Hüseyin Nihal Atsız-Ruh Adam

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
13. BÖLÜM


Bayram günlerinin güzel havalara rastlamasını fırsat bilen Ayşe bir kır gezintisi hazırlayarak Selim için bir eğlence,kabilse bir huzur yaratmak istedi. Tıpkı bir kurmay gibi her şeyi düşünerek, en ince hesaplara kadar inerek planını yaptı. Yeni açılan,daima seviyeli insanların uğrağı bulunan, adı da Huzur olan çayhanede kahvaltı edildikten sonra kıyı yolundan Çamlı Koru’ya gidilecek,güneş batarken dönülecekti. Gezintiye Kadriye Kozanlı ile bir iki öğretmen daha ve Ayşe’nin üç sevgili kızı çağırılacaktı.

Selim Pusat’a teklifini yaptığı zaman kabul olunup olunamayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Kocası, Ayşe’yi taş sessizliği içinde dinlemiş, sonra yine dışarıya iz vermeyen bir yüzle:

- Güzel olur. Yalnız bir eksiği var,demişti.

- Nedir?

- Prenses Leyla… Leyla Mutlak…

Ayşe Pusat bir an donakaldı. Fakat cevap vermekte gecikmedi:

- Adresini bilsem onu da çağırırdım ama…

Selim şaka ile istihza arasında bir sesle onun sözünü kesti:

- Yok canım… Senin kahraman kızların olduktan sonra Prenses Leyla’ya lüzum yok!

“Kahraman kızlar” tabiri bu sefer Ayşe’nin hoşuna gitmedi:

- Selim! Şu kahraman kızları bırak. Onlar kahraman olmadıkları için bu tabirle bana küçümsenmiş gibi geliyorlar. Halbuki kendilerini çok severim. Onun için, rica ederim, bu tabiri kullanma.

- Ne diyeyim? Bu tabiri, üçünü birden anlatmak için kullanıyordum.

Ayşe’nin sustuğunu görünce yine alaycı tavrını takınarak:

- İstersen Işık Kızlar diyelim, dedi. Nur, Ay, Gün… Işıklardan yapılmış bir mahşer…

Işık kızlar tabiri Ayşe’nin hoşuna gitmiş olmakla beraber:

- Neden mahşer?, diye sormaktan da kendini alamadı. Pusat gülümsüyordu:

- Nedeni var mı? Ölüleri bile ayağa kaldıracak kuvvette üç ışık… Mahşere yaraşan kızlar.

Ayşe, konuşma tatsız bir yola dökülmesin diye fazla bir şey söylemedi. Zoraki bir gülümseyişle:

- İşte şairliğini kullandığın zaman başarı sağladığına bir örnek… Işık Kızlar cidden güzel ve onlara yaraşan bir tabir. Edebiyat öğretmeni olarak sana aferin diyebilirim, dedi.

Selim cevap vermedi. Böylece bundan sonra Aydolu, Güntülü ve Nurkan için Kahraman Kızlar yerine Işık Kızlar denilmesi hakkında aralarında sözsüz, imzasız, törensiz bir anlaşma yapılmış oldu.

Huzur Çayhanesi’ndeki ilk dakikalar Kadriye Kozanlı’nın fıkraları ve nükteleriyle çok hoş geçti. Bu dertli kadın, mihneti kendine zevk etmenin sırrına ermiş, hem gülüyor, hem de yanındakileri neşelendiriyordu.

Gülmemekle beraber Selim Pusat da onu dikkatle dinliyordu. Kocasını, sezdirmeden daimi bir kontrol altında tutan Ayşe, dinler gözüktüğü halde onun Kadriye’yi dinlemediğini, kendi aleminde başka düşüncelere daldığı, hatta belki de nerede olduklarını bile unutmuş bulunduğunu anlamakta gecikmedi. Halbuki bu günü sırf onun için düzenlemişti.

Doğruydu. Selim o anda tamamıyla başka şeyler düşünüyor ve altıncı duygusuyla,birisince kontrol edildiğini seziyordu. Manevi bir silkinişle,daldığı alemden kurtuldu. Kendisine bakmakta olan Ayşe ile göz göze geldikten sonra, ne olduğunu anlamadığı bir kuvvetin zoru ile bakışlarını Güntülü’ye çevirdi ve onun kendisine dikilmiş bakışlarıyla karşılaşınca ürperdi. Bu bakışlar ona hiç de yabancı olmayan korkunç pars bakışlarıydı. Fakat nerede görmüştü? İşte yine içi acı ile dolmaya başlıyordu.

Ayşe, Güntülü’nin de Selim’i kontrol ettiğini görmüş,kocasının anormal ruh durumu kızlar tarafından anlaşılmasın kaygısı ile şakayı da elden bırakmayarak sormuştu:

- Selim! Askerlikteki zevki saymazsak bu günümüzün şimdiye kadar geçen dakikalarında bir tat yok muydu?

- Yok olur mu? Hele Kadriye Hanım’ın fıkraları..

Ayşe, ”Acaba sorsam bir tanesini hatırlayabilir mi?” diye düşünürken Güntülü’nün söze karıştığı görüldü

- En çok hangisini beğendiniz?

Bu sorunun Selim’de ne tesir yaptığı anlaşılmadı, ama birden Ayşe’nin gönlü üzüntüyle doldu. Selim’in dinler gibi gözüküp hiçbir şey dinlemediği, yani normal hali anlaşılacak diye içi burkuldu. Güntülü bilmeden Selim’in görünmeyen yarasına basmıştı. Ayşe böyle düşünüyordu.

Halbuki Güntülü bunu bilmeyerek değil, bilerek yapmıştı. Huzur Çayhanesi’ne geldikleri dakikadan beri bu acayip adamı kontrol ediyordu. Ne tuhaf düşünceleri, ne sert duyguları vardı! Acaba neler düşünüyordu? Başından geçen felaketle meşgul olamazdı. Öyle zarif iradeli bir adama benzemiyordu. Ayşe Hoca Hanım ayarında bir kadının kocası olduktan ve hayatındaki büyük sarsıntıyı atlattıktan sonra onun huzur içinde yaşayan, bahtiyar bir kimse olması gerekirdi. Halbuki bu sertlik, bu dalgınlık, bu gariplik hiç de bahtiyarlığın alametleri değildi.

Güntülü ona dikkatle baktığı zaman Selim’i olgun bir subaya değil, toy bir şaire benzetiyordu. Kadriye Kozanlı’nın herkesi neşeye boğan fıkralarına aldırış etmediği,daha doğrusu onları işitmediği muhakkaktı. Güntülü bunu kendi kendisine ispat etmek için “En çok hangisini beğendiniz?”, diye sormuştu.

Ayşe içinden “Eyvah,fırtına kopacak” diye tasarlanırken Selim’in alay mı, ciddi mi olduğu anlaşılmayan o tavrı takındığı görüldü ve arkadan:

- Hepsi birbirinden güzel, dediği işitildi.

Güntülü, tuttuğunu kolay bırakanlardan değildi. Yine sordu:

- Ama elbette bir ötekilerden güzeldi. On fıkra bir araya gelince hiç şüphesiz birinin daha çok hoşa gitmesi icab eder.

Güntülü daha söyleyecekti, ama Selim bırakmadı:

- Yanılıyorsunuz. Bir çok şey bir araya geldiği zaman onlardan birinin ötekilere üstün olması neden gereksin? Güzel bir savaş yapmış mangadaki erlerden birini ötekilerden ayırt etmeye çalışmak…

Bu sefer de Selim sözünü bitiremedi. Kadriye Kozanlı gülerek konuşuyordu:

- Aman Selim Beğ!.. Bu Huzur Çayhanesi’ni de tüfek sesleriyle doldurmayın. Sonra huzuru kaçarsa nereye gideriz?

Ayşe, Selim’in sertleşmeye başladığını derhal anladı. Sesinin tonu onu gösteriyor ve boşluğa bakarak cevap veriyordu:

- Peki! Silah seslerini keserek huzurun bozulmasını önleyelim. Fakat şimdi vereceğim örnek için de gözlerinizin kamaştığından yanıp yakılmanızı rica ederim.

Kadriye ile diğer öğretmenler ve üç kız göz kamaşmasından bir şey anlamayarak bakıştılar. Yalnız Ayşe sözün nereye varacağını kavramış, fakat artık önlemeye vakit ve imkan kalmamıştı. Pusat tok bir sesle konuşuyordu:

- Askerleri bıraktık. Işık Kızları aldık. Işık Kızlar diyerek Ayşe’nin üç sevgili kızını kastediyorum. Hem isimleri ışıklı, hem de kendileri ışık güzelliğinden olduğu için onlara Işık Kızlar diyorum. Şimdi ben Ayşe’ye “Işık Kızlar’dan en çok hangisini beğeniyorsun?”, diye sorsam şunu yahut bunu diye bir cevap verebilir mi? Veremez. Demek ki bazen tercih yapmak imkansızdır. Ayşe’ye tanıyacağınızdan emin olduğum bu hakkı benden niye esirgiyorsunuz?

Bu bağlayış Ayşe’nin hoşuna gitmişti. Fakat Güntülü direnmekte devam ediyordu:

- Hoca Hanım’ın bize olan sevgisi eşittir. Fakat bu,aramızda bir tercih yapmadığı manasını taşımaz. Tercihini açığa vurmayışı Hoca Hanım’ın nezaketi ve hocalık sanatının icabıdır. Yoksa mutlak…

- Mutlak mı?

Güntülü, Selim’e adeta korkarak baktı. Çünkü mutlak mı diye sorarken korkunç bir hal almıştı. Selim’i böyle korkunç olmaya zorlayan sebep mutlak derken Güntülü’nün sesindeki ahengin, Çamlı Koru’da o gece duyduğu sese tıpatıp benzemesiydi. Güntülü’yü nerden tanıdığını hatırlamak üzereydi. Fakat…

* * *
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Selim kendisine geldiği zaman Çamlı Koru’ya inen yokuşta olduklarının farkına vardı.Yanında Güntülü vardı. Ayşe ve ötekiler epey aralılarla arkadan geliyorlardı. Selim,yanındakinin Güntülü olduğunu anlayınca ilkönce kızın sesine dikkat etti. Evet! Bu o gece, Çamlı Koru’da kendisine şiirle hitab eden sesti.

- Arasıra Çamlı Koru’ya gelir misiniz?, diye sordu.

- Hayır! İlk defa şimdi geliyorum.

Yalan söylüyordu. Bu sesin sahibi Çamlı Koru’ya hiç gitmemiş olabilir miydi? Selim sabırsızlanmakla beraber bu vahşi kızı zorlayarak ondan bir şey öğrenmeye imkan olmadığını çok iyi seziyordu:

- Güntülü! Bana en çok hoşunuza giden şiiri okur musunuz?, dedi.

Selim şimdiye kadar ki konuşmalarında gerek Aydolu ile Nurkan’a, gerekse Güntülü’ye hitab ederken, adlarından sonra hep “hanım” kelimesini de ekleyerek konuşmuştu. Bu seferki “Güntülü” hitabı biraz tuhaf buldu, fakat samimi olduğundan genç kız yadırgamadı. Hatta genç kızlık psikolojisi içinde biraz hoşlandı bile. Yalnız, Selim’in karakterinden hiç umulmayan şiir okumak teklifini garip bularak: “Neden icab etti?”,diye sordu.

- Zaman zaman şiir dinlemekten hoşlandığım olur. Bunu da elbette şiir zevki olanlardan dinlemeyi tercih ederim. Ayşe de evde o kadar meşgul ki, ona bu teklifi yapamıyorum. Zaten bu istek de bende her zaman doğan bir şey değil…

Güntülü biraz düşündükten ve eliyle saçlarını o zarif hareketle düzelttikten sonra ahenkli sesi ve düzgün söyleyişle bir şiir okumaya başladı:

Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu,ölsen bile asla açamazsın…
Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki…
Bak emrediyor: Daldığın alemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın

Şiiri dinlerken, kızın sesinin, karanlıktaki sesin ahengine benzeyen güzelliğinden sarhoş olan Pusat son mısraı dinleyince yıldırımla vurulmuşa döndü ve ızdırabını belli etmek istemeyen bir yaralı gibi bakarak:

- Bu şiir kimin?,diye sordu.

Güntülü en tatlı gülümseyişle bakıyordu:

- Bilmiyor musunuz?

- Bilsem sorar mıydım?

Genç kızın gülümseyişi dudaklarında söndü:

- Bu şiir sizin değil mi?

Pusat hayretle durarak Güntülü’ye döndü:

- Benim mi? Ne zaman yazmışım?

Kızın gözleri vahşi parıltılarla ışıldamaya başlamıştı. Selim, çok iyi tanıdığı bu parıltılara bakarken, bakıp da unutulmuş bir noktayı çözmek için bir ruh kasırgasında bunalırken, Güntülü, o geceki görünmeyen kadının sesiyle cevap verdi:

- Unuttuğunuza göre bin yıl önce yazmış olacaksınız.

Bin yıl… Selim’in beynindeki karanlık yer aydınlanıyor gibiydi. “Ben bin yıldan beri yaşıyor muyum?” diye düşündü. Bu korkunç bir şeydi…Yanındaki kız tıpkı bir büyücü gibi onun aklından geçenleri anlayarak cevap veriyordu:

- Evet! Bin yıldan beri yaşıyorsunuz. Hatta belki de iki bin yıldan beri… Mete’nin, askerlerini sadakat sınavında geçirmek için sevgililerine, nişanlılarına, eşlerine ok atmalarını emrettiği ve büyük sevgileri dolayısıyla ok atmayanları idam ettirdiği zamandan beri…

Bu sözler ve bu ses Selim’in bütün gücünü, hatta iradesini alıp götürmüştü. Cevap veremiyordu. Düşünemiyordu da…

Ne kadar sürdüğünü kestiremediği duraklaması genç kızın “Yürüyelim efendim” demesiyle sona erdi. Yokuş bitmiş,Çamlı Koru’ya girmişlerdi.

Çamlı Koru’nun havasından çok Selim üzerindeki tesiri ve hatırası kendisine gelmesine yaradı. Tekrar askerleşmişti:

- Hayır! Bu şiir benim değil, dedi.

-O halde belki benimdir.

Bu kız, sanki Selim’e darbe üstüne darbe vurmak için gelmişti. Büsbütün perişan olmamak için alaycı tavrını takınmakta gecikmedi:

- Siz de bin yıldan beri yaşıyor musunuz?

- Niçin olmasın?

Pusat, yüzünün kızardığını yanmasından anladı. Kendisiyle eğleniyor muydu? Bir çocukla başa çıkamamak, bir manganın hakkından bir bölükle gelemeye benziyordu. Fakat bu kadar nazik ve terbiyeli bir kızın,çok sevdiği öğretmenin kocasıyla eğlenmeyeceği şüphesizdi. Öyleyse o garip sözlerle ne demek istemişti? Alacağı cevaptan çok kızın sesini dinlemek ihtirasıyla sordu:

- İki bin yıl önce acaba ben neydim?

- Herhalde Mete’nin ordusunda bir subaydınız.

- Bu sözlerinizle bana şeref veriyorsunuz. Mete’nin ordusunda subay olmak,olabilmek bir asker için gayelerin son sınırıdır…

Pusat bu sözleri söyler söylemez,o görünmeyen esrarlı kadının, belki de Güntülü’nün, kendisine tılsımlı sesle şiir okuduğu tahta kanepenin önüne gelmiş olduklarını fark etti. Arkadan yavaş yavaş gelmekte olanları bekliyormuş gibi durarak burada olup bitenleri yıldırım hızıyla hatırladı.

O ses… Sonra Leyla… Leyla’nın o sese hiç benzemeyen,sonra benzeyen sesi.. Prenses Leyla… Tahtın varisi olan Leyla… En sonra Güntülü… Kendisinin iki bin yıl önce yaşadığını söyleyen ve şimdi sesi,görünmeyen kadının sesine tamamıyla benzeyen Güntülü…

Ayşe ve ötekiler yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. Yüzleri neşeli olduklarını anlatıyordu. Belliydi ki,Kadriye Kozanlı yeni bir fıkra daha anlatıyordu. Onlar gelince Güntülü ile olan bu korkunç, fakat büyüleyici konuşmanın kesileceğini düşünen Selim, içkinin son yudumlarını içermişcesine ve artık iradesine hakim bir halde,alaycılığını takınarak sordu:

- İkimiz de iki bin yıl önce yaşadığımıza göre o zaman da tanışıyor muyduk?

Güntülü aynı esrarlı ses ve aynı büyük ciddiyetle cevap verdi:

- Elbette tanışıyorduk.

- Peki… Ben o zaman da bir subaydım. Ya siz neydiniz?

Güntülü, yırtıcı pars bakışlarını Selim’e dikti. Onu ürperten, hatta çıldırtan bir eda ile, şaşkınlıktan başını döndüren bir soğukkanlılıkla cevap verdi:

- Ok atılmayanlardan biri…

Pusat için bir anda dünya karardı ve ondan sonra olup bitenleri artık hatırlayamadı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
14. BÖLÜM


Pusat o kadar içmişti ki,dakikalar kopuk bir film gibi geçiyordu. Bir yerdenbir yere nasıl geldiğini hiç hatırlamıyor,sonra şuuruna hakim olarak ne yaptığını, nereye gittiğini biliyordu. Daha sonra tekrar karanlık başlıyor, fakat Selim her şeye rağmen Çamlı Koru’ya doğru olan yürüyüşünü de değiştirmiyordu.

Çamlı Koru bu akşam her zamankinden daha tenha idi. Leyla’nın geleceğini biliyordu. Bu biliş telepatik bir olaydı. Sarhoş olduğu zaman kendisinde görülürdü. O kadar iyimserdi, Leyla’nın geleceğine o kadar inanmıştı ki, sırf bu inanç kuvveti dolayısıyla Leyla buraya gelmeye mecburdu, Selim böyle düşünüyordu.

Her zaman oturduğu, esrarlı kadın sesini dinlediği sıraya geldiği zaman boş olduğunu görerek ümitsiz ve çok acı bir gülümseyişle çevresine bakındı. Aynı zamanda Leyla’nın “Nerede kaldınız? Sizi epeydir bekliyorum” diyen sesiyle ayıldı. Leyla sırada oturuyor ve kendisini süzüyordu.

Selim, “Yanımdaki Leyla’yı göremeyecek kadar sarhoş muyum?” diye düşündü. Fakat düşüncesini daha ileriye götürmeye zaman kalmadan ayağa kalkan Leyla, Pusat’ın koluna girdi ve emreden bir sesle “Beni evime götüreceksiniz” dedi.

İçkinin tesiriyle Selim’in bir garip işleyen beyni çağrışımlar arasında bunalıyor gibiydi. Üç dört gün önce liseli bir kız, Güntülü de ona hakim olmuş, adeta iradesini elinden almıştı. Şimdi de ondan biraz daha yaşlı bir öğretmen kız aynı şeyi yapıyordu. O, yabancı bir kadın veya kızın,kendi koluna girmesinden hoşlanmazdı. Fakat Leyla’ya “Kolumdan çık” diyemiyordu. Nasıl diyebilirdi ki? Leyla bir prensesti ve tahtın varisiydi.

Düşüncesi buraya gelince Selim güldü ve Leyla bunu görerek sordu:

- Selim Beğ! Siz gülmesini sevmeyen bir insansınız. O halde şimdi durup dururken neye güldünüz?

Selim soruya cevap vermeden konuştu:

- Ya ben çocuklaştım, yahut çevremi falcılar,büyücüler,geleceği bilenler kapladı.

- Bu falcı yahut büyücülerden biri de ben miyim?

- Evet!

- Ne yaptım da bu iltifatlara mahzar oluyorum?

- Daha yeni tanıştığımız, tanışmaya başladığımız halde gülmekten hoşlanmadığımı biliyorsunuz.

Leyla bu cevapla sustu. Sonra birdenbire:

- Ya öteki falcı kim?, diye sordu. İçkinin Selim’deki tesiri azalmıştı. Hiçbir şeyden çekinmemek huyu dolayısıyla açıkça cevap verdi:

- Işık Kızlar’dan biri…

Bununla bu konuşmanın burada kesileceğini sanıyordu. Fakat Leyla devam etti:

- Çamlı Koru’daki ilk rastlayışımızda bir Kahraman Kızlar’dan bahsetmiştiniz. Şimdi de Işık Kızlar mı çıktı?

- Çok keskin hafızanız var. Tebrike değer. O günkü Kahraman Kızlar’la şimdiki Işık Kızlar aynı şey.

Leyla bu akşam Selim Pusat’ın her zamanki kadar sağlam iradeli olmadığını sezdiği için onu zorluyordu:

- Işık Kızlar’dan biri sizin hangi gizli tarafınızı keşfetti?

Selim parlar gibi oldu:

- Acaba yeniden bir harb divanı karşısında mı bulunuyorum? Bu ahret sualleri neden icab ediyor?

- Şiir kadar güzel bir kızın sizdeki tesirini öğrenmek istiyorum.

- Şiir kadar güzel olduğunu nereden biliyorsunuz?

- Siz söylemiştiniz. Hatta o gece bana “Sen şiir kadar güzel değilsin” demiştiniz.

- Şimdi aynı fikirde değilim. Sizi şiirden daha çok güzelleştirecek, bir imha savaşı kadar güzelleştirecek sebepler var.

- Nedir?

- Prensessiniz ve tahtın varisisiniz.

Leyla, Selim’in kolundan çıkmıştı. Bir apartımanın önünde karşı karşıya bulunuyorlardı. Pusat, Leyla’nın evine geldiklerini farkederek:

- Hanzade Sultan’dan müsaade rica ediyorum, dedi ve gözleri ona değdi. Bu cidden bir sultan yüzü idi. Olağanüstü bir asalet ve vekar içinde Selim Pusat’a bakıyordu:

- Çok şey biliyorsunuz Yüzbaşım, dedi. Görülüyor ki asıl falcılık ve meçhulü biliş sizde imiş. Bu sebeple gitmeden önce sizinle biraz konuşmam gerekecek. Buyurun.

Selim sarhoş olduğunu düşünerek ve sırf saygı dolayısıyla bu gece bu eve girmek istemiyordu:

- Müsaade edin. Başka bir gün geleyim, dedi.

Leyla’nın yüzü sertleşmişti:

- Size emrediyorum. Şimdi geleceksiniz, diye karşılık verdi.

Pusat, Leyla’nın bu kısa emrini dinlerken askerlikten kalmış bir alışkanlıkla esas duruşa geçmişti. Leyla’nın dairesine girdiler.

Dışarıdan herhangi bir ev gibi gözüken bu daire prenseslere yakışan şahane bir konaktı. Eşyalar ve onların düzenlenişlerindeki güzellikle zenginlik göz kamaştırıcıydı. Yaşlıca, dinç ve sevimli bir kadın “Hoş geldiniz beyefendi” dedikten sonra Leyla’ya dönerek:

- Bir emriniz var mı arslanım diye sordu. Selim kaç gündür şaşılacak o kadar şeylerin ortasında yaşıyordu ki, bir genç kıza “arslanım” diye etmekteki garabet dikkatine çarpmadı. Yahut çarptı da bir sultan karşısında bulunmasının verdiği duygu o garabeti örttü.

- Bize çay demle kalfacığım. Misafirimiz Selim Pusat Beğ bir yüzbaşıdır. Öğretmenim Ayşe Hanım da kocasıdır.

Selim, kendisine kalfa diye hitap edilen bu hoş kadının arkasından dikkatle baktı. Onun merakını anlayan Leyla, odadan çıkan kalfayı anlattı:

- Gülsafa Kalfa benim dadımdır. Fakat aslında her şeyimdir. Beni büyüten odur. Annem öldüğü zaman on yaşlarında idim.

- Ya babanız?

- Onu ancak resimleriyle tanıdım.

Selim Pusat, kendisinden birkaç rütbe üstün bir komutanın karşısında duyulan çekingenliği duyuyordu. Leyla yahut Hanzade bu gösterişli odanın içinde tam bir prensesti ve kendisine hakimdi. Duruşu,bakışı ve konuşması o kadar üstündü ki, Selim sormak istediği birçok şeyi soramayacağını anlamıştı. Fakat pervasız bir insandı. Hele çekinme duygusunun varlığını kaplaması ona sıkıntı verir, bu hali korkaklık sayardı. Korkaklık ise iğrendiği şeydi. Askeri bir saygı içinde:

- Prenses, dedi. Adınız Hanzade olduğu halde niçin kendinize Leyla dedirtiyorsunuz?

- Adım Leyla Hanzade’dir. Göze batmayacağı için birincisini kullanıyorum. Siz de beni böyle biliniz ve böyle hitab ediniz. Fakat bu Hanzade’yi kimse bilmezken siz nasıl öğrendiniz Selim Beğ?

- Sizi ürküten o mendeburdan öğrendim.

Leyla’nın yüzünden bir tiksinti rüzgarı geçti:

-O bir ajandır ve iblisten daha kurnaz daha tehlikeli bir adamdır.

- Ajan mıdır? Kimin ajanı?

- Kesin olarak bilmiyorum. Fakat herkesin ajanı olabilir. Yabancılara da hizmet edebilir. İki taraflı da çalışabilir.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Selim şaşkınlıklar içindeydi. Yek mel’ununa çıkıştığı o gece “Leyla benim sözlerimden değil,zevkinin ve heyecanının büyüklüğünden ürküyor. Ona harekete geçmesini tavsiye ediyorum. Çünkü tahtın varisidir.” demişti. Bunları hatırlayınca Pusat’ın beyni allak bullak oldu. O zaman bir çılgının tekerlemesi diye aldığı bu sözler demek doğru idi. Fakat bir kadın ,tahtın varisi olabilir miydi? Hele Osmanlı Hanedanı erkeği, kadını ile memleketten çıkarıldıktan sonra Leyla nasıl oluyordu da burada kalabiliyordu?
Aynı askeri saygı içinde yeniden sordu:

- Sizin bir prenses olduğunuz hakkında en küçük bir şüphem yok. Fakat nasıl oluyor da kanunlara rağmen burada kalıyor ve yine nasıl oluyor da erkek olmadığınız halde tahtın varisi oluyorsunuz?

- Selim Beğ! Osmanlı Tarihi’ni şöyle gerilere doğru bir düşününüz. Tahta geçmek uğrunda,yahut taht için tehlikeli olduklarından dolayı yüzlerce şehzade can vermişti. Can verenler arasında meşru olanlar, tahtın sahibi bulunanlar vardır.

- Ben Osmanlı Tarihi’nin yalnız büyüm meydan savaşlarını biliyorum. Bu söylediklerinizle ne demek istediğinizi anlamadım.

Leyla canlandı. Selim’e şimdi çok güzel gözüken gözlerini dikerek anlatmaya devam etti:

- Yıldırım Bayezıd’dan sonraki şehzadeler kavgasını biliyorsunuz. Büyük şehzade Süleyman’dı ve meşru hükümdar oydu. Fakat kardeşleri tarafından öldürülünce zavallı, padişahlar listesinden bile silindi.

- Evet. Bu kadarını biliyorum

- Şimdi biraz daha sonrasına gelelim: Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük şehzadesi bir Mustafa vardı. Yavuz Sultan Selim çapında birisiydi. O da türlü tezvirata kapılan babası tarafından acıklı şekilde öldürüldü. Öldürülmeseydi tahta o geçecekti.

Leyla sustu. Selim, sözü tamamladı:

- Fakat öldü…

Leyla’nın yüzünde güç anlaşılan bir acı ifade vardı:

- Şehzade Mustafa öldü, ama onun küçük bir oğlu cellatlardan kurtarılarak yaşadı. Şehzade Mustafa’nın en sadık iki adamı onu büyüttüğü gibi şehzadeye sadık yüz binlerce insan da onu servete boğdular. Sadakatın derecesini düşünün ki, bu yüz binlerden bir teki bile bildiği korkunç sırrı açığa vurmadığı gibi serveti idare edenler de onun bir tek akçasına dokunmadılar. Şehzade Mustafa’nın bu gizli oğlunun adı Süleyman’dı. Fakat adamları “Onu mutlaka tahta geçireceğiz” diye and içtikleri için kendi aralarında adı “Mutlak” olarak kaldı ve benim bugün kullandığım soyadı da bu dört asırlık yeminden çıktı…

Selim, Leyla’yı peri masalı dinleyen bir çocuğun saflığıyla dinliyordu. Leyla’nın sesinde ve gözlerinde o kadar inandırıcı bir kuvvet vardı ki, Selim’i tesiri altına alıyor, fakat şimdi iyice ayılmış olan Selim hiçbir açığı kaçırmadan soru sormak fırsatlarını kullanmaktan geri kalmıyordu:

- Dört asırdan beri aileniz gizlilik içinde mi yaşadı? Hiçbir zaman harekete geçmedi mi?

- Gizlilik devam etti. Fakat bizden şüphe de devam etti. Yalnız bir defa, Sultan İbrahim’in hiçbir çocuğu olmadığı yıllarda hareket tasarlandı,sonra onun da çocukları olunca bundan vazgeçildi ve dedelerim bazen devlet hizmetinde, bazen yüksek kademelerde, bazen orduda hizmet ederek birer birer dünyadan çekildiler. Ben Şehzade Mustafa’nın on birinci kuşaktan torunuyum. Benimle bu aile bitiyor.

- Siz genç bir kızsınız. Osmanlı Hanedanı’nda tahta bir kadının geçtiği görülmediği gibi bunun düşünülmesine de imkan yoktur. Bu takdirde tahta diğer kollardan gelen şehzadelerin geçmesi meşru sayılmaz mı?

Leyla, eve geldiklerinden beri ilk defa gülümsedi:

- Osmanlı Hanedanı’nın an’anesinde tahta kadın geçemez diye bir husus yok. Tahta daima büyük evladın geçmesi nizamı var. Osmanlılar dışındaki Türk Hanedanları’nda kaç kadın hükümdar gelmiştir. Osmanlılar’da da gelebilirdi. Gelmeyişi bir tesadüf ve şeriatın zamanla sapması yüzündendir. Zaten benim taht üzerinde iddiam olamaz. Bir kere artık taht kalmamıştır. Geri gelmesine de imkan yoktur. Benim kaybolan hakkım taht değil, hakiki hüviyetimi söylemekten mahrum kalışımdır.

Selim, kurmay adaylığının verdiği hızla muhakeme alışkınlığı ile, kendisine anlatılanları değerlendirdi ve artık kendisinde şaşkınlığın,şaşırmışlığın zerresi kalmadığı için Leyla’ya sordu:

-O mendeburun ajan olduğunu söylediniz. O da sizi harekete geçmek için kışkırttığını iddia etti. İblis kadar kurnaz dediğiniz bu ajan,tavsiye ettiği hareketin hiçbir akis uyandıramayacağını, sizin böyle bir harekete girişmeyeceğinizi düşünemez mi? Ondan niçin böyle çekiniyorsunuz? Sizinle tanıştığımız gece ağlıyordunuz. Neden?

Leyla’nın gözlerinde büyük bir kinin ışıkları parladı:

- Babam tabii ölümle ölmedi. Öldürüldü. Yurt dışına çıkarılan Osmanlı şehzadelerinden ikisiyle temas onu şüphe altında bıraktı. Gerçi o şehzadeler babamın kim olduğunu bilmiyorlardı,ama bundan hem hükümet kuşkulandı, hem de yabancı bir devlet babamın gerçek hüviyetini tesbit etti.

- Ne çıkar? Bu yüzden niçin öldürsünler?

- Babam aynı zamanda meçhul, fakat büyük bir hukukçuydu. Petrollerin büyük kısmını verasetle eline geçirecekti.

- Böyle olunca öteki şehzadelerin de ortadan kaldırılması icab etmez mi?

- Hayır. Onlar büyük maddi zaruretler dolayısıyla ve bazen da aldatılarak hisselerini yok pahasına elden çıkardılar. Babamın maddi ihtiyacı olmadığı için direndi. Reddolunamayacak tarihi kayıtları, vesikaları buldu.

Selim’in aklı yeniden karışır gibi oldu:

-O halde sizin de hayatınızın tehlikede olması icab eder.

- Belki. Fakat ben bütün tedbirleri aldım. Vesikalar kimsenin bilmediği bir yerde saklı olduğu gibi bana da bir suikast yaparlarsa bunun kimler tarafından yapılmış olacağına dair hakimleri inandıracak bilgiler, dosyalar, hatta fotoğraflar emin bir yerde durmaktadır. Gerektiği zaman bunları ortaya çıkaracak cesur insanlar var.

Arada uzun bir sessizlik oldu. Sonra Leyla yeniden konuştu:

- Kıralcı olduğunuz için başınıza gelenleri sizin kadar biliyorum. Bu yüzden size yakınlık ve saygı duyuyorum. Akşamları bazen tek başıma dolaşmam bir ruh sporudur. Babamın nasıl acıklı bir şekilde öldürüldüğünü annemden o çocuk yaşımda dinledim,annem de bu kederle öldüğü için o çirkin ajana karşı da müthiş bir kin duyuyorum. Beni kandırıp münasebetsiz taht davasına sürükleyeceğini ve böylece yok edilmemi sağlayacağını umarak peşimde dolaşıyor. Yüzbaşım! Dadımı saymazsanız ben yalnız bir insanım. Arkadaş çevrenize ve evliliğinize rağmen siz de yalnız ve kimsesizsiniz. Onun için sizinle konuşmaktan zevk alıyor ve beni ele vermeyecek bir sırdaş olduğunuz için de çok değer veriyorum. Arada bir bana gelirseniz çok memnun kalırım. Zannedersem siz de bahtiyar olusunuz.

Leyla son sözlerini kesin bir hüküm şeklinde söylemişti. Doğru idi. Leyla’nın anlattıkları kendisini bunaltmıştı. Fakat yine de sebebini bilmediği bir bahtiyarlık duyuyordu.

Geldi geleli ilk defa çevresine alıcı gözüyle baktı. Bir milyonerin evindeydi. Aklına çok mühim bir şey geldi. Tam bunu Leyla’ya söylemeye başlayacaktı ki Gülsafa Kalfa, tekerlekli çay masası ile odaya girdi.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
15. BÖLÜM


Selim sıkıntılar arasında bunalıyordu. Tarihi bir sırrı öğrenmek veya bir prensesin tehlikeler ortasında yaşadığını bilmenin kendisini bu kadar bunaltmasını bir türlü anlamıyor, mana veremiyordu. Hayatında zaten huzur diye bir şey tatmamıştı ama bu kadar bezginlik ve bunalım da görmemişti. En ağır iftiralara uğradığı zaman bile,üniformasını bıraktığı zaman bile böyle olmamıştı.

Huzur arıyordu. Büroda artık eskisi kadar verimli olamadığının farkındaydı. İncelediği evrak özetlerinde, fişlemelerde gülünç yanlışlar yapmaya başlamıştı. Halbuki iş arkadaşları nasıl bir gönül rahatlığı içindeydiler. Bunlar neden böyle kaygısız diye düşündü? Yoksa tasavvuf mu onlara bu ruh sükununu veriyordu? Birdenbire,yanındaki masada oturan Osman Fişer’in, sanki düşüncelerini anlamış gibi kendisi ile alçak sesle konuşmaya başlaması Selim Pusat’ın düşünce zincirini kesti:

- Bir satir şu kağıttan mana çıkarıp özetini yapmaya çalışıyorum. İki defa,yaptığım fişi yırttım. Galiba siz de aynı durumdasınız. Halbuki arkadaşlarımızda hiç de böyle bir kaygı yok.

- Vazife duyguları mı eksik?

- Hayır, hayır! Onlar zaten bunun vazife olduğuna inanmış değiller ki..

- Neden kaygısızlar?

- Çünkü bütün bu yaptıklarının bir kuruntu ve hayal olduğuna geçici,aldatıcı ve değersiz olduğuna inanıyorlar.

- Bunlar deli mi?

Osman Fişer kötü kötü gülümsedi:

- Tımarhane dışındaki deliler… Bunlar tasavvufa inanmışlar. Olgun insan olmaya, Allah’la bir olmaya çalışıyorlar.

Pusat’ın kaşları çatıldı:

- Allah’la bir olmak mı? Bu da ne demek?

- Yani Allah’ın varlığı içinde erimek istiyorlar…

- Huzur içinde yaşamaları bundan mı ileri geliyor?

- Tabii…

Selim Pusat başını önündeki kağıda eğip konuşmayı kesmekle beraber tasavvufun insana huzur verdiğini yeniden işiterek başka hayallere kaptırıp kendini koyuverdi.

O akşam yenip yenip Tosun yattıktan ve Ayşe çalışma masasına oturduktan sonra bir şey dikkatini çekti. Selim bu gece, büyük odada adeti olan gezintiyi yapmıyor, bir koltuğa yaslanıp gözlerini kitaplara dikmiş olarak düşünüyordu. Selim’in bu halini ilk defa görüyordu. Belki fazla yorgun olduğu için dinleniyordur diye birazdan gezinmesine başlar diye düşünerek vazife tashihlerine başladı.

Gözü duvardaki saate değdiği zaman kırk dakika geçmiş olduğunu anlayarak kocasına baktı. Hala kıpırdamadan oturuyor ve –Ayşe bundan emindi- görmeden kitaplara bakıyordu. “Ne düşünüyorsun?” yahut “Yorgun musun?” diye sormak Selim’i kızdırırdı. Ayşe bu yola girmeden onu konuşturmak için bir çare düşündü. Fakat onun kağıtlardan baş kaldırdığını gören Pusat,sözü açarak Ayşe’yi düşünmekten kurtardı:

- Şu tasavvuf denen şey nedir?

Bu soruyu kocasından daha önce de bir defa işitmiş olmasına rağmen Ayşe şaşkınlıktan elindeki kalemi masaya düşürdü. Dünyada askerlikten başka her şeyi reddeden, hele felsefe, tasavvuf, hukuk gibi konuları lüzumsuz ve saçma bulan Selim’in bu soruyu sormasında mutlaka mühim bir sebep olacaktı. Geçenlerde yine sorduğuna göre ilgilenmesinin ciddi bir sebebi olmalıydı. Bu sebebi öğrenemeyeceğini Ayşe çok iyi biliyordu. Yapılacak şey onunla konuşarak ruhunu derinliklerine inmek,böylece bir ip ucu yakalamaktı. Acaba kocası hayatla ilgilenmeye mi başlıyordu? Ayşe geçen sefer olduğu gibi yine içinde bir sevinç duydu ve yine geçen seferki cevabı verdi:

- Tasavvuf bir nevi din felsefesidir.

- Yani?

- Yani din duygusunu ve düşüncesini dinin anlattıklarından daha ileriye götürerek ruhları doyurup kandırmak sistemidir.

Selim, gözlerini yine kitaplara dikerek biraz düşündükten sonra sordu:

- Tasavvuf, dini inkar mı eder? Yahut basit ve eksik mi bulur?

- Ne inkar eder, ne de eksik bulur. Yalnız,olgun insanların dindeki hakikata tasavvufla erişeceğini iddia eder.

- Şu halde, kesin ve şaşmaz kaideler sistemi olmasına rağmen din herkes tarafından başka türlü anlaşılıyor demektir.

- Tabii.. Mezhepler neden doğdu? Bazen bir dinin iki mezhebi arasındaki çarpışma,iki ayrı dinin çarpışmasından çok sert ve kanlı olmuştur. Müslümanlıkta Sünnilerle Şiilerin; Hıristiyanlıkta Katoliklerle Protestanların savaşları ne kadar kanlı ve kıyıcıdır. Tasavvuf bunların önüne geçmek için çalışmıştır.

Selim, bazı konuları ilk defa öğrenen bir öğrenci merakı içinde dinliyordu. İşittikleri o kadar yabancı geliyordu ki, Ayşe’nin her cümlesi için birkaç soru birden sormak istiyordu. Fakat onun sormasına imkan kalmadan Ayşe devam etti:

- Tasavvuf da birçok kollara ayrılmış ve bunlar kendi aralarında mücadele etmiştir ama bu mücadele fikir alanında kalmış,büyük mutasavvıflar, ayrı sistemlerine rağmen birbirlerine saygı göstermiştir.

Selim hala kavrayamamıştı:

- Rica ederim. Tasavvufun temelini kısaca söyler misin?, diye sordu. Ayşe büsbütün canlanmıştı. Anlatmaya başladı:

- Tasavvufun esası kainatın Tanrı’dan ibaret olduğu, her varlığın , her şeyin bu Tanrı’nın bir tecellisinden, görünüşünden ibaret bulunduğu düşüncesidir.

- Mutasavvıflar bu büyük hakikatı nasıl keşfetmişler?

Selim bu soruyu alay etmek için değil, ciddi olarak soruyor ve alay etmediği için Ayşe’yi hayretler içinde bırakıyordu. Sözlerine devam etti:

- Bunu akılla değil, sezgi ile bulmuşlardır. Tanrı gibi sonsuz ve büyük bir varlığın akılla anlaşılmasına imkan olmadığını kabul etmişlerdir.

Selim derhal itiraz etti:

- Fakat bununla dinin dışına çıktıklarının farkında olmamışlar mıdır?

- Din bilginlerinden bazıları mutasavvıfların dinsizliğini ilan etmiştir. En büyük mutasavvıflardan bazıları bile bu suçlamadan kurtulamamıştır.

- Mesela kimler?

- En başta Muhyiddin-i Arabi ve Mevlana…

Selim Pusat, Mevlana’yı işitmişti. Ötekini ilk defa duyuyordu. Sözü uzatmamak ve Ayşe’yi yormamak için kısa kesti:

- Bana tasavvuf hakkında kitap veya makale verebilir misin?

Ayşe yerinden kalktı. Kitap raflarının bir bölümü önünde durarak birkaç kitap çekip baktıktan sonra Selim’in önüne iki cilt bıraktı:

- Önce bu ansiklopedideki tasavvuf maddesini oku. Zihninde bir şema kurulsun. Sonra da bu kitabı oku. Tasavvuf hakkında en iyi özettir. Bunlardan sonra lüzum görürsen daha başka kitap ve yazıları da veririm dedi.

Saat gece yarısını gösterir ve Ayşe yatmaya hazırlanırken Selim Pusat hala okumakla meşguldü. Ayşe onun,bir huzur olmasa bile,sükun içinde olduğunu anlayarak memnun olmuştu. Bundan dolayı odadan çıkarken onun sükununu bozmamak için bir şey söylemedi ve Selim de Ayşe’nin çıktığının farkına varmadı.

Saatler geçiyor, bunun farkında olmayan Selim, Ayşe’nin verdiği yazıları okuyordu. Ömründe ilk defa, askerlik dışındaki bir konuya böylesine merak ve ilgiyle dalmıştı. Masal okuyan bir çocuk gibiydi. Bir aralık, okuduğu kitap kendisini Hallac-ı Mansur’a getirdi. Hallac-ı Mansur, “Ene’l-Hak” dediği için işkenceyle öldürülürken kendisini öldürenler için Tanrı’ya yalvarıyor ve şöyle diyordu:
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
“Onları bağışla. Beni bağışlama. Madem ki benim insanlığımı kendi Tanrılığın üzerindeki hakkı ile,benim sana kavuşmama böylece sebep olan bu insanları senin d yargılamanı istiyorum.”
Mansur’u parçaladılar. Her parçasından Ene’l-Hak feryadı yükseldi. Yaktılar. Külleri “Ene’l-Hak” diye bağırdı. Küllerini ırmağa attılar. Irmak “Ene’l-Hak” haykırışıyla doldu…

Buraya gelince Selim Pusat kitabı kapatıp masaya itti.

Sabah oluyordu ve büyük odada hala ışık yandığını gören Ayşe kalkarak kapıya kadar gelmişti. Uzaktan Selim’in yüzünü kontrol ettiği zaman öfke ve buhran izi görmedi. Fakat kitabı masaya itişinde sert bir tepki olduğu belliydi. Selim kitabı öyle bırakmazdı.

Birdenbire göz göze geldiler. Ayşe kocasını gözetleyen ve suç üstünde yakalanan bir kadın gibi şaşırarak sordu:

- Nasıl buldun?

Selim’de boş şeylerle uğraşmaya zorlanmış bir insanın aksiliği vardı. Azarlar gibi cevap verdi:

- Senin din felsefesi dediğin şey bu deli saçmaları mı?

Ayşe daha da şaşırdı:

- Neresi saçma?

- Neresi değil ki? O Hallac-ı Mansur denilen zıpıra siz büyük adam büyük mütefekkir diye mi bakıyorsunuz?

- Büyük inanç sahibi…

- Neyin inancı?.. Kendisini Tanrı ile bir tutuyor ve Tanrı üzerindeki hakkından bahsediyor. Ene’l-Hak demenin bir manası da ben Tanrı’yım demek değil mi? Tımarhaneler Tanrılık, peygamberlik, padişahlık taslayan çılgınlarla doludur. Bu da onların dışarıda kalmış bir numunesi olacak!..

- Asırlardır Hallac büyük mutasavvıf ve büyük inanç sahibi olarak tanınmış ve herkes tarafından öyle kabul edilmiştir…

Ayşe’nin sözü yarıda kaldı. Selim bu ”herkes”ten iğreniyor,”herkes tarafından” kabul olunan düşüncelere tahammül edemiyordu.

- Senin herkes dediğin kalabalık, içinde cahilleri,hainleri,budalaları bol bol barındıran bir kuru gürültüdür. Herkes kabul etti diye ben de bu hezeyanları kabul mu edeceğim? Herkes Meryem Ananızın bakire olarak, hiçbir erkekle temas etmeden çocuk doğurduğunu da kabul eder. Herkes İsa’nın hem Tanrı hem de Tanrı’nın oğlu olduğunu da kabul eder. Çünkü herkes dediğin şey bir hayvan sürüsüdür.

Selim sustu ve başını öteye çevirdi. Ayşe’nin gözleri hafifçe nemlenmişti. Selim,kendisinin tasavvufa ve dine inandığını bildiği halde bu tahkir tufanını yağdırırken Ayşe’yi ayırmamıştı. Birkaç gündür hayata dönüş, anormal havadan sıyrılış diye ümit ve sevinçle baktığı davranışlar bitmiş, bir lastik gibi gerilerek saplanıp kaldığı noktadan uzaklaşan Pusat,yine lastik hızı ve sertliğiyle başlangıç noktasına gelmişti.

Ayşe üzgün ve kırgın çekildi. Kahvaltı hazırlamaya başladı. İlk defa, içinde ümitsizliğe benzer bir eziklik duyuyordu. Şimdiye kadar Selim’in normale döneceğini umarak büyük bir sebatla uğraşmıştı. Artık anlıyordu ki, bu uğraşmalar boşunadır. Selim her zaman sert ve öfkeli olmakla beraber Ayşe’yi kırmıyor , hatta kırmamak için dikkat gösterdiği anlaşılıyordu. Halbuki bugün bu kaide bozulmuş, Selim umumi tarif içinde Ayşe’yi de ayırt etmeden hakaret yağdırmıştı.

Gözlerindeki nem arttı. İki damla yaş yanaklarından aşağı yuvarladı. Selim işe başlayalı beri,Tosun’a bakmak için sabahtan ikindi sonuna kadar gelmek üzere tuttukları kadın biraz sonra gelecek olmasa bu yaşlar gürleşebilirdi de.

Selim de Ayşe’nin üzüldüğünü anlamıştı. Herkesi tahkir ederken Ayşe’yi de o herkesle eşit tutmak aklının ucundan bile geçmemişti ama Ayşe öyle kabul etmişti. “Bu sözlerle seni kastedmedim” dese mesele bitecek, Ayşe’nin üzgünlüğü kalmayacak, hatta kocasından böyle bir söz işittiği için bahtiyar bile olacaktı. Fakat ne tuhaf! Selim bunu söyleyemiyordu. Yılardır hayat arkadaşlığı eden, en talihsiz günleri ancak birbirlerine dayanarak geçiren bu iki kişinin hala karşılıklı açılmamış tarafları vardı. Bu açılmamışlık yüzünden bazen sözleri veya davranışları tam zıddı bir mana ile anlaşılıyor,bu yanlış anlayışlar,hayatın ve çilelerin zehirle dolduğu gönülleri büsbütün bunaltıyordu.

Selim bir iki defa, Ayşe’nin yanına giderek deminki sözlerinde onu hedef alan hiçbir taraf olmadığını söylemek için davrandı. Fakat davranmasıyla iskemleye çivilenmesi bir oldu. Sanki görünmeyen bir kuvvet omuzlarına bastırarak onu kalkmaktan alıkoyuyordu.

Tosun’un uyanmış olduğunu annesiyle konuşmasından anladı. Bu,onun için erken bir kalkıştı. Belki de demin Ayşe’ye yüksek sesle söylediği sözlerden uyanmıştı. Böyle düşününce Selim bu sefer kendisine kızdı. Bir insanın kendisine kızması kadar yıpratıcı şey pek azdı. Zaten Selim yıllardır yıpranıyor,yıpranıyordu. Bu yıpranış,herkeste tabiat kanunlarına uyun olan yıpranıştan büsbütün başka bir şeydi. Bunaltıcı bir duygu idi. Kimseye, Ayşe’ye bile bunalıyorum diyememek ise ayrı bir dramdı.

Yüzünün yanmaya başladığını hissetti. Gözlerini,maksatsız bir şekilde odanın içinde gezdirdi. Sonra bir yere takılarak öylece kaldı. Baktığı yerde arkadaşı Şeref’in resmi vardı. Harb Akademisinde okudukları sırada çekilmiş üniformalı bir resim…

Şeref de kendisi gibi,askerliği inanç olarak kabul etmiş canlı bir yüzbaşıydı. Fakat kendisine o unutamadığı kısa mektubu yazarak hayatına son verdikten sonra bu fotoğraf Selim’e canlı değil,hüzünlü bir insanın resmi gibi gelmeye başlamıştı.

“Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum.” Bu basit beş kelimede neler , neler saklıydı! Selim,arkadaşını unutamıyor, fakat daima karşısında bulunan resme bakınca göz yaşlarının akmasından korkuyordu. Şimdi adeta farkına vermeden gözleri resme takılmış,takılınca da artık ayıramaz olmuştu. Gözlerini ayırmayı arkadaşına saygısızlık sayıyordu.

Selim bir öteki hayata inanmıyor, Şeref’in artık bir şey duymadığını, duymayacağını biliyor, fakat hatıralara saygı göstermenin insanları insan yapan bir üstünlük olduğunu da kabul ediyordu.

Gözleri Şeref’in resmine takılınca bütün o çileli geçmişi yeniden yaşar gibi oldu. Şeref kimsesiz yaşamış ve kimsesiz olduğu için insanların fenalığından kurtulmak üzere hayatına son vermişti. Selim yeniden düşündü: “Ayşe ile Tosun olmasa ben de aynı şeyi yapar mıydım?” Ona ne şüphe? Belki Şeref, insanlardan benim iğrendiğim kadar iğrenmemişti. Acaba yaşasaydı avunur muydum, yoksa onu gördükçe hayatın acısını daha mı çok duyardım?

Bunlar Selim’in çaresiz kaldığı zamanki düşünceleriydi. Yine beyninden yıldırım hızıyla düşünceler geçmeye başlamıştı. Ne tuhaf!.. Bu düşünceler sanki düşünce değil de, kendisine seslenilen sözlerdi. Birisi “Doğru yapmadın” diyor gibiydi. Evet, Ayşe’ye karşı demin doğru davranmamıştı.

Birden, Şeref’in resmine daha dikkatle baktı. Daima hüzünlü görmeye alıştığı bu fotoğrafta şimdi Şeref hazin bir gülümseyişle kendisine bakıyordu. Halbuki o resimde Şeref, aslında gayet ciddi idi. Gözlerini bütün dikkatiyle resme dikti ve Şeref, başını, bunu doğru yapmadın manasına gelen bir hareketle sallıyor gibi geldi.

İçeride kahvaltı sofrası hazırlanmış, Ayşe, Selim’i çağırmak üzere kapıya gelmişti. Onu o halde görünce yeniden şaşırdı ve adeta ürperdi. Çünkü Selim’in sert bakışlarla karşıya dikilmiş gözleri yaşlıydı. Ayşe onun nereye baktığını bilmiyordu. Ağlamak da hayata dönmenin işaretiydi. Şimdiye kadar onun gözlerinden yaş aktığını bir defa bile görmemişti.

Birden, gönlündeki kederin boşaldığını fark etti ve Selim’in o şekilde görülmekten hoşlanmayacağını bildiği için bir şey söylemeden yavaşça çekildi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
16. BÖLÜM


Selim’in başı garip bir şekilde ağrıyordu. Buna ağrı demek bile yerinde olmazdı. Anlatılması güç bir şeydi. Nereye baksa Güntülü’nün gözlerini görüyor, onu çok iyi tanıdığını biliyor, fakat kim olduğunu bulup çıkaramıyordu. İçinde yüzyıllarca önceki bir zamanın duygusu vardı. Deliriyor mu idi? Yoksa o ince ve güzel görünüşü altında Güntülü mü korkunç bir çılgındı? Neden iki bin yıl önce tanışıyoruz demişti? Neden kendisinin ok atılmayanlardan birisi olduğunu söylemişti.

Bu öyle berbat,o kadar yıpratıcı bir duygu idi ki,buna hiçbir yürek dayanamazdı. Selim, kurtuluş yolunu içkide buldu. Ayşe olmadan içmek mutadı değildi. Bu tatil gününde Ayşe,Tosun’u da alarak bir akrabaya gitmişti. Selim bir iki saat daha bekleyemeyeceğini anladı ve artık tek tesellisi haline gelen içkiye el attı.

Aşırı gidiyor, bilerek çok içiyordu. Yukarılardan, her yerden kendisine bakan Güntülü’nün gözlerinden kurtulmak, onunla ne zaman tanışmış olduğunu bulamamaktan doğan sıkıntıyı atmak için durmadan içiyordu.

İstediği oldu. Kendisini rahatsız eden yeşil gözler kayboldu. İçinde manasız bir ferahlık,hatta neşe duydu. Akşam olmuştu. Aklına Çamlı Koru geldi. Sendelememek için ağır ağır yürüyerek Çamlı Koru’nun yolunu tuttu. Neden oraya gittiğini bilmiyordu. Orada Leyla’yı da görebilirdi. Halbuki Leyla kendisini arasıra gel diye evine çağırmıştı. Böyle başı dumanlı iken prensese gitmeyi doğru bulmuyordu,ama Çamlı Koru’da ona rastlamayı çok istiyordu. Selim, Leyla’yı hatırlayınca bir bahtiyarlık duygusunun kendisini sardığını hissetti.

Birdenbire, gittiği yolun Çamlı Koru’ya sapa düşen bir yol olduğunu fark etti. Bu bir dalgınlık mı,yoksa başka bir şey mi idi? Yavaş yavaş evlerin seyrekleştiğini,bahçelerin çoğaldığını gördü. Burasını da tanıyordu. Bu tanımanın da Güntülü’yü tanımak gibi menşei bilinmeyen bir ıztıraba dönmesinden korkarak dikkatle çevreyi kollarken beyninde bir nokta aydınlandı,tanımıştı. Nurkan’ın evinin önünden geçiyordu. Nereden tanıdığını kestirecek durumda değildi. Kendisine nerede olduğunu tanıtan şey duyduğu piyanonun sesiydi. Nurkan piyanoda üstün bir ustalıkla Eski Arkadaşlar Marşını çalıyordu. Selim, o kızın işleyici güzelliğini hatırladı. Tuşlara vurdukça Selim’i kendisinden uzaklaştırıyor,geçmiş zamanlara,ümitlerle dolu olduğu dünlere götürüyordu. Sonra birdenbire dekor değişiyor,gözünün önüne arkadaşları geliyor, daha sonra bu arkadaşlar tek çehrede birleşerek karşısında yalnız Şeref kalıyordu: Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum.

Pusat, kendisini mest eden müziğin geldiği evin bahçe duvarına yaslanmış, öyle dinliyordu. Yavaş bir sesle “Neden beklemeden Şeref, neden?” diye sordu ve yeniden kendisini marşın sihrine bıraktı. Şeref aklından asla çıkarmadığı halde bu marş hiç bitmesin diye düşünüyordu. Fakat bitecekti. Dünyada uzun süren bahtiyarlık var mıydı? İşte sonuna gelmişti. Marş bitmek üzere idi. Fakat,birden fevkalade bir şey, adeta bir mucize oldu. Nurkan,sanki piyanosunun başında, dışarıdaki adamın gönlündekileri okuyormuş gibi davranarak son notayı çaldıktan sonra marşa yeniden başladı. Artık iyice basmış olan karanlıkta sevinçten gözlerinin parladığı belli olmayan Pusat, içinden Nurkan’a teşekkür ederken yine arkadaşıyla “Tiyatro bitsin. Beni yalnız bırakmak doğru muydu Şeref?”

Genç kız tuşlara değil, sanki Selim’in kalbine vuruyor, onu bu bedbahtlık anından bahtiyarlık günlerine yükselterek çelişik duygulara boğuyordu.

Nurkan, piyanoyu konuşturuyor, oldum olası marşlardan hoşlanan Pusat bu akşam duyduğu bu zevki şimdiye kadar tatmamış olduğunu anlıyordu. Müziğin bu kadar tesirli olacağını hiç tahmin etmemişti. Yeniden sarhoş oluyordu. Bu sarhoşluk içkinin sarhoşluğuna hiç benzemiyordu.

Birden kendisini Harb Okulundaki geçit resimlerinden birinde sandı. Adını bildiği, yahut bilmeyip de yüzünü tanıdığı yüzlerce arkadaşıyla birlikte sert adımlarla yürüyorlardı. Bando Eski Arkadaşlar Marşını çalıyor, onlar da düzgün diziler halinde resmi geçit adımıyla ilerliyorlardı. Yol uzuyor, bitmeyecek kadar ileriye gidiyordu. Sonra bandonun sesi kesildi. Fakat yürüyüş devam ediyordu. Selim içinde korkunç bir sıkıntı duydu. Yanında kimse yoktu. Arkadaşları kaybolmuş, daha kötüsü Nurkan’ın piyanosu da susmuştu. Bahtiyarlık uzun sürmüyordu. Başını piyano sesinin geldiği odaya çevirdi. Oda kapkaranlıktı.

Yürümeye başladı. Sarhoşluğu tamamiyle geçmiş, yerine manevi bir bitkinlik gelmişti. Birden Ayşe’yi hatırladı ve onun kendisi yüzünden katlandığı sıkıntıları düşündü. Hayatının arkadaşıydı. Fakat artık Selim ona üzüntüden başka bir şey vermiyordu. “Zavallı Ayşe” diye söylendi. “Ben de Şeref kadar cesur olabilseydim.”

Birden kaydı mı takıldı mı,başı mı döndü,ne olduğunu anlamadan kendisini yerde buldu. Herhalde başını sert bir yere çarpmış olacaktı ki, tepesinde bir acı duydu ve bir an için kendisini kaybedip kendine gelerek çevresine bakındı. Gece olmasına rağmen biraz dumanlı gördüğünü sezdi. Kalkmak için davranmaya vakit kalmadan güçlü iki kolun kendisini tutarak kaldırdığını gördü. Hiç de yabancı olmayan bir ses:

- Geçmiş olsun yüzbaşım! Başın bir taşa falan gelmedi ya? diye sordu.

Pusat şaşkınlıktan tekrar düşebilirdi. Çünkü kendisini bu kadar kolaylıkla kaldıran kuvvetli kolların sahibi şu mıymıntı, mendebur Yek’ten başkası değildi. Selim o sıska ve çirkin heriften o kadar iğreniyordu, ona o kadar kızıyordu ki, bu yardım dolayısıyla bile teşekkür etmek aklına gelmiyordu. Yek de yine eski riyakar tavrını takınmıştı:

- Zevklerimizde benzer noktalar varmış yüzbaşım. Bu sebeple ben de çok geceler Karahasanlar’ın köşkünün önünden geçerim.

Mel’un yine zırvalamaya başlamıştı. Üstelik,değil zevkte herhangi bir beğenmede bile ona benzemek Selim’i delirtmeye yeterdi. Başındaki acıyı,yanağına doğru sızan kanı unutarak kaşlarını çattı:

- Karahasanlar kim? Sende zevk olur mu ki, ortaklaşa zevkimiz bulunsun?

Yek,adeti üzere eğildi:

- Aman yüzbaşım! Karahasanlar’ı nasıl bilmezsiniz? Piyanosunu mest olarak dinlediğiniz dünya güzeli, Karahasanlar’ın büyük kızıdır. Eski Arkadaşlar Marşını çaldı değil, inletti, dile getirdi desem kabul etmez misiniz?

Selim’in öfkesi dağılmıştı:

- Meğer sen ne madenmişsin? Eski Arkadaşlar Marşını tanımak,ondan zevk almak , çalanı bilmek…

Yek iğrenç şekilde gülümsedi:

- Yüzbaşım! Dünya güzellerini tanımayı niçin inhisarınıza alıyorsunuz? Marşlardan zevk almak benim de hakkım değil mi? Marşlar bize yaşamak şevkini ve gururunu vermiyor mu? Meyhane musikisinden zevksizler, tasavvuftan deliler hoşlanır. Biz de askeri müzikten tat alırız…

Selim alayla sordu:

- Biz dediğin kim?

- Askerler…

- Sen de asker misin?

- Elbette askerim. Size olan saygım nereden geliyor?

- Sen asker falan değil, sadece bir şaklabansın. Askerim diye tek mesleği lekelemeye kalkarak beni çileden çıkarma. Haydi bakalım, soldan geri, marş!..

O zaman Pusat’ı donduran bir şey oldu. Sıska, kambur Yek sert bir hareketle esas duruşa geçerek dikleşti ve emir almış bir ast gibi emri askerce tekrarladı:

- Soldan geri marş edeceğim komutanım!

Sert bir hareketle yine askerce geriye dönerek askeri adımlarla uzaklaştı. Şaşkınlıktan Selim’in dili tutulmuştu. Bir ara “Acaba hayal veya rüya mı görüyorum?” diye düşündü. Değildi. İşte sıska ve kambur Yek hala karanlıklar arasında asker adımlarıyla yürüyerek uzaklaşıyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Uzun bir zaman ona bakıp karanlıklar arasında seçemez olduktan sonra birden başının acıdığını duyarak elini değdirdi. Parmaklarına biraz kan bulaşmış, demek ki biraz önceki düşüş pek hafif olmamıştı.
İşte yaşamak denen bela buydu. Kendisini rahatsız eden yeşil gözlerden kurtulmak için içkiye sarılmış, Leyla’yı görerek bahtiyar olmak için yola çıkmış,yolunu şaşırarak Çamlı Koru yerine bilmediği sokaklara dalmış, birdenbire Eski Arkadaşlar Marşını,hem de iki defa,en maharetli ellerden dinleyerek mest olmuş, fakat bu bahtiyarlığına bile zehir katan Şeref’in hayaliyle konuşurken , marş bitmiş, nedense yere düşmüş,kendisini de yerden dünyada en iğrendiği yaratık kaldırmıştı.

Bu kadar kısa süren bahtiyarlık bile sonunda bir tiksintiyle bitiyordu. Böyle bir dünyada yaşamaya değer miydi? Ayşe ile Tosun olmasa… Onları hatırlayınca eve yöneldi. Artık sarhoşluğu falan kalmamıştı. Cebri yürüyüş denebilecek şekilde evine doğru gidiyordu. Evine gideceği için huzur bile duyacaktı ama olmadı işte… O yere batası mel’un kendisinin de asker olduğunu söyleyerek Pusat’ı mukaddesatına sövülmüş bir insanın öfkesine boğmuştu. Fakat esas duruşuna geçişi ve geri dönüşü ne kadar askerce idi!.. O zaman Leyla’nın sözlerini hatırladı:

-O bir ajandır ve iblisten daha kurnaz, daha tehlikeli bir adamdır.

Birden kendisini çılgınca bir öfkenin kapladığını duydu ve Leyla’ya giderek onun hakkında tekrar konuşmak ihtirası içinde yandığını anladı. Fakat evine yaklaşmıştı. Sokak feneri altında saatine baktı. Çok geçti.

Ayşe kendisini bekliyordu. Selim’in yüzündeki kan pıhtılarını görünce endişeli gözlerle baktı ve hemen pamuk,ispirto ve bant getirerek pansumanını yaptı. Fakat hiçbir şey sormadı. Sofra kurulu duruyordu. Ayşe yemeden beklemişti. Selim, belki de ömründe ilk defa olarak,sırf Ayşe’nin hatırı için sofraya oturdu. Yine hayatında ilk olarak, kendisine sorulmadan kendisine ait bir şeyden bahsetti:

- Nasıl olduğunu anlayamadan düştüm. Başım biraz kanadı.

Renginin solukluğu hafif bir düşmenin, biraz baş kanamsının alametleri değildi. Bu gece Selim’de garip bir tutukluk vardı. Gözlerini bir yere dikerek uzun süre öyle kalması, Ayşe’yi işitmeyişi bir tuhaftı.

Sofrada biraz oturdular. Bu bir yemek yeme değil, yasak savmaydı. Ayşe,masayı toplamak için gidip gelirken Selim’in kıpırdamadan gözlerini diktiği noktaya baktı. Şeref’in resmiydi. İçi burkuldu.

Selim’in arasıra onun mezarına gidiş,hem resmine ısrarla bakış nedendi? Yoksa o da Şeref gibi mi olmak istiyordu? Korkusu arttı. Hayat onu kuruntulu yapmıştı.

Bu gece öğrenci vazifelerine bakma işi yoktu. Sofrayı da o toplamıştı. Yarın erken kalkma mecburiyeti olduğu halde nedense Selim’i o haliyle bırakıp yatmak istemiyordu. İçinde bir sıkıntı duyuyor,bunu bir önseziye benzettiği için endişesi artıyordu. Bir kitap alarak masaya geçti. O kadar üzüntülü idi ki,masaya koyup sözde okumak için açtığı kitabın ne olduğunu bilmiyordu.

Selim’i kontrol ediyordu. O,göz hapsine alındığından habersiz,bakışları Şeref’in fotoğrafında olduğu halde heykel gibi duruyor,yaşardığı arasıra gözlerini kırpmasından anlaşılıyordu.

Bu taş gibi duruş daha ne kadar sürecekti? Acaba bir ıztırabı mı vardı? Düşmüş, başı sert bir yere gelmişti. Neden düşmüştü? Kendini bilmeyecek kadar sarhoş olduğu zamanlarda bile düşmemiş olan Selim’e bu gece ne olmuştu?

Ağır ağır da olsa dakikalar geçiyor, Ayşe’nin merakı ve sabırsızlığı çoğalıyordu. Her gece büyük kitap odasında gezinen adamla bu geceki oturan ve gözlerini resme diken adam aynı kişiler olabilir miydi? Bu değişiklik nereden geliyordu? Ayşe’nin beyni düşünceler yığını içinde bunalıyor, aklına uzak, yakın ne ihtimaller geliyordu. Onun büyük bir kararsızlık içinde bocaladığının farkında idi. Bu bocalama kötü bir şey olduğu halde Ayşe onun devamını istiyor, Selim’in karara varmasından çekiniyordu. Bir sezgiyle,karara varırsa bunun çok kötü bir karar olacağına inanıyordu.

Selim’in bu durumu Ayşe’ye tesir etti. O da gözlerini Şeref’in resmine dikti. Önceleri görmeden bakıyordu. Sonra görerek bakmaya başladı. Baktıkça resmin oraya ne zaman konulduğunu hatırladı. O fotoğrafları Selim’le aynı gün çektirmişlerdi. Harb Akademisine girdikleri günün hatırasıydı. Şeref o resimde tam karşıya değil de biraz yana bakmıştı ve ciddi asker tavrıyla duruyordu. Halbuki şimdi resim tam karşıya bakıyor gibiydi.

Ayşe oturduğu uzak yerden herhalde yanlış görüyordu. Fakat merakı da artmamış değildi. Yoksa bu bir başka resim miydi? Ama nasıl olurdu? Ayşe onun altına yazılan ithafı bile hatırlıyordu: “Ümitli yolun başında arkadaşım Pusat’a !”

Ayşe yavaşça yerinden kalkarak kitabı yerine koydu. Şeref’in resminin durduğu masaya yaklaştı. Selim o kadar dalgındı ki hiçbir şeyin farkında olmadı. Ayşe yandan dolaşarak resimdeki yazıyı okuyacak mesafeye geldi. Evet, aynı resimdi. İthaf o ithaftı. Birden içine hüzün çöktü. Ümitli yol nasıl bitmişti! Birçok ümitler gibi iki genç subayın parlak istikballeri bir hiç uğruna nasıl heba olmuş,heba edilmişti!..

Ayşe de gözlerini resme dikti. Yazı ve tarih aynıydı,ama bu resim o resim miydi? Buradaki Şeref, biraz yana bakan ciddi ve asker tavırlı adam değildi. Buradaki Şeref tam karşıya bakan,işin tuhafı hüzünlü gözlerle bakan bir insandı. Ayşe, Şeref’in bu hüzünlü bakışlarını muhakeme ve hapis bittikten sonra Selim’i ziyarete geldiği zaman görmüştü.

Kocasına baktı. Gözleri hala resme dikiliydi ve onun bakışlarında hüzün vardı. Yavaşça “Selim” diye seslendi. Hayret!.. Selim taş gibi duruşunu asla değiştirmemiş olduğu halde yavaşça “Söyle Şeref” diye karşılık vermişti.

Ayşe’de artık korku değil, iç acısı vardı. Neredeyse gözlerinde yaşlar boşanacaktı. Gözleri tekrar Şeref’in resmine değdi. Resmin gözleri nemli gibiydi.

Bu gözler Ayşe’ye hafifçe gülümsüyor ve her şeyini kaybetmiş insanların kederiyle başını sallıyor gibi geldi.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
17. BÖLÜM


Elini Selim’in alnına koyan Ayşe, kocasının çok ateşli olduğunu anlayınca aklına hemen dün geceki düşüşten olabilecek bir beyin kanaması geldi ve:

- Sana doktor çağırmaya gidiyorum. Yanımızdaki sokakta iyi bir dahiliyeci var, onu getireceğim, dedi.

Başka bir zamanda olsaydı Pusat birkaç derece ateşle kendisi için doktor getirmeyi kabul etmez, Harb Okulunda 38 derece ateşle talime çıktıkları kış günlerini hatırlayarak reddederdi. Bu sefer hiç cevap veremeyişi Ayşe’yi ürküttü. Acaba çok mu hastaydı da reddetmiyordu?

Aslında Selim’de kendisine ne olduğunu bilmiyor, yalnız,belki ömründe ilk olarak, enerjisini kaybetmiş olduğunu anlıyordu. Hiçbir şey yapmak istemiyor, her şeye karşı isteksizlik duyuyor, fakat yatmakla da dinlenmiş olmamanın sıkıntısı içinde bunalıyordu.

Tavana ve pencereden göğe bakarak zamanı öldürmeye uğraşırken Tosun içeri girdi ve yaşından umulmayan bir ciddiyetle doktorun geldiğini bildirdi. Selim, bir yabancı olan doktorun odaya girip huzursuzluğunu arttıracağını düşünerek bu haberden hiç hoşlanmadı. Fakat yapılacak başka bir şey olmadığı için sessizce “Gelsin” diyerek gözlerini pencereye dikti ve yanına kadar yaklaşıp “Geçmiş olsun” diyen doktora cevap vermediği gibi yüzüne de bakmadı.

Doktor önce, adet olduğu üzere ateşine, nabzına ve tansiyonuna baktıktan sonra yatakta oturarak sırtını ve göğsünü büyük bir dikkatle dinledi. Daha sonra da bazı sorular sordu. Bunlar her hekimin her hastaya sorduğu yoklama ve araştırma sorularıydı. Bunlar bittikten sonra durgun bir sesle:

- Bir şeyiniz yok yüzbaşım, dedi.

Başı ateş içinde yanarken bir şeyin olmaması tuhaftı:

- Ateşim kaç? diye sordu.

- 39’dan biraz fazla.

- Bir şeyim yoksa bu ateş ne oluyor?

- Uzvi olarak bir şeyiniz yok demek istiyorum.

- 39 derece uzvi bir rahatsızlıktan gelmiyor mu?

- Hayır.

- Öyleyse nedir?

- Ruhi…

Selim Pusat hala doktorun yüzüne bakmıyordu. Onun cevabı üzerine alaycı tutumunu takındı:

- Sizin için dahiliyeci demişlerdi. Yoksa ruh doktoru musunuz?

- İkisi de…

- Çok güzel! Ateşimi 39 dereceye çıkaran ruhi sebep nedir?

Doktor bu soru üzerine, büyük bir soğukkanlılıkla, Selim’in kanını donduran tek kelimelik, tek hecelik bir cevap verdi:

- Aşk!

Selim, mevzilendiği yerden hücuma kalkan piyade gibi şiddetle doğrularak oturdu ve sırtını yastıklara dayayarak sert bir bakışla bu acayip,hatta küstah doktora baktı. Fakat hiçbir şey göremedi. Çünkü o hızlı kalkış gözlerini karartmış,bir an için hiçbir şey göremez olduktan sonra etrafındaki eşyayı oynak ve bulanık bir halde görmeye başlamıştı. Doktor ciddi ve sükunetli bir sesle:

- Gözleriniz karardı değil mi? diye sordu ve cevap beklemeden devam etti. “Ani kalkışla iyi etmediniz. Tansiyonunuz çok yüksek. Asabi menşeli olan bu tansiyon normale dönünceye kadar sert hareketlerden, öfkeden, yorgunluktan kaçınacaksınız.”

Pusat’ın göz kararması tamamiyle geçmişti. Fakat doktorun deminki aşk teşhisinin tesiri geçmemişti. Yeniden o konuya gelmek üzere doktora bakınca şaşaladı. Hayal görüyorum sandı ve heyecanla sordu:

- Adınız nedir?

Aletlerini çantasına yerleştirmekte olan doktor sükunetle cevap verdi:

- Selim… Sizinle adaşız…

Yalan söylüyordu. Çünkü adının Selim olduğunu söyleye bu adam şu uğursuz Yek’ten başka birisi değildi. Pusat daha büyük bir heyecanla:

- Soyadınız nedir? diye adeta bağırdı.

Doktor sakindi:

- Heyecanlanmayın yüzbaşım. Heyecan sizin için zehirdir. Her şeyi sükunetle karşılayacak, hiçbir şeye kızmayacak ve üzülmeyeceksiniz.

- Size soyadınız soruyorum.

Selim’in yüzü korkunç bir hal almıştı. Fakat doktor buna hiç aldırış etmiyordu:

- Beni tanıyor musunuz? Arkanızdaki sokakta oturuyorum. Hatta bir defa da Ayşe Hanım’a bakmak için evinize gelmiştim.

Selim yataktan fırlayacak hale gelmişti:

- Bunları değil,soyadınızı soruyorum.

- Haa… Şu mesele… Soyadıma niçin bu kadar ehemmiyet verdiğinizi anlamıyorum,ama söyleyeyim. Soyadım Key’dir. Selim Key, manası da “iyi” demektir.

Selim sustu ve dinledi. Çünkü kendisine dinlemeyi tavsiye eden, öfkelenmeyeceksin diye öğüt veren bu adam onu o kadar yormuş ve öfkelendirmişti ki,dinlemesi farz olmuştu. Sonra tekrar ve dikkatle onun yüzünü kontrol etti. Hiç şüphesi yoktu. Bu adam Yek’in ta kendisiydi. Yalnız rol yapıyor, her zamanki iki yüzlü tavrını takınmıyor, bir doktor gibi ağırbaşlı davranmaya çalışıyordu.

Selim dinlenince ve iradesine hakim olunca ona döndü:

- Hastalığımın uzvi değil de ruhi olduğunu teşhis etmek tamamiyle ihtisasınıza ait bir meseledir. Fakat bunun aşk olduğunu nereden çıkardınız?

Doktor Key gülümsedi:

- Bu da ihtisasımıza aittir. Siz savaşta düşmanın sayısını keşfettiğiniz gibi onun vuruşma kabiliyetini,yani moral durumunu da anlamaz mısınız? Anlarsınız. Biz de hastalarımızın hangi ruhi hastalığa tutulmuş olduklarını biliriz.

Askerlikten bahsolununca Selim canlandı:

- Düşmanın moral durumu bir bakışta anlaşılmaz. Bunu anlamak için saldırışta ve savunmada onu birkaç kere tatmak lazımdır. Siz ise bir görüşte benim aşk hastalığına tutulduğumu anlıyorsunuz. Adınız Selim Key olmasaydı size Lokman hekim derdim, ama o değilsiniz. Şunu da unutmayın ki ben evli bir adamım.

Doktor yine gülümsedi:

- Yüzbaşım! Söyledikleriniz doğru. Ancak karşınızdaki düşman sizden daha kalabalık, daha iyi silahlı olduğu, daha iyi mevzilenmiş bulunduğu halde ilk ateşte paniğe kapılırsa onda bir moral çöküşü olduğunu kabul etmek için başka bir denemeye lüzum görür müsünüz? Ben de itiraz edilmez bir delile sahip olmasaydım bu teşhisi koymazdım. Şunu da unutmayın ki, evli olmak aşık olmaya engel değildir. Evlilerin aşkı bir çok durumda daha kuvvetli ve yıpratıcı olur. Bunun tarihteki pek çok örneğini de okumuşsunuzdur. Günümüzde dillerde dolaşan bir avam şarkısında da “Evlilerin sevdası bekarlardan ziyade” diye bir beyit var.

Selim sert bir davranışla doktorun sözünü kesti:

- Şu budala avamın tekerlemelerini delil diye göstermeyin. Aşk dediğimiz şey işsiz güçsüzlerin hastalığı, vakit geçirme eğlencesidir. İtiraz edilemez deliliniz avam şarkısı gibiyse buraya kadar boşuna zahmet ettiniz diyeceğim.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Bunları söyleyerek başını etrafa çevirdi. Doktor bu harekete hiç aldırmadı. Yine gülümsedi:

- Yüzbaşım! Bir doktor hiçbir zaman delil diye bir türküyü kullanmaz. Onu söz gelişi,lafın pelesengi olarak söyledim. Bir kelime, bir şiirin hangi yüzyılda yazılmış olduğunu,bir parmak izi bir silahın kimin tarafından kullanıldığını nasıl ortaya koyuyorsa,bu ayarda bir delil de Yüzbaşı Selim Pusat’ın güzel bir kıza aşık olduğunu o şekilde açığa çıkarır.

Selim iyice öfkelenmişti. İşi alaya vurmayı daha elverişli buldu:

- Doktorların hastalara hastalık hakkında çok derin bilgiler vermesi adet değildir ama siz bir istisna yapın da şu beni hasta eden mikrop hakkında biraz tefsilat verin. Bu mikrop bir kız mı,yoksa kadın mı? Acaba kumral mı,sarışın mı? Ya kaç yaşında dersiniz? Hele en mühimi benim bu aşkım karşılık görüyor mu? Bu yüzden hastalandığıma göre görmüyor demektir,ama ilerisi için hiç de bir ümit yok mu?

Selim daha fazla konuşamadı. Söyledikleri kendisinin o kadar tuhafına gitmişti ki,kahkahalarla gülmeye başladı. Sinir krizine benzeyen bu kahkahalar gözlerinden yaş getirdi. Gerçekten de bu bir sinir krizi idi. Onun yıllardır böyle kahkaha ile güldüğü olmamıştı.

Doktor bu alayları ve kahkahaları da yine sessizce ve gülümseyerek dinledikten sonra aynı sakin tavırla konuşmaya başladı:

- Yüzbaşım! Aşkı neden bu kadar küçük ve alay konusu olarak görüyorsunuz? Gerçi o bir hastalıktır,ama bazı çocuk hastalıkları gibi herkesin başına gelen cinstendir. Şunu da unutmayın ki,evlilik aşısı olmadığı gibi onun yaşı ve zamanı da yoktur. Büyük Alman şair Goethe,torunu yerindeki Margeritte’ye,büyük şair Abdülhak Hamid torunu yerindeki Lüsyen’e aşık olmadı mı? Esrar Dede’nin “Aşk olmasa ey dil seni biz neylerdik?” demesi ne kadar yerindedir. Siz asker olduğunuz için aşkınızı da askerce,yani çok sert ve kuvvetli olacaktır ve bu asker aşkı…

Selim, doktorun sözünü yine kesti ve alayla:

- Tebrik ederim. Askerleri tanıyorsunuz. Acaba askerler üzerinde ayrı bir etüd mü yaptınız? diye sordu.

Doktorun cevabı Selim’i yeniden şaşırttı:

- Hayır! Ayrı etüd yapmadım. Ben de asker olduğum için biliyorum.

Sürprizler birbirini kovalıyordu:

- Yani askeri doktor mu idiniz?

- Evet…

- Herhalde siz de bir aşk yüzünden askerliği bıraktınız…

- Çok iyi bildiniz yüzbaşım.

Selim alayla güldü:

- Askerliği bırak diye sevgiliniz mi emretti?

- Onun gibi bir şey…

Bu cevap Selim’in alaylı gülüşünü öfkeli gülüşe çevirdi:

-O halde kendinize asker değil de üniformalı başıbozuk deyin. Bir asker , kız için üniformasını bırakmaz.

Doktorun sükunetli gülümsemesi hüzünlü bir hal almıştı:

- Bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım. İnsan bir öfke anında arkadaşını , bir buhran dakikasında kendisini öldürebildiği gibi aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, halini, mazisini,her şeyini feda edebilir.

Pusat, doktora istihkarla baktı:

- Bunları iradesiz, karaktersiz ve zayıf adamlar yapar.

Doktor, büsbütün hüzünlenen bakışlarını pencereden ta uzaklara çevirerek cevap verdi:

- En kuvvetli insanların da zayıf anları olur.

Selim uzun tartışmalardan hoşlanmaz,tartışma ile hiçbir düğümün çözüleceğine inanmazdı. Sustu. Doktor da susmuştu. Uzunca bir zaman birbirlerine bakmadan pencereden görünen manzarayı seyrettiler.

Konuya dönen Pusat oldu:

- Aşk hastalığına tutulduğumu ve teşhisinizin sağlam bir delili olduğunu söylemiştiniz. Bu hastalığın delillerini doktor olmayanlar da anlayabileceği için şu delili ben de öğrenmek istiyorum.

Doktor bir şey söylemeden Pusat’ın yattığı yatağın öteki tarafına geçerek baş ucundaki etajerin orta gözünde açık olarak duran albümü aldı. Selim’in kucağına vererek “İşte teşhisteki en büyük delilim” dedi. Açık sayfaların her iki tarafında da kartpostal boyunda üçer fotoğraf bulunuyor,sol baştaki resim bir genç kızı gösteriyordu.

Selim doktora bakarak sordu:

- Delil bunun neresinde?

Doktor yavaş bir sesle izahat verdi:

- Sağlı sollu altı resmin beşi kalabalık gurupları gösteriyor. Sol baştaki şu genç kız ise bir ışık gibi insanın gözlerini kamaştıracak güzellikte…

Işık kelimesini işitince Selim hafifçe irkildi ve doktora baktı:

- Bundan ne çıkar?

- Bundan şu çıkar yüzbaşım: Ben gelmeden önce siz bu resme uzun müddet, çok uzun müddet baktınız. Bu kadar güzel bir kızın resmine böyle uzun uzun bakmak estetik bir duygunun ilerisindeki arzudan doğar. Buna hayranlık değil, aşk derler.

- Çok uzun müddet baktığımı nereden çıkardınız?

- Genç kızın resminin bulunduğu yaprak, üst tarafından kıvrılmış… Güneşten kıvrılmış. Albüm etajerde bulunsaydı kıvrılmazdı. Oraya güneş girmiyor. Güneşin o yaprağa gelmesi için albümü kucağınıza koyarak uzun müddet öylece tutmanız lazım. Güneş hala yatağınızda. Camdan geçerek gelen güneş daha tesirli olduğu için albümün yaprağına iyice tesir etmiş. Size hiçbir ilaç verecek, rejim tavsiye edecek değilim. Kendi kendinizi tedavi edeceksiniz. İradenizle… Bir yardımcınız da zaman olacak. Doktor olarak yardımım uyarmadan ibaret kalacaktır Çünkü başlangıçta olduğu için aşkınızın henüz kendiniz de farkında değilsiniz…

Selim hareketsiz ve donuk durduğu halde dehşet içinde kalmıştı.

Albümün sol başındaki resim, ışık gibi göz kamaştıran fotoğraf Güntülü’nündü…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
18. BÖLÜM


Doktor gittikten sonra ateşi kırkın üzerine çıkan, hatta bir aralık kendinden geçmişçesine yatan Pusat ertesi sabah oldukça düzelmiş bir halde gözlerini açınca ilk işi, iradesi dışında bir dürtüşle,etajere bakmak oldu: Albüm yoktu.

Elinde dereceyle yaklaşan Ayşe’nin yüzünde büyük bir kaygı,aynı zamanda ciddiyet vardı. Selim’e “Nasılsın” diye sormak adetini yıllardır kaldırdığı için sadece “Daha iyisin” dedi. Sonra Selim’in gözlerinin içine bakarak, ”Dün gece çok ateşliydin ve sayıklıyordun” diye ilave etti.

Selim” Ne söylüyordum?” diye sormadı. Fakat neler söylemiş olabileceğini aşağı yukarı tahmin etti. Ayşe şimdiye kadar kendisinde görülmeyen bir sabırsızlıkla ve gözlerini Selim’in gözlerinden ayırmayarak:

- Birkaç kere,ışık gibi insanın gözlerini kamaştırıyor diye konuştun. Fakat benim sorularıma cevap vermedin, dedi.

Pusat hatırladı. Bu sözü doktor söylemiş ve Güntülü’nün resmini kastetmişti. Güntülü’nün hatıra olarak Ayşe’ye verdiği o resim cidden göz kamaştıracak güzellikteydi. Fakat kızın kendisini resimden de daha göz kamaştırıcı, daha yürek oynatıcı idi.

Pusat yine cevap vermedi. İçinden,acaba Ayşe bir şeylerden mi şüphelendi diye düşündü. Albümü neden kaldırmıştı?

Ayşe, yorgun ve güçsüz olduğundan anlaşılan kocasının susmasına karşı daha fazla konuşmadı. Dercesine baktı. Otuz sekize düşmüş olduğunu söyleyerek yanına limonata ile birkaç bisküvi bıraktıktan sonra öğleyin geleceğini bildirip okula gitti.

Pusat yalnızlıktan hoşlanıyor, yahut hoşlanıyorum sanıyordu. Fakat yalnız kalınca ve kendisini bütün varlığı ile bir meşgaleye veremeyince de aklına üzücü, sıkıcı, bunaltıcı şeyler geliyordu. İşte şimdi de dün gelen o sevimsiz doktorun saçmaları beynini kurcalamaya başlamıştı. Aşk… Birdenbire çağrışımlar kendisini daha eski bir zamana götürdü. Doktora tıpatıp benzeyen, belki de onun ikiz kardeşi ve hatta kendisi olan Yek adındaki mel’un, bir gece Çamlı Koru’da “Siz de kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza aşık olabilirsiniz” demişti.

Bunu hatırlayınca birdenbire içinin sıkıldığını,başının yandığını hissetti. Aynı anda, kendileri işe giderken Tosun’a evde baksın diye tutmuş oldukları gündelikçi kadın kapıda gözükerek doktorun geldiğini haber verdi.

Doktor kelimesi zaten öfkenin doruğunda olan Pusat’ı neredeyse çıldırtacaktı. Dün gelip savurduğu herzeler yetmiyormuş gibi bugün de sinirlerini bozmaya mı gelmişti? “Defolsun” diye bağırmak üzere iken kapıda üniformalı birisi belirdi ve kendisini:

- Doktor Binbaşı Cezmi Oğuz, diye takdim etti.

Selim Pusat karşısında dünkü sevimsizi görmeyince ferahladı ve geleni soğukkanlılıkla süzünce tanıdı:

- Hoş geldin Cezmi! Hoş geldin ama seni hangi rüzgar attı? diye sordu.

Doktor Cezmi ile eskiden aynı birlikte bulunup arkadaş olmuşlardı. Askeri düşüncelere sahip bir doktor olduğu için Selim onunla kaynaşmıştı. Şimdi birdenbire karşısında görünce bir tesadüfle hastalığını öğrenip ziyarete geldiğini sanmıştı. Cezmi durumu aydınlattı:

- Birkaç aydır buradaki askeri büroların doktorluğunu yapıyorum. Senin hanım,başhekimliğe telefon ederek hasta olduğunu bildirmiş. Daireye gitmediğin için usulen doktor muayenesinden geçip rapor alman lazım. Bu vesileyle Askeri Tarih Komisyonunda çalıştığını da öğrenmiş oldum.

Nihayet Selim’in yüzü gülmüştü:

- Geldiğine,görüştüğümüze sevindim. Fakat hiçbir şeyim yok.

Cezmi de güldü:

- Ona ben karar vereceğim…

Arkadan hemen muayene başladı. Bu muayene şekli dünkünden epeyce farklıydı ve bir hayli uzun sürdü. Sonra:

- Tedbir almak gerekiyor Selim, dedi. Karaciğerde sertlik var. Çok yormuşsun. Teğmenlik zamanındaki tempo ile içmeye devam ediyorsan sebep budur.

Selim gülümsedi. Teğmenlik zamanındaki içmeye de içmek denilebilir miydi?

- Asıl sebepten başka sebepler de var mı?

- Olabilir.

- Mesela?

- Ruhi sebepler…

Selim’in yüzü değişti:

- Mesela?

- Mesela türlü sıkıntılar…

- Bu sıkıntılar arasında aşk da var mı?

Pusat’ın bu soruyu ciddi mi, şaka olarak mı sorduğu belli değildi. Doktor Cezmi onun bu tarafını bildiği için sakin bir ciddiyet içinde cevap verdi:

- Olabilir ama aş bir sebep değil, neticedir.

Selim ilgilendi:

- Aşk denen bir hal,yahut bir hastalık yok mu?

- Vardır ama, dediğim gibi asli sebep değil,tezahürdür. Bazı insanların bazı yiyeceklere karşı alerjisi olur. Onu yedikleri zaman şuralarında buralarında kızartılar çıkar. Görünüşe bakarsan adamın derisinde bir hastalık vardır, ama hasta olan derisi değil, sindirim organı veya karaciğeridir. Aşk da doğrudan bir hastalık değil, bir hastalığın görünüşüdür.

- Asıl hastalık nedir?

- Açığa vurulmayan şehvet duygusu…

Selim garip bir duygu içinde sustuktan sonra pencereden göğe bakarak sordu:

- İlahi bir kadına veya kıza karşı duyulan aşk da nihayet bir şehvetten mi ibarettir?

- Tamamiyle. Aşk, şehvetin estetik şeklidir. Onun için daha ziyade estetik kadınlara veya kızlara karşı duyulur…

Pusat ileri gittiğini anlamıştı:

- Bana ne tavsiye edeceksin?

- İçkiye paydos. Bazı perhizler . Bir de ilaç…

Çantasından reçete kağıdı çıkararak bir ilaç adı, başka bir kağıda da yememesi gereken yiyecekleri yazdı:

- Bir hafta dinlen. Raporunu dairene gönderirim. Mühim bir nokta da seni sıkacak şeylerden, insanlardan mümkün olabildiği kadar kaçmandır, dedi.

Selim acı acı gülümsedi. Dünyada onu sıkmayan kaç kişi kalmıştı ki? Çalıştığı dairedeki iş arkadaşları kendisini delirtmeye kafi değil miydi?

Kalkmak üzere bulunan doktor, gündelikçi kadının getirdiği kahve üzerine birkaç dakika daha oturmaya mecbur kalmıştı.

Yıllar önce, teğmen iken, kıtada buluştukları zaman gibi bir zaman olsaydı Selim Pusat,Doktor Cezmi Oğuz’un konuşmalarından zevk alırdı. Bilgili ve temkinli bir adam olan doktor nükte yapar, taşı gediğine kor, kırmaz, susmak gerektiği zaman da susardı.

Şimdi, aşkın estetik bir şehvet olduğunu söylemesi hoşuna mı gitmişti, yoksa gitmemiş mi idi,bunu anlayamamış, fakat fikri çok garip bulmuştu.

Ağır ağır kahvesini içmekte olan doktor, gözlerini pencereye dikerek üzüntülü bakışlarla dalan Selim’in susuşunu görünce bıraktıkları konuya geldi:

- Aşk için söylediklerimi galiba garipsedin. Herhalde evlenmeden önce geçirdiğin aşk maceralarını hatırlayarak onların birer şehvet isteği olup olmadığını düşünüyorsun.

Cezmi’nin bu sözlerinden Selim hoşlandı. Fakat bir şey belli etmedi:

- Aşkın felsefesiyle uğraşacak vaktim olmadı, ama onu hiç de senin dediğin gibi düşünmemiştim.

- Felsefesi değil, tarifi… Kesilmiş bir koyunun kasap dükkanındaki manzarası hoşa gitmez,hatta bazılarına iğrenç görünür. Fakat usta bir aşçının elinde nefis bir et yemeği olduğu zaman,dükkandaki manzarasına bakmayanlar bile onu iştahla yer. Aşk da böyledir. Aslında şehvettir, yani hayvani bir istek. Fakat romantik bir muhayyele onu o kadar süsler ve güzelleştirir ki,aşkın ilahi bir duygu olduğuna inanırız. Yüzlerce yıldan beri bu şairane tarifleri dinleye dinleye aşkın insanüstü bir şey olduğunu sanmışızdır. Gerçekte şehvet isteğinden başka bir şey değildir.

Cezmi Oğuz, kahvesinin son yudumunu içtikten sonra sözlerine devam etti:

- Aşkın şehvetle aynı şey olduğunun kesin bir delili de vuslattan sonra ikisinin de sönmesidir.

- Yıllarca süren aşklar nedir?

- Vuslata erememenin,yahut çok geç ermenin, belki de aşıktaki geç soğuma karakterinin neticesi…

Selim Pusat bu konuşmalarla yavaş yavaş canlanıyordu:

- Hep sevenden bahsettin, dedi. Sevilenin bu aşk illetindeki rolü nedir?

- Sevilen ne kadar güzel ve çekici olursa aşk da o kadar şiddetli ve uzun olur. Bazı kadınlar veya kızlar bilmeden karşısındaki erkeği delirtir. Bazıları sanatkardır. Bunu bilerek yapar. Kadın, oldukça iptidai bir yaratıktır,a ma erkeği sürüklemek bilgisinde çok ustadır. Vuslattan sonra erkeğin bıkacağını sezdiği için onu daha çok bağlayacak türlü hünerler gösterir. Böylece aşk olgunlaşır. Sözün kısası, şairin dediği gibi: Mecnun’a cihan dopdolu Leyla görünürmüş.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
“Leyla” adı geçince Pusat irkildi. Yüzü değişti ve bütün bunlar Doktor Cezmi’nin gözünden kaçmadan devam etti:
- Şehvet, hayatın en büyük prensibidir. İnsan neslinin tükenmemesini sağlar. İnsan, akıl ve duygu bakımından çok üstün ve ileri olduğu için bu prensibi de olgunlaştırmış,güzelleştirmiştir. Yiyeceğini, giyeceğini,barınağını güzelleştirdiği gibi. Şehvet,aşk haline geldikten sonra artık insanlar arasında yarış başlamış ve beyinler, muhayyeleler gerçekte olan güzellerle kanmayarak onları icad etmek yoluna gitmiştir. Sevgiliyi aşık yaratır,sonra tapar. Onda eşsiz güzellikler , büyüklükler bulur. Aslında alelade bir kız veya kadındır,ama Mecnun’un Leyla’yı görüşü gibi onu ilahlaştırdıkça artık aşk denilen tezahür başlamıştır. Bununla beraber aşk lüzumlu bir şeydir.

Selim Pusat’ın ilgisi artıyordu. Sordu.

- Neden?

- Yaşamayı tatlı bir hale getirdiği, ihtiras olduğu için lüzumludur.İhtiraslar çok defa parlak ve olumlu neticeler doğurur. Siyasette , ilimde, sanatta ihtiras olmasa belki de bugünkü medeniyet olmazdı. Aşk bir nevi anormal duygudur,aşıklar da anormal hastalardır,ama ruh hekimliği bakımından her büyük insan da az çok anormal sayılır. Bütün insanlar tam normal olsa insanların akıllı ve şuurlu hayvanlardan farkı kalmaz.

Cezmi bir ara susarak Selim Pusat’a baktı. Sözlerinin onda nasıl bir tesir uyandırdığını anlamak istiyordu. Sonra onun ruh yapısını bilmekten doğan bir davranışla sözü askerliğe getirdi:

- Örnek olarak askerliği de alabiliriz. Savaşlar aslında öldürücü, yıkıcı, ızdıraplı şeylerdir. Fakat medeniyetin de, tekniğin de,ahlakın da,disiplinin de anası savaşlardır. Fedakarlık ruhunu bileyerek insanları bencil,yani hayvan olmaktan kurtarır. Kazanmak için itaatin şart olduğunu öğreterek toplulukların disipline girmesini,yani üstün insan olmasını sağlar. Savaş olmasa yeryüzünde milletler değil, hırsız çeteleri türeyecek ve insanı hayvandan ayıran erdemler doğmayacaktı. Yani şunu demek istiyorum ki, yakışıksız ve çirkin gözüken bazı şeyler gerçekte faydalıdır, ama insanların çoğu o faydayı kavrayamaz. Çocuk, canı yandığı için aşıyı faydasız bulup ondan kaçar. Aklı başında pek çok kimse kendi hayatını kurtaracak ameliyattan ürküp yaptırmaz. Aşk da öyle… Aşk olmasaydı erkek-dişi ilişkileri bayağı bir çiftleşmeden ibaret kalacaktı.

Selim Pusat, doktor arkadaşının sözleriyle şimdiye kadar aklının ucundan bile geçmeyen bir konu ile temasa gelmiş ve hiç bilmediği şeyleri öğrenmişti. Hiç işitmediği acayip bir hayvan,yahut çiçek görmüş, tasavvurunda olmayan bir ülkeye girmiş insanların ruh hali içindeydi. Gönlünde huzursuzluk gibi bir şey vardı. Ciddi bir tavırla:

- “Dünyanın temeline dinamit doldurup fitili ateşledin” dedi.

Cezmi de aynı ciddi tavırla sordu:

- Anlamadım. Neden?

- Şundan: Aşk bir şehvet. Şehvet de vuslatla sönen bir duygu. Öyleyse insanlar zevcelerine boyuna ihanet edeceklerdir. Böyle bir dünyada zevk kalır mı?

Cezmi gülümsedi:

- İnsanların çözemeyecekleri problem olarak da galiba yalnız bu kalacaktır. İnsanların zevcelerine boyuna ihanet edecek olması seni ürkütmesin. Zaten insanlığın bugünkü manzarası nedir? Hatta bu ihanet karşılıklı değil mi?

Cezmi ayağa kalkmıştı:

- Eskiden beri adetin değildir, ama birkaç hafta gazetelerin polis vak’alarını dikkatle okursan söylediklerime hak verecek çok ilgi çekici örnekler bulursun. Bunların çoğu sevgili yaratmak içgüdüsünden doğar. Bir prensesin avamdan bir erkekle, yaşlı bir erkeğin körpe bir kızla sevişmesi gibi hadiseler seni önce şaşırtacak, sonra bunlara alışacaksın. Hatta sen bile,bu kadar ciddi karakterde olduğun, askerlik dışında hiçbir konuya aldırış etmediğin halde günün birinde kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevebilirsin…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
19. BÖLÜM


Hastalığının beşinci günü Selim Pusat yataktan kalkmıştı. Fakat öyle güçsüzdü ki, büyük odada o pek sevdiği yürümesini yapamıyor, yalnız oturuyordu.

Perhiz, ateş ve iştahsızlık bir insanı bu kadar çökertmiş olamazdı. Onu asıl vuran o Yek adlı mel’unun, sonra Doktor Key’in,arkadaşı Cezmi Oğuz’un ağız birliği etmiş gibi aynı şeyleri söylemesiydi. Hele Yek’le Cezmi Oğuz bir de rakam vermişlerdi: Senden yirmi beş yaş küçük bir kız…

Selim Pusat zihninde birkaç kere aynı hesabı yaptı. Kırk üç yaşındaydı. Lisenin son sınıfında olan bir kız,okula yedi yaşında başlasa,sınıf kaybetmemek şartıyla son sınıfa on sekiz yaşında gelirdi. Yani kırk üç yaşındaki bir erkekten yirmi beş yaş küçük olarak… Bir hesap bu kadar tutabilirdi.

Fakat ne çıkar? Kendisi o kıza aşık değildi ki… Birdenbire içinde bir ferahlık dudu. Sinirleri bozulmuş olduğu için söylenenlerin tesirinde kalmış, tahminleri, faraziyeleri gerçek gibi görmüştü.

Selim, böylece vicdanı ile muhasebe yaparken Ayşe odaya girdi.

Son günlerde bir şey Selim’in dikkatini çekmişti. Ayşe kendisine, şimdiye kadar görmeye alışmadığı şekilde ısrarla bakıyordu. Bu bakış dostça veya düşmanca değil, insanın içini okumak isteyen meraklı bir bakıştı.

İşte şimdi yine öyle bakıyor, bu bakış Selim’i rahatsız ediyordu. Ayşe gözlerini ondan ayırmadan:

- Yarın kızlar seni ziyaret gelecek, dedi ve Selim,içini büyük bir sıkıntının kapladığını duydu:

- Geçmiş olsun demek için mi?

- Hem öyle, hem de…

Ayşe sözünü tamamlamadı. Selim de ne olduğunu sormadı. Çünkü Ayşe’nin bakışlarına artık öfkelenmeye başlamıştı. Soğuk bir tavırla:

- Buyursunlar, dedi ve başını pencereye çevirerek Ayşe’nin varlığından habersizmiş gibi dış manzarayı seyre başladı.

* * *



Ertesi gün sıcak bir ikindi zamanı, kapı çalınca Pusat ürperdiğini hissetti. Ne oluyordu? Nihayet üç tane çocuk geliyordu. Öyleyse heyecana benzeyen bu hal, bu ürperiş neydi? Kendi kendisine kızdı. İnsanın kendi kendisine kızmasının ne berbat şey olduğunu tecrübeyle biliyordu.

Kızlar içeriye girerken ayağa kalktığı zaman hiçbir şey göremedi. Işık Kızlar gözlerini mi kamaştırmıştı? Belki kamaştıracaklardı ama Selim doktorun tavsiyesini unutarak, askerlikten kalma alışkanlıkla , ayağa sert bir hareketle kalkmış ve yüksek tansiyon dolaysıyla bir an için gözleri dumanlanarak çevreyi görmez olmuştu. Duman sıyrıldığı zaman karşısında Aydolu ile Nurkan gülümseyerek duruyor ve “Geçmiş o0lsun efendim” diyorlardı.

Güntülü onların arkasındaydı. Arkadaşları gibi gülümseyerek değil,yırtıcı bakışlarla bakıyordu. Selim’in önüne geldiği zaman onlar gibi elini uzatmadı; fakat gönül alıcı kelimeleri, Selim’in çok iyi tanıdığı bir ahenkle sıraladı:

- Çabuk iyileşmeseydiniz çok üzülecektik.

Selim, nedense Ayşe’ye bakarak her zamanki alaycılığı ile karşılık verdi:

- Demek bu dünyada benim için üzülenler de varmış.

Güntülü’nün yırtıcılığı artmıştı:

- Elbette vardır, ama ben başka bir bakımdan üzüleceğimizi anlatmak istemiştim.

Bir an odada derin bir sessizlik oldu. Selim yeniden ürperti dudu. Bu Allah’ın belası kendisini kızdırmak için mi gelmişti? Zayıf haline, solgun benzine rağmen çok dik bir tonla:

- Üzülmediğinize göre mesele yok, dedi.

Güntülü bu sertliğe hiç aldırmadı:

- Kendimizi size biraz beğendirmek istiyoruz, diye başladı. Bizden hiç hoşlanmadığınızı, değer vermediğinizi biliyoruz. Şimdi elimize bir fırsat geçti. Öbür gün okulumuzda veda çayı ve töreni var. Sizi davet etmeye geldik.

Bir zarf uzattı. Pusat’ın zarfa bakışlarında hiç de saklanmayan bir küçümseme vardı:

- Nutuklar söyleyip, şiirler mi okuyacaksınız?

- Jimnastik gösterileri de yapacağız. Bazıları askerliğe de yarayan beden hareketleri olacak.

Selim bu konuşmalar sırasında kıvamını bulmuştu. Alaylarına başladı:

- Geçit resmi de yapacak mısınız?

- Evet!

- İşte bunu görmek için geleceğim. Kim bilir nasıl bir geçit resmi olacak!

- Beğeneceksiniz. Sizi selamlayarak geçmek için yerinizi ön sırada ayırdık. Ama kendimizi yinede beğendiremezsek bahçemizi mutlaka seveceksiniz. Tam istediğiniz gibi ağaçlar ve yeşilliklerle dolu, huzur erici bir yerdir.

* * *



Son sınıfın veda törenini yapacağı Pazar günü hava çok sıcaktı. Ayşe, kayıtsız görünen Selim’in bu güne istekle hazırlandığını anlamıştı. Hastalığı geçmiş,rapor süresi dolmuştu. Yarın da tekrar göreve başlayacaktı.

Okulun bahçe kapısında izci kılıklı veya jimnastik elbiseli bir çok kız mihmandarlık ediyordu. Ayşe’ye büyük bir saygı gösterdiler ve bazıları birbirlerine Selim hakkında bir şeyler fısıldadılar. Birkaç adım sonra ikisini Nurkan ile Aydolu karşıladı. Atlet giyimleri onlara çok yakışmıştı. Bu kızların o kadar nazik bir gülümseyişleri vardı ki,Pusat’a garip bir şey düşündürdü. İçinden “Dünyadaki bütün kızlar bu tılsımlı gülümseyişle gülse insanlar bahtiyar olurdu” dedi. Sonra hemen bu romantizmden sıyrılarak Ayşe’nin gözünden kaçmayan bir rahatlıkla:

- Güntülü nerede? diye sordu.

- Şurada efendim…

İki genç kız yirmi adım kadar ileride bir ağacı gösteriyordu. Güntülü orada tek başına, ellerini arkasına kavuşturmuş olduğu halde ağaca dayanarak duruyor, iki gün önce Selim’i davete geldikleri zamanki yırtıcılığından eser kalmamış olan utangaç ve çekingen bakışlarla kendilerine bakıyordu.

Bu sırada Ayşe’nin hiç beklemediği bir şey oldu. Selim, kendisini beklemeden Güntülü’ye doğru yürümeye başladı ve Ayşe,hoşnutsuzluğunu gizlemeye çalışarak, yanında iki öğrencisi olduğu halde onu takip etti. Selim, Güntülü’nün elini sıkarken azarlar gibi sordu:

- Niçin bizi daha ileride karşılamadınız?

İki gün önceki parsın yerinde şimdi bir ceylan vardı. Çekingen bakışlı gözlerini Selim’in sert bakışlarında tutmaya çalışarak özür diler gibi:

- Sizi burada bekledim efendim, dedi ve Selim bu sesi,bu bakışı ve onlardan daha çok ağaca bu dayanışı tekrar hatırladı,yine içi ızdırapla doldu. Buna benzer bir sahne bir defa daha geçmişti. İşte onun nerede ve ne zaman olduğunu bulamamak Pusat’ı öldürüyordu. Kendini kaybetmiş gibiydi. Dumanlar dağıldığı,kendisine geldiği zaman kademeli iskemlelerin sıralandığı bir yerde,yanında Ayşe olduğu halde ön sırada oturduğunu gördü. Müdür konuşuyordu. Selim bu çeşit basmakalıp konuşmalardan tiksinirdi. Hele bu kadının, Ayşe’ye karşı duygularını bildiği için neler söylediğinin farkına varmadan,nefretle bakıyor,onu çok çirkin ve iğrenç buluyordu. Kendisine çok uzun gelen konuşmanın bittiğini alkışlardan anladı ve “Acaba ne söyledi de alkışladılar” diye düşündü. Sonra ne olacağını öğrenmek için elindeki davetiyeye bakınca garip bir heyecan duydu. Şimdi öğrenciler adına Güntülü konuşacaktı. Birden tam karşısında,yine bir ağacın yanında,elinde bir kağıt olduğu halde duran Güntülü’nün oldukça heyecanla kendisine baktığını gördü ve asık suratında belli belirsiz bir gülümseme görüldü. Bunu yalnız Güntülü ve Ayşe görmüştü.

Genç kız neler söylüyordu? Pusat söylenenlerin manasını değil, yalnız ahengini anlıyor, bu sesin Çamlı Koru’da duyduğu meçhul kadın sesi olduğunu işittikçe kendisinden uzaklaşıp çok uzaklara gidiyordu. Ön sıraya oturdukları dakikadan beri kendisini dikkatle kontrol eden Ayşe,Selim’de garip hal olduğunun farkındaydı. Gözlerini Güntülü’ye dikmiş olduğu halde onu görmediğini de anlamıştı. Öyleyse böyle bütün ruh ve gönlü ile neden dinliyordu?

Güntülü bütün bu sıkıntılarına rağmen okuldaki hayatlarının “Hayalden bile üstün ve derin” bir zevkle geçtiğini söylerken Selim irkildi ve Çamlı Koru’ya giderlerken Güntülü’nün kendisine okuduğu şiiri hatırladı:

Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu ölsen bile asla açamazsın…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Şimdi Güntülü, konuşmasını tamamiyle Selim Pusat’a bakarak yaparken bakışları yine vahşileşmişti. Artık Selim onun sesini de duymuyor, yalnız korkunç güzellikteki gözlerine bakıyordu. Ayşe bu bakışmadan rahatsız olmuştu. Fakat birkaç saniye sonra bu rahatsızlık büyük bir şaşkınlık içinde kayboldu. Çünkü konuşma bittiği zaman Güntülü’yü aşırı gösterilerle alkışlayan talebeler ve hocalık dolayısıyla buna katılan öğretmenlerden başka Selim Pusta da herhalde ömründe ilk defa birisini alkışlıyor, Güntülü de başıyla selam vererek bu alkışa teşekkür ediyordu.
Ayşe, bu yürüyüşü Selim’in hiç beğenmediğini,onun için kaşlarının çatılıp sert baktığını anladı. Aslında Selim sert değil, kırgın bakıyordu. Genç kızlar tarafından yapılsa bile, askeri bir tören bu kadar kepaze edilebilir miydi? Geçit resmi nihayet askeri bir yürüyüştü ve askerlere yakışır şekilde yapılmalıydı.

Beyninde düşünceler birbirini kovalar ve bunun tartışması yapılırken birdenbire dalgınlığından kurtularak gözlerini geçişe dikti: Son sınıf atlet kılığı ile geçiyordu. Hangi mucize olmuştu da yürüyüş kıvamına girmiş, yoksa kızlara perinin sihirli değneği mi dokunmuştu? Bu yürüyüş güzel, belki de çok güzeldi.

Işık kızlar son mangada idiler. Niçin diye kendi kendine soran Selim,cevabını bulmakta gecikmedi: Önde edebiyat şubesi öğrencileri vardı,fenciler arkada kalmışlardı.

Son manganın birinci sırasında Güntülü, Aydolu ve Nurkan yan yana idiler. Dirsek temasını kaybetmeden yürüyüşleri, selam için baş çevirişleri askerce olmuştu. Selim’in dört beş adım önünden geçiyorlardı. Kızların yüzleri ciddi olmakla beraber gözlerinin içi gülüyordu.

Deminden beri onu göz hapsinde tutan Ayşe,birdenbire Selim’in suratının asıldığını,adeta hakarete uğramış gibi öfkelendiğini görerek yavaşça “Ne oluyorsun?” diye sordu.

Soru cevapsız kalmış ve geçit resmi bitmişti.

Atletik gösteriler ve ritmik hareketler başlıyordu. Bütün davetlilerin merakla ve beğenerek seyrettikleri bu program parçasını Selim’e görmedi.

Bir aralık,normal okul kıyafetini giymiş Güntülü’nün belirerek "Çaya buyurun” demesine kadar ne hareketler yapıldığının,kaç dakika geçtiğinin farkında olmadı.

Masalarda bol bisküvi ve pasta bulunuyordu,izciler bardaklara çay koyuyordu. Güntülü en nazik gülümseyişiyle sordu:

- Geçit resmini nasıl buldunuz efendim ?

Pusat buna en sert tavrıyla cevap verdi:

- Siz olmasaydınız belki güzel olacaktı.

Ayşe şaşırarak söze karışmak için davranırken gülümseyişi kaybolmayan Güntülü büyük bir soğukkanlılıkla:

- Kusurum neydi efendim? diye sordu.

Pusat alaycılığını takınmıştı:

- Tek başına bir takımı bozan kahramanlar görülmüştür. Siz de galiba onlara nazire yaparak bugün tek başınıza bir geçit resmini bozdunuz!

Kalabalıkta başkalarının da işittiği bu sert edalı sözler üzerine Ayşe çıkıştı:

- Kızıma neden böyle söylüyorsun Selim? Ne yanlışı vardı ki sanki? Ben hiçbir eksiğini görmedim…

Selim Ayşe’ye döndü:

-Daha ne yapacaktı? Manga başında olduğu halde selam sahasına girince başını sağa çevirdi…

Ayşe bir şey anlamamıştı:

- Çevirirse ne olur? diye sordu.

- Bir şey olmaz. Geçit resmi bozulur.

Ayşe hala anlamamıştı. Güntülü hala gülümsüyordu. Selim devam etti:

- Başta bulunanlar, yanındakilerin hizayı koruması için baş çevirmez. Güntülü çevirdi.

Ayşe, Selim’in böyle bir kusuru asla hoş görmeyeceğini bildiği için sustu. Fakat Güntülü susmuyordu:

- Biliyorum efendim.

- Bilerek yapmak kusur olmaktan çıkarak suç olur. Neden böyle yaptınız?

- Söz vermiştim: Sizi selamlamak için…

Konuşmanın bu mecraya dökülmesi Ayşe’nin hoşuna gitmemişti. Selim, Ayşe’ye bakmamakta devam ederek cevap verdi:

- Beni bahtiyar ettiniz. Fakat sözünüzü tutmak için manganın başında bulunmayabilirdiniz.

- Ama o zaman daha uzaktan selam vermiş olacaktım.

Selim buna cevap vermedi. Sarhoş olmuştu. Deminden beri elinde tuttuğu çay bardağını şarap kadehi gibi kaldırarak:

- Şerefinize içiyorum, dedi.

* * *


Dönüyorlardı. Yakıcı bir güneş vardı. Selim’in yüzü iyice kızarmış, başı yine yanmaya başlamıştı. Tam yarın vazifeye başlayacakken yeniden hastalanmak çok tatsız, hatta utanç verici olacaktı. Elini yüzünde gezdirip sıcaklığı iyice duyduktan sonra:

- Beni galiba güneş çarptı, dedi.

Ayşe gayet durgundu. Selim’in yıllarca düşünse tahmin edemeyeceği bir cevap verdi:

- Seni güneş değil, gün çarptı.

Selim sarsılmıştı. Okuldan çıkalı beri solunda yürüdüğü halde dikkat etmediği birisi, kolundan tutarak çok yavaş bir sesle ilave etti:

- Sizi gün değil, Güntülü çarptı yüzbaşım!..

Hayretle başını çeviren Pusat, Yek’in iğrenç bakışlarıyla yüz yüze geldi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
20. BÖLÜM


İlk günleri büyük bir istekle yaptığı vazifesi Selim’e ağır ve sıkıcı gelmeye başlamıştı. Bunu önce büro arkadaşlarıyla olan ruh ve mizaç bağdaşmazlığına verdi. Fakat bunun zoraki bir yakıştırma olduğunu hemen anladı. Öyleyse neydi?

Acaba kendisinde henüz farkına varmadığı bir hastalık mı vardı? Zaman zaman çok eski çağları hatırlar gibi olması, içinde o zaman yaşamış olduğu hakkında garip duygular belirmesi,bunları hatırlarken anlatılmaz ve anlaşılmaz bir acı ile çıldıracak hale gelmesi hastalıktan başka ne olabilirdi?

Bir zamandır Ayşe’nin kendisine karşı değiştiği de bir gerçekti. Görünürde bir şey yoktu. Ayşe bir şikayet veya tenkitte bulunmamıştı. Ama Selim bir şeyler olduğunu seziyordu.

Artık çalışma odasındaki yürüyüşlerini de bırakmıştı. İçkinin yasak edilmesi enerjisinin bir kısmını alıp götürmüş, eskisine göre çok halsiz olduğunu anlamıştı.

Bir akşam Ayşe, masasında imtihan kağıtlarını düzeltirken Selim de kendi masasında harb tarihi kitabına bakıyordu. Okumuyordu. Yine dalmıştı. Not kağıdına, ne yazdığının farkında olmadan bir şeyler karalıyordu. Bir aralık dalgınlıktan kurtularak kağıda baktı. Büyük harflerle “KEY” yazmıştı. O anda kendisini şeytan mı dürttü, nedir, bunu sağdan okudu. “YEK” oluyordu. Aklına uğursuz Yek’le ona tıpatıp benzeyen Doktor Key gelince harflerin bu hokkabazlığına hayret etti ve ani bir merakla Ayşe’ye sordu:

- Key ne demek?

Ayşe onun beklenmedik sorularına, sözlerine alışıktı:

- Çok iyi manasına gelir.

- Ya yek?

- Kötü ruh demektir.

- Yani?

- Yani şeytan!

Pusat çok şaşırmıştı:

- Şeytan mı diye adeta kekeledi.

- Evet!

- Bunlar hangi dilde bu manalara geliyor.

- Eski Türk lehçelerinde…

Selim kalkarak gezinmeye başladı. Düşüncesini Yek üzerinde yoğunlaştırarak onu ilk gördüğü andan bu yana olanları hatırladı: İlk karşılaştıkları gece “Kendinden yirmi beş yaş küçük bir kıza aşık olacağını Levh-i Mahfuz’da gördüm” demiş, Leyla’nın tahtın varisi olduğunu söylemişti. Başka bir gece onu evlerinin önünden geçerken görmüş, biraz sonra da Yek imzasıyla Erzurum’dan üç saat önce çekilmiş bir telgraf almıştı. Bunda Leyla’nın hakiki adının Hanzade olduğu haberi vardı. Nurkan’ın piyanosunu dinlediği gece düştüğü yerden onu Yek kaldırmış, sonra tıpkı bir asker gibi yürüyerek ayrılmıştı.

Bütün bunlar ancak şeytanın işi olabilirdi. Şimdi Ayşe kendisine Yek’in şeytan demek olduğunu söylüyordu.

Din kitaplarındaki şeytanın varlığını kabul eden bir kimse olsa şeytanın kendisine musallat olduğuna inanacaktı. Peki, bu tesadüfler neydi? Yek kimdi?

O zaman Leyla’nın sözlerini hatırladı: O çok tehlikeli bir ajandır, demişti. Belki o prenses kendisine bazı ipuçları verebilirdi. Pusat bunu düşününce birdenbire Leyla’yı görmek için büyük bir istek duydu ve geç vakit bu istekle girdiği yatağında yarı uykusuz ve çok rahatsız bir uyku geçirdi.

Ertesi günü vazifesinden çıkıp da Hanzade’nin evine yönelirken kendisinde dün geceki istek kalmamıştı. Leyla’dan hoşlanıyor, fakat çekiniyordu da. Bir prenses olduğu için ona saygı duyuyor,bu saygı kendisini bir takım kayıtlara zorluyordu. Bu kayıtlar, başkalarına karşı asla göstermediği değer vermeden doğuyordu. Onun yanında kendisini hür hissetmiyordu.

Pusat yıllardır insanları o kadar değersiz ve bayağı bulmaya alışmıştı ki, üstünlüğünü kabul ettiği birisiyle karşılaşmaktan rahatsız oluyordu. Hele bu birisi genç ve güzel bir kız olunca ona yaklaşmaktan adeta ürker hale geliyordu. Fakat Leyla’nın öyle de bir çekiciliği vardı ki, yakıcı alevin pervaneyi çekmesi gibi Pusat’ı kendisine yaklaştırıyordu.

Gülsafa Kalfa kapıyı açıp da “Buyrun Yüzbaşı Beğ” dediği zaman Selim adeta heyecanlıydı.

Bu ikinci gelişinde salonu daha şahane buldu. Leyla gelinceye kadar geçen birkaç saniyede hızla göz gezdirdiği duvarlarda çok süslemeli kılıçlar, bıçaklardan başka Fatih’in bir tablosu,kim olduğunu bilmediği bir padişah veya şehzadenin resmi dikkatine çarptı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son sınırlara vardığı zamanı gösteren bir harita ilgisini çekti.

Leyla geliyordu. Kalkarak ona doğru birkaç adım yürüdükten sonra tam askerce bir duruşla selamladı ve elini öperek yine dimdik bir vaziyette bekledi.

Leyla, Selim’e çok tesir eden gülümseyişle:

- Sizi daha önce bekliyordum, dedi ve yer gösterdikten sonra “Niçin solgunsunuz? Rahatsız mısınız?” diye sordu.

Pusat, konuşmanın bu konuya geleceğini aklına getirmemişti. Kısaca:

- Birkaç gün hasta yattım, diye cevap verdi.

- Ne idi?

- Bilmiyorum.

- Doktor bir isim vermedi mi?

- Ruhidir dedi.

Selim bu “ruhi” kelimesini söyler söylemez iyi etmedim diye düşündü. Leyla ciddileşmişti.:

- Gizlemeye çalıştığınız bir sıkıntı olduğu belliydi,diye söze başladı. Bunu başınızdan geçenlere vermeyi isabetli buluyorum. Büyük darbelere uğradınız,ama zaman ve dayanıklılığınız sayesinde bunları geçiştirdiğinize inanıyorum. Ayşe Hoca Hanım’la herhalde iyi geçiniyorsunuz. Bunun dışında sizi bedbaht eden sebep ne olabilir? Acaba yasak bir sevgiyle mi yaralısınız?

Selim sert bir sesle sordu:

- Bunu nereden çıkardınız?

Leyla sakin, fakat çok tesirli konuşuyordu:

- Üzüntünüzden, doktorun teşhisinden ve Işık Kızlar’dan bahsederken yüzünüzde beliren çizgilerden…

Bunu başka biri söyleseydi Selim hemen hücuma geçer, alaya başlardı. Bu sefer bunu yapmadı ve sustu.

Sustu, fakat içinden itiraf etti. Leyla doğru söylüyordu. Şimdiye kadar bu gerçeği kendi vicdanına bile söylememiş,böyle bir gerçeğin varlığını dahi kabul etmemişti. Şu anda onu bir prenses söyleyince artık daha fazla saklamakta mana kalmıyordu. Ayşe’nin, Yek’in söylediği doğru olmasa bile Leyla’nınki doğru idi: Selim Pusat Güntülü’yü sevmişti.

Şimdi ikisi de susarken düşünüyor, Ayşe’nin son zamanlardaki değişikliğinin sebebini kavrıyordu.Demek ki başkaları Selim’i kendisinden daha iyi anlıyordu. Demek ki sır olması gereken bu sevgiyi saklayamamıştı. Bu hükmü verince yine yüzünün yanmaya başladığını duydu ve Leyla’ya bir şey söylemek üzere iken Gülsafa Kalfa tekerlekli masasıyla içeri girdi.

Selim bu güzel, demli çayın tadını alamıyordu. Leyla da düşünceye dalmış, adeta misafirinin varlığını unutmuştu

Akşamın loşluğu başlıyordu.

Söze başlayan Leyla oldu:

- Hangisini seviyorsunuz?

- En vahşisini…

- Iztırabınız bundan mı?

- Hayır!

- Ya neden?

- Anlatılmaz bir şey. İçimde onu çok eskiden tanıyormuşum gibi bir duygu var.

Leyla yine daldı. Çayını yudumlarken gözleri duvardaki Osmanlı İmparatorluğu haritasına takılmıştı. Bir ara dalgın kaldıktan sonra:

- Bu duygu, sevginizin şiddetinden olmasın?, diye sordu.

- Sanmıyorum. Bu duygu Güntülü’yü tanımadan önce de vardı.

- Güntülü mü dediniz? Ne güzel bir adı var. Demek bu güzel ve duyulmamış adın sahibi yırtıcı bir kız…

Selim, acı bir bakışla Leyla’ya baktıktan sonra sustu. Bu konuyu kapatmak istiyor, fakat öteki bırakmak bırakmıyordu:

- Kimin kızı?

Pusat şaşırdı. Hafızasını yokladı. Ayşe’nin Işık Kızlar’dan bahseden sözlerini hatırlamaya çalıştı. Aydolu’nun mühendis, Nurkan’ın tüccar kızı olduğunu işitmişti. Fakat Güntülü’nün babasından söz edildiğini duymamıştı. Bezginlik içinde:

- Bilmiyorum, diye cevap verdi.

Leyla çok kibar bir gülümseyişle Pusat’a baktıktan sonra:

- Demek sevgi sizi o kadar sarmış ki, Güntülü’nün kendisinden başka herhangi bir şeyi düşünmek imkanını bulamamışsınız, dedi.

Bu söz doğruydu. Fakat Selim, mahremiyetinin bu kadar didiklenmesinden hoşlanmamıştı:

- Prensesim, dedi. “Bu,öyle üzerinde durulacak bir mesele olmadığına göre kapatsak olmaz mı?”

Leyla yine gülümsedi:

- Olur mu? Siz benim için herhangi bir kimse değil ki bunu kapatalım. Size ıztırap veren bir şey var. Dost olduğumuza göre bu ıztırabı yok etmeye çalışmak benim vazifem değil mi?

Pusat yine kendisine kızmaya başlamıştı. Karşısındaki, Leyla gibi şahane bir prenses de olsa derdini, zaafını ona anlatmak ömür boyunca bugüne kadar güttüğü prensipleri hiçe saymak oluyordu. Leyla şimdi onun bu çaresiz haline bakıp yardım etmek istediğini söylüyordu. Selim’e göre yardım ancak savaşta, güç durumda kalan birine yapılması gereken bir vazife olabilirdi. Evli bir adamın genç bir kıza duyduğu aşkın çaresini başka bir genç kız bulacaktı. Birdenbire bunaldığını hissetti. Yüzü kıpkırmızı oldu. Odanın loşluğu içinde bunu gören Leyla sordu:

- Yüzünüz neden kırmızılaştı. Sizi sıkmış olsam bile bu konuyu kapatmayacağım Selim Beğ. Sizin hiç kimseden hiçbir yardım istemeyeceğinizi biliyorum. Fakat siz benim için herhangi birisi değilim. Öyle değil mi?

- Evet.

-O halde bunu kurcalamam sizi sıkmasın. Üzüntülü, bezgin anlarımda sizden gördüğüm yardımın karşılığının biraz da olsa verebilmek için bu meseleyle ilgilenmeme müsaadeniz rica ederim.

- Bu türlü konuşmanızla beni utandırıyorsunuz prensesim. Her ne buyurursanız emrinizdeyim…

Uzun bir sessizlik daha oldu. Şimdi salon pırıl pırıl ışıklar içindeydi. Tekerlekli masayı götüren Gülsafa Kalfa, Leyla’nın işaretiyle elektrikleri yakmıştı.

Pusat’taki sinir gerginliği yatışmıştı. Burada insanı gönül rahatlığına kavuşturan bir hava vardı. Belki de Leyla’nın asil ve şahane yüzü ile kibar tavırları bu havayı yaratıyordu. Vaktiyle Leyla üzerinde konuşurken Ayşe de çok kibar olduğu için prenses dendiğini, bu tavrı ile öğretmenlere bile saygı telkin ettiğini söylemişti. Doğru idi.

Leyla düşünüyordu, düşünürken de başka türlü güzeldi. Pusat onu incelemek ve Güntülü ile ölçüştürmek fırsatını bulmuştu. Öfkeli ve melankolik gecelerinde onun bu güzelliğinin farkına varmış olduğunu anlıyordu. Fakat Güntülü ile karşılaştırınca mesele çatallaşıyordu. İkisi, başka başka alemlerin güzelleriydi. Güntülü’yü Nurkan veya Aydolu ile mukayese etmek olabilirdi. Fakat Leyla’ ile bunu yapmaya imken yoktu.

Selim bunları düşünerek prensesin güzelliğini seyrederken birdenbire dalgınlığından kurtulan Leyla, Selim’e bakarak gülümsedi ve:

- Beni Güntülü ile mukayese mi ediyorsunuz?, diye sordu.

Selim şaşırmış görünmedi ama adamakıllı şaşırdı ve “İçimden geçenler, yüzümden bu kadar açık seçik belli oluyor mu?”, diye düşündü. Leyla’da kendi güzelliğine tam bir güven olduğu anlaşılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bunda haklıydı.

- İyi bildiniz prensesim, dedi. Fakat mukayeseyi yapamadım. Çünkü aynı cinsten değilsiniz.

Leyla yine gülümsedi ve Selim “Prenses,silahını iyi kullanıyor” diye düşündü. Bu gülümseyiş, bir erkek için korkunç bir şeydi ve buna dayanmak her yiğidin işi değildi. Bundan dolayıdır ki, buraya Yek hakkında konuşmak için geldiği halde onun adını bile anmamış, kendisini Leyla’nın büyüsüne kaptırmıştı. Çok genç görünüyordu. Onu Çamlı Koru’da gördüğü ilk gece liseli bir kız sanmıştı. Yaşını öğrenmek düşüncesiyle:

- Kaç yıldır öğretmenlik yapıyorsunuz?, diye sordu. Leyla tekrar gülümseyerek:

- Yirmi sekiz yaşındayım yüzbaşım, diye cevap verdi.

Selim’in Leyla’ya bakışlarında şimdi hüzün doluydu. Gönlündekiler keşfolunca içine kapanmış ve esas tabiatı haline gelen hüzne dönmüştü.

Leyla gayet ciddileşerek konuşmaya başladı:

- Selim Beğ! Sizi beş yıl önce tanıdığım zaman ruhunuzda hüzünden eser yoktu. Yeni öğretmendim. Hayatımın güç anlarını yaşıyor, hatta tehlikeler içinde bulunuyordum. Ayşe Hoca Hanım bizi tanıştırdığı zaman henüz kralcı olduğunuzu bilmiyordum. Fakat bana güven vermiştiniz. Başınızdan geçenlerden sonra kralcı olduğunuzu hesaba katarak sizinle dost olabileceğinizi düşündüm. Çamlı Koru’da beni azarlarken bile sizi kendime yakın ve güvenilir bir insan olarak gördüm. Şimdi daha iyi tanıyor ve desteğiniz olmak istiyorum. Sizi Güntülü’nün pençesinden kurtarmak için bir çare bulmam lazım. Düşüneceğim. Ama siz bir çare biliyorsanız ve bana bir vazife düşüyorsa söyleyin, hemen tatbik edelim.

Şahane prensesin gönülden gelen sözleri Pusat’ın içindeki hüznü dağıtmıştı. Demek ki, o da dost kalbe muhtaçtı:

- Prensesim, dedi. Bunun klasik tek bir çaresi vardır. Fakat o çare de hemen daima nazari kalmıştır.

- Nedir?

- Işığı bastıracak daha parlak bir ışık…

- Öyle bir ışık var mı?

- Var. Fakat o kadar yüksekte ki, düşünmek bile çılgınlık olur.

Leyla gözlerini Pusat’a dikerek birkaç saniye baktı. Sonra kendisini dayanılmaz derecede güzelleştiren gülümseyişiyle:

- Müsaade ediyorum. Beni sevebilirsiniz, dedi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
21. BÖLÜM


Selim,uzun ve güzel bir rüya görmüş insanlara benziyor, rüyanın tesirini üstünden atamıyordu.


Tosun resimli dergiye bakarak oyalanırken o da okumak için aldığı kitabın aynı sayfasına gözlerine dikmiş, zamanı öldürüyordu. Bir aralık, elinde dergiyle babasına yaklaşan çocuk, yaşının sevimli saflığı ile sordu:

- Baba! Bu bebek hasta mı?

Bir reklam resmini gösteriyordu. Tombul bir çocuk,reklamı yapılan bisküviyi isteyerek ağlıyordu. Selim:

- Hasta değil, acıkmış, diye cevap verdi.

Tosun, babasının sözünü kabul etmedi:

- Ama ağlıyor.

Tosun’da bir bilmişlik hali vardı:

- Açlar ağlamaz. Hastalar ağlar.

- Nereden biliyorsun?

- Annem söyledi.

Tosun’un cevabı Selim’i birdenbire ilgilendirdi. Dikkatle Tosun’a bakarak sordu:

- Annen ne söyledi?

- Annem hasta olduğu için ağladı.

- Ne zaman?

- Her zaman…

Selim kaşlarını çattı. Tosun “her zaman” diyerek şüphesiz “birkaç defa” yahut “birçok kere” demek istiyordu. O zaman Selim, son zamanlarda Ayşe’de görülen değişikliğin iç yüzünü anlar gibi oldu. Hasta olsa şüphesiz Selim’in bundan haberi olacaktı. Demek ki ağlamış, ağladığını Tosun görüp, sormuş o da hasta olduğum için ağlıyorum demişti. Şu halde Ayşe, Selim’in iç dünyasındaki fırtınayı biliyordu. Zaten bilmese, veda töreni dönüşünde “Seni gün çarptı” der miydi? Pusat birdenbire yüreğinin sızladığını duydu ve suç işlemiş insanların ruh durumu içinde pencereden ufuklara doğru baktı.

Mırıldanır gibi “Ben böyle mi olacaktım?”, dedi. Arkasından yine öylece “Niçin böyle oldum?”, diye sordu.

Artık güç anlarda bir kurmay gibi doğru ve çabuk karar veremiyordu. Kalktı. Gezinmeye başladı.

Ne kadar gezindiğinin farkında değildi. Ayşe’nin gelmesiyle duraksadı. Ona bir şeyler söylemek, gönül alıcı bir davranışta bulunmak istiyordu. Fakat hiçbir şey yapamadı. Ayşe’nin selamına gayet soğuk bir karşılık verdikten sonra odada yürümesine devam etti.

Çocukluğundan beri böyleydi. Tarziye vermek, gönül almak elinden gelmiyordu. Bunu bir gurur meselesi yaptığı için değil,elinden gelmediği için böyle davranıyordu. Ayşe’yi incitmiş olmaktan büyük bir azap duyuyordu da yanlışını düzeltmek için tek bir söz söyleyemiyordu. Şu anda,ömründe ilk olarak,böyle yapmanın yakışıksız bir hareket olduğunu düşünüp kendi kendisine kızdı. Odada yürürken beyninde karanlık ve karışık bir dalgalanma olduğunu hissetti. Bu sıkıntılı duyguyu çözmeye çalışıyordu. Çözdü de…

O mendebur Yek “Kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı seveceksin” demiş ve o zaman Yek’le alay eden Selim onun söylediği hale düşmüştü.

O akşam Selim yemeye oturmadı. Ayşe’nin de yemediği dikkatini çekti. Geceleyin Ayşe mutad dışında çok erken yattı.

Pusat yine kara kadere gömülmüş olduğu halde oturuyor,bazen odada biraz geziyor, arasıra bir kitap alıp karıştırıyor,vakit geçirmeye, iç sıkıntısından kurtulmaya uğraşıyordu.

Gece yarısı çoktan geçmişti. Hala oturuyordu. Şimdi önünde kalın bir albüm vardı. Son yapraklardan biri açık olarak duruyor,Selim gözlerini yaprak başındaki resme dikmiş olduğu halde dikkatle bakıyordu. Baktığı köşeye Güntülü’nün resmi geçirilmişti. Liseyi bitirmek üzere iken çektirmiş, bir tanesini de sevgili hocası Ayşe’ye hediye etmişti.

Kızın muhteşem bir güzelliği vardı. Bakışlarında dişi parsın yırtıcılığı ile inceliğin hüznü birleşmişti. Selim başlangıçta ona da herkese baktığı gibi umursamadan bakmış, hatta bazı düşünceleri için çıkışmış,alay etmişti. Fakat o bunlara hiç aldırmamıştı. İlk ziyaretlerinde Selim’i merakla incelemesi, Selim’in Eski Arkadaşlar marşından hoşlandığını bir takım tahminlere dayanarak bilmesi, kendisine “ sizin gibi fırtınalı bir hayat yaşamış bir asker” demesi ile Selim’in ilgisini çekmeyi başarmıştı. Selim, Güntülü’nün gözlerini tanımıştı. Fakat nerede tanıdığını hatırlamamak kendisini çileden çıkarıyordu.

Huzur Çayhanesine gittikleri zaman da Güntülü yine kendisini tetkik etmiş, Selim onunla göz göze gelince yine,çok eskiden tanıdığı bu kızı hatırlamak için ıztırap çekmişti. Orada tartışmışlardı. O arada kızın sesi Çamlı Koru’da o görünmeyen, esrarlı kadının sesine çok benzemişti. Ya hele Huzur Çayhanesi’nden Çamlı Koru’ya gidiş. Yolda Güntülü’nün okuduğu şiir ve şiiri okurken sesinde yükselen öldürücü ahenk… Ve sonra Selim’ bin yıl, iki bin yıldan beri yaşadığını söylemesi,ben de o zamandan beri yaşıyorum demesi ve “Ben o zaman ok atılmayanlardan biriydim” diye tamamlaması… Bütün bunlar kendisini Selim’e sevdirmek için birer sebep değil miydi?

Selim gözlerinden perde kalkan bir insan gibi gerçekleri görmeye başlıyordu. Artık hiçbir şüphesi kalmamıştı. Güntülü,aşk konusunu şuuraltına atmış bulunan Selim’ karşı taaruza geçmiş,hem güzelliğini, hem zekasını kullanarak kendisini zorla,evet zorla sevdirmişti.

Fakat bunu niçin yapmıştı?

Pusat resme dikkatle bakıyordu. O kadar canlı idi ki,neredeyse konuşacak gibi geliyordu. Selim,içinde bir öfkenin kabardığını sezinledi. Hem Güntülü’ye hem de böyle bir zaaf gösterdiği için kendisine kızıyordu. Fakat bütün bu öfkeye rağmen gittikçe artan bir ilgi ile resme bakmaya devam ediyordu. Kız, saatlerce bakılacak kadar güzeldi.

Bu sefer Güntülü’yü Leyla ile ölçüştürmek istedi. Olmuyordu. Hakikaten başka dünyaların varlıklarıydı.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu;birden yanı başında bir el uzanarak albümün yaprağını çevirdi. Güntülü’nün resmi arkada kaldı. Şimdi üstte olan sayfanın başında Ayşe’nin resmi vardı. Selim,yaprağı çeviren kim diye başını kaldırınca karşısında arkadaşı Şeref’i gördü. Hüzünlü bir gülümseyişle bakıyor ve Ayşe’nin resmini gösteriyordu.

Selim korkmadı. Şaşırmadı da. Hatta onu görünce sevindi. Yüzüne baktı. Şeref’in gözleri ıslaktı:

- Şeref, ağlıyor musun?, diye soru. Arkadaşı ceketinin düğmelerini çözerek açtı. Yüreğini gösterdi. Şeref’in kalbi kanıyordu. O zaman Pusat ciddileşti:

- Niçin Şeref, niçin?, diye sordu.

Şeref’in gözlerindeki ıslaklık artmıştı. Yavaş bir sesle:

- Hakkın yok Pusat, dedi. Yanaklarına iki damla yaş inerken devam etti:

- Sen böyle mi olacaktın?

Selim kıpkırmızı oldu. Albümü kapatarak etajere koyduktan sonra ayağa kalkarak:

- Iztırap çekiyorum Şeref, dedi.

Şeref’in gözlerinden yaşlar birbiri ardınca dökülüyordu:

- Bu ıztırap vaktiyle beraber çektiğimiz ıztıraptan daha mı büyük? Rütbelerimizden olduk. Askerliğimizden uzaklaştırıldık. İftiraya uğradık. Bunların yanında sevginin sözü mü olur?

Şeref sustu. Yüreğinin kanı,kapattığı ceketinin üstüne çıkıyor ve yarasını eliyle bastırıyordu. Selim derin bir üzüntüyle arkadaşının kanayan yarasına bakarak:

- Iztırabım yalnız sevgiden değil, diyebildi.

Şeref kesin bir ifadeyle cevap verdi:

- Biliyorum. Geçmişi hatırlayamadığın için ıztırap çekiyorsun. Seninle Tanrıkut Mete’nin ordusunda birer yüzbaşı değil miydik? Sen o zaman da aşk yüzünden Tanrıkut’un buyruğuna karşı gelerek, bugün başka bir hüviyetle önüne çıkan sevgiline ok atmamak için idam olunmamış mıydın? Pusat! İçinden gelen bu aksi dürtüş nedir? İki bin yıl sonra da aynı delişmenlikleri yaşamak sana yakışır mı?

Şeref’in bu sözleri Selim’in beynindeki karanlık bir noktayı aydınlattı ve büyük bir yükü atmış insanın ferahlığı ile arkadaşına:

- Suçun hepsi bende değil, dedi.

- Hepsi sende, dedi. Kendini o kızla bir mi tutuyorsun? Sen yüzbaşı ve kurmay adayı idin. Sen karar ve irade adamı idin! Ya o kimdi? Kimin kızı idi? Araştırdın mı?

Selim beyninden vurulmuşa döndü. Cevap vermeye vakit kalmadan Şeref devam etti:

- Pusat! Kendine gel. İradeni takın. Aklını kullan.

Hüzünlü söylenen bu sözlerden sonra daha büyük bir hüzünle sözlerini tamamladı:

- Allaha ısmarladık.

Pusat nemli gözlerle “Güle güle” diye cevap verdi.

El sıkıştılar.

Şeref ağır ve sessiz adımlarla kapıya doğru yürüdü. Tokmağı tuttu. Fakat kapıyı açmadan birdenbire oradan kayboldu.

Selim’in gözleri masadaki saate ilişti. Sabahın dördü idi. Kendisini çok diri hissediyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Arkadaşı Şeref’in sözlerini ve suçlamalarını düşünmeye başladı. Ona hak vermemek mümkün değildi. Şeref aynı zamanda kendisinin uzun zamandır çözemediği düğümü çözmüş, Güntülü’yü nereden tanıdığını ifşa etmişti. Demek bu kız, yahut karanlıkta sesini duyduğu esrarlı kadın, iki bin yıl önce idamına sebep olan sevgiliydi. Demek o zaman ona ok atma buyruğunu yerine getirmemiş , bu disiplinsizliği hayatıyla ödemişti.
Düşünüyordu. Başından geçen korkunç bir şeydi, ama o korku değil, ıztırap duyuyordu.

Gözleri bir noktaya takılı uzun bir zaman geçti. Sabah olmuştu. Odaya giren Ayşe dikkatle Selim’e bakarak:

- Hasta mısın?, diye sordu.

- Hayır!

- Yüzün neden sapsarı?

- Bir şeyim yok.

Ayşe ısrar etmedi. Kapıya yöneldi. Fakat birdenbire geriye dönerek merakla sordu:

- Bir yerin mi kanadı?

Selim öfkelenmişti:

- Bunu da nereden çıkardın?

Ayşe kapının tokmağını gösteriyordu:

- Bu kadar çok kan nedir?

- Kan mı?

Selim, geceyi ve Şeref’in kanayan kalbini hatırladı. Ayşe meraktan çok korkuya benzer bir duyguyla tekrarladı:

- Bir yerin mi kanadı?

- Hayır…

Bu inatçı “hayır” üzerine kadın dikkat ve kederle şöyle bir baktıktan sonra sabunlu bir bez getirerek kanı silmeye başladı. Bir yandan da Selim’i kontrol ediyor, sararmış yüzüne bakarak bir şeyle anlamaya çalışıyordu. Fakat onda yüzünün solgunluğundan başka hiçbir değişiklik yoktu.

Ayşe, merakla korku arası bir duygu içinde, geceleyin bir şeyle geçmiş olduğunu sezinleyerek bunun ne olabileceğini anlamaya çalışıyordu.

Bu heyecanla kahvaltı sofrasını hazırladı. Bir aralık aklına takılan bir noktayı çözmek için Selim’in dolabını açarak tabancasının orada olup olmadığına baktı. Yerindeydi ve dokunulmamıştı. Ayşe bu aramanın lüzumsuz bir kuruntu olduğunu biliyordu,ama kapı tokmağındaki kanlar kendisine o kadar dokunmuştu ki, böyle saçma bir aramadan bile nefsini alıkoyamamıştı.

Kocasının soluk benzi ve hüzünlü bakışları Ayşe’nin içinde garip bir iz bırakmıştı. Şu esrarlı kan olmasa bile onun çok ıztıraplı bir gece geçirdiği gün gibi aşikardı. Birdenbire ona karşı içinde bir acıma duydu ve bütün kusurlarına rağmen bu adamın şu kalabalık dünyada yapayalnız olduğunu düşünerek onu memnun edecek bir şey yapmak istedi. Selim, Ayşe’nin hususi şekilde demlediği limonlu çaydan çok hoşlanırdı. Biraz vakit alacaktı ama tereddüd etmedi, demli çayı hazırlamaya koyuldu.

Bütün bunlar olurken Selim,olan bitenden habersiz,bir noktaya dalgın dalgın bakıyordu. Şeref’in kaybolduğu andaki dirilik gitmiş, onun yerine bir uyuşukluk gelmişti. Bütün gece uyumamanın getirdiği tepki ile uyumak ihtiyacını da duyuyordu. Ayşe “Çay hazır” demeseydi belki de gözleri kapanacaktı.

İsteksizce kalkıp sofraya oturdu. Önünde,Harb Akademisi’nde iken Ayşe’nin demli çaylarını içtiği büyük beyaz fincan vardı. Eşyaya değer vermeyen Pusat nedense bu fincanla çay içmeyi sever olmuştu. Uzun zamandır ortada olmayan bu fincanı bu sabah Ayşe sırf onu memnun etmek için çıkarmış, fakat Selim ona donuk gözlerle bakarak susmuş, memnun olduğunu belli eden bir söz söylemediği gibi yüzünde de Ayşe’nin aradığı bir çizgi gözükmemişti.

Fincana konan çay, rengi ve kokusu ile en titiz çay tiryakilerini bile imrendirecek kadar güzeldi.

Ayşe’de bir şeyler yapmak hevesi ile devam ediyordu. Pusat’ın fincanına şekeri koyduktan sonra karıştırmayı da ona bırakmayarak kendi yaptı ve yine kendi hazırladığı kurabiyelerden birini de önüne sürdü.

Kendi çayının şekerini karıştırırken gözlerini tekrar Selim’ dikerek çay içmeye başlamasını bekledi.

Selim çaya,fincana bakıp birkaç saniye durduktan ve eskilere doğru gidip hayalinde bazı sahneleri yaşadıktan sonra elini fincana uzatarak demli çayın ilk yudumunu tattı.

Aynı anda Ayşe’nin gözleri açılarak ve rengi bembeyaz olarak Selim’e:

- Elin kanlı…, diye heyecanla seslendiği işitildi.

Fincanı yerine koyan Pusat,eline baktı. Avucu pıhtılaşmış kanla boyalıydı.

Rengi büsbütün solarak Ayşe’ye baktıktan sonra sert bir hareketle ayağa kalktı. Ne yapacağını bilemeyerek birkaç saniye durdu. Sonra, yaralı kalbine elini bastıran Şeref’le el sıkıştığını hatırlayarak acı acı gülümsedi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
22. BÖLÜM


O geceden sonra Selim daha çok içine kapandı ve kapı tokmağı ile kocasının elindeki kanlar kendisi için korkunç bir muamma olarak kalan Ayşe daha büyük bir elemin içine gömüldü. Artık bir evin içinde iki yabancı gibiydiler. Ayşe’nin şuuraltında uzun zamandır saklı duran tasa açığa çıkmış, Selim’in de arkadaşı gibi canına kıyacağından ciddi şekilde korkmaya başlamıştı. Ona bir şey soramıyor, sorsa bile cevapsız kalıyordu. Selim de Ayşe’ye hiçbir şey söylemiyor, fakat bazı halleriyle anormal bir hava içinde bulunduğunu gösteriyordu. Bir gece Şeref’in resmine gözlerini dikmiş olan kocasına yavaşça “Selim “diye hitab ettiği zaman Selim, gözlerini resimden asla ayırmayarak “Söyle Şeref” diye karşılık vermişti. Sonra sık sık onun mezarına gidişin manası neydi? Ne ruha, ne de ahrete, hiçbir şeye inanmayan bir insanın, en yakın arkadaşa da ait olsa, bir mezara tıpkı bir canlıya gider gibi gidişleri neyi gösteriyordu?

Ayşe’nin bir de şuuraltında tutmaya çalıştığı başka bir duygusu,yahut kederi vardı: Bir kadın olarak, Selim’in Güntülü’ye gösterdiği yakınlıktan tedirgin olmuştu. Hiçbir kadına,hele çocuk yerine koyup değer vermediği bir genç kıza karşı böyle bir ilgi göstermesi aklın alacağı şey değildi. Gerçi ortada henüz elle tutulur bir alamet yok denebilirdi, ama Ayşe, kadın kalbi ile bir şeyler sezinlemişti.

Selim’im bir sinir ve ruh doktoruna göstermek istiyordu. Fakat bunun sözünün dahi edilemeyeceğini biliyor, çareler arıyor, acaba böyle bir doktora, doktor olduğunu bildirmeden Selim’i gösterip bir teşhise varabilir miyim diye düşünüyordu.

Nazari olarak bunu yapmak, bütün nazariyelerde olduğu gibi, pek kolaydı. Fakat yapmaya gelince iş değişiyordu. Önce,kendisine güvenebileceği bir ruh doktoru bulmak lazımdı. Bunu hiç kimseye söylemeden, kendi kendisine bulması gerekiyordu. En samimi dostuna bile söylese günün birinde yayılarak Selim’in duyması ihtimali vardı. Selim duymasa bile bir muayene ile kocasının adının deliye çıkacağını biliyordu. Zaten daha o uğursuz muhakeme sırasında bile Selim’e bu gözle bakmamışlar mı idi? Şimdi, hiç olmazsa zahiren kapanmış olan bir meselenin açılmasına sebep olmak, kabuk bağlamış bir yarayı deşmekten başka bir şey olmayacaktı. Haydi telefon rehberine bakarak ruh doktorlarının adını bulsun, bunlardan hangisinin daha iyi olduğunu nasıl bilecek,yahut herhangi birisini seçerse onun kafa yapısını nasıl anlayacaktı? Ya Selim’in fikirlerine düşman birisi çıkar da sır kalması gereken muayeneyi ifşa ederse ne olacaktı? Yahut ağzı sıkı olmakla beraber Selim’e bir kötülük etmeye kalkarsa ne yapabilirdi? Bütün bu engeller aşılsa da doktor,bir tanıdıkmış gibi Selim’le buluşturulsa Selim bir şey anlamayacak mıydı? Gerçi bazı işlerde çocuk kadar saftı, ama teşhisini koyması için doktorun soracağı sorular, yahut Selim’in yüzüne herkesten daha dikkatli bakışları nasıl bir tesir yapacaktı?

Hayır, hayır! Bu iş olmayacaktı. Ayşe çok üzgündü. Dini inançları dolayısıyla teselliyi şimdilik adamakta bulmuştu.

Selim de karamsarlığın son ucunda yaşıyordu. İsteksizliği kendisini bile rahatsız edecek bir hal almıştı. Artık, yanında huzur ve bahtiyarlık duyduğu Leyla’ya da gitmek istemiyor, ancak bürodaki çalışma sırasında zaman zaman kederini unutarak kendisini evraka verebiliyordu.

Bir gün hiç ummadığı bir kağıtla karşılaşması Pusat için adeta bir sürpriz oldu. Eline Birinci Cihan Savaşı’nın Kafkas Cephesi’ne ait mühim bir emir geçmişti. Onun buraya nasıl girdiğini araştırmak bile başlıbaşına bir çalışma konusu olabilirdi.Fakat o kadar mühim ve ilgi çekici idi ki,Selim kendisini bütün varlığı ile ona verip her şeyi unuttu. Yazı biraz güç okunur olduğu için bütün dikkatini yazıda yoğunlaştırdı ve çevresiyle ilişkisi kesildi.

Bu tatlı dalgınlık birdenbire masa komşusunun aksak şivesiyle kesildi. Osman Fişer: İşte Leyla Hanım geldi” diyordu. Leyla’nın adı geçer geçmez Pusat hızla başını kaldırarak gözlerini salonda gezdirdi. İşte yine hata yapmış, sert hareketlerin ve hızla baş kaldırmanın kendisine yasak edildiğini yine unutmuştu. Bu sebeple bir an çevresini göremediyse de bu sefer arıza çabuk geçmiş ve gözleri Leyla Hanım’ın üzerinde düğümlenmişti. Bu, onun umduğu Leyla, yani Leyla Mutlak değil, vaktiyle bir süre bu büroda çalışmış olan bir uzmandı ve eski arkadaşlarını şöyle bir görmeğe gelmişti.

Selim’in hızla ve ilgiyle başını kaldırarak Leyla Hanım’a bakması Osman Fişer’in gözünden kaçmamıştı. Gülümseyerek gayet yavaş bir sesle:

- Yoksa siz Mecnun musunuz?, diye sordu.

Pusat’ın kaşları çatılmıştı:

-O da ne demek?

- Leyla adını duyunca çok ilgilendiniz de…

- Bundan ne çıkar?

- Leyla ile bu kadar ilgi ancak Mecnun’a yakışır da…

Selim o zaman “ Leyla ile Mecnun” diye bir roman olduğunu hatırladı, yavaş, fakat çok sert bir sesle “Ben böyle budalaca şakalardan hoşlanmam” diye karşılık verdi.

Osman Fişer sindi ama Selim’in de sinirleri iyice gerildi. Bu yılışık Yahudi, canını sıkarak çalışma temposunu bozmuştu. Önündeki evrakı incelemeye devam edemeyeceğini anladı ve duvar saatine baktı. Görev bitimine on beş dakika kalmıştı.

Tam o sırada hademe gelerek “Selim Beğ,sizi telefondan istiyorlar” dedi. Bu da umulmadık bir şeydi. Kalkarak yürümeye başlarken hademe arkasından seslendi:

- Telefon Müdür Beğin odasında efendim.

Çevresiyle o kadar ilgisizdi ki daire telefonunun nerede olduğu bile şimdiye kadar öğrenememişti. Odasına girerek bir emekli subay olan müdürü askerce selamladı. Müdür:

- Sizi telefondan arıyorlar Selim Beğ,buyurun dedi ve masasından kalkarak odadan çıktı. Bu davranış hiç şüphesiz Selim’e karşı gösterilen bir itibar,hatta saygı idi. Fakat o, böyle şeylerden de rahatsız oluyordu. Ahizeyi alarak konuştu:

- Ben Selim Pusat! Buyurun efendim…

- Resmi bir yerde rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama mecburdum. Epeydir görünmüyorsunuz, merak ettim.

Selim bu sesi duyunca canlandı ve yüzü kızardı. Telefonda kendisine seslenen Leyla Mutlak’tı. Çok saygılı bir sesle:

- Kusura bakmayın dedi. Ziyaret için üstümdeki halsizliğin geçmesini bekliyorum.

- Görüşmemiz için mutlaka sizin buraya gelmenize lüzum yok. Benim size gelmemde bir mahzur var mı?

- Hiçbir mahzur yok. Şeref verirsiniz.

- Bu hafta içinde bir gün, mesainin bitmesinden sonra gelsem olur mu? Hocamı da göreceğim geldi.

- Elbette olur. Fakat bir gün tayin etseniz daha memnun kalırdım.

- Bildiğiniz sebeplerden dolayı gün tayin edemiyorum. Beni bağışlarsınız değil mi?

- Nasıl emrederseniz…

- Teşekkür ederim. Allaha ısmarladık.

Selim Pusat, Leyla’nın veda sözlerine karşılık verip vermediğini hatırlamıyordu.

Eve geldiği zaman, içinde, Leyla’nın geleceğini Ayşe’ye bildirmek arzusu vardı. Fakat onunla yüz yüze gelince bu istek söndü. Gelirken, söylemek için duyduğu heves ne kadar kuvvetli idiyse,şimdi de içinden gelen bir dürtüşle söylememek iradesi o kadar güçlü idi.

Çünkü artık yabancılaşmışlardı. Bu yabancılık,görünüşte olan bir şey değil,içten gelen bir duygu idi. Tıpkı rüyalarda bir tehlikeden kaçmak isteyip de koşamayan insanlarınkine benzeyen bir duygu…

Haftanın bitmesine üç gün vardı. İş saati sona ererken Selim Pusat garip bir heyecanla eve geliyor, evdeki dakikaları garip bir heyecanla geçiriyordu. Böyle çocuksu bir heyecan kendisine yakıştıramadığı için sebebini düşündü. Leyla bir prenses olduğu için mi böyle oluyordu? Yoksa ona karşı da henüz tam farkına varamadığı bir ilgisi mi vardı? Evet, öyleydi. Leyla kendisine “Beni sevebilirsiniz” dememiş mi idi? Peki, aynı zamanda iki genç kızı sevmek ve bunları severken de evli olmak ne demekti? O zaman Doktor Key’le Doktor Cezmi Oğuz’un sözlerini hatırlıyordu. Demek ki böyle şeyler olabiliyordu. Fakat Doktor Cezmi, aşkın estetik şekle bürümüş bir şehvet duygusu olduğunu da söylemişti. Kendisinin Güntülü’ye, hele Prenses Leyla’ya bu gözle bakmasına imkan var mıydı?

Selim yeniden bunaldığını ve yüzünün kızardığını hissetti. İstediği gibi içki içebildiği günleri şimdi ne kadar da arıyordu! O zaman hiç olmazsa bir iki saat,yahut birçok dakika bu yıpratıcı kederden kurtuluyor, başka alemlere dalıyordu. Şimdi ise dünyaya gelmekten nasibi sanki yalnız bu imiş gibi kapkara bir kederin içinde meçhule doğru yuvarlanıp gidiyordu.

Ertesi akşam eve geldiği zaman masanın üstünde Ayşe’nin pusulasını buldu: “Tosun’la birlikte bir tanıdığa gidip, biraz geç geleceğini” bildiriyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Selim büyük odadaki gezintisine başlarken ne yapabilirim diye düşündü ve kendisini zorlayan varmış gibi bir duygu ile etajerin yanına giderek büyük albümü açtı. Daha ilk açışta Güntülü’nün resmiyle karşılaşmıştı. Acı acı gülümsedi. Şeref’i hatırlayarak kapıya baktı. Sonra “Bana kırgın. Bir daha gelmez” diyerek Güntülü’nün güzelliğini seyretmeye başladı. Resme bakarken beyni motor gibi işliyordu. Onun güzelliği ile Leyla’nınkinin ölçüştürülemeyeceğini anlamıştı. O zaman Güntülü ile Aydolu ve Nurkan’ı karşılaştırmaya koyuldu. Aydolu’nun çok çarpıcı ve birden tesir eden, Nurkan’ın çok kibar ve baktıkça kalbe işleyen güzellikleri karşısında Güntülü’nün nesi vardı da Selim’in yüreğinde yer etmişti? Bunu düşünüyordu ve düşüne düşüne buldu da: Güntülü’nün kendisini zorla kabul ettiren bir güzelliği vardı. Bu atılgan, saldırgan, hatta küstah bir güzellikti. Bu karar varınca albümü büyük masaya koyup kapatarak arkasına yaslandı. Biraz düşünmek istedi. Fakat düşünmeye vakit kalmadan kapı zilinin çalmasıyla kalkmaya mecbur oldu. Karşısında yine Şeref’i bulmak ihtimalinden doğan bir çekingenlikle yürüdü. Kapıyı açınca düzgün bir hareketle toparlandı. Leyla Mutlak gelmişti. Pusat’ın gözleri kamaştı. Leyla:
- Habersiz geleceğimi söylemeseydim üzüntüm daha çok olacaktı, dedi ve elini Selim’e uzatırken:

- Hocam evde değiller mi?, diye sordu. Selim, hala masada duran pusulayı işaret etti:

- Arkadaşına gitmiş.

Sonra Leyla’nın sorarak bakan gözlerindeki manayı anladığı için ilave etti:

- Ani ve habersiz geleceğinizi kendisine iletmemiştim.

- Niçin?

- Niçin olduğunu ben de bilmiyorum. İhtimal sürpriz olsun diye.

Leyla’ya koltuğu gösterirken ceketini alıp astı ve üstünden emir almak için bekleyen bir ast gibi,onun karşısında ayakta durdu.

Leyla şahane gülümseyişini takınmıştı:

- Oturmaz mısınız yüzbaşım?, dedi. Ben okul-ev arası gibi mecburi gidiş gelişler dışında takip olunmadığıma emin olmadıkça sokağa çıkmıyorum. Onun için de gün tayin etmeden geldim.

Konuşma Selim’i ilgilendiren noktaya gelmişti.

- Mecburi çıkışlarınızda tehlike yok mu?

- Yine var. Fakat çok azaltılmış olarak. Bir kere bu gidiş gelişler hemen hemen hep başkalarıyla birlikte olduğu için yalnız değilim. Yalnız olsam da gayet mükemmel bir tabancanın sahibi olarak keskin bir nişancıyım. Bir de dünyanın belki en iyi atıcısı olan ve vuruşma usullerinin hepsinde rakipsi sayılabilecek kadar üstün bir muhafızım var. Bu muhafız bana yakın ve evimi kontrol edebilecek bir yerde oturuyor,ama nerde olduğunu ben bile bilmiyorum. Geceleri sabaha kadar uyumadan beni bekler. Uykusuzdur. Ben uzun müddet evde kalacağım zaman pencereden bir işaretle ona bildiririm. O zaman uyur. Yılda iki üç kereden fazla karşılaşıp konuşmayız.

Selim hayretle dinliyordu:

- Bu müthiş muhafızın kim olduğunu bilmek isterdim, dedi.

- Öldürülen Şehzade Mustafa’nın sağ kalan iki sadık adamından birinin bugünkü torunu. O da bir subaydı. Bana muhafız olmak için Harb Okulu’nu bitirip asteğmen olduğu gün büyük bir tazminat vererek ordudan ayrıldı. Sizin gibi o da askerliğe aşık olduğu için yaptığı büyük bir fedakarlıktı.

Leyla’nın gözleri dalmıştı. Sonra:

- Dünyada hala karşılıksız en büyük fedakarlığı yapan şövalyeler var. Yaşamayı güzelleştiren de zaten bu mert insanlar oluyor, diye sözlerini tamamladı.

Bir ara sustular. Leyla tekrar söze başladı:

- Çamlı Koru’da o muhafız hazırdı. Fakat onun ciddi bir tehlike olmadan ortaya çıkmaması, tanınmaması lazım. O gece onun için size sığınmıştım.

- Ya silahınız?

- Onu da ancak en son dakikada ve her tedbir tesirsiz kaldıktan sonra kullanmak için taşıyorum.

Selim “Çok makul konuşuyor” diye düşünürken Leyla birdenbire konuyu değiştirdi:

- Selim Beğ! Bana Güntülü’nün resmini gösterir misiniz?

Selim çok kısa bir tereddütten sonra demin masanın üstüne koyduğu albüme el attı. Bu sefer nedense ilk açışta değil de birkaç yaprak çevirdikten sonra bulduğu Güntülü’nün resmini Leyla’nın önüne sürdü.

Leyla, albümü kucağına alarak gözlerini fotoğrafa dikti. Dikkatle bakıyordu. Bu bakış çok uzun, belki bir, iki , üç dakika sürdü.

Sonra albümü kapatan Leyla onu masaya bırakırken bu sefer ısrarlı bakışlarla Selim’e bakarak çok ahenkli bir ses ve asil bir durgunlukla:

- İşte, şimdi kıskandım, dedi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
23. BÖLÜM


Bir cumartesi akşamı Ayşe, çok eski günleri hatırlatan bir sadelik ve samimilik ile:

- Hep beraber şöyle bir hava alsak olmaz mı?, diye sordu. Selim de yine o eski günlerin tonu ile “Niçin olmasın?” diye karşılık verdi. Hava yüreklere iyimserlik aşılayan nadir havalardan biriydi.

Yavaş yavaş yürümeye başladılar. Selim ve Ayşe susuyor, arasıra konuşan Tosun oluyor ve çocuk merakı ile sorduklarına hep Ayşe cevap veriyordu.

Havanın güzelliği herhalde insanlara da tesir etmiş olmalıydı ki, bu akşam sokakta rastladığı kimseler Pusat’a her zamanki kadar çirkin ve iğrenç gelmiyordu. Başkalarına bakmazdı, ama yön tayini için ileriye bakarken ister istemez gözleri yakında olanlara değer,yarım saniyelik bir bakış Selim’in sinirlerini oynatmaya yeterdi. Çünkü gördüğü insanlar ya bir takım budalalardan, ya ikiyüzlülerden ya da cakacı zavallılardan ibaret olurdu. Aşırı boyalı geçkin kadınla, güzelleşiyorum sanarak kendisini çok çirkin ve gülünç hale sokan kuş beyinli kızlar, insanlık meziyetlerinden sıyrılmış delikanlılar Pusat’a tiksinti verirdi.

Bu akşam böyleleri yoktu. Kendi halinde iyi insanlara rastlanıyordu. Bir aralık gözleri karşıdan kendilerine doğru gelen iki kişiye takıldı. Biri kadın, biri genç kızdı ve bu ikincisi Selim’e gülümseyerek bakmıştı. Selim onlara bir daha bakmadığı için bu gülümseyişin manasını anlamdı.
Ancak Ayşe’nin:

- Güntülü geliyor, diyen sesiyle ayıldı ve durdu. Karşı karşıya idiler.

Güntülü, yanındaki kadını “Annem” diye tanıttıktan sonra Ayşe ile Selim’i ve Tosun’u da annesine takdim ettik ve Selim’e dönerek:

- Efendim, size deminden beri gülümsüyorum da yüzüme bile bakmadınız, beni tanımamazlıktan geldiniz, diye sitem etti. Selim kendi üslubu ile cevap verdi:

- Gülümseyen bir kız gözüme ilişti ama bu kadar sakin bir havada size rastlayacağımı ummadığım için bir yabancı sandım.

- Niçin efendim? Sakin hava ile benim ne münasebetim var?

- Sakin hava ile münasebetiniz var değil, yok.

- Anlamadım efendim.

- Bu akşamki havanın sükuneti ile sizin hırçınlığınız birbirine hiç yakışmadığı için bu tesadüfü ummamıştım.

Güntülü gülümsedi. Ayşe, daha tatsız bir konuşma olmadığı için geniş bir nefes aldı. Güntülü’nün annesi de bu acayip adama hayretle baktı. Sonra, gözlerini sıra ile bir Ayşe’de, bir Selim’de gezdirerek:

- Bu tatlı aile gezintinizi bozmayalım ama, şurada,çok yakında olan evimize birkaç dakika için buyursanız desem caba kabul eder misiniz?, diye sordu.

Selim sustu. Ayşe, Selim’e bakarak:

- Bu saatte, kalabalık olarak sizi rahatsız ederiz, dedi.

Güntülü, ölçüsü kaçırılmayan tatlı bir şımarıklıkla Ayşe’nin koluna girdi:

- Hoca Hanım! Evimiz tam iki dakikalık yolda. Neden kalabalıkmışsınız? Bu kadar yerinde bir tesadüften sonra gelmezseniz ben kırılmaz mıyım?

Geri dönerek bir sokağa saptılar ve büyük bir ahşap evin önünde durdular. Çevresiyle hiç ilgili değil gibi gözüken Pusat, Güntülü’nün kapıda eğilerek mermer basamağın bir köşesinden büyük bir kapı anahtarı çıkardığını gördü. Bu anahtarla açılan kapıdan girip alt katta ve hemen sağdaki misafir odasına oturdular.

Güntülü’nün annesi yaşından genç gözüken, nazik bir kadındı. Fakat bir ıztırabı saklamaya çalışan durumu pusat’ın gözünden kaçmamıştı. Güntülü’nün odada bulunmadığı birkaç dakikada Ayşe ile ikisi onun hakkında konuştular ve bu konuşmadan Güntülü’nün diğer iki arkadaşıyla birlikte Tıbbiye’ye başvurduklarını Selim öğrendi.

Güntülü kahvelerle odaya girdiği zaman Selim’in yüzünde istihza çizgileri belirdi ve teşekkürle aldığı fincanı bitirdiği zaman nasıl bulunduğunu soran Güntülü’ye:

- Resmi geçit ayarında…, diye cevap verdi ve arkadan:

- Zevkli olduğu için deniz subayı olmak isteyen kardeşinizi göremeyecek miyiz?, diye sordu.

Güntülü’nün yüzü pembe olmuştu:

- Maalesef göremeyeceksiniz, dedi.

- Neden?

- Maça gitti.

Demek zevk felsefesinden sonra bir de maç hovardalığı… Kardeşinizin Deniz Kuvvetleri Kumandanı olduğu zaman yapılacak deniz savaşlarını şimdiden merak etmeye başladım.

Güntülü’nün annesi bir şey anlayamadığı bu konuşmaları şaşkınlıkla dinlerken Ayşe bir tatsızlığı önlemek için söze karıştı:

- Efendim, Selim’le Güntülü bir türlü geçinemiyorlar. Selim kendi askeri fikirlerini benim doktor adayı kızımda görmeyince onu tenkid ediyor. Güntülü de kendi düşüncelerinde direnince kıyamet kopuyor. Herhalde Güntülü bu tartışmaları size anlatmıştır.

Kadın hayretle cevap verdi:

- Bilakis efendim, hiç bahsetmedi. Yalnız Selim Beğ’le tanıştığını ve çok orijinal bulduğunu söyledi. O kadar…

Orijinal kelimesi Ayşe üzerinde tuhaf bir tesir yaparken Selim acı acı gülümsedi:

- Efendim, Güntülü cidden çok nazik. Orijinal kelimesini de herhalde deli veya garip manasında kullanmıştır.

Güntülü’de yırtıcılıktan eser yoktu:

- Bilemediniz işte. Bu kelimeyi hakiki manasıyla kullandım.

- Hakiki manası neymiş?

- Başkalarına benzemeyen, tesir altında kalmayan, hoş konuşan…

Selim kızardı ve başını önüne eğdi. Sonra ömründe ilk defa, Ayşe’nin bu konuşmayı yadırgayacağını düşünerek konuşmayı değiştirmek istedi. O anda birdenbire arkadaşı Şeref’in sözlerini hatırladı.

- Sen karar ve idare adamı idin. Ya o kimdi? Kimin kızıydı? Araştırdın mı?

Güntülü’nün son sözleriyle adeta sarhoş olduğu veya artık sözü burada kesmek istediği halde Şeref’in ve Leyla’nın sorularını hatırlayarak yakaladığı fırsatı kullanmaktan geri kalmadı. Güntülü’nün gözlerinin içine bakarak:

- Babanız eve ne zaman gelir?, diye sordu.

- Babam burada değil ki…

- Nerede?

- Mersin’de.

Bu konuşmalar olurken Güntülü’nün annesine bakan Ayşe onun yüzünden kara bir bulutun geçtiğini görür gibi oldu. Aynı şeyi Selim bakmadan fark etti.

Ayşe, odaya soğuk bir havanın inmesini önlemek kaygısı içinde gülerek Güntülü’ye baktı:

- Demek ders yılı başındaki kararından vazgeçmedin Güntülü…

Genç kız, öğretmenin ne demek istediğini kavramıştı:

- Tıbbiyeden bahsetmek istiyorsunuz, değil mi hocam?

- Evet.

- Üçümüz de doktor olmak için başvurduk. Bakalım zaman ve hayat neler gösterecek…

Pusat’ın alayları derhal başladı:

- Küçücük yaşınızla zaman ve hayat gibi iri kelimeleri kullanmanız,Tosun’un Sırp Sındığı’ndan bahsetmesine benziyor.

Güntülü o şahane, utangaç gülümseyişiyle bakıyordu:

- Benim yaşım küçücük denecek kadar az değil ki…

Pusat da son zamanlarda bırakır gibi olduğu kırıcı tavrını almıştı:

- Taş çatlasa yirmi yaşın altındasınız. Ömürlerin uzadığı çağımızda yirmi yaş tefelsüfe elverişli değildir. Siz bunu değil de nazik ve ince bir genç kız olarak,iyi doktor oluncaya kadar kaç zavallının canına kıyacağınızı hesaplasanız daha doğru olmaz mı?

Ayşe hem konudan, hem de Selim’in vururken öven sözlerden hoşlanmamıştı. Söze karıştı:

- Selim! Yine kızıma sataşıyorsun. İyi bir doktor oluncaya kadar neden birkaç kişiyi öldürsün?

Pusat, Ayşe’ye bakmadan sertlikle cevap verdi:

- İyi bir doktor olmak için…
 
Üst