Hüseyin Nihal Atsız-Ruh Adam

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
1. BÖLÜM

Kamlançu ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yer yüzü gözüne karanlık oldu. Ona yaklaşıp şöyle dedi: ‘Yüzün aya benziyor. Kaşın yaya benziyor. Gözlerin yeşil alası. Saçların arslan yelesi. Yürüyüşün turna gibi. Salınışın suna gibi. Hangi yerden, kaynaktansın? Hangi boydan, oymaktansın?

Parlak bakışlı, ay yüzlü kız bir şey söylemedi. Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay’a baktı. Bu bakışla onun kanını kaynattı. Yüreğini oynattı. İçine od düştü. Yer yüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: ‘Bakışların ışık mı? Saçların sarmaşık mı? Yıldız mısın, güneş mi? Alev misin, ateş mi? Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her bir yanın. Söyle, nedir senin adın, sanın?

Parlak bakışlı, ay yüzlü kız bir şey söylemedi. Gülümseyerek Burkay’a baktı. Bu bakışla onun aklını başından aldı. Yüreğini derde saldı. İçine od düştü. Yer yüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: ‘Beni niçin üzüyorsun? Gözlerini süzüyorsun. Kirpiklerin paralıyor. Bakışların yaralıyor. Rengin sanki çiçekten. Bilmem hangi çiçekten? İster darıl, ister kız. Tek adını söyle kız!

Parlak bakışlı, ay yüzlü kız gözlerini Burkay’ın gözlerine dikti. Kayalardan dökülen suların, kırlarda esen rüzgarın, ormanda öten kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi: ‘Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım. Nice erin yüreğinde saklı sızıyım. Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür. Bilen bilir; adım,sanım: Açığma-Kün’dür. Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belam çoktur, görünmeden dokunur sana…

Burkay’ın yüreğine od düştü. Yer yüzü gözüne karanlık oldu. İyi yürekli kişi idi. Tanrı’ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapıncağa gidip Tanrı’ya yalvardı. ‘Tanrım! Yüreğimdeki odu söndür’ dedi.

Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti. Her gidişte Açığma-Kün’ü orada gördü. Her gidişte içindeki ateş yalazlandı. Her dönüşte tapıncakta Tanrı’ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam ağacının yanına gitmemeye karar verdi. Fakat güneşin her yeni doğuşunda kızın hasretine dayanamadı. Verdiği kararı unutup çam ağacının yanına geldi. Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip kendinden geçti.

Kırk birinci gün çam ağacının yanına gelince kızı bulamadı. Gözleri bulandı. Yüreği yandı. İçi sıkıntıyla doldu. Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-Kün gelmeyince onu çam ağacına sordu. Ağaç ah edip ağladı. ‘Onu ben de bekliyorum. Artık gelip bana yaslanmayacak’ dedi.. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir akdoğan ah edip ağladı. ‘Onu ben de bekliyorum. Artık gelip beni koluna almayacak’ dedi. Kanatları çırpmaz olup otlara düştü, öldü. Yeşil otlara sordu. Otlar ah edip ağladılar. ‘Onu biz de bekliyoruz. Artık gelip bizi çiğnemeyecek’’ dediler. Yanıp duman oldular.

Burkay bezginleşip yerine ,yurduna döndü. Açığma-Kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Tapıncağa gidip yalvardı, olmadı. Ekşi kımız içip esridi, kar etmedi. Tatlı şarap içip kendinden geçti, fayda vermedi. Kağan savaş açınca o da katıldı. Ölmek için atına zırhsız bindi. Oklar sağından solundan uçtu; biri değmedi. Kalkansız, tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından,solundan geçti; biri vurmadı.

Yine yurduna döndü. Açığma-Kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı. Hasta olup yatağa düştü. Burkay’ın iyi yürekli bir evdeşi vardı. Erkeği iyi olsun diye okuyucular, bakıcılar, kamlar, bakşılar getirtti. Hiçbir ilaç, dua, hiçbir büyü fayda vermedi.. Günden güne eridi, soldu, bitti. Ölecek hale geldi. Bir gece Açığma-Kün’ün adını sayıklayınca kadın işi anladı. Bütün Kamlançu’ya adamlar çıkarttı. Kırk gün aradılar, taradılar. Açığma-Kün bulunmadı. Bir gün ihtiyar, çirkin bir büyücü kadın geldi. ’Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir. O, şeytanların akıllısıdır’ dedi. Burkay’ı şeytan Kilimbi’ye götürdü. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. ’Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum’ dedi. Kilimbi başını salladı. ‘Yüreğin büyük derde girmiş. Kurtulmak zor. Buna çareyi bulsa bulsa Şeytanlar Başı Madar bulur’ dedi. Burkay’ın içi yandı. Gözü dumanlandı. ’Hiçbir çare yok mu’ diye sordu. Madar, başını salladı. Ellerini açtı. ’Var’ dedi. ’Eğer evdeşini götürüp Ejderler Kağanı Naranta’ya kurban adarsan Açığma-Kün’ü kaybettiğin yerde bulursun.

Burkay hiçbir şey düşünmeden kabul etti. Gözünü sevda bürümüş, kanın çılgınlık yürümüştü. Evdeşini Naranta’ya adak verdi. Naranta, onu öldürüp yedi. Kadın ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: ‘Burkay! İyiliğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde ruhun ıztırap içinde çalkalansın’’ dedi. Tanrı bu dileği kabul etti.

Burkay, şeytan Madar’ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye yaprakları dökülüp kuruyan çam yine yeşermişti. Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay yaklaşıp şöyle dedi: ’’Nerede kaldın ay bakışlı? Neden gittin inci dişli? Senin için hasta düştüm. Eller gezip dağlar aştım. Artık bana varmaz mısın? Derdime em vermez misin? Gel,benim ol çiçek yüzlüm! İpek saçlım, ışık gözlüm!’’

Açığma-Kün bir şey demedi. Büyülü gözlerle Burkay’a bakarak gülümsedi. Burkay’ın aklı başından gitti. Az kaldı kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu. Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-Kün’ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doyamadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. ’’Sen insan değilsin. Peri Kan Katun’sun’’ dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. Sevgisi dinmez oldu. ‘’Sen Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun’sun’’ dedi.

Bir gün ihtiyar, çirkin büyücü kadın yine geldi. ‘’Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir’’ dedi. Birlikte Madar’a gittiler. Madar güldü. ‘’Sen Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun’’ dedi.

Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün’e ‘’Beni seviyor musun?’’ diye sordu. Kadın, saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay ‘’Beni seviyor musun?’’ diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu.

Böyle aylar geçti. Yıllar geçti. Burkay sevgiden çılgına döndü. Iztırap ıztırap üstüne, keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi, ilaç bulamadı. Bakışlar geldi, çare edemedi. ‘’Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-Kün, Tanrı’nın cezasıdır’’ dediler. Burkay büyük ıztıraplar içinde öldü. Ölürken yine ‘’Beni seviyor musun?’’ diye sordu. Kadın onu saçlarıyla sardı, kollarıyla sıktı, öptü. Fakat bir şey demedi .Burkay’ın öldüğünü görünce gözleri yaşardı. İnci gibi yaşlar aktı. ‘’Iztırap çekiyorum’’ diye inledi. Fakat ‘’Ben de seni seviyorum’’ demedi.

Burkay ölmekle ıztıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. ‘’Iztırap çekiyorum. Sen de beni seviyor musun’’ diye inliyor. O günden bu güne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar orada ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün ‘’Sus sus, ben de ıztırap çekiyorum’’ diye yanıp yakılıyor. Fakat ‘’Ben de seni seviyorum’’ demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor.

* * *
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Yazı masasının önünde oturarak bu masalı okuyan kadın gözlerini kaldırdı. Büyük odada muttarid adımlarla gezerek Uygur masalını dinleyen erkeğe sordu:
- Nasıl buldun? Beğendin mi?

Bol ışıkla aydınlanan odada bütün duvar kitap raflarıyla doluydu. Küçük bir masanın üzerindeki saat,vaktin gece yarısına yaklaştığını gösteriyor,saatin yanında keskin bir içkiyle dolu sürahi, bir de kadeh bulunuyordu. Erkek, doldurduğu kadehi içtikten sonra istihfaf edici bir yüzle: ‘’Masal’’ diye bir cevap verdi.

Biraz kırılmış gibi olan, fakat hiçbir şey belli etmeyen kadın tekrar sordu:

- Evet, masal… Dokuzuncu asırda, en geç onuncu asrın başında yazılmış bir masal … Fakat sen bunda edebi bir taraf, edebi bir unsur bulmuyor musun?

Erkek bu sefer istihfafı istihzaya çevirdi:

- Edebi taraf, bedii unsur gibi yüksek kıymetlere akıl erdiremem. Bir değeri varsa anlat da öğrenelim…

- O halde tercüme hakkındaki fikrini söyle…

Erkek yürümekte olduğu sert bir hareketle durdu:

- Tercüme mi? Dedi. Bunun Uygur masalı olduğunu söylemiştin. Uygurca dediğin dil Türkçe değil mi?

Kadın zoraki bir sükunetle cevap verdi:

-Uygurca şüphesiz Türkçedir. Fakat bugün konuştuğumuz Türkçeye benzemez. Sana okuduğum masal Uygurca metnin bugünkü Türkçeye tercümesidir. Tercümeyi başarıp başaramadığım hakkında fikrini öğrenmek istemiştim de…

Erkek, bir kadeh daha içtikten sonra ciddi mi, alay mı olduğunu anlaşılmayan bir eda ile:

- Fena değil, dedi. Fakat hiçbir tercüme, aslında güzelliği muhafaza edemez. Eğer aslında bir güzellik varsa… Ve kadının cevap vermesinden önce davranarak ilave etti:

- Benim bu gibi meseleler üzerinde fikir yürütmem şüphesiz haddimi bilmemek oluyor. Çünkü romanların ne zaman değerli sayılacağı hakkında en iptidai bilgiye bile malik değilim.

Kadın ağır ve ciddi bir tavırla onun sözünü kesti:

- Roman değil. Masal…

Beriki çok acı bir gülümseyişle cevap verdi:

- Öyle mi? Romanla masalı aynı şey sandığım için özür dilerim. Demek ki aralarında mühim farklar varmış…

Kadının yüzüne dikkatle bakarak bir kadeh daha içti:

- Fakat ne çıkar? Ben kayısı ile zerdaliyi de birbirine karıştırırım. Benim bu büyük hatam yüzünden insanlığa zarar erişmedikten sonra…

Kadın biraz daha ciddileşti:

- Senin için değeri olmayan bu masalların da erbabı yanında ehemmiyeti vardır. Sen kayısı ile zerdaliyi birbirine karıştırırsın ama manav karıştırmaz.

- Şu halde manav da benden üstün bir şahsiyetmiş demek…

Bunu söyleyerek bir kadeh daha doldurdu. Kadına doğru uzatarak gayet ciddi bir tavırla:

- Benden üstün ve zeki olan manavların şerefine dedi ve bir dikişte bitirdiği kadehi oldukça sert bir vuruşla masaya koyarak odadaki gezinmesine devam etti. Bir müddet birbirlerine hiç bakmadılar. Sonra erkek, masanın önünde durarak:

- Rica ederim, bana bu masalın değeri hakkında birkaç söz söyler misin? Dedi. Kadın hiçbir kırgınlık eseri göstermedi:

- Bir kere bu masal hemen hemen tam olarak ele geçmiş bir Uygur metnidir. Yalnız başında bir iki satır eksik. Sonra dil bakımından Uygurca’nın yabancı tesirlere maruz kalmamış bir örneğidir. Mühim bir hususiyet de hem Budizm, hem maniheizm hem de şamanizmin izlerini aynı zamanda taşımasıdır. Bir de mazhariyeti var. Bir Türk tarafından bulunan ilk Uygurca parçadır.

Erkek kayıtsızlıkla sordu:

- Bundan öncekiler kimin tarafından bulunmuştu?

- Bilhassa Almanlar tarafından… Fakat onların bulup neşrettikleri parçalar sırf dini mahiyette idi. Bunda da dini izler bulunmasına rağmen görüyorsun ki, daha ziyade ladini mahiyettedir ve ahlaki bir gaye ile yazılmıştır.

- Ne gibi?

- Eserin tezi fenalığın ceza görmesi üzerine oturtulmuştur. Bundan başka…

Erkek onun sözünü kesti:

- Evet ama ahlaki bir ders vermek için de bir aşk efsanesi uydurmuştur. Bu kadar olmayacak bir aşkı masala temel yapmak bana pek iptidai bir düşünce gibi geliyor. Hem de bir adamın kıyamet kopuncaya kadar ıztırap çekmesi… Öldükten sonra da ıztırap çekmesi… Bunlar ne şahane yalanlar… Hele o kadın… O ışık bakışlı kadın… Neydi onun adı?

- Açığma-Kün.

- Evet,Açığma-Kün… O ne biçim kadın öyle? Gerçekte böyle bir kadının, bu derece kudretli bir kadının bulunmasına imkan var mı? Bu kadar uydurma bir araya gelince onu çöp tenekesine atmak icab ederken siz tutuyor, edebi değerinden bahsederek göklere çıkarıyorsunuz. İnsanların beynini safsatalarla doldurmak bence yanlış bir harekettir…

Çok sert bir tavırla söylenen bu sözlere kadın yine kızmadı. Aynı sakin haliyle cevap verdi:

- Edebiyat, hakikatlerin hayalle süslenmesidir. Bütün masallar ve destanlar gibi bunun da eski bir hakikatı saklamış olması muhtemeldir…

Erkek bu sefer hakikaten ilgilendi:

- Sahi mi söylüyorsun? Bu uydurmanın neresinde bir hakikat gizli acaba?

Kadın gülümsedi:

- Masal en geç onuncu asrın başlarında yazıldığına ve anlattığı vakadan beri bin yıl geçtiğini bildirdiğine göre çok eski zaman ait bir aşk hikayesini bize kadar getiriyor demekti. Yazıldığı tarihten önceki bin yılı hakikat diye kabul edersek, aşağı yukarı milat yıllarında cereyan etmiş bir hadisenin edebiyatla mübalegalanmış şekli karşısındayız.

- Bu kadar mübaleganın arasındaki hakikat kırıntılarını hangi teleskopla görüp keşfedeceğiz?

- Teleskopa ihtiyacımız yok. Yalnız akıl ve ilim adesesiyle bakacağız. Masalın ihtiva ettiği Şamanizm unsurları da, onuncu asırdan önceki bir zamana ait olduğunu ispat eder. Çünkü onuncu asır Uygurları arasında artık Şamanizm yaşamıyordu. Masal kahramanının yüzbaşı olması da çok eski bir devrin, belki Hunlar çağının izlerini saklıyor. Ağızdan ağza nakil onulurken çok değiştiği muhakkak olan ve Budist Uygurlar arasında kitaba geçirildiği zaman Budizm karakteri verilen masalda, her şeye rağmen, şamanizmin ve çok eski devirlerin hatıraları, kırıntıları kalmıştır ki, bunlar sayesinde ait olduğu devri anlamak,biraz hata ile kabil oluyor.

Erkek bir kadeh daha içti. Alaycı bir tavırla kadına baktı:

- Fakat bütün bu sözlerden bir netice çıkaramıyorum. Bir manavın kabiliyetine malik olsaydım şüphesiz mühim hakikatleri anlayacak, bedii unsurları bulacak ve belki de edebi hülyalara dalarak birkaç dakika huzur içinde yaşayacaktım. Şu zavallı talihsiz Yüzbaşı Burkay beni ilgilendirmedi dersem yalan olur. Yalnız, bir subay için büyük askeri ve vatani fikirler dururken güzel bir kıza bu kadar yakınlık duyup mahvolmayı kabul edemiyorum. Çok rica ederim, bu masaldaki hakikat ne ise, yahut ne olabilirse basit bir dille izah et de kafamdaki düğümler çözülsün.

Kadın hala sakindi. Odada muttarid adımlarla gezen ve kendisine bakmayan erkeği gözlerliyle takip ederek anlattı:

- Hakikat şu olabilir: Bugünden belki iki bin yıl önce , o zamanki Türk devletinin ordusunda tanınmış bir subay büyük bir suç veyahut büyük bir günah işledi. Bu günahı işlemesindeki amil çok güzel bir kadındı. Bu subay, suçunun veya günahının cezasını çok pahalı bir şekilde , büyük maddi veya manevi ıztıraplarla ödedi. Fakat bu öyle bir vaka idi ki, halk bunu asırlarca unutamadı. Subayın çektiği cezayı umumi vicdan kafi görmediği için onun ruhunun da ıztırap içinde kıvranmasını ve dünyaya her gelişinde aynı cezanın tekerrürünü arzu etti. Ceza pek şiddetli olduğu ve masal iki bin yıl öncesini anlattığına göre bu vaka Mata zamanında geçmiş olabilir. Senin sevgili Mete’nin zamanında…

Mete’nin adı geçince erkeğin gözleri parladı:

- Bu iğrenç asırda yaşamaktansa Mete zamanında dünyaya gelmiş olmayı tercih ederim.

Kadın, onun bu safiyane arzusu üzerine şakaya başladı:

- Kim bilir? Belki o zamanda da yaşamışsındır. Bu masalda nasıl Mete devrinin izleri, unsurları varsa sende de o zamana ait çok şeylerin bulunduğu muhakkak… Şu farkla ki, masalda o zaman ait şeyler kırıntı olarak yaşıyor. Denilebilir ki, sen Mete ordusunun hiç ihtiyarlamadan bugüne erişmiş bir subayısın. Tenasüh akidesinin lehinde delil arayanlar seni görmelidir. Hoş, zaten o nazariye de pek ceffelkalem reddolunacak bir fikir değil ya…

Erkek gülümsedi. İçkiyle kızarmış yüzünde şimdi bir çocuk safiyeti vardı. Kadehini doldurarak: ‘’Tenasüh uydurmasını bir yana bırakalım’’ dedi. Sonra sert bir hareketle esas vaziyeti aldı. Sol eli, askeri talimnamenin tarifine tıpatıp uygun bir şekilde pantolonuna yapışmış olduğu halde kadeh tutan sağ elini kaldırdı:

- Büyük asker Mete’nin ölmez hatırası şerefine, dedi.

Kadın gülümseyerek nazikane başını eğdi: ‘’Afiyet olsun’’ diye karşılık verdi. Son kadeh içilmişti. Odada uzun bir sessizlik oldu…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
2. BÖLÜM


Kız Lisesinin müdürü zile basarak hademenin gelmesini beklerken bir yandan da önündeki kağıdı dikkatle okuyordu. Hademeye baş muavin hanımı çağırmasını emrettikten sonra tekrar kağıda daldı. Boyalı, şişman, çok geçkin bir kadındı. Bu yaşa gelmiş olduğu halde evlenememenin verdiği ıztırap ve yüzlerce genç, güzel, neşeli kızın ortasında bulunarak onların yarın evleneceklerini düşünmekten doğan gizli bir kıskançlığın azabı çehresinde okunuyordu. Odaya giren baş muavin hanıma yer gösterdi:


- Buyrun Faika Hanım.

Faika Hanım da kendisi gibi evde kalmış, yıpranmış kızlardan bir olduğu için müdür onu, kaynağını anlamadığı duygularla severdi. Endişeli bir yüzle bakarak:

- Nihayet korktuğum başıma geldi dedi ve baş muavinin gözlerindeki şüpheyi dağıtmak için anlattı:

- Edebiyat öğretmeni Ayşe Pusat tekrar geliyor. Bu kadının buraya gönderilmemesi için o kadar uğraştım olmadı. Galiba bakanlıkta kendisini tutan birisi var.

- Zannetmem efendim. Belki derslerindeki başarısından dolayı tekrar buraya tayin etmişlerdir.

Müdür asabileşti:

- Canım efendim, başarısından bize ne? Talebeyi zehirleyecek kabiliyette olduktan sonra…Taşıdığı soyadının menfi tesiri kafi değil mi?

Baş muavin eskiden Ayşe Pusat’ı tanıyordu. Onun hiç de fena bir kadın olmadığını, başına sırf kocası yüzünden bir takım işler geldiğini biliyordu.Fakat onun hatırı için de müdürle çekişmeye lüzum görmediğinden susmayı tercih etti. Müdür ise Ayşe Pusat’ı ömründe hiç görmemişti. Liseye müdür olarak geldiği zaman Ayşe Pusat oradan ayrılmış bulunuyordu. Fakat bütün gazetelerin aylarca bu soyadı aleyhinde yazılar yazmış olması dolayısıyla ondan nefret ediyordu. Üstelik bu kadının lisede müdür otoritesini sıfıra indirdiği, kendisini talebeye çok sevdirdiği ve böylece istediği telkinleri yaptığı da söyleniyordu. Müdür bu telkinlerin ne olduğunu açık olarak bilmiyordu ama zararlı şeyler olduğundan hiçbir şüphesi yoktu. Nihayet milli ve vatani duyguları bile Ayşe Pusat’ın aleyhinde bulunmasına kafi sebeplerdi. Ciddi bir tavırla baş muavine direktif vermeye başladı:

- Faika Hanım! Ayşe Pusat buradan üç yıl önce gitmişti, değil mi? Demek ki o zaman küçük olan öğrencileri şimdi büyüdüler. Üç senede onu unutmuş olacaklarını sanmıyorum. Liseye geldiği gün
talebenin bir sevgi nümayişi yaparak idare otoritesini alt üst etmelerine müsaade edemem. Bunlar nihayet çocuktur. İyiyi, kötüyü ayırt edemezler. Geldiği gün Ayşe Pusat’ı bütün sınıflara siz götürüp takdim ediniz ve bu takdimi, çok rica ederim, gayet sert bir tavırla yapınız. Ne talebe ne de, neydi onun adı, Ayşe Pusat şımarıp laübaliliğe kalkamasınlar. Sonraaaa… Evet sonra, öğretmen arkadaşlara da çıtlatınız. Bu kadının pek güvenilir bir mahluk olmadığını bilsinler. Onunla fazla temas etmesinler.

Baş muavin burada itiraz etti:

- Aman müdüre hanım, ben bunu nasıl söylerim? Belki içlerinde onun ahbapları, arkadaşları vardır. Bunu ne sıfatla söylüyorsun derler. Bunu sizin çıtlatmanız daha doğru olur. Hem öğretmen arkadaşlar size karşı da gelemezler.

- Peki peki… Bunu bana bırakın ve siz yalnız sınıf mümessillerine bunu uygun bir dille anlatın ve Ayşe Pusat geldikten sonra teneffüslerde sıkı bir kontrol temin edin. Bilhassa onun nöbet tutacağı günlerde talebe ile hususi şekilde münasebet kurmasının önüne geçin.

- Baş üstüne efendim.

* * *


Aynı gün edebiyat öğretmeni Ayşe Pusat, üç yıl önce zorla çekilip atıldığı lisesine yeniden dönmek üzere yola çıkıyordu. Bu dönüş onun duygulu ve romantik muhayelesi için pek mühim bir hadiseydi. Vaktiyle kendisinin de içinde talebe olarak bulunduğu bu lise bütün genç kızlık hatıralarıyla dolup taşan, yarı mukaddes bir yer gibiydi. Edebiyat Fakültesini bitirdikten sonra bir yıl bir ortaokulda stajyerlik yapmış, sonra buraya tayin edilerek bütün aşkı ve şevki, bütün enerjisi ve iyi niyetiyle işe sarılmıştı. İyi çalışıyor, talebe yetiştirmekte çok başarılı oluyordu. Öğrencilerini çok seviyor onlar tarafından çok seviliyordu. Laübaliliğe kaçmadan, ciddiyeti bırakmadan kurabildiği samimiyet verimli neticeler sağlıyordu. Fazla sıkmadan çalıştırmak, dersi çok güzel anlatarak talebeye merakla dinletmek, çok iyi muamele ederek kendisini saydırmak Ayşe Pusat gibi pek nadir hocaların mazhariyetlerindendi. Her işte itidalle hareket ederdi. Kızlarının hususi durumlarını da öğrenir, soru sorar ve not verirken bunları hesaba katardı. Evindeki elverişsiz şartlar yüzünden dersini iyi hazırlayamamış bir talebeyi, birçok başka öğretmenler gibi sıkmaz, ona elverişli şartlar bulmaya çabalardı.

Lisedeki bütün kadın öğretmenler arasında sade giyinen, boyanmayan biricik kadın kendisiydi. Evliydi ve Tosun adında küçük, sevimli, gürbüz bir oğlu vardı. Ömrünün büyük kısmı eviyle lise arasında geçer, evini becerilikle idare ettiği gibi okulda da gerek arkadaşlarıyla gerek talebeleriyle iyi anlaşır, iyi çalışırdı. Enerjik ve sağlam bir kadındı. Gür ve kara saçları omuzlarına dökülür, gözleri gülümseyerek bakar, düzgün konuşmasıyla derhal iyi bir intiba bırakırdı. Hayatından, vazifesinden memnundu. Şimdiye kadar bir tek dersini ihmal etmemişti.

Eğer büyük bir aksilik, müthiş bir talihsizlik, hatta felaket de diyebileceğimiz bir hadise olmasaydı, bu bahtiyar ve sakin hayat sarsıntısız devam edecek, bu kadar maddi ve manevi kayıplarla dolan üç yılı ziyan olmayacaktı. Ayşe Pusat kin tutmaz, kendisine yapılan fenalıkları çabuk affeder, unuturdu. Fakat kocasına yapılan muameleyi bir türlü unutamıyor, onun yıkılan büyük ümitleriyle birlikte kendi saadetinin de temelinden sarsıldığına inanarak buna sebep olan muhteris insanları bağışlayamıyordu.

Ziyan olmuş üç yıl.. Fakat o da her insan gibi bir teselli bulmakta gecikmiyordu. İnsanların daha iyi tanımak fırsatını kendisine bu üç yıl vermişti. Hayatın akışında hiçbir ehemmiyeti olmaması gereken bir kanaat ve fikir meselesini dallandırıp budaklandırarak bütün memlekete şamil bir konu haline getirenler, şahsi kin ve garezleriyle hareket edenler, kocasının istikbalini yıkmaya çalışmışlar, fakat hakikatte kendi saadetini yıkmışlardı. İnsanlardan iğrenerek her şeyi gülünç, herkesi hakir görmeye başlayan bir erkekle yaşamak hiç de kolay değildi. Bundan başka etrafın ürkek ve şüpheli gözlerle mütemadiyen kendisini süzmesi de hoş olmuyordu. Kocası iki yıl hapiste yatıp çıkmış, fakat işin mahiyeti birçokları tarafından anlaşılamamıştı. Hapse katiller,hırsızlarla beraber fikir ve kanaat sahipleri de giriyor, fakat yığın bu iki zümreyi birbirinden ayıramıyor, yahut ayırmaya lüzum görmüyordu. Gazetelerin yalan yanlış neşriyatı da daima aleyhte olmuş, böylelikle Pusat adı adeta bir numaralı halk düşmanı mahiyetini almıştı.

Gerçi işin iç yüzünü bilenler, gelip dostluk gösterenler de bulunmuyor değildi. Fakat bunlar o kadar azdı ki, bu azlıkla o çokluğu doğru yola getirmenin imkanı yoktu.

Ayşe Pusat dindardı. İlahi bir adalete daima inanmıştı. Dindar olmamakla birlikte, eskiden kendi dini duygularına saygı gösteren kocası şimdi buna da aldırış etmiyor, bu da Ayşe’yi ayrıca kırıyordu. Her ne kadar kocası açıktan açığa hiçbir şey söylemiyorsa da bu konular görüşülürken yüzünde beliren çizgilerde yahut bakışlarında, Ayşe bir istihfaf sezer gibi oluyordu. Şimdi kocasının inandığı, saygı gösterdiği tek hakikat ölümdü. O eskiden de ölüme saygı gösterir, vazife uğrunda, fikir uğrunda ölmekte eşsiz bir güzellik ve büyüklük bulurdu. Artık bunun etrafında hiçbir münakaşa kabul etmemekle beraber ölümü adeta özler gibi bir hali vardı. Kahramanca ölmüş olanlar hakkındaki yazıları tekrar tekrar okuduğu Ayşe’nin gözünden kaçmıyordu. Çok maddi gözükmesine rağmen mistik bir ruh haleti içinde bir ölüm daüsılasa ortasında yaşıyor, yaşıyor değil sönüyordu.

Ayşe Pusat, kocasını daima aşırı bulmuştu. Evlenirken onun bu aşırılığı hoşuna gitmiş olmakla beraber zamanla bunun biraz durulmasını beklemiş, fakat ümidi boşa çıkmıştı. Bu adamda gizli kaynaklardan gelen bir ateş vardı ki,onu daima aşırılığa, tehlikeye,kendini harcamaya sürüklüyordu. Muayyen kanatlarının dışındaki bütün meselelerde bir çocuk kadar saf ve bilgisiz olan, çabuk aldatılan kocası, herkese ve her şeye inanan kocası şimdi müthiş bir münkirdi. Artık onu aldatmaya imkan yoktu. Fakat bunun yavaş yavaş hayatla ilgi kesmek gibi bir şey olduğunu gören Ayşe Pusat derin derin üzülüyor, hayatla ve her şeyle ilgisini kesen kocasının kendisini de unuttuğunu zannediyor, bu zan, zamanla bir iman haline geliyordu. Onu hayata bağlamak için yaptığı uğraşmalar boştu. Bununla beraber kocasının henüz kesin karar verememiş olduğunu, içinde korkunç bir mücadele cereyan ettiğini biliyor,yaman bir sezgi ile bu deruni mücadelenin neticesinden ürküyordu.Bütün hayatınca geri dönmek ve pişman olmak nedir bilmeyen bir adamın ruhundaki kavganın sonundan cidden korkulurdu. Kocası o kadar büyük bir düşmanlık ve kin çekmişti ki, bu kinin sınırları genişlemiş, Ayşe Pusat’a kadar uzanmıştı. Bu yüzden huzur ve zevk içinde vazifesini yaptığı liseden çıkarılmış, bakanlık emrine alınmış, hatta sorguya çekilerek kocasının aleyhinde ifade vermeye zorlanmıştı.

Bütün bu zorluklara büyük bir metanetle göğüs germiş, maddi sıkıntıları sabırla karşılamış, hakkını aramak için kanuni yollara başvurmuş fakat hakkını alamamıştı. Küçük Tosun’un mahrumiyetleri çok acı gelmekle beraber Allah’a bel bağlayarak bunu da atlatmış, nihayet kocasının mahkumiyeti tamamlandıktan epey sonra tekrar eski vazifesine alınmıştı.

Üç yıllık ayrılıktan sonra hazin bir sevinçle görevine dönerken iyi karşılanmayacağını biliyordu. Heyecanlıydı. Fakat gönlü Tanrı’ya karşı minnetlerle doluydu. Trenden indikten sonra saatine baktı. Teneffüs zamanıydı. Çocuklar bahçedeyken onların gözü önünde okula girmek istemedi. Şimdi büyümüş, birer genç kız olmuş olan üç yıl önceki talebelerine karşı garip bir çekingenlik duyuyordu. Kocasının mahkum olup kendisinin küçük çocuğu ile parasız ve çaresiz kaldığı günlerde onu aramayan, aramak ve yardım etmek şöyle dursun, gördükleri zaman görmemezliğe gelen iyi gün dostları gibi belki bu genç kızlar da başlarını çevirirler, hatta…hatta… bir vatan hainin eşine belki imalı sözler de söyleyebilirlerdi. Yahut belki de böyle yapmazlar, liseden çıkarıldığı gün ağlaştıkları gibi şimdi de sevinçle bağrışırlar, yanına gelirler, kendisini ve okul idaresini güç duruma sokarlardı. Ayşe bunların hiçbirisini istemiyordu. İstasyonun bekleme odasında biraz oyalanmayı doğru buldu.

Sonbaharın güzel, hüzünlü,serin bir günüydü. Havada bulutlar koşuşuyor, rüzgar Ayşe’ye üç yıl önceki bir günü hatırlatıyor, yüzünde kindar ve istihfaf edici bir tebessüm olduğu halde süngülülerin arasında yürüyen elleri kelepçeli kocasını tekrar görür gibi oluyordu. Tedailer kendisini buraya getirince birdenbire toparlandı. Bunun sonu belki göz yaşlarına varabilir diye düşündü. Korkulu bir rüya gören, fakat bunun rüya olduğunu bilen insanların silkinişi ile fena hatıraları attı. Gökte uçuşan bulutlara bakarak istasyondan çıktı. Ağır adımlarla lisenin yolunu tuttu.

Bahçe kapısından içeri girerken heyecanlıydı. Meçhuller bize daima heyecan verir. Nasıl karşılanacağı meçhul olduğu için o da heyecan duyuyor, güç anlarda her zaman yaptığı gibi kendisine zorla metanet telkin ediyor, bunda da muvaffak oluyordu.İdarenin iyi karşılamayacağını biliyor,bundan o kadar üzülmüyordu. Asıl mesele talebenin takınacağı durumda idi. Hayatlarının henüz baharında olan,dünyanın ve hayatın çirkefiyle temas etmemiş bulunan kızlarında gönüllerinde vefadan iz kalmamış olması herhalde insanı üzecek bir şeydi. Yaşlı insanlar hayatın kötülüklerini göre göre kötüleşiyorlar, gönül saflığını, insan duygusunun bütün iyi taraflarını kaybediyorlardı. Bu belki normaldi ama yürekleri yalnız iyilikle çarpan, dünyada yalnız iyi şeyler bulunduğunu sanan genç kızların da kötü duygulara kapılmış olması korkunçtu.

Kapıcı üç yıl önceki kapıcıydı. Önüne bakarak hızlı adımlarla yürümek isteyen Ayşe’ye doğru ilerledi. Safiyetle gülerek selamladı ve samimi bir sesle ‘’Hoş geldiniz Ayşe Hanım’’ dedi. Ayşe birdenbire durdu. Bu basit, zavallı köylünün şu nezaketi onu adeta ürpertmişti. Ummadık yerden gelen iyilik ve nezaket insanları daha çok sarsar ve sarsar. Ayşe de aynı duygu ile sarsıldı. Kara gözleri parladı. İki damla yaşı büyük bir cehitle gözlerine içirerek elini uzattı:

- Hoş bulduk Hüseyin. Nasılsın?

Kapıcı, Ayşe’nin elini saygıyla sıktı:

- Duacıyım efendim.

Sonra başını eğerek ilave etti:

- Çok üzülmüştüm ama elimden ne gelirdi ki? Duadan gayrı…

Ayşe hemen sözü değiştirdi:

- Derse gireli çok oldu mu?

- Hemen şimdi girdiler efendim.

Ayşe bu iyi yürekli adama iyi bir şeyler söylemek istiyor fakat bulamıyordu. Susmanın bazen çok güzel sözlerden bile üstün olduğunu hiç şüphesiz bu kapıcı bilmiyordu. Onun için mutlaka bir şey söylemesi lazımdı. Bu düşünce ile:

- Eksik olma Hüseyin. Allah gönlüne göre versin dedi ve hızla mektep kapısına doğru yürüdü. Ders zili yeni çalmış, birçok sınıflara henüz öğretmenler girmemişti. Ayşe,sınıf pencerelerine birçok başların toplandığını sezdi. Yavaş ve heyecanlı fısıltılar olduğunu, kendi adının birkaç defa söylendiğini duydu.

Müdür odasına girdiği zaman artık kendisinde heyecandan eser kalmamıştı. Gözlüklerini takmış olduğu halde bir takım evrakı okuyan müdür, başını hiç kaldırmadı. Ayşe böyle karşılanacağını çok iyi biliyordu. Hiç kızmadan, üzülmeden durdu ve müdürün yapmakta olduğu rolü bitirmesini bekledi.

Bir, belki de iki dakika geçti. Müdürün okuduğu beş altı satırlık kağıt ne kadar çapraşık ifadeli olursa olsun bu müddet zarfında birkaç defa okunabilirdi. Fakat o, başını kaldırmamakta inat ediyor, Ayşe’yi ayakta bekletmekle ihtimal otoritesini göstermek istiyor, yahut ona hakarette bulunuyordu.

Nihayet altı satırın okunması bitti. Gözlerini kağıttan kaldıran müdür yüzünü buruşturarak Ayşe’ye baktı. Birçok resimlerini görmüş olduğu için onu tanıyordu. Buna rağmen sert bir sesle: ’’Ne istiyorsunuz? demekten geri kalmadı. Ayşe gayet soğukkanlı idi. Yüzünde hiçbir çizgi belirmeden, bakışlarında hiçbir değişiklik olmadan cevap verdi:

- Lisenizin yeni edebiyat öğretmeniyim…

Müdür, ehemmiyet vermez görünmek isteyen bütün insanlar gibi Ayşe’ni adını güya hatırlamadı:

- Haa.. Siz şeysiniz, değil mi?

- Evet, Ayşe Pusat benim.

Ve gayet ciddi, ağır, ezici bir sesle bunu söyledikten sonra müdürden hiçbir teklif almadan masanın önündeki sandalyeyi çekip oturdu.

İşte müdürün bütün işittikleri doğru çıkıyordu. Bu küstah kadın Ayşe Pusat adını gururla söylüyor ve kendisi yer göstermeden iskemle çekip oturmaya cüret edebiliyordu. Ona bir ders, bir gözdağı vermek çok isabetli olacaktı. İğreniyormuş gibi yüzünü buruşturarak gözlüğünü çıkardı. En sert bakışıyla bakarak:

- Sizin buraya gelmenize mani olmak için bütün gayretimi sarfettim, diye söze başladı ve bu sözlerin yapacağı tepeden inme tesiri görmek için gözlerini Ayşe’nin gözlerine dikti. Fakat hayret!.. Ayşe’nin yüzünde hiçbir değişiklik yoktu. Taş gibi sessiz,hareketsiz ve donuk bir duruşla dinliyordu.

- Çünkü, öğrencilere sürekli propaganda yaparak onları menfi yollara sürükleyen bir öğretmeni, müdür sıfatı ile istememekle haklıyım.

Müdür bunu söyleyerek durdu. Karşısındakinin soğukkanlılığı önünde sözlerinin, arkasını getirememişti. Edebiyat öğretmeni, belli belirsiz bir gülümseme ile karşılık verdi:

- Bu propagandanın ne olduğunu öğrenebilir miyim? Hakkımda resmi bir şikayet yapılmış mı?

Müdür hararetlendi:

- Hayır. Hakkınızda resmi şikayet veya tahkikat yok.

- O halde?

- Siz propagandayı o kadar ustaca yapıyorsunuz ki, sizi yakalamak mümkün olmuyor.

- Yaptığım propaganda ne imiş?

- Onu bir bilsem… Onu bir bilsem, sizi buraya sokar mıydım?

Ayşe Pusat, karşısındaki yaşlı kadına acıyarak hatta istihfafla baktı ve kocasının, duruşma sırasındaki bir sözünü, ’’acizleri, layık olmadıkları mevkilere geçiren bir devlet batar’’ diye haykırmasını düşünerek ona hak verdi. Bu kadar basit düşünceli bir kadın kendisine amirlik edecek, derslerinde başarı gösterip göstermediği hakkında gizli rapor yazarak kendi mukadderatını tayin edecek ve yüzlerce genç kızın sağlam seciye ve ahlakla yetişmesini sağlayacaktı. İster istemez gülümseyerek:

- Müdür Hanım! Bilmediğiniz bir şey hakkında nasıl bir hüküm verebiliyorsunuz? diye sordu.

Bu sual ötekini şaşırtmıştı. Şaşırdıkları zaman bütün idarecilerin, bütün amirlerin yaptığı gibi yalan veya mugaleta yollarında birine sapacağı muhakkaktı:

- Herkes öyle söylüyor efendim… Hem elbette benim de bildiğim bazı şeyler vardır dedi ve söz düellosu bahsında bu kadınla uğraşamayacağını bildiği için bir yandan zile basarken bir yandan da kesin emrini verdi:

- Sizden ricam propagandayı kesmeniz ve evvelki metodunuzu değiştirerek yalnız derslerinizle meşgul olmanızdır.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
3. BÖLÜM


Ayşe Pusat baş muavinle birlikte öğretmenler odasına geldiği zaman kendisinde bir yorgunluk duyuyordu .Odada, pencerenin önüne oturmuş olduğu halde gazete okuyan bir erkek hocadan başka kimse yoktu. Baş muavin,duvardaki ders programına bakarak bugün yalnız dördüncü,beşinci saat dersleriniz var.İki saat bekleyeceksiniz dedi. Öğretmenler için en güç şey boş saatleri beklemek olduğu için Ayşe Pusat’tan bir şikayet umuyordu. Fakat o, ne itiraz etti ne de şikayet… Baş muavin bir müddet çekingen tavırla Ayşe’ye baktıktan sonra ‘’Ders saatleriniz gelince sizi sınıflara takdim ederim’’ dedi ve onun itirazına mahal bırakmamak düşüncesiyle köşede gazetesini okuyan öğretmene seslendi:

- Rıza Beğ, bakın, Ayşe Pusat geldi.

Cebir öğretmeni Rıza Beğ lisenin eski hocalarındandı. Yaşı altmışa yaklaşmış bütün öğretmenler gibi yorgun ve konuşkan bir adamdı. Vaktiyle Ayşe Pusat’a hocalık etmişti. Gazetesini indirip baktıktan sonra sevinçle yerinde kalktı:

- Oooo… Hoş geldiniz kızım… Hoş geldin Ayşe… Vallahi özlemiştim diyerek ona doğru yürüdü. Hararetle elini sıktı.

Baş muavin hanım, kendisini müşkilattan kurtarmıştı. Sessizce odayı terk etti. Rıza Beğ, çevresini çabuk bir bakışla kolladıktan sonra yalnız olduklarını görünce Ayşe’ye doğru eğilip sesini alçaltarak:

- Kocan ne oldu? Hapisten çıktı mı diye sordu.

Ayşe’nin gözlerinde hazin bir ışık yanıp söndü. Kocasını sormak lütufkarlığını gösterenlerden çoğu da işte böyle gizlice, yalnız oldukları zaman,seslerini kısarak soruyorlardı. Muayyen bir fikre, bir hadiseye takılıp titizlenen insanlar gibi Ayşe de buna tutuluyor, gizli soranların hiç sormamakla daha doğru yapacaklarını düşünüyor, kızıyor fakat hiç belli etmiyordu. Şimdi karşısındaki adam kendi hocası olmasa belki cevap vermezdi. Bununla beraber içindeki isyanın sesini dinlemekten ve yüzüne karşı daima tenkit ettiği kocasına kalbinin bütün samimiyetiyle hak vermekten geri kalmadı. Kocası bir tartışmalarının sonunda melankolik bir tavırla ‘’Bana insanlardan mı bahsediyorsun?’’ demişti. ’’İnsanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir’’

Ayşe bunları düşünürken ihtiyar cebir öğretmeni çok konuşma alışkanlığının sevkiyle:

- Kızım, Ayşe dedi. Seni severim, bilirsin. Kocanı da çok takdir ederim. Fakat ne yaparsan ki, biraz da zaman uymak lazım. İnsan her hakikati dosdoğru söyleyemez ki… Bu kadar atılganlık etmeyecekti. Yazık değil mi? Bütün istikbali mahvoldu.

Bunlar herkesin söylediği sözlerdi. Bunları dinlemekten artık usanç gelmişti. Hakikaten şu insanlar pek müziç mahluklardı. Kendi akıllarının üstünlüğüne inanarak başkalarına öğüt vermekten vazgeçmiyorlar, fakat kendi gülünçlüklerini zavallılıklarını da bir türlü idrak edemiyorlardı.

Ayşe bugün liseye zaten sinir imtihanı geçirmek üzere gelmiş olduğundan ihtiyar cebircinin karşısında çok hakim bir duruşla duruyordu. Galiba öteki de bunun farkındaydı ve tehlikeli bir konuyu kurcalamakta olduğunu anlamıştı. Ayşe zorla gülümsedi:

- Hapisten çıktı ama çıkmadı desem de yalan olmaz. Çünkü kendi kendisini eve hapsetti. Bir yere çıkmıyor.

- Neden?

- İnsanlardan iğreniyor. Kimseyi görmeye tahammülü yok.

Yaşlı öğretmen kuvvetli bir sezişle bu sözlerden kendisine hisse çıkarmıştı. Sözde teessür duyan insanların yaptığı gibi derin bir ah çekerek yerine oturdu. Gazetesine daldı. Ayşe memnundu. O da hiç kimse tarafından rahatsız edilmek istemiyordu. Başkalarının kendisiyle meşgul olmasından sıkılıyordu. Bir köşeye çekilerek çantasından Abdülhak Hamid’in Makber’ini çıkardı. Bu sabah liseye gelmek üzere evden çıkarken çantasına bu kitabı koymuştu .Niçin Makber’i seçmişti. Bunu bilmiyordu. Birkaç defa okuduğu, belki yarısını ezbere bildiği bu kitabın kendisince meçhul tarafı kalmadığı halde gayrışuuri bir hareketle Makber’i çekip almıştı. Kim bilir, belki de bir mersiye olduğu için onu tercih etmişti. Okumaya başladı. Fakat daha ikinci mısrada birdenbire durdu:

Gönlüm dolu ah u zar kaldı…

Ansızın bu mısradaki hüznün ta yüreğine işlediğini fark etti. Makber’in en alelade hatta dil bakımından da pürüzlü olan bu mısraında ne vardı da bu kadar içine işliyordu? Yoksa kendisi mi romantik bir anında idi?

Şiirlerin ne zaman tesirli oldukları hakkında biraz düşündü. Tedailer kendisini yıldırım hızıyla çok uzaklara sürüklerken beyninde bir noktanın aydınlandığını sezer gibi oldu. İnsanlar kendi duyumlarına uygun bir mısradan, bir beyitten zevk alıyorlar, hüzünleniyorlar, keder duyuyorlardı. Ayşe kendi gönlünü yokladı. Bu gönül ah u zar ile doluydu.Şu farkla ki Hamid,kendi ah u zarını bir fırtına çığlığı halinde dünyaya ve zamanlara fırlatabildiği halde Ayşe’nin ah uzarı gönlünün sınırları içinde mahpus kalmaya mahkumdu. Kendisini bu kadar duygulandıran da galiba bir dert ortağının olmayışı, hatta derdini işitecek bir yabancının bulunmayışı idi. Bunu keşfettikten sonra tekrar kitaba daldı:

Gönlüm dolu ah u zar kaldı…

Bir gönlün ah u zar ile dolmasının ne demek olduğunu gönlü rahat olmayanlar anlayamazdı.

Bütün liseyi saran bir zil sesi Ayşe’yi hülyalarından uyandırdı. Elli dakika nasıl olmuştu da geçmişti? Halbuki o hala Makber’in ilk sayfasında idi. Bazen hızlı, bazen yavaş geçen şu zaman ne izafi mefhumdu! Başını kaldırdığı zaman cebir öğretmeniyle göz göze geldi ve onun deminden beri kendisini kontrol etmekte olduğunun farkına vardı. İhtiyar hoca kendisine galiba bir şeyler söyleyecekti. Fakat daha söze başlamadan oda kapısı açıldı ve dersten çıkan öğretmenler birer ikişer gelmeye başladı.

Bunların çoğu üç yıl önceki kimselerdi. Ayşe’yi karşılayış ve selamlayışlarında gizli bir yapmacık vardı. Bazıları sanki hiçbir şey olmamış, üç yıllık bir felaket devresi gelip geçmemiş ve bu kadar ıztırap çekilmemiş gibi davranıyorlar, suni bir neşe ile konuşarak onun canını sıkıyorlardı. Kocasıyla tanışmış olanların onun hakkında ağız açıp bir şey sormamaları dikkati çekecek kadar belliydi. Bereket versin bu can sıkma töreni uzun sürmedi.Takındığı resmiyet, cali tavırlıları yanından uzaklaştırdı ve elinde Makber’iyle Ayşe, pencere dibindeki iskemlesinde yalnız kaldı.

Bahçeden çocukların sesleri geliyor, bazı isimlere aşina çıkıyordu. Ayağa kalkıp bahçeye baksa bir çoğunu tanıyacağı muhakkaktı. Fakat kendini göstermekten çekinerek kalkmıyor, oturduğu yerden göğe ve ufuklara bakarak dalıyordu. Üç yıldır sarfettiği zihni faaliyet onda şuur altı hareketlerini çok uyandırmıştı. İki şeyi birden düşünebiliyor, ilk önce farkına varmadığı ikinci düşünce biraz sonra bütün aydınlığı ile şuuruna çıkabiliyordu. Ayşe ufuklara bakarken ’’Kafam bir şeyle meşgul’’ diye düşündü ve çok geçmeden bunun ne olduğunu buldu. Bir iki dakikadan beri birçok kızlar öğretmen odasına giriyorlar,öğretmenlerden herhangi birisine bir şey sorar gibi davranıp kendisine bakıyorlardı. Yeni bir öğretmen geldiği zaman yalnız merak dolayısıyla yapılan bu hareket bugün başka bir mana taşıyordu. Ayşe bu manayı düşündü. Onu da buldu. Bu, hasret veya nefret olabilirdi. Bunu anlamak için birdenbire dayanılmaz bir istek duydu. Bu istekle başını çevirerek kapı tarafına baktı. Üç genç kız bir öğretmenle konuşuyor ve belli etmeden kendisini süzüyordu. Ayşe hasretle mi, nefretle mi karşılanacağını anlamak isteyince bütün cesaretini takınmıştı. Bu cesaretle kara önlüklü, beyaz yakalı kızlara baktı ve onlarla göz göze geldi.Bu bakışlar çok sevimli ve sevinçliydi. Gönlü ah u zar ile dolu olan edebiyat öğretmeni,ruhunun karanlık hücresinde bir panjurun açıldığını ve oradan içeriye ışık ve serinlik dolduğunu hissetti.Gözlerini üç güzel kızın yüzlerinde ve saçlarında gezdirdi. Sağda ve solda duranları derhal tanıdı. Üç yıl önce küçük birer çocuk olarak bıraktığı bu talebeler gelişerek ince, güzel, manalı, endamlı birer genç kız olmuşlardı. İsimlerini hatırlamıyordu ama bütün halleri, çalışkanlıkları, yaramazlıkları, hatta sınıfta oturdukları yerler sinema şeridi gibi hafızasından geçiyordu . Bu iki genç kız da sanki o dakikada aynı şeyi düşünüyormuş gibi hafifçe gülümsediler ve başlarıyla Ayşe’yi selamladılar.

Ortadaki kız utangaç bir tebessümle bakıyor ve ara sıra başını öne eğiyordu. Ayşe onu da tanımak için uğraşıyor, fakat tanıyamıyordu. Zihnini yorarken bazen de tanıyacak gibi oluyor, fakat kim olduğunu bir türlü bulamıyordu. Rengi uzaktan anlaşılmayan ve menekşeye benzeyen gözleriyle, gür ve açık kumral saçlarıyla, fakat bilhassa mahcup gülümseyişiyle bir şiir kadar güzel olan bu kızda, baktıkça kendini belli eden bir hususiyet vardı.

Ayşe bu hususiyetin ne olduğunu anlamak ister gibi ona bakarken daha doğrusu onu incelerken göz göze geldiler. Biraz önce çekingen ve kaçamaklı bakışlar fırlatan menekşe gözlerin manası değişti. Yırtıcı bir hal aldı. Fakat üç yıldan beri ruh mütehassısı haline gelen Ayşe bu yırtıcılığın kendisine yönelmemiş olduğunu anlamakta gecikmedi. Bu sert bakışlar etrafa meydan okuyordu. Ayşe Pusat, menekşe gözlü kızın kendisine güldüğünü ve içinde çekingenlikten eser bulunmayan bir tavırla selam verdiğini görünce birdenbire bu meçhul kıza karşı bir sevgi duydu. Kendisi de gülümsedi. Aynı açık ve samimi tavırla, verilen selamı aldı.

Birkaç saniye içinde gözlerle yapılan bu gizli konuşmayı yalnız cebir öğretmeni Rıza Beğ görmüştü. Kadın hocaların,etrafı unutacak ve görmeyecek kadar hararetle havadan,sudan konuştukları bir sırada o Ayşe Pusat’a ve kızlara bakmış, her şeyi görmüş, neticeden de memnun olmuştu. Bu memnuniyetin doğurduğu gayrı ihtiyari bir hareketle ayağa kalkarak Ayşe’ye yaklaştı. Eski hocalığın verdiği laubali bir tavırla ‘’Ayşe! Son sınıflara dersin var mı?’’ diye sordu.

- Var efendim.

- Çok güzel.Bilhassa fen şubesinden çok memnun kalacaksın.

Ayşe,bütün öğretmen odalarının bitip tükenmez çekişme konusu olan edebiyat-fen davasını hatırlayarak gülümsedi.Rıza Beğ bu gülümseyişin sebebini anlamıştı.

- Hayır, hayır! Onun için söylemiyorum, dedi. Bu sınıftan cidden memnun kalacaksın. On kişiden mürekkep fevkalade bir sınıftır. Bilhassa içlerinde Aydolu, Güntülü ve…Ve…

Bu isimler Ayşe’ye hiç yabancı gelmemiş ve hoşuna gitmişti. Cebir öğretmeninin üçüncü ismi bulmakta biraz güçlüğe uğramasını fırsat bilerek onun sözünü kesti:

- Aydolu ile Güntülü mü dediniz?

- Evet.

- Ne güzel isimler! Bunlar kardeş mi?

- Hayır, kardeş değil. Fakat kardeşten daha yakın. Bir arkadaşları daha var Nurkan. Bu üçü birbirinden hiç ayrılmaz. Biraz önce buradaydılar. Güya fizik hocasına bir şeyler soruyorlardı ama hakikatte seni görmek ve hoş geldin demek istiyorlardı...

Birdenbire, Ayşe’nin dimağında bir düğüm çözüldü. Deminki üç kızın ikisini, sağda ve solda duranların adlarını hatırlayarak tanıdı. Güneş gibi sarı saçlısı Aydolu, kestane renkli ve örgülü saçlısı da Nurkan’dı. Ya ortada duran menekşe gözlü kız? Herhalde o da Güntülü olacaktı.

- Ortada duran kızı hatırlayamadım. Acaba Güntülü o mu?

- Ta kendisi…Tanımamakla mazursun. Çünkü senin öğrencin olmadı. Sen gittikten sonra geldi ve derhal öteki ikisiyle kaynaştı. Bu üçü sınıflarının ve lisenin gözbebeği, iftiharıdır. Ama bütün derslerden böyledirler.

Sonra işi şakaya vurdu:

- İnşaallah bunları şiir deryasına batırıp fen derslerini ihmal ettirmezsin…

Yeni derse girileceğini bildiren zil çalarken Ayşe tekrar kendi iç alemine dalmıştı. Deruni bir rahatlık duyuyordu. Mektebin en iyi üç talebesinin takındığı rahat tavır nasıl karşılanacağını belli ediyordu. Demek ki genç kızların gönüllerinde vefa duygusu silinmemişti. Hele Güntülü, kendisini ilk defa gördüğü halde en samimi tavrıyla selam vermiş, bu selamı verirken etrafın ne düşüneceğine aldırmamış, hatta etrafa meydan okumuştu. Kendilerini yalnız ve kimsesiz sananlar, çevrelerinde dostlar gördükleri zaman nasıl bir inşirah duyarlarsa Ayşe de onu duyuyor, gönlünün ah u zar ile dolu olmasına rağmen yaşamaktaki zevki tadıyordu.

Yaşamaktaki zevki düşünmek, Ayşe’ye birdenbire kocasını hatırlattı ve onun bu zevki müebbeden kaybetmiş olduğunu düşünerek içi sızladı. Felaketler ve kederler gibi bahtiyarlıklar da geçiciydi. İçinde ferahlık duymasıyla gönlünün kararması bir oluyor ve hep böyle devam edip gidiyordu. Acaba şimdi kocası ne yapıyordu? Herhalde evde bir köşeden ufka melankolik bakışlarla dalmış olmalıydı. Yahut odada muttarid adımlarla geziniyordu. Belki de harb tarihine ait kitaplara eğilmişti.

Ayşe birdenbire içinin merhametle dolduğunu hissetti ve ‘Zavallı Selim’ diye söylendi.

Selim Pusat üç yıl öncesine kadar ordunun iyi bir yüzbaşısıydı ve Harp Akademisi’nin son sınıfında bulunuyordu. Askerliği bir meslek değil, bir inanç olarak kabul etmişti.Kendisine babasından ve dedesinden miras kalmış olan askerlikten gayrı bir şeyin mevcut olabileceğini düşünmezdi. Ona göre insanlar kumanda edenlerle kumanda edilenlerden ibaretti ve hayat denen nesne,süngü takıp avcı hattında yürümekten başka bir şey değildi. Selim Pusat, görünüşe göre parlak istikbale namzetti. Aşırı düşünceleri, inandığı fikirler uğrundaki sebatı yüzünden kendisini mahvetti. Çünkü o krallık taraftarıydı ve cumhuriyet rejimiyle idare olunan bir memlekette kralcı olmanın doğuracağı tehlikeleri umursamıyordu. Harb tarihine iyice nüfuz etmiş ve bu nüfuz ediş onu kralcılığa götürmüştü.

Yüzbaşı Selim Pusat bu kalbi taraftarlığını ne kimseye açmış ne de kimseden saklamıştı. Ona göre esas gaye harb sanatı idi ve krallığı da harb sanatı için iyi bir gelişme ortamı diye kabul ediyordu. Lüzumsuz yere konuşmasını, sorulmadan fikir yürütmesini sevmediği için kralcı olduğunu söylemeye imkan bulamamıştı. Fakat kimseden de gizli bir şeyi olmadığı için bunu saklamaya lüzum görmezdi. Esasen bir askere asla yakışmayan yalanı söyleyecek olduktan sonra seçilecek birçok meslekler bulunabilirdi.

Selim’in felaketini hazırlayan şey Harb Tarihi vazifelerinin birinde kullandığı bir cümle olmuştu. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa için ‘’Türk Harb tarihinin son büyük simasıdır’’ demesi fırtınayı koparmıştı. Öğretmenleri olan albay,vazifelerin münakaşası yapılırken bu cümledeki fikri şiddetle ve Gazi Osman Paşa’yı küçültecek şekilde tenkit etmiş, bir askere değil, bir siyasetçiye, bir fırka adamına yakışan bir dille bu cümleyi düzeltmesini alenen talep etmişti. Yüzbaşı Selim Pusat, kanaatinde samimi idi. Bir adama ihtarla kanaat değiştirtmekteki saçmalığı kavrıyordu. Ömründe geri dönmemiş, belaya doğru adım atarken bile pişmanlık duymamış ve askeri ahlak, düşünce gibi prensiplere Kuvvetle bağlanmıştı. Onu hayrette bırakan şey, şimdiye kadar tam bir asker olarak tanıdığı albayın birdenbire başıbozuk halini alması, bir propagandacı haline inmesiydi. Fikrini değiştirmesi hakkındaki talebi, askeri terbiyenin dışına asla çıkmayan sert bir ses ve sert bir hareketle reddetmiş, ’’Evet albayım!Askerlik sanatı bakımından son büyük eser Plevne savunmasıdır’’ demişti.

Albay öfkelenmişti. Onu kıskıvrak yakalamak için mutad taktiği kullanmaktan geri kalmamıştı.

- Çanakkale ve Sakarya’yı hatırlamıyor musun?

- Çanakkale erlerin, Sakarya subayların zaferidir. Bu muharebelerde kumandanlık sanatının rolü azdır.
- Bu ikisi kaybedilseydi ne olurdu,bir lahza düşündün mü?

- Bir lahzadan daha fazla düşündüm albayım. Çanakkale ile Sakarya’nın askeri sonuçları değil siyasi neticeleri mühim olmuştur. Dersimiz harb sanatı olduğuna göre hükümlerimizi askeri zihniyetle vermek doğru olur kanaatindeyim!

Otuz kişilik sınıf bu kavgayı büyük bir dikkatle dinliyordu.Ses çıkarmadıkları halde bir kısmının albaya, bir kısmının da Selim Pusat’a hak verdiği yüzlerindeki manadan anlaşılıyordu.

Yüzbaşıyla albayın konuşması bir tartışma olmaktan çıkıyor,söz döğüşü haline giriyordu. Ders salonunda ilmi bir mesele üzerinde fikir yürütmeye ve itiraz etmeye cevaz olmakla birlikte bu kadarı askeri disipline aykırı idi.

Selim Pusat her taarruzu yüksünmeden karşılardı. Askeri lise öğrencisi olduğu zamanlardan beri kendisinde hakim olan bu mücadele ruhu dolayısıyla birçokları, hatta yakınlarından bazıları onun asıl adını bilmezler, yalnız ‘Pusat’ diye anarlardı. Şimdi karşısındaki albay tartışmayı başka bir mecraya sürüklerken bunu da kabul ediyor, taarruz hangi cepheden gelirse gelsin derhal karşı cephe almaktan ve mukabil taarruza geçmekten geri kalmıyordu. Plevne ile Çanakkale ve Sakarya’nın mukayesesinden başlayan hırçın konuşma Mohaç, Çaldıran,Kosova ve Niğbolu’ya kadar uzandı. Sonra albayın öfke ve istihza içinde:

- Kurmay adayı! Padişahlık devrine ne kadar hasret çekiyorsun. Bu rejime yemin vermiş olduğun halde tıpkı bir kralcı gibi konuşuyorsun, demesiyle en buhranlı noktasına erdi.

Pusat’ın sınıftaki dostları,buna vereceği cevapla mahvolacağını anlamakta gecikmediler. Selim hala esas vaziyetinde olduğu halde en sert eda ile:

- Evet albayım! Bu rejime vermiş olduğum halde fikren kralcıyım. Çünkü birinci sınıf askerler ancak krallıklarda çıkar. Siz de vaktiyle krallığa sadakat yemini etmiş olduğu halde bugün cumhuriyetçi gözüküyorsunuz, diye karşılık verdi.

Bu cevap o ana kadar devam eden askeri disiplini bozmaya kafi gelmişti. Bütün sınıf ayağa kalkmıştı. Şuur durmuş, yerini öfke tutmuştu. Karşılıklı sert sözler de söylenmişti. Durum çok vahimdi.

Bu hal birkaç dakika sonra Harb Akademisi Kumandanı olan general tarafından duyulmuş general, başlarında bir yüzbaşı olan süngü takmış bir takımla sınıfa gelerek hadiseyi albaydan dinlemiş, Yüzbaşı Selim Pusat’la tartışmada ona taraftarlık eden Yüzbaşı Şeref’i hapsedip ihtilattan menetmiş, sekiz subayı da göz hapsine alarak meseleyi resmiyete koymuştu.

Albay, hadiseyi çok mübalegalı bir şekilde anlatmıştı. Ona inanmak gerekirse Yüzbaşı Pusat’ı bir vatan haini saymak gerekecekti. Nitekim umumi telakki de bu merkezde idi. O bir küstah, bir vatan haini, belki de bir casustu. Bu kadar cüretkar olabilmesi için mutlaka bir dış kuvvete dayanması lazımdı. Sınıftaki taraftarlarının çokluğu da akıl sahipleri için gizli bir teşkilatın mevcudiyetini muhakkak kılıyordu. Bunların yok edilmesi milli ve vatani bir zaruretti…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
4. BÖLÜM


Yüzbaşı Pusat günlerce sorgusuz sualsiz bir odada tutuklu kaldı. Ay başı geldiği zaman maaşını vermediler. İhtilattan men edilmiş olduğu için kimseyle görüştürmediler. Gazete ve kitap okumasına da engel oldular. Bunlara ehemmiyet verdiği yoktu. Onca asıl üzülecek nokta askeri terbiyenin azalmış olmasıydı. Tutuk evine memur olan subaylar arasında rütbece kendisinden küçük olanlar kapısını açtıkları zaman selam vermiyorlar hatta süngülüler bile aynı saygısızlığı gösteriyorlardı. Bu kaygı arasında eşiyle oğlunu düşünecek vakit bulamıyordu. Ayşe her gün gelerek kendisine bir parça yiyecek getiriyor, fakat görüşmek imkanı olmuyordu.

Bir gün Ayşe’nin getirdiği çamaşır paketi Pusat için ölüm darbesi oldu. Çamaşırlar üç gün önceki bir gazeteye sarılmış, gazete okuması yasak olduğu halde nöbetçiler nasılsa dikkat etmemişlerdi. Gazeteyi ilanlarına kadar okuyarak oyalanmak, hatta sonundaki bulmaca ile meşgul olmak hiç de fena olmayacaktı. Fakat bu oyalanmaya fırsat kalmadı. Çünkü ilk sayfanın ortasında büyük harflerle dizilmiş bulunan ‘’Selim Pusat Meselesi’’ başlığı birdenbire şiddetle gözlerine çarptı.

Satırları okurken önce şaşırdı. Sonra müthiş bir öfkeye kapıldı.Kan beynine sıçramış, yüzünü yakıyordu. Daha sonra büyük bir kötümserliğe düştü. Herhalde kanı çekilmiş olacaktı ki, bu ılık bahar havasında üşüyordu.

Gazetenin inanılır kaynaklardan alınan haberler diye heyecanla naklettiği satırlar baştan başa yalan, iftira ve tahriften ibaretti. Pusat, ömründe ilk defa kendisinden şüphe ederek acaba yanlış mı anladım diye gazeteyi bir kez daha okudu. Hayır, yanlış anlamamıştı. Hatta eksik anlamıştı. Çünkü bu gazete memleket rejimini değiştirmek için yapılan hain teşebbüsten, yabancı iş birliğinden bahsediyor ve bu fesatçı teşebbüsün ele başısı olarak Yüzbaşı Selim Pusat’ı, en yakın arkadaşı olarak da Yüzbaşı Şeref’i gösteriyordu. Tanıdığı, tanımadığı birçok isimler daha sayılıyor, bir çok evlerin arandığından bahs olunuyordu. Buna dair havadislerin sonunda Ayşe Pusat’ın da sorguya çekildiği ve lisedeki vazifesine son verildiği bildiriliyordu.

Pusat gazeteyi yatağına fırlatarak küçük odasında gezinmeye başladı. Bir çok erkek gibi o da gezindiği zaman daha iyi düşünebiliyordu. Fakat bir müddet sonra acıyla farkına vardı ki, bütün gezinmesine rağmen artık bir şey düşünemiyor, muhakeme yapmak kabiliyetinden mahrum bulunuyordu. Bu umulmadık darbe kendisini sersemletmiş,beynini uyuşturmuştu. O zaman kendisinin bir kurmay adayı olduğunu, bir kurmay için şaşırmanın yasak bulunduğunu hatırladı ve demir parmaklıklı küçük pencereden ufuklara derin derin baktıktan sonra:

- Kendi ordusu bütün mevcudu ile düşman safına geçen bir kurmay ne yapabilir?diye düşündü.

* * *


Ertesi sabah ne olursa olsun deyip bir teşebbüste bulundu. Neferlerden birine para vererek o günün gazetesini gizlice aldırdı.Bununla darbe tamamlanıyordu. Dün okuduğu satırlara hayasız bir gazeteci şarlatanlığı diye bakmak ümidi, kendisinin vatan haini olduğu hakkında resmi tebliğle tamamen kırılmıştı. Pusat bunu okuyunca,en sez yerinden ölümcül yara alanlar gibi göklere bakarak Allah’ı aradı. Boşluktan başka hiçbir şey yoktu. İçinde azgın duyguların şahlandığını hissetti ve milyonlarca insana karşı tek başına kudurmuşçasına döğüşmek için korkunç bir ihtiras duydu. Yazık, döğüşebilmek saadetinden de mahrumdu… Büyük bir uğultu duyuyordu. Birçok motorun birlikte işlemesinden doğan bir ses gibi bu uğultu kendisini neredeyse sağır edecekti. Bu sesin nereden geldiğini anlamak için pencereden bütün görüş sahasına şöyle bir bakındı. Hiçbir şey yoktu. Bu gürültü insanlık, erkeklik, askerlik gibi üç büyük yapının çökmesinden geliyor ve bu yığınların altında kalan şeref ve haysiyet heykelleri de tuzla buz olarak ortadan kayboluyordu.

Hasta değildi.Fakat başında ateş vardı. Hiçbir şey düşünmeden muttarid adımlarla geziyordu. Düşünmüyor, fakat beyni mütemadi faaliyetten yoruluyordu. Geç vakit yatağına uzandıktan sonra da dimağının bu hummalı faaliyeti devam etmişti. Uyku ile uyanıklık arasında, yattıkça yorularak saatler geçerken yavaşça kapı açıldı. Ayşe beyazlar giymiş ve Tosun’un elinden tutmuş olduğu halde içeri girdi. Yüzüne gölge vurmuş olduğu için iyi seçilemiyordu. Pusat,içi hüzünle dolu olduğu halde gözlerini açtı. Birsam-ı saadet biraz daha göründükten sonra yavaş yavaş kayboldu. O zaman Ayşe ile Tosun’ karşı dayanılmaz bir özleyiş duydu ve dünyada bir kadınla bir çocuktan başka kimsesi kalmadığını düşünerek yalnızlığı karşısında irkildi. O sabah odaya gelen inzibat teğmeni, Pusat’ı askerce selamladığı zaman artık karşısında bir yüzbaşı değil, yaralanmış, iğrenmiş kin ile işba haline gelmiş bir adam vardı.

- Bir emriniz var mı yüzbaşım?

- Rica ederim teğmen, bana artık böyle hitap etmeyiniz ve beni selamlamayınız!..

Bunu söyleyerek gazeteyi gösteriyordu.Teğmen,onun her şeyi bildiğini anlayarak biraz şaşırdı ve söyleyecek söz bulamadı.

Pusat,iyi markalı altın saatini teğmene uzattı:

- Bunu sattırmanızı ve parasını, yüzbaşı değil akıbeti anlaşılmış bir tutuklu olan bana getirmenizi rica ediyorum.

Teğmen halden anlıyordu.Onu üzmeyecek bir cevap verdi:

- Peki efendim!..

- Bir de zevcem geldiği zaman artık her gün bana yemek taşımak için zahmet etmemesini,ihtiyaçlarımın buradan sağlandığını bildiriniz.

- Peki efendim!

- Teşekkür ederim.

- Bir şey değil efendim.

Yalnız kaldığı zaman Pusat kendinde bir değişiklik duydu.Ömründe ilk olarak kendisini düşünüyordu. Kudurmuş bir fırtınadan denize düşen bir insan gibi ümitsizdi. Fakat kendisini hain dalgalara teslim etmeyecek, çok uzaktaki karaya varmak için kulaçlar atacaktı.

Ya Ayşe? caba o ne yapıyordu? Onun ne suçu vardı da vazifesinden çıkarılıyor ve küçük bir çocukla birlikte sefaletin kucağına bırakılıyordu? Bunlar hangi hak,hangi vicdan, hangi kanun, hangi mantıkla yapılıyordu? Pusat yine ömründe ilk olarak parayı düşündü. Kendisine haksız yere ve keyfi olarak maaşını vermemişler, eşini hasız yere ve keyfi olarak öğretmenlikten çıkarmışlardı. Bu şartlar içinde para ihtiyacı birdenbire kendini gösteriyor ve para gibi aşağılık bir nesneye muhtaç olmak da onun gururunu zedeliyordu.

İnzibat teğmeni altın saati satıp parasını getirdiği zaman ondan Ayşe’nin durumu hakkında izahat aldı. ’’Bakanlık emrine alınma’’nın ne demek olduğunu ve Ayşe’nin dörtte bir nisbetinde aylık alabileceğini öğrendi. Saat parasının bir kısmını inzibat teğmenine vererek Ayşe’ye götürmesini ve saatin satıldığından, kendisinin maaş alamadığından bahsedilememesini rica etti. Fakat bu taktik de boşuna idi. Teğmen parayı da geri getirmişti. Ayşe kendisinin paraya ihtiyacı olmadığını bildiriyor ve yine her gün geleceğini haber veriyordu.

Ayşe her şeyi biliyor ve Pusat’ın maaş alamadığından haberdar bulunuyordu. O zaman Selim yapacak işi kalmayan ve mukadderatı bekleyen insanların sessizliği ile karyolasına uzandı. Kendisini insanların bu kadar çirkefleştiği bir asırda dünyaya getiren kadere lanet ederek dinlenmek ve toparlanmak istedi. Kurmay olarak yetişmekte bulunduğundan çabuk karar vermesini biliyordu. Nitekim biraz sonra kararını vermiş ve bu yüzden de sükunet bulmuştu.

Kapısı açılıp da bir binbaşı içeri girdiği zaman Pusat, karyolasına uzanmış ve ayaklarını karyola demirlerine dayamış olduğu halde hafif hafif ıslık çalıyordu. Binbaşıyla göz göze geldikleri zaman durumunu hiç değiştirmedi. Bir üste karşı yapılan bu saygısızlık daha birkaç gün öncesine kadar onun asla bağışlamayacağı, hele bizzat kendisi tarafından yapılacağını aklına bile getiremeyeceği bir davranıştı. Fakat askerlik öldükten ve yurt için gözünü kırpmadan ölüme atılacak yaratılışta olan kendisi gibi bir askere vatan haini damgası vurulduktan sonra artık askeri terbiye, üstlük, astlık denilen şeyler manalı mefhumlar sayılamazdı.

Binbaşı hakarete uğradığının farkında idi. Fakat Pusat’ın gözlerindeki kinli ışık ve bakışlarındaki cüretkarlık onu susmaya mecbur etti ve kısaca:

- Hazırlanın. Orgenerale çıkacaksınız, dedi.

Başka bir zamanda olsaydı orgenerali bekletmemek için en büyük hızla hazırlanır ve ‘’hazırım binbaşım’’ diye mukabele ederdi. Şimdi, belki kasdi bir ağırlıkla hazırlanıyor ve ceketle kasket giymekten ibaret olan bu hazırlığı yaparken Harb Okulu Marşını çalıyordu. Her şey tamamlanınca binbaşıyla bakıştılar. Bu bakışmalarda iyi niyetten bir zerre bile yoktu. Birbirlerine atılmaya hazır iki düşman gibiydiler. Pusat hiçbir söz etmeden küstah bir tavırla önden yürüdü ve binbaşı onu takibe mecbur kaldı.Bir palaskalı ve iki süngülü de arkalarından geliyordu.

Ordu müfettişinin odasına girdikleri zaman verdiği, içinde askeri ruh ve sertlikten eser bulunmayan selam, onun orgeneralliğine değil, yaşına verilmişti. Yaşlı asker asık yüzü, çatık kaşlarıyla onu süzüyor, topuklarını bitiştirmesini, esas vaziyetini almasını bekliyordu. Şahsına karşı saygısızlık göstermese bu yüzbaşıya karşı yumuşak davranacaktı. Fakat beriki zorla belayı çağırır gibi kavgacı bakışlarla bakıyor, toplanmıyor, aradaki büyük rütbe farkını hesaba katmıyordu. Orgeneral gerçekten öfkelenmişti. Kurmay başkanının ve binbaşının yanında bir yüzbaşıdan saygısızlık görmek gücüne gitmişti. Sert bir sesle ‘’Yüzbaşı!Vaziyetini düzelt’’ diye çıkıştı. Pusat bu ihtara aldırmadı.Gözlerini orgeneralin gözlerine dikmekle mukabele etti.

Bazen sözle ifade edilmeyen şeyler gözlerle ifade edilir. Şimdi öyle bir anda bulunuyorlardı. Bazen sert bakmasına rağmen saygılı olan gözler bazen en nazik bakışlarla hakaret edebilirler. Şimdi öyle bir anda bulunuyorlardı.

Orgeneral bu yumuşak,fakat ısrarlı bakışlardan rahatsız olarak daha sert bir sesle bağırdı:

- Sana söylüyorum yüzbaşı! Vaziyetini düzelt!

Pusat yumuşak ve sakin bir sesle cevap verdi:

- Benim vaziyetimin düzeltilecek bir tarafı kalmamıştır general!..

Bu eda ve bu cümle ordu müfettişini kudurtmuştu. Kendisine ‘orgeneralim’ demesi lazımken ‘general’ diye hitap ediyor ve bunu bir siville konuşan başka bir sivil gibi söylüyordu.

İleriye doğru şiddetli bir adım attıktan sonra yüzü kıpkırmızı olduğu halde haykırdı:

- Bana hakaret ediyorsun! Esas vaziyeti al!

- Bir vatan haininden saygı beklemeyiniz general!

Aynı sakin sesle verdiği bu karşılıktan sonra cebinden bir mendil çıkardı ve alnını sildi. Bütün sükunetine rağmen laubalileşen tavrı karşısında bir an ne yapacağını şaşıran, hatta tabancasını çekip onu vurmayı bile düşünen ordu müfettişi birden ‘vatan haini’ sözlerine takıldı. O, karşısında pek büyük suçlu bir subay görmekle beraber vatan hainliğini hiç hesaba katmamıştı. Onca ne gazetelerin neşriyatı, ne hükümetin resmi tebliği bir mana taşıyordu. Her şey Divan-ı Harbde anlaşılacaktı. Şimdi bu genç yüzbaşı ‘bir vatan haininden saygı beklemeyiniz’ derken orgeneralin kafası birden buna takıldı ve sordu:

- Hangi vatan hainliği? Ne demek istiyorsun?

Söz buraya gelince Pusat soğukkanlılığını muhafaza edemedi. En hazımlı insanın bile kabul edemeyeceği şeyler vardır. Bütün ömrünce vatan ve şeref mefhumları için yaşayan bir insana vatan haini demek onu çıldırtmak, her şeyin inkarına yol açmak, bu büyük iftira karşısında susanlar da dahil olduğu halde herkese kin beslemesine sebep olmak demekti. Evet!.. Artık soğukkanlılığını muhafaza edemezdi. Artık elleri pantolonunun zırhına yapışmış olduğu halde konuşacağı günler geçmişti. Orgeneralin masasında duran bir gazeteye doğru şehadet parmağını tehditkar bir tavırla uzatarak sert bir sesle ‘’Gazeteleri okumadınız mı general?’’ diye gürledi. General itidalini kaybetmişti. Yola getiremediği bir astla askeri disiplin ve terbiyenin dışında konuşmak onu şaşırtmıştı. ’’Gazetelerden sana ne?’’ diye karşılık verdi. Pusat acı acı gülümsedi:

- Yaaa… Demek ben kendi şerefimle ilgilenmeyeceğim! O resmi tebliğden sonra insanlığın ve şerefin boş mefhumlar olduğunu anlamıştım. Onun için karşınızda istediğiniz gibi duramıyorum…

Bunu söyleyerek küstahlığı biraz daha arttırdı. Mendiliyle alnını biraz daha sildikten sonra ellerini arkasına götürerek kavuşturdu.

Orgeneral bunu görmemezlikten gelmeye mecburdu. Çünkü karşısında her şeyi kabul etmiş, her neticeyi göze almış bir çılgın vardı. Fakat bu yüzbaşının içinden neler geçtiğini de merak etmiyor değildi:

- Sen, dedi, şerefine bu kadar bağlı oluyorsun da neden kıralcılık ediyorsun?

- Kıralcılık şerefsizlik midir? O halde siz ve bütün üstsubaylar da şerefsizsiniz. Çünkü siz, şimdi aleyhinde bulunduğunuz kırala vaktiyle sadakat yemini etmiştiniz. Ömründe bir kere şerefsiz olan bir insanın sonra yeniden şerefli olduğunu bilmiyorum. Ben ise bu fikre mesleki bir zaruretle gelmiş bulunuyorum. Bu fikrimi de sırf bana sorulduğu için, yalan söylememek kaygısıyla açığa vurdum.

Orgeneral, bu apaçık sözlerden sonra çileden çıktı. Korkunç bir sesle bağırdı:

- Terbiyeni takın yüzbaşı! Kanına mı susadın? Hala asker olduğunu unutma!

Pusat sesini dikleştirdi:

- Askerlik öldü general! Sinsi siyasetçilere sırf üniformalı oldukları için asker diyemem! Asker olduklarını kapımda bekleyen inzibat teğmenleriyle erlerine öğretiniz. Üniformalı politikacılardan aldıkları telkinlerle bana, Önyüzbaşı Selim Pusat’a selam vermiyorlar. Önyüzbaşı Selim Pusat da onlardan aldığı dersi daha yukarılara ulaştırmaktan başka bir şey yapmıyor…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Fazla konuşmak boşuna idi.Pusat,odasına gönderildi ve o andan itibaren hakkında daha sert muamele tatbik olunmaya başladı. Onu daha küçük bir odaya,hücre denilecek kadar dar bir deliğe tıktılar. Burası havasız, güneşsi, pis bir yerdi. Bu muamelelerden ve insanların topyekün kahpeleşmesinden sonra artık onun ruhu ölmüştü. Ruhsuz bir ceset içinse üzülmeye değmezdi.

Sıkı kontrole rağmen ara sıra gelen gazeteler vasıtasıyla hakkında yazılanları okuyor, bu kadar çok namussuz insan ve şerefsiz kalemin mevcudiyetinin şimdiye kadar nasıl bir gafletle anlayamadığı için şaşıyordu. Bu çalkantı, bu fırtına şahsi bir kanaatini açığa vurduğu için çıkıyor, kendisine iftira atanlar birçokları tarafından riyakar jestlerle alkışlanıyor ve kendisi yalan, iftira, isnad tufanlarıyla boğulmak isteniyordu.

Pusat ayakta dimdik duruyordu. Solgun ve zayıflamış olmasına rağmen bütün bu güruhla tek başına bir ölüm-dirim döğüşüne hazırdı. Fakat bu imkanı bulamadı.

Divan-ı Harbde duruşmalar başlarken, ordu müfettişiyle arasındaki sert konuşmanın karşılığı olarak ellerine kelepçe vurulmuştu. Bileklere takılan bir iftihar madalyası gibi kelepçeyi taşıyarak dudaklarında kindar bir tebessüm, gözlerinde lanet okuyan bir parıltı olduğu halde mahkeme salonuna girerken bakışlarıyla etrafı araştırdı. Ayşe orada idi. Hazin bakışlarla kendisini süzüyor ve çevreyi saran düşman yığınına karşı gösterdiği istiğna ile kendi yanında olduğunu belirtiyordu.

Yüzbaşı Şeref, tıpkı kendi uğradığı hakaretlere uğramış olduğunu belirten çok ağır ve ciddi bir yüzle uzaklara bakıyor, daha serbest olan öteki sekiz subay ise aksine,daha endişeli gözüküyordu. Çünkü onların kaybetmek kadar kazanmak şansları da vardı.

Duruşma sözde aleni idi. Fakat tutuklu subayların eşleriyle annelerinden başka kimse içeri alınmamıştı.Dinleyici sıralarını inzibat subaylarıyla kralcılığa düşman astsubaylar ve generaller, bir de sivil polislerle Milli Emniyet memurları dolduruyordu.

Rüzgarlı, serin, gamlı bir gündü. Salonun açık pencerelerinden giren esinti bunaltıcı manevi havayı hafifletiyordu. Savcı akla gelmez uydurmalar ve yakıştırmalarla dolu iddianamesini okuduğu zaman sanıklar memlekete krallığı geri getirmek için gizli cemiyet kurmak ve orduyu buna alet etmekle suçlandıklarını öğrendiler. Sorgular çabuk yapılıyordu. Selim Pusat’la Şeref kesin,kısa,sert cevaplar veriyorlar, kaçamak yapmıyorlar, askeri terbiyenin gerektirdiği saygıyı göstermiyorlardı. Öteki sekiz kişi askeri terbiyenin icablarına riayet ediyorlardı. Zaten savcı da onlar için hafifletici sebepler ileri sürmüştü. Selim’le Şeref için istenen ceza çok ağırdı.

Haftada üç gün yapılan duruşmalar savcı ile Selim ve Şeref arasındaki sert münakaşalar halinde geçiyor, yargıçlar da tarafsızlıklarını unutarak bu tartışmalara savcı lehinde müdahalelerle bulunuyorlardı. Bazen krallık ve cumhuriyet üzerine akademik bir konuşma başlıyor, o zaman iki vatan haini yüzbaşı yargıçlarla savcıyı güç durumda bırakıyorlardı. Onlar her şeyi kabul ediyorlar, fakat krallığı iade, gizli cemiyet, düşmanla işbirliği isnadlarını şiddetle, asabiyetle, karşılarındakileri tahkir edici edalarla reddediyorlardı. Selim yargıçlara ’Kırallık terbiyesiyle yetişen ve sadakat yemini eden sizlerin de kalben hala kralcı olduğundan eminim’ derken Şeref, ‘Kıralcı olmak için tarihin en muhterem simalarını bir kez düşünmek kafidir’ diye tamamlıyordu. Tartışmalar bazen çığırından çıkarak teferruata saplanıyor ve yargıçların, bilhassa, iki yüzbaşıyı zayıf noktalarından yakalamak için yaptıkları teşebbüsler halinde uzayıp gidiyordu.

Ayşe heyecanla bunları dinliyor, fakat Selim’i fikrinden çevirmek imkansızlığını bildiği için mütevekkil davranıyordu. Hangi sorulara Selim’in ne şekilde cevap vereceğini biliyordu. Onu ilgilendiren cihet duruşmaların sonu idi.

Bu son yalnız kendileri için değil, adalet ve ahlak için de pek feci olmuştu: Selim ve Şeref on beşer yıla mahkum edilmişler, diğer sekiz kişinin bazıları hafif cezalarla, bir ikisi de beraatle işin içinden sıyrılmışlardı. Askeri Yargıtay daha cezayı tasdik etmeden acele ve kasdi bir merasimle ikisinin apoletleri sökülmüş ve zindanlara götürülmüşlerdi.

Fakat nasıl oldu bilinmez, galiba Allah’ın bir müdahalesiydi. Yargıtay, kararı kökünden bozdu. Başka yargıçlar önünde yapılan ve pek çabuk bitirilen duruşmada iki yüzbaşı aşırı disiplinsizliğe uyan maddelerden ikişer yıla mahkum edilip, vatana ihanetten beraat ettiler. Fakat onların yüzü bunlara da gülmüyordu. Hapiste iki yıldan çok yatmışlar ve asker olarak girdikleri tutuk evinden mesleksiz olarak çıkmışlardı.

İkisi birkaç defa buluştuktan, fakat hiçbir şey konuşmayarak dalgın bakışlarla sustuktan sonra yeryüzünde hiç kimsesi olmayan Şeref, bir gün Pusat’a kısa bir yazı göndererek intihar etti. Yolladığı kağıda ‘’Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum’’ yazılıydı.

Pusat, arkadaşı için hiçbir tören yaptırmadı. Para ile tuttuğu üç kişiye kendisi de katılarak onun tabutunu en yakın mezarlığa kadar bizzat götürdü. Tabut kabre konduktan sonra üzerine küçük bir bayrakla bir kitap bıraktı. Mezarın toprağını tek başına doldurduktan sonra baş ucuna bir tahta parçası dikti. Bunun üzerinde ‘Arkadaşım Şeref’ kelimeleri yazılıydı…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
5. BÖLÜM


Ayşe, maziyi bir sinema filimi gibi gözlerinin önünden geçiren tahayyülatı bıraktığı zaman dördüncü dersin zili çalmıştı. Baş muavin yanı başında peyda olarak zoraki bir gülümseyişle ‘’Sizi sınıfa takdim edeyim’’ dedi. Sonra Ayşe’ye bir şeyler çıtlatmak lüzumunu duyarak:

- Şimdi fen şubesine dersiniz var. Bu sınıftan çok memnun kalacaksınız. Çok iyi kızlardır. Derslerinden başka bir şeyle meşgul olmazlar, diye ilave etti.

Ayşe Pusat bu sözlerle kendisine kıralcılık propagandası yapmamasının ihtar olunduğunu anlıyordu. Gerçi onun bu gibi işlerle hiçbir ilişiği yoktu, ama kocasına yapılan isnadların izi kafalardan hala silinememiş, kocası bile başka sebeplerle hapis yattığı halde herkes körükörüne,onun aleyhindeki propagandaya inanmıştı.

Ayşe, baş muavinin imasını anlamamazlıktan geldi.Birlikte son sınıfın fen şubesine doğru yürüdüler.

On kız birden ayağa kalktı. Hepsi şirin ve ciddi kızlardı. Fakat gözlerinin içi gülüyordu. Baş muavin somurtkan bir tavırla Ayşe’yi tanıttı:

- Yeni edebiyat öğretmeniniz… Çok çalışınız ve kendisinden istifade ediniz…
Bu tanıtma ne kadar soğuk ve kaba idi. Yeni öğretmenin adı dahi söylenmemişti. Kızlar sessizlik içinde baş muavinin gitmesini beklediler ve o gidinceye kadar ayakta durdular. O zaman Ayşe oturmalarını işaret etti ve deminden beri gözleriyle gülen kızlar bu sefer dudaklarıyla hafifçe ve nazikane gülümsediler.

Ayşe sınıfa bir göz gezdirdi. On kişinin dokuzu üç yıl önceki talebeleriydi. Önde yan yana oturan Aydolu ve Nurkan yalnız güzellikleriyle değil, çalışkanlıklarıyla da en ileride bulunan kızlardı. Diğerlerine de birer birer bakıp isimlerini hatırladıktan sonra arkada bir sıraya tek başına oturmuş olan Güntülü’de bakışları durdu ve onun gür ve açık kumral saçlarla çevrelenmiş ince ve manalı yüzünü takdirle seyretti. Bu kızın kendisine karşı bir dost kalbi taşıdığı muhakkaktı. Nereden, niçin, nasıl? Bunları bilmiyor, bilmeye de lüzum görmüyordu. Ayşe'nin dost kalplere ihtiyacı vardı. Kendisi için fenalık istemeyen insanlara hasretti. Böyle bir kalp taşıyan insan bir talebe bile olsa makbuldü. Yeter ki menfaatsiz olarak dostluk duyguları beslesin…

Güntülü, utangaç gülümsemelerle kendisine bakıyor ve yüzü pembeleşiyordu. Sabahleyin menekşeye benzeyen gözleri şimdi ela idi.

Ayşe, bu ilk derste onların ders durumunu anlamak için yerlerinden kaldırmadan edebiyata ait sorular soruyor, hem onların bilgi derecesini öğreniyor, hem de çoktandır hasret kaldığı lisenin bir sınıfında öğretmenlik zevkini tadıyordu.

Aldığı cevaplar en müşkilpesend hocayı bile memnun edecek mahiyette idi. Bu kızlar fen talebesi oldukları halde edebiyatı iyi biliyorlar, aruzdan anlıyorlar, şiirin zevkini duyuyorlar ve edebiyat hakkında esaslı fikir ve kanata sahip bulunuyorlardı. Hele Nurkan ve sınıf mümessili bulunan Aydolu fevkalade idiler.

Şimdi sıra sonuncuya, Güntülü’ye gelmişti. Ela gözlü, mahcup tebessümlü kız kendisine hitap olununca ayağa kalktı ve Ayşe, bütün diğerleri gibi onun da oturarak cevap vermesini arzu ettiği halde sırf utanıp kızarmasın diye, bir şey söylemedi.

- Edebiyat hakkındaki duyguların nasıldır, Güntülü?

Bu sual, edebiyat öğretmeninin mutadı olan sorulardan değildi. Bu kız orijinal bulduğu için böyle bir şey sormuştu. Aldığı cevap hoşuna gitti:

- Ders olarak da, sanat olarak da çok severim efendim.

‘’S’’ leri pek hafif peltek olarak söylüyor ve bu hafif pelteklik onun konuşmasına güzellik veriyordu. Sesi de çok esrarlı ve ruha işleyici idi.Ayşe,edebiyatçı olmanın verdiği kabiliyetle güzellikleri çekip çıkarmakta ustaydı. Gülümseyerek tekrar sordu:

- Niçin seversin Güntülü?

Güntülü, hocasına hayretle bakarak birkaç defa gözlerine baktı ve aynı esrarla sesle cevap verdi:

- Sevginin niçini olmaz ki efendim… Düşünsem belki makul bir sebep bulabilirim. Fakat bu hakiki sebep olmaz. Çünkü biz önce severiz. Sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. Bu da hodbinliğimizden doğar efendim.

Ayşe Pusat, kızın cümlelerine dalmıştı. Çok düzgün, gramer bakımından yanlışsız cümlelerle konuşuyordu. Hele şimdi gözleri yine değişmiş, dalgın bir hal almıştı. Rengi de galiba yeşildi. Nereye baktığı belli olmuyor, fakat büyük bir ruh kudreti taşıyordu. Onu bütün sınıf da hayranlıkla dinliyor, bilhassa samimi arkadaşları olan Aydolu ile Nurkan bu güzel konuşma karşısındaki memnuniyetlerini yüz çizgileriyle belli ediyorlardı.

Ayşe, böyle bir talebesi olduğu için sevinç duydu. Gittikçe artan bir merak içinde sualini yeniledi:

- Peki Güntülü, bildiğin şiirler arasında en çok beğendiklerinden birkaçını sayar mısın?

Genç kız, başını biraz kaldırarak düşündü. Sonra öğretmenine bakarak yavaş yavaş anlatmaya başladı:

- Efendim! Fuzuli’nin şiirleri arasında:

Can verme gam-ı aşka ki aşk afet-i candır,
Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır

diye başlayan gazeli beğeniyorum. Fuzuli’nin en güzel şiiri şüphesiz bu değildir. Fakat bunu anlayabildiğim ve ahengine kapıldığım için olacak, tercih ediyorum. Tasavvuf hakkında bilgim olmadığı için şiirlerinden birçoğunu anlayamıyorum. Nedim’i daha kolay anlıyor, fakat umumi telakki hilafına şarkılarından zevk almıyorum.

Bir nim neş’e bu cihanın baharını,
Bir sagar-ı keşideye tut lalezarını

diye başlayan gazelini çok beğeniyorum. Namık Kemal’in meşhur Vatan kasidesi olmakla beraber bana beyitler arasında bir birlik yok gibi geliyor. Her beyit ayrı ayrı güzel. Fakat terkip kuvvetli değil. Onun için ben Namık Kemal’in şiirleri arasında:

Değişmez bir fen mi vardır,müştakir eşya mı kalmıştır

diye başlayan murabbaı seviyorum. Hamid’e gelince onun eserleri arasında pek azını görüp okuyabildim. Bazılarını hiç anlamadım. Eşber’in İskender’le konuşmasını güzel buluyorum…

Buraya gelince Güntülü birdenbire sustu. Halbuki Ayşe onun konuşmakta devam etmesini istiyordu. Trende hızla giderken bazen güzel manzaralar görülür. Yolcu biraz sonra bu manzaranın değişeceğini ve onun yerine ruhsuz bir görünüş geleceğini bilerek üzülür, güzel manzaranın hiç bitmemesini temenni eder. Onun gibi, Ayşe’de bu kızın susmamasını, hep konuşmasını istiyordu. Bir öğretmen için en büyük haz çalışkan, akıllı ve kavrayışlı bir talebenin sorulara cevap vermesidir. Bu hazzın devamı isteğiyle yeniden sordu:

- Hamid’den sonrakilerin şiirleri arasında beğendiklerin yok mu Güntülü?

- Var efendim. Tercih yapmak için düşünüyordum. Bunların pek çoğunu okudum. Bir haylısı da ezberimdedir. Çokluk arasından tercih yapmak güç oluyor efendim. Müsaade ederseniz şiir ismi değil de şair adı söyleyeyim. Önce Yahya Kemal’le Faruk Nafiz’in, sonra da Ali Mümtaz’ın şiirlerini beğeniyorum. Bunlardan başka tanınmış veya tanınmamış birçok şairlerin eserlerinden çok hoşuma giden parçalar da yok değil. Bazen alelade şairlerden birinin bir tek şiiri, bazen bir şiirin herhangi bir dörtlüğü veya beyit, bazen de tek mısra bende kuvvetli bir intiba bırakıyor, tesir yapıyor. Ezberimde sahiplerinin adını bilmediğim epey mısra var. Mesela şairinin kim olduğunu unuttuğum, nerede okuduğumu hatırlamadığım bir mısra var ki çok hoşuma gider:

Bizi arza bağlayan: Yaratmak ihtiyacı.

Belki bu mısrada şiir sanatı bakımından bir üstünlük yoktur. Fakat yaşamayı güzel bir sebebe bağladığı için çok hoşuma gidiyor efendim.


Güntülü yine sustu. Ayşe takdirle gülümsüyordu:

- Bu mısra Osman Faruk Verim’indir. Bizi Arza Bağlayan adındaki küçük bir şiir mecmuasının ilk manzumesidir dedi ve bugünlere göre daha kuvvetli talebelerin yetiştiği kendi zamanında bile bu kadar seçkin bir kızın bulunmadığını düşünerek onu daha çok sevdi.

Bütün sınıf dikkatle Ayşe’ye bakıyordu.Onda üç yıllık ıztırabın bıraktığı izleri araştırıyordu. Genç hocalarının omuzlarına dökülen saçlarındaki ak teller göze çarpacak kadar çoğalmıştı. Kara saçlar üzerinde daha kolay belli olan bu beyazlar üç yıllık çilenin hatıraları idi.
Ayşe, onların gönüllerinden geçen şeyleri hemen hemen anlıyordu. O dakikada kalbi onlar için o kadar büyük bir şefkatle doluydu ki, bir yandan sorularla meşgulken bir yandan da ‘’Yarabbi! Bu kızlardan hiçbirinin mukadderatı benimkine benzemesin’’ diye dua ediyordu.

Güntülü, sırasının yanında ayakta durarak beklerken elini yüzünde gezdirerek zarif bir hareketle saçlarını düzeltti ve yine o mahcup gülümseyişle öğretmenine baktı. Ayşe suallerini kesmiyordu:

- Ya en çok beğendiğin roman hangisi Güntülü?

- Roman hususunda galiba biraz müşkülpesendlik ediyorum efendim. Manzumeler kısa olduğu için tesiri ani ve kuvvetli oluyor. Roman uzun olduğundan herhangi bir yerindeki aksaklık, kuvvetli taraflarının tesirini gideriyor ve ben hissi hareket ettiğim için onun güzel ve kuvvetli kısımlarını da inkar ediyorum. Bu yüzden,en çok beğendiğim roman, bir kadın romancının o kadar tanınmamış bir eseri oldu efendim.

Güntülü biraz durdu ve Ayşe üzüntüyle içinin burkulduğunu hissetti. Güntülü’nün çocukça bir tercih yaparak bayağı romancılardan birinin bayağı bir eserini söylemesinden korkuyordu. Bu kız ilk görüşte o kadar beğenmişti ki onun bilmeyerek kötü bir romanı sevmesini bile istemiyordu. Bu suali sorduğuna pişman olmuştu. Alacağı cevaptan çekinerek:

-O romanı söyler misin Güntülü, dedi.

- Safiye Erol’un Ciğerdelen’i efendim.

Ayşe geniş bir nefes aldı ve gülerek:

- Sana tamamıyla hak veriyorum Güntülü. Ben de senin fikrine iştirak ediyorum, diye cevap verdi.

Genç kız, güzel bir gülümseme ile sevincini gösterdi ve yine menekşeye benzemeye başlayan gözlerini Ayşe Pusat’a çevirerek yeni sualleri bekledi.

Ayşe memnundu. Bu kız yetiştirilirse Edebiyat Fakültesi kürsülerinden birini büyük bir ehliyetle doldurabilirdi diye düşündü ve bu düşüncenin sevkiyle birdenbire:

- Liseyi bitirince nereye gitmeyi düşünüyorsun Güntülü? Diye sordu. O, yüzü hafifçe pembeleşerek cevap verdi:

- Çocuk doktoru olmak istiyorum efendim.

- Herhalde bu mesleği niçin seçtiğini izah edebilirsin Güntülü…

Genç kız gülümsedi:

- Şüphesiz efendim. Çocukları çok severim de… Onlara faydalı olabilmek için uzun tıp tahsilini göze alabiliyorum.

Ayşe de bütün öğretmenler gibi kabiliyetli talebelerinin kendi mesleğine girmesini isterdi. Güntülü’ye söyleyecek pek çok sözü,verecek hayli öğütleri vardı ama daha ilk derste samimiyeti ileri götürmek istemiyordu. Müdürün bu sabahki davranışını düşünerek neşesini kaybeder gibi oldu. Fakat duygularıyla mücadeleyi öğrenmişti. Gönlüne dolmak üzere olan kederi yenerek sordu:

- Tabiatüstü masal unsurlarıyla dolu olan milli destanların hakikatle bir ilgisi var mıdır?

- Herhalde vardır efendim. Fakat vakalar, şahıslar, şahısların karakterleri o kadar değiştiriliyor ki, hakikati anlamak güçleşiyor efendim.

Burada bütün sınıf Ayşe Pusat’ın yüzünden bir keder dalgasının hızla geçip kaybolduğunun farkına vardı. Güntülü devam etti:

- Mesela bizim Oğuz Han destanındaki mübalegalar ve fevkaladelikler arasında çıkarabileceğimiz
netice: Destanın Oğuz Han adını verdiği bir şahsiyetin büyük fütuhat yapmış olmasıdır. Hatta belki de bu Oğuz Han hakikatte bir tek şahıs değildir de birbiri ardınca gelen birkaç hükümdardır.Hatta belki de hükümdarlardan hiçbirinin adı Oğuz değildir de bu adı destana dini bir sebeple veya içtimai bu zaruretle daha sonraki asırların destancıları sokmuştur. Bir de destanlar milletlerin ülküsünün tohumlarını taşırlar efendim. Bu bakımdan geçmişi anlattıkları kadar geleceği de tasavvur ve tahmin eder. Tabii, istikbal hakkındaki tasavvur ve tahminler vuzuhsuz ve gayrışuuri bir haldedir.

- Çok güzel anlattın Güntülü. Şimdi biraz da vezinler hakkında düşünce ve kanaatlerini anlat.

- Bugünlük aruz daha çok hoşuma gidiyor efendim. Ama bunun niçinine cevap verebilirim. Daha büyük üstadlar elinde işlenip olgunlaşmıştır. Zannedersem ileride hece, ahenk bakımından aruzu geçecek fakat heceyi tekamül ettirecek büyük şairler aruzun ahenginden,musikisinden çok istifade edeceklerdir. Belki de hece ile aruzun birleşip kaynaşmasından yeni bir vezin doğacak ve bu yeni vezin aruzun ritmini, hecenin mana kuvveti için elzem olan serbestliğini kendisinde toplayacaktır. Bugün serbest vezin denilen şeyi beğenmiyor ve bu türlü yazılara serbest vezinli değil, vezinsiz demenin daha çok yakışacağını zannediyorum. Fikrimce serbest vezin,yine vezinli olmak şartıyla, mısraların birbirlerine tabi olmayarak serbest bulunmasıdır. Onun için divan şairlerinin müstezadları serbest veznin ilk örnekleri sayılabileceği gibi yenilerden Orhan Seyfi’nin ‘’Fırtına ve Kar’’ adlı güzel manzumesiyle Enis Behic’in ‘’Gemiciler’’, ‘’Süvariler’’ gibi şiirleri serbest veznin yeni ve güzel örnekleridir. Mesela Süvariler şiirinde:

Ey vatan!
Güzel Turan!
Sana feda biz varız.
Düşman oğlu meydana çık!
Kahramanlık kimde ise anlarız
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
mısralarında hecelerin yavaş yavaş çoğalması keyfi değil, ritmik bir kanuna göredir. Fakat bu kanun ifade edilmekten ziyade hissedilir mahiyettedir. Serbest vezinli denilen yeni yazılarda ise bu ritim olmadığı için bunlar manzume olmak vasfını taşımıyor.

Ayşe hazla dinlerken bu kadar sağlam bir edebi zevke malik olan bu kız tıp mesleğine gireceği için cidden esef duyuyordu.

- Peki Güntülü, sana bir de kendin hakkında soru sormak istiyorum. Gerçi fen talebesisin ama bu nihayet son yılların sana verdirdiği bir kararın neticesidir. Ondan önce, birçok öğrenciler gibi sen de şiir yazmak arzusuna kapıldın, manzume yazdın mı?

- Hayır efendim. Edebiyatı daima sevmeme rağmen manzume yazmayı denemedi ve düşünmedim.

Ayşe kol saatine baktı. Ders bitmek üzere idi:

- Son olarak sana aruzla yazılmış bazı mısralar soracağım. Sen de bana onların veznini bulacaksın Güntülü.

- Peki efendim!

Ayşe bu kadar çok ısındığı bu kızın hiçbir soruyu cevapsız bırakmaması için ilk önce basit ve kolay vezinlerle işe girişmek istiyordu. Hafızasını yoklayarak sormaya başladı:

- Şimdi ay bir serv-i simidir suda

- Failatün failatün failün.

- Gecenin bir kederli zairiyim.

Güntülü bir saniye düşündü ve derhal ‘’Feilatün mefailün feilün’’ diye cevap verdi.

Sanki kendisi imtihandaymış gibi Ayşe’nin içi titriyordu. Bununla beraber talebeler için daha güç sayılan vezinlere gitmekten geri kalmıyordu:

- Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan.

Güntülü mısraı tekrar ettikten sonra dalgın bakışlarını Ayşe’ye çevirdi ve yine eliyle saçlarını düzelterek vezni söyledi:

- Mef’ulü mefailü mefailü feulün.

Ayşe memnundu. Artık son vezni de bilmese üzülmeyecekti. Aruzun en güç veznini sormaktan çekinmedi:

- İlk hasretiyle gençliğimin ilk elemleri
Ey paslı tellerinde gülen,ağlayan aruz!

Güntülü’nün yüzüne birdenbire o tatlı pembelik bastı. Kendi kendine ilk mısraı bir iki defa tekrarladı. Tekrarlarken parmaklarını gayet hafif şekilde,tırampet çalar gibi sıranın üstüne vuruyordu. Öteki kızlar da kendi aralarında bunun veznini bulmaya çalışıyorlardı. Hatta birkaçı kağıt üzerine hat,nokta çizerek veznini bulmak istiyorlardı. Fakat Güntülü onlardan önce buldu:

- Mef’ulü failatü mefailü failün.

- Aferin Güntülü…

Bütün sınıf memnun ve müftehirdi. Ayşe’nin soracak bir şeyi kalmamıştı. Fakat zil henüz çalmadığı için boş durmak da istemedi ve son sualini sordu:

- Şimdiye kadar ben mısra söyledim,sen de veznini buldun Güntülü. Şimdi ben vezni söyleyeceğim, sen de o vezinde bir mısra bulacaksın. Bana ‘’mef’ulü mefailün feulün’’ vezninde bir mısra bulabilir misin?

Güntülü yine başını hafifçe kaldırdı. Aklından birçok şiirler geçtiği muhakkaktı. Daha ilk derste onu bu kadar ağır sorguya çekmek haksızlıktı, ama bununla yıl sonundaki numarasını da şimdiden almış olacaktı. Arkadaşları da yüzlerini merakla ona çevirmişlerdi. Güntülü bunun farkında olmadan cevabını verdi:

Gönlüm dolu ah u zar kaldı!

Ayşe’nin daima gülümseyen yüzündeki tebessüm bir anda silindi. Genç kız bunun farkındaydı. Telaşla ‘’Yanlış mı söyledim efendim?’’ diye sordu. Öğretmen zoraki olarak yeniden gülümsedi: ’’Hayır Güntülü. Çok doğru söyledin’’ ve sınıf kapılarında çınlayan zil dersin bittiğini haber verdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
6. BÖLÜM


Ayşe eve geldiği zaman Selim masanın başında harp tarihine ait kitaplarla meşguldü. Epey zamandan beri bir gazeteye müstear isimle askeri makaleler yazıyor, Ayşe’nin omuzlarındaki ağır yükü böylelikle hafifletmeye uğraşıyordu. Fakat bütün bunların zoraki bir didinme ile, kendisini sıkarak yaptığı belliydi. Eskiden o kadar faal olan Selim şimdi durgun, düşünceli, mahzun bir adam olmuştu. Pencereden ufka dalarak öldürdüğü saatler, haftalarca gülmeden geçirdiği zamanlar ruhi bir buhranın olduğu kadar müthiş bir kararsızlığın da alametleri olabilirdi. Hiçbir şeyden şikayet etmiyor, fakat hiçbir şeyi de beğenmiyordu. Hayattan zevk almak hassasını da kaybetmişti. Hiçbir yere çıkmıyor, hiçbir eğlenceye gitmiyor, kimseyi aramıyor, kendisini ziyaret edenlerin yüzüne bakmıyordu. Çok az konuşuyordu.

Eskiden sık sık içki içer, içtiği zaman çok neşelenir, yanındakilerle şakalaşırdı. Şimdi daha çok içiyordu. Fakat aşırı derecede içmesine rağmen yüzü gülmüyor, aksine daha karanlık ve kederli bir hal alıyordu. Garip garip huylar edinmişti. Böyle gecelerde apoletleri sökülmüş subay üniformasını giyiyor, evin en geniş odası olan çalışma odasında muttarid adımlarla dolaşıyordu. Marşlar çalındığı zaman radyoyu dinliyor, içiyor, içiyor, bazen sendeleyecek kadar sarhoş oluyor, fakat neşelenemiyordu.

Odada gezinirken bazen kitapların önünde duruyor, büyük meydan savaşlarından birini anlatan bir cildi çekiyor, sayfalarından birine yahut haritasına baktıktan sonra yerine koyuyordu.

Selim Pusat harb tarihine ait tetkikler de hazırlıyordu. Bunlarla meşgulken ruhen rahat olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Bilhassa Mete ile Anibal’i yaptıkları imha savaşlarına göre mukayese eden etüdü orijinaldi. Fakat onu da bitirmeden bırakmıştı.

Sevdiği büyük askerler arasında Mete başta gelirdi. Çünkü o hem asker hem de teşkilatçıydı. Ordu değil millet yaratan adamdı. Aylarca uğraşarak yaptığı haritalar üzerinde Bilge Tonyukuk ve Kül Tegin’in seferlerini incelemiş ve bu iki kumandana hayran olmuştu. Selçuklulardan Çağrı Bey’i çok beğenir, fakat ‘kumandandan ziyade kahramandır’ derdi. Her girdiği savaşı kazanan Afşın Beğ hakkındaki bilginin eksik olmasına acınırdı.

Büyük kumandanlar ve büyük imha savaşları üzerinde uğraşa uğraşa savaş ve kumandanlık felsefesine girmiş, büyük askerlerin hangi şartlar altında yetiştiğini araştırmıştı. Vardığı sonuç şuydu:

Büyük askerler kırallıklarda yetişir!

Selim Pusat tam bir asker olduğu için siyasi bir mesele olan rejim işleri üzerinde fikir yormamıştı. Ona göre rejim aşağı yukarı milletlerin,cemiyetlerin elbisesiydi. Elbiselerin sıhhi ve gayrısıhhi olanları, yakışanları, yakışmayanları bulunduğu gibi rejimlerin de yarayanları,yaramayanları vardı. Cumhuriyet belki çok güzel bir rejimdi. Fakat büyük kumandan yetiştirmek bakımından kifayetsizdi.

Bu tıpkı sıcak iklimler için pek sıhhi olan beyaz, açık, keten elbiselerin Sibirya bölgesinde, zararlı öldürücü oluşuna benziyordu. Bu kanaatından dolayı uğradığı haksızlık ve iftiralar aklına geldikçe çılgın bir öfkeyle sarsılıyor, gözünde kan tütüyordu. Daima aşırı olduğu için kendisine düşmanlık edenlere karşı duyduğu nefreti yavaş yavaş başka insanlara da teşmil etmişti. Kötülükleri gördükçe hayatta faziletli olarak kalınamayacağını kabul ediyor, kendisi bu yola asla giremeyeceği için yaşamaktan soğuyor, robot haline geliyordu. Denilebilir ki, Selim’in kalbinde sevginin eseri kalmamış,onun yerine kin ve tiksinti dolmuştu. Ayşe’yi üzen nokta bu idi. Gönlünde sevginin eseri kalmamış olan kocası kendisine ne verebilirdi? Onun gözlerinde sevgiyle yanan eski ışıkları boşuna aramıştı. Vaktiyle o kadar canlı olan bu adam artık bir gölge, bir hayal, bir ruh gibi dolaşıyordu. Bununla beraber Ayşe henüz bütün ümitlerini kaybetmemişti. Onda ara sıra bu dünyaya ait insanlığın izlerini, kıvılcımlarını görüyordu. Bir gece radyoda ‘Eski Arkadaşlar’ marşı çalınırken gözleri önce enerjik bir sevinçle parlamış, sonra hafifçe nemlenmişti. Başka bir gün Ayşe’ye eski edebiyatın garami şairleri hakkında sualler sormuştu. Garami şiirlerle meşgul olmak hayata dönmenin işareti gibi idi. Ayşe bunu o kadar istiyordu ki, kocasının kalbinde yeniden ateşin yanması için onun bir başkasını sevmesine bile razıydı.

Arasıra, onu nisbeten sakin ve yumuşak gördüğü zamanlarda münakaşa açar, biraz neşelenmesi, gezip tozması için ısrar eder, dil döker,fakat sessiz ve hissiz bir mukavemetle karşılaşırdı. Pusat artık hiçbir şeye inanmıyor, herkesi iğrenç görüyor, her zevki bayağı buluyor, her şeyle ince ince istihza ediyordu.

O yaralı bir insandı. Kalben ve hissen askerliğe bağlı kalmış, fakat bu çirkef asırda bazı askerlerde bile askerlik ruhunun tavsadığını görerek en derin yerinden incinmişti. En alçak iftiraların çamuruyla boğulurken, görülmemiş haksızlıklara uğrarken Tanrı kendisine yardım etmemiş,ummanlar gibi olan rahmetinden bir damlacık bile saçmamıştı. Ahlakı, adaleti, insanlığı, dostluğu,her şeyi görmüş,bunların birer serap olduğunu acı tecrübelerle öğrenmişti . Altı uçurum olan çürük bir tahta köprü üzerinde kendisini nasıl emniyette sayardı. Ayşe ile Tosun olmasa…

O zaman arkadaşı Şeref’i hatırlardı.Tiyatro bitti,beklemeğe lüzum görmüyorum…

Acaba kendisi neyi bekliyordu? İçinde anlaşılmaz bir duygu vardı ki, ona bir şey beklediğini söylüyordu. Bunun ne olduğunu düşünüyordu. Bazen bir sesin kendisine ‘belanı bekliyorsun’ dediğini duyar gibi oluyor, sonra iradi bir cihetle bunun tesirinden kurtularak harb tarihine, gezinmesine veya kederine dalıyordu.

Ayşe odaya girince Selim başını kaldırdı ve onun gülümseyen gözlerine hüzünlü bakışlarla karşılık verdi. Ayşe bugün bahtiyardı. Kocası biraz neşeli olsa, daha da mesut olacaktı. Saadetlerin de başkalarına geçici olduğunu bildiği için Selim’e bazı şeyler söylemek istiyordu. Hapisten çıkalıdan beri ona ‘nasılsın’ demeyi bırakmıştı. Kocası iyi değildi ve iyi olmadığını bilen Ayşe’nin nasılsın diye sormasına hiddetleniyordu. Onun için her karşılaşmalarında ayrı bir şey söylemek icab ediyordu. ’’İyi çalışabildin mi?’’ diye sordu.Pusat dudağını bükerek bir memnuniyetsizlik hareketi yaptıktan sonra masadan kalktı, gezinmeye başladı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Ayşe eskiden kocasıyla dertleşir, gündüz gördüklerinden ilgi çekici bulduklarını ona anlatır, onun da kendisine anlatmasını beklerdi. Fakat artık Pusat böyle şeyleri dinlemiyordu. Dinliyor gibi gözüktüğü zamanlarda da kafası daima başka şeyle meşguldü. Ayşe de bunu bildiği için Selim’i ilgilendirecek şekilde bir şeyler söylemeye arzu duyuyordu:

- Dünyada herkes kötü ve vefasız değilmiş. Bize dost olanlar da varmış, diye başladı. Bu sözle beraber kocasının yüzünde istihza çizgilerinin belirmesi bir oldu. Ayşe, istihzanın söze inkılabını önlemek için hemen devam etti:

- Kızların beni karşılayışını görseydin sözüme hak verirdin!

- Kızlar dediğin çocuklar senin kim olduğu ne bilecekler?

- Hemen hemen hepsi eski talebelerim. Yeniler de kim olduğumu eskilerden öğrenmişlerdir.

- Bu eski vefalı çocuklar üç yıl önceki vukuatı hatırlayabilirler mi acaba?

- Niye hatırlayamasınlar? Üç yıl nedir ki?

Pusat geziniyor ve Ayşe’ye bakmıyordu. Herhalde alay olacaktı: ’’Bu kadar kesin hafızalı talebelerin olduğu için tebrik ederim’’, dedi.

Eskiden olsaydı Ayşe bu sözlerle gönlünün ta içinden kırılırdı. Fakat gönlü kırıla kırıla toz haline gelmiş, kırılacak tarafı kalmamıştı. Hayatın ah u zar ile doldurduğu bir kalb, yine hayatın kırdığı birisinin istihzarından yüksünecek değildi ya. O zaten kendisinin bir hastabakıcı olduğunu biliyordu. Fakat öyle bir hastabakıcı ki, hastasının derdi anlaşılmıyor ve hasta şikayet etmiyordu. Selim’i hayata karıştırmak için her şeyi deniyor, fakat hiçbirinde muvaffak olamıyordu. Sebatçı karakteri olmasa şimdiye çoktan vazgeçer, kocasını kendi haline bırakarak hayattan kendisi de meyus olurdu. Arasıra bezginlik duymasına rağmen uğraşmaktan caymıyor, yeni usullerle onu oyalayacak işler bulmaya, zevk alacağı şeyleri keşfe çalışıyordu. Selim’in cesaretten hoşlandığını bildiği için kızlarının cesur hareketlerinden söz açtı:

- Muhitten korkmayan kızlarmış. İdarenin bariz şekilde yaptığı baskıya rağmen dostluk hislerini göstermekten çekinmediler. Hele bir tanesi vardı ki…

Ayşe sustu. Bir kasıtla değil, Güntülü’yü hatırlayarak, bazen dalgın, bazen yırtıcı, bazen mahcup bakan ve rengi anlaşılamayan gözlerini düşünerek, uzun ve muntazam cümlelerini duyar gibi sustu .Pusat gezinmesine devam ederek sordu:

- Evet, o bir tanesi ne yaptı? Kıralcı olduğunu mu söyledi?

Selim her zaman,her yerde böyle konuşuyordu. Alay ediyordu. Yahut samimi idi de alay intibaı bırakıyordu. Ayşe bunlara alışmıştı. Mazinin kuvvetli bağları olmasa, müşterek felaket ikisini birbirine yaklaştırmış bulunmasa ona bir lahza bile tahammül edemezdi. Fakat mazinin bağı ve istikbalin ümidi kendisini tahammüle sevkediyor, cefakeş bir derviş her şeye katlanıyordu. Nitekim kocası da hayat cehennemine, ne olduğu Ayşe tarafından çok merak edilen meçhul bir şey için dayanıyordu.

- Kıralcı olduğunu tabii söylemedi. Fakat eski talebem olmadığı halde dersten önce öğretmen odasına gelerek etrafa meydan okurcasına beni selamladı.

- Büyük kahramanlık! Alkışlanmaya layık kızmış.

Bu sözler büyük bir ciddiyetle söylenmişti. Fakat o kadar büyük bir istihza hamulesi saklıyordu ki, bu kadarına Ayşe bile tahammül edemedi. İsyan edecekti. Bir hastayı kırmaktan çekinerek bu alayı sineye çekti:

- On kişiden mürekkep fevkalade bir sınıfım var. Hele içlerinden üç tanesi bulunmaz çocuklar. İsimleri de çok güzel…

- Biliyorum. Ya Oya’dır, ya Birsen’dir, yahut Fügen…

Ayşe gülümsedi. Bütün istihzasına rağmen kocasının bu kadar konuşması yine bir şeydi.

- Bilemedin, dedi. Öyle moda isimlerden değil .Bak, seninde hoşuna gidecek. Aydolu, Nurkan ve Güntülü…

Ayşe, kızların adını söylerken Selim, Napolyon’un harblerine ait bir cildi gözden çekmiş, karıştırıyordu. Hızla başını çevirerek:

- Güntülü mü dedin? diye sordu.

- Evet.

- Ne garip ad! Ötekiler neydi?

- Nurkan, Aydolu.

Pusat, kitabı aldığı yere koyarak gezinmeye başladı. Çok dalgın bir hali vardı. Yine Ayşe’ye bakmadan sordu:

- Bu eserlerde bir telif zaafı görmüyor musun?

Ayşe şaşırmıştı:

- Hangi eserlerinden bahsediyorsun?

Öteki hafifçe gülümsedi:

- Özür dilerim. Napoleon’a ait eserle senin sevgili kahraman kızlarını karıştırdım. Yani bu kızların adında dil bakımından bir gayrıtabiilik bulmuyor musun demek istemiştim.

- Hayır.

- Yaaa… Nurkan ne demek acaba?

- Nur kanlı demek.

- Ya Aydolu?

- Ayın on beşi.

Pusat başını salladı.

- Zoraki yakıştırma… Dolu ay demek lazımdı. Ama sen öyledir dersen öyledir. Güntülü’yü de ben kabul ediyorum. Vaktiyle okuduğum fars derlerine göre ikinci nevi izafet terkibidir. Her ne kadar günün tülü olmasa da gramer bakımından doğrudur.

Ayşe memnundu. Çoktandır duymadığı bir neşe ile devam etti.

- Bir görsen sen de çok seversin. Pek zeki ve bilgili kızlar. Üstelik o kadar da güzel şeyler ki… Birer şiir kadar…

- Bir imha savaşı kadar da güzel mi?

Ayşe onun bu gibi garipliklerine alışık olmakla beraber yine neşesini kaçıran bir hayrete düşerek bakmaktan da kendini alamadı:

- İmha savaşı güzel bile olsa bir kızın güzelliği ile onun arasında nasıl bir benzerlik kurabiliyorsun?

- Kızların güzelliğini şiire benzetmiştin de…

- Evet?

- Şiir ince sanatlardan birisi olduğu için şiirin güzelliğini kızların güzelliğine benzettin. Harb sanatı ince sanatların başında gelir. En güzel örneklerini de imha savaşlarında bulabilirsin.

Ayşe kocasını kırmamaya çalışarak itiraz etti:

- Kabul ama,bu ince sanat kan ve ölümle doludur.Bir genç kızın güzelliğine benzer mi?

- Şiir göz yaşıyla, harb kanla doludur. Kızın güzelliğini şiire benzetirken kızla şiirin benzer tarafları olarak neleri buluyorsun? Şiir ince,kız da ince… Şiir hoşa gidiyor, kız da hoşa gidiyor… Şiir göz yaşı döktürüyor, kız da göz yaşı döktürüyor, değil mi?

Ayşe neticenin nereye varacağını kestiremeden başıyla bir kabul işareti yaptı. Selim odada gezinerek ve Ayşe’ye bakmayarak devam etti:

- Birkaç kişiye göz yaşı döktüren bir kızı güzel kabul ediyorsun da bir kalabalığı kana bulayan kıza neden çok güzel demiyorsun? İmha savaşı yüksek ve ince bir sanatla ve cesaret mayasını kullanmak suretiyle vücuda getirilmiş bir eserdir. Sermayesi candır. İmha savaşına benzeyen bir kız, şüphesiz şiire benzeyen bir kızdan, daha güzeldir. Çünkü imha savaşında bir kesin sonuç vardır. Şiirde ise hiçbir şey…

Ayşe şefkatle gülümsedi. Selim yine aşırılık ediyordu:

- Dikkat et, dedi. Şiiri bu kadar küçümserken kendinin de şair olduğunu unutuyorsun.

Kocası birdenbire durdu.Dikkatle Ayşe’ye bakarak yüzündeki manayı okumaya çalıştıktan sonra:

- Bir edebiyat öğretmeni olarak beni şair telakki edebilir misin? diye sordu. Ayşe ciddileşerek cevap verdi:

- Elbette. Senin bazı şiirlerin antolojilere alınabilecek değerdedir.

Selim Pusat, askeri lise talebesi olduğu zamanlardan beri şiir yazardı. Harb Okulu’nda bu merak devam etmiş, subaylığı sırasında da şiirle uğraşacak vakit bulabilmişti. Fakat Harb Akademisi’ne girince her şeyi bırakmış ve sanatların en ciddisi, güzel sanatların en üstünü olarak harb sanatını kabul etmişti. Yazdığı şiirler arasında coşkun mizacının mahsulü olan birkaç lirik mısra yok değildi. Fakat kendisini hiçbir zaman şair saymamış, daha sonra da şiirden nefret etmişti. Başına felaket geldikten sonra ise dünyada şiir sanatı diye bir sanat olduğunu hatırlamaz olmuş,hele kendisinin de bir zamanlar şiir yazmış olduğunu tamamıyla unutmuştu.

Ayşe kendisine şair olduğunu hatırlatınca eski yazılarını hafızasında bulmaya çalıştı:
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Aşkınla senin bunca gönül etmede nale…
Uğrunda akan göz yaşımız oldu şelale.
Onmaz kara sevdamızı kan söndürecektir…

Bunlarda ne vardı? Hiç… İçinde aruzun ahenginden başka bir şey bulunmayan bu mısraları Selim gülünç buldu.

O füsunkar ve güzel gözleri her kalbi deşen
Öyle bir nazlı kızın aşkına düştüm ben ki…

Selim bunun arkasını hatırlamak istemedi. Nazlı kızlardan nefret ediyordu. Bütün kadınların ve kızların Ayşe gibi enerjik ve metin olmasını istiyordu. Bir anda talebelik zamanının hatıraları beyninden geçti, bu arada birkaç kızın hayali hafızasında parladı. Artık onlar kendisine yabancı ölülerin isimleri gibi boş ve ruhsuz geliyordu. Aruzla yazılmış olan bu mısralarda hiçbir güzellik yoktu. Birdenbire aruza karşı bir iğrenti duydu ve onu boya ile çirkinliğini saklayan bir kadına benzetti.

Şimdi hece vezniyle yazmış olduğu mısraları hatırlamaya uğraşıyordu. Kafasına bir takım müphem beyitler gelir gibi oluyor ve hepsi birbirine benziyordu: Aşk, aşk, aşk. Kendi kendine ‘’Ne kadar da çok aşk’’ diye mırıldandı. ’’Yalan olduğu bundan da belli’’… Birdenbire dudaklarından hafifçe iki mısra döküldü:

Ey bir eşi bulunmaz fedakar,mert arkadaş!
Kıskandırdın bizi sen,bak ölümün ne şanlı!

Şanlı ölüm anılınca Pusat heyecanlandı ve bunun ne zaman,kimin için yazıldığını düşünmeye koyuldu. Aklına iki mısra daha geliyordu:

Arkadaşımızın mert ve şan dolu göğsünde
Şehitliğin nişanı bir kızıl gül açıldı…

Selim pencereden ufka bakarak arkadaşı Şeref’i düşündü. Acaba bu beyitler eski ve unutulmaz bir manzumenin parçaları mıydı? Yoksa şimdi Şeref’i hatırlayarak irticalen mi söylemişti? Ne garip!.. Yine beyninde garip bir şeyler oluyor, kendisini çok eski zamanlara götürüyordu. Son günlerde onda acayip bir hal peyda olmuştu: Bir hadise,bir söz onda acayip tedailer yaparak asırlarca evvelki bir zamanı, bir şahsı düşündürüyor, kendisi o zaman varmış da,o hadiseyi veya şahsı hatırlıyormuş gibi oluyordu. Şimdi yine içinde, kökü çok eskilerde olan bir sıkıntı vardı. Bu öyle üç yıl önceki bir ıztırabın eseri değildi. Birdenbire Ayşe’ye baktı ve gayrıihtiyari, biraz önce beğenmediği mısraı okudu:

Onmaz kara sevdamızı kan söndürecektir.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
7. BÖLÜM


Selim Pusat, odanın içinde kilometrelerce yürümeye alışmıştı. Yürümek ne güzel şeydi. Piyade subayı olduğu için yürümeyi sevmiş, sonra bu,kendisinde itiyad haline gelmişti. Hapiste iken hücrenin üç metrelik mesafesinde saatlerce yürür, halsiz kalıncaya kadar gezinirdi. Şimdi o hücreye göre bir talim meydanı kadar geniş olan odada gidip gelirken şüphesiz daha memnundu. Fakat artık sevinç ve kederden bir şey anlamıyordu. Alıştığı hüzün esas tabiatı olmuştu.

Arasıra Çamlı Koru’ya gidiyor, fakat kimsenin bulunmadığı akşam saatlerini yahut yağmurlu ve rüzgarlı havaları seçiyordu. Son zamanlarda sık sık bir yere gittiği de Ayşe’nin dikkatinden kaçmamıştı. Önceleri, bazen yaptığı gibi kırlara, tepelere gittiğini sanmıştı. Sonra bu ziyaretlerin ıssız kırlara değil, daha ıssız bir yere, Şeref’in mezarına yapıldığını keşfetti.

Selim’in yaşayanlarla ilgisi kalmamıştı. Kendisi de yaşıyor sayılmazdı. İnandığı mefhumlar arasında arkadaşlık diye bir şey vardı ki, onu Şeref’in mezarında buluyor ve oraya, yaşayan bir insana gider gibi gidiyordu. Zaten Selim’e göre yaşamak sadece yaşamak, ölüm ise hatıralarda,gönüllerde, tabiatta ve ebedi karanlıkta yaşamaktı. Yahut da sadece hatıralarda, hatıralardan silindikten sonra, tabiatta, tabiatta parçalandıktan sonra ebedi karanlıkta yaşamaktı. O karanlıkta kaybolmak,unutulmak ne güzeldi! Dünyanın bütün güzelliklerine veda etmekte büyük bir fedakarlık vardı ve her fedakarlık gibi bu da muhteşem bir şeydi. Ayşe ile Tosun olmasa Pusat şimdiye kadar çoktan ebedi karanlığa gömülür, giderdi.

Tek başına Çamlı Koru’da dolaşırken ölümü düşünür, hayatın manasızlığı karşısında onun derin manasını daha çok kavrardı. İnsanlar şu manasız hayata sıkı sıkıya yapışmış oldukları için Selim’in onlarla anlaşmasına imkan yoktu. Bundan dolayı Çamlı Koru’ya kimsenin bulunmadığı zamanlarda gidiyordu. İşte şurası sevişenlerin dolaştığı yerdi. Berideki düzlük küçük çocuklu annelerin köşesiydi. Aşağıda yaşlılar ve hastalar gezinirdi.

* * *


Çok yağmurlu bir akşamdı. Arasıra yağmur da çiseliyordu. Rüzgarın dallara çarparken çıkardığı ürpertici ses en haşmetli musikiden daha güzeldi. Selim Pusat tek başına dolaşıyor, anlaşılmaz bir ateşle yanan bağrını serinletmeye çalışıyordu.

Böyle yapayalnız, tabiatla baş başa kalarak düşünmek, duymak, yalnızlık… Fakat Selim yalnız olmadığını seziyordu. Ona bir seslenen vardı. Ama nereden, nasıl? Bunları anlamak için etrafına bakmaya lüzum görmüyordu. Hiçbir şeye aldırış etmek alışkanlığını kazanmıştı. Gece iyice bastırırken rüzgarın en ahenkli çınladığı yerde, tahta bir kanepeye ilişti. Serin rüzgar, şefkatli bir ana gibi onu sarıyor, alnındaki harareti alıyor, yüzünü okşayarak herkesin anlayamayacağı bir dille teselliler sunuyordu. Pusat bu avutmalarla oyalanırken uzaklardan mı, içinden mi geldiği belli olmayan seslenmeleri dinliyor, dinledikçe mest oluyordu:

Göğsünde vurup parçalanan kalbi,nihayet
Bir saçları kan,gözleri keskin dişi çeldi.
Artık bitecek ruhunu sarsan bu şeamet.
Zira saçı kan sevgilisinin ismi eceldi…

Selim ölüme susamış bir gönüllü gibi bu sesten haz duyarken birdenbire Ayşe’yi hatırlayarak dalgınlığından uyandı ve kendisini bu kadar tatlı ve ilahi bir sesi duymaktan alıkoyan zevcesine karşı derin bir iğbirar hissetti. Fakat iğbirarını çabuk unuttu. Ses o kadar yakından geliyordu ki, başını çevirse sahibini göreceği muhakkaktı. Böyle olmakla beraber garip bir duyguyla başını çevirmiyor, sesi dinliyordu. Bu ses esrarlı, ruha işleyici bir kadın sesiydi:

İçtin ecel zehrini sen kendi elinle
Hala bu gönül hangi uzak gölgeyi bekler?
Bak,haykırıyor ‘boştur ümitler’ diye dinle,
Zulmette keder besleyen gamlı köpekler.

Selim ürperiyor, korkuya benzer bir şey duyuyordu. Ömründe korku nedir bilmiş olan Selim Pusat şimdi karanlıktaki meçhul, esrarlı kadından mı korkacaktı? Asla! Yüreğindeki duygu korku değil, zevkten ürperişe benzeyen bir şeydi. Kendisini ebedi karanlığa çağıran bu kadın sesini o, bir yerde daha duymuştu. Fakat şimdi nerede duyduğunu hatırlamak için zihnini yoramıyordu. Çünkü kendisini sesin güzel ahengine kaptırmıştı:

Bir dinle adem ülkesinin ruhunu: Yer yer
Davet ediyor bak seni binlerce kucaklar…
Bir sır gibi,sevda gibi sessiz gezinenler
Bir gün seni otlarda uzanmış bulacaklar…

Bir fısıltı halindeki sesle gaşyoluyor ve titriyordu. Karanlıktaki kadın çok yakında,yanı başındaydı. Selim kendi yüreğinin atışıyla birlikte onun kalb çırpıntılarını da duyuyordu. Niçin başını çevirip bakmıyordu? Çünkü içinden gelen bir kuvvet öyle emrediyordu. Bu meçhul kadının sesi şimdi daha kuvvetli, daha ürpertici, daha esrarlı ve amirdi:

Kalbin benim olsun diyorum,çünkü mukadder…
Cismin sana yetmez mi?Çabuk kalbini sök ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın…

Selim birdenbire unutulmuş eski bir sevgiliyi hatırlar gibi oldu. Ses onun sesiydi. Enerjik bir zihin hamlesiyle eskiden az veya çok gönül yakınlığı duyduğu bütün sevgilileri aklından geçirdi. Bu ses onlardan hiçbirisinin değildi. Fakat tanıdığına o kadar emindi ki,yanılmasına imkan yoktu. Hatırlamak istedikleri bir adı düşünen, bulamayan, dilinin ucuna kadar geldiği halde söyleyemeyen insanların sıkıntısı ile elini alnına götürdü. Evet biliyordu, bu sesi çok iyi biliyordu. Fakat içindeki garip bir duygu bu biliş ve hatırlayışın zamanını çok eski, inanılmayacak kadar eski zamanlara götürüyordu. Alnındaki eli yağmurla ıslanırken ses yeniden hitaba başladı:

Ram ol bana,ruhun yeni bir aleme girsin…
Yazmış kaderin:Aşkıma ömrünce esirsin!
Aklınla,şuurunla,hayalinle bilirsin.
Mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
8. BÖLÜM


Selim o gece çalışma odasında muttarid adımlarla gezinmeye başlarken Leyla’yı da, şiiri de tamamile unuttu. Daha doğrusu iradi bir didinme ile Leyla’nın ve şiirin beynindeki izlerini şuurunun arkasındaki en karanlık yere, daha önce gelişigüzel yığılmış başka izlerin yanına attı.

Biraz önce Tosun’u yatırmış olan Ayşe masa başında vazife tashih ediyordu. Kağıtları dikkatle gözden geçirip bazı kelime veya satırların altını renkli kalemle çiziyor, okunması biten kağıtların bütününe bir defa daha baktıktan sonra talebenin notunu koyuyordu. Beşinci kağıt mı, onuncu kağıt mı ne, fazla dikkatini çekti ve bir kızın büyükçe çocukça bir yanlışı ile gülümsedi:

- Selim, bak. Bir talebe ne yazmış!

Selim bir şey söylemeden gezinmesine devam ediyordu. Adeti böyleydi. ’’Ne yazmış?’’ yahut ‘’Evet, dinliyorum.’’ demezdi. Ayşe gülümsemeye devam ederek anlattı:

- Orkun yazıtları hakkında bir soru vermiştim. Kızlardan biri ne yazmış, biliyor musun? Orkun yazıtları on altıncı asırda Gök Türk’lerin Cumhurbaşkanı Kül Tegin adına dikilmiştir diye yazmış…

- Güzel yazmış! Herhalde dışişleri bakanının kızı olacak…

- Neden?

- Bu kadar siyasi olabilmek ancak onun harcıdır.

Ayşe hala gülümsüyordu:

- Sekizinci asır yerine on altıncı asır diye yazmasa pek büyük bir yanlış değildi ama…

- Yine de büyük sayılmaz. Nihayet bir kız çocuğudur ve ona göre mazideki sekiz asırlık fark istikbaldeki bir gün kadar mühim değildir. Bir prensle bir cumhurbaşkanını karıştırmak da mazurdur. Onun için ehemmiyetli olan hayalindeki prenstir.

- Yani yarınki hayat arkadaşı. Evleneceği adam…

Pusat hiç ara vermeden geziniyor ve Ayşe’nin yüzüne bakmadan konuşuyordu. Ayşe bu konuşma tatsızlaşmasın diye sözü biraz çevirmeyi doğru buldu:

- Daha tuhafı var. Felsefe öğretmeni anlatıyordu. Geçen devrelerin birinde, Kant idealist midir, realist midir sorusunu bir kız ‘’Kant ne realisttir, ne de idealisttir, Kant Alman’dır.’’ diye cevap vermiş.
Pusat istihza ile Ayşe’ye baktı:

- Öğretmen de buna gülmüş, değil mi?

- Elbette.

- Ben öğretmeni daha gülünç bulurum.

- Niçin?

- Çünkü idealist veya realist olmak Kant’a başkalarının yakıştırdığı sıfatlardır. Bu bakımdan şüphelidir. Alman olmak ise tabiatın ona verdiği kesin ve su götürmez sıfattır. Bu bakımdan kız haklıdır.

Ayşe, susmak icab ettiğini anlayarak sustu. Selim masasının önünde durmuştu:

- On altıncı asırdaki Türk cumhuriyetini yaratan kızın adını söyler misin?

- İnci Devrim.

- Tebrik ederim.

- Kimi?

- İkinizi de…

Ayşe endişeli gözlerle baktı:

- İkimizi de mi?Anlamadım!

- Onun soyadına sadakat göstererek verdiği cevap için… Seni de…

- Beni de?..

- Bu hata kahraman kızlardan sadık olmadığı için…

Ayşe mahiyeti belirsiz bir ferahlama ile gülümsedi:

- Okuduğum kağıtlar onuncu sınıfın kağıtları…

Selim yine istihzaya başladı:

- Yaaa… Onuncu sınıf Orkun yazıtlarını okursa son sınıf kim bilir neler okur… Değil mi?

Ayşe bu bitip tükenmez alaylardan usanç getirmişti. Fakat bir şey belli etmeden, en büyük sabırla cevap verdi:

- Son sınıf Tanzimat’tan sonraki edebiyat tarihini okur ve günümüzdeki nevilerle meşgul olur.

Selim geziniyor:

- Edebiyat tarihi…Tanzimat’tan sonraki edebiyat tarihi… Bunların yerine hakiki tarihi, ciddi tarihi okutsanız olmaz mı?

- Ciddi tarih mi? Yani?..

- Yani askeri tarih… Meydan savaşları…

- Kız çocuklarına bunun faydası ne?

- Kahraman anası olmak!.. Hiç olmazsa kahraman anası olmayı istemek… Sana soruyorum. Kül Tegin’in adına dikilen taş parçası mı mühimdir, yoksa onun savaşları mı? O taşların üstündeki yazının lehçesi mi ehemmiyetlidir yoksa Kül Tegin’in kendisi mi? Oğlunu kahraman olarak yetiştirdiğini yazıtlardan öğrendiğimiz o Umay gibi kadın, yani Kül Tegin’in anası hiç şüphesiz edebiyat tarihi okumamıştı. Ama mazideki savaşları herhalde biliyordu. Yarınki şu muhterem profesörün, yahut muhterem bakanın, yahut muhterem cumhurbaşkanının ve hatta belki de muhterem başkumandanın bu şartlar altında mevkiine layık bir adam olacağından emin misin?

Ayşe konuşmayı açtığına pişmandı. Zaten hep böyle olurdu. Selim’i daldığı mezar sessizliğinden, yürek parçalayıcı hüznünden ayırmak ve sıyırmak için bir konuşma açar, fakat sonunda onun garip fikirleriyle muhayyalesi tırmalanarak ve bazen kalbi kırılarak pişmanlık duyar, üstelik Selim de biraz öncekinden daha ağır, daha ciddi, daha vahim bir ruh buhranına gömülerek sonsuz sessizliğine, sonsuz gezinmesine devam ederdi. Yine öyle oldu ve Selim’in ne demek istediğini anlamayarak sormak mecburiyetinde kaldı:

- Hangi muhterem profesör veya bakan? Hangi şartlar?

- Muhterem İnci Hanım’ın yarınki çocuğu… Ve şu muhteşem ders programı ile yetişen annesinin ona vereceği terbiye…

Ayşe kocasıyla münakaşa etmeyi yalnız bir tek sebepten dolayı arzu ederdi. Bu suretle onun ölüm sessizliğine aralık verilir ve Selim sert teşbihler, kırıcı istihzalarla bir fikri savunurken geçici bir zaman için hayata bağlanmış olurdu. Fakat onu incitmemek şarttı. Gerçi incindiğini belli edecek bir tepki göstermezdi ama Ayşe onu anlardı. O zaman Selim daha sessizleşir, gezinmeleri daha uzar, ufka dalışları daha çok sürerdi.

- İnci çok iyi kızdır, dedi. Yalnız derslerini çabuk kavrayamaz.

- Zaten sana göre dünyada kusurlu insan yoktur ki…

- Öyle değil mi ya? Hukuk ilminin baş kaidesi: Beraat_i zimmet asıldır.

Selim yüzü acı bir istihza ile değişti:

- Hukuk da mı ilim? Ne de çok ilim varmış… Bu hukukun askerliğe yardımcı bir tarafı olmadığı halde acaba ne diye ilim sırasına koymuşlar?

Ayşe gülüyordu:

- Selim, aşırılık ediyorsun. Dünyanın bütün üniversitelerinde ilim diye okutulan ve Romalılar zamanından beri mevcut olan hukuku inkar etmek haksızlık olur.

- Eksik söyledin.Romalılar’dan daha önce, belki yamyamlık çağında da hukuk vardı ve şüphesiz o hukuk, kendi çapında ve çerçevesinde şimdikinden daha faydalı ve adil bir müessese idi. Çünkü vicdana ve adalete değil, sihirli ve semavi kuvvetlere dayanıyordu. Fakat o zamandan bugüne kadar geçen tekamül devresinde hukuk yine bir sihir işi,hatta sihirbazlık işi olarak kalmıştır.Hukuk ve ilim…Gülünç yakıştırma… İttifakla idam kararı… Yargıtay bozdu… Bu sefer ittifakla beraat… Aynı suç, aynı sanık, aynı yargıçlar, aynı kanun kitabı ve önce idam sonra beraat… Bu ne güzel ilim böyle? Sen herhangi bir yılın herhangi bir ayında, yüz derecelik ısıda kaynayan bir suyun, birkaç ay sonra aynı hararette donduğunu işittin mi?

Ayşe’nin gülümseyişi yavaş yavaş kayboluyordu:

- Askerlik de öyle değil mi? Mesela…

Söz, Ayşe’nin dudaklarında kaldı ve sert bir ‘’Hayır’’la kesildi:

- Hayır!.. Askerlikte tek değişmez kanun vardır: Üstün olan kazanır. Üstünlük maddi ve manevi kuvvetlerin muhassalasıdır. Çaldıran Savaşı’nda Safevi ordusunun başında Şah İsmail olmayıp da Aksak Temir bulunsaydı belki Safevi ordusu kazanırdı. Çünkü Temir’in zekası ve kumandanlık vasfı, Safevi ordusunun kefesine eklenince ağır basacaktı. Halbuki hukuk, mahkemede verilecek kararların muhtelif hakimlere göre değişebileceğini kabul etmiyor. Karar adaletin sesidir diyor… Hem, senin benden böyle bir konferans dinlemeye ihtiyacın yok… Gördün… Adaleti, hukuku, her şeyi birlikte gördük… Eğer unutmadınsa…

Konuşma bu şekle dökülünce Ayşe onun nereden başladığını unuttu ve söyleyecek bir söz bulamadı. Selim devam etti:

- İnci Hanım’ a gelince: Müsaade et de onun iyi bir kız olduğu hakkındaki hüküm biraz sonraya kalsın.

- Ben onu eskiden de tanırdım. Hocası olarak, hakkında bir hüküm vermemi erken mi sayıyorsun?

- Çok erken. Bir insan hakkındaki hüküm ancak onun tabutu geçtikten sonra verilebilir.

Ayşe itiraz etti:

- Yoo… Bu biraz fazla ihtiyatkarlık olur. Tarihe geçen şahsiyetler için belki fikrin doğrudur. Fakat herkes için? Asla…

Selim yine istihza ile gülümsedi:

- Tarihe geçen şahsiyetler için ölümden sonra bile kesin bir karar verilemez. Çünkü zaman onların değerini değiştirebilir. Sizin bir şairiniz vardı, neydi onun adı? Hani sen anlatmıştın. Vaktiyle edebi çevrelerde küçümsenmiş de sonra yirminci asırda birinci sınıf bir şair olduğu keşfolunmuş, söylesene adını…

- Yunus Emre!

- Evet, Yunus Emre. Kaçıncı asrın adamıydı o?

- On dördüncü asır başlarında ölmüştür.

- Demek ki zavallı şair hakkında doğru bir hüküm vermek için altı asır beklemek lazım gelmiş. Acaba on asır sonra anlaşılacak insanlar yok mu? Acaba ebediyen yanlış anlaşılarak yanlış hüküm giymeye mahkum bedbahtlar yok mu? Aksine, ilahlaştırılan alçakların bulunabileceğini kabul etmez misin?

Ayşe kocasının coşmaya başlamasından korkuyordu. Sükunetle coşkunluk arasındaki mutedil noktayı bir türlü öğrenemeyen Selim’i yatıştırmak için:

- İfrat tarafı çıkarılırsa fikirlerin hakikatı ifade ediyor. Sen de kabul et ki, tarihte tamamiyle yanlış anlaşılmış insan pek yoktur,dedi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com

Fakat artık onu yatıştırmanın imkanı kalmamıştı. Görünüşünde fazla bir heyecan yoktu . Çünkü heyecanını, kederini ve sevincini hareketlerle ve sesinin tonu ile belli etmezdi. Onu yalnız Ayşe anlardı. Ne zaman bir kederle ölecek hale gelmiştir, ne zaman heyecanla yüreği duracak gibidir ve ne zaman korkunç bir melankoliye gömülmüştür, bunları yalnızca Ayşe bilirdi. İşte yine coşuyordu. Hırsla ve kinle. Öfke ve hınçla kabarıp taşan bir ırmağa benziyor, bu duyguların tek görünüşü de gülümseyişinde belli oluyordu. Bu onun tabii gülümseyişi değildi:

- Demek tarihte tamamiyle yanlış anlaşılmış insan yok, öyle mi? Senin tarih dediğin hoparlör yalnız imparatorluklarla meşhur insanların değil,hakikatlerin de mezarıdır. Ne yapalım ki, muhterem tarih bizatihi mevcut değildir ve biz onu yine tarihin çocuğu olan bir insanın ağzından dinlemeye mecburuz. Tarih, insanları; insanlar da tarihi yarattığına göre ebediyete kadar devam edecek bir fasid dairesinin içinde kapalıyız demektir ve tarihin bedbahtlığı da kendisinin,menfaat gördükleri zaman en ilahi hakikatı bile red, inkar, tahrif, veya ihfa edebilen insanlar tarafından hikaye edilmesindendir. Uzağa gitmeden, çatırtıları hala işitilen bir haileyi misal vererek fikrimi ispat edeceğim: İkinci Abdülhamit çok kötü bir adamdır ve onun sadrazamı Said Paşa da istibdada alet olmuş kötü bir vezirdir, değil mi? Tarih böyle yazıyor.

- Evet!

- Evet değil, hayır! Tarihin şuuru ve vicdanı olsaydı böyle demeyecekti. Çünkü tarih Sultan Hamid’le sadrazamını bize onların düşmanları olan hürriyetperverlerin ağzı ve gözüyle anlatıyor ve eşref-i mahlukat sayılan, fakat hakikatte bir sürüden başka bir şey olmayan insanlar da bu şahane safsatayı kabul ediyor. Acaba Sultan Hamid’in gözüyle tarih yazılsaydı hürriyetçiler için verilen hüküm ne olacaktı? Bu hükmün doğruluğu ne malum diyeceksi. Şuradan malum ki, Sultan Hamid’in siyasi idamlar yapmadan otuz yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu hürriyetçi takım siyasi idamlar, korkunç istibdadlar arasında ve on yılda tasfiye ettiler. Şimdi şu kıyaslamaya göre daha başka neticelerde kendiliğinden çıkmaz mı? Hürriyet kahramanları ortaya fırlamasaydı da Abdülhamid yerinde kalsaydı Balkan Harbi çıkmayacaktı. Çıksa bile Abdülhamid’in siyasi dehası Balkanlılar’ın arasına tefrika sokacak ve belki birini kendine çekecekti. Çekmese bile memlekette hürriyet, yani partizanlık,yani hastalık olmadığı için Türk ordusu normal kuvvetleriyle ve tabii bir netice olarak Balkanlılar’ı birkaç ayda yenecek ve Abdülhamid onlardan hiçbir toprak almamak suretiyle Avrupa’nın gözünü boyayarak Balkan muvazenesi bozulmadığı için de, bu muvazenenin bozulmasından doğan Birinci Cihan Harbi çıkmayacaktı. Hem Türkiye hem de Avrupalılar için bu kadar felaketli neticeler doğuran,adeta ahlaksızlığın ve komünizmin temellerini atan Cihan Harbine mani olmak az şey midir? Mantıki bir neticeler silsilesine dayanmak için bunları kabul etmesek bile Osmanlı İmparatorluğu’nu onun otuz yıl yaşatılmasıyla berikilerin çökertilmesi, ikincilerin birinci hakkında verdiği hükmün sahteliğini, gülünçlüğünü ortaya koymaya yetmez mi? Onlar ne feci mahluklardır ki hürriyet ve adalet çığırtkanlığı ile sürüleri peşlerine taktıkları halde iş başına geldikten sonra istibdadın koyusunu ve zulmün en hasını yaptılar. İşte bu feci mahlukların görüşüyle yazılan, yani daha başlangıçta yanlış bir hükümle işe koyulan tarih, Abdülhamid’i ve onun veziri Said Paşa’yı hicvederse ben ona nasıl inanırım? Manzarayı iyi kavra. Biri kuruntulu, şüpheci, fakat aynı zamanda hamiyetli, vicdanlı ve siyasi dehaya malik bir kıral, bir imparator,İkinci Abdülhamid. Zaafından kendisinin sorumlu olmadığı koca bir ülkeyi idare ediyor. Otuz milyonluk bir mahşer ki, içinde dinler, milliyetler ve ihtiraslar çarpışmakta ve dış alemin azgın bakışları karşısındaki hakim unsurun sayısı üçte biri nisbetini bile doldurmamaktadır. İkincisi,fikirlerinde en ufak bir hafiflik olmayan ciddi, sağlam muhakemeli, memleketin çilesi ve kahrı içinde yetişmiş, uzağı gören bir vezir, Said Paşa. Hayır, meşrutiyet girerse hakim unsurun Mecliste azlıkta kalacağından korkuyor. Öteki disipline ve hiyerarşiye alışkın bir topluluğun bir başıbozuk sarhoşluğu arasında muvazeneyi kaybedeceğinden ürküyor. Netice? Netice meydanda: Küfürlerle ve iftiralarla yerin dibine geçirilen iki kişinin haklı olduğunu zaman ispat etti. Ya hürriyet kahramanları? Onlar meydanda yok…

Burada Selim Pusat’ın yüzü değişti. Küçümsemekle iğrenme arasında bir işmizazla devam etti:

- Çünkü onlar zaten yoktu. Onlar hiçbir zaman yoktu. Çünkü yanlış ve yalan davalar daima parlak gözükür . Fuhşun felsefesini yapmak, namusun müdafaasını yapmaktan daha kolay olduğu gibi…

Ayşe bunalmıştı. Bu çekişmenin nereden başlayıp nerede biteceğini de kestiremez olmuştu. Fakat kocası, başladıkları noktaya gelmekte gecikmedi:

- Artık bu kadar misallerden sonra İnci Hanım hakkındaki hüküm sonraya kalsın dersem kabul etmez misin? İnsanlar okunmamış birer kitaptır. En basitleri hakkındaki hükmü bile tamamının okumasına bırakmalı. Biraz derince olanların ise,iyice okunduktan sonra üzerinde az veya çok düşünmek lazım.

Sustular. Ayşe kağıtlara bakıyor, fakat tashih etmiyordu. İçinden ‘’Yarabbi! Bu adam niçin böyle ? Artık hiç değişmeyecek mi? Ne yapmalı da onu biraz değiştirmeli?’’ diye düşünüyor ve Selim gezinmesinde devam ediyordu. Kitaplıktan Mohaç seferine ait bir cilt çekerek açtı. Bir iki yerine baktı ve meseleyi kapanmış sanarak yeniden vazife tashihine başlamak üzere bulunan Ayşe’ye döndü.

- Kanuni Sultan Süleyman hakkındaki fikrin nedir? Edebiyatçı olmak dolayısıyla belki bunun üzerinde durmadın. Duranların düşüncesi nedir? Niçin bütün yaptıkları hakkında aynı bilgiye sahip olan insanlar onun üzerinde zıt fikirler yürütüyor? Oğlunu öldürttüğü için zayıf mıdır? Kanun ve nizam adamı olduğu için büyük müdür? Ülkeler aldığı için kahraman mıdır? O serseri ve dalkavuk devşirmeyi yükselttiği için alçalmış mıdır? Görüyorsun ki, tarihin ışıldakları altındaki bir adam için bile,ölümünden beri aşağı yukarı üç buçuk asır geçtiği halde değişmez hüküm verilemiyor. Çünkü herkes her hadiseyi yalnız kendi görüş noktasından seyrediyor. Acaba kahraman şehzadesini öldürmekle haklı değil miydi? Hurrem Sultan’ a esir olması tabii sayılmaz mıydı? Devşirme İbrahim’i önce yükseltip sonra idam ettirmesinde yüksek bir devlet politikası yok muydu? Bunlar o kadar düşünülmüyor…

Selim son cümlelerini söylerken Ayşe dikkatle onun yüzüne bakıyordu. Selim’in sesi bir tuhaflaşmıştı. ‘’Haklı değil miydi,tabii sayılamaz mıydı, yüksek bir devlet politikası yok muydu?’’ derken ciddi mi söylediği, yoksa alay mı ettiği belli değildi. Kanuni muhteşem bir kıral, bir imparator olduğu için Selim’in onunla eğlenmeyeceği muhakkaktı. Öyleyse ne oluyordu? Bu, şimdiye kadar Ayşe’nin onda görmediği bir haldi. Vazife tahsisi işini bir tarafa bırakmıştı:

Selim, dedi. Hadiselerin en deruni saikleri hiçbir zaman anlaşılamayacaktır. Bunları anlamak için insan ruhunun o pek çapraşık mekanizmasını iyice bilmek lazım. Bu da kabil olmadığına göre her hadisede bizce meçhul taraflar bir ukde olarak kalacaktır. İnsanlar ve hadiseler hakkındaki hükümlerimiz bütün bu meçhullerin halline bırakırsak hiçbir hadise anlaşılmayacak demektir. Mutlak olarak şunu iddia…
Ayşe’nin sözü yarıda kaldı. Selim ‘’mutlak’’ kelimesini işitince arkasını duymadı ve ona bakarak adeta azarlar gibi:
- Mutlak mı? Diye sordu.

Ayşe bir şey anlamamıştı:

- Evet. Mutlak?, diye cevap verdi.

Selim bir anda Leyla’yı da, karanlıktaki meçhul kadın sesini de hatırladı ve unutmuş olduğu halde birdenbire gönlüne yeniden doğan mısraı içinden tekrarladı:

Mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın!..
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
9. BÖLÜM


Ertesi akşam, hava yağmurlu ve rüzgarlı olmadığı halde, Selim Pusat içinden gelen bir dürtüyle yine Çamlı Koru’ya gitti. Gönlünde dayanılmaz bir ibtila duyuyordu. Karanlıktaki meçhul kadın sesini işitmezse, muayyen zamanda morfin bulamayan hastaların tutulacağı buhran gibi ruhi bir sarsıntıya uğrayacağını biliyordu. Neticeye bakan ve teferruata kaçmayan asker kafasıyla karanlıktaki seste bir gayrıtabiilik bulmuyor, fakat bundan kimseye bahsolunmayacağını gayet iyi anlıyordu. O ses, o esrarlı ses Selim’i bir defa daha kendinden geçirmişti. Selim’e azap veren şey, o kendinden geçişin zamanını hatırlayamamaktı. Zihnini bununla yorarken şakaklarından aşağıya doğru anlatılmaz bir şeyin indiğini ve beyninin içinde ince ve örseleyici bir seyyalenin dolaştığını seziyordu. Bu dolaşma sırasında zaman zaman kafasının içinde bir yer aydınlanır gibi oluyor, meçhul sesi tanımasına ramak kalıyor,sonra yine karanlık basarak Selim Pusat’ın içinde derin bir acı bırakıyordu.

Çevresini görmeyerek yürürken birdenbire kendisini dün akşamki tahta kanepenin önünde buldu ve istiğrak halinde oturarak havanın biraz daha karamasını,meçhul kadın sesinin esrarlı ve emreden sesiyle konuşmaya başlamasını bekledi. Fakat daha bir dakika geçmeden yanında işittiği tıkırtı ile başını çevirince sırasının öteki ucunda Leyla’nın oturduğunu gördü ve hayal kırıklığı ile arzu arasında bir tereddüd geçirdikten sonra memnuniyetsizliğini yendi. Leyla gülümsüyordu:

- Bu akşam da geleceğinizi biliyordum Selim Beğ, dedi ve bunu söylemesiyle istihza tufanına boğulması bir oldu:

- Maziyi bilmek olan tarih, demek sizde geleceği de bilmek kabiliyetini geliştirmiş.

- Alay etmeyin. Geleceğinizi tabii bir netice olarak biliyordum. Saatin sekizden sonra dokuz olacağını daha önceden nasıl biliyorsam,bunu da böyle biliyordum.

- Bazen münasebetsiz bir el saati geriye alabilir. O zaman sekizden sonra dokuz değil, yedi gelir.

Bu akşam Leyla’da başka türlü bir hal vardı. O da alaya başladı:

- Fakat siz, hiçbir münasebetsiz elin uzanamayacağı bir saatsiniz.

Selim sert sert baktı:

- Böyle giderse o el siz olabilirsiniz…

Leyla Mutlak kızmadı, alınmadı. Gülümsüyordu. Şuh denecek bir neşe içinde Selim’e bir şeyler anlatıyor, hatta eski dostlara yaraşan samimi bir tavır takınıyordu. Öteki, söylenenlerin manasını kavramaktan uzaktı. Yalnız Leyla’nın sesini dinliyor,dilediği kelimelerin bazı hecelerindeki seslere takılarak bunları dün geceki sesle mukayese ediyordu. Ne kadar zaman geçti, farkında değildi.

Leyla’nın sustuğunu görünce:

- Her zaman bu sesle mi konuşursunuz?, diye sordu. Genç kız dün geceyi hatırladı:

- Dün de bana böyle garip sualler sormuş ve bir şiir okutmuştunuz. Beni birisine mi benzetiyorsunuz?

- Kendinizden başka kimseye benzemediğiniz muhakkak. Yalnız…

Pusat birdenbire sustu. Leyla biraz daha yakına geldi ve aynı şuh eda ile:

- Galiba sizi buraya getiren meseleye yaklaştık,dedi.

Selim’i gölge gibi takip eden istihza kaybolmuş, yerine gölgeden daha yakın bir şey, bizzat kendisi diyebileceğimiz bir hal, hüzün gelmişti. Kararan göğe baktıktan sonra:

- Bu gece o aksak mendeburun karşınıza çıkacağından korkmuyor musunuz?, diye sordu.

Leyla gülüyordu:

- Yanımda siz varsınız.

- Bana o kadar güvenmeyin.

- Neden?

- İnsanlar güvenilmeye layık değildir.

Leyla şuh bir eda ile güldü ve hüzünlü gözlerle ona bakan Selim, yanındaki genç kızın cidden güzel, hele gülerken çok daha güzel olduğunu fark etti.

- İnsanların çoğu belki güvenilmeye layık değildir. Fakat siz…Selim Pusat… Size güvenilir. Çünkü siz, başka hiçbir şey olmasanız bile kırallık taraftarısınız!..

Selim hayatında pek seyrek şaşırırdı. Herkesin hayretten donduğu nice zamanlarda onun buz gibi kayıtsızlıkla hayretleri üzerine çektiği çok görülmüştü. Fakat şimdi bu genç kızın sözleri onu birdenbire şaşkına çevirmişti. Bununla beraber o bir kurmaydı. Şaşırması uzun süremezdi. Bir darbe yiyen usta bir mubariz gibi derhal mukabil darbeyi savurdu:

- Hanımefendi (kızdığı zaman böyle hitap ederdi)! Ben sizin hakiki mesleğinizi öğretmenlik sanıyordum. Stratejik başarınıza diyecek yok. Fakat tabiyede acemisiniz!..

Leyla’nın güler yüzü birdenbire kederle değişti. Sesinde içli bir elem titrediği halde Pusat’a baktı:

- Yanılıyorsunuz Selim Beğ, dedi ve yere bakarak ilave etti:

- Beni çok kırdınız.

Selim kendisini kıranlara karşı tepki göstermediği gibi kırdıklarına da aldırış etmezdi. Fakat şimdi bu genç kızın kederinde bir güzellik, bir şahanelik vardı. Erkeklerin, bilhassa romantik erkeklerin tahayyüllerindeki prenseslere benziyordu. Af dilememek prensibi olmasaydı onun gönlünü almaya çalışır, hatta tarziye de verirdi. Fakat tarziye vermek, yani geri dönmek… Bu, onun yapabileceği şey değildi. Tekrar dikkatle ona baktı ve “İki şahsiyetli kız” diye düşündü. Sesi nasıl zaman zaman iki ayrı insanın sesi oluyorsa, yüzünün manası da iki ayrı insanı gösteriyordu. Dün geceki hususiyetsiz kızla bu şimdiki mana dolu kızın aynı insan olması inanılır şey değildi.

Selim Pusat da bütün insanlar gibi kendisini biraz yanlış ve eksik tanıyordu. O, yalnız kuvvete saygı gösterdiğini sandığı halde güzelliğe karşı da aynı hürmeti beslediğinin hiç farkında değildi. Askerlikte kuvvet birbirini tamamlayan iki şey olduğu için Selim kuvvete değer veriyor ve güzelliği de askeri kabiliyetin, meydan savaşlarının görünüşünde ve yapılışında buluyordu. Kadın güzelliği bunlarla ilgili olmadığı için ondan ancak bir erkek olarak zevk aldığını zannediyordu. Fakat yanılıyordu. Hem de çok yanılıyordu. Selim,kadın güzelliğinden zevk alıyor değil, bu güzelliğe saygı duyuyordu. Ancak onun ruhunu dolduran askerlik başka her şeyi o kadar ezip kırmıştı ki, kadın güzelliğine karşı olan duyguları da kalbinin derinliklerine sinmiş ve artık kendisi de bu hissinin varlığından habersiz yaşamaya alışmıştı. Bu yüzden şimdi yanı başında duran kederli kızın şahane güzelliği karşısında duyduğu saygıyı merhamet sanıyor ve onu kırmış olduğu için gönlünü almak lüzumunu duyuyordu. Bu istekle:

- Yürüyün! Sizi evinize götüreceğim, dedi.

Leyla’nın bakışları hala yere saplıydı. Yavaş yavaş gözlerini kaldırarak Selim Pusat’a baktı. Kendisini şaşılacak kadar asil gösteren garip,eşsiz bir hüzünle:

- Size sıkıntı vermezse çok memnun olurum, diye cevap verdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Konuşmadan yürümeye başladılar. Selim bir eksiklik hissediyordu. Birkaç adım sonra bunun ne olduğunu keşfetti ve kendisine kızdı.Dün gece olduğu gibi kızın yine koluna girmesini beklemişti. Bu hayali,yahut daha doğrusu bu ümidi attıktan sonra Leyla’nın yüzündeki güzelliği seyretmeye daldı. Bunu, Leyla’ya hiç bakmadan yapıyordu. Bakmadan görmesini iyi bilirdi.

İçinde Leyla’ya karşı anlaşılmaz bir yakınlık duyuyordu. Bu bir sevgi, yahut kadın güzelliğine karşı duyulan bir ilgi değildi. Selim bunu merhamet sandığı için kendisine içerliyor, fakat bu garip yakınlıktan da bir türlü kurtulamıyordu. Böyle düğümlenmiş hisler arasında onu evine kadar götürdü. Mutad veda kelimelerinden başka bir şey konuşmadan ayrıldılar.

Selim için artık bu gecenin manası kalmamıştı. Esrarlı kadın sesini duymak için geldiği halde Leyla’ya karşı anlaşılmaz bir his duyarak dönüyordu. Beyni bu münasebetler üzerinde yorulurken birdenbire durdu ve irkildi. Gözleri sert bakışlarla karşıya dikildi ve kaçamaklı şekilde çevresine bakındı. Hayret!.. Eve dönmek üzere Leyla’dan ayrılmıştı ve eve doğru gittiğini sanıyordu. Halbuki hiç farkına varmadan tekrar Çamlı Koru’nun yolunu tutmuş ve Koru’nun kıyısına, büyük lambanın altına kadar gelmişti. Ancak, Selim’i şaşırtan ve irkilten şey farkına varmadan buraya gelmesi değil, dün geceki mendebur herifi karşısında bulmasıydı. Şimdi, biraz da Leyla’yı kırmış olmanın verdiği öfkeyle bu çirkin ve iğrenç mahluka çıkışmaya, hatta onu tepelemeye hazırdı. Bu düşünceyle daha sertleşen bakışlarını ısrarla ona dikmiş ve ağır olduğu kadar azimkar adımlarla yürümeye başlamıştı. Fakat arzusunu yerine getiremedi. Çünkü öteki, Selim’in yaklaştığını görünce berbat bir gülüşle güldü ve zelilane bir şekilde eğilerek onu selamladı. Aksaklığından başka hafifçe kanbur olduğunu da görerek acıyacak yerde büsbütün iğrenen Pusat onun çipil ve riyakar gözlerine bakarken, Leyla’ya takılan bu miskinin yaşını anlamak için dikkatle yüzünü süzdü. Ne tuhaf! Bu mendebur yaratığın yaşını anlamaya imkan yoktu. Selim doğrudan doğruya maksada ve hedefe yürüyen askeri mizacı ile ona “Kaç yaşındasın mıymıntı mahluk?” diye soracaktı. Fakat mıymıntı mahluk Selim’den atik davranarak:

- Geceniz hayırlı olsun Selim Beğ, dedi ve tekrar eğildi.

- Sen beni nereden tanıyorsun?

Bu sözler öfke ve tahkirle söylenmişti. Selim Pusat,mendeburun üzerine atılmak üzere idi. Küçücük bir sebep, bahane, fırsat bu sinir bozucu herifi yere sermeye yetecekti. Fakat o her hakareti kabul eden bir tavırla yine gülümsedi, eğildi ve:

- Şöhretiniz dolayısıyla sizi tanımamaya imkan var mı?, diye cevap verdi.

Selim bütün dikkatini karşısındaki adamın yüzüne yöneltmişti. Bu yüz, yıpranmış bir gencin yüzüne olduğu kadar, genç kalmış bir ihtiyarın yüzüne de benziyordu. Fakat şaşılacak kadar çirkin bir görünüşü vardı. İnsana istemeksizin tiksinti veriyordu. O kadar iğrençti ki, Selim, bu çehreyi taşıyan adama, temasın vereceği büyük tiksinme dolayısıyla el kaldırılmayacağını derhal anladı ve askeri bir eda ile sordu:

- Kimsin? Adın ne?

Adam, riyakarlıkla hiylenin bütün hususiyetlerini taşıyan çehresinde türlü işmizazlar olarak hafifçe eğildi:

- Yek efendim, Yek bendeniz…

Bu “Yek”ten Selim bir şey anlamıştı. Herhalde bu herif yalnız soyadını söyleyen bir asrilik düşkünüydü. Sesini yükselterek:

- Bu saçma soyadını bırak da asıl adını söyle, dedi.

Öteki yine hafifçe eğildi ve biraz gülümsedi:

- Bendenizin ayrıca bir soyadım yoktur efendim. Adım, soyadım, hepsi Yek…

- Yek mi? Sen Acem misin?

- Ya nesin?

- Bendeniz ayrıca hiçbir millete mensup değilim. Sadece Yek’im.

Selim Pusat kızmıştı:

-Serseri! Milliyetsiz adam olur mu?

Yek riyakar bir tavırla ellerini oğuşturdu:

- Yaşamak için muhakkak bir millete mensup olmak mı lazım, Selim Beğ?

- Elbette. Hayvanların milliyeti olmaz!

- Ne çıkar efendim? İnsan, hayvan… Hatta ot ve camad…Hepimiz aynı kökten gelmiyor muyuz?

Selim’in yüzü öfke ve istihza ile karıştı:

- Ne derin fikirler!.. Fakat bugünün gerçekleriyle bağdaşmasına imkan yok. Milletler olmayınca birbiriyle çarpışacak orduları nasıl kuracaksın? Bir tarafta insanlar, bir tarafta da otlar veya madenler mi bulunacak?

Yek, Selim’i çileden çıkaracak kadar riyakar olan eğilimlerinden birini daha yaparak cevap verdi:

- Ordular kurup çarpışmak için bir mecburiyet yok ki Selim Beğ! Bu dünyanın nimetlerinden bol bol faydalanmak dururken neden ordular kurulsun? Neden kanlar dökülüp kahramanlar toprağa serilsin?

- Ya ne yapılsın?

- Yaşansın efendim, yaşansın…

Selim’in ne kadar iğrendiği yüzünün çizgilerinden ve bakışlarından belli oluyordu. Karşısında yalnız yüzü değil, düşünceleri de iğrenç bir soysuz vardı. Ancak zevki düşünen, kutlu bir şey tanımayan soysuzlardan biri…

Hem hakaret, hem de alay dolu bir eda ile cevap verdi.:

- Evet yaşansın… Ciddi maksatlar kaybolsun. Yalnız eğlenilsin ve kudurmuş kart köpekler, zevk felsefesi uğruna torunu yaşındaki kızlara sarkıntılık etsin, değil mi?

Yek, Selim Pusat’ın hakaret dolu sözlerini bile sükunet ve saygı ile dinliyordu. Hilekar gözlerinde garip bir ışıltı vardı:

- Yanılıyorsunuz Selim Beğ, dedi. Beni o genç kızın yanında görmeniz size yanlış hüküm verdirmesin. Ona büsbütün başka sebeplerle yaklaşıyorum.

Selim gülümsemeye başladı:

- Kim bilir ne yüksek ve insani maksadların vardır. Fakat ne çare ki, o cahil kız bunu anlamıyor. Bilhassa senin kadar yakışıklı bir erkeği reddetmekle neler kaybettiğinin farkında değil…

Selim bunu söyleyerek kısa ve tok bir kahkaha attı. Nefret ettiği zaman duygusunu böyle ifade ederdi. Yek, başını sallayarak cevap verdi:

- Benim gördüklerimi gören, çektiklerimi çeken kim olsa bana benzerdi.

Bu sözler Selim’i lüzumundan fazla ciddileştirdi. Yüksek bir sesle:

- Neler çekti?, dedi. Ordudan mı kovuldun? Sana vatan haini mi dediler? Şeref gibi bir arkadaş mı kaybettin? Ne oldu?

Yek gülümsüyordu:

- Hayır Selim Beğ! Bunların hiçbiri değil. Düşüncelerimiz aykırı olduğu için bize keder verecek şeyler başka başkadır. Böyle olduğu halde içimde başkalarının anlayamadığı büyük üzüntülerin birikmesi ve insanların beni olduğumdan daha kötü tanıyarak daima lanetle anması az şey midir? İnsanlar acayip yaratıklar. Bir şeyi bir defa nasıl bellerlerse sonuna kadar öyle gidiyorlar. Artık hiçbir şey onların gözünü açmıyor. Beni bir kere fena tanıdılar. En büyük hakikatı söylediğim zaman da inanmıyorlar. Siz de gerek bütün maziniz ve bilhassa başınızdan geçen mahkemedeki sözleriniz dolayısıyla doğru bir insan olarak tanındınız. Artık günün birinde bir yalan söyleseniz bile kimse buna ihtimal vermez. Hatta yalanınız ispat olunsa da yine inanmazlar. Yanlışlık derler. İşin içinde iş var derler. Fakat Selim Pusat yalan söyledi demezler. İnsanların sık sık “Gözümle görsem inanmam” dediklerine dikkat etmişsinizdir. Bu ne demektir? İnsan gözüyle gördüğüne de inanmayacaksa görmenin manası kalır mı? Bu doğrudan doğruya ilk inanca sadık kalmanın neticesidir. Yani insanlar bir nevi hastadır…

Pusat yine alayla gülümsedi:

- Meğer sen ne muhteşem filozofmuşsun. Ama neyleyeyim ki, oturup eser yazmak, insanları aydınlatmak dururken bunu yapmıyor da kendi pörsük gönlünü aydınlatmak sevdasına kapılıyor, bunun için de genç ve güzel bir kıza musallat olup kendini büsbütün kepaze ediyorsun… Bütün insanlara birden “İlk inanca sadık kalma hastalığı” teşhisi koyan ünlü filozof, acaba kendisinin bu iğrenç hastalığına ne ad takıyor?

Yek yine aynı riyakar tavırla eğildi:

- Yanılıyorsunuz yüzbaşım! Aşk her ne kadar yaş diye bir engel tanımazsa da ben Leyla’ya bir aşk için değil, büsbütün başka ve aşktan daha ciddi bir mesele yüzünden sokulmaya çalışıyorum. Fakat ne yazık ki…

Selim,onun sözünü şiddetle kesti:

- Aşkı ciddi bir mesele saydığına göre ne kıratta adam olduğun anlaşılıyor. Leyla’ya bahsetmek istediğin aşktan daha ciddi bir mesele de şüphesiz evlenmedir. Doğrusu bu yaş ve bu suratla da ona fevkalade yakışırsın…

Yek yine eğildi:

- Yaşı karıştırmayın yüzbaşı beğ. Siz de kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza aşık olabilirsiniz. Pusat, bu sözler üzerine öfkeli ve alaylı bir bakışla bakarken Yek, sözlerini şöyle bitirdi:

- Ve olacaksınız da…

Selim’in alaylı sesi çınladı:

- Sen ne cevhermişsin! Aşk ve felsefeden başka geleceği keşfetmek ilmine de mi vakıfsın? Bu hezeyanı hangi fal kitabında gördün? Yahut hangi çingene karısından öğrendin?

Yek şaşılacak derecede ciddileşerek cevap verdi:

- Hiçbir fal kitabında okumadım.

- Ya nereden biliyorsun?

Yek, Selim Pusat’ın yüzündeki bütün istihza çizgilerini silen bir soğukkanlılıkla:

- Levh-i Mahfuz’da okumuştum, diye karşılık verdi.

Birkaç saniye bakıştılar. Pusat anlamıştı. Bu kambur mendebur deliydi.

Selim’in öfkesi kabarmaya başlıyordu:

- Leyla’ya da Levh-i Mahfuz’da gördüklerini mi anlatmaya çalışıyordun?

- Hayır!

- Ya ne söylüyordun da kızcağızı ürkütüyordun?

- Ben kimseyi ürkütmem. Ürkütmek elimden gelmez.

- Ama o ürküyordu.

- Sözlerimden değil, zevkinin ve heyecanının büyüklüğünden ürküyordu.

- Kim bilir ne bilmediği şeylerden bahsediyordun!

- Hayır! Bildiği şeylerden bahsediyordum.

Selim’in gözleri şimşeklendi:

- Budala! İnsan bildiği şeyi başkasından duyunca ürker mi?

Yek çok sakindi. Gülümseyerek eğildi.

- Bildiği şeyden değil, tavsiyelerimden ürküyordu.

- Ne tavsiye ediyordun?

- Harekete geçmesini…

Selim her saniye öfkesi artarak kinli gözlerle bakarken Yek sözlerini tamamladı:

- Leyla Mutlak tahtın varisidir!

Selim Pusat, bu sünepe deliye daha fazla tahammül edemezdi. Çılgınca bir öfkenin verdiği kuvvetle önlerindeki tahta kanepeyi kaldırarak korkunç bir hızla kafasına indirdi. Aynı anda bütün şehirde ışılar kesilmiş, ortalık zifiri karanlığa gömülmüştü. Yek’in böyle bir vuruş altında sağ kalmasına imkan yoktu. Pusat, tekrar yanan elektriklerin ışığı altında kanepenin parçalandığı yere baktı. Yek’ten eser yoktu…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
10. BÖLÜM


Ayşe Pusat kocasındaki endişe verici değişikliğin sebebini anlayamamıştı. Selim’in bu durumu hiçbir zaman iyiye doğru gitmiyordu.ama bu derece hızlı bir değişme de şimdiye kadar görülmemişti. Dışarıdan gördüğü şey sadece öfkeli bir susuştu. Bu susma o kadar korkunç bir hal almıştı ki, Ayşe sormadan söz söylemiyor,dakikalarca gözlerini bir yere dikerek kıpırdamadan durduğu oluyordu. Bunlar iyi belirtiler değildi. Fakat bir taraftan da o kadar enerjik ve mücadeleci bir hali vardı ki, bir ruh ve akıl hastasında bulunmasına imkan yoktu.


Ayşe, yalnızlık insanı yıpratır diye düşünüyor, Selim’i yalnızlıktan bir kurtarabilse, bazı kimselerle haşır neşir edebilse bu hüzün ve açığa vurulmayan öfkeden onu sıyırabileceğini sanıyordu. Selim, hoşlanmasa da yine eşinin tekliflerini reddetmezdi. Ayşe buna güvenerek:

- Selim! Yarın hem arkadaşlarım, hem de talebelerim gelecek. Seninle de tanışmak istiyorlar. Kabul edersin değil mi? Diye sordu.

Selim, düzensiz birlik görmüş subay gibi baktı:

- Arkadaşların öğretmen mi?

- Evet.

- Öğretmenlerle öğrencileri aynı zamanda çağırmakta bir disiplin mahzuru yok mu?

Ayşe şefkatle gülümsedi:

- Neden mahzur olsun?

- Nedeni var mı? Kumanda edenlerle edilenler aynı odada oturup hoşbeş ederse bundan bir laubalilik doğmaz mı?

- Biz asker değiliz ki. Bizde kumanda eden veya edilen diye bir şey yok ki? Öğreten ve öğrenen var. Ders dışında talebelerimizle pek samimi şekilde konuşur, hatta dertleşiriz bile. Laubaliliğe kaçmak istidadı gösterenleri de usulü ile uyarırız.

Pusat, bir memnuniyetsizlik ifadesiyle:

- Bunlar başıbozuk düşünceler, diye söylendikten sonra,talebelerin herhalde şu kahraman kızlar olmalı, diye ilave etti.

- Evet onlar. Arkadaşlarım da fizik ve tarih hocaları.

Tarih hocasının geleceğini duyunca Selim garip bir ürperti duydu. Bir an için gözlerinin önünden Leyla Mutlak geçti. Sonra her zamanki gibi içine gömülerek:

- Peki, dedim. Tanışalım.

* * *



Ertesi gün kapı çalındığı zaman Pusat, oğlu Tosun’la konuşuyor, onun çocukça sorularına yarı şaka yarı ciddi cevaplar veriyordu. Zil sesini işitince onu kucağından indirerek:

- Kahramanlara saygı gösterelim oğlum, dedi.

Yanılmamıştı. Ayşe, odaya üç kızla beraber giriyordu. Selim, sokakta ve vasıtalarda gördüğü çirkin ve bayağı kızlardan o kadar bezmişti ki, birden bire karşısında üç tane güzel ve kibar duruşlu kız görünce ferahlamış ve onlar için “Şiir kadar güzel” diyen eşine içinden hak vermişti.

Ayşe, neşeli bir sesle:

- Sana talebelerimi takdim edeyim, diye söze başladı. Fakat Selim takdime mani oldu:

- Ben onları tanıyorum…

Ve ellerini sıkarken ilave etti:

- Hocanız sizi bana ezberletti..

Bununla beraber Selim Pusat şiir kadar güzel kızlarla hiç ilgilenmemişti. Leyla’nın gelmesini bekliyordu. Kızlar da az konuşuyor, Ayşe’yi dinliyor ve Selim’i tetkik ediyorlardı.

Zilin yeniden çalması onda garip bir duygu yarattı ve Ayşe misafirleri karşılamak için odadan çıkarken:
- Tarih hocanız nasıl bir kadındır? Diye sordu.

Kızlardan üçü birden gülümsedi. Bu gülümsemelerde, çevresine neşe saçan bir insanın hatırlanışındaki hususiyet vardı. Güntülü cevap verdi:

- Çok iyidir efendim. Dersini çok iyi öğretir. Fakat zavallı çok bedbaht. Kısa aralıklarla kardeşini, kocasını ve çocuğunu kaybetti.

Selim bir an daldı. Çamlı Koru’daki bu yalnız dolaşmalar genç bir dulun avunmasına mı işaret diye düşündü. Dışarıdan gülüşme sesleri geliyordu.

Pusat hemen iğneleyici tavrını takınmıştı:

- Bu kahkahalar büyük bir kederin ifadesi mi oluyor?

Genç kız hayretle baktı. Bakışları güzel ve tesirliydi. Fakat Selim bunun farkına varmadan öğretmen hanımlar içeriye girdiler. Selim,kapıya sert bir nazar fırlattı. Leyla Mutlak yoktu. Ayşe’nin sesi Selim’in zihnini kargaşalıktan kurtardı:

- Fizik hocası Leman Pınar… Tarih hocası Kadriye Kozanlı…

Selim aradığını bulamamıştı. Oturduğu yerde Leyla’yı düşünüyor,konuşulanları dinlemiyor, sorulanlara tek kelimeyle cevap veriyordu. Onu yine daldığını,konuşulanları duymadığını Ayşe anlamıştı.

Kadriye Kozanlı pek neşeli bir kadındı. Belki de geçirdiği felaketlerin verdiği kalenderlikle böyle zoraki şekilde neşe yaratır olmuştu. Bu dünyada herkes bir yol tutturmuş gidiyordu. Bu talihsiz kadın herhalde mihneti kendine zevk etmekte bir teselli bulmuştu. Mecliste en çok konuşan oydu. Vakalar,fıkralar anlatıyor, dinleyenleri güldürüyor, kendisi de gülüyordu.

Selim bir aralık kendisini zorlayarak konuşulanları dinlemek istedi. Umumiyetle dersler, mektep, mektep hatıraları üzerinde geçen sözlerin hiçbir çekici tarafı yoktu. Fakat şu da vardı ki,kızlar öğretmenleri karşısında çok saygılı idiler. Bu hal, Selim Pusat’ın hoşuna gitti ve yeniden düşüncelerine dalmak üzere iken, öğretmenlerin konuşmaları arasında, Güntülü’nün kendisini seyretmekte olduğunu fark ederek gözlerini ona çevirdi. Bu kız tanıyordu. Fakat nereden? İşte yine o garip ve anlaşılmaz sıkıntıya düşüyordu. Kendisine bakan bu yeşil gözler hiç de yabancısı olmadığı halde aşinalığının çok eski, tasavvur olunamayacak kadar eski bir zamanda olması intibaı Selim’i çileden çıkarıyordu. Güntülü, bütün odayı kaplayan kitapları işaret ederek:

- Hepsi askerliğe mi ait? diye sordu.

Selim bu soruyla birdenbire canlandı:

- Başka ne olabilir ki?.. Tabii, hocanızınkiler müstesna…

- Askerliğin dışında hiçbir şeyle ilgilenmez misiniz?


- Askerliğin dışında kayda değer bir şey var mıdır?

Güntülü mahcup ve tatlı bakışlarını Selim’e dikerek sustu. Nurkan sordu:

- Müzik de sizi ilgilendirmez mi?

- Askeri müziği çok severim.

- Yani?

- Marşları…

Pusat tok ve keskin konuşuyordu. Aydolu, gözlerinden ziyade dudaklarıyla gülümseyerek söze karıştı:

- Nurkan’ın piyanosunu dinlerseniz fikrinizi değiştirirsiniz sanıyorum.

- Nurkan Hanım marş çalmaz mı?

- Marş da çalar, ama ondan bir defa Çardaş’ı yahut Karmen Silva’yı dinlemezseniz yazık olur…

Güntülü, gözlerini kitaplara dikmişti. Başını çevirmeden:

- Nurkan, Eski Arkadaşlar Marşı’nı da çok güzel çalar, dedi. Herhalde bu marşı çok seversiniz.

Selim, kendi gizli veya hususi düşüncelerini, zevklerini, isteklerini,bilenlerden hazzetmezdi. Alaylı bir tavırla sordu:

- Keramet sahibi misiniz?

Genç kız gözlerini kitaplardan çevirerek Selim Pusat’a baktı:

- Keramet değil, istihraç, dedi ve açıkladı. Asker olduğunuz için marşları seviyorsunuz. Marşlar arasında tercihiniz de şüphesiz bestelerine ve isimlerine göre olacaktır. Eski Arkadaşlar isminde bir güzellik olduğunu kabul etmiyor musunuz? Eski Arkadaşlar denilince açık veya silik birçok hatıralarınız canlanmıyor mu? Arkadaşlığın en özlüsü askerlikte olacağına göre sizin gibi fırtınalı bir hayat yaşamış bir askerin bu kelimelerden ve bu marştan zevk almasına imkan var mı?

Selim Pusat bu sözlerde kendisine medyan okuma olduğunu vehmetti. Fakat bunun üzerinde durmayarak kızın gözlerine daldı. Bu gözleri nerede görmüş olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Bakışlarını, kızın hem munis, hem de yırtıcı gözlerinden ayırmayarak:

- Soyunuzda, akrabanızda hiç asker var mı? Diye sordu.

- Yok! Yalnız kardeşimin deniz subayı olmak ihtimali var.

- Neden kara subayı değil de deniz subayı?

- Deniz subaylığı daha eğlenceli, daha hoş…

Selim Pusat birdenbire parladı:

- Askerliğin bir eğlence mesleği olduğunu da hocalarınızdan mı öğrendiniz? Eğlence arayanlar subay değil, Holivut sanatkarı olsunlar. Bir bakıma göre dünya zevk arayan insanlarla doludur. ve askerler de zevk peşindedir. Ancak askerlerinki aşağılık zevkler değil, fedakarlık etme, bir fikir uğrunda can verme zevkidir. Hepsi de zevktir diye asil zevklerle adi zevkleri birbirine karıştırmayınız…

Güntülü nazik bir gülümseyişle ve dikkat kesilmiş olduğu halde bu sözleri dinliyordu. Yüzü pembeleşmişti. Deminden beri kendi aralarında konuşan öğretmenler de Selim’in son sert sözleri üzerine susmuşlar, onu dinlemişlerdi. Ayşe söze karıştı:

- Kızlarımı azarlama Selim! Askeri düşüncelerinle onları korkutacaksın. Unutma ki, onların üçü de, askerlikten sonra en büyük fedakarlık mesleği olan doktorluğa intisap edecekler.

Kadriye Kozanlı, Selim’in öfkelendiğini anlamıştı. Bu adamın muayyen kanatları uğrunda zaman ve mekan dinlemeden çıkışlar yaptığını işitmişti. İşi tatlıya bağlamak için yine şaka yoluna saptı:

- Selim Beğ, dedi. Siz askerlerle bizim doktor adayı kızlarımız meslektaş sayılırsınız. Küçük bir farkınız var. Siz insanları açık havada öldürürsünüz, onlar da dam altında öldürür. Onlar da, siz de öldürdüğünüz insanlardan sorumlu olmazsınız.

Kadriye,serleşen havayı yumuşatmıştı. Selim şimdi onun şakacı fıkralarını dikkatle dinliyor ve oyalanıyordu. Hatta diğerlerini güldüren hikayelere gülümsemeye bile başlamıştı. Sekizinci sınıf kızlarından birinin Lale Devri hakkındaki soruyu: “Efendim, Lale Devrinde laleler açtı” diye özetleyivermesi çok hoşuna gitmişti.

Kadriye Kozanlı, fıkralarının bu asık yüzlü eski subay tarafından da beğenildiğini görünce şevke geldi:

- Selim Beğ! Askerlik bilgisi bakımından bizim kızları hiç beğenmeyeceksiniz dedi. Bir altıncı sınıfım var. İlkokuldan yeni gelmiş küçücük kızlar. Bir gün bu sınıftan bir kız ne dedi, dünyada tasavvur edemezsiniz. Makedonyalı İskender’in ordusu hakkında kitabın verdiği bilgiyi iyi kavrayamayan kızcağız, İskender’in hiçbir düşman askerini öldürmeden bu zaferi nasıl kazandığını sordu. Bunu nereden çıkarıyorsun dedim. Meğer kız ne zannedermiş biliyor musunuz? Kitaplarındaki ,İskender ordusu dirsek dirseğe harbederdi cümlesini, düşmana dirsekleriyle vurarak harbederdi diye anlamış. Dirsek vuruşu ile de insan ölmeyeceği için…

Tarih öğretmeninin hikayesi gülüşmelerle kesilirken Selim'in alaycı sözleri işitildi:

- Böyle annelerin yetiştireceği askerler tarafından korunacak memleketin parlak geleceği insanın gözlerini kamaştırıyor!..

Aydolu itiraz etti:

- Efendim, iyi ki hocamız değilsiniz. Altıncı sınıf çocuklarına bile müsamaha etmedikten sonra bizi mutlaka topyekûn sınıfta bırakırdınız.

- Altıncı sınıf çocuklarını bebek mi farzediyorsunuz? On bir, on iki, on üç yaşlarındaki kızlar bir harbin nasıl yapıldığını bilmezle mi? Bu küçükler moda cereyanlarını, artist isimlerini, dans nevilerini kimse kendilerine öğretmeden biliyorlar. Çünkü çevrelerinin manevi havası onu icab ettiriyor. Böyle menfi bir manevi hava yerine müsbet bir manevi hava içinde olsalardı askerliğin de ne olduğunu öğrenir ve kafalarını havayi şeyler yerine gerçek fazilet prensipleriyle doldururlardı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Selim birdenbire durdu. Boşuna konuşmuş kanaatına varmış ve her zaman olduğu gibi melankolisine gömülmüştü. Artık konuşmuyor,baktığını görmüyor, söylenenleri işitmiyordu. Beyni iki nokta arasında gidip geliyordu. Leyla ve Güntülü… Leyla’yı neden düşündüğünü bilmiyordu. Güntülü’nün gözlerini,bu gözleri nerede gördüğünü düşünüyordu. Bu gözler Selim Pusat’a bir şeyler söylüyor, bir şeyler hatırlatıyordu. Üzücü olan şey bu söyleyiş ve hatırlayışın açık ve aydınlatıcı değil de sisli ve dumanlı olmasıydı. Bir ara, acaba kızın güzelliğinin altında mı kaldım diye düşündü ve üçünü dikkatle süzdü. Hayır, hayır!.. Öyle olsa ilk önce Aydolu’nun tesirinde kalması icab ederdi. Çünkü bu kızın o kadar düzgün çizgileri vardı ki, onu beğenmeyecek, tesirinde kalamayacak erkek düşünülemezdi. Ya Nurkan? Onda çarpıcı değil, işleyici bir güzellik gözleri kamaştırıyor, insan ona baktıkça daha güzel buluyor, güzel buldukça tesiri altında kalıyordu. “Kız” kelimesi bütün inceliği bu muhteşem kızda tecelli etmişti. Güntülü ise ne biri kadar çarpıcı, ne öteki kadar işleyici idi. Ama garip bir büyüsü, kuvvetli bir çekiciliği vardı. Galiba bu çekicilik bakışlarındaki füsundan geliyordu. Fakat onu nerede görmüştü? Selim, yüzünün kızardığını sezdi ve içinde yaman bir sıkıntı duydu. Bu meclisten çekilmek istiyordu.
Kızların gitmek üzere Ayşe’den müsaade almaları onu birdenbire ferahlattı. Kabustan kurtulmuş bir insan gibi yüzü aydınlandı. Fizik öğretmeni Leman Pınar da kızlarla birlikte kalkmıştı. Vedalaştılar.

Ayşe, misafirleri geçirmek için çıktığı zaman, tarih öğretmeninin kitap raflarını dolaştığını ve bir kitabı çekerek karıştırdığını gördü. Kadriye Kozanlı gülümseyerek “Şu kitabı okumak isterdim” dedi. Elinde Fuzuli’nin “Leyla ve Mecnun”u vardı. Selim, Leyla kelimesiyle birden Leyla’yı hatırladı ve büyük bir bilmeceyi çözmek isteyen insanların sabırsız merakı ile sordu:

- Meslekdaşınız Leyla Hanım’ı tanır mısınız?

Tarih öğretmeni elindeki kitabı yerine koyarak cevap verdi:

- Prenses Leyla’yı mı soruyorsunuz?

Selim şaşırır gibi oldu:

- Hayır efendim. Tarih öğretmeni Leyla… Leyla Mutlak…

Kadriye Kozanlı, Pusat’ı donduran bir soğukkanlılık içinde cevabı verdi:

- Evet! Ben de ondan bahsediyorum. Yalnız adını biraz yanlış öğrenmişsiniz. Leyla Mutlak değil,Leyla Mutlu olacak. Şu genç tarih hocası. Prenses Leyla…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
11. BÖLÜM


O gece yemekten ve Tosun’un uyumasından sonra çalışma odasına geçtikleri zaman Ayşe Pusat memnundu. Hatta kocasının küçük masa üzerine içki şişesiyle kadehini koymasından da, her zamankinin aksine olarak huzursuzluk değil, sevinç duymuştu. Selim’in bugünkü konuşmaları, ilk gördüğü kimselerle askerlikten başka konular üzerinde de bir iki söz etmesi hayırlı bir başlangıçtı. Kocası kendi kendisine benzemekten kurtulup herkese benzemeye başlasa, bütün erkekler gibi kadın meclislerinden zevk alma yoluna girse, genç ve güzel kızların sohbetinden hoşlansa içine gömüldüğü ruh hastalığından kurtulacak, hayatı sevecek, Ayşe’de aile ocağında bahtiyar olacaktı.


Selim o gece yemeği çok az yemiş,kitap odasındaki masasına hiç oturmamıştı. Ayşe kendi masasına geçip vazife kağıtlarını yaydığı zaman o muttarid, sonsuz gezinmesine başlamıştı. Bu gezinme yalnız içki içmek için arada bir bozuluyordu. Ayşe bu içkiyi,bu gezinmeyi, bu sükutu hayata dönmenin başlangıcı diye kabul ediyor, Selim üzerinde yeni bir deneme yapmak istiyordu. Bir müddet, kendisinse hiç bakmadan gezinen kocasını seyrettikten sonra:

- Kadriye’nin fıkraları ne kadar hoştu değil mi? diye söze başladı.

Selim’in cevabı kuru bir “evet” oldu ve Ayşe, onun bu cevabı otomatik olarak verdiğini,başka bir konu üzerinde derin bir düşünceye dalmış olduğunu anladı.

Selim’in kafası Leyla’ya, daha doğrusu Prenses Leyla’ya, tahtın varisi Leyla’ya, Leyla Mutlak yahut Leyla Mutlu’ya takılmıştı.

O mendebur Yek, Leyla için tahtın varisi derken Selim bunu bir delinin hezeyanı, yahut kendisinin kralcı şahsiyetiyle alay eden bir küstahın uydurması diye dinlemişti. Kadriye Kozanlı da deli değildi ya… Fakat kimin, neyin, hangi hanedanın prensesiydi? Türkiye’de prenslik, prenseslik bulunmadığına göre bu unvan nereden çıkıyordu? Şüphesiz Kadriye ve Yek kendisini şaşırtmak için söz birliği etmiş olamazlardı.

Ayşe, teşebbüslerinden kolay vazgeçmezdi. Yeniden konuşmaya başladı:

- Kızlarımın zekasını, kültürünü nasıl buldun?

Selim içkiyi sıklaştırmış ve yüzü kızarmıştı. Müstehzi tavrını takınarak cevap verdi:

- Zeka testi yapmadığım için zekaları hakkında bir şey diyemem. Kültürlerini ölçmeye de benim kültürüm elverişli değil. Fakat zihniyetlerini hiç beğenmediğim söyleyebilirim.

- Ne kusurlarını gördün?

- Askerliğin hoş ve eğlenceli taraflarını arayan bir zihniyet elbette kusurludur.

Ayşe, kocasına inatçı ve masum bir çocuğa bakar gibi bakmaya alışmıştı:

- Bu bir kusur olsa bile bunu bir tanesi söyledi. Ötekilerin zihniyetinin de aynı olduğunu nereden çıkarıyorsun?

Pusat bir kadeh daha içti:

- Karşı ki çalılıktan düşman ateşi geliyorsa onun sağında veya solunda da düşman ver demektir.

Ayşe gülümsedi:

- Kusur saydığın taraflarını bıraksan da yalnız meziyetlerini görsen onlara daha çok ısınmaz mısın?

- İnsan meziyet sahibi olmaya mecburdur. Anormal olan kusurdur. Bir asker cesurdur diye alkışlanmaz ama korkarsa ayıplanır.

- Şu sert askeri düşüncelerinle etrafı ne kadar korkuttuğunu bir bilsen.

Selim buna cevap vermedi.Uzun bir gezinmeden sonra birdenbire:

- Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u mühim bir eser midir? diye sordu. Ayşe, işi şakaya vurdu:

- Mühim bir eserdir ama içinde hiçbir askeri fikir yok!

Selim gözlerini Ayşe’ye dikti. Israrla bakıyordu. Bu bakış bir hiddetlenmenin değil, tereddüdün mahsulü idi. Nihayet tereddüdünü yendi:

- Senin de Leyla adında bir taleben vardı, değil mi?

- Evet. Seni onunla tanıştırmıştım ya…

Selim bu tanışmayı değil,fakat Leyla’nın tanışmıştık demesini hatırlıyordu:

--Leyla Mutlu idi, değil mi?

- Soyadı pek belli değil. Mutlu veya Mutlak olacak.

Bu cevap çok ilgi çekici idi. Selim, eşinin önünde durarak:

- Bu nasıl iş? dedi. Bir insanın adı şüpheli olur mu? Nüfus kağıdında ne yazıyorsa odur.

Ayşe hayretle kocasına bakıyor, durup dururken Leyla’yı nereden çıkardığına şaşıyordu. Selim masanın başından çekilmemişti:

- Peki! Bu kızın prensesliği nerden geliyor? diye sordu.

Ayşe’nin merakı katmerlenmişti. Kocasının bir insanla bu kadar ilgilenmesi fevkalade bir şeydi. Hazır, Selim konuşmaya,sualler sormaya başlamışken ondaki bu dış alakayı kesmekten korkarak derhal cevap verdi.

- Prensesliğin nereden geldiğini bilmiyorum. Talebe iken de gıyabında hep prenses derlerdi. Zannedersem bu, fevkalade kibar halinden dolayı takılmış bir lakaptı. Bu kızın öyle vakur ve asil bir hali vardı ki,öğretmenlere bile saygı telkin ederdi. Çalışkanlığı,zekası normaldi. Normalin üstünde olan tarafı asaleti idi. Bir de pek esrarengiz bir kızdı. Fakat telkin ettiği hürmet dolayısıyla kimse mahremiyetine sokulmaya cesaret edemezdi.

- Sen öğretmen olarak talebelerinden Leyla’yı mı üstün bulursun, yoksa bugünkü kahraman kızlarını mı?

Ayşe biraz düşündü:

- Leyla’yı ortaokulda ve bir yıl okuttum. Aradan yedi sekiz yıl geçtiği için intibalarım zayıflamıştır. Fakat çocukların bilgi ve çalışkanlık bakımından her sene biraz daha gerilediğini dikkate alarak diyebilirim ki, benim kahraman kızlarım senin Leyla’ndan üstündür.

Selim,Ayşe’ye baktı:

- Neden benim Leyla’m oluyormuş? Sen de herkes gibi bana mecnun diye mi bakmaya başladın?

Ayşe yine şefkatle gülümsüyordu:

- Prenses olunca elbet senin olacak, dedi ve aklına gelen şakayı yapıp yapmamak hususunda bir tereddüd geçirdikten sonra ilave etti:

- Prensesi kabul etmezsen onu da ben alırım. Fakat kahraman kızlarımı almak istersen… Vermem!..

Selim’in yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu:

- Prensesler kıral doğurdukları için mühimdir. Leyla Hanım hiçbir zaman bu şerefe erişemeyeceğine göre gerçekten prenses olsa bile…

Cümlenin arkası gelmedi. Önüne yaydığı kağıtlarla meşgul bulunan Ayşe, niçin sözünü kesti diye kocasına bakmak için başını kaldırınca onun pencere önünde durmuş olduğunu gördü. Selim tül perdeyi kaldırmış, dikkatle ve gayet sert bir yüzle sokağı seyrediyordu. Günün her saatinde tenha olan sokağın,bu gece vaktinde büsbütün boş olması gerekirken Selim, gözlerini neye dikmiş olabilirdi?

Onu böyle dikkatle ve hiddetle sokağa baktıran şey o uğursuz kamburun aksak adımlarla geçmesiydi. Pusat, iki gece önce olanları hatırladı. Tahta kanepeyi kaldırıp Yek’in tepesine indirmişti. O şimşek gibi hızlı darbeden kurtulmak için bu ihtiyarın ne çevik ve ne atik bir insan olması lazımdı. İşte, belli ki, kendisine hiçbir şey olmamıştı.

Darbeyi indirdikten sonra kanepenin altında kimsenin bulunmadığını gördüğü zaman Selim bu kadar hayrat etmemişti. Şimdi melunu tekrar görünce hadisenin şaşılacak taraflarını idrak edemiyordu. İhtiyari dışında dudaklarından “alçak” kelimesi döküldü. Ayşe heyecanlanmıştı. Adeta bağırarak:

- Kime söylüyorsun Selim?, diye sordu.

Selim perdeyi bırakırken:

- Kime olacak? Yek adındaki şu melun herife, diye cevap verdi. Ayşe yerinden fırlayarak pencereye yaklaştı. Uzun sokak bomboştu. Kocası bir hayalet mi görmüştü? O zaman kafasında bir aydınlanma oldu. Selim’e bakarak sordu:

- Ne dedin? Yek mi dedin?

- Evet!

- Bu bir insan adı mı?

- İnsan değil, insan müsveddesi…

- Fakat sokakta hiç kimse yok.

-O melun öyledir. Bir anda kaybolur.

Ayşe’nin bakışlarında belli belirsiz bir korku vardı. Kocası hasta mı idi? Yoksa çok mu sarhoştu? Onun durumunu anlamak isteyen bir merakla konuşmanın arkasını kesmemeye çalışıyordu. Yek’i nereden çıkarmıştı? Yek’in manasını biliyor mu idi? İçindeki ümitsizliği yenmek isteyen bir irade ile tıpkı bir doktor gibi teşhis peşinde idi. Fakat nereden başlayacağını bilemiyor, dikkatsiz bir soru ile kocasının ruhunu perişan etmek istemiyordu. Sözü açan yine Selim oldu:

- Leyla Mutlak hakiki bir prensesse hangi hanedana mensup olabilir? Osmanlı mı?

- Osmanlılardan başka Türk Hanedanı hemen hemen mevcut olmadığına göre Osmanlı Hanedanı akla gelebilirse de bu ailede Leyla adının kullanıldığını sanmıyorum. Bir de Cengiz Hanedanı,yani Kırım Kireyleri var, ama bunlar aşağı yukarı iki asırdan beri hanlığı kaybettikleri için unvanlarını da kaybetmiş sayılabilirler.

Selim içiyordu:

- Şu prensesin soyadı üzerindeki bir ihtilaftan bahsetmiştin. Leyla adı da takma bir isim olamaz mı?

- Ortaokul talebesiyken adı Leyla idi. Bu yaştaki bir çocuğun takma ad taşıyacağını sanmam.

- Bu kızın anası, babası yok mu? Kimlerdir?

- Bilmiyorum.

Selim son kadehini de içmişti. Artık başı iyice dumanlanmıştı:

- Siz ne biçim öğretmensiniz?, dedi. Bir subay, bölüğündeki bütün erleri, soyu sopu, ailesiyle bilir. Siz bu kadar meşhur bir kızın babasını tanımıyorsunuz.

- Bu kadar teferruata her öğretmen karışmaz. Ancak her sınıfın bir hususi öğretmeni vardır ki, o sınıftaki bütün talebelerin her şeyini bilir. Leyla’nın öğretmeni ben değildim.

- Kimdi?

- Zavallı kadın öldü.

Selim bu habere “yazık” diye karşılık verdi. Fakat bu kelimede ölen kadına duyulan bir acıma değil, kapanan bir kapı için yerinme vardı.

Ayşe, kocasının bir genç kız da olsa başka birisiyle böyle derinden ilgilenmesine cidden seviniyordu. Kocasındaki ölüm sessizliği ve durgunluğundan o kadar yılmıştı ki, bu tuhaf alakayı bile memnuniyetle karşılıyordu.

Fakat Ayşe’nin yürek ferahlığı uzun sürmedi. Selim her zamanki sessizliğinin içine gömülerek büyük odadaki muttarid gezinmesine başladı. İyice sarhoştu. Yüzünde kindar bir gülümsemenin izleri vardı. Bir şeyler söylese, konuşsa hatta kendisiyle kavga etse Ayşe bu kadar muzdarip olmayacaktı. Bu sessizliği, bu içine kapanıklığı Ayşe’yi bedbaht ediyor, yüreğine, hayatta yalnız kalmış olanların melali doluyordu.

Dirseklerini masaya dayamış ve çenesini avuçlarına almış olduğu halde, kendisine asla bakmadan yürüyen kocasını seyrederken,ölmüş olan hayat arkadaşlarını bir filimde gören talihsiz bir kadına benziyor, içleniyordu. Hatta ağlıyordu. İki damla göz yaşı yanaklarına inmişti.

Bu hayat neydi? Yürümesine, konuşmasına rağmen Selim’e yaşıyor denilebilir miydi?

Ayşe kederli düşüncesine dalmış giderken birdenbire kapı çalındı. Gecenin bu saatinde gelen olmazdı. Bu sebeple bu, fevkalade bir hadiseydi. Fakat ondan daha fevkalade bir şey oldu. Selim, kapıyı açmak üzere aşağıya yöneldi. Ayşe bile kapıyı anahtarla açarak içeri girerdi. Kocasının nasıl bir değişiklikle kapıyı açmaya gittiğini düşünürken Selim aşağı kata inmiş,kapıyı açmış ve karşısında postacıyı bulmuştu. Bu saatte bir telgraf… Fakat o bunları düşünecek halde değildi. Makbuzu otomatik olarak imzalamış, kapıyı sertçe kapamış ve telgrafı açmıştı. Gözüne ilk çarpan şey telgrafın çekildiği yer oldu. Hayret! Erzurum’dandı. Erzurum’da hiçbir tanıdığı yoktu. Yanlış olmasın diye adresi okudu. Evet kendisine, Selim Pusat’a idi. Sonra ne zaman çekildiğine baktı. O gün ve aşağı yukarı üç saat önce çekilmişti. Meraka benzer bir duygu ve tuhaf bir huzursuzluk ile telgrafı okudu:

“Prenses Leyla hakiki bir prensestir. Fakat asıl adı Leyla olmayıp Hanzade’dir. Elde edilecek diğer malumat da incelemelerinize medar olmak üzere bildirecektir. Hürmetler.”

Bu müthiş telgrafın altında daha müthiş bir imza vardı: Yek. Yarım saat öne Selim’in kapısı önünden geçen Yek…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
12. BÖLÜM


Selim, uyku ile uyanıklık arasında sabahı etti. İçi ıztırapla dolu idi. Leyla ve Yek, iki muamma halinde beynini oyuyordu. Bu ikisini de göreceği,bulabileceği tek yer Çamlı Koru idi. Adımları kendisini oraya sürükledi.


Çamlı Koru, Selim Pusat’a her zaman sürprizler hazırlamıştı. Bu sefer de öyle oldu. Saatlerce dolaştıktan, birkaç defa girip çıktıktan sonra Leyla’yı veya Yek’i değil,eski arkadaşlarından Tahsin’i buldu. Tahsin, kurmay yarbaydı. Şakacı, söz eri kişiydi:

- Seni tam aradığım yerde buldum Pusat, dedi.

- Burasını bana yakıştırıyor musun?

- Senin için biçilmiş kaftan. Aşıkların, münzevilerin, insanlardan hoşlanmayanların yerine konmaz zarara uğrayanların yeri. Doğrusunu ararsan buraya senden başka kimsenin girmemesi lazım,ama giriyorlar işte…

Selim gülümsedi:

- Şu söylediklerine göre, bilakis yalnız benim buraya girmem lazım. Aşk denilen hastalıktan uzağım. İnsanlara bayılıyorum. Hatta çoluk çocuk makulesi, kız ve kadın meclislerinde bile bulunmaya başladım. Zarar gelince de görüyorsun ki, hiçbir kaybım yok. Zamanımı nasıl harcayacağımı bilemeyecek kadar bahtiyarım. O yüzden buralarda dolaşıyorum.

Tahsin kavrayışlı insandı. Konuşmayı tadında bırakarak:

- Pusat, dedi. Ben şimdi Neşriyat Şubesi’nde bulunuyorum. Askeri tarihe ait evrakı tasnif için bir komisyon kurduk. Senin gibi elemanlara ihtiyacımız var. Kabul eder misin?

Selim hiç düşünmedi. İş, her ne olursa olsun,bir baltaya sap olmak, işsiz,güçsüz dolaşmaktan iyiydi. Kabul etti.

* * *



Ertesi günü vazifeye başlamış bulunuyordu. Tarihi Evrak Komisyonu bir takım yaşlı emeklilerden mürekkepti. Adamların kalıbı Selim’in hiç hoşuna gitmemişti. Askeri edaları yoktu. Başıbozuk softaları andıran bir durumları vardı. Tanıştırma sırasında çoğu,Pusat’ı tanıdıklarını ima eden sözler söylediler. Bu da hoşuna giden şey değildi. Masasına oturduktan sonra artık hiç yüzlerine bakmadan başını evraka eğdi. Kendisine tenbih olunan şekilde, birer birer okuyarak özetlerini kaydetmeye ve birbiriyle ilgili olanları dosyalar halinde toplamaya koyuldu.

Selim Pusat, önündeki kağıtlarla çok ilgilenmişti. Yakın tarihin askerliğini,kumanda sanatının inceliklerini gösteren yazılara dalınca,adeti üzere, çevresiyle bütün bağları kesilmiş, hatta iş arkadaşlarının Arasıra birbiriyle konuşmalarını dahi işitmez olmuştu. Zaten onlar da Selim’in kendilerinden olmadığını ilk görünüşte sezmişlerdi. Üstelik onu,kendilerine göre çocuk, acemi ve bilgisiz görüyorlardı. Yalnız alçak gönüllülüğünü beğenmişlerdi. Söze karışmıyor, sorulmadan konuşmuyor, güçlüğü olursa fikir danışıyordu.

Selim üç beş günde işini kavramış ve odaya göz atmaya başlamıştı. Sekiz kişiydiler. Kendisinden başka hepsi altmışını aşmış kimselerdi. Yetmişini geçenler de vardı. Fakat çalışmalarının metodlu ve sistemli olmadığı apaçık görülüyordu. Bir de şu vardı ki, arasıra kendi aralarında yaptıkları konuşmaların konusu askerlik veya harb tarihi değil,din ve tasavvuftu. Selim Pusat şimdiye kadar kimseyle din üzerinde bir tartışma yapmamıştı. Bu adamların nasıl bir sebep yaratarak bunu konuştuklarını anlayamıyordu. Hele askerliğe hiçbir faydası olmayan tasavvufun burada konuşulması çok garibine gidiyordu.

Saat on iki olduğu zaman çalışma masaları yemek masası haline geliyor, tatlı konuşmalar arasında yemek yeniyordu. Selim, evden yemek getirmediği için öğle yemeği yemiyor, çok hoşlandığı vesikaları okuyarak öğle tatilinde de çalışmaya devam ediyordu. İş arkadaşlarının arasıra nöbetleşe odadan kaybolmalarının sebebini de biraz sonra anladı. İlerdeki küçük bir odada teker teker namaz kılıyorlardı. Bunu keşfettiği zaman “Bahtiyar adamlar” diye düşündü ve gözlerini pencereden göğe dikerek uzun uzun daldı.

İşe başladığının dördüncü mü,beşinci mi gününde idi, masa komşusu kendisine bir şey sordu ve Selim,yüzüne bakmadan yaptığı kısa konuşmada yanındakinin bir yabancı şivesiyle konuştuğunu görerek başını ona çevirdi. Aynı anda hayretler içinde kaldı. Çünkü bu adam şu mendebur Yek’in ya ikiz kardeşi, yahut kendisiydi. Adam bir şeyler söylemekte devam ediyor, fakat Pusat söylenenleri asla duymadan masa komşusunun yüzüne bakıyordu. Birdenbire:

- Adınız nedir?, diye sordu. Bu soruş, Tasnif Komisyonunun odasında hiçbir zaman görülmemiş öyle bir sertlikle yapılmıştı ki, herkes işini bırakarak gözlerini Selim’e dikmiş ve dostça olmayan bakışlarla onu süzmeye başlamıştı. Adam kısaca cevap verdi:

- Osman.

- Soyadınız Yek mi?

Beriki gülümsedi:

- Böyle bir soyadı alacak olsam “dü” yü tercih ederdim. Çünkü yekle daha ziyade iki bir, dü ile ise dubara atılır.

Selim Pusat aksi bir karşılık vermek üzere iken odaya giren bir hademe:

- Osman Beğ! Müdür Beğ sizi istiyor, dedi.

Osman Beğ masasından kalkıp giderken Selim onu inceliyordu. Yüzünün bütün benzerliğine rağmen Yek olamazdı. Ondan uzun boylu olduğu gibi kamburumsu ve aksak da değildi. Fakat bu benzeyiş?

Odadakilerden biri Selim’i aydınlattı:

- Şivesi tuhafınıza gitti, değil mi? Dönmedir

- Dönme mi? Hangi milletin dönmesi?

- Alman Yahudisi’dir. Asıl adı Oskar iken Müslüman olunca Osman’a çevirmiştir.

- Soyadı nedir?

- Soyadı Fişer’dir. Onu değiştirmedi. Yalnız Türk imlasıyla yazmaya başladı.

Selim ilgilenmişti. Sordu:

- Neden Müslüman olmuş? Asıl mesleği nedir?

- Hitler iradesinin baskısına uğradığı için Müslüman olmuş diyorlar. Memleketinde şarkiyat profesörü imiş;Türkçe, Arapça, Farsçadan başka birkaç Avrupa dili bildiği için asker olmadığı halde komisyona aldılar.

Pusat din ve tabiiyet değiştirmeyi ordu değiştirmeye benzettiği için bu işten hoşlanmazdı. Sözü uzatmadı. İleriki masalarda oturan iki memurun konuşması dikkatini çekmişti. Tasavvuf üzerine konuşuyorlardı. Biri Kuran’dan ve hadislerden tanıklar getirerek tasavvufun hakiki İslamiyet olduğunu, öteki de yine aynı kaynakların yardımıyla bid’at sayılması gerektiğini ileri sürüyordu.

Bu arada Selim’e yabancı veya uzak birçok isimler geçiyordu: Muhyiddin-i Arabi, Mevlana, Kemal Paşazade, Çivizade…

Münakaşacılar,arada bir mısralar ve beyitler de söylüyorlardı. Bir tanesi aklında kaldı:

Tasavvur yar olup bar olmamaktır,
Gül-i gülzar olup har olmamaktır.
 
Üst