireceğim.

Sonra bir şey hatırlamak istiyormuş gibi kaşlarını çatarak düşündü:

- Anan sağ lup da bu günleri görmeliydi Urungu! Kür Şad’ın öcü, hepimizin hıncı alındı.

Yüzbaşı gitmek üzere ayağa kalkmıştı. Urungu da onun son sözleri üzerine yatağına doğrulmuştu. İki anda bakıştılar. Urungu:

- “Kür Şad’ın öcü alındı” diye tekrarladı, “anama gelince…. O zaten…”

sözlerini tamamlıyamdı. Tekrar yatağına uzandı ve başını kapıdan yana çevirdi. Kür Şad’la birlikte Kür Şad’ın konçuyu olan anasının da öcü alınmıştı. Urungu bu bakımdan rahattı. Ömründe ilk defa bir savaşa girememişti. Onun da zararı yoktu. Herhalde bu yaradan kurtulup kalkacaktı. O halde bu da düşünmeğe değmezdi. Ama Ay Hanım? Bir kağan kızı karabudundan biriyle nasıl evlenir?...

börü gitmek üzereydi. Taçam’ı sormak için Urungu, gözlerini andasına çevirdi. Fakat daha açmadan Börü başladı:

- Taçam’ı söylemeği unuttum. Onu kaybettik.
- Öldü mü?
- Hayır. Ortalıkta yok.
- Tutsak düşmüş olmasın?
- Kime tutsak olacak? Boyuna kovaladık. Boyuna yendik. Böyle bir seferde insan Çinliye tutsak düşer mi?
- Öyleyse ne oldu?
- Bende onu soracaktım: Acaba ne oldu?
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XI -


AY HANIM


Güzle birlikte kuzeye soğuklar da gelmişti. Küçük bir gölün kıyısında yirmi otuz çadırlık bir oba kurulmuştu. Bunlar, Baz Kağan’ın ölümünden sonra GökTürkler’e baş eğmeyip kuzeye çekilerek yeniden derlenip toparlanmağa çalışan Dokuz Oğuzlar’dı ve başlarında Ay Hanım bulunuyordu. İlk önce Ay Hanım’la Yüzbaşı Kadır Bağa yalnız kaçmışlar, sonra öteye beriye dağılan Dokuz Oğuzlar’dan bulabildiklerini de yanlarına alarak buraya gelmişlerdi. Dolaylara atlılar salmışlardı. Bunlar başka Dokuz Oğuzlar’a raslarsa onları da getirecekler, bilhassa kağan olmak üzere Baz Kağan’ın kardeşlerinden veya oğullarından birini bulmağa çalışacaklardı. Yeni kağan bulununcaya kadar Ay Hanım müstakil kalmış olan Oğuzlar’a başkanlık edecekti.

Obada Yüzbaşı Kadır Bağa’dan başka hiçbir beğ yoktu. Tuğla ırmağı boyundaki savaşta Gök Türkler’e yaman yenilmişler, darmadağın olmuşlardı. Sağ kalanların çoğu İlteriş Kağan’a baş eğmişlerdi. Onları yeniden ayartıp buraya getirmeğe imkân yoktu. Çünkü Gök Türkler tetikte idiler. Kuş uçurtmuyorlardı.

Kadır Bağa olmasa bu yirmi çadırlık oba da toplanamazdı. Onları düzene koyup kağan kızının buyruğuna sokmuştu. En güvendiği atlılardan birkaçını çevreyi kollamak üzere göndermişti. Bugün bu atlılardan haber bekliyordu.

Öğleye doğru, atlılardan biri geldi ve Kadır Bağa’ya iyi bir haber verdi:

- Kuni Sengün geliyor.

Baz Kağan’ın önce Çin’e elçi gönderdiği bu beğ, Dokuz Oğuzlar’ın ileri gelenlerinden biriydi ve onun gelmesiyle herhalde oba kuvvetlenecekti. Yüzbaşı Kadır Bağa onu karşılamağa seğirtti.

Kuni Sengün dört beş kişi ve yedi sekiz atla geliyordu. Bu darmadağın durumlarında uçan kuştan yardım uman Dokuz Oğuz obası Çin’ e giden elçiden bir şeyler bekliyordu. Fakat Kunı Sengün bu umutları boşa çıkardı.

Ay Hanım’ın otağına Kadır Bağa ile birlikte girdiği zaman Kağan kızı keçelerden ve ay eyerinden yapılmış tahtında oturuyordu. Kunı Sengün yere diz vurarak onu selâmladı ve önce baş sağlığında bulundu:

- Kağanımız Uçmağa vardıysa sen sağ ol!
- Bize iyi haber getirdin mi Dokuz Oğuz beği?
- Hayır Ay Hanım! Gök Türkler çok tetik davrandılar. Ben Çin Kağan’ına çıkmadan bozgunumuzun haberi Çin’e geldi. Sonra da Gök Türkler Çin’e akın ettiler.
- Hiçbir yardım sağlıyamadın mı?
- Çin’in sınır kumandanlarıyla görüşmek üzere Şadung’a gelmiştim. Bu sefer Gök Türkler orasını bastılar. Bize yardım edecek olan Çin kumandanları bozuldu.
- Demek bomboş geliyorsun.

Kunı Sengün başını önüne eğdi:

- Evet Ay Hanım! Yalnız bir Gök Türk çerisiyle iki at getirebildim.
- Gök Türk çerisini nasıl tutsak ettin?
- Şehir dışında bir evde gizlenmiştik. Bu Gök Türk tek başına eve geldi. Üç erimi üstüne saldım. Vuruşmak istediyse de yaralanıp tutuldu. Gök Türk ordusu çekildikten sonra onu da alıp şehirden çıktık.

Ay Hanım’ın gözleri dalgınlaşmıştı. Kim bilir neler düşünüyordu:

- “Tutsağı getirin” diye buyruk verdi.

Yaralı Gök Türk çerisi derhal otağa getirildi ve yere diz vurarak Ay Hanım’ı selâmladı. Yirmi beş yaşlarında gözküyordu. Gönülleri okumakla usta olan Ay Hanım gözlerini ona dikti ve bir şeyler anlamağa çalışarak dikkatle baktı. Gürbüz Gök Türk çerisi önce sert bakışlarla bakarken yavaş yavaş gücünün kesildiğini duyup Ay Hanım’a bakamaz oldu. Başını önüne eğdi. Sonra tatlı bir ses işitti:

- Gök Türk çerisi! Adın ne?
- Taçam.
- Beğ misin?
- Hayır.

Ay Hanım’ın yüzünde, inanmadığını gösteren bir değişiklik oldu. Ömrümde ikinci defa aldanmış oluyordu. Daha doğrusu aldanmış değil de aldatılmış gibi bir şey… Bu gencin beğ olmamasına imkân yoktu. Öyleyse neden saklıyordu? Böyle saklayışı yine başka bir Gök Türk’ten, Onbaşı Urungu’dan görmüş, fakat işin iç yüzünü anlıyamamıştı. Ay Hanım bu Gök Türk’ü tanıyor gibiydi. İhtimal Tuğla boyu savaşında görmüştü.

- Tuğla boyu savaşında bulundun mu?
- Evet.
- Bizim otağa kadar yaklaşanlar arasında sen de var mıydın?

Taçam başını kaldırarak kağan kızına baktı. Bir şey hatırlamış gibiydi:

- Hayır Ay Hanım! Senin otağına babam girmiş ve okunla yaralanmıştı.

Bu söz kağan kızını da, Yüzbaşı Kadır Bağa’yı da birdenbire ilgilendirdi:

- Baban kimdir?
- Onbaşı Urungu.

Yüzbaşı Kadır Bağa’nın gözleri parladı. Ay Hanım ciddileşmişti:

- Babanın yarası iyileşti mi?
- Biz Şandung savaşına çıkarken daha yatıyordu.

Sustular. Genç Taçam, kim bilir nasıl bir düşünce ile kağan kızı sormadan ilâve etti:

- Ama Yüzbaşı Örpen’in yüreğini delmişsin. O Uçmağa vardı.

Ay Hanım’ın gözlerinde kıvılcımlar yanıp söndü. Sert bir buyrukla:

- “Tutsağı götürünüz” dedi

***


O gece Ay Hanım’la Yüzbaşı Kadır Bağa, başka başka sebeplerle Taçam’ı ve dolayısıyla Urungu’yu düşündüler. Kadır Bağa, yarım kalan vuruşunu tamamlıyacağı için Urungu’nun sağ olmasından memnundu. Ay Hanım da sevinçliydi. Fakat bu sevincin sebebini pek anlıyamıyordu. Vaktiyle kendisine yoldaşlık etmiş bir çeriyi savaşta yaraladığına üzülüyor, ölmediğine seviniyordu.

Kadır Bağa o gece Taçam’ın konuk edildiği çadıra gitti. O bir tutsak olmakla beraber Urungu’nun oğlu olduğu ve yaralı bulunduğu için konuk saygısı görüyordu. Ay Hanım onun hayatını bağışlamıştı. Dokuz Oğuz yüzbaşısı bir isteği olup olmadığını sorduktan sonra:

- “Taçam” dedi. “Babanla yarım kalmış bir vuruşumuz var. Bunu biliyor musun?
- Hayır yüzbaşı.
- Baban benden keskin nişancı. Ama ben de kılıçta ondan üstün olduğumu kendisine göstereceğim.

Taçam cevap vermedi.

- Böyle yavuz dövüşçünün beğ olmayışına şaşırıyorum.
- Bizde böyle yavuz erler çoktur yüzbaşı.

Kadır Bağa inanmadığını gösteren bir bakışla bakarak:

- “Boş lâf” dedi.
- Demesi kolaydır yüzbaşı.
- Kiminle deniyeceğim? Burada deneme yapılır mı?
- Benimle…
- Seninle mi?...

Şaşkınlıktan Kadır Bağa’nın gözleri açıldı. Sonra sevinçle ışıldadı. Fakat birdenbire ciddileşerek:

- “Olmaz. Sen yaralısın” dedi.

Taçam itiraz etti:

- Yaram sol kolumda. Dövüşe engel olmaz.

Kadır Bağa kızdı:

- Ulan Gök Türk!... Sen delirdin mi? Kendime, Yüzbaşı Kadır Bağa yaralı tutsakla kılıç tokuşturdu dedirir miyim?
- Gök Türkler biricik yara ile dövüşmekten çekinmezler yüzbaşı!
-O senin dediğin dövüş Çinli’ye karşı olur. Dokuz Oğuzla değil!...
- Çinliye karşı iki yara ile vuruşulur yüzbaşı!...
- Albız alsın’… Amma da dikbaşlı kişisin be!... Hele birkaç gün bekle. Yaran kapansın vuruşuruz.
- Sen bilirsin yüzbaşı.

Kadır Bağa oradan öfkeyle ayrılmıştı. Ertesi sabah bir mecburiyetle Ay Hanım’a bildirdiği zaman kağan kızı:

- “Taçam’la vuruşamıyacaksın” dedi. Yüzbaşı irkilerek sordu:
- Neden Ay Hanım?
- Onu yurduna göndereceğiz.
- Buyruk senindir. Ama bunun sebebini anlıyamadım.
- Sebebi şu: Gök Türkler buralara kadar karakollar yolladılar. İzimizi bulmak üzereler. Taçam’ı yollıyarak onları şaşırtacağız. Onlar bizi buralarda ararken biz batıda daha emniyetli bir yere yerleşeceğiz.
- Buyruk senindir Ay Hanım.

Ay Hanım bir müddet derin derin düşündü. Sonra:

- “Taçam’a bütün pusatlarıyla atını verin. Yiyecek de hazırlayın. Kendisini buraya getirin” dedi.

Taçam dizini yere vurduğu zaman kağan kızı hâlâ düşünüyordu. İşaretle onu yerden kaldırdı:

- “Taçam seni yurduna gönderiyorum” dedi.
- Sağ ol Ay Hanım.
- Babana benden selâm söyleyip yarası için geçmiş olsun diyeceksin.
- Buyruk senindir Ay Hanım.
- Bize de elçilik yapıp İlteriş Kağan’a baş eğdiğimizi, kendisine vergi vereceğimizi ona ulaştıracaksın.
- Buyruk senindir Ay Hanım.
- Yüzbaşı Kadır Bağa’yı görüp pusatlarınla atını al.
- Buyruk senindir Ay Hanım.
- Yolun açık olsun.

Taçam yere diz vurduktan sonra otağdan çıktı.

Yüzbaşı dışarıda Taçam’ı bekliyordu:

- “Gel bakalım dikbaşlı bahadır” dedi, “elimden ucuz kurtuldun.”
- Kimin kimden kurtulduğunu Tanrı bilir yüzbaşı.
- Sen babandan daha keskin konuşuyorsun be!...
- Oğul atayı geçmezse işler yürümez ki…
- Neyse… Şimdi ben hem babanla, hem de seninle davalı oldum. İkiniz de yaralısınız. Baban da burada olsaydı da bir çırpıda ikinizi birden haklasaydım iyi olurdu ama…

Taçam acı acı gülümsedi:

- Belki de karşılaşırız yüzbaşı. Bir Dokuz Oğuz beği ile vuruşmak herhalde pek tatlı olsa gerek

Kadır Bağa da gülümsedi:

- Tatlı değildir bahadır! Acıdır acı…
- Onu da Tanrı bilir yüzbaşı!
- Al bakalım pusatlarını… Atın da burada… Bu torbada da kızarmış et var. Babana benden selâm söyle… Vuruşumuzu önce onunla yapacağız. Ben Ay Hanım gibi kürek altından vurmam ha…

Taçam cevap vermedi. Bir sıçrayışta atına atladı:

- “Hoşça kal yüzbaşı” diye bağırdı.
- Yolun açık olsun!

Gök Türk çerisi dörtnala güneye doğru sürdü.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XII -

TUTSAKLIKTAN KURTULUŞ


Taçam, Dokuz Oğuzlar’ın yanından dönerken başı belâya uğradı: Yaralı olduğu için doludizgin yürüyüş onu sarsmıştı. Bu yüzden atını yorgaya kaldırmış ve gecikmişti. Gecikince azığı bitti. Aç kaldı. Aç kalınca da gücü kesilip derin bir uykuya daldı. Böyle bir uykuya daldığı sırada bir gürültüyle uyandı. Çevresinde on atlı vardı. Anlıyamadığı bir dille kendisine bir şeyler söylendiğini işitince:

- “Kimsinşz? Ne istiyorsunuz” diye sordu.

İçlerinden birisi Türkçe:

- “Biz Kıtay’ız. Seni tutsak ettik” diye cevap verdi.

Taçam’ın kaşları çatıldı. Bir tutsaklıktan kurtulurken başka tutsaklığa düşmek olur aksiliklerden değildi. Büyük bir can sıkıntısı içinde: “Vuruşalım” dedi.

Türkçe bilen Kıtay bu sözü kendi diliyle ötekilere anlattı. Bütün gözler Taçam’a dikildi ve dilmaçlık eden Kıtay, onbaşılarının cevabını bildirdi:

- Sen bir kişisin. Bize karşı nasıl vuruşursun?

Gök Türk çerisi başını kaldırdı:

- Teke tek vuruşalım. Er kişilerseniz, kaçmazsınız.

Bu yaman teklif üzerine Kıtaylar birbirlerine baktılar. Kendi aralarında, kendi dilleriyle bir şeyler konuştular. Dilma. Neticeyi bildirdi:

- Sen yaralısın. Bizimle nasıl vuruşursun?

Taçam’ın gözlerinde bir övünme ışığı yandı:

- Yaralıyım ama Gök Türk’üm. Yine de dövüşürüm.

Kıtay onbaşısının verdiği buyruk üzerine içlerinden biri atından atladı ve kılıcını çekerek Taçam’a doğru yürüdü.

Taçam dilmaca sordu:

- Vuruşuyor muyuz?
- Evet.
- Atlarımız varken böyle yaya vuruşu mu yapacağız?
- Evet.
- Neden?
- Ata binersen kaçarsın.

Bu söz Taçam’ı çileden çıkarmıştı. Kılıcını çıkararak Kıtay’ın üzerine saldırdı. Büyük öfkeyle dövüştüğü için Kıtay savaşçısı gerilemek zorunda kalıyor, fakat usta çeri olduğunu belli eden fırsatçı saldırışlar yapmaktan da geri kalmıyordu.

Vuruşa bakan Kıtaylar merakla neticeyi bekliyorlardı. Kılıç şakırtılarının uzayıp gittiği bir sırada onbaşıları ağır ağır şöyle dedi:

- Bunlara neden yenildiğimiz anlaşılıyor. Yaralıları bile aç kurt gibi saldırıyor!...

Onbaşı, sözünü yeni bitirmişti: Taçam’ın kılıcı Kıtay’ın sağ koluna çarptı ve kolu kana bulanan beriki, kılıcını elinde tutamıyarak düşürdü. Artık kılıç kullanacak hâli kalmamıştı. Bunu gören onbaşı öfkeyle sarsılarak atından atladı ve kılıç sıyırarak Taçam’ın üzerine atıldı.

Gök Türk çerisi birinci sınıf bir vuruşçunun karşısında olduğunu anlamıştı. Hemen hemen oldukları yerde duruyorlar, saldırışlarla çelişler birbirini kovalarken bir adım ileri gitmek imkânı bulamıyorlardı. Kıtay ilkönce sağdan, soldan, yukardan vuruşlarla her vuruşu durduruyordu. Bunun sökmediğini görünce yağısının çevresinde dönmeğe başladı. Taçam yavaş yavaş yoruluyor, savaş uzarsa sonucun kötü olacağını sanıyordu. Bunu önlemek için hızlı bir davranış yaparak ileri atıldı ve kılıcını büyük bir ustalıkla Kıtay’ın yüzüne savurdu. Kılıç yerini bulmuş, onbaşının yüzünde uzun ve derin bir çizik açılmıştı. Fakat aynı zamanda o da saldırış yapmış ve kılıcını Taçam’ın pazısına yapıştırmıştı. Genç Gök Türk, kılıcının düştüğünü gördükten sonra kolunda büyük bir acı duydu. Gözleri kararır gibi oldu. Düşecekti. Yerden kılıcını almak istiyordu. Fakat bir adım daha atarsa yıkılacağını sezinliyerek durdu, kaldı. Kıtaylar’a tutsak olmuştu.

Birden Kıtaylar arasında bir kıpırdanma olduğunu gördü. Kıtayca bir şeyler söylendi. Sonra onbaşının buyruğuyla dört tanesi doğuya doğru at sürdü. O zaman Taçam’ın gözleri ufka takıldı ve oradan da dört atlının gelmekte olduğunu seçerek yüreği sevinçle çarptı. Acaba bunlar Gök Türkler miydi? Fakat sevinci uzun sürmedi. Gidenlerle gelenler karşı karşıya bir şeyler konuştuktan sonra hep birlikte tekrar geldiler. Artık kurtuluş umutları suya düşmüştü. O zaman yeniden Taçam’ın ummadığı bir şey oldu: Dilmaç kendisine gelerek, Kıtay Eli’nden dönen Dokuz Oğuz Eli’ne gideceğini bildirdi. At ve pusatları yine kendisine verilmişti.

İlteriş Kağanla yaptığı savaşta ölen Dokuz Oğuz Kağan, Gök türkler’e karşı ittifak yapmak için Tunga Sem’i Kıtaylar’a göndermiş, fakat Gök türkler tetik davranarak Dokuz Oğuzlar’ı, Kıtaylar’ı ve Çinliler’i ayrı ayrı yenmişlerdi. Tunga Sem bir şey yapamadan yurduna dönüyordu. Kendi Elinin uğradığı acı bozgunu duymuştu. Bir iş yapabilmiş olmak için bu gök Türk çerisini tutsak olarak Dokuz Oğuz Eli’ne götürüyordu.

Kıtaylar uzaklaştıktan sonra Taçam kendisini Tungra Sem’e tanıttı:

- “Beni Ay Hanım’a yeniden götürmekle iyi etmiyorsun. Ben zaten onun yanından geliyorum” dedi.

Bu sözler Dokuz Oğuz beğini ilgilendirmişti:

- “Ay Hanım’ın yanında ne işin vardı” diye sordu.
- Önce tutsaktım. Sonra beni koyuverdi ve elçi olarak İlteriş Kağan’a yolladı.
- Elçi mi?
- Evet, elçi.. Ay Hanım, İlteriş Kağan’a baş eğdiğini de söyledi.

Tungra Sem derin bir düşünceye daldı. Bu Gök Türk’ün yalan söyleyip söylemediğini nasıl anlıyacaktı?

- “Sen Ay Hanım’ı bir yol bana anlatsana” dedi.
- Sana Ay Hanım’ı da, Kunı Sengün’ü de, Kadır Bağa’yı da anlatayım. Dokuz Oğuz Eli’nin darmadağın olduğunu da söyliyelim.

Taçam bunları söyledikten sonra Ay Hanım’ı tarif etti. Kunı Sengün’ü anlatmağa başlarken Tungra Sem’e inanç gelmişti: Taçam yalan söylemiyordu:

- “Peki yiğit! Seni bırakıyorum” dedi. Yarasını dağlatıp torbasına biraz azık koydurdu.

Taçam artık yaralarının acısını da, çektiklerini de unutmuştu. Karnını doyurduktan sonra güneye yöneldi. İki günlük rahat bir yolculuktan sonra Türkeli’ne vardı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIII-

DELİ ERSEGÜN


Taçam iyi bir utacıya yaralarını tımar ettirdikten sonra Bilge Tonyukuk’un kılavuzluğu ile İlteriş Kağan’ın huzuruna çıkarak elçilik yumuşunu yerine getirdi ve Dokuz Oğuzlarla Kıtaylar hakkındaki bütün bildiklerini anlattı. Sonra babası Urungu’yu görüp Ay Hanım’ın selâmını bildirdi. Ondan sonra da çadırına giderek yorgunluk çıkarmak ve gücünü toplamak için yatağına uzandı. Fakat karısı ve çocuklarıyla daha ilk konuşmaları yapmadan çadırın kapısı hızla açıldı ve Deli Ersegün bora gibi içeriye daldı.

On üç, on dört yaşlarında olduğu halde on yedi yaşındaki gençler kadar iri olan Ersegün, Yüzbaşı Örpen’in oğluydu. Dedesi Bögü Alp’ın cesaret ve kuvveti onda tecelli etmiş, gözünü daldan budaktan sakınmamayı o kadar ileri götürmüş ve bu hususta babasıyla dedesini o kadar geçmişti ki nihayet Gök Türkler arasında Deli Ersegün diye anılmaya başlamıştı. Dağlarda kurtlar ve ayılarla boğuşur, atını uçurumlara sürüp sığın avlar, tek başına Çin’e, Kıtay’a gidip mal çapar, önüne gelenle güreş tutar, yenilmekten yılmaz, yenilmeği kabul etmezdi.

Çadıra girer girmez Taçam’ın yanına çöküp bağdaş kurdu ve :

- “Babamı öldüren kadını görmüşsün, öyle mi” diye sordu:

taçam nedense Deli Ersegün’ü çok severdi. Gülümsiyerek:

- “Gördüm” diye cevap verdi.

İri çocuk, gürler gibi konuşmağa başladı:

- Senin babanı yaralayan, benimkini öldüren bu kadından öç almağa gideceğim. Yeri, durağı neresidir, bana anlatsan!
- Ersegün! Doğru söylüyorsun ama Ay Hanım kağan kızıdır ve İlteriş Kağan’ın buyruğuna girmiştir. Biz Dokuz Oğuzlar’ı yenip darmadağın ettik. Daha nesinden öç alacağız?

Deli Ersegün barış kaidelerini dinliyecek durumda değildi. Direniyordu:

- Sen hele bana kondukları yeri bildir, ötesine karışma!...

Taçam vazgeçirmeğe uğraştı:

- Ben sana yerini söylesem de bulamazsın. Ay Hanım’ın elçisi olarak İlteriş Kağan’ın otağına girdiği zaman Bilge Tonyukuk doğru söz etti: “Dokuz Oğuzlar yer değiştirip izlerini kaybettirmek için Taçam’ı koyuvermişlerdir” dedi. Bilge Tonyukuk yanılmaz. Sen onları bulamazsın. Dokuz Oğuzlar şimdi büyük bir El değil ki bozkırda arayıp bulasın. Hepsi otuz çadır ya var, ya yok.

Fakat Taçam’ın öğütleri kâr etmedi. Ersegün’e Dokuz Oğuzlar’ın yerini tarif edince delişmen çocuk bir an bile durmadı. On günlük azığını atının terkisine attığı gibi yayını, sadağını, kılıcını alıp yola koyuldu.

Doludizgin, at çatlatırcasına gidiyor, gözleriyle boyuna ufku kolluyordu. Geceleri de yürüyor, ara sıra atının boynuna eğilerek biraz uyukluyordu. Günde iki defa atına mola verdiriyor, sonra yine sürüyordu.

Nihayet Dokuz Oğuzlar’a erişti. Bir sabah doludizgin giderken ufukta gördüğü çadırlar hiçbir şüpheye yer bırakmıyacak şekilde Ay Hanım’a yaklaştığını kendisine anlattı. Taçam otuz çadır demişti. Ersegün elli çadır saydı. Demek çoğalmışlardı. Obada bir hazırlık göze çarpıyordu. Herhalde buradan uzaklaşmak istiyorlardı. Deli çocuk gece gündüz demeden yol gitmekle iyi ettiğini anlıyarak sevinçle atını sürdü. Tek kişi olduğu için Dokuz Oğuzlar pek aldırmadılar.

Obaya varınca atından indi. İlk rasladığı adama:

- “Ay Hanım’ı görmeğe geldim” dedi.

Dokuz Oğuz sordu:

- Kimsin?
- Gök Türk’üm. Bana Ersegün Beğ derler. Tez davran! Ay Hanım’la konuşacaklarım var.

Dokuz Oğuz, karşısındakinin Gök Türk olduğunu öğrenince şüpheli gözlerle süzdükten sonra uzaklaştı ve biraz sonra Yüzbaşı Kadır Bağa ile birlikte geldi. Yüzbaşı sordu:

- Ay Hanım’a ne diyeceksin?
- Bunu yalnız kendisine söyliyebilirim. Sen beni onun yanına iletmeğe bak.

Dokuz Oğuz beği: “Biraz bekle” diyerek ayrıldı. Öteye beriye girip çıktı. Sonra Ersegün’e gelerek:

- “Ardımdan gel. Ay Hanım’ın otağına gireceksin” dedi.

Yüzbaşı önde, Ersegün geride olmak üzere otağa girdiler ve yere diz vurarak Ay Hanım’ı selâmladılar. Ay Hanım’ın iki yanında Kunı Sengünle Tungra Sem duruyordu.

Ersegün ayağa kalkıp da kağan kızının yüzüne bakınca şaşaladı. Bu şaşkınlık onun eşsiz güzelliğinden ve bu güzellik arasında yüzünün taşıdığı savaşçı görünüşünden doğuyordu.

- Yurdumuza hoş geldin Ersegün Beğ! Bana ne demek istiyorsun?

Çocuk olmasına rağmen bu sesin ahengi Ersegün’ün gönlünde çınladı. Ne söyliyeceğini unuttu. Otağda uzun bir susma oldu.

Ay Hanım on altı, on yedi yaşında var sandığı bu Gök Türk’ün, beğ olmasına rağmen elçilikle gelmediğini kesin olarak biliyordu. Susmasına da mana veremiyordu. Gülümsiyerek:

- “Bana diyeceklerini söyler misin Gök Türk beği” dedi.

Ersegün kendini toparlamıştı:

- “Ben, öldürdüğün Yüzbaşı Örpen’in oğluyum” diye karşılık verdi ve otağa ağır bir hava indi. Buna rağmen kağan kızının yüzünde hiçbir değişiklik olmamıştı. Gönüllere işliyen sesiyle:
- “Peki, ne sitiyorsun” diye sordu.

Deli Ersegün hararetlendi:

- “Senden babamın öcünü almağa geldim”diye bağırdı.

Aynı zamanda Kunı Sengünle Tungra Sem’in kılıçlarına el attıkları, Yüzbaşı Kadır Bağa’nın da yere diz vurarak söz istediği görüldü.

Ay Hanım hâlâ sakindi. “Söyle Kadır Bağa” diye buyruk verdi. Ersegün öfkeyle:

- Seninle kozumuzu paylaşırız. Önce babamı öldürenle hesaplaşayım, ötesi kolay.

Ay Hanım sordu:

- Benimle vuruşmak mı istiyorsun?
- Evet.
- Henüz çocuk sayılırsın.
- Sende kadınsın!

Ay Hanım ayağa kalktı:

- Peki, vuruşalım. Dışarda beni bekle!

Ersegün otağından çıkarken Kunı Sengün yere diz vurdu:

- “Ay Hanım! Beğlerin yaşarken sen bu deliyle niçin vuruşuyorsun” diye sordu.
- Gök Türkler bizi küçük görmeğe başladılar. Bu yanlış düşünceyi onların kafasından silmeliyiz...

Bunu söyliyerek börkünü çıkarıp tulgasını giydi ve kılıcını kuşandı. Arkasında üç beğ olduğu halde otağdan çıktı.

Otağın önündeki geniş alanda vuruşacaklardı. Elli çadırlık bütün halkı çevreyi kuşatmıştı. Ay Hanım, Ersegün’e beş altı adım kala yaklaşarak kılıcını sıyırdı. Ersegün de öyle yaptı ve yeniden yere diz vurarak onu selâmladı. Kunı Sengün üç defa el çırptı ve çocuk Gök Türk Beği, av doğanı gibi bir atılışta Ay Hanım’a saldırdı.

Saygılı bir sessizlik içinde seyredilen vuruş kimin kazanacağı belli olmadan uzayıp gidiyordu. Genç Gök Türk beğinin çok çevik ve atılgan hamlelerine Ay Hanım hesaplı ve keskin saldırışlarla karşı koyuyor, bazan biri, bazan öteki ilerliyor veya geriliyordu. Bir aralık Dokuz Oğuzlar arasında bir dalgalanma oldu: Ay Hanım’ın yüzünde ince ve kan sızan bir çizik görmüşlerdi. Şimdi çok heyecanlıydılar. Soluk bile almıyorlardı. Ay Hanım yakından kılıç vuruyor, bunun için durmadan yağısına yaklaşıyor, öteki bir sığırı ikiye biçecek sertlikle savuruşlarla hücumları çeliyordu.

Sinir gerilemelerinin son ucuna vardığı ve kılıç şakırtılarından başka ses işitilmediği bir sırada birdenbire Deli Ersegün’ün sendeliyerek sola doğru iki adım attığı ve öne doğru bükülerek yere kapaklandığı görüldü. Birçokları bunu bir savaş hilesi sanmışlardı. Çünkü kimse ona kılıç değdiğini görmemişti. Fakat göğsüne bastırdığı sol elinin kana bulanmış olduğu görülünce herkes Gök Türk’ün yaralanıp düşmüş olduğunu anladı ve hepsi geniş birer soluk aldı: Ay Hanım vuruşu kazanmıştı.

Kağan kızı yere düşen yağısının baş ucuna kadar gelerek onu süzdü. Ersegün kılıcını bırakmamıştı. Sol elini yarasına bastırıyor ve acı çektiği halde gık demeden kendisine bakıyordu. O zaman Ay Hanım, Yüzbaşı Kadır Bağa’ya:

- “Yarasını tımar edin” buyruğunu verdikten sonra otağına yürüdü ve yere diz vurarak kendisini ululıyan Dokuz Oğuzlar’ın sevinçli bakışları arasında içeri girdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIV -

GÖNÜL TUTSAKLIĞI


Ersegün bir haftada kendisine geldi. Gezip yürümeğe başladı. Kağan kızının buyruğu ile kendisine çok iyi bakılmış, kımız bile verilmişti. Genç beğ, yürüyebilecek hale gelince Dokuz Oğuz obasında bir kıpırdanma başladı. Her gün kendisini ziyaret eden Kadır Bağa’ya bunun ne olduğunu sorunca “göçüyoruz” cevabını aldı. Yüzbaşı, onun sorucu gözlerle kendisine baktığını görünce:

- “Sen de bizimle geleceksin. Ay Hanım’ın buyruğu böyle” diye ilâve etti.

Ersegün hem tutsak, hem de güçsüzdü. İtiraz edecek hali, kafa tutacak kuvveti yoktu. Hiç ses çıkarmadı.

Dokuz Oğuzlar bir haftada çoğalmışlar, yetmiş çadır olmuşlardı. Demek ki, dağa taşa kaçıp saklanmış olanlar Ay Hanım’ın çevresinde toplanıyorlardı. Halbuki Tuğla boyu savaşından ve Baz Kağan’ın ölümünden sonra Dokuz Oğuzlar, İlteriş Kağan’a baş eğmişlerdi. O halde Ay Hanım’ın yanında toplanan asilerdi. İlteriş Kağan’a Taçam’ı yollayıp tâbi olduklarını bildirdikleri halde burada yavaş yavaş toplanıp büyüyorlardı.

Oba batıya doğru yola çıktığı zaman Ersegün de ata binmiş olduğu halde aralarında idi. Pusatları alınmıştı. Yanında daima Yüzbaşı Kadır Bağa bulunuyordu. Deli Ersegün’ün aklı fikri kaçmakta idi. At sarsıntısına dayanabilecek durumda olsa biran bile durmazdı. Arkasından uçacak oklar kendisine vız gelirdi ama gel gelelim, at koşturacak gücü yoktu. Fakat bu fırsatı kaçırmak istemediğinden Dokuz Oğuzlar’ı sayıyor; atlarına, pusatlarına, sığır ve koyunlarına gizli bakışlar fırlatıyordu. Yetmiş çadırlı oba dört yüz kişiydi. Bunun seksen tanesi savaşçı erkeklerdi. Hepsinin atı vardı. Fakat sığırları, koyunları pek azdı. Acaba kadınları arasında da Ay Hanım gibi vuruşçular var mıydı? Buraya gelince Ersegün’ün içinde anlaşılmaz bir şeyler oluyor, hırçınlaştığını seziyordu. Bir kadına yenilmişti. Bu aklına geldikçe deli beğ kuduracak gibi oluyordu. Babasını okla öldüren kız, kendisini de kılıçla yaralamıştı. Şimdi Ay Hanım’dan öç almayı düşünmek bile Ersegün’e ağır geliyordu. Neyin öcünü alacaktı? Yenildiğinin değil mi? Bir kıza yenilmişti... Yazıklar olsun! Artık Gök Türkler arasına çıkacak yüzü kalmamıştı.

Molalarda ve konaklarda Ay Hanım onu da otağına kabul ediyor, bazan Kunu Sengün, Tungra Sem ve Kadır Bağa ile birlikte kendisini de çağırarak birlikte yemek yiyordu. Kağan kızı kendisine karşı çok iyi davranıyordu. Bu görüşmeler ve yemeklerde Ersegün yavaş yavaş bir şeyin farkına varmıştı: Ay Hanım aklın almıyacağı kadar güzeldi. Onunla konuşurken başka her şey düşüncesinden çıkıyordu. Önceleri bunu kininin çokluğuna vermiş, fakat sonra gönül yanıklığından olduğunu anlamıştı. Hay od düşesi gönül!... Kağan kızı da olsa, dünya güzeli de olsa ona bağlanmasının sırası mıydı?

Deli Ersegün o kışı onların yanında geçirdi. Çok kar düşmüş, bütün geçitler kapanmıştı. Böyle olduğu halde hâlâ tek tük Dokuz Oğuzlar gelip obaya katışıyorlardı. Yüz çadır olmuşlardı. Hatta toplu halde çeri talimleri yapmağa da başlamışlardı. Yüzbaşı Kadır Bağa karakışta bazan yüz yirmi kişiyle savaş talimleri yapıyordu. Kendisini de hiç yalnız bırakmıyorlardı. Ay Hanım’ın konuğu olarak obada bulunuyorsa da gerçekte tutsaktan başka bir şey değildi.

Ersegün, yaşının küçüklüğüne rağmen iki türlü tutsak olduğunu da anlıyordu. Birincisinden kurtulmak kolaydı. Asıl belâlı olan ikinci türlü tutsaklıktı. Bu böyle bir tutsaklıktı ki kendisine: “Haydi, yurduna git” deseler bile belki gidemiyecekti. Çünkü Gök Türk beği, gençliğinin ve ilk sevginin verdiği aşırılıkla Ay Hanım’ı sevmiş, ondan başka bir şey düşünemez olmuştu.

Ne yapacağını bilmiyordu. Ay Hanım çağırsa diye bekliyor, otağına gidip onun sesini dinledikten sonra sanki yirmi çamçak kımız içip de esrimiş gibi çıkıyordu. Otağa çağrılmasının arası uzarsa bunalıyor, üzülüyor, dünyayı görmiyecek hale geliyordu.

Onun gönlündeki bu borayı Dokuz Oğuzlar arasında yalnız bir kadın sezmişti. On yaşındaki bir erkek ve daha küçük iki kız torunuyla bir çadırda yaşıyan bu kadın, iki oğlunu Gök Türklerle olan Tuğla Boyu Savaşında kaybetmişti. Böyle olduğu halde kin gütmez, “hepimiz bir soydanız” derdi. Görünüşünün iri olmasına rağmen Ersegün’ün henüz körpe bir çocuk olduğunu anladığı için ona acımıştı. Kimsesiz bir tutsak, iyi yürekli bir beğ, gözü pek bir çeri olduğu için de onu sevmişti. Uzaktan göz altında bulundurur, ara sıra konuşurdu. Aylarca süren bu tanışıklıktan sonra genç beğin Ay Hanım’a gönül verdiğini, yüreğine od düştüğünü anlamıştı. Yaşlı kadının böyle delice gönül vermelerden içi yanıktı. Vaktiyle küçük bir erkek kardeşi güzel bir kıza gönül vermiş, alamamış, başı bin türlü belâya girmiş, sonra da kan kusarak ölmüştü. Bu yiğitin de aynı hale düşmemesi için ona öğüt vermek istiyordu.

Kışın sonlarında bir gün Ersegün’le tenhada karşılaştı:

- “Gök Türk beği! Sana diyeceklerim var” dedi.

Deli beğ hemen kaşlarını çatıp:

- “De bakalım koca ana” diye karşılık verdi.

Koca ana hazin hazin konuşmağa başladı:

- Beğ yiğit! Görüyorum ki Ay Hanım’a gönül verdin. Onun göz alıcı, gönül çekici güzelliğini düşündükçe sana hak vermemek kâbil değil. Ancak sen kendini kollamalısın. Çünkü kağan kızı çok tehlikelidir.

Sözün burasında Ersegün, koca ananın yüzüne sert sert baktı. Fakat bir şey demedi. O devam etti:

- Ay Hanım’ın yiğeni kamdı. Ona gizli bilgilerden çok şey öğretti. Ay Hanım insanın yüreğinden geçenleri anlar, ne yapacağını sezer, düşündüğünü bilir. Ona karşı durulmaz. Yirmi üç yaşında olduğu halde hâlâ evlenemedi. Çümkü kendisine eş olabilecek er bulamadı.

Ersegün’ün deliliği kamçılanıyordu. Koca anaya daha keskin baktı. Fakat yine bir şey demedi.

- Ay Hanım’ın kendisi ne kadar güzelse yüreği de o denli katıdır. Bileği güçlüdür. Uçan kuşu gözünden vuru. At yarışında onu kimse geçemez. En özlü savaşçılarla kılıç oynar. Beş yıl önce Kadır Bağa ile vuruşup onu yere serdi. Koca yüzbaşı az kalsın ölüyordu. O günden beri kimse onunla evlenmeğe kıyışamaz. Ay Hanım’ın yüzünde küçük bir iz bırakabildiğin için kendini bahtıyar say. kAdır Bağa onu da yapamadan devrilmişti.

Kadın sustu. Ersegün’ün bakışları büsbütün değişmişti. Sözün sonu neye varacak diye bekliyordu. Ay Hanım’ı sevmesinin bir başkasının tarafından sezilmesi ve bunun kendisine söylenmesi ağır gelmişti. Bununla Kağan kızını bulmamak üzere kaybetmiş gibi bir şey oluyordu. Koca ana devam etti:

- Beğ yiğit! Ay Hanım büğü yapmaz ama gözleri büğüden daha yamandır. Ağu içirmez ama sözü ağudan daha keskindir. Okla yüreğini delmez. Bakışlarıyla öldürür. Gülümseyişi, seni kılıç çalışından daha beter devirir. Yazık olur sana beğ yiğit! Buradan uzaklaş. Anan ah etmeden yurduna dön. Sözümü tut, kendi eline var. Böyle dediğim için de sakın bana gücenme...

Ersegün yine bir şey demeden kadının yanından uzaklaştı. Ondan sonra günlerin nasıl geçtiğini, dünyada neler olup bittiğini bilmedi.

Bahar gelmişti. Bir gece çadırında yatar ve her gece yaptığı gibi uyumadan önce Ay Hanım’ı düşünürken dışarıdaki bir konuşmaya kulak kabarttı. Yarım yamalak işittiği sözlerden Gök Türkler’in yeniden Dokuz Oğuzlar üzerine yürüyeceğini anlamıştı. Artık burada daha çok duramazdı. İlteriş Kağan çerileri buraya geldiği zaman kendisini tutsak olarak bulurlarsa bunun ağırlığına dayanamazdı.

Birden deliliği tutarak fırladı. Hızla çadırından çıkarak yürüdü. İlk bulduğu ata sıçrayarak dörtnala kaldırdı. Obadan çıkarken yanından bir ok vınlıyarak geçti. Fırlatılan bir bıçak beline saplandı. Deli Ersegün bıçağı saplandığı yerden çıkararak bağırdı:

- Pusatım eksikti. Bu da sizin armağanınız olsun!...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XV -


ÖLÜM UÇURUMU


Dört atlı sonsuz bozkırda doğuya doğru gidiyordu. Başlarındaki adam çok yaşlı seksenlik bir koca olduğu için hızla at süremiyen kafile yirmi günden beri yolda idi. Yolculardan biri kırk, biri otuz yaşlarında gösteren iki tanesi, yaşlı adamın oğulları, dördüncüsü de at uşağı idi. Binek atından başka bir de yedek at götüren at uşağı, konaklarda küçük çadırı kuruyor ve bu tek çadırda ak saçlı koca barınıyordu.

Yazın ilk günleri, bozkırın güzel zamanıydı. Kafile küçük bir dağı aşmıştı. Birdenbire önlerine dümdüz bir ova, ovanın dağa bitiştiği yerde de korkunç bir uçurum çıktı. Yaşlı koca eliyle uçurumu göstererek:

- “İşte Ölüm Uçurumu” dedi.

Ötekiler burasını ilk defa görüyorlardı. Dağın yamacından olduğu gibi gözüken bu uçurum pek korkunç bir şeydi. Belki elli adam boyundan olan yarık, bir takım garip biçimli kayalarla doluydu. Yarığın dibini görmeğe imkân yoktu. Bu korkunç, meçhul dipten tuhaf tuhaf sesler geliyordu. Bu sesler bir suyun akmasına, bir sürü atın kişnemesine, yırtıcı parsların bağırmasına, atlıların dörtnal sürüşüne, hatta haykıran bir insanın sesine bile benziyordu.

İhtiyar adam dalgın gözlerle uçuruma bakıyor, eski hâtıraları canlandırmak istiyordu:

- “Ölüm Uçurumu her yıl bir erkekle bir kadın alır” dedi. Sonra eliyle uzaktaki bir kayalığı işaret ederek anlattı:
- Orada Uçar Kam otururdu. Altmış yıl önce ben buradan geçerken ona uğramıştım. Altmış yıl sonra buraya yine gelirsin demişti. Dediği çıktı.

Yavaş yavaş Uçar Kam’ın mağarasına ilerlediler. Kimseler yoktu. Atlarından inerek oyuğa girdiler. Yerde birkaç kürek kemiği ile bir ayı postu duruyordu.

İhtiyar adam hazin bakışlarla oyuğun tavanını ve duvarları süzdü:

- “O zaman ben yirmi yaşımda bir gençtim” dedi, “doğup büyüdüğüm Elleri bir Çinli kadın yüzünden bırakıp kaçıyordum. Yanımda yeni evlendiğim karım yani ananız Almıla olduğu halde Batı Kağanı’na kaçıyordum. Çünkü kendi kağanım, Kara Kağan’ın katunu İçing Katun beni öldürecekti. Gece karanlığında bu uçuruma düşmekten bizi Uçar Kam kurtarmış, bu kovukta konuklatmıştı.”

Oğulları ve at uşağı büyük bir dikkatle dinliyorlardı:

- Uçar Kam falıma bakmış, on beş yıl sonra bütün yoldaşların yok olacak demişti. Dedikleri oldu: Kür Şad ihtilâlinde son arkadaşlarım da öldüler. Siz Kür Şad’ı tanımazsınız. O bir ateş parçasıydı. Bozkurtlar soyunun övüncüydü. Bilmem ki onun gibi bir keskin nişancı bir daha yeryüzüne gelir mi? Almıla ile Batı Kağanlığı’na geldikten sonra Tüng Yabgu Kağan’ın ordusuna girdim. O Kağan’ın ölümünden sonra Batı Eli karışıncıya kadar gelen kağanların çalıştım. Ölmedim. Büyük oğullarım benden kutlu çıktılar. Üç ağanız öldü. Ablanız evlenip gitti. Almıla da Uçmağa vardı. Artık tadı kalmıyan bu dirlik yükünü çekmek üzere ben kaldım. Doğduğum yere giderek orada ölmek istiyorum. Siz Ötüken’i de bilmezsiniz. Oradan Çin’e ne akınlar yapmıştık!... Belli ki Uçar Kam da ölüp gitmiş. Zamanı Tanrı yapıyor ve bütün yaratıklar ölüyor... Bakın, şu Ölüm Uçurumu be yaman şey! Ben daha çocukken bu uçurumun adını duymuştum. Her yıl bir erkekle bir kadın almadan olmıyan bu derin yarığın gerçekten de nice erkelerle kadınları koynunda kaybettiğini bilirim. Bir er, bir kızı sever de alamaz, bu yüzden çılgına dönerse kanındaki delilik burada yatışır. Ben Almıla ile birlikte doludizgin buraya doğru at sürerken birden gür bir ışığın sallanmasıyla durmuştuk. Karanlıkta bir ses: “Durun! İlerde ölüm var” diye bağırıyordu. Bizi uyaran ses Uçar Kam’ın sesiydi. “Bize yol göster. Duramayız” diye cevap verdim. “Ardımdan gelebilirler” diye haykırdım. “Ardınızda gelen yok. Emniyettesiniz” diye gönlümüzü ferahlatıp mağarasında konuk rtti. Altmış yıl sonra geldiğim halde o günü hâlâ hatırlıyorum. Altmış yıl sonra... Altmış yıl dile kolay. Bu altmış yıl nice erleri, yiğitleri toprak etti. Hepsi kayboldular. Kara Kağan, Işbara Alp, Kür Şad... Yamtar, Saçar, Gök Börü, Üçoğul, Sülemiş, Arık Buka, Buğra, Karabudak... Hepsi öldü... Almıla.... O da öldü. Yalnız ben kaldım. Ben, kocamış Binbaşı Pars...

Binbaşı Pars başını göğe kaldırdı. Seksen yılın ızdıraplarıyla manalanan gözlerini bilinmedik bir noktaya dikti. Sonra, büyük bir davanın sonunda bezginlik duymuş insanların haliyle başını eğerek:

- “Haydi gidelim” dedi.

Yola koyuldular.

***


Uzaktan birkaç atlının görünmesi birden onları tetik bulunmağa davet etti. Sadaklardan oklar çekilerek yaylara yerleştirildi. Fakat yine ilerlemekte devam ediyorlardı. İki tarafın arasında elli adım kalınca durdular. Karşılarındakilerden biri öne çıkarak bağırdı:

- Kimsiniz? Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?

Binbaşı Pars büyük oğluna işaret etti. O, birkaç adım ilerliyerek gür bir sesle karşılık verdi:

- Gök Türk’üz. Batı Elinden gelip, Ötüken’e gidiyoruz. Siz kimsiniz?

Karşıkiler kendi aralarında bir şeyler konuştuktan sonra yine seslendiler:

- Dokuz Oğuzuz! Ötüken’e çok var. Bizde konuk olun! İki taraf yavaş yavaş ilerleyip karşılaştılar. Kısa bir şeyler konuşuldu. Sonra Binbaşı Pars’ın kafilesi Dokuz Oğuzlarla birlikte onların obasına doğru yürüdü.

Dokuz Oğuz obası büyümüş, iki yüz çadırlık olmuştu. Fakat Baz Kağan’ın kardeşlerinden ya da oğullarından, yiğenlerinden kimse bulunamadığı için başlarında hâlâ Ay Hanım vardı. Obalılar onu çok seviyorlardı. Gök Türkler’e ağır vergiler vermelerine rağmen kendilerini oldukça bolluk içinde yaşatıyor, sık sık yer değiştirerek yeni bir hücuma uğramalarının önüne geçiyordu. Şimdi üç yüz çerileri vardı ve yiğit savaşçılardan kurulmuş olan bu küçük ordu onları her önüne gelenin saldırışından koruyordu.

Yüzbaşı Kadır Bağa, Ay Hanım’ın buyruğu ile Binbaşı Pars’ı karşılayarak onları iki çadıra konuk etti. Derhal güzel aşlar ve kımızlar göndererek konuklarını ağırladı.

Pars memnundu. Artık yaklaşmış olduğu Ötüken’e varmadan biraz dinlenmek, uzun yorgunluğu gidermek ve anayurda daha diri ve güçlü olarak gitmek hiç fena bir şey değildi. Bu düşüncelerle gece düşünde kendisini hep Kara Kağan ordusunda onbaşı olduğu zamanki durumuyla gördü: Çuluk Kağan’ın öldüğü sırada yakalandıkları korkunç sağanağı ve Buğra’nın ölümünü, Çin duvarı üstündeki yaman vuruşmayı ve Arık Buka’nın vuruluşunu, zavallı Karabudak’ın idamını ve anda oluşlarını, Almıla’yı sevişini, onu o kadar kişinin elinden nasıl kapıp aldığını âdeta yeniden yaşadı. Bütün bu düşler arasında İ-çing Katun’un karganmış hayali de vardı. Bu kadar uzun gibi gelen altmış yıl ne kadar çabuk geçip, gitmişti...

Pars uzun süren uykudan uyandığı zaman kendisini uzun zamandan beri hasret kaldığı kadar diri ve güçlü bulmuştu.

Ötüken’e yaklaşmak seksenlik kocayı canlandırmıştı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XVI -


BİNBAŞI PARS


Binbaşı Pars iki oğluyla birlikte Ay Hanım’ın otağına girip de yere diz vurduğu zaman biraz şaşaladı. Bu şaşalayış, kağan kızının şaşılacak bir benzeyişle Almıla’ya benzemesinden doğuyordu. Ay Hanım onu ayağa kaldırarak:

- “Hoş geldin Binbaşı” dedi ve sormağa başladı:
- ötüken’den ne zaman çıkmıştın Binbaşı?
- Altmış yıl önce.
- Yumuşla mı çıkmıştın?
- Hayır, kaçarak.
- Kimden kaçarak?
- İçing Katun’dan.

Ve aldığı buyruk üzerine hepsini anlattı. Ay Hanım dikkatle dinliyor ve çok ilgileniyordu. Pars sözlerini bitirince gülümsiyerek:

- “Öyle ise biz akraba oluyoruz” dedi.

Binbaşı ve iki oğlu dikkatle toparlandılar. Kağan kızı şöyle anlattı:

- Anam katun, Almıla’nın en küçük kızkardeşiydi.

İki oğlu sert bakışlarla bakarlarken Pars hüzünlenmiş gibiydi. Karşısında Almıla’dan bir parça gibi duran kız ona sevgili karısını hatırlatarak içinden ince bir tel koparmıştı.

Acı bir sesle:

- “Almıla’ya çok benziyorsun, Ay Hanım” dedi.

Kağan kızı şâhâne duruşuyla Pars’ı ve oğullarını süzüyor, gözlerine bakarak gönüllerinden geçenleri okuyordu:

- “Binbaşı” dedi, “Ötüken’e niçin dönmek istiyorsun?”
- benim için dünya kavgası bitti. Doğduğum yerleri bir daha görerek orada ölmek istiyorum.

Kağan kızı, karşısındaki üç Gök Türk’ün de Ötüken’e dönmek için olan kesin ve sarsılmaz kararlarını yüzlerinden anlamıştı:

- “İlteriş Kağan’a benim elçim olarak varır mısınız” diye sordu.

Pars diz yere vurarak:

- “Buyruk senindir” diyerek cevap verdi.

***


Üç gün sonra Binbaşı Pars, Ay Hanım’ın elçisi olarak Ötüken’e doğru yola çıkıyordu. İlteriş Kağan’a armağan olmak üzere yedi tane soy at ve bir kılıç götürüyordu. Büyük oğlu Yüzbaşı Ezgene babasının solunda gidiyordu. Çatık kaşlı, asık yüzlü bir erdi. Bugüne kadar bir defa bile gülümsediğini kimse görmemişti. Batı Kağanlığındaki savaşlarda büyük yararlılıklar göstermiş, iki oğlu savaşta, öteki çocukları ile karısı da kargaşalıklar da veya kırgınlarda ölmüştü. Yüzünde birkaç kılıç yarası vardı. Sol elinin bir parmağı da eksikti. Bunu bir Çigil bahadırı uçurmuştu.

Pars’ın küçük oğlu Onbaşı Yula otuz yaşlarında bir yiğitti. Talihsiz bir adamdı: Üç defa evlenmiş, aldığı kadınların üçü de ölmüştü. Bu kadınlardan doğan çocukları da yaşamamıştı. Batıdaki savaşların hemen hepsine girmiş, birkaç defa ölümle yüz yüze gelmiş, yine de bir şey olmamıştı. Oyluğuna yediği bir kargı dolayısıyla yayan yürürken aksardı. Çok az yerdi. Bu yüzden babasından dinliyerek tanıdığı Yamtar’ı görmeyişini hayatta hakiki bir eksiklik sayardı. Bunun da ömründe bir kere öfkelendiğini kimse görmemişti. “Dövüşmek için öfkelenmeği beklersem vuruşmadan ölürüm” der ve savaşa, vuruşa çok sakin, sanki kımız içiyormuş gibi girerdi. Çok iyi binici idi. Attan çok iyi anlardı. Bunun için Ay Hanım’ın armağan olarak İlteriş Kağan’a yolladığı yedi atı o idare ediyordu.

At uşağı Çalkara yirmi yaşlarında bir Oğuz’du. Kendi yurdunda kimsesi olmadığı için Pars’la birlikte Ötüken’e gelmeğe razı olmuştu. Ay Hanım’ın Gök Türk Kağanı’na yolladığı kılıçla yedek atları o götürüyordu. İri yapılı ve güçlü bir güreşçiydi. Güreşe o kadar istekliydi ki, bir gün bir savaşta atı vurulup yaya kalınca savaşta olduğunu unutmuş, karşısında kendisi gibi yaya olan bir yağıya el çırparak güreş tutmak üzere saldırmış, fakat öteki kılıcı savurunca aklı başına gelmişti. Daha doğrusu aklı başına gelmemiş, aklı başından gitmişti. Çünkü Çalkara bu kılıçla başından ağır yaralı olarak yere serilmiş günlere kendisine gelememişti. Çok iyi yürekli, iyi huylu bir erdi. Yalnız güreş görünce dayanamazdı. Güreşmezse hasta olurdu. Bu yüzden kış olunca tepelere, dağlara çıkıp ayılarla güreşirdi. Hem de mızıkçılık etmemek için yanına pusat almaz, kemerindeki bıçağını da ayıların mızıkçılığına karşı ihtiyat olarak tutardı. Çünkü ayılar güreş göreneğini bilmiyorlar, bazan ikisi birden geliyorlar, yahut da bıçak gibi olan dişlerini kullanıyorlardı. Pençelerine o kadar aldırış etmiyordu. Bu yüzden, yüzünde ve başka yerlerinde pençe çizikleri doluydu. Bir gün iri bir ayıyla güreşirken kucak kucağa dik ve uzun bir bayırdan aşağı yuvarlanmışlar, bayırın eteğine vardıkları zaman çarptıkları bir kaya ile ayının beyni dağılmış, Çalkara’nın da kulağı kopmuştu. Fakat ayı öldüğü sırada sırt üstü olduğu için Çalkara onu yenik saymış: “Utancından geberdin, değil mi” diye gülmüştü.

Bazan güreşecek ayı da bulamaz, o zaman atıyla güreş tutardı. Atı da alışmış, şaha kalkarak bayağı güreşir olmuştu. Fakat at güreşi beceremediği için bir defa Çalkara’nın ağzına ön ayağıyla vurarak üç dişini ağzına dökmüştü.

***


Önceleri tek tük de olsa konuşuyorlar, çevreleriyle ilgileniyorlardı. Ötüken’e yaklaşırken konuşmalar kesildi. Gözler ileriye dikildi ve akla hiçbir düşünce gelmez oldu.

Nihayet Pars Beğin gözleri parladı. “İşte Ötüken’e vardık” dedi. Bunu söylerken sesi, vaktiyle Ötüken’de erlerine buyruk veren Onbaşı Pars’ın sesine benziyordu. Şimdi toprağın her parçasına, her tümseğe, taşa, ağaca dikkatle bakıyor, çoğunu tanıyordu. Altmış yıllık dünya kavgası, onun beyninden ve gönlünden, doğup büyüdüğü yerlerin izini silememişti. Böylece ne kadar gittiler, farkında değildi. Kendinden geçmiş ilerliyor, gözleri nemli olduğu için seçemediği bozkıra sis inmiş sanıyordu. Bir hülya içinde gidiş, ilk çadırlar ve ilk Ötükenliler görününceye kadar devam etti.

İlk rasladıkları yüzbaşı ona bir kılavuz verdi. Böylece, doğru İlteriş Kağan’ın karargâhına yollanmak imkanı hasıl olmuştu.
 
Üst