Yazı masasının önünde oturarak bu masalı okuyan kadın gözlerini kaldırdı. Büyük odada muttarid adımlarla gezerek Uygur masalını dinleyen erkeğe sordu:
- Nasıl buldun? Beğendin mi?
Bol ışıkla aydınlanan odada bütün duvar kitap raflarıyla doluydu. Küçük bir masanın üzerindeki saat,vaktin gece yarısına yaklaştığını gösteriyor,saatin yanında keskin bir içkiyle dolu sürahi, bir de kadeh bulunuyordu. Erkek, doldurduğu kadehi içtikten sonra istihfaf edici bir yüzle: ‘’Masal’’ diye bir cevap verdi.
Biraz kırılmış gibi olan, fakat hiçbir şey belli etmeyen kadın tekrar sordu:
- Evet, masal… Dokuzuncu asırda, en geç onuncu asrın başında yazılmış bir masal … Fakat sen bunda edebi bir taraf, edebi bir unsur bulmuyor musun?
Erkek bu sefer istihfafı istihzaya çevirdi:
- Edebi taraf, bedii unsur gibi yüksek kıymetlere akıl erdiremem. Bir değeri varsa anlat da öğrenelim…
- O halde tercüme hakkındaki fikrini söyle…
Erkek yürümekte olduğu sert bir hareketle durdu:
- Tercüme mi? Dedi. Bunun Uygur masalı olduğunu söylemiştin. Uygurca dediğin dil Türkçe değil mi?
Kadın zoraki bir sükunetle cevap verdi:
-Uygurca şüphesiz Türkçedir. Fakat bugün konuştuğumuz Türkçeye benzemez. Sana okuduğum masal Uygurca metnin bugünkü Türkçeye tercümesidir. Tercümeyi başarıp başaramadığım hakkında fikrini öğrenmek istemiştim de…
Erkek, bir kadeh daha içtikten sonra ciddi mi, alay mı olduğunu anlaşılmayan bir eda ile:
- Fena değil, dedi. Fakat hiçbir tercüme, aslında güzelliği muhafaza edemez. Eğer aslında bir güzellik varsa… Ve kadının cevap vermesinden önce davranarak ilave etti:
- Benim bu gibi meseleler üzerinde fikir yürütmem şüphesiz haddimi bilmemek oluyor. Çünkü romanların ne zaman değerli sayılacağı hakkında en iptidai bilgiye bile malik değilim.
Kadın ağır ve ciddi bir tavırla onun sözünü kesti:
- Roman değil. Masal…
Beriki çok acı bir gülümseyişle cevap verdi:
- Öyle mi? Romanla masalı aynı şey sandığım için özür dilerim. Demek ki aralarında mühim farklar varmış…
Kadının yüzüne dikkatle bakarak bir kadeh daha içti:
- Fakat ne çıkar? Ben kayısı ile zerdaliyi de birbirine karıştırırım. Benim bu büyük hatam yüzünden insanlığa zarar erişmedikten sonra…
Kadın biraz daha ciddileşti:
- Senin için değeri olmayan bu masalların da erbabı yanında ehemmiyeti vardır. Sen kayısı ile zerdaliyi birbirine karıştırırsın ama manav karıştırmaz.
- Şu halde manav da benden üstün bir şahsiyetmiş demek…
Bunu söyleyerek bir kadeh daha doldurdu. Kadına doğru uzatarak gayet ciddi bir tavırla:
- Benden üstün ve zeki olan manavların şerefine dedi ve bir dikişte bitirdiği kadehi oldukça sert bir vuruşla masaya koyarak odadaki gezinmesine devam etti. Bir müddet birbirlerine hiç bakmadılar. Sonra erkek, masanın önünde durarak:
- Rica ederim, bana bu masalın değeri hakkında birkaç söz söyler misin? Dedi. Kadın hiçbir kırgınlık eseri göstermedi:
- Bir kere bu masal hemen hemen tam olarak ele geçmiş bir Uygur metnidir. Yalnız başında bir iki satır eksik. Sonra dil bakımından Uygurca’nın yabancı tesirlere maruz kalmamış bir örneğidir. Mühim bir hususiyet de hem Budizm, hem maniheizm hem de şamanizmin izlerini aynı zamanda taşımasıdır. Bir de mazhariyeti var. Bir Türk tarafından bulunan ilk Uygurca parçadır.
Erkek kayıtsızlıkla sordu:
- Bundan öncekiler kimin tarafından bulunmuştu?
- Bilhassa Almanlar tarafından… Fakat onların bulup neşrettikleri parçalar sırf dini mahiyette idi. Bunda da dini izler bulunmasına rağmen görüyorsun ki, daha ziyade ladini mahiyettedir ve ahlaki bir gaye ile yazılmıştır.
- Ne gibi?
- Eserin tezi fenalığın ceza görmesi üzerine oturtulmuştur. Bundan başka…
Erkek onun sözünü kesti:
- Evet ama ahlaki bir ders vermek için de bir aşk efsanesi uydurmuştur. Bu kadar olmayacak bir aşkı masala temel yapmak bana pek iptidai bir düşünce gibi geliyor. Hem de bir adamın kıyamet kopuncaya kadar ıztırap çekmesi… Öldükten sonra da ıztırap çekmesi… Bunlar ne şahane yalanlar… Hele o kadın… O ışık bakışlı kadın… Neydi onun adı?
- Açığma-Kün.
- Evet,Açığma-Kün… O ne biçim kadın öyle? Gerçekte böyle bir kadının, bu derece kudretli bir kadının bulunmasına imkan var mı? Bu kadar uydurma bir araya gelince onu çöp tenekesine atmak icab ederken siz tutuyor, edebi değerinden bahsederek göklere çıkarıyorsunuz. İnsanların beynini safsatalarla doldurmak bence yanlış bir harekettir…
Çok sert bir tavırla söylenen bu sözlere kadın yine kızmadı. Aynı sakin haliyle cevap verdi:
- Edebiyat, hakikatlerin hayalle süslenmesidir. Bütün masallar ve destanlar gibi bunun da eski bir hakikatı saklamış olması muhtemeldir…
Erkek bu sefer hakikaten ilgilendi:
- Sahi mi söylüyorsun? Bu uydurmanın neresinde bir hakikat gizli acaba?
Kadın gülümsedi:
- Masal en geç onuncu asrın başlarında yazıldığına ve anlattığı vakadan beri bin yıl geçtiğini bildirdiğine göre çok eski zaman ait bir aşk hikayesini bize kadar getiriyor demekti. Yazıldığı tarihten önceki bin yılı hakikat diye kabul edersek, aşağı yukarı milat yıllarında cereyan etmiş bir hadisenin edebiyatla mübalegalanmış şekli karşısındayız.
- Bu kadar mübaleganın arasındaki hakikat kırıntılarını hangi teleskopla görüp keşfedeceğiz?
- Teleskopa ihtiyacımız yok. Yalnız akıl ve ilim adesesiyle bakacağız. Masalın ihtiva ettiği Şamanizm unsurları da, onuncu asırdan önceki bir zamana ait olduğunu ispat eder. Çünkü onuncu asır Uygurları arasında artık Şamanizm yaşamıyordu. Masal kahramanının yüzbaşı olması da çok eski bir devrin, belki Hunlar çağının izlerini saklıyor. Ağızdan ağza nakil onulurken çok değiştiği muhakkak olan ve Budist Uygurlar arasında kitaba geçirildiği zaman Budizm karakteri verilen masalda, her şeye rağmen, şamanizmin ve çok eski devirlerin hatıraları, kırıntıları kalmıştır ki, bunlar sayesinde ait olduğu devri anlamak,biraz hata ile kabil oluyor.