Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya Chrome kullanmalısınız.
O gün Ötüken’de büyük bir tören vardı: Gök Türk kağanı İlteriş Kutluk Kağan, Dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’dan gelen elçiyi kabul edecekti. Kağan’ın üç tuğu otağın önüne dikilmişti. Borular davullar tören havaları çalıyordu. Kağan’ın demir göğüslük takmış öz çerileri otağın iki yanında iri birer kaya parçası gibi duruyordu. İlteriş Kağan, yanında İl Bilge Katun olduğu halde tahtında oturuyordu. Tahtın iki yanında şadlar, Tarkanlar, buyruklar sıralanmıştı. Bilge Tonyukuk ile Boyla Bağa Tarkan, Kağanın yanında duruyordu. Töreni idare eden bir tarkanın işareti üzerine davullar borular sustu ve bir ulak: “Ay Hanım’ın elçisi Binbaşı Pars Beğ gelir” diye bağırdı. Bütün gözler binbaşıya dikilmişti.
Pars Beğ, ardında iki oğlu olduğu halde yürüyordu. Daha geride Çalkara, arkasında yedi at olduğu halde ilerliyordu. Kağanla katuna yirmi adım kala durup dördü de yere diz vurdular. Sonra Parsla iki oğlu kalkıp Kağan’ın karşısına kadar geldiler ve yeniden yere diz vurdular. Kağan:
- “Binbaşı Pars Beğ! Ötüken’e hoş geldin” dedi.
Pars cevap verdi:
- Hoş bulduk kağan! Otağına Dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’ın elçisi olarak gelip armağanlarını ve baş eğme haberini getirdim. Fakat ben Ötüken’in yabancısı değilim. Gök Türk’üm ve Ötüken’de doğup büyüdüm.
Kağan, katun ve bütün beğler dikkat kesildiler. Kağan sordu:
- Ötüken’de ne idin? Niçin ayrıldın?
- Ötüken’de onbaşıydım. O zaman yüzbaşı olan Işbara Han’ın buyruğunda idim. Işbara Han’ın büyük kızı Almıla’yı aldım ve İçing Katunla kardeşi Şen-king’in kötülükleri yüzünden batı kağanının ordusuna gittim.
İçing Katunla Şen-king’in kötü hâtıraları daha unutulmamıştı. Adları anılınca bütün beğlerin gözlerinden birer tiksinme dalgası geçti. İlteriş Kağan batı Türkleri hakkında bilgi edinmek istiyordu:
- “Binbaşı Pars! Batıda hangi kağanlar kağanlık etti? Şimdi orası nicedir” diye sordu.
Pars, vukuatı hatırlamak istercesine önüne bakıp bir ara düşündükten sonra anlatmağa başladı:
- Ötüken’de Kara Kağan varken batıda da Tüng Yabgu Kağan vardı. Ulu kağandı ama talihsizdi. Kara Kağan tutsak olduğu yıl o da öldü. Sobra Bağatur Sibi Kağan, ondan sonra da Sır Yabgu Kağan başa geçti. Daha sonra El karıştı. Başta iki kağan birden bulunmağa başladı. Kan gövdeyi götürüyordu. Öyle oldu ki, Tüng Yabgu Kağan’nın ölümünden otuz yıl sonra batı Elinde ne budun kaldı, ne kağan…
Yirmi yıl kağansız, türesiz yaşadıktan sonra Eçine Türçe Kağan başa geçip dokuz yıl Eli tuttu. O ölünce yeniden düzen bozuldu. Üç yıl yeniden kargaşalık oldu. Eçine Kür Çur Kağan başa geçince umutlanmıştık. Fakat bir yıl geçmeden o da ölünce artık batı Elinde yaşanamayacağını anladım. Doğuda yeniden devlet kurulduğunu işittim. Sağ kalan iki oğlumu alarak at uşağımla birlikte Ötüken’e geldim.
Ötüken’e yaklaşırken ilk rasladığımız El, Dokuz Oğuzlar oldu. Başlarında Ay Hanım bulunuyordu. Anası, Işbara Han’ın kızı olduğu için bir yandan da Bozkurt ocağına bağlı olan bu kağan kızı bizi iyi ağırladı. İlteriş Kağan’a bağlılığını söyledikten sonra armağan olarak bir kılıçla yedi tane soy at gönderdi.
Binbaşı Pars sözlerini bitirince Ezgene’nin elinden kılıcı aldı. Kağan’a kadar götürerek sundu. Sonra geride Çalkara’nın tuttuğu atları göstererek:
- “Ay Hanım bunların kabul edilmesini diledi” dedi
ilteriş Kağan’ın çerileri yedi atı alıp götürdüler. Bir yüzbaşı da kılıcı alarak dizideki yerinde durdu. Sonra Pars Beğ yeniden söze başlıyarak:
- “Oğullarım Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula da senin orduna katılmak için geldiler. İkisi de sınanmış erlerdir” dedi.
Kağan Binbaşı Pars’ın oğullarına dikkatle baktı:
- “Önce benim erlerimle boy ölçüşsünler” dedi.
Ezgene ve Yula ileleyip diz vurarak:
- “Buyruk senindir” dediler.
Önce at yarışı yapılacaktı. Pars’ın oğullarına karşı Ötükenlilerden Yüzbaşı Börü ile Deli Ersegün çıktılar. Kağan otağından üç bin adım kadar uzakta olan bir ağacın ardından dolaşıp kağan otağına kadar geleceklerdi. Bir ulak daha önce giderek oraya dört tane yarış tuğu dikmişti. Ortalıkta çıt bile yoktu. Davul üç defa gümledikten sonra dört yarışçı yıldırım gibi fırladılar. İlk önce bir hizada koşuyorlardı. Sonra Ezgene ile Yula ötekileri geçtiler. Ezgene çatık kaşları ve asık yüzü ile savaşta düşman kovalıyormuş gibi uçuyor, Yula sakin çehresiyle eğlenceye çıkmış gibi yarışıyordu. Börü, vaktiyle babasının bütün batılıları geçerek birinci geldiğini bildiği için usta bir biniciye yakışacak şekilde atın yelesine yatmış, dörtnala gidiyordu. Deli Ersegün dünyada kimsenin kendini geçebileceğine akıl erdiremediği için atını sert vuruşlara kamçılayarak ilerliyordu. Bir müddet bu durum değişmedi. Tuğlara yaklaşırken Börü en ileri geçerek iki kardeşi geride bıraktı. Ersegün de sonra yetişerek hemen hemen aynı hizaya geldi. Tuğlara kadar bu diziyi bozmadan geldiler. İlk tuğu Börü kaparak geriye döndü. İkinci tuğu kapan Yula çok usta binici olduğunu gösterdi. Öndeki, Börü gibi büyük bir çark yapmadan atını birden şahlandırıp olduğu yerde tersine döndüren Börü’nün önüne düştü. Ezgene ve Ersegün aynı zamanda alırken çarpıştılar. Fakat düşünmiyerek geriye doğru çarkettiler. Bu çarpışma Ersegün’ün işine yaradı ve Ezgene’yi on adım kadar aştı.
Dönüşün yarısına kadar sıra değişmedi. Yarısından sonra yarış hem hızlandı hem de heyecanlandı. Kağan otağının çevresindekiler bakışlarını, ufku delercesine keskinleştirerek gelen dört kişiyi seçmeğe uğraşıyorlardı. Önde Börü ile Yula çekişiyorlardı. Yula bir at boyu ilerdeydi. Onların on adım kadar gerisinde Ezgene ile Ersegün yarışıyorlardı. Yüzbaşı Ezgene, Deli Ersegün’e yetişmişti. Fakat aradaki bir at başı açıklığı bir türlü kapatamıyordu. Böyle olduğu halde arkada kalmış olan bir iki yarışçı yavaş yavaş öndekilere yetişiyordu.
Otağa beş yüz adım kadar kalmıştı. Yüzbaşı Börü, Onbaşı Yula’ya yetişmişti. Şimdi atbaşı beraber gidiyorlardı. Ersegün’le Ezgene de aynı hizada gidiyor ve öndekilerin hemen ardında bulunuyordu.
Otağa üç yüz adım kala Ersegün hepsini geçti. Öteki üçü onun iki adım gerisinde atbaşı beraber koşuyorlardı.
İki yüz adım kala Yula ötekileri aştı. Hemen ardından Ersegün’le Börü bulunuyordu.
Yüz adım kala Börü, Yula’ya yetişti. Yüzbaşı Ezgene’nin yüzü büsbütün asılmıştı. En arkada kalmak hoş bir şey değildi.
Elli adım kala Börü ile Yula aynı hizada uçuyorlardı. Yarım at boyu geriden Deli Ersegün geliyor, onu da bir at boyu geriden Yüzbaşı Ezgene kovalıyordu.
İhtiyar Binbaşı Pars oğullarından biri en geride kaldığı için çok üzgündü. Fakat bu sırada beklenmedik bir şey oldu; Yarışın bitmesine yirmi adım kalmıştı. Yüzbaşı Ezgene’nin sert bir ıslık çalarak üzengileri üzerinde ayağa kalktığı görüldü. Arkasından atı şahlanır gibi yaparak şiddetle sıçradı. Ezgene’nin atı yere düştüğü zaman Ersegün’le aralarındaki açıklık kapanmış ve iki at aynı hizaya gelmişti. Yarış biterken Börü ile Yula önde ve aynı hizada, Ersegün’le Ezgene de yarım at boyu geride, aynı hizada idiler.
Yarışçılar atlarından atlıyarak tuğlarını otağın önüne diktiler. Sonra Kağan’ın buyruğuyla kendilerine sunulan kımızı içtiler.
Şimdi ok atılacaktı. Pars’ın oğullarına karşı Ötükenlilerden dört beğ çıkmıştı. Bunlardan biri, yarışta birinci olmayışını bir türlü sindiremiyen Deli Ersegün’dü.
Yüz adımdan, kıpırdamıyan hedeflere atılan oklar şaşmaz bir isabetle yerini bulduktan sonra uzun bir sırığın tepesine bir top bağlandı ve toprağa dikilen sırığın üstündeki hedefe, atla dörtnala giderken yay çekilmeğe başlandı.
Altı nişancı da hedefi buldular.
Şimdi yeni bir deneme yapılıyordu: Bir er, kalınca bir dalı hızla toprağa vururken okçular elli adımdan buna nişan alacaklardı. Elli adımdan atılan oklar dalı vurunca, aralık yetmiş adıma çıkarıldı ve Ersegün vuramıyarak yarışı bıraktı.
Aralık seksen adıma çıkarıldığı zaman dört kişi bunu da vurdu. Vuramayıp çıkan bir Öütkenli idi.
Aralık doksan adıma çıkınca Ötükenliler bunu da vuramadılar. Ortada Pars’ın iki oğlu kaldı.
O zaman, bir bahadırın Kağan’a doğru yürüdüğü görüldü. Yere diz vuran bu er:
- “Yüce kağan! Buyruk verirsen bu beğlerle bir yol ben ok atışayım” dedi.
Kağan memnundu:
- “İyi edersin Onbaşı Urungu” diye cevap verdi.
Urungu yayını gerip gezledi. Keskin bir ıslık sesi… Ok dala saplanmıştı.
Aralık yüz adıma çıkarıldı. Bu kadar uzaktan kıpırdayan bir dalı vurabilmek için nasıl bir göz, nasıl bir bilek isterdi!... Fakat bütün seyircilerin takdirle bakan gözleri önünde üç nişancının oku da hedefi buldu.
İlteriş Kağan, Binbaşı Pars’a baktı:
- “Oğulların yavuz nişancılarmış Pars Beğ! Daha başka deneme de yapalım mı” diye sordu.
Pars’ın gözlerinde Kara Kağan’ın kağanlık şenliğinde yapılan tören ve orada Kür Şad’la Işbara Alp’ın ok atışı canlanmıştı:
- “Sen bilirsin kağan” dedi, “tahtalar üzerine ellişer okla Türk yazmak da var… Vaktiyle Kür Şad’la Işbara Alp bunun için burada ok atmışlardı”.
Kağan kabul etti. Aynı büyüklükteki üç tahtaya üç nişancı ellişer okla Türk kelimesini yazacaklardı. Davulun gümlemesiyle atış başladı. Sağ eller görülmemiş bir çabuklukla sadaklara gidiyor, oradan çektikleri okları yay kirişlerine takıyor ve gerdiği kirişi koyuvererek okları tahtadaki yerine en özenli bir şekilde yerleştiriyordu. İlk önce üç yiğit sanki talimli imişler gibi aynı okları aynı hareketlerle fırlatıyorlardı. Sonralara doğru bir tanesi ötekilerini biraz geçer gibi oldu. Seyircilerde ses yoktu. Bir yanlış atış en ilerde bulunan okçuya bile yarışı kaybettirebilirdi…
Binbaşı Pars büyük bir dikkatle yarışmaya bakıyordu. İki oğlunun hareketleriyle birlikte Urungu’ya göz atıyor, Kara Kağan’ın zamanını yaşıyordu. Urungu son oku atıp yerine sapladığı zaman Ezgene ile Yula son oklarını henüz fırlatıyorlardı. Bir anlık öncelikle Onbaşı Urungu kazanmıştı.
Kağanın yolladığı kımızı içerken Pars onun yüzünü daha iyi görmüş ve kendi kendine : “Ne kadar da Kür Şad’a benziyor” diye düşünmüştü. Kür Şad’ın öldüğünü bilmese Urungu’nun Kür Şad olduğunu iddia edebilirdi. Bu ok atış, bu vuruşlar ve sonra benzeyiş…
Sıra kılıç oyununa gelmişti. Pars’ın oğullarına karşı Yüzbaşı Börü ile Onbaşı Urungu çıktılar. Ersegün de çıkacaktı. Fakat aklına Ay Hanım’la yaptığı savaş gelince vazgeçti. İlk önce iki yüzbaşı, Ezgene ile Börü oynıyacaklardı. İkisi de tulgalı, göğüslüklü ve kalkanlı idiler. Tokmağın davula üçüncü vuruşundan sonra çabuklukla kılıç sıyırarak birbirlerine saldırdılar.
Börü daha sert, Ezgene daha kıvrak vuruşuyordu. İlk önce Börü ilerliyordu. Sonra ilerliyemez oldu. İlk vuruşu Ezgene yaptı ve Börü’nün tulgasına inen kılıç onu biraz sersemletti. Burnundan kan geliyordu. İkinci vuruş Börü tarafından yapıldı ve Ezgene’nin kalkanı ikiye ayrılarak elinden düştü. Buna rağmen Ezgene ilerliyor, Börü’yü güç duruma sokuyordu. Börü boyuna gerilemekteki sakatlığı kavrıyarak kalkanını yere attı ve hafiflemiş olduğu halde onun hamlesini çelerek saldırışa geçti. Şimdi görülmemiş bir çabuklukla vuruşlar ve çelişler birbirini kovalıyor, Börü adım adım ilerliyordu. Birden birbirlerine yaklaşıp kılıçlaştılar. Çınlayıcı bir ses işitildi. Börü’nün yüzünde açılan derin çizikten kan fışkırmağa başlamış, Ezgene’nin tulgası parçalanarak başından düşmüştü. Kağan gülümsiyerek vuruşu durdurttu:
- “Binbaşı Pars! Büyük oğlun yenildi. Bununla beraber iyi vuruşuyor. Şimdi ötekine bakalım” dedi.
İki onbaşı, Urungu ile Yula karşı karşıya durdular. Davul üç defa gümledi. Yine kılıçlar sıyrıldı ve Yula olduğu yerde siper alarak bekliyen Urungu’ya saldırdı.
Urungu kaya gibi duruyor, savrulan kılıçları çeliyor, arada bir kılıç savuruyor, kendisinden çok genç olan Yula ise onun çevresinde habire dönüyordu.
Vuruş çok uzun sürdü. Kimin kazanacağı belli olmuyordu. Saldırışı hep Yula yapıyor , Urungu yalnız korunuyordu.
Savaşçılar yorulup solumağa başlamışlardı. Yorgunluğun verdiği düşünceyle, ikisi aynı zamanda kalkanlarını atarak oyuna devam ettiler. Yula topal olduğu halde hızlı adımlar atarak hasmının çevresinde dolaşıyor, yüzündeki sessizlik ve duruluk seyircilerin hoşuna gidiyordu. İkisi de yüzlerinden hafifçe yaralanmışlardı.
İlteriş Kağan anlıyacağını anlamıştı. Vuruşu durdurarak iki onbaşının denk kaldıklarını bildirdi.
Şimdi kımızlar içiliyor, davullarla borular çalınıyordu. Sıra güreşlere gelmişti. İyi bir güreşçi olan Yüzbaşı Ezgene’ye karşı doğululardan Buluç çıkmıştı. İlteriş Kağan çerilerine kılıç yaparken ölen demircinin torunu olan Buluç sağlam yapılı, iri gövdeli bir yiğitti. Şimdiye kadar hiç yenilmemişti.
İki er karşılıklı bir çırpınmadan sonra dalıştılar. İlk kucaklaşmada Ezgene’nin yaman bir çelmesi koca Buluç’u sırtüstü devirdi. Fakat hemen yüzükoyun dönerek, üzerine abanmış olan Ezgene ile birlikte ayağa kalktı ve yeniden tutuştu. Çok geçmeden de usta bir hamle ile hasmının başını koluna kıstırdı. Ötükenliler Buluç’un kazandığını sanmışlardı. Fakat kazanamadı. Yüzbaşı Ezgene görülmedik bir uğraşma ile başını kurtardı ve Buluç’a elense ederek korkunç bir tırpan attı. Buluç yanüstü giderken çullanarak boyunduruğu taktı.
Buluç’un bir omzu yerdeydi. Ötekini de değdirmek için Ezgene bütün gücünü harcıyor, Buluç ise sırtüstü düşmemek için insan gücü üstünde bir didinmeyle debelenerek uğraşıyordu. Öyle bir gayret sarfediyorlardı ki kemikleri çıtırdıyor, yüzleri kandan kıpkırmızı oluyordu.
Bu yaman uğraşma şöylece birden elliye sayıncaya kadar sürdü. Ötükenliler şaşkınlık içinde Buluç’un yenileceğine bakarlarken yine umulmadık bir şey oldu: Buluç, havadaki omzunu kaldırarak Ezgene’yi üzerinden fırlattı. İkisi de sıçrayarak kalktılar. Birbirlerinin çevresinde döndükten sonra yeniden kucaklaştılar. Buluç pek sert bir çelme ile hasmını devirdi. Fakat Ezgene düşerken onun bileğini yakalamıştı. Buluç’u kendine doğru çekti ve sırtüstü giderken onu iki ayağının üzerinden kaldırarak başı üstünden geriye attı. Yine ikisi birden kalktılar.
Buluç iyiden iyiye kızmıştı. Bu Batılı yüzbaşı nerdeyse şimdiye dek yere gelmemiş olan sırtını toprağa değdirecekti. Başını yakalamak istiyormuş gibi gösteriş yaptıktan sonra Ezgene’ye doğru yerden daldı. İki ayağından yakalıyarak sırtüstü devirip abandı. Yavaş yavaş Ezgene’nin gücü kesildi. Önce bir, sonra öteki omuzu yere değdi. Buluç güreşi kazanmıştı.
İlteriş Kağan, Pars’a döndü:
- “Pars Beğ! Oğlun güreşi kazanamadı ama yavuz bir güreşçi olduğunu da gösterdi” dedi.
Bu sırada ortada garip bir şey oldu: Ötükenliler, Binbaşı Pars’ın at uşağı olan yiğitin meydana çıkarak çırpınmağa başladığını gördüler. Pars yere diz vurdu:
- “Yüce kağan! At uşağım Çalkara usta bir güreşçidir. Buyruk verirsen güreş tutsun” dedi
Kağan kabul etti. Ulaklar Çalkara’nın er dileyişini bağırarak ilân ettiler. Kısa bir zaman kimse çıkmadı. Sonra Buluç ortaya gelerek Çalkara ile güreşi kabul etti.
Buluç yorgundu. Fakat şimdiye kadar sırtı yere gelmemiş olduğu için güveni ve inancı yerinde idi.
Güreş büyük bir sertlikle başladı. İkisi de sağlam yapılı gürbüz, iti yarı olan güreşçiler koparırcasına tutuyorlar, kütükleri yerinden sökecek bir güçle tırpan ve çelme atıyorlar, buğaları bunaltacak bir sıklıkla bel kavrıyorlardı. Doğulular bu genç güreşçinin pek yaman bir er olduğunu anlamışlardı. Buluç da güreştikçe açılıyor, yorgunluğu gidiyor ve keyifleniyordu.
Binbaşı Pars biraz durgundu. Oğulları küçük farklarla karşılaşmaları kaybetmişlerdi. Hiç olmazsa at uşağının güreşi kazanmasını gönülden istiyordu. Fakat güreş uzadıkça uzuyor, seyircilere hiç bitmiyecekmiş gibi geliyordu. Şimdi iş kızışmıştı hareketler daha çabuklaşıp daha sert bir hal almıştı.
Birden Buluç iri Çalkara’yı belinden kavrıyarak kaldırdı ve hızla yere çarptı. Bir ağacın yere vurmasından çılan ses çıkmıştı. Acaba Çalkara bu vuruşun altından kalkabilecek miydi? Fakat o, sanki hiçbir şey olmamış gibi çabucak yüzüstü döndü ve Buluç’u yorgan gibi silkerek ayağa kalktı.
Yeniden tutuştular. Buluç durmadan Çalkara’yı sürüyor, o da düz toprak üstünde tutunmağa çabalıyarak direniyordu. Tutamazsa işi bitikti. Çünkü demircinin torunu açılmış, bütün gücü, bütün ustalığı ile güreşiyordu. Çalkara bu itişmede Buluç’u durduramıyacağını anlıyarak belini bile bile ona kaptırdı ve onun kollarını kavradı. İki yaman kişi, şimdi bütün güçleriyle birbirlerini yerden kıpırdatmağa uğraşıyorlardı.
Bir iki yol birbirlerini dinleyip tartakladılar.
Sonra Çalkara olduğu yerde dönerek Buluç’u savurdu ve kendisini de onunla birlikte yere attı. Sarmaşdolaş bir halde yere düştükten sonra sırt sırta gelerek birbirinin sağ kolu sol koluna geçmiş olduğu halde davranıp hızla ayağa kalktılar. Göz yumup açacak kadar kısa bir anda öteki kollarını da birbirine taktılar. Bu görülmemiş işitilmemiş bir güreşti. Ayakta, sırt sırta , kolları takılmış olduğu halde birbirlerini sırtlayıp yere vurmaya çalışıyorlardı. Bu didişme daha uzun boylu olan Çalkara’nın işine yaradı ve kendisi yere doğru iki büklüm olurken havaya kaldırdığı rakibini sert bir silkinişle kolundan çıkararak yere vurdu.
Şimdi yerde hareketli ve ustalıklı bir güreş oluyordu. Çalkara boyunduruk takmağa uğraşıyor, öteki hiçbir açık vermiyordu. Buluç yorulmağa başlamıştı. İşi tez bitirmenin gerektiğini anlıyarak bir davranış yaptı. Gördüğü bütün zora rağmen ayağa kalktı.
Yeniden birbirlerine elense ettiler. Ayakta, kollarından yakalamağa uğraşarak ve itişerek güreşirken sert silkinişler yapıyorlar, bilmeden birbirlerinin yüzlerine kafa vurmuş oluyorlardı. İkisin de ağzı, burnu kan içindeydi; âdeta yüzleri belli olmuyordu. Çalkara’nın bir gözü morarıp kapanmıştı. Buluç’un kaşı patlıyarak gözüne kan dolmuştu. Oyunları idare eden yüzbaşının işareti üzerine davullar hızla vurmağa, güreşçileri kışkırtmağa başlamıştı.
Seyirciler sanki soluk bile almıyorlardı. Güreşçilerin itişirken, çelme atarken, enseden veya bilekten yakalarken çıkardıkları sesler işitiliyor, bu seslerin hepsini de solumaları bastırıyordu. İki iri bahadır demirci körüğü gibi soluyordu.
Güreş uzadıkça uzamış, onlar da yoruldukça yorulmuşlardı. İkisi de kağan, güreşi durdurmasın diye çekindikleri için işi çabuk bitirmeğe savaşıyorlardı. Fakat iş, biter işlerden değildi.
Bir aralık Çalkara bir çelmeyle Buluç’u yere devirdiyse de yenemedi. Sonra Buluç onu tırpanla yere attı ama o da bir işe yaramadı. Çalkara, rakibinin bacaklarına dalarak onu devirdi. Fakat hemen ters dönen Buluç, arkadan üzerine çullanan Çalkara’nın başını yakalıyarak üzerinde taklak attırdı.
Bir türlü yenişemiyorlardı. Bir aralık ne oldu bilinmez, Çalkara’nın çok canı yanmış olacak ki, ulur gibi homurdandığı, homurdandığı değil âdeta kükrediği işitildi. Sonra korkunç çatırdı işitildi. Buluç’un omuz kemiği kırılmıştı. Dayanacak gücü kalmadığından sırtı yere değdi. Yenik düşmüştü.
Bununla beraber, hızla ayağa kalkmaktan geri kalmadı. Elini ağzına götürerek avucuna tükürdü. İki kanlı dişi Çalkara’ya uzatarak:
- “Çok sert güreşiyorsun” dedi.
Çalkara moraran gözüyle iyi göremiyordu. Eğilerek Buluç’un avucuna baktıktan sonra gülümsedi. Elini ağzına götürerek avucuna tükürdü.
Buluç’un uzattığı elinde üç tane kanlı diş sıralanmıştı…
Binbaşı Pars Beğ’in oğulları yararlıklarını göstererek İlteriş Kağan ordusuna kabule dilmişlerdi. İhtiyar binbaşı da Kağan’ın buyruk beğleri sırasına girmişti. Bütün bunlar iyi şeylerdi. Fakat şimdi onun beyninde çözülmemiş bir bilmece vardı: Nişancılıkta Kür Şad’ın ustalığını gösteren ve Kür Şad’a çok benziyen Onbaşı Urungu’nun kim olduğu… Onun karabudundan olduğunu öğrenmişti. Fakat ok atışıyla, durumuyla, yüzü ile bu kadar Kür Şad’a benziyen bir erin onunla hiçbir akrabalığı olmayışı da çok tuhaftı. Pars Beğ, seksen yıllık bir dirliğin kendisine verdiği tecrübe iler bu işin içinde iş olduğunu sezmişti. Çok yaşamış, çok görmüş insan muhakkak ki, hâdiselerin içine girebiliyor, başkalarının bilmediği şeyleri biliyordu.
Pars Beğ, Kağan’ın bağışladığı yeni çadırda keçesine uzanarak derin derin konuşuyordu. Aşağı yukarı kırk beş yıl önce, kahraman Kür Şad kırk arkadaşıyla birlikte Çin sarayına saldırmış ve bütün Türkler’e övünç verecek şekilde ölmüştü. Kendisi Batı Elinde bu haberi aldığı ve ihtilâlde andalarının da bulunduğu öğrendiği zaman orada bulanamadığına yanmış, bu yanış, içinde düğümlenen bir dert olarak kalmıştı. Acaba Kür Şad’ın konçuyu ne olmuştu? Bu konçuy Pars’ın teyzesi idi. Ne akıllı, bilgili, becerikli kadındı!... Bir er gibi yılmaz, bir kağan gibi düşünceli, velhasıl eşi bulunmaz bir kadındı.
Şimdi onun yaşamadığı muhakkaktı. Fakat acaba nerede, ne zaman ölmüştü?
Pars birden bunu öğrenmek istediğinin gönlünde kabardığını duydu. Teyzesinin hayali aklından silinmemişti. Belki Ötüken’de onu bilip tanıyan vardır diye düşündü. Fakat kime sorduysa cevap alamadı. Ötüken’in en yaşlılarına başvurdu. Sorup soruşturdu. Kür Şad’ın konçuyunu gören, bilen, işiten yoktu.
İhtiyar binbaşı böylece dalgınlık içindeyken çadıra gelen bir ulak, İteriş Kağan’ın kendisini beklemekte olduğunu bildirdi. Pars hemen kalktı. Kağan otağına vardığı zaman bir kalabalığın biriktiğini, bu kalabalık arasında Yüzbaşı Börü’nün de bulunduğunu gördü. Çok beklemedi. Bir Tarkan kendisini ve Börü’yü İlteriş Kağan’ın karşısına çıkardı.
Yere diz vurdular.
Gök Türk Kağanı, Binbaşı Pars’a hitap etti:
- Pars Beğ! Seni dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’a birinci elçi olarak gönderiyorum.
- Buyruk senindir kağan!
- Armağanlarına kıvandığımı, fakat arada akrabalık da bulunması dolayısıyla bize daha yakın bir yerde oturması gerektiğini bildireceksin. Durmaksızın yer değiştirip bizden gizlenmemesini, çünkü Dokuz Oğuzları’ın kendi budunum olduğunu söyliyeceksin!
- Buyruk senindir kağan!
İlteriş Kağan, Börü Beğ’e dönerek söze başladı:
- Yüzbaşı Börü Beğ! Seni Ay Hanım’a ikinci elçi olarak gönderiyorum.
- Buyruk senindir kağan!
- Sen de Dokuz Oğuz çadırlarını sayacak ve çadır başına birer at ve sığırla ikişer koyun göndermelerini bildireceksin. Bu vergiyi güzden önce bize erişmezse üzerlerine çeri çıkaracağımızı anlatacaksın!
- Buyruk senindir kağan!
İlteriş Kağan bir müddet düşündü. Bilge Tonykukla bir şeyler konuştu. Sonra iki elçiye birden:
- “Yanınıza gereken erleri alarak yarın yola çıkacak ve bir ayı aşırmadan burada bulunacaksınız. Ay Hanım’a armağan olarak götüreceğiniz on top Çin ipeği ile altın kakmalı bir bıçağı Tarkan size verecektir” dedi.
İki elçi yere diz vurarak otağdan çıktılar ve gün batıncaya kadar ertesi gün için hazırlıklarla uğraştılar.
Ertesi gün elçiler gün doğmadan yola çıkmışlardı. Binbaşı Pars yanına at uşağı Çalkara ile dört er daha katmıştı. Yüzbaşı Börü ise andası Urungu ile bir at uşağından başka kimse almamıştı.
Kafile yola çıktıktan epey sonra Deli Ersegün dörtnala yetişmiş ve Pars Beğ’e yaklaşarak kendisinin birlikte gelmesi için buyruk dilemiş ve bu isteğine erişmişti. Ersegün en geride tek başında geliyordu. Sanki üçüncü elçi de oydu. Fakat kağan tarafından yumuşlandırılmamış, Ay Hanım’a verecek armağan almamış, öyle garip, örneği bulunmaz bir elçiydi. Böylelikle on kişi olmuşlardı. Binbaşı Pars, Deli Ersegün’ün yerinde duramaz bir çocuk olduğunu anlayınca kafilenin yan ve gerilerini kollamak işini ona bırakmıştı. Ersegün boyuna at tepiyor, sağa yahut sola doğru dörtnala gidip, ufuklara bakıyor, sonra geride kalarak art yanlarını gözetliyor, kimseyi göremeyince ötekilerine katılarak bir müddet beraber gidiyordu.
Kafilenin öncüleri Pars’ın iki eriydi. Birinci elçi yaşlı olduğu için hızlı gidemiyorlardı. Bu gidişle on, on iki günde Dokuz Oğuzlar’a varabileceklerini umuyorlardı.
Parsla Börü çok defa yan yana gidiyorlar, fakat pek az konuşuyorlardı. Bu kafilede en sessiz Urungu idi. Andası Börü, beraber gitmeği teklif ettiği zaman reddetmemişti. Çünkü red için bir sebep bulamazdı. Hem gitmek, hem de gitmemek istiyordu. Bağrındaki yanıklığın Ay Hanım’ı görmekle biraz serinlemesi mümkün olduğu gibi daha çok kıvılcımlanması da muhtemeldi. Meçhule doğru gidiyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Anlaşılmaz bir yorgunluğu vardı. Ne olacaktı? Hiç!...
Ersegün ise deli gençliğin yaz borası gibi gürültüyle gelen sevgisine tutulmuş bir gönülle gidiyordu. Ne yapmağa gittiğinin farkında değildi. Kağan kızıyla bir daha mı vuruşacaktı? Elçi heyeti arasındaki birisinin böyle vuruş yapmasına imkân yoktu.
Ona evlenmek mi teklif edecekti? Babasını öldürdüğü için kendisiyle vuruştuğu bir kadına bu teklifi yapmak gülünçtü. Ya ne yapacaktı? Bunu kendisi de bilmiyordu.
Zaten ona İlteriş Kağan tarafından gönderilmişti. Hem onun tutsağı iken kaçmıştı. Fakat Ay Hanım şimdi ona tutsak gözüyle bakmazdı…
Düşüncesi buraya gelince Ersegün genişledi. Böylelikle Ay Hanım’a karşı bir kurum yapmış olacaktı. Bir Gök Türk beği olarak saygı gören bir konuk gibi gelmekle evvelki tutsaklığından doğan utancı biraz olsun silecekti.
Burada tutsakken kulağına çalındığı gibi Gök Türkler buraya çeri ile bir saldırış yapsalardı Ersegün için bayram olur, hiçbir şeye bakmadan Kağan kızının otağına saldırır, onu mutlaka tutsak eder, sonra da kendisine konçuy olarak alırdı. Fakat şimdi öyle bir şey yoktu. Öyle ise o da işi oluruna bırakacaktı. Şimdilik Ay Hanım’ın aydan aydın, güneşten yakıcı yüzünü görmekle yetinecekti
Bir gün bir su başında mola vermişlerdi. Hava çok sıcaktı. Parsla Börü yan yana oturmuşlar, haşlanmış darı ile kurut yiyorlardı. Pars, epey ilerde tek başına atına dayanarak kuzeye doğru bakan Urungu’yu gösterip:
- “Yüzbaşı Börü! Onbaşı Urungu’yu tanır mısın” diye sordu.
- Nasıl tanımam? Eski yoldaşım ve andamdır.
- Urungu’nun babasını, anasını da bilir misin?
- Babasını görmedim. Anasını tanıdım ve uzun zaman dört çadırlık obamızda onunla beraber bulundum.
- Bu kadını bana anlatabilir misin?
Börü’nün gözleri daldı:
- “Bulunmaz kadındı. Bizim obamızın ruhuydu” diye söze başladı. Fakat Pars onun sözünü kesti:
- Bunu değil. Bana yüzünü, biçimini söyle.
Börü uzaklara bakarak bir düşündü. Sonra anlatmağa koyuldu. Pars merakla ve dikkatle dinliyordu. Birden atılarak:
- “Sağ yanağında göze çarpar bir ben var mıydı” diye sordu.
Börü hayretle onun yüzüne bakarak:
- “Vardı. Sen nerden biliyorsun” diye cevap verdi.
Pars sustu. Seksen yıl yaşamış olmanın verdiği bir ihtiyarlıkla sözü başka yere çevirdi:
- “Vaktiyle, Ötüken’de böyle bir kadın tanıyordum” dedi. Sonra merakını yenemiyerek:
- “Bu kadının adını hatırlıyor musun? Diye sordu. Börü:
- “Hayır” dedi, “adını bilmiyorduk. Hepimiz ona yalnız ana derdik”
sustular. Yüzbaşı, bu soruşturmanın niçin yapıldığını anlamamıştı. O şimdi Urungu’nun anasını düşünüyordu. At çatlatırcasına, uzaklardan getirdiği kımızı ona yetiştiremediği için duyduğu acı yeniden içinde düğümlenmişti. O günü unutamazdı. Bir parçacık daha önce gelse ona kımızı içirebilecekti. Bu aklına geldikçe hep bir tuhaf olur, yüreği sıkılırdı. Yine öyle oluyordu. Pars farkına vararak sordu:
- Acı şeyler konuştuğumuz için gönlün mü bunaldı yüzbaşı?
Börü o uzun koşuyu ve Urungu’nun anasının ölümünü anlattı.
Yola çıktıkları ancak on altıncı günü Dokuz Oğuzlar’a vardılar. Durmaksızın iz bırakmadan yer değiştiren bu obayı bulmak epey güç olmuştu. Oba yeniden büyümüş, dört yüz çadırı geçmişti.
İlteriş Kağan’ın elçileri obaya yerleştiler ve Yüzbaşı Kadır Bağa ile konuşularak ertesi gün Ay Hanım’ın huzuruna çıkarılmasını kararlaştırdılar.
Pars, yanındakilere kısa bir talimat verdi. Bu talimatlar gereğince önce kendisi söz söyliyerek, sonra beşer top ipek tutarak geride duran Ersegün Beğle Urungu armağanlarını sunacaklardı. Kendisinden sonra Börü Beğ söz söyliyecek ve altın kakmalı bıçağı kendisine sunacaktı. Urungu ile Ersegün hiç ummadıkları bu yumuştan ürkmüşler, fakat buyruk aldıkları için karşı gelememişlerdi.
Urungu’nun içi ürperiyordu. Onun ışıklı bakışlarını görecek, Tanrı ezgisine benziyen sesini işitecekti. Fakat kendisini okla yere deviren bir yağı ile, evlenme teklifini “karabudundansın” diye reddeden bir sevgili ile karşılaşacaktı. İçinde durulmuş gibi olan kasırga yine canlanacak, küllenmiş sandığı kıvılcım yalazlanacak, gönül ağrıları yeniden başlıyacaktı. Hayır, hayır, Urungu biraz yanılıyordu. Bütün bunlar olacak değildi. Olmağabaşlamıştı bile… İşte andası bilmeden ona kötülük etmiş, Binbaşı Pars bu kötülükte daha ileri varmıştı.
Ersegün ise daha şaşkındı. Çünkü onun geride denemelerle geçen ve güç durumlarda kişiye en isabetli kararı verdiren yaşanmış dirliği yoktu. Kız sevmenin ne olduğunu bile adamakıllı bilmiyordu. Ne yapıp edeceğini, ne söyliyeceğini, niçin geldiğini bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Yalnızi dirliğinde ilk deneme olmakla beraber Ay Hanım’a gönül vermiş olduğunu, bu gönül vermenin hem tatlı, hem de acı bir şey olduğunu biliyordu. Bir de yarası vardı: Ay Hanım’a yenilmişti.
Pars buyrukları verirken ilk defa Urungu ile yüz yüze gelmiş ve ona çok dikaktle bakmıştı. Tıpkı Kür Şad’a benziyordu. Duruşunda, söyleyişinde Gök Türk beğlerini andıran bir şey vardı. Sonra bir onbaşı kılığı içinde iki nesnesi şiddetle göze çarpıyordu: Börkü ve bıçağı…
Bu börk bir kağan börküne, bıçak kağan bıçağına benziyordu. Birden Pars’ın gözleri bıçağa takıldı ve beyninden bir ışık geçti: Evet bu bıçak Kür Şad’ın bıçağı idi ve ona da Bumun Kağan’dan gelmişti. Bütün eski Ötükenliler gibi Pars da bu bıçağı tanır, hatta onun üstündeki tılsımlı yazının güneş doğarken yahut batarken göründüğünü de bilirdi.
O gece elçi heyetinde ilk nöbeti alan Urungu hiçbir arkadaşını uyandırmadan sabaha kadar nöbet tuttu ve Ay Hanım’ı düşünerek kendinden uzaklaştı.
Pars’ın ve Ersegün’ün uykuları da rahat değildi. İkide bir uyanıyorlar, başka başka sebeplerle aynı sonucun tesirinde kalarak, yataklarında dönüyorlardı.
Ay Hanım, elçileri büyük törenle kabul etti. Dokuz Oğuz çerileri şimdi çok iyi giyimli ve pusatlı idiler. Binbaşı Pars, İlteriş Kağan’dan aldığı buyruğu yerine getirdi.
- Ay Hanım! Kağanım gönderdiğin armağanlara kıvandı. Ana yönünden aranızda akrabalık olduğu için Ötüken’e daha yakın bir yerde oturmanı buyuruyor. Durmaksızın yer değiştirip gizlenmeni istemiyor. Çünkü Dokuz Oğuz budununu kendi budunumdur diyor.
Ay Hanım kıpırdamadan bu sözleri dinliyordu. Pars ardında duran Ersegün’le Urungu’yu göstererek:
- “Kağanım sana on top Çin ipeklisini armağan olarak gönderdi” dedi.