Hüseyin Nihal Atsız-Bozkurtlar Diriliyor

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XVII -


AY HANIM’IN ELÇİSİ


O gün Ötüken’de büyük bir tören vardı: Gök Türk kağanı İlteriş Kutluk Kağan, Dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’dan gelen elçiyi kabul edecekti. Kağan’ın üç tuğu otağın önüne dikilmişti. Borular davullar tören havaları çalıyordu. Kağan’ın demir göğüslük takmış öz çerileri otağın iki yanında iri birer kaya parçası gibi duruyordu. İlteriş Kağan, yanında İl Bilge Katun olduğu halde tahtında oturuyordu. Tahtın iki yanında şadlar, Tarkanlar, buyruklar sıralanmıştı. Bilge Tonyukuk ile Boyla Bağa Tarkan, Kağanın yanında duruyordu. Töreni idare eden bir tarkanın işareti üzerine davullar borular sustu ve bir ulak: “Ay Hanım’ın elçisi Binbaşı Pars Beğ gelir” diye bağırdı. Bütün gözler binbaşıya dikilmişti.

Pars Beğ, ardında iki oğlu olduğu halde yürüyordu. Daha geride Çalkara, arkasında yedi at olduğu halde ilerliyordu. Kağanla katuna yirmi adım kala durup dördü de yere diz vurdular. Sonra Parsla iki oğlu kalkıp Kağan’ın karşısına kadar geldiler ve yeniden yere diz vurdular. Kağan:

- “Binbaşı Pars Beğ! Ötüken’e hoş geldin” dedi.

Pars cevap verdi:

- Hoş bulduk kağan! Otağına Dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’ın elçisi olarak gelip armağanlarını ve baş eğme haberini getirdim. Fakat ben Ötüken’in yabancısı değilim. Gök Türk’üm ve Ötüken’de doğup büyüdüm.

Kağan, katun ve bütün beğler dikkat kesildiler. Kağan sordu:

- Ötüken’de ne idin? Niçin ayrıldın?
- Ötüken’de onbaşıydım. O zaman yüzbaşı olan Işbara Han’ın buyruğunda idim. Işbara Han’ın büyük kızı Almıla’yı aldım ve İçing Katunla kardeşi Şen-king’in kötülükleri yüzünden batı kağanının ordusuna gittim.

İçing Katunla Şen-king’in kötü hâtıraları daha unutulmamıştı. Adları anılınca bütün beğlerin gözlerinden birer tiksinme dalgası geçti. İlteriş Kağan batı Türkleri hakkında bilgi edinmek istiyordu:

- “Binbaşı Pars! Batıda hangi kağanlar kağanlık etti? Şimdi orası nicedir” diye sordu.

Pars, vukuatı hatırlamak istercesine önüne bakıp bir ara düşündükten sonra anlatmağa başladı:

- Ötüken’de Kara Kağan varken batıda da Tüng Yabgu Kağan vardı. Ulu kağandı ama talihsizdi. Kara Kağan tutsak olduğu yıl o da öldü. Sobra Bağatur Sibi Kağan, ondan sonra da Sır Yabgu Kağan başa geçti. Daha sonra El karıştı. Başta iki kağan birden bulunmağa başladı. Kan gövdeyi götürüyordu. Öyle oldu ki, Tüng Yabgu Kağan’nın ölümünden otuz yıl sonra batı Elinde ne budun kaldı, ne kağan…

Yirmi yıl kağansız, türesiz yaşadıktan sonra Eçine Türçe Kağan başa geçip dokuz yıl Eli tuttu. O ölünce yeniden düzen bozuldu. Üç yıl yeniden kargaşalık oldu. Eçine Kür Çur Kağan başa geçince umutlanmıştık. Fakat bir yıl geçmeden o da ölünce artık batı Elinde yaşanamayacağını anladım. Doğuda yeniden devlet kurulduğunu işittim. Sağ kalan iki oğlumu alarak at uşağımla birlikte Ötüken’e geldim.

Ötüken’e yaklaşırken ilk rasladığımız El, Dokuz Oğuzlar oldu. Başlarında Ay Hanım bulunuyordu. Anası, Işbara Han’ın kızı olduğu için bir yandan da Bozkurt ocağına bağlı olan bu kağan kızı bizi iyi ağırladı. İlteriş Kağan’a bağlılığını söyledikten sonra armağan olarak bir kılıçla yedi tane soy at gönderdi.

Binbaşı Pars sözlerini bitirince Ezgene’nin elinden kılıcı aldı. Kağan’a kadar götürerek sundu. Sonra geride Çalkara’nın tuttuğu atları göstererek:

- “Ay Hanım bunların kabul edilmesini diledi” dedi

ilteriş Kağan’ın çerileri yedi atı alıp götürdüler. Bir yüzbaşı da kılıcı alarak dizideki yerinde durdu. Sonra Pars Beğ yeniden söze başlıyarak:

- “Oğullarım Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula da senin orduna katılmak için geldiler. İkisi de sınanmış erlerdir” dedi.

Kağan Binbaşı Pars’ın oğullarına dikkatle baktı:

- “Önce benim erlerimle boy ölçüşsünler” dedi.

Ezgene ve Yula ileleyip diz vurarak:

- “Buyruk senindir” dediler.

Önce at yarışı yapılacaktı. Pars’ın oğullarına karşı Ötükenlilerden Yüzbaşı Börü ile Deli Ersegün çıktılar. Kağan otağından üç bin adım kadar uzakta olan bir ağacın ardından dolaşıp kağan otağına kadar geleceklerdi. Bir ulak daha önce giderek oraya dört tane yarış tuğu dikmişti. Ortalıkta çıt bile yoktu. Davul üç defa gümledikten sonra dört yarışçı yıldırım gibi fırladılar. İlk önce bir hizada koşuyorlardı. Sonra Ezgene ile Yula ötekileri geçtiler. Ezgene çatık kaşları ve asık yüzü ile savaşta düşman kovalıyormuş gibi uçuyor, Yula sakin çehresiyle eğlenceye çıkmış gibi yarışıyordu. Börü, vaktiyle babasının bütün batılıları geçerek birinci geldiğini bildiği için usta bir biniciye yakışacak şekilde atın yelesine yatmış, dörtnala gidiyordu. Deli Ersegün dünyada kimsenin kendini geçebileceğine akıl erdiremediği için atını sert vuruşlara kamçılayarak ilerliyordu. Bir müddet bu durum değişmedi. Tuğlara yaklaşırken Börü en ileri geçerek iki kardeşi geride bıraktı. Ersegün de sonra yetişerek hemen hemen aynı hizaya geldi. Tuğlara kadar bu diziyi bozmadan geldiler. İlk tuğu Börü kaparak geriye döndü. İkinci tuğu kapan Yula çok usta binici olduğunu gösterdi. Öndeki, Börü gibi büyük bir çark yapmadan atını birden şahlandırıp olduğu yerde tersine döndüren Börü’nün önüne düştü. Ezgene ve Ersegün aynı zamanda alırken çarpıştılar. Fakat düşünmiyerek geriye doğru çarkettiler. Bu çarpışma Ersegün’ün işine yaradı ve Ezgene’yi on adım kadar aştı.

Dönüşün yarısına kadar sıra değişmedi. Yarısından sonra yarış hem hızlandı hem de heyecanlandı. Kağan otağının çevresindekiler bakışlarını, ufku delercesine keskinleştirerek gelen dört kişiyi seçmeğe uğraşıyorlardı. Önde Börü ile Yula çekişiyorlardı. Yula bir at boyu ilerdeydi. Onların on adım kadar gerisinde Ezgene ile Ersegün yarışıyorlardı. Yüzbaşı Ezgene, Deli Ersegün’e yetişmişti. Fakat aradaki bir at başı açıklığı bir türlü kapatamıyordu. Böyle olduğu halde arkada kalmış olan bir iki yarışçı yavaş yavaş öndekilere yetişiyordu.

Otağa beş yüz adım kadar kalmıştı. Yüzbaşı Börü, Onbaşı Yula’ya yetişmişti. Şimdi atbaşı beraber gidiyorlardı. Ersegün’le Ezgene de aynı hizada gidiyor ve öndekilerin hemen ardında bulunuyordu.

Otağa üç yüz adım kala Ersegün hepsini geçti. Öteki üçü onun iki adım gerisinde atbaşı beraber koşuyorlardı.

İki yüz adım kala Yula ötekileri aştı. Hemen ardından Ersegün’le Börü bulunuyordu.

Yüz adım kala Börü, Yula’ya yetişti. Yüzbaşı Ezgene’nin yüzü büsbütün asılmıştı. En arkada kalmak hoş bir şey değildi.

Elli adım kala Börü ile Yula aynı hizada uçuyorlardı. Yarım at boyu geriden Deli Ersegün geliyor, onu da bir at boyu geriden Yüzbaşı Ezgene kovalıyordu.

İhtiyar Binbaşı Pars oğullarından biri en geride kaldığı için çok üzgündü. Fakat bu sırada beklenmedik bir şey oldu; Yarışın bitmesine yirmi adım kalmıştı. Yüzbaşı Ezgene’nin sert bir ıslık çalarak üzengileri üzerinde ayağa kalktığı görüldü. Arkasından atı şahlanır gibi yaparak şiddetle sıçradı. Ezgene’nin atı yere düştüğü zaman Ersegün’le aralarındaki açıklık kapanmış ve iki at aynı hizaya gelmişti. Yarış biterken Börü ile Yula önde ve aynı hizada, Ersegün’le Ezgene de yarım at boyu geride, aynı hizada idiler.

Yarışçılar atlarından atlıyarak tuğlarını otağın önüne diktiler. Sonra Kağan’ın buyruğuyla kendilerine sunulan kımızı içtiler.

Şimdi ok atılacaktı. Pars’ın oğullarına karşı Ötükenlilerden dört beğ çıkmıştı. Bunlardan biri, yarışta birinci olmayışını bir türlü sindiremiyen Deli Ersegün’dü.

Yüz adımdan, kıpırdamıyan hedeflere atılan oklar şaşmaz bir isabetle yerini bulduktan sonra uzun bir sırığın tepesine bir top bağlandı ve toprağa dikilen sırığın üstündeki hedefe, atla dörtnala giderken yay çekilmeğe başlandı.

Altı nişancı da hedefi buldular.

Şimdi yeni bir deneme yapılıyordu: Bir er, kalınca bir dalı hızla toprağa vururken okçular elli adımdan buna nişan alacaklardı. Elli adımdan atılan oklar dalı vurunca, aralık yetmiş adıma çıkarıldı ve Ersegün vuramıyarak yarışı bıraktı.

Aralık seksen adıma çıkarıldığı zaman dört kişi bunu da vurdu. Vuramayıp çıkan bir Öütkenli idi.

Aralık doksan adıma çıkınca Ötükenliler bunu da vuramadılar. Ortada Pars’ın iki oğlu kaldı.

O zaman, bir bahadırın Kağan’a doğru yürüdüğü görüldü. Yere diz vuran bu er:

- “Yüce kağan! Buyruk verirsen bu beğlerle bir yol ben ok atışayım” dedi.

Kağan memnundu:

- “İyi edersin Onbaşı Urungu” diye cevap verdi.

Urungu yayını gerip gezledi. Keskin bir ıslık sesi… Ok dala saplanmıştı.

Aralık yüz adıma çıkarıldı. Bu kadar uzaktan kıpırdayan bir dalı vurabilmek için nasıl bir göz, nasıl bir bilek isterdi!... Fakat bütün seyircilerin takdirle bakan gözleri önünde üç nişancının oku da hedefi buldu.

İlteriş Kağan, Binbaşı Pars’a baktı:

- “Oğulların yavuz nişancılarmış Pars Beğ! Daha başka deneme de yapalım mı” diye sordu.

Pars’ın gözlerinde Kara Kağan’ın kağanlık şenliğinde yapılan tören ve orada Kür Şad’la Işbara Alp’ın ok atışı canlanmıştı:

- “Sen bilirsin kağan” dedi, “tahtalar üzerine ellişer okla Türk yazmak da var… Vaktiyle Kür Şad’la Işbara Alp bunun için burada ok atmışlardı”.

Kağan kabul etti. Aynı büyüklükteki üç tahtaya üç nişancı ellişer okla Türk kelimesini yazacaklardı. Davulun gümlemesiyle atış başladı. Sağ eller görülmemiş bir çabuklukla sadaklara gidiyor, oradan çektikleri okları yay kirişlerine takıyor ve gerdiği kirişi koyuvererek okları tahtadaki yerine en özenli bir şekilde yerleştiriyordu. İlk önce üç yiğit sanki talimli imişler gibi aynı okları aynı hareketlerle fırlatıyorlardı. Sonralara doğru bir tanesi ötekilerini biraz geçer gibi oldu. Seyircilerde ses yoktu. Bir yanlış atış en ilerde bulunan okçuya bile yarışı kaybettirebilirdi…

Binbaşı Pars büyük bir dikkatle yarışmaya bakıyordu. İki oğlunun hareketleriyle birlikte Urungu’ya göz atıyor, Kara Kağan’ın zamanını yaşıyordu. Urungu son oku atıp yerine sapladığı zaman Ezgene ile Yula son oklarını henüz fırlatıyorlardı. Bir anlık öncelikle Onbaşı Urungu kazanmıştı.

Kağanın yolladığı kımızı içerken Pars onun yüzünü daha iyi görmüş ve kendi kendine : “Ne kadar da Kür Şad’a benziyor” diye düşünmüştü. Kür Şad’ın öldüğünü bilmese Urungu’nun Kür Şad olduğunu iddia edebilirdi. Bu ok atış, bu vuruşlar ve sonra benzeyiş…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XVIII -


ÇALKARA


Sıra kılıç oyununa gelmişti. Pars’ın oğullarına karşı Yüzbaşı Börü ile Onbaşı Urungu çıktılar. Ersegün de çıkacaktı. Fakat aklına Ay Hanım’la yaptığı savaş gelince vazgeçti. İlk önce iki yüzbaşı, Ezgene ile Börü oynıyacaklardı. İkisi de tulgalı, göğüslüklü ve kalkanlı idiler. Tokmağın davula üçüncü vuruşundan sonra çabuklukla kılıç sıyırarak birbirlerine saldırdılar.

Börü daha sert, Ezgene daha kıvrak vuruşuyordu. İlk önce Börü ilerliyordu. Sonra ilerliyemez oldu. İlk vuruşu Ezgene yaptı ve Börü’nün tulgasına inen kılıç onu biraz sersemletti. Burnundan kan geliyordu. İkinci vuruş Börü tarafından yapıldı ve Ezgene’nin kalkanı ikiye ayrılarak elinden düştü. Buna rağmen Ezgene ilerliyor, Börü’yü güç duruma sokuyordu. Börü boyuna gerilemekteki sakatlığı kavrıyarak kalkanını yere attı ve hafiflemiş olduğu halde onun hamlesini çelerek saldırışa geçti. Şimdi görülmemiş bir çabuklukla vuruşlar ve çelişler birbirini kovalıyor, Börü adım adım ilerliyordu. Birden birbirlerine yaklaşıp kılıçlaştılar. Çınlayıcı bir ses işitildi. Börü’nün yüzünde açılan derin çizikten kan fışkırmağa başlamış, Ezgene’nin tulgası parçalanarak başından düşmüştü. Kağan gülümsiyerek vuruşu durdurttu:

- “Binbaşı Pars! Büyük oğlun yenildi. Bununla beraber iyi vuruşuyor. Şimdi ötekine bakalım” dedi.

İki onbaşı, Urungu ile Yula karşı karşıya durdular. Davul üç defa gümledi. Yine kılıçlar sıyrıldı ve Yula olduğu yerde siper alarak bekliyen Urungu’ya saldırdı.

Urungu kaya gibi duruyor, savrulan kılıçları çeliyor, arada bir kılıç savuruyor, kendisinden çok genç olan Yula ise onun çevresinde habire dönüyordu.

Vuruş çok uzun sürdü. Kimin kazanacağı belli olmuyordu. Saldırışı hep Yula yapıyor , Urungu yalnız korunuyordu.

Savaşçılar yorulup solumağa başlamışlardı. Yorgunluğun verdiği düşünceyle, ikisi aynı zamanda kalkanlarını atarak oyuna devam ettiler. Yula topal olduğu halde hızlı adımlar atarak hasmının çevresinde dolaşıyor, yüzündeki sessizlik ve duruluk seyircilerin hoşuna gidiyordu. İkisi de yüzlerinden hafifçe yaralanmışlardı.

İlteriş Kağan anlıyacağını anlamıştı. Vuruşu durdurarak iki onbaşının denk kaldıklarını bildirdi.

Şimdi kımızlar içiliyor, davullarla borular çalınıyordu. Sıra güreşlere gelmişti. İyi bir güreşçi olan Yüzbaşı Ezgene’ye karşı doğululardan Buluç çıkmıştı. İlteriş Kağan çerilerine kılıç yaparken ölen demircinin torunu olan Buluç sağlam yapılı, iri gövdeli bir yiğitti. Şimdiye kadar hiç yenilmemişti.

İki er karşılıklı bir çırpınmadan sonra dalıştılar. İlk kucaklaşmada Ezgene’nin yaman bir çelmesi koca Buluç’u sırtüstü devirdi. Fakat hemen yüzükoyun dönerek, üzerine abanmış olan Ezgene ile birlikte ayağa kalktı ve yeniden tutuştu. Çok geçmeden de usta bir hamle ile hasmının başını koluna kıstırdı. Ötükenliler Buluç’un kazandığını sanmışlardı. Fakat kazanamadı. Yüzbaşı Ezgene görülmedik bir uğraşma ile başını kurtardı ve Buluç’a elense ederek korkunç bir tırpan attı. Buluç yanüstü giderken çullanarak boyunduruğu taktı.

Buluç’un bir omzu yerdeydi. Ötekini de değdirmek için Ezgene bütün gücünü harcıyor, Buluç ise sırtüstü düşmemek için insan gücü üstünde bir didinmeyle debelenerek uğraşıyordu. Öyle bir gayret sarfediyorlardı ki kemikleri çıtırdıyor, yüzleri kandan kıpkırmızı oluyordu.

Bu yaman uğraşma şöylece birden elliye sayıncaya kadar sürdü. Ötükenliler şaşkınlık içinde Buluç’un yenileceğine bakarlarken yine umulmadık bir şey oldu: Buluç, havadaki omzunu kaldırarak Ezgene’yi üzerinden fırlattı. İkisi de sıçrayarak kalktılar. Birbirlerinin çevresinde döndükten sonra yeniden kucaklaştılar. Buluç pek sert bir çelme ile hasmını devirdi. Fakat Ezgene düşerken onun bileğini yakalamıştı. Buluç’u kendine doğru çekti ve sırtüstü giderken onu iki ayağının üzerinden kaldırarak başı üstünden geriye attı. Yine ikisi birden kalktılar.

Buluç iyiden iyiye kızmıştı. Bu Batılı yüzbaşı nerdeyse şimdiye dek yere gelmemiş olan sırtını toprağa değdirecekti. Başını yakalamak istiyormuş gibi gösteriş yaptıktan sonra Ezgene’ye doğru yerden daldı. İki ayağından yakalıyarak sırtüstü devirip abandı. Yavaş yavaş Ezgene’nin gücü kesildi. Önce bir, sonra öteki omuzu yere değdi. Buluç güreşi kazanmıştı.

İlteriş Kağan, Pars’a döndü:

- “Pars Beğ! Oğlun güreşi kazanamadı ama yavuz bir güreşçi olduğunu da gösterdi” dedi.

Bu sırada ortada garip bir şey oldu: Ötükenliler, Binbaşı Pars’ın at uşağı olan yiğitin meydana çıkarak çırpınmağa başladığını gördüler. Pars yere diz vurdu:

- “Yüce kağan! At uşağım Çalkara usta bir güreşçidir. Buyruk verirsen güreş tutsun” dedi

Kağan kabul etti. Ulaklar Çalkara’nın er dileyişini bağırarak ilân ettiler. Kısa bir zaman kimse çıkmadı. Sonra Buluç ortaya gelerek Çalkara ile güreşi kabul etti.

Buluç yorgundu. Fakat şimdiye kadar sırtı yere gelmemiş olduğu için güveni ve inancı yerinde idi.

Güreş büyük bir sertlikle başladı. İkisi de sağlam yapılı gürbüz, iti yarı olan güreşçiler koparırcasına tutuyorlar, kütükleri yerinden sökecek bir güçle tırpan ve çelme atıyorlar, buğaları bunaltacak bir sıklıkla bel kavrıyorlardı. Doğulular bu genç güreşçinin pek yaman bir er olduğunu anlamışlardı. Buluç da güreştikçe açılıyor, yorgunluğu gidiyor ve keyifleniyordu.

Binbaşı Pars biraz durgundu. Oğulları küçük farklarla karşılaşmaları kaybetmişlerdi. Hiç olmazsa at uşağının güreşi kazanmasını gönülden istiyordu. Fakat güreş uzadıkça uzuyor, seyircilere hiç bitmiyecekmiş gibi geliyordu. Şimdi iş kızışmıştı hareketler daha çabuklaşıp daha sert bir hal almıştı.

Birden Buluç iri Çalkara’yı belinden kavrıyarak kaldırdı ve hızla yere çarptı. Bir ağacın yere vurmasından çılan ses çıkmıştı. Acaba Çalkara bu vuruşun altından kalkabilecek miydi? Fakat o, sanki hiçbir şey olmamış gibi çabucak yüzüstü döndü ve Buluç’u yorgan gibi silkerek ayağa kalktı.

Yeniden tutuştular. Buluç durmadan Çalkara’yı sürüyor, o da düz toprak üstünde tutunmağa çabalıyarak direniyordu. Tutamazsa işi bitikti. Çünkü demircinin torunu açılmış, bütün gücü, bütün ustalığı ile güreşiyordu. Çalkara bu itişmede Buluç’u durduramıyacağını anlıyarak belini bile bile ona kaptırdı ve onun kollarını kavradı. İki yaman kişi, şimdi bütün güçleriyle birbirlerini yerden kıpırdatmağa uğraşıyorlardı.

Bir iki yol birbirlerini dinleyip tartakladılar.

Sonra Çalkara olduğu yerde dönerek Buluç’u savurdu ve kendisini de onunla birlikte yere attı. Sarmaşdolaş bir halde yere düştükten sonra sırt sırta gelerek birbirinin sağ kolu sol koluna geçmiş olduğu halde davranıp hızla ayağa kalktılar. Göz yumup açacak kadar kısa bir anda öteki kollarını da birbirine taktılar. Bu görülmemiş işitilmemiş bir güreşti. Ayakta, sırt sırta , kolları takılmış olduğu halde birbirlerini sırtlayıp yere vurmaya çalışıyorlardı. Bu didişme daha uzun boylu olan Çalkara’nın işine yaradı ve kendisi yere doğru iki büklüm olurken havaya kaldırdığı rakibini sert bir silkinişle kolundan çıkararak yere vurdu.

Şimdi yerde hareketli ve ustalıklı bir güreş oluyordu. Çalkara boyunduruk takmağa uğraşıyor, öteki hiçbir açık vermiyordu. Buluç yorulmağa başlamıştı. İşi tez bitirmenin gerektiğini anlıyarak bir davranış yaptı. Gördüğü bütün zora rağmen ayağa kalktı.

Yeniden birbirlerine elense ettiler. Ayakta, kollarından yakalamağa uğraşarak ve itişerek güreşirken sert silkinişler yapıyorlar, bilmeden birbirlerinin yüzlerine kafa vurmuş oluyorlardı. İkisin de ağzı, burnu kan içindeydi; âdeta yüzleri belli olmuyordu. Çalkara’nın bir gözü morarıp kapanmıştı. Buluç’un kaşı patlıyarak gözüne kan dolmuştu. Oyunları idare eden yüzbaşının işareti üzerine davullar hızla vurmağa, güreşçileri kışkırtmağa başlamıştı.

Seyirciler sanki soluk bile almıyorlardı. Güreşçilerin itişirken, çelme atarken, enseden veya bilekten yakalarken çıkardıkları sesler işitiliyor, bu seslerin hepsini de solumaları bastırıyordu. İki iri bahadır demirci körüğü gibi soluyordu.

Güreş uzadıkça uzamış, onlar da yoruldukça yorulmuşlardı. İkisi de kağan, güreşi durdurmasın diye çekindikleri için işi çabuk bitirmeğe savaşıyorlardı. Fakat iş, biter işlerden değildi.

Bir aralık Çalkara bir çelmeyle Buluç’u yere devirdiyse de yenemedi. Sonra Buluç onu tırpanla yere attı ama o da bir işe yaramadı. Çalkara, rakibinin bacaklarına dalarak onu devirdi. Fakat hemen ters dönen Buluç, arkadan üzerine çullanan Çalkara’nın başını yakalıyarak üzerinde taklak attırdı.

Bir türlü yenişemiyorlardı. Bir aralık ne oldu bilinmez, Çalkara’nın çok canı yanmış olacak ki, ulur gibi homurdandığı, homurdandığı değil âdeta kükrediği işitildi. Sonra korkunç çatırdı işitildi. Buluç’un omuz kemiği kırılmıştı. Dayanacak gücü kalmadığından sırtı yere değdi. Yenik düşmüştü.

Bununla beraber, hızla ayağa kalkmaktan geri kalmadı. Elini ağzına götürerek avucuna tükürdü. İki kanlı dişi Çalkara’ya uzatarak:

- “Çok sert güreşiyorsun” dedi.

Çalkara moraran gözüyle iyi göremiyordu. Eğilerek Buluç’un avucuna baktıktan sonra gülümsedi. Elini ağzına götürerek avucuna tükürdü.

Buluç’un uzattığı elinde üç tane kanlı diş sıralanmıştı…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIX -


GÖK TÜRK ELÇİLERİ


Binbaşı Pars Beğ’in oğulları yararlıklarını göstererek İlteriş Kağan ordusuna kabule dilmişlerdi. İhtiyar binbaşı da Kağan’ın buyruk beğleri sırasına girmişti. Bütün bunlar iyi şeylerdi. Fakat şimdi onun beyninde çözülmemiş bir bilmece vardı: Nişancılıkta Kür Şad’ın ustalığını gösteren ve Kür Şad’a çok benziyen Onbaşı Urungu’nun kim olduğu… Onun karabudundan olduğunu öğrenmişti. Fakat ok atışıyla, durumuyla, yüzü ile bu kadar Kür Şad’a benziyen bir erin onunla hiçbir akrabalığı olmayışı da çok tuhaftı. Pars Beğ, seksen yıllık bir dirliğin kendisine verdiği tecrübe iler bu işin içinde iş olduğunu sezmişti. Çok yaşamış, çok görmüş insan muhakkak ki, hâdiselerin içine girebiliyor, başkalarının bilmediği şeyleri biliyordu.

Pars Beğ, Kağan’ın bağışladığı yeni çadırda keçesine uzanarak derin derin konuşuyordu. Aşağı yukarı kırk beş yıl önce, kahraman Kür Şad kırk arkadaşıyla birlikte Çin sarayına saldırmış ve bütün Türkler’e övünç verecek şekilde ölmüştü. Kendisi Batı Elinde bu haberi aldığı ve ihtilâlde andalarının da bulunduğu öğrendiği zaman orada bulanamadığına yanmış, bu yanış, içinde düğümlenen bir dert olarak kalmıştı. Acaba Kür Şad’ın konçuyu ne olmuştu? Bu konçuy Pars’ın teyzesi idi. Ne akıllı, bilgili, becerikli kadındı!... Bir er gibi yılmaz, bir kağan gibi düşünceli, velhasıl eşi bulunmaz bir kadındı.

Şimdi onun yaşamadığı muhakkaktı. Fakat acaba nerede, ne zaman ölmüştü?

Pars birden bunu öğrenmek istediğinin gönlünde kabardığını duydu. Teyzesinin hayali aklından silinmemişti. Belki Ötüken’de onu bilip tanıyan vardır diye düşündü. Fakat kime sorduysa cevap alamadı. Ötüken’in en yaşlılarına başvurdu. Sorup soruşturdu. Kür Şad’ın konçuyunu gören, bilen, işiten yoktu.

İhtiyar binbaşı böylece dalgınlık içindeyken çadıra gelen bir ulak, İteriş Kağan’ın kendisini beklemekte olduğunu bildirdi. Pars hemen kalktı. Kağan otağına vardığı zaman bir kalabalığın biriktiğini, bu kalabalık arasında Yüzbaşı Börü’nün de bulunduğunu gördü. Çok beklemedi. Bir Tarkan kendisini ve Börü’yü İlteriş Kağan’ın karşısına çıkardı.

Yere diz vurdular.

Gök Türk Kağanı, Binbaşı Pars’a hitap etti:

- Pars Beğ! Seni dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’a birinci elçi olarak gönderiyorum.
- Buyruk senindir kağan!
- Armağanlarına kıvandığımı, fakat arada akrabalık da bulunması dolayısıyla bize daha yakın bir yerde oturması gerektiğini bildireceksin. Durmaksızın yer değiştirip bizden gizlenmemesini, çünkü Dokuz Oğuzları’ın kendi budunum olduğunu söyliyeceksin!
- Buyruk senindir kağan!

İlteriş Kağan, Börü Beğ’e dönerek söze başladı:

- Yüzbaşı Börü Beğ! Seni Ay Hanım’a ikinci elçi olarak gönderiyorum.
- Buyruk senindir kağan!
- Sen de Dokuz Oğuz çadırlarını sayacak ve çadır başına birer at ve sığırla ikişer koyun göndermelerini bildireceksin. Bu vergiyi güzden önce bize erişmezse üzerlerine çeri çıkaracağımızı anlatacaksın!
- Buyruk senindir kağan!

İlteriş Kağan bir müddet düşündü. Bilge Tonykukla bir şeyler konuştu. Sonra iki elçiye birden:

- “Yanınıza gereken erleri alarak yarın yola çıkacak ve bir ayı aşırmadan burada bulunacaksınız. Ay Hanım’a armağan olarak götüreceğiniz on top Çin ipeği ile altın kakmalı bir bıçağı Tarkan size verecektir” dedi.

İki elçi yere diz vurarak otağdan çıktılar ve gün batıncaya kadar ertesi gün için hazırlıklarla uğraştılar.

***


Ertesi gün elçiler gün doğmadan yola çıkmışlardı. Binbaşı Pars yanına at uşağı Çalkara ile dört er daha katmıştı. Yüzbaşı Börü ise andası Urungu ile bir at uşağından başka kimse almamıştı.

Kafile yola çıktıktan epey sonra Deli Ersegün dörtnala yetişmiş ve Pars Beğ’e yaklaşarak kendisinin birlikte gelmesi için buyruk dilemiş ve bu isteğine erişmişti. Ersegün en geride tek başında geliyordu. Sanki üçüncü elçi de oydu. Fakat kağan tarafından yumuşlandırılmamış, Ay Hanım’a verecek armağan almamış, öyle garip, örneği bulunmaz bir elçiydi. Böylelikle on kişi olmuşlardı. Binbaşı Pars, Deli Ersegün’ün yerinde duramaz bir çocuk olduğunu anlayınca kafilenin yan ve gerilerini kollamak işini ona bırakmıştı. Ersegün boyuna at tepiyor, sağa yahut sola doğru dörtnala gidip, ufuklara bakıyor, sonra geride kalarak art yanlarını gözetliyor, kimseyi göremeyince ötekilerine katılarak bir müddet beraber gidiyordu.

Kafilenin öncüleri Pars’ın iki eriydi. Birinci elçi yaşlı olduğu için hızlı gidemiyorlardı. Bu gidişle on, on iki günde Dokuz Oğuzlar’a varabileceklerini umuyorlardı.

Parsla Börü çok defa yan yana gidiyorlar, fakat pek az konuşuyorlardı. Bu kafilede en sessiz Urungu idi. Andası Börü, beraber gitmeği teklif ettiği zaman reddetmemişti. Çünkü red için bir sebep bulamazdı. Hem gitmek, hem de gitmemek istiyordu. Bağrındaki yanıklığın Ay Hanım’ı görmekle biraz serinlemesi mümkün olduğu gibi daha çok kıvılcımlanması da muhtemeldi. Meçhule doğru gidiyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Anlaşılmaz bir yorgunluğu vardı. Ne olacaktı? Hiç!...

Ersegün ise deli gençliğin yaz borası gibi gürültüyle gelen sevgisine tutulmuş bir gönülle gidiyordu. Ne yapmağa gittiğinin farkında değildi. Kağan kızıyla bir daha mı vuruşacaktı? Elçi heyeti arasındaki birisinin böyle vuruş yapmasına imkân yoktu.

Ona evlenmek mi teklif edecekti? Babasını öldürdüğü için kendisiyle vuruştuğu bir kadına bu teklifi yapmak gülünçtü. Ya ne yapacaktı? Bunu kendisi de bilmiyordu.

Zaten ona İlteriş Kağan tarafından gönderilmişti. Hem onun tutsağı iken kaçmıştı. Fakat Ay Hanım şimdi ona tutsak gözüyle bakmazdı…

Düşüncesi buraya gelince Ersegün genişledi. Böylelikle Ay Hanım’a karşı bir kurum yapmış olacaktı. Bir Gök Türk beği olarak saygı gören bir konuk gibi gelmekle evvelki tutsaklığından doğan utancı biraz olsun silecekti.

Burada tutsakken kulağına çalındığı gibi Gök Türkler buraya çeri ile bir saldırış yapsalardı Ersegün için bayram olur, hiçbir şeye bakmadan Kağan kızının otağına saldırır, onu mutlaka tutsak eder, sonra da kendisine konçuy olarak alırdı. Fakat şimdi öyle bir şey yoktu. Öyle ise o da işi oluruna bırakacaktı. Şimdilik Ay Hanım’ın aydan aydın, güneşten yakıcı yüzünü görmekle yetinecekti

***


Bir gün bir su başında mola vermişlerdi. Hava çok sıcaktı. Parsla Börü yan yana oturmuşlar, haşlanmış darı ile kurut yiyorlardı. Pars, epey ilerde tek başına atına dayanarak kuzeye doğru bakan Urungu’yu gösterip:

- “Yüzbaşı Börü! Onbaşı Urungu’yu tanır mısın” diye sordu.
- Nasıl tanımam? Eski yoldaşım ve andamdır.
- Urungu’nun babasını, anasını da bilir misin?
- Babasını görmedim. Anasını tanıdım ve uzun zaman dört çadırlık obamızda onunla beraber bulundum.
- Bu kadını bana anlatabilir misin?

Börü’nün gözleri daldı:

- “Bulunmaz kadındı. Bizim obamızın ruhuydu” diye söze başladı. Fakat Pars onun sözünü kesti:
- Bunu değil. Bana yüzünü, biçimini söyle.

Börü uzaklara bakarak bir düşündü. Sonra anlatmağa koyuldu. Pars merakla ve dikkatle dinliyordu. Birden atılarak:

- “Sağ yanağında göze çarpar bir ben var mıydı” diye sordu.

Börü hayretle onun yüzüne bakarak:

- “Vardı. Sen nerden biliyorsun” diye cevap verdi.

Pars sustu. Seksen yıl yaşamış olmanın verdiği bir ihtiyarlıkla sözü başka yere çevirdi:

- “Vaktiyle, Ötüken’de böyle bir kadın tanıyordum” dedi. Sonra merakını yenemiyerek:
- “Bu kadının adını hatırlıyor musun? Diye sordu. Börü:
- “Hayır” dedi, “adını bilmiyorduk. Hepimiz ona yalnız ana derdik”

sustular. Yüzbaşı, bu soruşturmanın niçin yapıldığını anlamamıştı. O şimdi Urungu’nun anasını düşünüyordu. At çatlatırcasına, uzaklardan getirdiği kımızı ona yetiştiremediği için duyduğu acı yeniden içinde düğümlenmişti. O günü unutamazdı. Bir parçacık daha önce gelse ona kımızı içirebilecekti. Bu aklına geldikçe hep bir tuhaf olur, yüreği sıkılırdı. Yine öyle oluyordu. Pars farkına vararak sordu:

- Acı şeyler konuştuğumuz için gönlün mü bunaldı yüzbaşı?

Börü o uzun koşuyu ve Urungu’nun anasının ölümünü anlattı.



Yola çıktıkları ancak on altıncı günü Dokuz Oğuzlar’a vardılar. Durmaksızın iz bırakmadan yer değiştiren bu obayı bulmak epey güç olmuştu. Oba yeniden büyümüş, dört yüz çadırı geçmişti.

İlteriş Kağan’ın elçileri obaya yerleştiler ve Yüzbaşı Kadır Bağa ile konuşularak ertesi gün Ay Hanım’ın huzuruna çıkarılmasını kararlaştırdılar.

Pars, yanındakilere kısa bir talimat verdi. Bu talimatlar gereğince önce kendisi söz söyliyerek, sonra beşer top ipek tutarak geride duran Ersegün Beğle Urungu armağanlarını sunacaklardı. Kendisinden sonra Börü Beğ söz söyliyecek ve altın kakmalı bıçağı kendisine sunacaktı. Urungu ile Ersegün hiç ummadıkları bu yumuştan ürkmüşler, fakat buyruk aldıkları için karşı gelememişlerdi.

Urungu’nun içi ürperiyordu. Onun ışıklı bakışlarını görecek, Tanrı ezgisine benziyen sesini işitecekti. Fakat kendisini okla yere deviren bir yağı ile, evlenme teklifini “karabudundansın” diye reddeden bir sevgili ile karşılaşacaktı. İçinde durulmuş gibi olan kasırga yine canlanacak, küllenmiş sandığı kıvılcım yalazlanacak, gönül ağrıları yeniden başlıyacaktı. Hayır, hayır, Urungu biraz yanılıyordu. Bütün bunlar olacak değildi. Olmağabaşlamıştı bile… İşte andası bilmeden ona kötülük etmiş, Binbaşı Pars bu kötülükte daha ileri varmıştı.

Ersegün ise daha şaşkındı. Çünkü onun geride denemelerle geçen ve güç durumlarda kişiye en isabetli kararı verdiren yaşanmış dirliği yoktu. Kız sevmenin ne olduğunu bile adamakıllı bilmiyordu. Ne yapıp edeceğini, ne söyliyeceğini, niçin geldiğini bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Yalnızi dirliğinde ilk deneme olmakla beraber Ay Hanım’a gönül vermiş olduğunu, bu gönül vermenin hem tatlı, hem de acı bir şey olduğunu biliyordu. Bir de yarası vardı: Ay Hanım’a yenilmişti.

Pars buyrukları verirken ilk defa Urungu ile yüz yüze gelmiş ve ona çok dikaktle bakmıştı. Tıpkı Kür Şad’a benziyordu. Duruşunda, söyleyişinde Gök Türk beğlerini andıran bir şey vardı. Sonra bir onbaşı kılığı içinde iki nesnesi şiddetle göze çarpıyordu: Börkü ve bıçağı…

Bu börk bir kağan börküne, bıçak kağan bıçağına benziyordu. Birden Pars’ın gözleri bıçağa takıldı ve beyninden bir ışık geçti: Evet bu bıçak Kür Şad’ın bıçağı idi ve ona da Bumun Kağan’dan gelmişti. Bütün eski Ötükenliler gibi Pars da bu bıçağı tanır, hatta onun üstündeki tılsımlı yazının güneş doğarken yahut batarken göründüğünü de bilirdi.

O gece elçi heyetinde ilk nöbeti alan Urungu hiçbir arkadaşını uyandırmadan sabaha kadar nöbet tuttu ve Ay Hanım’ı düşünerek kendinden uzaklaştı.

Pars’ın ve Ersegün’ün uykuları da rahat değildi. İkide bir uyanıyorlar, başka başka sebeplerle aynı sonucun tesirinde kalarak, yataklarında dönüyorlardı.

***


Ay Hanım, elçileri büyük törenle kabul etti. Dokuz Oğuz çerileri şimdi çok iyi giyimli ve pusatlı idiler. Binbaşı Pars, İlteriş Kağan’dan aldığı buyruğu yerine getirdi.

- Ay Hanım! Kağanım gönderdiğin armağanlara kıvandı. Ana yönünden aranızda akrabalık olduğu için Ötüken’e daha yakın bir yerde oturmanı buyuruyor. Durmaksızın yer değiştirip gizlenmeni istemiyor. Çünkü Dokuz Oğuz budununu kendi budunumdur diyor.

Ay Hanım kıpırdamadan bu sözleri dinliyordu. Pars ardında duran Ersegün’le Urungu’yu göstererek:

- “Kağanım sana on top Çin ipeklisini armağan olarak gönderdi” dedi.

İpekleri tutan iki kişi, birbirini bilmeden Ay Hanım’a gönül vermiş olan iki Gök Türk, birkaç adım atarak yere diz vurdular ve Ay Hanım’ın işareti üzerine Dokuz Oğuz çerilerinden iki kişi ipeklileri alıncaya kadar öylece beklediler.

Kağan kızının ışıklı ve keskin bakışları, kendisini seven, bu iri çocuk, biri geçkin iki erkeğin üzerinde bir an takıldı. Gözlerini gözlerine dikerek gönüllerini okuduktan sonra bir buyrukla ikisini de kaldırdı.

Kocamış Binbaşı Pars bu üçünün arasında neler geçtiğine dair hiçbir şey bilmiyordu. Fakat Işbara Han’ın bu en akıllı onbaşısı, hayat denemelerinin olgunlaştırıp pişirdiği bu uslu Gök Türk beği birtakım şeyler sezinlemekten de geri kalmadı.

Şimdi Yüzbaşı Börü konuşuyordu:

- Ay Hanım! İlteriş Kağan’ın buyruğu gereğince Dokuz Oğuz çadırlarını saydım Dört yüz sekiz çadırsınız Kağanım vergi olarak çadır başına birer at ve sığırla ikişer koyun göndermeni buyruk etti. Güzden önce bu vergi gelmezse Gök Türk ordusunu üzerinize gelecektir.

Pars konuşurken kıpırdamadan dinliyen Dokuz Oğuz beğleri, Börü’nün son sözleri üzerine birbirlerine bakıştılar. Yüzbaşı Kadır Bağa ise kıpkırmızı oldu ve gözlerinde şimşekler çaktı.

Börü Beğ hiç oralı değildi. Sözüne devam etti:

- Kağanım sana armağan olarak bu altın kakmalı bıçağı yolladı.

İlerliyerek yere diz vurdu ve Kadır Bağa’nın aldığı bıçak Ay Hanım’ın eline geçtikten sonra otağda derin bir sessizlik oldu. Bu sessizlik arasında Gök Türklerle Dokuz Oğuzlar birbirlerine çok mânâlı bir şekilde bakıştılar. Bu bakışma biraz fazla sürse kılıç çekişmeye varabilirdi. Ay Hanım’ın söze başlaması tehlikeyi önledi:

- İlteriş Kağan’ı ben de kağan olarak tanımış, bunu birkaç defa kendisine bildirmiştim. Akrabalığımız da beni ona bağlıyor. Dokuz Oğuzla Gök Türk bir ağacın iki dalıdır. Gök ve yer karıştığı zaman aramızda savaş olmuştu. Şimdi gökte ve yerde kargaşalık yok. Yüce Kağan’ın bütün buyrukları yerine gelecektir. Bunu birinci elçi Pars Beğ’le yarın konuşacağım. Şimdilik çadırlarınızda dinlenin ve obamızda dilediğiniz gibi gezin…

Gök Türkler diz vurarak otağdan ayrıldılar.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XX -


URUNGU’NUN BIÇAĞI


Pars, akşama doğru Urungu’yu çağırtarak konuşmağa başladı. İlk önce elçilik işleri üzerine söz ediyordu. Sonra yavaş yavaş konusu değişti; Urungu’ya ne zaman onbaşı olduğunu sordu.

Söz buraya gelince Pars kendisinin ilk onbaşı olduğu zamanı anlattı ve o zamanki Ötüken’den bahsederek birdenbire;

- “Urungu! Belki tanırım, baban kimdi” diye sordu.

Onbaşının yüzü bir tipi gibi karıştı. Pars’la gözgöze geldiler:

- “Ben babamı hiç tanımadım binbaşı” diye cevap verdi.
- Adını da mı bilmiyorsun?
- Hayır!

Bu hayır pek tok, yırtıcı bir sesle söylenmişti. Pars, yüzünde hiçbir değişiklik olmadan Urungu’ya bakıyor, onun bakışlarından ve sözlerinden mânâ çıkarmağa uğraşıyor, onbaşının yüzündeki karışıklığa, sesindeki hırçınlığa aldırmıyordu:

- Ananı tanıdın, değil mi?
- Beni o büyüttü.
- O da babanın kim olduğu söylemedi mi?
- Söyledi.
- Kimmiş?
- Ben küçükken ölmüş bir savaşçı...

Pars, bir anlık tereddütten sonra bir soru daha sordu:

- Ananın adı neydi?

Urungu önüne baktı. Sonra tuhaf bir şaşkınlıkla başını kaldırarak:

- “Bunu sormak hiç aklıma gelmedi binbaşı” diye cevap verdi.
- Oldu işte... Ondan başka kimsem yoktu. Beni sıkıntılar içinde o büyüttü. Bana her şeyi o öğretti. Benim için o ancak anaydı. Ana olduktan sonra da adının değeri yoktu. Bu yüzden adını sormak aklıma gelmedi.

Urungu daha bazı şeyler söyliyecekti. Fakat tam bu sırada, gözleri batmakta olan güneşe çevrilen Binbaşı Pars bir şey hatırlamış gibi:

- “Şu bıçağını versene” dedi ve Urungu’nun uzattığı bıçağı alarak bir yüzünü güneşin son ışıklarına doğru çevirdi. Sapın dibinde bir damga görünüyordu. Bıçağın öteki yüzüne baktı. Burada da yine sapın dibinde “Bumun Kağan” kelimeleri yazıyordu.

Pars aldanmamıştı: Urungu’nun belindeki bıçak Kür Şad’ın bıçağı idi.

***


Dokuz Oğuzlar arasında en hatırı sayılan beğ, Yüzbaşı Kadır Bağa idi. Gök Türk elçilerini gözaltında bulunduran da oydu. En açıkgöz erlerden üç kişiye Pars’ı, Börü’yü ve Urungu’yu gözetlemesi için buyruk vermişti. Kendisi ise hepsini birden gözaltında tutuyordu. Gök Türkler’in yeniden çeri yürütecekleri hakkındaki haberden sonra çeri yerine elçi gelmesi onu kuşkulandırmıştı. Gök Türkler’in, Dokuz Oğuzlar’ı elçi ile oyalayıp alt etmelerinden korkuyordu. Bu yüzden bir onbaşıyı da on eri ile birlikte güneye, Gök Türkler’e karşı karakolluk etmeğe göndermişti.

Akşamlayın Pars ile Urungu’nun gizlice konuşmalarını Kadır Bağa’nın gözünden kaçmamıştı. Geceleyin, nöbet tutan erlerden birinin yanına gelerek elçilerin çadırlarını gözetlemeğe başladı. Bu işe o kadar ehemmiyet veriyordu ki uyku bastırmasın diye yemek yememiş ve parmağını kesip kanatarak üzerine tuz bastırmıştı.

Herkes yatıp uyuduktan ve ortada nöbetçilerden başka kimse kalamdıktan sonra Kadır Bağa elçilerin çadırlarından birisinin çıktığını ve birinci elçi Pars’ın çadırına girdiğini gördü. Gürültü etmeden hemen o yana doğru ilerledi ve çadırın en gölgeli tarafına gelerek yere uzanıp kulağını içeriye verdi.

Yavaş sesle konuşulanları önce iyi işitemiyordu. Biraz sonra ya yerine alıştığı yahut içerdekiler daha yüksek sesle konuşmağa başladığı için söylenenleri az çok duyar gibi oldu ve Parsla konuşanı tanıdı: Bu aralarında yarım kalmış bir kılıç dövüşü olan Urungu idi. Kadır Bağa, Gök Türkler’in Dokuz Oğuzlar aleyhindeki gizli niyetlerine ait bazı şeyler öğreneceğini umarak çadırın eteğine uzanmıştı.

Fakat işittiği şeyler büsbütün başkasıydı. Şaşkınlıktan gözleri açılmıştı. Gece yarısına kadar orada kalmış, Urungu çıkıp gittikten sonra kendisi de oradan yavaşça uzaklaşarak çadırına gelmiş, fena halde acıkmış olduğu için yemeğe saldırmış ve dalgınlıkla kızarmış et diye sadak kayışını dişlemişti.

Kadır Bağa o gece düşünde hep Urungu ile uğraştı ve sabahı dar etti. Ay Hanım’ın otağına girdiği zaman, vereceği haberin onca bir değeri olup olmıyacağını kestiremiyordu. Diz vurduktan sonra:

-“Dün gece Binbaşı Parsla Uurungu’nun gizli bir konuşmasını dinledim” diye söze başladı. Ay Hanım ilgilenerek bekliyordu.
-Pars Beğ Urungu’ya ne dedi biliyor musun? Urungu dedi, ben sana ananın bilmediğin adını söyleyim; ananın adı Altın Tarım’dı dedi.

Ay Hanım sordu:

-Buna karşılık Urungu ne dedi?
- “Binbaşı, bunu nereden biliyorsun ve benim anamın adıyla neden ilgileniyordun” dedi. O zaman Pars: “Nasıl ilgilenmem? Senin anan benim teyzemdir” diye cevap verdi. Bu söz üzerine Urungu’nun sesi dikleşti: “Bunu nereden bulup çıkarıyorsun” diye sordu. Pars: “Belindeki bıçaktan çıkarıyorum ve senin babanı tanıyorum” diye söyledi. Urungu bağırır gibi : “Söyle bakalım kimmiş” deyince Pars Beğ bir cevap verdi ki kulaklarıma inanamadım.

Ay hanım çok ciddileşmişti. Merakla bakan güzel gözlerinde olağanüstü bir ışık ve büğü vardı. Buyurucu bir sesle:

- “Urungu’nun babası kimmiş” diye sordu. Kadır Bağa:
-“Kür Şad’mış” diye cevap verince bütün yüzünü tatlı bir kızıllık kapladı ve elini belindeki bıçağa atarak:
-“Ne diyorsun Kadır Bağa” diye haykırdı.

Yüzbaşı dalgın dalgın söylüyordu:

-Zaten onun ok atışından, vuruşmasından belliydi. Onu beğ sanmıştık. Meğerse beğden de üstünmüş. Tegin olduğunu nerden bilirdik? Şimdi yarım kalan dövüşümü daha büyük bir iştahla yaparım. Yüzbaşı Kadır Bağa bir Gök Türk teginini yendi derler.

Ay Hanım sordu:

-Ya yenilirsen?

Kadır Bağa biraz şaşaladı. Bu ihtimak hiç aklına gelmemişti. Fakat onun da cevabını bulmakta gecikmedi:

- Yenilirsem bir tegine yenildi derler.

Ay Hanım sustu. Kadır Bağa da Urungu ile yapacağı kılıç denemesinin hülyasına daldı. Kağan kızı derin derin düşünüyordu. Neden sonra:

- “Yüzbaşı” dedi, “bana değerli bir haber getirdin. Fakat tam değil. Urungu Kür Şad’ın oğlu olduğunu niçin saklıyormuş? Bunu da öğrendin mi?”
-Hayır Ay Hanım! Buna dair birkaç söz geçti ama ben Urungu’nun tegin olduğunu öğrenince o kadar şaşırdım ve sevindim ki artık gerisini işitemedim. İşittiklerimi de anlıyamadım.
- Urungu’nun belindeki bıçak için de bir şey öğrenebildin mi?
- Öğrendim! Bu bıçak Gök Türkler’in ilk kağanı Bumun Kağan’dan kalma tılsınlı bir bıçakmış. Bir yüzünde Bumun Kağan’ın damgası, öbür yüzünde de adı kazılı imiş. Fakat bu yazı ile damga ancak güneşin doğduğu ve battığı sırada görülürmüş. Bir de Gök Türkler’in şanı ne kadar artarsa bıçaktaki yazı o kadar iyi görünürmüş.
-Peki! Bugün Pars Beğ’i güneşin batmasına bir kargı boyu kala otağa getirecek, daha önce de benden gereken buyrukları alacaksın!...

***


Akşama doğru Ay Hanım tertibatını almış ve Kadır Bağa’ya birtakım buyruklar vermişti. Pars Beğ’i huzuruna aldığı zaman otağın kapısı ve perdeleri açılmış, içeriye bol ışık dolmuştu. Ay Hanım çok kısa konuştu ve İlteriş Kağan’ın bütün buyruklarını kabul ettiğini bildirip Pars’a armağan olarak güzel bir yay verdi.

Pars gidince Börü Beğ’i getirtti. Onunla da çok kısa konuştu. Güzden önce istenilen vergileri yollıyacağını, yalnız koyunları az olduğu için çadır başına iki koyun çıkmadığını, fakat güze kadar bunu da elde edip göndereceğini bildirdi. Börü Beğ’e de armağan olarak bir bıçak verdi.

Börü’den sonra Deli Ersegün’ü çağırttı. Gönül alıcı birkaç sözden sonra gümüş tokalı bir kemer armağan etti.

Güneş batmak üzere iken Urungu’yu huzuruna aldı. Derin derin bakıştılar. Ay Hanım’ın Börü ile, Ersegün ile konuşmağa hiç de niyeti yoktu. O sırf Urungu’yu çağırmak, onunla konuşmak için böyle hareket etmişti. Durup dururken Urungu’yu çağırması dikkati çeker diye böyle davranmıştı. Urungu’yu getirmekteki başlıca maksadı onun bıçağını görmekti.

Ay Hanım, karşısında dimdik duran onbaşıyı süzüyordu. Başında kendisinin vermiş olduğu börk vardı. Giyimi artık yoksul değildi. İlteriş Kağan Gök Türkleri zengin etmişti. Urungu’nun yüzünde hayatın ve kılıçların açtığı çizgiler ona başka bir mânâ veriyordu. Gönülleri okuyan Ay Hanım başka hiçbir şey bilmese bile onun büyük ızdıraplar çekmiş olduğunu yine anlıyabilirdi. Urungu’nun yüreğini titreten sesiyle konuşmağa başladı:

-Onbaşı Urungu! Savaşta yağı olanlar barışta arkadaşlık edebilir. İlk önce adamlarımla yağılık etmiştin. Sonra benimle yoldaş oldun. Daha sonra savaş çıktı. Sen beni tutsak etmek istedin. Ben seni öldürmek istedim. İkimizin de isteğini Tanrı yerine getirmedi. Şimdi dost olarak karşı karşıya bulunuyoruz. Belki bu son görüşmemizdir. Onun için sana bir armağan vermek ve senden bir şey öğrenmek istiyorum.

Urungu yere diz vurarak:

-“Ay Hanım! Armağanın olan börkü başımda taşıyorum” dedi.

Kağan kızının ışıl ışıl yanan büğülü gözleri batmakta olan güneşe çevrildi. Zamanıydı:

-“Onbaşı Urungu! Belindeki bıçağı biraz verir misin” dedi

urungu bir lâhza hayretle onun yüzüne baktı. Dün gece Binbaşı Pars’la konuştuktan sonra her şeyden kuşkulanır olmuştu. Fakat Ay Hanım’ın buyruğunu yapmamak elinde değildi. Bıçağını kınından sıyırarak uzattı.

Güneş batıyordu. Son kızıllıkları kağan kızının yüzüne vuruyor ve onu gökten inmiş, ışıktan doğmuş bir Tanrı kızına benzetiyordu. Urungu, onun elindeki bıçağı güneşe çevirip dikkatlice baktığını görünce her şeyi bildiğini anladı ve kıpkırmızı oldu.

Şimdi Ay Hanım gözlerini dikmiş, Gök Türk onbaşısına bakıyor, Kür Şad’ın oğlu onun bakışlarına karşı koymak istiyor, direniyor, fakat gücünün kesildiğini duyuyordu.

Bakışmalarla yapılan bu savaş uzun sürmedi. Urungu’nun başını eğmesiyle son buldu. Kağan kızı bıçağı geri verirken:

-“Kür Şad’ın oğlu! Bunu niçin sakladın” diye sordu.

Urungu, göğsüne ok yemiş bir insan gibi baştan aşağı sarsıldı. Susuyordu. Öteki yeniden sordu:
- Çaşıtlar kendini saklar. Sen en yiğit, en doğru bahadırlardan birisin. Söyle: Bunu niçin sakladın?

Ay Hanım’ın sesi artık buyruk veriyordu. Urungu’nun gönlü bir kasırgaya tutulmuş gibiydi. Sevdiği kız kendisinin bir tegin olduğunu öğrendi diye seviniyor, anasının dileği bozuldu diye düşünüyor, Ay Hanım bunları nasıl anladı diye şaşıyordu. Kağan kızı şimdi bir pars gibiydi. Buyruk vererek yalvarıyor, yalvararak buyruk veriyordu:

-Söyle, Gök Türk tegini! Anlat, Urungu Şad! Bunu niçin sakladın?

Urungu yere diz vurarak cevap verdi:

-Anamın isteği yerine gelsin diye sakladım Ay Hanım! Ona söz vermiştim.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXI -


VU KATUN’UN GÖZDESİ


Çin İmparatoriçesi Vu, korkunç akınlarla Çin’i titreten İlteriş Kağan’ı yok etmeğe karar vermişti. Böyle bir başarı kazanırsa hile ile geçtiği Çin tahtındaki mevkiini sağlamlaştıracağını umuyordu. Türkeli’ne gönderdiği çaşıtların raporları ümit verecek bilgilerle doluydu: İlteriş Kağan, baş eğdirdiği boyların çerileri de dahil olmak üzere 20.000 kişi çıkarabiliyordu. Vu Katun memnundu. Çünkü kendisi 200.000 kişilik bir ordu hazırlayack, bu on kat üstün çeriyle Gök Türkler’i ortadan kaldıracaktı. Aynı zamanda, bu ordunun başına gözdesi “Hoay-i”yi geçirecek zaferin şerefini ona sağlıyacak, böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı.

Hoay-i, Buda rahipliğinden gelme idi. İki yüz bin kişilik bir orduyu değil, iki yüz atlıyı bile yürütebilecek kabiliyeti yoktu. Sarayda caka yapmaktan, kumandanlar ve nazırlarla devlet işlerini konuşmaktan başka bir şey bilmezdi Vu Katunla aralarında vaktiyle bir gönül işi geçmiş olduğu sarayda dedikodu halinde söyleniyordu. Şimdi ihtiyar bir kadın olan imparatoriçe, gençliğinde dillere destan olan bir güzeldi. Şımarttığı Hoay-i ise sarayda ciddi adamlar tarafından soysuz bir züppe sayılan beceriksiz bir gözdeydi. Fakat başkumandanlık kendisine verilince gururu artmış, hazırladığı büyük tasarılar hakkında izahat vermeğe kalkışmıştı.

Birkaç gün içinde bütün başkent halkı Türkeli’ne sefer yapılacağını öğrenmişti. Zaten yeniden çeri toplanması,azık yığılması, başka şehirlerden binlerce çerinin başkente gelmeğe başlaması da gözden kaçmıyordu.

Hoay-i, başkumandanlığı aldığının onuncu gününde, işlerin yolunda gittiğini görerek keyifli bir halde konağına dönmüştü. İleriki zaferlerin şerefine o gece konakta bir şölen verecekti. Büyük havuzlu bahçede yemek yenecek, içki içilecekti. Dört yaver, aldıkları buyrukları yerine getirmek için öteye beriye seğirtip duruyorlardı.

Yaverlerden en küçük rütbelisi olan Yin-şao herkesten çok çalışıyor, fakat aldığı tertibat, uşaklara bazan çok garip ve anlaşılmaz geliyordu. Bununla beraber onun somurtkan yüzünü görmemek, azarlarını işitmemek, hatta pataklanmamak için bütün buyruklarını anide yerine getiriyorlardı. Yaver, bilhassa şarabın en keskinini bol miktarda hazırlatmış, sonra da birdenbire ortadan kaybolmuştu.

Şölene elli kişi gelmişti. Renkli fenerlerle süslenen bahçede, çalgıcıların ezgileri arasında yemeğe başlandı. Aralarında nazırlar ve kumandanlar da bulunan konuklar, uşakların bol bol getirdiği yemekleri yiyorlar, keskin sücü ile keyifleniyorlar, güzel yemişlerle içlerini serinletiyorlardı.

Küçük rütbeli yaver Yin-şao yeniden peyda olduktan sonra öteki yaverler de yiyip içmeğe koyulmuşlar, şölenin düzenlenmesi ve yürütülmesi işini ona bırakmışlardı.

Yin-şao hiç içmiyor, fırdolayı oradan oraya koşuyor, konukları ve Hoay-i’yi bir lâhza bile gözden uzak bulunduruyordu.

Gece yarısına doğru kafalar iyice dumanlanmıştı. Başkumandan zevzekliği ele almış, her şeyi söylüyor, Türkeli’ne hangi yollardan yürüyüş yapılacağını anlatıyor, daha şimdiden, ileriki zaferin sevinciyle kendinden geçiyordu.

Bir aralık yaverlerden birini çağırarak ona gizlice bir şeyler söyledi. Bu kısa ve gizli konuşma ile konuşmayı yapan yaverin hemen ortadan kaybolması Yin-şao’nun gözünden kaçmamıştı. Şölen yerinden uzaklaşarak beride hiçbir iş yapmadan duran bir uşağı çağırdı. Gizlice birkaç şey söyledikten sonra çabucak yine şölene geldi. Ondan buyruğu almış olan uşak karanlıkta gizlice öteki yaveri takip ediyor, bu işi yaparken çevreyi de dikkatle kolluyordu.

Yin-şao’nun bir şey beklediği, bir fırsat gözlediği bütün hareketlerinden belliydi. Fakat telaşlı değildi. Uşaklara çok az içki içmelerini buyruk vermişti. Onlarda kendisinden korktukları için buyruğun dışına çıkmıyorlardı. Yaver, uşakların bu haline acımış gibiydi. Birer çanak daha içmelerine izin verirken somurtkan yüzü biraz gülümsemiş, uşaklar sevinç içinde kalmıştı. Yin-şao ise içkiyi içmeden önce hepsini konuklara içki ve yemek dağıtmağa göndermiş, uşak odasının boş kalmasından faydalanarak bazılarının çanağına beyaz tozdan birer parça serpmiş ve şaraplarını koymağa başlamıştı. Birer ikişer odaya dönen uşaklar, Yaver Yin-şao’nun kendi çanaklarına sücü doldurmakta olduğunu görünce şaşırıp afallamışlar, bu sert ve aksi adamın nasıl olup da böyle bir tenezzülde bulunduğunu anlıyamamışlardı.

Yaverin doldurduğu çanakları içen uşaklardan bazıları bir zaman sonra dayanılmaz bir uykunun baskısı altında birer kıyı bucağa kıvrılarak sızdılar. Bunlar, şaraplarına beyaz toz katılan uşaklardı.

Yin-şao, böylelikle ortada çalışan uşakların sayısını azaltınca başkumandanı ve konukları ağırlamak hususunda kendini onların yerine koydu ve böylece çanaklara şarap doldurmak imkânını elde etti.

Vakit gece yarısını geçtikten biraz sonra diğer iki yaver, Hoay-i ve konuklar arasındaki subaylardan bazıları da aynı şekilde sızdılar. O zaman yaver yapmacık bir telaşla bir iki uşak çağırarak başkumandanı yatak odasına kadar götürdü ve onu rahat bir şekilde yatağına yatırmak bahanesiyle ötesini berisini karıştırdı. Belindeki kemerden çıkan mührü alarak büyük bir soğukkanlılıkla odadan çıktı. Emin adımlarla başkumandanın divan odasına girdi. Telâşsızca yaktığı bir mumun ışığı altında bir kâğıda Çince bir şeyler yazdıktan sonra altına balmumuyla başkumandan mührünü bastı. Sonra yine sessizce mumu söndürerek yatak odasına gelip mührü kemere koydu. Bahçeye inip konukların ayakta kalmış olanlarını ağırlamakla devam etti.

Sabah olurken ayakta kalmış olan davetlileri yanlarına koştuğu uşaklarla ve atlarla evlerine gönderdi.

Bütün konaktakiler arasında hiç içki içmiyen yalnız kendisi olduğu için dipdiriydi. Yorgunluğun ve içkinin tesiriyle herkes uykuya dalarken Yin-şao atına atlıyarak başkentin sokaklarından dörtnala geçti. Şehrin dış mahallerinden birinde küçük bir evin kapısı önünde durdu. Çinlilerde hiç görülmeyen çevik bir davranışla atından atladı. Evin kapısını üç defa üçer vuruşla gümletti. Açılan kapının önünde orta yaşlı ve yoksul giyimli bir Türk belirdi. Çin kumandanın yaverine Türkçe olarak:

-“Seni bekliyordum Karabuka” diye hitap etti.

Çin başkumandanının konağında dördüncü yaver olan Yin-şao gerçekte Bilge Tonyukuk’un oraya sokmuş olduğu Karabuka adlı bir Türk çaşıtından başka kimse değildi. Kaç günden beri topladığı bilgiyi bu gece elde ettikleriyle büsbütün genişletmiş ve iki yüz bin kişilik Çin ordusunun Gök Türk ülkesine kaç koldan, hangi yollardan ve hangi kumandanların buyruğunda saldıracağını bütün incelikleri ile öğrenmişti. Bu bilgiyi Bilge Tonyukuk’a ulaştıracak olan arkadaşı şimdi geldiği evde kılık değiştirmiş bir yüzbaşıydı. Karabuka, Çin kumandanının mührüyle mühürlenmiş olan buyrultuyu da ona göstererek fikrini sordu. İki yüz bin kişilik Çin ordusunun istenilen zamanda toplanmaması için bu ordunun en büyük kolordusuna kumanda edecek olan Çinli başbuğa sahte bir buyrultu yazılmış ve bunda toplantı zamanı on beş gün geç gösterilmişti.

Karabuka daha fazla bir şey yapamıyacağını, yaparsa üzerine şüphe çekeceğini arkadaşına anlattı. Arkadaşı hareketlerini tasvip etti ve Bilge Tonyukuk’tan gelen yeni bir buyruğu ona bildirdikten sonra Karabuka yıldırım hızıyla konağa döndü.

Öteki de bu sıra çok hızlı koşan gösterişsiz bir Türk atına binmiş olduğu ve belinde bir yayla sadak asılı bulunduğu halde doludizgin Ötüken’e doğru uçuruyordu.

Karabuka konağa döndüğü zaman sahte gururunu yine takınmış ve yeniden Yaver Yin-şao olmuştu. Konağın içinde hızlı adımlarla yürürken birisinin uzaktan kendisine gizli bir işaret yaptığını gördü. Bu, şölen sırasında başkumandandan aldığı gizli bir buyruk üzerine bilinmedik bir yere doğru giden öteki yaverin arkasına saldığı uşaktı ve gerçekte o da Bilge Tonyukuk’un gönderdiği Türk çaşıtlarından birisiydi. İkisi gizlice konağın bir köşesine çekildiler ve gizlice konuştular. Karabuka sordu:

-Ne yaptın?

Beriki Türkçe cevap verdi:

-En tenha yerde başına bir tokmak vurup geberttim. Sonra elbiselerini çıkarıp aldım ve kendisini bir kuyuya attım. Üzerinden hiçbiri yazı çıkmadı.

Karabuka, başkumandanın sahte bir buyruğunu çıkardı:

-“Hemen yaver elbiselerini giyip bu buyrultuyu yazıldığı yere götürecek, böylelikle üzerimize çullanacak iki yüz bin kişinin altmış bini on beş geciktirmiş olacaksın” dedi.

Buyrultuya bir göz atan çaşıt belli belirsiz gülümsiyerek:

“Peki” dedi ve oradan uzaklaştı.

Bütün bu işler olup bittikten sonra Yin-şao kesesindeki beyaz tozdan bir çanağa biraz koyarak üzerine şarap doldurdu ve bir dikişte içtikten sonra bir odada sızmış öteki yaverin yanında yere uzanarak kısa bir zamanda çok derin bir uykuya daldı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXII -


ÇİN BAŞKUMANDANI


Çin başkumandanı Hoay-i öfkesinden köpürüyordu. Çadırın içinde söylenerek dolaşıyor, üç yaver taş sessizliği ile ayakta bekliyordu. Karargâhını kuralı üç gün olduğu halde ordusu yığınak yapmamıştı. Halbuki verdiği buyruklar gereğince bütün kolorduların kendisinden bir gün önce orada bulunması lâzımdı. İki yüz bin kişilik ordunun yarısı bile toplanmamıştı. Otuz bin kişilik bir kolordunun kumandanı muhtelif sebeplerden dolayı birkaç gün gecikeceğini bildirmişti. Fakat altmış bin kişilik en büyük kolordunun kumandanından hiçbir haber gelmemişti. Bu kolordu kumandanının idamı icap ediyordu.

Hoay-i’in canını sıkan sebep bu değildi. Bir kere Gök Türkler’e baskın yapmak ihtimali suya düşüyordu. Bir iki gün sonra onlar Çin duvarının dışında bu kadar büyük bir ordunun toplanmış olduğunu nasıl olsa öğrenirler, ona göre tedbir alırlardı. Sonra Vu Katun’un gözünden düşecekti. O kadar ünlü Çin kumandanları dururken başbuğluğu kendisine vererek büyük bir iyilikte bulunan katun, bu başarısızlıktan sonra onu tutamazdı.

Bundan başka en güvendiği başyaverin ortadan kaybolmasına şaşıyor, içine tuhaf tuhaf şeyler doğuyordu. İnsan seçmekle bu kadar aldandığını hiç hatırlamıyordu. İşin en kötü tarafı ise ne yapmak gerektiği hakkında karar veremeyişi idi. Böyle bir düşünce kargaşalığı içinde iken yaverlerinden yardım umarak üçüne birden sordu:

-Siz ne dersiniz? Ne yapmalı?

İkinci ve üçüncü yaverler bir şey söylemiyerek önlerine baktılar. Dördündü yaver Yin-şao saygı ile eğilerek:

-“Aklıma pek korkunç bir ihtimal geliyor efendimiz; fakat söylemekten çekiniyorum” dedi.

Başkumandan bu sözlerden bayağı ürkmüştü. Bağırarak konuşursa kendi içindeki korku dağılacakmış gibi bir kuruntuya kapılarak haykırdı:

- Korkma!... Çekinme!... Söyle!...

Dördüncü yaver bir adım ilerledi:

- Efendimiz! Biz galiba büyük bir ihanete uğradık.

Başkumandan, yürümekte olduğu çadırda zınk diye durdu ve sıçrayarak bağırdı:

-Ne?... Ne dedin?... Nasıl ihanet?

Yaver sesini yavaşlattı:

-Bana öfke buyurmayınız efendimiz! Söyle diye buyruk verdiğiniz için söylemek cesaretinde bulunuyorum.
-Evet, ben buyruk verdim, söyle... Ne duruyorsun? Söylesene....
- Efendimiz!... Başyaverin kayboluşu ve altmış bin kişilik kolordumuzdan haber gelmeyişi beni şüphelendiriyor.
-Ne demek istiyorsun? Başyaverden mi şüpheleniyorsun?
-Evet efendimiz.

Öteki iki yaver bu düşünceyi beğenmediklerini belli eden sert birer hareket yaptılar. Fakat başkumandan:

-“Zaten ben de şüpheleniyordum” diyince hayretle bakışarak durdular.

Hoay-i iradesiz bir adamdı. Telkin altında kalmağa çok elverişliydi. Yin-şao bunu bildiği için bu fırsattan faydalanmak istiyordu:

-Yarın veya öbür gün gelmesini beklediğimiz otuz bin kişilik kolordumuz gelince ordumuz yüz yirmi bin kişi olacak. Halbuki iyi yüz bin kişi olacaktı. Biri altmış bin, biri yirmi bin kişilik iki kolordumuzdan haber yok. Bu seksen bin kişiyle birlikte başyaverden de haber yok. Belki de onları geciktirmek için kendisi oralara gitmiştir.
-Bunu nasıl cüret edebilir?
-Bir adam İlteriş Kağan’ın çaşıtı olduktan sonra her şeye cüret edebilir!

Hoay-i bu cevap üzerine sarsıldı. Elini alnına götürerek kararsızlıkla gezdirdikten sonra yeniden sordu:

-Peki, ne yapalım?

Yin-şao atıldı:

- Efendimiz! Buyruk verirseniz kolordu kumandanına yeniden haber salalım.
-Evet, hemen öyle yapalım.

İkinci yaver itiraz etti:

-Fakat efendimiz, zaten üç gün kaybetmiş bulunuyoruz. Eğer evvelce gönderdiğiniz buyruk ona ermediyse yeniden hazırlanıp gelmesi için en aşağı yirmi gün ister. Bu zaman içinde de Ötüken’e yürümek için geç kalmış oluruz.
-Neden geç kalalım?
-Türkler işi haber alırlar. Aynı zamanda mevsim de geçmiş olur ve ordumuz soğuktan, kardan çok adam kaybeder.
-Öyleyse ne yapalım?

Çadırda bu sorunun cevabı kararsız bir sessizlik halinde uzayıp giderken dışarda at sesleri ve gürültüler oldu. Sobra nöbetçi içeri girerek başkumandanı selâmladıktan sonra bir kumandanın kendisini görmek için beklediğini bildirdi.

Bu kumandan, yarın veya öbür gün gelmesini bekledikleri otuz bin kişilik kolordunun kumandanıydı. Hoay-i’yi saygıyla selâmladıktan sonra onun buyruğunu bekledi.

Başkumandan o kadar şaşkındı ki, bu ziyaretten dolayı sevinmek mi, kızmak mı lâzım geldiğini bile kestiremiyor, çadırın içinde hâlâ gezinip duruyordu. Nihayet aklını başına toplayıp sordu:

-Çerin nerede?
-Çerim akşama doğru burada olacak efendimiz. Ben size geç kalmamın sebebini anlatmak üzere doludizgin buraya geldim.
-Evet! Söyle bakalım! Neden geç kaldın?
- Efendimiz! Ben kolordumla birlikte buyruğunuz gereğince yola koyulmuş gelirken Türkler’in baskınına uğrıyarak geri çekilmek zorunda kaldım ve sonra da...

Başkumandan onun sözünü kesti:

-Ne? Türkler’in baskınına mı uğradın?
-Evet efendimiz.
-Nasıl olur? Türkler bu kadar batıya da çeri yürütebilir mi?
- Yürüttüler efendimiz. Bu ilk baskından sonra da yürüyüş kolumuzu durmaksızın hırpaladılar.

Hoay-i âdeta korkuya kapılmıştı. Türkler nereden haber alıp da Çin’in batısından toplanan çerinin yolunu kesmişlerdi? Heyecanla sordu:

-Çok kayıp verdin mi? Çerimin onda birini kaybettim.
-Mühim bir şey değil.
-Evet efendimiz mühim bir şey değil. Asıl mühim olan nokta şu ki:

Başkumandan kötü bir sezişle onun sözünü kesti:

-Mühim olan nokta mı? Nedir o mühim olan nokta?
-Evet efendimiz, ben de onu söylemek istiyordum. Türk atlıları okla Bilge Tonyukuk’un bir mektubunu attılar.
-Ne? Bilge Tonyukuk’un mektubu mu? Kime yazmış?
-Size efendimiz.
-Ver, çabuk ver bakalım. Olur iş değil. Ne yazıyor?

Kolordu kumandanı göğsünden bir ipek kumaş çıkardı. Bunun üzerinde boya ile Çince bir mektup yazılmıştı. Hoay-i telâşla okudu:

“Ben Bilge Tonyukuk, Çin başkumandanı Hoay-i’ye derim ki sen iyi bir kumandan değilsin. Çünkü çerini aynı günde, aynı yerde toplayamıyorsun. Altmış bin kişilik kolordun senden on beş gün sonra orada bulunacaktır. Bu duruma göre şimdiden yenilmişsin demektir.”

-“Bu yere batası adam bizim iç yüzümüzü nereden biliyor” diye bağırdı.

Dördüncü yaver saygı ile eğildi:

-“Biraz önce söylediklerimin doğru olduğu anlaşılıyor efendimiz. Çaşıtlardan her şeyi öğreniyor” dedi.

Başkumandan kararsızlık içinde çırpınıyordu. Yin-şao birdenbire gözüne girmişti. Genç yaverin tahminlerinde büyük isabet vardı. İkinci ve üçüncü yaverlere dönerek:

-“Siz uyuyorsunuz” diye haykırdı. Sonra dördüncü yavere baktı ve öteki ikisinin kıskançlıktan sararmış yüzlerini görmeden:
-“Seni başyaver yapıyorum” diye ilâve etti.

Yeni başyaver saygı ile eğildi.

-“Bu iyiliğinize lâyık olmağa çalışacağım efendim” diye cevap verdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXIII -


ÇİN ÇAŞITI


Başkumandan Hoay-i’nin Gök Türkler’e karşı yüz bin kişiyle yapacağı saldırış bir türlü anlaşılmayan sebepler yüzünden suya düşünce Vu Katun çok üzüldü. Hele Bilge Tonyukuk’un alay etmesi onu âdeta hasta etti. Gök Türkler’e yeniden bir savaş açabilmek ve başarıyla bitirmek için kendisine müttefikler aramağa başladı. İlk aklına gelen de Dokuz Oğuzlar oldu. Dokuz Oğuzlar her ne kadar Gök Türkler’e yenilmişler ve baş eğmişlerse de içten içe düşmanlık güttükleri de muhakkaktı. Vu Katun önce onları ayaklandırmayı ve Gök Türkler onlarla uğraştıkları sırada güneyden yüklenmeğe tasarlıyordu. Bu iş olursa Hoay-i’nin de itibarı yeniden yükselecekti.

Çin Katunu bu tasarı üzerine Hoay-i ile uzun uzun görüşüp konuştuktan sonra ondan Dokuz Oğuzlar’a gönderilecek adam hakkındaki fikrini sordu. Başkumandan da hiç düşmeden başyaver Yin-şao’yu salık verdi.

Vu Katun büyük bir iş üzerinde olduğuna inanıyordu. Başyavere buyruklarıyla birlikte bir kese dolusu akça verdikten sonra onu yola çıkardı.

Yin-şao büyük Çin duvarını geçtikten sonra Karabuka olmuştu. Çin’den Türkeli’ne giden bir Çin çaşıtı gibi değil, anayurda dönen bir Türk gibi hareket uyuyor, av avlayıp kebap yapıyor, ara sıra at koşturarak gönül eğlendiriyordu.

Böyle yapa yapa bir gece vakti Ötüken’e ulaştı. Kendisi isteyerek geceyi seçmişti. Herkese görünmeden Bilge Tonyukukla konuşmak, sonra Dokuz Oğuzlar’a doğru yola çıkmak istiyordu. Karabuka, Bilge Tonyukuk’a bütün bildiklerini ve aldığı vazifeyi anlattı.

Tonyukuk ona yeni buyruklar verdi. Bütün bu işler gecenin oldukça kısa zamanında görüldü. Sonra Karabuka ömründe Ötüken’i görmemiş bir Çinli gibi kuzeye doğru at saldı.

***


Karabuka böylece yol alır ve Çin’in sıkıcı duvarlarından, saçma törenlerinden uzak bulunduğu için Tanrı’ya şükrederken bir gün hiç ummadığı anda bir uğursuzluk oldu: Atı ile birlikte bir dereyi geçerken at batağa saplandı, bir iki debelendikten sonra dibe çöküp boğuldu. Karabuka kendisini güçlükle kurtararak karşı kıyıya attı. İşin kötüsü bütün yiyecek ve akçasıyla kılıcının da atla birlikte batağa gömülmesiydi. Atsız, azıksız, akçasız olarak yay ve sadağıyla birlikte bozkırda yapayalnız kalmıştı. Halbuki atı olsa bile Dokuz Oğuzlar’a ancak üç dört gün daha gittikten sonra varabilecekti. Atsız kalınca artı ne yapacağını bilemiyordu.

Karabuka şöyle bir düşündü: Ötüken yolu daha uzaktı. Yine en çıkar yol kuzeye, Dokuz Oğuzlar’a yönelmekti. O da işi Tanrı’ya bırakarak öyle yaptı. Kuzeye doğru yürümeğe başladı.

İlk günü bir iki kuş avlayıp kızarttı. İkinci günü av bulamadı. Yalnız soğuk bir kaynaktan kana kana içti. Üçüncü gün bir tavşan vurdu ve bir öğünde yedi. Dördüncü, beşinci günler ne av avladı, ne de su buldu. Altıncı gün açlık ve susuzluktan dizleri titreyerek yürüdü. Bir geyiği okla yaraladı. Fakat geyik kaçıp kurtuldu. Yedinci gün, elleri titrediği için pek yakından attığı oku bir tavşana değdiremedi. Bir ağaçlığa geldi. Ağaçların dibine yattı. Baygın bir halde uyku ile uyanıklık arasında kalıp sızdı.

Güneş batıyordu. Bir ses duyar oldu. Kulağını yere koyup dinledi: Atlılar yaklaşıyordu.

Karabuka gelenlerin kim olduğunu bilmediği ve kendi durumu kuşkulandırıcı olduğu için son gücünü toplıyarak ağaçlığın en sapa yerine gelip sen sık dallarına tırmandı. Yaprakların arasında iyice gizlenip bekledi.

Epey sonra on atlı gelerek ağaçlıkta mola verdiler ve kızarmış etlerini yemeğe başlayarak Karabuka’nın da iştahını kabarttılar. Bunların konuşmalarına kulak veren çaşıt çok geçmeden Gök Türk olduklarını anladı. Zaten bu on kişi de Ay Hanım’ın yanından dönen Binbaşı Pars buyruğundaki Gök Türk elçilerinden başka kimse değildi. Gece olunca nöbete duran iki kişiden başka hepsi yerlere uzandılar ve keçelerine sarılarak uyudular.

Karabuka ağaçta fırsat kolluyordu. Nöbetçilerin kendisinden en uzakta olduğu bir sırada gürültü etmemeğe çalışarak ağaçtan aşağı kaydı. Koyu bir gölgede yere yatarak durdu. Sonra sürüne sürüne biraz ilerledi. Yeniden durarak uzun zaman bekledi. Kendisinden otuz kırk adım ilerde yolculardan birinin atı duruyordu. Çevresine çabuk bir göz attı. Nöbetçinin biri elli adım uzaktaydı. Hiç telâş etmeden kalktı. Gayet tabii bir yürüyüşle ve biraz gürültü ederek ata yaklaştı. Nöbetçi ona dönerek: “Kim o” diye seslendi.

Karabuka atın yanına varmıştı. Bir sıçrayışta üzerine yerleşerek:

-“Şöyle biraz dolaşacağım” diye cevap verdi ve atı tırısa kaldırarak güneye doğru sürdü. Nöbetçi tam Gök Türk ağzıyla verilen cevaptan ve atın güneye, Ötüken’e doğru yöneltilmesinden dolayı hiçbir şeyden şüphelenmemişti. O sırada henüz uyumamış olanlar da bunu Ersegün’ün deliliği sanmışlardı. Karabuka ise biraz sürdükten sonra yiyecek torbasına el atmış, atı batı yönüne çevirmiş, gece yarısına doğru da yeniden kuzeye dönerek Dokuz Oğuzlar’a doğru yol almağa başlamıştı.

***


Dokuz Oğuz Eli’ne vardığı zaman torbadaki azık bitmiş, kendisi de yorgunluktan bitkin bir hale gelmişti. Çünkü atını uğruladığı Gök Türkler işin farkına vararak ardına düşmüşler, arada uzun, yıpratıcı ve heyecanlı kovalamacalar olmuştu. Karabuka bu kovalamaca da onları şaşırtmak için yine yön değiştirdiğinden yolu uzamış, son iki gününü aç geçirmişti.

Dokuz Oğuzlar’ın arasına varınca ilk işi yiyecek istemek oldu. Kendisini Kıtaylar’dan kaçmış bir Çin tutsağı diye tanıttı ve aralarında kalmak için izin istedi. Dokuz Oğuzlar bu işi Ay Hanım’a duyurdular. Kağan kızı onu otağına çağırarak sorguya çekti ve onun yere diz vurarak selâm verişinden şüphelendi. Çünkü bu diz vuruşu tam Türk göreneğince yapılmıştı. Bundan başka adının Yin-şao olduğunu söyleyen bu adam tam Gök Türk ağzıyla güzel bir Türkçe ile konuşuyor, üstelik de yüzü Çinliye değil Türk’e benziyordu.

Ay Hanım’ın otağında beğ olarak yalnız Yüzbaşı Kadır Bağa bulunuyordu. Kunı Sengün ve Tungra Sem ölmüşlerdi. Dokuz Oğuz Eli’nde Kadır Bağa’dan başka beğ kalmamıştı.

Yin-şao bir aralık Ay Hanım’a çok mühim ve gizli bir şey söyliyeceğini bildirdi. O da ne söyliyecekse Kadır Bağa’nın yanında söylemesi gerektiği cevabını verdi. O zaman Yin-şao koynundan küçük bir kese çıkardı. İyice dikilmiş olan bu keseyi dişiyle yırtarak içinden bakır levha çekti. Bunu Ay Hanım’a sunarak:

-“Çin katunu Vu Katun’dan elçi olarak geliyorum” dedi.

Levhanın üstünde Vu Katun’nun mühürü kazılmış, altına da Çince “Yin-şao elçimizdir” kelimeleri yazılmıştı.

Ay Hanım, gönülleri okuyan keskin ışıklı gözlerini Yin-şao’ya dikmişti. Ahenkli sesiyle:

-“Çin katunu benden ne istiyor” diye sordu.

Elçi cevap verdi:

-Gök Türkler’i ortadan kaldırmak için birlikte hareket.

Ay Hanım sustu. Elçi, sözlerine devamla:

-Çin katunu iki yüz bin kişilik bir ordu hazırladı. Gök Türkler ortadan kalktıktan sonra Ötüken’e Dokuz Oğuzlar yerleşecek ve Çin katunu size yardımına ihtiyaç duyar yollıyacak.
-Çin ordusu Gök Türkler’i yok etmeğe yeter kuvvette iken bizim birkaç yüz çerimizin yardımına ihtiyaç duyar mı?

Çin elçisi bu soru üzerine biraz duraksadı. Fakat bunun cevabını bulmakta da gecikmedi:

-Dokuz Oğuz çerisi ne kadar az olsa yiğitliği bakımından yine büyük bir değer taşır. Gök Türkler gibi çetin bir yağı ile savaşırken böyle yiğit bir ordu ihmal olunamaz.
-Güzel söyledin elçi! Ama elçiler kendilerini gizliyerek gelmezler. Sen niçin gizliyerek geldin?
-Yumuşum gizli olduğu için Dokuz Oğuzlar’ın bile duymaması gerekti. Vu Katun öyle buyruk verdiği için gizli geldim.

Ay Hanım düşünceye dalmıştı. Elçiye bakmakta olduğu halde aklından türlü ihtimaller geçiyordu. Karabuka ise kağan kızının bakışlarından rahatsız olduğunu duyuyor, onun güzelliğine şaşmaktan kendini alamıyordu.

Nihayet Ay Hanım, Kadır Bağa’ya buyruk vererek her hangi bir Dokuz Oğuz’un çadırında elçinin konuk edilmesini söyledi ve : “ Seni yine çağırtırım” diyerek onu otağından çıkardı.

Sonra, aldığı buyruğu yerine getirerek tekrar karşısına gelen Kadır Bağa’ya:

- “Yüzbaşı! Bu elçiyi göz altında bulundur. Galiba bir Gök Türk çaşıtı” diyerek onu hayretler için içinde bıraktı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXIV -


KARABUKA


Karabuka, Ay Hanım’ın kendisinden kuşkulandığını anladığı için daha dikkatli davranmağa mecburdu. Şimdi kendisinin iki vazifesi vardı: Ay Hanım’ı Çin’le ittifakla kandıracak, onun verdiği cevabı da Bilge Tonyukuk’a bildirecekti. Asıl vazifesinin bu ikincisi olduğunu acaba Ay Hanım anlamış mıydı?

Karabuka, üzerindeki şüpheyi dağıtmak için birkaç gün hareketsiz durdu. Kimseyle konuşmuyor, pek fazla gezip tozmuyordu. Fakat akıllı ve anlayışlı olduğu için Dokuz Oğuzlar arasındaki her şeyi kavramağa çalışıyor, onların gücünü öğrenmeğe uğraşıyordu. Onlar şimdi beş yüz çadırlık bir El olmuşlardı. Erleri gürbüz ve atılgan kimselerdi. Altı yüz kadar savaşçı çıkarabilirlerdi. Ay Hanım’ı çok seviyorlar, o da budununu yükseltmek için elinden geleni yapıyordu. Malları, davarları da az değildi. En büyük eksiklikleri aralarında yeter sayıda yüzbaşı ve onbaşı olmayışıydı. Ay Hanım, Karabuka’nın gelişinden birkaç gün sonra Kadır Bağa’yı binbaşı yapmıştı. Gök Türkler ve İlteriş Kağan için ne düşündüklerini bir türlü anlıyamıyordu. Aralarına soluksa, konuşsa, bunu da öğrenebilirdi ama kuşkulandırmamak için hemen kimse ile görüşmüyordu.

Binbaşı Kadır Bağa sık sık kendisini görüyor ve havadan sudan bazı şeyler konuşuyordu. Karabuka her seferinde Ay Hanım’ın ne zaman cevap vereceğini soruyor, sabırsızlık gösteriyordu.

Bir gün yine böyle konuşurlarken Kadır Bağa birdenbire umulmadık bir soru sordu:

-Yin-şao! Çin sarayını basan Kür Şad’ınoğlu ne oldu?

Karabuka şaşırdı. Bu soru da nereden çıkmıştı? Acaba hususi bir maksatla mı soruyordu? Kür Şad’ın oğlu olup olmadığını bile bilmiyordu. Fakat bir Çin elçisi olarak kendisine bu kadar ehemmiyetle sorulan bir mesele üzerinde bilgisizlik gösteremezdi. Hemen cevap verdi:

-Biz Kür Şad’ın ocağını söndürdük. Ne oğlu, ne de kimsesi kalmamıştır.

Kadır Bağa bunu Ay Hanım’dan aldığı buyruk üzerine sormuş ve Yin-şao’nun cevabını hemen kağan kızına ulaştırmıştı. Karabuka ise başka bir yönden işkillenmişti. Kırk elli yıl önceki bir çarpışmanın hâtırası durup dururken ne diye anılıyordu?

Birdenbire aklına İlteriş Kağan’nın ilk tuğ kaldırdığı günlerde bütün dillerde dolaşan bir kılıç geldi: Kocamış bir demircinin yaptığı bu kılıç Kür Şad’ın oğlu için hazırlanmıştı. Kür Şad’ın oğlu bulunmamıştı. Fakat demirci de bunu durup dururken yapmış olamazdı ya? Belki de onun bir bildiği vardı. Acaba Kür Şad’ın oğlu var mıydı? Sağ mıydı?

Sağ olabilirdi. Fakat sağ olmakla ne olurdu? Karabuka birdenbire irkildi: Kür Şad’ın oğlu sağ ise kağanlığı istiyebilir, İlteriş Kğan’a karşı çıkabilir, böylelikle de Türkeli parçalanabilirdi.

Kadır Bağa niçin kendisine Kür Şad’ın oğlunu sormuştu? Acaba sağdı da ondan haber mi almışlardı? Yoksa Kür Şad’ın oğlu kağanlık davası için ortaya atılacaktı da Dokuz Oğuzlar’dan yardım mı istemişti?

Karabuka birkaç gününü hep bu işi düşünmekle geçirdi. Düşünmekten bir şey çıkmayınca ihtiyatı bırakarak bazı Dokuz Oğuzlar’ın ağzını aradı. Fakat yine de işe yarayacak bir şey öğrenemedi.

Böylece günler geçerken bir gün Ay Hanım’ın kendisini beklediğini söylediler. Otağda, kağan kızının iki yanında Binbaşı Kadır Bağa ile bir yüzbaşı bulunuyordu. Ay Hanım, Çin elçisini çok bekletmeden onun istediği cevabı verdi: Gök Türkler’i yıkmak için Çin’e yardım edemiyeceklerini bildirdi ve Yin-şao’ya armağanlar vererek ertesi gün yola çıkmasını buyurdu.

Karabuka otağdan çıktığı zaman Ay Hanım yanındaki beğlere şöyle dedi:

- Kendisinin Gök Türk çaşıtı olduğunu öğrendiğimizi sezmezse bir zaman için rahatız demektir. Sezdiyse yakında Gök Türkler’in yeni bir saldırışını beklemeliyiz.

Karabuka eresi gün yola koyulmuştu. Kür Şad’ın oğlu hakkındaki şüphelerini bir an önce Bilge Tonyukuk’a bildirmek istiyordu.

Ötüken’e yine gece karanlığında girerek doğru Bilge Tonyukuk’un otağına vardı. Bildiklerini, gördüklerini, şüphelerini anlattı. Kür Şad’ın oğlundan söz açılınca Tonyukuk derin bir düşünceye daldı. Bu iş onu biraz üzmüşe benziyordu. Fakat çözemeyeceği işler üzerinde fazla durmak âdeti değildi. Başını kaldırarak Karabuka’ya sordu:

-Dokuz Oğuzlar senin Gök Türk olduğunu anladılar mı?
- Herhalde anladılar.
-Ay Hanım anlamıştır. Onun gözünden bir şey kaçmaz. Günden güne güçlendikleri de bizim gözümüzden kaçmıyor. Üzerlerine çeri yürütmekten başka yol yok.

Sonra ona Çin’de yapacağı işlere dair yeni buyruklar verdi. Biraz sonra Karabuka Çin’e doğru at sürüyor karanlıkta meçhul bir atlı da uzaktan uzağa onu kovalıyordu.

Biraz zaman geçince takip olunduğunu anlıyan Gök Türk çaşıtı buna bir mana verememekle beraber atını hızlandırmaktan da geri kalmadı.

Gökte yarım ay arasıra bulutlara giriyor, sonra çıkarak sonsuz bozkıra ışıklarını serpiyordu. İki atlı dört beş yüz adım aralıkla yarışıyorlardı. Karabuka kendisini salkıyabilmek için bir tepe, dere veya ağaçlık gözlüyor, fakat aksi gibi gözün alabildiğine uzanan geniş düzlükten başka bir şey görünmüyordu.

Bir aralık arkasında göz atan Karabuka, meçhul atlının yaklaşmakta olduğunu görünce yayını kavradı ve sadağpından bir ok çekti. Ardından gelen atlı bu hareketi görmüştü. Fakat hiç aldırmadan at tepiyor, aralığı kapatmağa uğraşıyordu.

Bir zaman daha böyle gittiler. Aradaki açıklık üç yüz adıma inmişti. Bozkırda atların dörtnala koşmasından doğan ahenkli ses çınlıyor, ağzı köpüren atlar yoruluyor, fakat hızlarından bir şey kaybetmiyordu.

Karabuka yine başını çevirerek arkaya baktı. İki atlı birbiri için tehlikeli bölgeye girmişlerdi. Açıklık iki yüz elli adım kadar vardı. Bu aradan atılacak oklar iki atlıya da yaman işler edebilirdi. Karabuka daha fazla beklemeden oku kirişe yerleştirip ardına doğru yöneltti. fırlatacaktı . tam bu sırada meçhul atlının gür sesi bozkırda gürledi:

-Hey, Yin-şao!.. Yahşı, yaman bilmeden ok salmak olur mu?

Bunu haykırırken atını şahlandırarak durdu. Karabuka kendisini Çince adıyla çağıran bu yabancının hareketi karşısında kaçmayı manasız bularak gemleri kastı.

Şimdi iki atlı, uçsuz bucaksız bozkırda , yarım ayın saçtığı ışıklar altında, iki yüz elli adım aralıkla karşı karşıya duruyordu.

Karabuka meçhul atlıyı tnımak ister gibi keskin bakışlarla bakıyor, beriki ise atının yelesini okşuyor ve öne doğru eğiliyordu. Karabuka, aklından geçen türlü ihtimaller arasında, karşısındakinin kim olduğunu tanıyamamıştı. Haykırarak sormaktan başka çaresi kalmıyordu:

-Kimsin bakalım? Yedi atanı sayar mısın?

Bu soru cevapsız kaldı. Karabuka cevap beklerken öteki hâlâ atının yelesini okşuyor ve hiç oralı olmuyordu.

Karabuka yeniden bağırarak sorusunu tekrarladı. Karşıdaki atlı başını kaldırarak:

-“Sen Yin-şao değil misin” diye bağırdı.
-Ben Yin-şao’yum. Ya sen kimsin?
-Senin gibi bir Türk.

Karabuka, kendisini tanıyan bu meçhul adama karşı öfke duymağa başlamıştı:

-“Ben Türk değilim. Çinliyim” diye cevap verdi.

Öteki bu söze gür bir kahkaha ile karşılık verdi.

Gök Türk çaşıtının sabrı tükenmişti. Bu karşıdaki bahadır dost bir insan değildi. Birden, atını dörtnala kaldırarak ona doğru saldırdı ve okunu fırlattı. O zaman öteki hızla at döndürerek kaçmağa başladı. Fakat atının eşkin olduğunu biraz önce göstermişti. Ay da bu yabancıya yardım etmek istiyor gibi bulutların ardına girmiş, Karabuka’nın ikinci oku fırlatmasına engel olmuştı. Aradaki mesafe gitgide büyüyordu. Zaten Karabuka’nın sonuna kadar kovalamağa gönlü yoktu. Atını durdurarak bu yabncının kim oldğunu bir an düşündü. Bulamadı. Kim olursa olsun diye düşünerek yeniden güneye yöneldi.

***


Bu sırada günlerdir ardından gelen ve onun Bilge Tonyukukla konuştuğunu da anlıyan Binbaşı Kadır Bağa kuzeye doğru at sürüyor ve:

- “Yin-şao’nun Gök Türk çaşıtı olduğu anlaşıldı. Ay Hanım yanılmaz… Ay Hanım yanılmaz…” diye söyleniyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXV -


AKIN


Yirmi bin atlı son hızla güneye doğru akıyordu. İlteriş Kutluk Kağan’ın üç tuğu havada dalgalanıyor, ara sıra işitilen keskin, sert buyruklarla atların nal sesleri bozkırda uğulduyordu.

Gök Türk Kağan’ı yanında başkumandan Bilge Tonyukuk olduğu halde yirmi bin atlının ortasında at sürüyor, ardından iki kardeşi, Boyla Bağa Tarkan, birkaç beğ, börüler ve muhafızlar geliyordu.

Bilge Tonyukuk çaşıtlardan gelen raporları inceledikten ve Çin’i aldatacak tedbirleri aldıktan sonra durumu kağana bildirmiş, kağan bu uygun durumdan faydalanarak zaman geçmeksizin Çin’e saldırmak kararını vermişti.

İlteriş Kutluk Kağan’ın çıkarabileceği en büyük ordu yıldırım çabukluğu ile hazırlanarak toplanmış ve aynı hızla Çin’e yönelmişti.

Yüzer kişilik bölükler bir kılıç sırtı gibi dümdüz, aynı sırada uçuyorlardı. Keskin bakışlar ileriye çevrilmiş, tabii bir alışkanlıkla düşmanı gözlüyor ve akın yapılırken artık şahıslara ait her şey, gönüllere ait her duygu geride bırakıyordu.

Akına çıkıldığının üçüncü akşamında ordu ilk defa konakladı. Ondan önce yalnız kısa molalar verilmiş, çeri geceleyin dahi yürüyerek Çin duvarına dayanmıştı. O gece Kağan’ın buyruğu ile ateş yakılmıyacak, konuşulmıyacak, hareket edilmiyecekti. Yalnız herkes atının yanında her an savaşa hazır olarak bekliyecek ve saldırış borusu çalınır çalınmaz çıra yakan yüzbaşıların ardından ileriye doğru at salacaktı. Bütün yüzbaşılar uzun sopalar üstünde çıralarını hazırlamışlardı. Bölükler yanyana ve ardarda sıralanmışlar, gürültü etmeden, âdeta soluk almadan bekliyorlardı.

Çok çevik ve keskin gözlü bir onbaşı yaya olarak ordudan ayrılmış, ilerliyerek Çin duvarının çok yanına kadar sokulmuş, yere yatarak ilerisini kollamağa başlamıştı. Bu onbaşı Çin duvarından verilecek işareti bekliyordu. Yanında boru ve çıra bulunuyor, boyuna ileriyi gözetliyor, ara sıra eliyle kılıcını okşuyordu.

Çin duvarından bekledikleri işareti Karabuka verecekti. Fakat Karabuka’yı bütün orduda kağanla, Bilge Tonyukuk’tan başka kimse bilmiyordu.

İleriye bakarken başını ara sıra sağa, sola çeviren gözcü onbaşı birdenbire sağ ileride hafif bir ışık görür gibi oldu ve hemen boruya el attı. Kısa bir an sonra bu ışık adamakıllı yalazlanıp göründü ve aynı zamanda oradan gelen bir takım bağrışmalar da kulağa çarptı. Onbaşı yıldırım hızıyla ayağa fırlıyarak geriye döndü ve biraz havaya kaldırdığı borusunu Gök Türk ordusuna doğru hızla üç defa üfliyerek işareti verdi. Sonra yine yıldırım hızıyla çırasını tutuşturdu ve kaldırıp sallıyarak Çin duvarına, ışığın gözüktüğü yere doğru koşmağa başladı. Tam bu sırada Gök Türk ordusunda da saldırış borusu çalınmış ve bir anda tutuşan iki yüz meşalenin gerisinden yirmi bin atlı korkunç savaş haykırışlarıyla duvara doğru atılmıştı. Gözcü onbaşı çırasını sallıyarak olanca hızıyla işaretin verildiği yere koşuyor, bölüklerini saldırtan yüzbaşılar da gözcüyü kovalıyordu. Bu iş o kadar çabuk olmuştu ki şöyle birden yüze kadar sayacak bir zaman geçmeden Gök Türk ordusu Çin duvarının dibine varmış ve açık bir kapıdan içeriye dalmıştı.

Karabuka ateşle işareti verdikten sonra kendisine yardım eden başka bir Türk çaşıtı ile birlikte kapıyı da açmıştı. Fakat işareti verirken Çinliler tarafından görülmüş, Çinliler bağırarak üzerine atılmışlardı.

Güç durumda idi. Bu kadar incelikle hazırlanan işin son anda bozulmaması için şimşek gibi bir hızla karar vermesi lâzımdı. O da öyle yaptı. Yaman bir sertlikle kılıç sıyırırken arkadaşına haykırdı:

- Kapının dışına fırla!... Kapamak istiyenleri okla!...

Arkadaşı onun dediğini yaparken kendisi de geriye dönüp ardından gelen Çinlilere daldı. Karga sürüsüne doğan gibi girmiş bir an kargaşalık oldu. Karabuka ve arkadaşı Gök Türk ordusuna gereken zamanı kazandırmışlardı. Gök Türk ordusu o kadar yaklaşmıştı ki artık kapıyı kapamanın imkanı yoktu. Çinliler de bunu bildikleri için kapıyla değil, canlarıyla meşguldüler.

Karabuka bir yığın Çinli’ye dalıp onları yararken bir iki hafif yara almıştı. Vazifesini yaptığı için artık kendisini kurtarmayı düşünebilirdi. Hızla fırlıyarak dönemeçli merdivenleri çıkmaya başladı. Bunu yaparken bir yandan da kılıcını kınına soktu ve sadağa el atarak çektiği oku kirişe yerleştirdi. Dönemeç başında durarak ardından gelen Çinlinin karanlıkta bir gölge gibi gözüken gövdesine yapıştırdı. Aynı çabuklukla ikincisini de yere serdi.

Başka zaman olsaydı Çinliler böyle bir durumda ilerlemez, dururlar, çekilirlerdi. Fakat Gök Türk ordusu korkunç savaş haykırışlarıyla Çin duvarının kapısından içeri girer, bir yandan da duvara merdivenler dayarken önlerindeki bir tek kişi onları durduramazdı. Karabuka da bunu hesaplıyor, ona göre hareket ediyordu. Çinlileri durduramıyacağını anlayınca yeniden kaçmağa başladı.

Hızla koşarken ardından gelerek omuzu üstünden aşan okun vınlayışı onu bir an duraksattı. O da bir çok çekerek Çinliler’e doğru savurdu.

Bu sırada Çin duvarının bütün kulelerinde ateşler yakılmış ve Gök Türk akını geriye, memlekete haber verilmişti.

Karabuka ilerde, Çin duvarının kıvrıldığı yere varmak için koşuyordu. Orada aşağıya inmek için dar bir merdiven olduğunu biliyordu. Oraya varırsa karanlıkta kendisini Çinliler’in gözünden kaybedeceğini umuyordu. Fakat oraya yaklaştıkça daha ilerki kuleden yakılan ateşin aydınlattığı çevreye yani tehlikeli bölgeye yanaşıyordu. Bir an durup arkasına bir ok daha çektikten sonra tekrar koşmağa başladı.

Kıvrıntıya elli adım kalmıştı. Bir ok sağından uçarak geçti

Kırk adım kala bir ok başının üzerinden vınladı.

Otuz adım kala iki ok birden sol yanından uçtu.

Yirmi adım kalmıştı. Birden ne olduğunu anlamadan ileriye doğru kaykılarak suya atılan bir insan gibi fırladı ve yerde birkaç adım sürüklenerek durdu.

O zaman bacağında duyduğu sızıyla yaralanmış olduğunu anladı. Bir ok oyluğuna batıp orada kalmıştı. Karabuka Gök Türk yüzbaşısı olduğu için yenilmeği kolay kolay kabul edemezdi. Yattığı yerden sadağına hızla el atması ve oku çekip yayına yerleştirerek gezleyip fırlatması bir oldu. Kırk adım kadar geriden koşan Çinliler’in en önde bulunanı yüreğinden vurularak kütük gibi düştü; ölüp kaldı.

Bu ölen Çinli, kovalıyanların subayı idi. Onun devrilmesiyle Çinliler’in şaşkınlık içinde bir an duraksamaları Gök Türk yüzbaşısına zaman ve fırsat kazandırmıştı. Büyük bir gayretle ayağa kalkarak kıvrıntıya doğru koşmak istedi. Fakat okun saplandığı bacağı o kadar sızlıyordu ki, yürümeğe imkân yoktu. Beş altı adım atarak yeniden düştü ve yeniden ok gezliyerek fırlattı. Bir Çinli’yi daha devirdi.

Şimdi iyice kulenin ışığı altında idiler. Karabuka kendisini kovalıyanların yedi kişi olduklarını gördü ve o anda tulgasına bir ok yedi. Bu bir ihtardı: Ok, biraz daha aşağıdan gelip kendisini yok edebilirdi. Sürünerek kıvrıntıya doğru ilerledi. Altı yedi adımlık bir yer kalmıştı. Fakat artık oraya varmak neye yarardı? Koşamıyacak olduktan sonra oraya erişmek için çabalamak boşuna değil miydi?

Karabuka bir Gök Türk yüzbaşısı gibi yıldırım hızıyla düşünerek henüz bütün umutların bitmediğini anladı. Kendisinden otuz beş kırk adım ilerde bulunan yedi Çinli’yi, onlar kendisine yaklaşmadan önce okla öldürebilirse kurtulacaktı. Bu umutla sadağına çabuk bir göz attı: Yazık! Altı ok kalmıştı. Fakat bir Gök Türk yüzbaşısı kendi gövdesine saplanmış olan oktan da faydalanabilirdi. Karabuka bunu düşünerek yattığı yerde en iyi durumunu aldı ve oklarını fırlatmağa başladı.

Çinliler sarsak hareket ediyorlardı. İlk önce koşarak Karabuka’ya yaklaşmak istediler. Böyle yaparlarsa iki üçü sağ olarak onun yanına kadar gelebilecek ve kılıçla işini bitirecekti. Fakat iki tanesi okla devrilince onlar da ok atmak sevdasına kapıldılar ve beşi birden yaylarını gerdiler.

Şimdi Gök Türk ordusunun saldırdığı yerlerden uzakça bir bölümde sapa bir yerde bulunuyorlar, bundan dolayı telâşla saldırmağa lüzum görmüyorlardı.

Karabuka, Gök Türk olduğu için onlardan çok çabuk ok çekebiliyordu. Beşi birden yay gerince o da davranıp okunu salladı ve birini daha vurarak kendisine yöneltilen beş oktan birini savaş dışı etti. Fakat geri kalan dört oktan biri yanağını yalıyarakgeçmiş, yüzünü bir an içinde kana bulamıştı.

Çinliler tekrar koşmağa başlayınca yüzbaşı üç okunu da inanılmaz bir çabuklukla gezleyip atarak üç Çinli’yi de yere serdi ve kuleden gelen ateşin ışığı altında tek yağısıyla başbaşa kaldı.

Son Çinli’yle teke tek kaldığı zaman aralarında on, on iki adımlık bir yer vardı. Çinl, kılıcını çekmiş, son hızıyla koşarak geliyordu. Yerde olan Karabuka ona kılıçla karşı koyamazdı. Biraz önce hesapladığı gibi oyluğuna geriden ve biraz saplanmış olan oku çabucak çıkarıp Çinliye yöneltmekten başka çıkar yolu yoktu. Bu işi, aradaki açıklık kapanmadan yapmağa mecburdu.

Yaralı yüzbaşı, elini sızlıyan yarasındaki oka atarak sıkıca kavradı ve bütün gücüyle çekti. Bu işi yaparken bacağına saplanmış olan ok temreninin etlerini nasıl parçalıyacağını, bunun ne dayanılmaz bir acı vereceğini eskiden bir yol denemiş olduğu için biliyordu. Birden içinden bir şey koparılmış gibi bir duyguyla gözlerinin karardığını, yüreğine baygınlık geldiğini duydu. Bir an çevresini göremedi. Sonra içinden gelen bir dürtüşle bayılmanın ölmek demek olacağını düşünerek toparlandı. Yarasından çektiği oku yayına yerleştirdi. O bunları yaparken Çinli yaklaşmış, aralarında bir adımlık yer kalmıştı. Karabuka yayını gererken Çinli hızla kaldırdığı kılıcını ona doğru savuruyordu.

***


Bu işler olurken Gök Türk ordusu Çin duvarının kulelerini birer birer zaptedip içindekileri çabucak temizliyorlardı. Çerinin bir tümeni Çin içerisine doğru gecenin karanlığında akını başlamıştı. İlteriş Kağan Çin’e dalan bu tümüne başbuğluk ediyordu. Bilge Tonyukuk öteki tümenle duvarı tutmak, emniyetini sağlamak buyruğunu almıştı. O, kuleleri çabucak alıp ateş işaretini söndürdükten sonra kapıları tutturmuş, gereken yerlere karakollar koydurmuş ve Türk yaralılarıyla, ölülerini aratmağa başlamıştı. Bir de Karabuka’yı aratıyordu. Onunla bir yerde buluşmağa söz vermişti. Burası vaktiyle kendisinin atıyla birlikte Çin duvarından aşağıya atladığı yerdi. Onun dış veya iç tarafındaki bir yerde buluşacaklardı. Bile Tonyukuk, Karabuka’yı tanıyan iki adamını onu aramağa saldırdığı gibi kendisi de bir iki çeriyle birlikte o yörelerde dolaşıyor, çıraların ışığı altında kuytu yerleri gözden geçiriyordu. Bu işten bir sonuç çıkmayınca gür sesli birkaç çeri getirerek “Yüzbaşı Karabuka” diye dört bir yana bağırttı. Fakat bu bağırmalara karşı da bir cevap alınmadı. Tonyukuk, kararlaştırılan şekilde işaretler verilip tasarlanan bütün işler pürüzsüzce başarıldıktan sonra Karabuka’nın ölmüş olacağını pek sanmıyordu ama bu kadar araştırmadan sonra bulunmayışını da iyiye yoramıyordu.

Bilge Tonyukuk bu bilmeceyi gün doğarken çözdü. Geceleyin Çin duvarı üstündeki bir kulede biraz uyuyup tan atarken kalktıktan sonra Kağan’dan gelen ulağa cevaplarını vermiş ve çerisini gözden geçirmek üzere duvardan aşağı inmeğe davranmıştı ki bir dönemeçte birdenbire durdu. Yıkık bir mazgalın dibinde, bir merdivenin ilk basamağına yakın bir yerde Yüzbaşı Karabuka yatıyordu. Yanında, taşın çukurlaştığı yerde biriken kanı pıhtılaşmış ve bir eli kan birikintisi içinde kalmıştı. Geceleyin Çin ölülerini toplıyan Gök Türkler bu loş yerdeki yüzbaşıyı görememişlerdi. Karabuka ölmüş, ölmeden önce parmağını kanına batırarak duvarın temiz ve ak bir yerine şunları yazmıştı:

“ Buyruğunu yerine getirdim. Ötüken’e selâm...”
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXVI -


UMUT VE KIRGINLIK


Gök Türk ordusu büyük doyumluluklarla Ötürken’e dönüyordu. Çin duvarı aşıldıktan sonra sınırdaki Çin kumandanlarının çıkardığı ordu tepelenmiş; birçok mal, davar ve tutsak alınmıştı.

Onbaşı Urungu’nun içinde gizli bir sevinç vardı. Bu sevincin nereden geldiğini düşünüyor, bulamıyordu. O da herkes gibi mal çapmış, zengin olmuştu. Fakat bu yalancı dünyanın malı ile sevineceği asla aklına gelmediği için gönlündeki genişliğin sebebi bulur gibi oldu, buldu ve dudaklarından belirsiz birkaç söz döküldükten sonra yüzü kıpkırmızı oldu.

Urungu, farkına varmadan Ay Hanım’ı düşünürken ona vaktiyle yaptığı evlenme teklifini, Ay Hanım’ın da reddedişini hatırladı. Kağan kızı o zaman kendisini “karabudundansın” diye çevirmiş, fakat sonra bir Gök Türk tegini olduğunu öğrenmişti. Şimdi her halde fikrini değiştirmiş olmalıydı. Urungu, birdenbire içinde derin bir bahtıyarlık dalgalanması olduğunu duydu. İşte, hayaline getiremiyeceği kadar zengin de olmuştu. Şüphesiz, bu şartlar altında Ay Hanım’ın karşısında yere diz vurursa başka türlü karşılanırdı. Fakat Urungu’nun yüreğindeki sevinç uzun sürmedi: Kendisinin kim olduğu gizli kalacağı için Ay Hanım onunla yine evlenmezdi. Sonra Dokuz Oğuzlar ne derdi?

Fakat Kür Şad’ın oğlu içinden gelen sese uyacaktı. Ötüken’e varır varmaz kuzeye doğru gidip kağan kızını bulacak, yeniden evlenme teklifi yapacaktı.

Gök Türk ordusu Ötüken’e bir bayram görünüşü içinde vardı. İlteriş Kağan şimdiye kadar yaptığı savaşların en büyüğünü kazanmıştı. Şimdi beğlere ulu bir şölen veriyordu. Her yanda davullar çalınıyor, kımızlar içiliyor, gençler güreşiyor, yiğitler at yarıştırıyordu.

Urungu eğlencelere katılmadı. Oğlu Taçam andası Yüzbaşı Börü’yü gördükten sonra yanına bolca azık alarak kuzeye doğru yola çıktı.

İlk günün sevinci geceleyin sona erdi. Ertesi sabah tasaya benzer bir duygu, anlaşılmaz bir ürkeklik sezinledi.üçüngü gün içindeki kıpırdanışların korkuya benzer bir hal aldığını anladı.

Bunca tehlikelerin içinde yaşamış, ölüme göz kırpmadan bakmış olan Urungu bu korkuya benzer duygudan rahatsız oldu. Fakat onu içinden atmağa imkân yoktu.

Ay Hanım’a yaklaştıkça yürüyüş hızını azaltıyor, yollarda kendisini eğlendirecek, alıkoyacak sebepler bulunuyordu. Hatta bir geyiği kovalamak bahanesiyle doğuya doğru epey kaydığının farkındaydı.

Bir gün apansızın bir yaralıyla karşılaştı. Böğründen bir okla vurulmuş olan bu adam bir Kıtay’dı. Yerde yatıyor, baş ucunda atı bekliyordu. Urungu yere atlıyarak yaralının başını koluna aldı ve kımız çamçağı ağzına dayadı. Kıtay’da artık hayır kalmamamıştı. Ancak bir iki yudum içebildi. Soluğu kesilerek:

- “Beni sizden biri vurdu” dedi.

İlteriş Kutluk Kağan, Kıtaylarla yedi defa savaşarak onlara baş eğdirmiş, vergiye başlamıştı. Hatta bu savaşlara Urungu da katılmıştı. Şimdi, Kıtaylarla barış içinde yaşandığı bir günde bir Gök Türk’ün onu vurması tuhaftı.

Urungu, işi anlamak istediğinden çok, yaralı Kıtay’a bir şey söylemiş söylemiş olmak için:

- “Niçin vuruştunuz” diye sordu.

Öteki güçlükle konuşarak:

- “Bilmiyorum” diye cevap verdi ve hafifçe inledi.

Urungu’nun merakı uyanmıştı:

- Bilmeden nasıl vuruştun?
- Aramızda bir vuruş bile olmadı. Şurada yere oturmuş, ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Yaram sızlıyor dedi. Dağlamak için yanına indim. Yaram gözükmez, gönül yarası dedi. Buna kamlar karışır dedim. Atıma atladım. Gidiyordum. Sıçrıyarak atımı tuttu. Sevgi mi üstündür, öç mü dedi. Öç dedim. Sevgiyi üstün tutmak olmaz mı diye sordu. Böyle şey er kişiye yakışmaz dedim. Hemen yay çekip beni vurdu. Sonra bağıra bağıra batıya doğru at sürdü.

Urungu’nun kaşları çatıldı. Gözleri istemiyerek batıya çevrildi: “Ufkun ardında Ay Hanım’ın yurdu” vardı. Hüzünlü bakışları bir zaman oraya takıldıktan sonra Kıtay’a :

- “Seni ne zaman vurdu” diye sordu.

Yaralı uzun uzun göğe baktıktan sonra “dün” dedi ve artık hiçbir şey söylemedi. Göğe takılı bakışları donuklaştı. Başını sağa çevirerek öylece kaldı. Ölmüştü.

***


Atının üstünde yavaş yavaş batıya doğru ilerliyen Urungu gönlünde bir ağırlık duyuyordu. Şu boşuboşuna öldürülen Kıtay’a acımıştı. Nice ölümler görmüş, nice acıları içine sindirmiş olan Urungu için bu bir tek ölümden duyulan acı anlaşılmaz bir şeydi. Tanımadığı bir Kıtay için böyle üzülmek.... Acaba yüreği mi yufkalaşmıştı? Bu düşünce onu biraz uyarır, sarsar gibi oldu ve o zaman duyduğu acının bu ölümden değil, ölenin anlattıklarından geldiğini anladı: Sevgi mi üstündür, öç mü? Öç! Sevgiyi üstün tutmak olmaz mı? Böyle şey er kişiye yakışmaz!...

Gök Türk onbaşısı, Kıtay’dan erlik dersi mi alacaktı? Birdenbire düşünce yığınları altında ezileceğini anlıyarak atını tepti ve dörtnala her şeyi unutmak istedi. Unuttu da... görmeden bakıyor, bilmeden gidiyordu.

Sonra, ansızın atını yavaşlattı. Ufka bakarak güneşin batmak üzere olduğunu gördü. Ne kadar zaman yol aldığını bilmiyordu. Fakat bulunduğu yeri tanımış, Ay Hanım’a yaklaştığını anlıyarak yüreği hızla çarpmıştı. Ona ulaşmak için yarım günlük yolu vardı. Şimdi ne yapacaktı?

Bir an bunu düşündü. Kararsızlıkiçinde sıkılırken geniş bozkırda dalgalanan bir at sesiyle başını çevirdi: güneyden doludizgin bir atlı geliyordu. Bunu doludizgin bir gidiş denemezdi. Sanki ardından canına susamış bir ordu geliyormuş gibi at koşturuyor, yolları geçerek değil, yırtarak yaklaşıyordu.

Urungu bütün bozkırlılar gibi tetikte olmakla beraber atının üstünde kıpırdamaksızın duruyor, onun yaklaşmasını bekliyordu.

Dizgin boşaltan adam yaklaştı, yaklaştı. Urungu’nun tam önünde atını şahlandırarak durdu ve yüzü gözü kan içinde, giyimleri toz toprak içinde, giyimleri toz toprak içinde bir er öfkeyle bağırdı:

- De bakalım bahadır! Sevgi mi üstündür, öç mü?

Urungu’nun bakışlarını keskinleştirdi. Kana ve toza bulanmış bir yüz altında Deli Ersegün’ü tanıdı. Tok, fakat üzüntülü bir sesle:

- “Bu soru adam öldürmeğe değer mi” diye cevap verdi.

Ersegün başını kaldırarak yanı başına kadar geldi. Hayretle:

- “Onbaşı! Sen misin” dedi.

Urungu, Deli Ersegün’ün ele, avuca sığmaz bir çocuk olduğunu bilmiyor değildi. Fakat şimdi onda olağanüstü bir hâl olduğunu da muhakkaktı. Belâ arıyor gibi bakışları vardı. Öfkeli sesiyle:

- “Kıtay ölmüş mü” diye sordu.
- Niçin öldüğünü bilmeden öldü.

Ersegün yorgunluktan değil, öfkeden, delilikten çılgınlıktan soluyordu. Urungu da buraya belâ aramak için gelmişti. Fakat o, belâ aradığını gösterişle belli etmiyor, bağırmıyor, delirmiyordu.

Ersegün’ün garip sorusundaki sebebi anlamak kendi içindeki bir düğümü de çözecekti. Deli çocuğa:

- “Sevgi ile öcü niçin ölçüştürüyorsun” diye sordu, “bunlar kılıçla ok gibi ayrı şeylerdir. İkisinin de üstün olduğu zaman vardır.”

Ersegün’ün kanlı gözleri kıvılcım gibi parladı. Bağırarak:

- “Gönlümdeki kördüğümü çözmek istiyorum” dedi.

Urungu, kaşları çatılarak sordu:

- Gönlünde ne var?
- Güzel bir kız seviyorum.
- Bunun için suçsuz Kıtay öldürülür mü? Gider alırsın.

Urungu bu sözleri ciddiyetle söyledikten sonra Ay Hanım’ı hatırladı ve acı acı gülümesedi. “Gider, alırsın” derken gayet samimiydi. Fakat işte kendisi de aynı durumda olduğu halde gidip alamıyordu. Ersegün’ün bir beğ olduğunu düşünerek acı gülüşünü bıraktı ve:

- “Sen yüce bir beğsin. İstediğin kızı alabilrsin” dedi.

Deli Ersegün’ün yüzü bir tipi gibi karıştı:

- Ben beğim ama o da han kızı. Hem de babamı öldürmüş olan bir han kızı...

Urungu her şeyi anlamıştı. Şimdi onun yüzü bir tipi gibi, kasırga gibi olmuştu.

- “Ay Hanım’dan mı bahsediyorsun” diye sordu.

Öteki bağırıyordu:

- Ne sandın ya onbaşı? Kağan kızının karşısında beğlik söker mi? Hem de kılıç kullanan, erleri yenen, öldüren, yaralıyan kağan kızı...

Urungu artık işitmiyordu. Erleri yaralıyan kağan kızından söz açılınca kendi yarasını da hatırlamıştı. Ama bunun, omuzuna saplanan ok yarası mı, yoksa gönlüne saplanan sevgi yarası mı olduğunu ayıramıyordu.

Birdenbire içinin büyük bir acıyla yeniden sızladığını duydu. Bütün acılar karşısında yaptığı gibi dimdik durarak karşısındaki genç beğe baktı ve:

- “Buraya, bana bunları söylemek için mi geldin” diye sordu.
- Hayır Ay Hanım’ı istemek için geldim.

Urungu’nun gözleri dumanlandı:

- Ne diye ona gitmiyorsun da çevrede dolaşan suçsuzlara saldırıyorsun?
- Babamı öldüren kıza gönül vermek alçaklık olmasın diye korkuyorum.
- Baban tuzakta, pusuda değil, savaşta öldürüldü. Kişi çadırda doğar çayırda ölür. Tanrı’nın koyduğu yasaya karşı gelinmez.

Deli Ersegün’ün sinirli yüzü gülümsedi:

- Güzel dedin be onbaşı! Öyleyse bu geceden tezi yok. Gidip isteyelim.
- Git iste!
- Sen benimle gelmez misin?
- Hayır!
- Neden be onbaşı? Bana bunca us verip yol gösterdin. Gelsen iyi olurdu.

Urungu, atını güneye çevirmişti:

- “Bir beğ, bir kağan kızını isterken karabudundan birisi araya giremez” dedi.

***


Gece inerken bozkırda delicesine koşturulan atların nal sesleri göğe yükseliyordu. Genç bir atlı, bahtıyar bir gülümseme ile kuzeye doğru at koştururken, geçkin bir atlı onun tam aksine uçuyor, mesafeleri yırtarak Ötüken’e doğru gidiyor, boyuna mahmuzlanan eşkin atın görülmemiş bir hızla ileriye atılışı gitgide daha korkunç ve daha tehlikeli bir hal alıyordu..
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXVII -


TAÇAM


Taçam, babasının çok yorgun ve bunlu bir yüzle Ötüken’e dönüşünden bir şey anlamamıştı. Nereye gidip geldiğini de bilmiyordu. Kendini bildi bileli babasının üzgün durduğunun farkında idi ama bu seferki haline hiç raslamamıştı. Onbaşı Urungu’da eşi görülmemiş bir bitiklik vardı. Taçam bir şey öğrenmek için ona yaklaşmak istedi. Fakat başaramadı. Buna içi sıkıldı. Sıkıntısını dağıtmak için Ötüken’in bu en güzel günlerinde herkesin yaptığı gibi ormana gidip avlanmak, at koşturmak istedi.

Ötüken ormanlarının en güzel günleriydi. Ötükenliler bu güzel günleri tatmak istiyorlarmış gibi teker teker, yahut üçer beşer geziyorlar, av avlıyorlar, kuş kuşluyorlar, yarışıyorlardı. Kimisi güreşiyor, ötede beride kopuz çalıp eğlenenlere de raslanıyordu.

Taçam kendisini bu güzel havaya, güzel ağaçlara ve eğlencelere kaptırınca iç sıkıntısını unuttu; ormanın sarp yerlerine doğru at sürdü ve birdenbire uzaktan gördüğü bir geyiği yakalamak için hızla oraya saldırdı. Çok çevik olan geyik hem iyi kaçıyor, hem de umulmadık anlarda sağa, sola saparak şaşırtmacalar yapıyordu. Taçam öfkelenmeğe başlamış ve hızını arttırmıştı. Bu hız arttırış iyi olmadı : Aynı çabuklukla bir dönemeci dönerken at koşturan başka birisiyle çarpıştı. Sert bir fırlayışla yere düştü. Başını ağaca vurarak bayıldı.

Kendisine çarpan atlı da yere yıkılmış, sersemlemiş fakat başka bir şey olmamıştı. Hemen doğrularak sırtını bir ağaca yaslıyan bu adam, kocamış Binbaşı Pars’ın küçük oğlu topal Yula idi. Biraz sonra yorga yürüyüşle üç atlı daha gelerek kaza yerinde durdular. Bunlar Binbaşı Parsla büyük oğlu Yüzbaşı Ezgene ve at uşağı Çalkara idi.

Durumu görünce atlarından indiler. Taçam sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Pars, Ezgene’ye :

- “Bak bakalım” dedi, “şu er ölmüş mü?”

gülmez yüzlü Ezgene çömelip elini Taçam’ın yüreğine koyduktan sonra babsına bakarak:

- “Taçam” dedi.

Taçam adını ne Pars, ne de Ezgene işitmemişlerdi. Bakıştılar. Yula açıkladı:

- Onbaşı Urungu’nun oğlu!...

Pars irkildi:

- Urungu’nun oğlu mu?
- Evet.

İş değişiyordu. Fazla düşünmeksizin Çalkara’ya buyruk verdi:

- Tez davran! Çadır, azık, kımız, at getir. Bir de utacı bul. Bu gece burada kalacağız.

Çalkara doludizgin giderken Pars, yaralının yanına eğilerek gözden geçirmeğe koyuldu. Gözleri kapalıydı. Hafif hafif soluyordu. Başındaki yaradan sızan kanlar yüzünde, saçlarında pıhtılaşmıştı. Kocamış binbaşı, onun yüzüne bakarken hayretten düşüyordu. Çünkü vaktiyle Ötüken’den ayrıldığı sıralarda Kür Şad kaç yaşlarında idiyse torunu da şimdi o yaşlarda bulunuyor ve Kür Şad’a Urungu’dan daha çok benziyordu. Pars içinde derin bir acı duyuyordu. Urungu’nun başka oğlu yoktu. Taçam’ın da oğlu olup olmadığını bilmiyor, onu Kür Şad soyunun son eri diye tanıyordu. Şimdi bu son er boşuboşuna bir kaza yüzünden ölürse Kür Şad soyu tükenmiş olacaktı.

Onbaşı Yula, babasının yüzündeki kederi okumakta gecikmedi:

- “Taçam’ı son Çin akınında görmüştüm. Yaman vuruşuyordu. Ölürse yazık olacak” dedi.

Pars, içinden geçen binbir duygu ile küçük oğlunun yüzüne baktı. Yula bu bakıştaki manayı kavramamıştı. Taçam’ın yiğitliğinden babası şüphe ediyor sandı:

- “Çok er kişi olduğunu gözümle gördüm. Böyle bir yiğite yazık olmaz mı” diye sordu.

Pars bunlu sesiyle cevap verdi:

- Bunu yalnız yiğit bir er olarak mı görüyorsun?
- Ya ne diye göreceğim?

Yaşlı binbaşı gözlerini iki oğluna gezdirdikten sonra Taçam’a bakarak:

- “Talih biraz başka türlü gitseydi bu baygın yiğiti belki kağan olarak görecektiniz” dedi.

Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula şöyle bir bakıştılar. Ezgene’nin gülmez yüzü daha bir somurtkan hal aldı. Yula: “Kocamış babam galiba bunadı” diye düşündü. Pars onların bu durumunu görmüyormuş gibi sözünü tamamladı ve bu sözler iki oğlu şaşkınlıktan afallattı:

- Bu yiğit, Kür Şad’ın torunudur.

Ezgene ile Yula’nın dilleri tutulmuştu. Bir şey diyemiyorlar, şakın şaşkın bir Taçam’a, bir babalarına, bir birbirlerine bakıyorlardı.

İlk defa dili çözülen Ezgene oldu:

- Demek Onbaşı Urungu, Kür Şad’ın oğlu?
- Evet!
- Neden bunu saklıyor?

Pars yorgundu. Çok konuşmağa istekli gözükmüyordu.

- Kendisini Çinlilerden kurtarmak için uzun yıllar kim olduğunu gizliyen anasına söz verdiği için...

Yula, bu akla gelmedik iş için babasına bir soru sormaktan kendisini alamadı:

- Taçam bunu biliyor mu?
- Hayır! Kimse bilmiyor...

İki oğul bu işi kendisinin nasıl bildiğini babalarına sormadılar. Sonra, üçü birden yaralıya döndüler ve yeniden yüreğini yokladılar. Şimdi yüreği aşırı bir çabuklukla çarpıyordu.

Taçam yaşıyordu. Başını şiddetle ağaca çarptığı zaman bayılmış, fakat sonra yüreğini dinledikleri zaman ayılır gibi olmuş, hatta bir aralık gözlerini açmış, fakat büyük bir yorgunluk duyduğu için yeniden kapatmıştı. Gözlerini açıp kapadığını ötekiler görmemişti. Taçam, kendisini çadırına götürmelerini söyliyecekti. Korkunç bir şey: Konuşamıyordu. Gözlerini açtığı zaman çevresini görmüş, Pars’ı tanımıştı. Konuşulanları işitiyordu. Fakat dili tutulmuş, bir türlü konuşamıyordu. Kendisini zorladı. Boşuna... O zaman içine yaman bir korku düştü: Konuşamamak! Bu, yıldırıcı bir şeydi. Yeniden kendinden geçer gibi oldu. Fakat konuşamamaktan o kadar ürkmüştü ki sinirleri kamçılanarak ayıldı ve kıpırdarsa bir daha konuşamıyacakmış gibi öylece sessiz, hareketsiz, âdeta soluk almaktan bile çekinerek kaldı.

İşte o zaman binbaşı Parsla oğullarının bütün konuştuklarını işitti ve kendisinin Kür Şad’ın torunu olduğunu sevinç, hayret ve korkuyla öğrendi. Yüreği göğsünü delecek gibi çarpmağa başladı.

***


Çalkara yedeğindeki atlarla ve utacı ile geldiği zaman Taçam hâlâ kıpırdamadan yatıyor, sesleri belli belirsiz bir şekilde işitiyordu. Beyni, öğrendiği büyük hakikatle o kadar doluydu ki herkes kendisine “Kür Şad’ın torunusun” der gibi geliyordu.

Utacı başındaki yaraya kızıl bir em sürüp uğdu. Ağzına birkaç yudum ayran akıttı. Sonra durumun umutsuz olduğunu Pars’a söyledi. Bu haber kocamış binbaşıyı çok sıkmıştı:

- “Bunu mutlaka kurtarmalı” dedi.

Utacı, yaralının göğsüne elini bastırıp yüreğini dinledikten sonra:

- “Bundan ötesine kamlar karışır” diyerek kestirip attı.

Çalkara aldığı buyruk üzerine Taçam’ın üstüne bir çadır kurmuş ve Taçam’ı kalın bir keçenin üzerine yatırmıştı. Öteki çadırda Pars Beğ yatacaktı. Akşam oluyordu. Utacı ile Çalkara yanlarına yedek atlar olduğu halde Ötüken’in en ünlü kamını getirmeğe gidiyorlardı.

Taçam’ın yattığı çadırım kapısı açıktı. Parsla oğulları kapının önünde bağdaş kurarak oturdular. Yaralıyı bekliyerek yemeklerini yediler. Pars yalnız kımız içti ve güneş battıktan sonra içine çöken gariplikle söze başladı:

- Ben Kür Şad’ı tanıdığım zaman o aşağı yukarı Taçam’ın yaşındaydı. Başka hiçbir şey bilmesem bile yalnız yüz benzerlikleri bana her şeyi anlatabilirdi.

Ezgene sordu:

- Başka ne biliyorsun?
- Urungu’nun ok atışını gördükten sonra şüphelenmiş, onu yakından gördükten sonra şüphem büsbütün artmıştı. Belindeki bıçağı görünce hiç şüphem kalmadı.

Ezgene yine sordu:

- Bu bıçakta ne vardı?
- Kür Şad’ın bıçağı idi. Üzerinden Bumun Kağan’ın adı ve damgası kazılı tılsımlı bir bıçak.

Yula sordu:

- Bu tılsım ne tılsımı idi?

Pars’ın gözlerinde bir ışık parlayıp söndü:

- Türkler’in ululuk günlerinde iyice gözüken, bozgun günlerinde silikleşen yazısıyla eşsiz bir bıçaktır. Bütün bunları gördükten sonra Urungu ile konuştum ve ona anasının, yani Kür Şad’ın konçuyun teyzem olduğunu anlattım.
- O ne dedi?
- Çok sevdiği anasına söz verdiği için bunu sır olarak sakladığını söyledi.

Ezgene ve Yula, karabudundan bir erken birdenbire tegin olan yaralıya sevgiyle bakıyorlar ve uzaktan akraba çıktıkları için de ona daha çok acıyorlardı.

Taçam bütün konuşulanları işitiyordu. Başındaki dayanılmaz ağrı arasında, beynine tokmakla vuruluyormuş gibi duyduğu acı içinde bu sözlerin hepsini anlıyordu. Söze karışmak için büyük bir istek duyuyor, çabalıyor, fakat kıpırdıyamayınca bunun bir düş olduğunu sanıyordu. Hem sevinçli hem korkulu bir düş...

Ay doğmuştu. Ötüken’in güzel gecesinde Pars Beğ bir huzursuzluk duyuyor, Taçam ölürse Kür Şad’ın soyu tükeneceği için Türkeli’ne bir kötülük gelecekmiş gibi kara bir düşünceye saplanıyordu. Taçam’ın küçük bir oğlu olduğunu bilmiyordu. Bilse belki bu kadar kötümser olmazdı. Sık sık Ezgene’ye yahut Yula’ya işaret ediyor, onlar da Taçam’ın kalbini dinliyorlar ve çarptığını anlayınca seviniyorlardı.

Epey zaman geçmişti. Uzaktan gelen nal sesleri Çalkara ile kamın yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Pars ayağa kalktı. Oğulları da öyle yaptılar. Kocamış binbaşı birden oğullarına döndü:

- “Size anlattıklarımı kimseye söylemiyeceğinize and verin” dedi.

Yanlarında kılıçları olmıyan Ezgene ile Yula uzun bıçaklarını çekerek ileriye doğru uzattılar. And verdiler:

- Gök girsin, kızıl çıksın!...
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXVIII -

KARAR


Uzun günler geçti. Taçam ölümle boğuştu. Kaç kere yaşamasından umut kesildi. Fakat Taçam ölmedi. Dipdiri kalktı. Eski gücünü buldu. Savaş talimlerine katıldı. Hepsi oldu; yalnız dili açılmadı.

Yorucu bir düşten uyanmış gibiydi. İşittikleri beyninin içine kazılmış, onu şaşkına çevirmişti. Şimdi konuşamıyordu. Konuşup da sanki ne de edecekti? Öğrendiklerinin şaşırtıcı büyüklüğü karşısında konuşmamayı daha iyi buluyor, hatta belki biraz da bunun için konuşamıyordu. Yoksa gücü yerinde olduktan sonra kendisini zorlıyarak yeniden konuşmaya başlamak olmıyacak işlerden değildi.

Yıllarca önce, İlteriş Kağan Türk sancağını yeniden kaldırdığı zaman, kocamış demircinin, Kür Şad’ın oğlu için yaptığı kılıç, sahibi bulunmadığı için kendisine, yani Kür Şad’ın torununa verilmişti. Taçam şimdi kılıcını daha çok seviyor, onu hiç yanından ayırmıyor, babasının yıllardır niçin gülmediğini artık daha iyi anlıyordu.

Kür Şad’ın torunu olmak!... Bu ne büyük bahtıyarlık, ne kutlu bir gerçekti! Taçam, Bozkurt ocağının bir tegini olduğu için değil, Kür Şad’ın torunu olduğu için seviniyor, övünüyordu. Yukarıda mavi gökle aşağıda yağız yer yaratılalı nice kahramanlar gelip geçmişti ama Kür Şad gibisini, şüphesiz, zamanlardan hiçbir zaman ve kişi oğullarından tek bir kişi görmemiş, bilmemişti.

***


Bir gün dolaşıp dururken bir ulak gelerek Bilge Tonyukuk’un kendisini beklediğini söyledi. Birlikte otağa vardılar. Ulak onu içeri sokarak çekilip gitti. Bilge tonyukuk onun başından geçenleri, dilinin tutulmuş olduğunu biliyordu. Onun için tahtadan levhalarla bir Çin fırçası ve boya hazırlatmıştı:

- “Taçam” dedi, “sen Ay Hanım’ın yanında epey kaldın. Onun bir Gök Türk teginine gönül verdiği hakkında bir şey işittin mi?”

Taçam, fırçayı boyaya batırarak tahtaya yazdı:

- İşitmedim.
- Ay Hanım, dedikleri kadar güzel mi?
- Umay kadar, Ayzıt kadar.
- Gök Türk kağanlığı için tehlikeli olabilir mi?

Taçam hayretle Tonyukuk’a baktı. Sonra fırçayı boyaya batırarak yazdı:

- Kağanlıklar bir güzel kızla yıkılmaz.

Tonyukuk gülümsedi:

- Gök Türk teginleriyle beğlerinin gönüllerine girip bizi birbirimize düşürmez mi demek istedin.

Taçam, azimli bir davranışla fırçayı boyaya batırdıktan sonra:

- “Düşüremez!” diye yazdı.

Bilge Tonyukuk’un yanından çıkarken beyninde sanki bir şimşek çaktı ve Ay Hanım’ın gönül verdiği tegini düşündü. Sakın bu?... Sonra kendisini tutarak otağdan ayrıldı ve babasının bütün dirliğini saran kapalılığı açmağa çalıştı. Boşuna... Demek ki uğradığı kaza sayesinde öğrendiklerinden daha çoğunu öğrenemiyecekti.

Tonyukuk, yaptığı soruşturmalarla öğreneceklerini öğrenmiş ve derin derin düşünerek, gündüz oturmayıp gece uyumıyarak kararını vermişti: Dokuz Oğuzlarla çarpışmak gerekiyordu. Bu kararı Kağan’a bildirmek için otağa gittiği zaman:

- “Vardığım sonucu bildirmeğe geldim Kağan’ım” dedi.

İlteriş Kağan, Bilge Tonyukuk gibi yakın bir tehlike görmüyordu. Fakat ona olan güveni dolayısıyla Tonyukuk’un düşüncesini benimsiyordu. Bilge Tonyukuk şimdiye kadar hiç yanılmamıştı. Başkumandanı kendisine:

- “Bütün gücümüz ve hızımızla saldırmalıyız” dediği zaman kağan:
- “En güçlü yağıya gidiliyormuş gibi buyruk vereceğim “ diye mukabele etti.

Sonra, teferruat üzerinde uzun uzadıya konuştular.

İlteriş Kağanla Bilge Tonyukuk’un amaçları Dokuz Oğuz ordusundan çok Ay Hanım’ın kendisiydi. Babası Baz Kağan’ın ölümünden sonra Dokuz Oğuzlar’ı düzene koyan, onları yavaş yavaş çoğaltıp zengin eden genç kız, Gök Türkler için bir tehlike olmağa başlıyordu. Çünkü kağan kızı yalnız bir katun olmakla kalmıyor, gözler kamaştıran güzelliği ile de Gök Türkler arasında yankılar uyandırıyordu. Tonyukuk’un, çaşıtları vasıtası ile öğrendiğine göre şimdiye kadar Gök Türk beğlerinden dokuz tanesi ona evlenme teklif etmişler, fakat kabul görmemişlerdi. Tonyukuk bu dokuz kişiden beşinin adını da öğrenmişti. İçlerinde çocuk denecek yaştaki Ersegün’ün de bulunduğu bu beş kişi o zamandan beri sıkıntılı, üzgün bir hal almıştı. Öteki dört kişinin kimler olduğunu öğrenememişti. İyice incelemek imkânı bulamadığı bir habere göre de Ay Hanım’ın bir Gök Türk tegininde gönlü vardı. Tonyukuk bu söylenti üzerinde iyice düşünüp işi incelemiş, fakat bir sonuca varamamıştı. Çünkü Gök Türkler arasında Kağan’ın iki kardeşiyle iki küçük oğlundan başka tegin yoktu. O halde bu tegin ancak, İlteriş Kağan’ın iki kardeşinden biri olabilirdi. Fakat bu teginler şimdiye kadar Ay Hanım’ı görmedikleri gibi, bu teginin kendisini sakladığı hakkındaki haber de meseleyi büsbütün çapraşık bir hale getiriyordu. Hatta işin asıl garibi, Bilge Tonyukuk, bütün haberlerin kimlerden ve ne zaman alındığını bildiği halde bunu nasıl, kimden, ne zaman öğrendiğini bir türlü kestiremiyordu. Tonyukuk’un içinde bir kuşkulanma vardı: Kendisini gizliyen tegin acaba Gök Türk tahtı için bir iddia da mı bulunacaktı?

Bilge Tonyukukbu düğümü çözemeyince Kağan’a açıp onun buyruğuyla kurultayı topladı. Kağanla Tonyukuk’tan başka yirmi kadar tegin, şad, tarkan ve buyruk beğlerinin katıldığı kurultayı, İlteriş Kağan törenle açtı. Başlıların yükündürüldüğünü, dizlilerin çöktürüldüğünü anlatarak dört bir yandaki yağıların yenilip haraca bağlandığını, ancak Dokuz Oğuzların dört defa yenildikleri halde yine tehlikeli olmağa başladıklarını söyliyerek tehlikenin mahiyeti hakkında açıklamayı Bilge Tonyukuk’a bıraktı.

Bilge Tonyukuk, tehlikeyi söylendi: Ay Hanım!...

Sonra, dokuz tane Gök Türk beğinin evlenme tekliflerini reddetmesinin sebepleri üzerinde onları düşünmeğe çağırdı ve çatık kaşlarla kendisine bakan kurultay üyelerine gizli tegin hakkındaki yarım bilgisini söyliyerek sustu.

Kaşlar büsbütün çatılmıştı. Sürüp giden sessizlik arasında bir beğin:

- “Bilge Tonyukuk! Bu tegin kim olabilir” diye sorduğu işitildi.

Bütün başlar bu soruyu yapana çevrildi ve bakışlar, buyruk beğlerinin son kademelerinde oturan kocamış Binbaşı Pars’ta birleşti.

Tonyukuk şöyle cevap verdi:

- Bunu ben de düşündüm. Fakat kimse için bir karar veremedim.
- Öyleyse kuşkulanman neye dayanıyor?
- Ay Hanım’ın dokuz teklifi redderek bizimle savaşı göze almasına...
- Bunun başka bir sebebi de olamaz mı?
- Olabilir! Ama ben böyle sezinliyorum...

Pars rahatlamıştı. Urungu ve Taçam’ı bilecekler diye sıkılmış, Bilge Tonyukukla onun için tartışmıştı.

Şimdi kurultay savaş için karar verecekti. Beğler birer birer düşüncelerini bildiriyorlardı. Bu bildirmeler uzun sözlerle değil, kısa birer “savaşalım” sözüyle yapılıyordu. Sıra kendisine gelirken Binbaşı Pars vicdani bir uğraşma içindeydi. O, Gök Türk devletinden sonra Kür Şad’ın oğlunu düşünmeğe mecburdu. Şimdi Urungu ile Ay Hanım arasında gizli bir gönül bağının varlığını anlar gibi oluyor ve Bilge Tonyukuk’un her şeyi bilerek, Gök Türk Kağanlığı’nın sarsıntısız yaşaması için bu ikisini fedaya karar verip vermemiş olduğu hakkında, kendi kendine, cevabı güç bir soru soruyordu. Bu ikisinden birinin ölümü ötekinin de ölümü demek olacaktı. Acaba Tonyukuk her şeyi biliyor muydu? Pars yılların verdiği anlama kabiliyetiyle onun yüzüne bakıyor, fakat bu sessiz ve donuk yüzden hiçbir şey öğrenemiyordu.

Urungu’nun Gök Türk Kağanlığı tahtında gözü olmıyan bir bahadır olduğunu başkalarını inandırmak ne güçtü! İnanacak olsalar, Pars bütün bildiklerini açığa vurmağa hazırdı. Fakat hayır! Söylemiyecekti...

İşte sıra kendisine gelmişti. Pars: “Savaşmıyalım” dedi ve bütün gözler kendisine dikilirken açıkladı:

- Ay Hanım’a elçi göndererek bir Gök Türk’le evlenmesini teklif edelim. Hemen o gün kabul cevabı vermezse o zaman yürüyelim!

İlteriş Kağan ayağa kalkmıştı. Onunla birlikte herkes de aynı şeyi yaptı. Kağan:

- “Yarın erkenden çerilerim yürüyüşe geçecek” dedi ve savaşılmaması hakkındaki teklifini kocamışlığına verdiği Pars’a dönerek:
- “Binbaşı! Sen Ötüken’de kal” diye tamamladı.

Beğler, Pars’ın kıpkırmızı olduğunu gördüler. Kocamış binbaşı, kağana doğru üç adım atarak yere diz vurdu:

- “Yüce Kağan! Kocamış kişi olsam bile vaktiyle Kür Şad’ın buyruğunda çarpışmış bir kocayım! Buyruk ver, bu savaşa ben de katılayım. Bu benim son kavgam olsun” dedi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXIX -


GÜNEŞ BATARKEN


Yaşlı Onbaşı Urungu ile çocuk onbaşı Deli Ersegün’ün mangaları yanyana düşmüştü. Ay Hanım’a yaptığı evlenme teklifi reddedildikten sonra Ersegün büsbütün delirmiş, delirmek ne, çılgına dönmüştü. Kanındaki çılgınlığı söndürebilmek için Ay Hanım’ı almaktan başka çare olmadığını biliyordu. Dokuz Oğuzlar’a karşı açılan savaş, içindeki umut ışıklarını parlatmış, çocuk gönlünü sevindirmişti. Gök Türkler arasında bu savaşı onun kadar istiyen yoktu.

Urungu başka türlü düşünüyor, Ay Hanım’a bir kötülük gelmesinden korkuyordu. Ona bir kötülük gelmesindense bunu görmemek için daha önce ölmeği candan arzuluyor, bugün hayatındaki en kıyasıya dövüşü yapacağını anlıyordu.

Urungu ile Ersegün’ün mangaları hem yanyana, hem de en öndeydi. İlteriş Kağanla Bilge Tonyukuk; Dokuz Oğuz, daha doğrusu Ay Hanım işini kökünden bitirmek için on bin kişiyle yürümüşlerdi.

Her şey gizli tutulmuş ve hızla harekete geçilmiş olduğu halde Dokuz Oğuzlar yine tam bir baskına uğratılamamıştı. Son anlarda işi haber alığ hazırlanmışlar, ağırlıklarıyla kadın ve çocuklarını geri çekecek zaman bulamadıkları için bütün azimleriyle bir ölüm dirim savaşını göze almışlardı. Onlar bu kanlı oyuna ancak üç bin kişi sokabiliyorlardı.

***


Vuruş, iki tarafın istek ve düşüncelerindeki keskinlik dolayısıyla pek sert ve hızlı başladı. Önce Türk usulünce çabuk ilerlemeler ve yapmacık kaçmalarla ileri, geri giderek birbirlerini ona tuttular. Sonra, sadaklar boşalınca kargı ve kılıçlara davranarak saldırıp birbirlerine değdiler.

Deli Ersegün, buyruğundaki mangaya kumanda etmeği unutmuştu. Öyle ki, vuruşlarından bazıları Gök Türkler’e değdiği halde aldırmıyor, boyuna ilerliyordu. Çünkü o iyice tasarlamıştı: Ay Hanım’ın otağına varacak; onu diri yaralı veya ölü olarak ele geçirecekti. Ay Hanım ölecekse Ersegün’ün kılıcı ile ölmeliydi.

Urungu da aynı hedefe doğru at salmıştı. Fakat o mangasına buyruk veriyor, vurduğu yeri görüyor, Ay Hanım’ın otağına ulaşmayı da onu tehlikeden korumak için istiyordu.

Ay Hanım’ın karargâhı üç kat üstün Gök Türkler tarafından kaz kanadına alınarak çevrildiği için işin sonunda otağa varılacağı belliydi. İş, oraya başkalarından önce varmakta idi.

Daha ne otağ, ne de Ay Hanım görünmediği halde Dokuz Oğuzlar’ın direnişindeki sertlikte ve gözü peklikten dolayı, savaşı Ay Hanım’ın idare ettiğini Urungu anlamıştı. O, ordusunu yalnız yiğitliği ve aklı ile yürütmüyor, güzelliği ile de heyecanlandırıyordu. Dokuz Oğuz çerilerinin göz kırpmadan ölüme öyle atılışları, ses çıkarmadan öyle bir düşüşleri ve inlemeden öyle bir ölüşleri vardı ki, bunun gizli mânâsını ancak Urungu anlıyabilirdi.

İki taraf bütün maddî ve manevî kuvvetlerini ortaya atarak vuruşuyorlardı. Urungu, bütün mangasını kaybettiği ve yaralı olduğu halde, Ay Hanım’ın otağına yaklaştığı bir sırada atı vuruldu ve kendisini yalın kılıç yerde buldu. Çevresine çabuk bir göz fırlattı ve buradakilerden çoğunun da yaya olduğunu gördü. Atı vurulmamış olanlar da, kağnılar ve ağırlıklarla berkitilmiş olan bu alanda daha iyi vuruşabilmek için atlarından iniyorlardı. Urungu, Dokuz Oğuzlar tarafından zırhlı giyimler içindeki Kadır Bağa’yı tanıdı ve yarım kalmış dövüşü hatırladı. Fakat Ay Hanım’ın otağı yanında bulunuşları ona yarım kalmış dövüşü unutturmakta gecikmedi. O şimdi yalnız Ay Hanım’ı düşünüyordu. Bu düşünceyle kılıcını savurarak Dokuz Oğuzlar’ın üzerine atıldı.

***


Akşam olurken savaşın sonu belli olmuştu: Dokuz Oğuz ordusu parçalanarak üçe ayrılmış, Ay Hanım’ın otağı sarılmış ve Dokuz Oğuzlar’ın çoğu er meydanında can vermişti. Binbaşı Kadır Bağa, yanında kalan son bahadırlarıyla birlikte Ay Hanım’ı müdafaaya çalışıyor, Ay Hanım da elinde yay olduğu halde bu direnişe katılmış bulunuyordu. Dar bir yerde yapılan kanlı ve kırıcı vuruşma herkesi birbirine karıştırmış ve artık düzen, buyruk, sıra kalmamıştı. Binbaşılar, yüzbaşılar, onbaşılar ve erler yanyana ve kendi başlarına vuruşuyorlardı.

Yüzbaşı Börü de otağa yaklaşanlar arasında idi. Kan ter içinde olduğu halde çarpışıyor, Gök Türk Kağanlığı’nın amacı olan Ay Hanım’ı tutsak etmek şerefini kendisi kazanmak için atılganlığın son kertesine vararak savaşıyordu. Bir aralık kendisini zırhlı bir Dokuz Oğuz beğinin karşısında buldu. Büyük bir yiğitlikle vuruşan bu beğ, Kadır Bağa idi. İki bahadır karşı karşıya idiler. Bir an bile durmadan birer adım attılar ve aradaki açıklığı kapatarak görülmemiş bir sertlikte kılıçlaşmağa başladılar. Kadır Bağa zırhlı olduğu için kılıç değmelerinden çekinmiyor, ümitsiz saldırışlarla bütün Gök Türkler’e meydan okuyordu.

Otağın önündeki alan gitgide daralıyor. Dokuz Oğuzlar’ı, birer birer deviren, kendilerini de birer birer deviren Gök Türkler, Ay Hanım’ın otağının kapısına durmaksızın yaklaşıyorlardı. Bu daracık yerde şimdi Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula da bulunuyor, biraz daha geride Taçam ve Binbaşı Pars göze çarpıyordu. Deli Ersegün savaş naraları atıyor, otağa varmak için karşısındakileri bırakarak sağa sola seğirtiyor, fakat Dokuz Oğuzlar ardını bırakmayınca ister istemez dönerek yine tutuşuyordu.

Güneş batarken Kadır Bağa otağa girdi. Loş bir görünüşle kanlı bir sahnenin birleştiği otağda okların uçmasından doğan vınlayışlar havayı titretirken üç kişinin birbirine girerek boğuştukları, kılıç ve bıçakların parladığı görüldü. Üçü birden yuvarlandıktan sonra biri sendeliyerek ayağa kalktı ve kapıdan dışarı fırladı.

Dışarda son boğuşmalar oluyordu. Kocamış binbaşı Pars ayakta, atını yelesine dayanmış, duruyordu. Yaralı değildi. Fakat bu yaşta yaptığı dövüş onu yormuş, yıpratmıştı. Gücü kesilmiş, soluyordu. Karşısında büyük oğlu Ezgene kan içinde duruyor, üzgün gözlerle babasına bakıyordu.

***


Urungu, karşısında dövüşecek kimse kalmadığını görünce hızla otağa koştu. Adımını atar atmaz, karanlıkta bir şey görmediği için bir an durdu. Sonra yerde bir kıpırdanma görerek kılıcına davranarak oraya baktı: Bir ağır yaralıydı. yAnında birisi daha yatıyordu. Urungu bakışlarını keskinleştirince tanıdı ve :

- “Sen misin Kadır Bağa” diye sordu.

Kadır Bağa gülümsedi:

- “Yazık! Seninle dövüşümüzü yapamadan öleceğim” dedi ve yanında yatanı göstererek Urungu’nun içini sızlattı:
- Bu da sizden...

Artık gözleri loşluğa alışan Urungu gösterilen yere bakınca bir Gök Türk’ün yattığını gördü ve andası Yüzbaşı Börü’yü tanıdı. Börü Beğ er meydanında, bir daha kalkmamak üzere düşmüştü.

Urungu irkilerek bir adım attı:

- Kadır Bağa! Ay Hanım nerede?

Bu sert seste yalvaran bir eda vardı. Ölüm halinde olan Dokuz Oğuz beği hıçkırdı:

- Ay Hanım Uçmağa vardı. Onu siz öldürdünüz!

Bunu söyliyerek eliyle otağın bir köşesini gösterdi.

Artık karanlığa iyice alışmış olan Urungu başını kaldırdı ve ölülerle dolu otağın içinde Ay Hanım’ı tanıdı. Göğsünde bir ok olduğu halde yatıyordu. Her zamankinden daha güzeldi. Konuşulanları işitiyor, hâttâ gönülden geçenleri anlıyormuş gibi bir hali vardı.

Urungu’nun kılıcı elinden düşmüştü. İnanamıyor gibi, düş görüyor gibi bu sevgili ölüye bakıyordu. Birden canlandı. Sadağını çıkararak yere attı ve Ay Hanım’ın yanına gelerek diz çöktü.

- “Ay Hanım! Ay Hanım” diye seslendi. İşte o zaman öldüğüne inanarak derin bir ah çekti. Sonra incitmekten çekinerek onu kucağın aldı ve otağın kapısına yöneldi. Kadır Bağa hâlâ ağlıyordu:
- “Onu yalnız bırakma. Hep seni beklemişti” dedi ve hıçkırıklar arasında öldü.

Urungu artık beyninin saplandığı tek düşünceden başka bir şey düşünmüyordu. Kolları arasında kağan kızı olduğu halde otağdan çıktı. Dumanlı gözlerle çevresine şöyle bir baktı. Uzakta Deli Ersegün bir Dokuz Oğuzla vuruşuyor, daha yakında da oğlu Taçam başka bir Dokuz Oğuzla boğuşuyordu. Otağ kapısının hemen yanında ise Binbaşı Pars’la yüzbaşı Ezgene karşı karşıya duruyorlardı.

Üzgündüler. Çünkü Ay Hanım’ı Yüzbaşı Ezgene öldürmüştü.

Otağın içinde son vuruşma yapılırken üstüste oklarla arkadaşlarının devrildiği gören Ezgene sadağa el atarak okların geldiği yana bir ok da kendi fırlatmış, fakat okunu fırlattıktan sonra kimi vurduğunun farkına varmıştı. Okunu atarken çevresini görecek durumda değildi. Çünkü Kadır Bağa, tek başına hepsini temizliyecek bir sertlikte dövüşüyordu. O zaman Börü ile birlikte onun üzerine atılmışlar, birbirlerini bıçaklamışlar ve bu kanlı oyundan yalnız kendisi sağ çıkmıştı.

Ezgene bunları babasına anlatırken onun kendisini avundurmasını bekliyordu. Fakat Pars avutmuyor, bilâkis her şeye rağmen okunu attığı yeri görmesi gerektiğini söylüyordu. Vurduğu kız hem Ay Hanım, hem de akrabaları idi.

Onlar böyle konuşarak üzüntü içinde kıvranırlarken Urungu’nun, kağan kızını kucağına almış olduğu halde çıktığını görerek sustular. Kür Şad’ın oğlu karşılarına dikilerek:

- “Pars Beğ! Belimdeki bıçağı kemeriyle birlikte alır mısın” dedi

Binbaşı bir şey demeden onun isteğini yaptı. Urungu, uzakta boğuşan Taçam’ı göstererek:

- “Bıçağı Taçam’a, o ölürse Taçam’ın oğluna ver” dedi sonra alandaki sahipsiz atlardan birine , sol kolunda Ay Hanım olduğu halde atlıyarak batıya doğru sürdü.

Yeryüzünün güneşi ufuklarda batarken Urungu’nun gönlündeki Ay da, bir daha doğmamak üzere, batmıştı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXX -


YARIŞ


Savaş bitmiş, Dokuz Oğuzlar yenilmişti. Ayın on beşi yavaş yavaş yükseliyordu. Taçam yaralı ve yorgun argın, sendeliyerek Binbaşı Pars’a yaklaşırken, o oğlu Ezgene’ye buyruk veriyordu:

- Bu gidişi beğenmiyorum. Yula’yı bulup ardına düş. Mümkünse onu geri çevirin!

Taçam bu sözleri işitmiş ve bir önsezi ile kuşkulanmıştı. Binbaşının karşında durarak soran gözlerle ona bakıyordu. Dili hâlâ açılmamıştı. Pars, Urungu’nun kendisine verdiği bıçağı uzatarak:

- “Baban sana vermemi söyledi” dedi.

Taçam bıçağı alırken gözleri hayretle açılmıştı. Bu da ne demekti? Kocamış binbaşı onun sorarak bakan gözlerini görünce merakını giderdi:

- Urungu gitti.

Taçam bununla kanmış değildi. Eliyle bir işaret yaparak nereye gittiğini sormak istedi ve binbaşını batıyı göstermesi üzerine gözlerini oraya çevirerek derin derin baktıktan sonra yüzü bir tuhaflaşmıştı.

Bu sırada bir kasırga halinde Deli Ersegün’ün geldiği görüldü. Ay Hanım’ın otağını ve çevreyi arayıp bulamadıktan sonra Parsla Taçam’ı görerek gelmiş, onlara kağan kızını soruyordu:

- Binbaşı Pars! Tez söyle, Ay Hnaım neredE?

Binbaşının sesi titriyordu:

- Ay Hanım Uçmağa verdı!

Çocuk onbaşı bağırdı:

- Öldü mü? Ölüsü nerede?
- Urungu götürdü.

Bunu söyliyerek batıyı işaret ediyordu. Ersegün yeniden çıldırmıştı. Taçam’ın omuzunu tutarak sarsıyordu:

- Batıda ne işler var? Söylesene.... Baban Ay Hanım’ı nereye götürüyor?... Niçin götürüyor?...

Ay ışığı altında Taçam’ın yüzü korkunç bir ıztırap anlatıyor, bir yandan babasının bıraktığı bıçağa, bir yandan da batıya bakıyordu. Bir şey söylemek istediği belli oluyordu.

Ersegün onu yeniden sarsarak bağırdı:

- Nereye gidiyor?

O zaman bir şey oldu: Artık bir daha konuşamıyacağı sanılan Taçam’ın korkunç, gür bir sesle, boğazlanan bir insan gibi haykırdığı işitildi:

- Ölüm Uçurumu’na gidiyor!...

Bu sözler ortalığı bir anda allak bullak etti...

***


Ayın on beşi bozkıra ilâhî ışıklarını Tanrı’nın rahmeti gibi saçarken bu sonsuz genişlikte kimsenin tahmin edemiyeceği korkunç bir yarış yapılıyordu:

Elli yıla yakın sert bir yaşayıştan, görülmedik çilelerden sonra; sevdiği, Tanrılar kadar güzel Ay Hanım’ın ancak ölüsüne kavuşan Urungu; kahraman ve ebedî Kür Şad’ın oğlu, kucağında sevgilisi olduğu halde batıya doğru mesafeleri aşıyordu.

Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula, Pars’ın iki yiğit oğlu babalarından aldıkları buyruk üzerine yanyana, atbaşı beraber oldukları halde yıldırım gibi uçuyorlardı.

Bütün duygularında olduğu gibi sevgisinde de çılgın olan Deli Ersegün, vaktiyle babasının öldürdüğü ve kendisini yendiği için kinle karışık bir duyguyla sevdiği Ay Hanım’ın artık ölmüş olması dolayısıyla, şimdi kinden sıyrılan, yalnız aşktan ibaret kalan bir gönül bağının verdiği hızla, çocuk kalbinin delişmen ateşiyle yanarak at koşturuyordu.

Duyduğu büyük ızdırapla dili açılan Taçam, babasının hayattaki yenilmez kederi anlamış olarak, onun nereye gittiğini bilerek, bunu önlemek istiyerek yarışıyordu.

Sonsuz bozkırda, ayın ilâhî ışıkları arasında batıya doğru uçanlar yalnız bunlar değildi.

Kocamış Binbaşı Pars da aynı hızla at sürüyor, yorgun ve yıpranöış gövdesinin ne kadar dayanacağını düşünmeden olgunlar, gençler ve çocuklarla birlikte yıldırım gibi gidiyordu.

Uzun bir koşudan sonra, arkadan gelenler aynı hizaya vardılar. Sağda Pars, onun solunda Taçam, Taçam’ın solunda Deli Ersegün bulunuyor, en solda da iki kardeş Ezgene ile Yula koşuyorlardı.

Ayın ışıklarıyla aydınlanan bozkırda ilerisini görüyorlar, önlerinde, belki de ufka yakın bir yerde başka bir atlının doludizgin gittiğini seçiyorlardı. Bu atlı, Onbaşı Urungu idi. Ay Hanım’ın başını göğsüne dayamış ve sol koluyla iyice kavramış olduğu halde, sağ eli dizginde, gözleri ileride, gidiyordu.

Nereye gidiyor değil, nasıl gidiyordu? Bu, sözle anlatılacak bir gidiş değildi. Ara sıra, gözlerini ufuktan çevirip Ay Hanım’a bakıyor, o zaman onu sevgi ve şefkatle daha çok sıkarak içinin sızladığını duyuyordu. Bu bakışlarda her şey, her şey vardı.

Onu kovalıyan beş kişi atlarının üzerinde sert bakışlı birer taş gibiydiler. Binbaşı Pars, Kür Şad’ın oğlunu ölüm yolundan çevirmek için, yıllarca öncei Kara Kağan ordusunun onbaşısı iken yaptığı en baş döndürücü koşulara benziyen bir hızla gidiyordu. Atının nal seslerine kendi yüreğinin çarpıntısı da karışıyor gibiydi.

Taçam, artık Kür Şad’ın torunu olduğunu bilen Taçam, babasının verdiği korkunç kararı önlemek için yarışıyor, kovalanan atlıya herkesten önce varmak kendi hakkı olduğu halde öteki dört kişiyi bir türlü geçemediği için öfkeleniyor, kızıyordu.

Onbaşı Deli Ersegün, çılgın gibi sevdiği kızı hiç olmazsa bir defa daha görebilmek, onu kaçırandan bunun hesabını sormak için şuurunu kaybetmiş bir halde at koşturuyor, yanındaki dört kişiden kurtulup Ay Hanım’a yetişmek istiyordu.

Yüzbaşı Ezgene’nin bütün ömründe bir kere bile gülmemiş olan yüzü bir iç acısının, Ay Hanım’ı öldürmekten doğan gizli ve kaynağı anlaşılmaz bir acının baskısıyla büsbütün asılmış olarak ileriye dikilmişti. Urungu ile Ay Hanım’a yetişirse bu acıyı atacakmış gibi garip bir inancın verdiği hızla yırtınırcasına at sürüyordu.

Topal Onbaşı Yula ise babasının buyruğunu yerine getirmek ve akrabası Ay Hanım’ı son bir defa daha görmek için dizgin boşaltıyor, yarışanlar arasında en sağlam, yarasız kendisi olduğu halde yine onlarla aynı hizada bulunmanın, onları geçememenin verdiği hırsla yarışıyordu.

Urungu, kendisiyle birlikte Ay Hanım’ı da taşıyan bir atın üzerinde olduğu için arkadakiler yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. Atlar yorulmuş, sırsıklam ve ağızları köpüklenmiş olduğu halde hızlarından bir şey kaybetmeden hâlâ aynı hizada koşuyorlardı.

Ay yükselmiş, göğün tâ tepesine gelmişti. Bozkırlıların keskin gözleri önlerindeki atın binicisiyle kucağındaki ölünün gölgesi artık seçilebiliyordu. Fakat o ardına bir kere bile bakmadan, belki kovalandığını dahi bilmeden batıya doğru yol almakta devam ediyordu. Bağrına bastırdığı sevgilisi sanki ölmemişte yaralıymış gibi atın üzerinde onu en iyi şekilde tutuyor, gönlünden gelerek kollarına giden gücünün verimiyle onu kavrıyarak meçhule doğru akıyordu. Ay Hanım’ı tutuşunda yalnız sevgi ve şefkat değil, büyük bir saygı da vardı ve muhakkak ki, ölmüş olmasına rağmen kağan kızı bunu duyuyordu.

Sonsuz bozkır.... Ayın ilâhî ışıkları ve atların ahenkli nal sesi...

***


Ay doğarken başlayıp tepeye gelinceye kadar süren bu yarış ne korkunç bir yarıştı! Yarışanların beyinlerinden ve gönüllerinden geçenlerle yarışmanın yırtıcılığı onu böyle korkunç yapıyordu. Yoksa yarım gece süren bu yarışa dayanmanın imkânı olur muydu?

Şimdi Urungu ile ötükenlilerin arasında iki yüz adım vardı. Fakat geriden gelen beş kişi bu aralığı artık kapatamıyorlardı. Çünkü, kucağında sevgilisi olduğu halde Ay Hanım’ın otağından çıktığı zaman Urungu’nun atladığı sahipsiz at, Ay Hanım’ın atıydı. O da sahibini son defa taşıdığını sezmiş gibi bir davranışla iki kişiyi birden götürüyor, kovalandığını anlıyor, kovalıyanları yaklaştırmıyordu.

Urungu bir defa daha Ay Hanım’ın yüzüne baktı ve bu sefer gözleri orada takılı kaldı. Bu ilâhî yüze bakan gözler yaşlıydı. Yaşlı gözlerini göğe kaldırarak Tanrı ile konuşuyormuş gibi:

- “Bozkurtlar dirilirken Ay Hanım da yaşasaydı ne olurdu” diye fısıldadı.

Sonra görülmedik bir şeye takılan gözlerin mânâlı ışıltısı ile ileriye bakarak atını mahmuzladı. At son bir atılışla fırlarken Ay Hanım’ı deminkinden daha sıkıca kendine doğru çekti. Dudaklarını hiçbir zamanın görmediği, hiçbir çağın göremeyeceği o ilâhî yüze değdirerek öptü ve hâlâ sıcak olan mehtap kadar, güneş kadar güzel olan yüzden ayırmadan, bir an içinde bütün mazisini yıldırım hızıyla hatırlayıp “hoşça kal Ötüken” diye düşündükten sonra kendisini boşluğa bıraktı…

***


Gözleri Urungu’nun üzerinde birleşmiş olarak iki yüz adım geriden gelen beş kişi birdenbire Urungu’nun yok olduğunu gördüler ve hemen arkasından bir atın korkunç, tüyler ürpertici, kulak tırmalayıcı kişnemesiyle zınk diye durdular. Bu duruşu, aynı hizada koşan beş kişinin beş atı, binicilerinden kumanda almadan, boşluğa fırlıyan atın göklere yükselen kişnemesini duyarak yapmışlardı.

Dört tanesi korkulu gözlerle ileriye bakarken, Yüzbaşı Ezgene yaman bir titreme ile elini yüzüne kapıyarak başını eğdi ve hemen arkasından Taçam’ın dudaklarından bir ağıt gibi:

- “Ölüm Uçurumu” kelimeleri döküldü.

Urungu, bağrında sevgilisi olduğu halde kendisini Ölüm Uçurumu’na fırlatmış, hayatta kavuşamadığı Ay Hanım’a, zamanı ve mesafeleri aşarak ölümde, bir daha ayrılmamak üzere, kavuşmuştu.

Taçam’ın “Ölüm Uçurumu” diye âdeta inlemesi Deli Ersegün’ün beynine inmiş bir yıldırım gibiydi. Çok çevik bir hareketle atından atlıyarak uçuruma doğru koşmağa başladı. Ötekiler ona yetişmek için atlarını sürmek istediler. Boşuna… Atlar artık itaat etmiyor, bir adım ileri gitmiyordu. O zaman dördü de atlayıp Ersegün’ün ardından seğirttiler. Uçurumun kıyısında deli onbaşı sağa sola koşuyor, “Ay Hanım! Ay Hanım” diye bağırıyordu. Sonra birden çılgınlığı artarak yere yattı ve başını uçurumdan aşağı uzatarak:

- “Hey!... Onbaşı Urungu!... Ya onu geri getir, yahut vaktinde hazır ol” diye haykırmağa başladı. Uçurumun dibinden esrarlı sesler geliyor, bu sesler bir at kişnemesine, bir türküye, bir suyun akışına, bir kılıç şakırtısına, her şeye benziyordu.

Ersegün Taçam’ın karşısına dikildi. Gözlerinin içine bakarak:

- “Ay Hanım’ı senin baban kaçırdı” diye haykırdı.

Elini kılıcına atmıştı. Deli çocuğun şakası yoktu. Bir anda kılıç çekip Taçam’ı deşebilirdi. Bunu bildikleri için ötekiler de kılıçlarını kavramışlardı. Fakat çekmeğe lüzum kalmadı. Birdenbire içlerinden birinin derin bir ah çekerek ve göğsünü tutarak çöktüğü görüldü. Bu, kocamış Binbaşı Pars’tı. Onun, yılların çarpıntısıyla yorulan yüreği bu yıpratıcı, bitirici koşuya ve Kür Şad’ın oğluyla, Baz Kağan’ın kızının kucak kucağa Ölüm Uçurumu’ndan aşağı atılmalarına dayanamamıştı.

Düştüğünü görünce Ersegün’den başlakarı ona doğru davrandılar. Yüzbaşı Ezgene, babsının başını kaldırarak koluna yasladı. Pars geniş geniş soluyor, sol eliyle yüreğini bastırıyordu. Gözlerini zorla açık tutarak:

- “Ölüm Uçurumu her yıl bir erkekle bir kadını alır. Bu onun değişmez yasasıdır” dedi.

Benzinin sarardığı mehtabın altında bile belliydi. Bir fenalık geçiriyordu. Gülümsemeğe çalışarak:

- “Onbaşı! Büyük acı çektin. Ama dirlikte çekeceğin acılar bu kadarla kalmıyacak, bunu bil!” dedi. Sonra başını göğe doğru kaldırdı. Gitgide ağırlaşan ve yavaşlıyan bir sesle ilâve etti:
- Bazan yanlış bir hareket büyük sonuçlar doğurabilir ve hayatın akışını tatamiyle tersine çevirir. Ondan sonra da ölüme kadar yanıp yakılmak fayda etmez…

Ezgene bu sözleri işitince dişlerini sıktı. Gözlerini kapıyarak başını hafifçe salladı.

Birdenbire Pars’ın uzun bir soluk aldığı ve titrediği görüldü. Başı, oğlunun kolunda sola düşüp kaldı. Binbaşı ölmüştü.

Yula ona doğru bir adım attı. Sonra durarak taş gibi hareketsiz kaldı. O zaman Ezgene babasının başını yavaşça toprağa bırakarak ayağa kalktı.

Biraz önce hızla nal sesleriyle çınlıyan sonsuz bozkırda şimdi bir ölüm sessizliği vardı. Yalnız gökte ayın ilâhî ışıkları Tanrı’nın rahmeti gibi serpiliyor, toprağı ve gönülleri nura boğuyordu.

Yüzbaşı Ezgene, büyük bir yükün altında ezilmiş, fakat dik kalmağa azmetmiş yiğit bir insan haliyle ötekilere bakarak:

- “Kutlu ölülerimizi selâmlıyalım” dedi.

Uçuruma döndüler.

Şimdi oradan hafif bir ses geliyordu. Ürperdiler. Bu ses Ötüken’de çok söylenen bir deyişe benziyordu:

Ayın bahtı karanlık,
Urungu’nun karadır…

Sonra hafif bir su sesi işittiler.

Dördü birden kılıçlarını çekerek uçurumun derinliklerinde kaybolan Ay Hanım’la Urungu’yu selâmladılar ve kılıçlarını eğdiler.

Geri döndüler. Binbaşı Pars için de selâm durduktan sonra kılıçlarını kına soktular.

Uçurumundan hafif bir mırıltı, bir türkü sesi geliyordu. Dört Gök Türk, gözlerini Pars’tan kaldırıp bakıştılar. Dördünün de gözleri yaşlıydı…

SON

15 Nisan 1949

Maltepe

 
Üst