Güntülü hemen sözü aldı:
- Ben çok ihtiyatlıyımdır efendim. İyi bir doktor olmak için birkaç hastanın hayatını tehlikeye atmaktansa ehemmiyetsiz, herhangi bir doktor olarak kalmayı tercih ederim.
- Yani sıradan bir doktor olarak mı kalırsınız?
- Evet…
-O zaman Güntülü olmaktan çıkarsınız.
Şimdiye kadar hiç alışmadığı, görmediği bu şekilde bir konuşma Güntülü’nün annesine çok garip geliyordu. Edası bakımından dostça bir tartışmaya benzemeyen bu sözlere nasıl bir mana yakıştıracağını kestirememişti, hatta bu çekişmenin altında müphem bir takım çizgiler sezmişti. Bu adam, kendi kızını çok iyi tanıyordu. İki üç defa görüşmekle bir şahsiyete bu kadar nüfuz etmek inanılacak şey değildi ama, işte bir gerçekti.
Ayşe ise bu sert görünüşlü konuşmanın altında başka türlü bir yumuşaklık, bir yakınlık bulup huylanıyordu. Güntülü’ye hiç toz konduramıyor, Selim’i sınırlarını aşmış bir adam olarak görüyordu.
Bu sefer sözü açan Güntülü oldu:
- Siz, bölüğünüze kayıp verdirmemek için düşman karşısında ihtiyatlı davransanız Selim Pusat olmaktan çıkar mısınız?
Bu sözler büyük bir sadelik içinde ve Çamlı Koru’daki meçhul kadının sesiyle söylenmişti. Pusat,yaralanmış bir insan gibi acı duydu ve çok ciddi bir yüzle,fakat odadakilerden hiç kimseye bakmadan cevap verdi:
- Bölüğe kumanda edebileceğim zamanlarda elbette çıkardım. Çünkü bir bölük kumandanı bölüğündeki teker teker erleri değil,onların bütünü, aldığı emri ve bir an önce düşmanla teması düşünür. Fakat artık bir bölüğe kumanda edemeyeceğim için sorunuz yerinde olmadı ve bana cevap teşkil etmedi.
Son cümlenin büyük bir kırgınlıkla söylendiği belliydi. Bunu en çok Ayşe anlamış ve Selim’in en duygulu yerinden yaralanmasını hiçbir zaman istemediği için bu eve geldiğine pişman bile olmuştu.
Güntülü oralı gözükmüyordu:
- Resmi durumla hiç ilgili değilim efendim. Tıbbi hata yapmadan, herhangi bir sebeple diploması alınan bir adamın doktorluğa da alınamayacağı gibi sizin de askerliğinizi elinizden kimse alamaz. Sizin kadar asker bir askerin askerliği nasıl alınır? Bu sebeple size deminki sorumu sormuştum. Cevabınız da tahminim gibi çıktı.
Ayşe bu cevaptan çok memnundu. Güntülü, Selim’i okşamasını bilmişti. Fakat onun yüzünde hiçbir olumlu mana yoktu. Güntülü, Pusat’ın rütbesini almıyordu,ama devlet almıştı ve yürürlükte olan söz devletin sözüydü.
Selim ise büyük bir ıztırapla büyük bir sarhoşluğun arasında uzaklara, gerileri gidiyor, hatta an oluyor,benliğini,nerede bulunduğunu unutuyordu. Sizin kadar asker bir asker… Askerliğinizi elinizden kimse alamaz… Bunlar Pusat’ı can evinden kavrayacak sözlerdi. Hem de kendisini mest eden bir sesle söyleniyordu. Öyle garip bir tesir altında idi ki,şimdi kendisini bir subay, bir yüzbaşı olarak hissediyor, yıllardır gönlüne çökmüş ağır yükten kurtulduğunu duyuyor, hatta ne garip,şu anda yaşamayı tatlı buluyordu.
Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Ayşe ile Tosun çoktan yatmışlardı. Selim eve nasıl döndüklerini hatırlamıyordu. Şimdi önünde açık bir albüm yoktu ama Güntülü’yü her baktığı yerde,ta karşısında görüyordu. Genç kız bugünkü sözleriyle onun içinde yaşayan, küllendirilmiş askerlik duygusunu şahlandırmış, kudurtmuştu. Üniforma giymek, silah tutmak, bölüklere kumanda etmek istiyordu. Bu zaptolunmaz istekle coşarken gönüllü olarak askerlik edebileceği yabancı bir ülke var mı diye hafızasını yokluyordu.
Kaç zamandır kendisini böyle diri ve sağlam duymamıştı. Bütün bunlar bir genç kızın bir iki sözüyle mi olmuştu? Yoksa kendisi artık çoluk çocuğun tesirinde kalacak kadar iradesizleşmiş miydi? İki bin yıl önce ona ok atamadığı için canından olmamış mıydı? Bunu şüphesiz Güntülü de biliyor, duyuyordu. Bilmese hep birlikte Çamlı Koru’ya gittikleri gün kendisinin ok atılmayanlardan biri olduğunu söyler miydi?
Selim birdenbire ürperdi. Güntülü’yü özlüyordu. Çünkü bugün o,kendisine bakarak “Sizin kadar asker bir askerin askerliği nasıl alınır?” demiş, yıllardır kanayan yarasına merhem sürmüştü. Fakat acaba yalnız bunun için mi özlüyordu? Bu özleyişte bir sebep yok muydu?
Elbette vardı. Selim şimdi beyninde ve gönlündeki kasırga arasında onu seçmek üzere idi. Adını koymak için bu kasıp kavurucu,kök söktürücü kasırganın bir an yavaşlamasını bekliyor, fakat yavaşlamasını da istemiyordu. Kasırga hoşuna gidiyor, kendisine yaşama arzusu veriyor,enerjisini arttırıyordu. Sarhoş gibiydi. Sarhoştu. Bu sarhoşluğun ebedi olmasını istiyordu.
Gözleri bir aralık büyük albümün durduğu etajere değdi. Gülümsedi. Artık albüme ihtiyacı yoktu. Albümdeki, Güntülü’nün kendisini görüyordu. Beyaz yakalı lise üniformasıyla ellerini arkasında kavuşturmuş olduğu halde gülümsüyordu. Fakat ne çabuk kılık değiştiriyordu. Şimdi atlet kıyafetindeydi. Pars gibi bakıyordu. Hatta birkaç adım atıp yaklaşmıştı bile ama o anda artık tam bir genç kız giyimi içinde duruyordu. Birden bu hayal canlandı ve Şeref’in fotoğrafının yanında duruyordu: “Bu kim?” diye sordu. Selim yavaşça “Arkadaşım Şeref” diye cevap verdi. “Evet,tanıyorum” dedi, Selim biraz şaşırarak “Nereden tanıyorsunuz?” diye sordu. Güntülü, yeşil gözlerini Pusat’a dikmişti.”İki bin yıl öncesinden tanıyorum” dedi. Vahşileşerek devam etti. “O beni hiç sevmez. Ama siz… Siz beni seviyordunuz. Çok seviyorsunuz. Tapıyorsunuz….Onun resmi yerine benim resmimi koymaz mısınız?”
Selim susuyordu. Yine allak bullak olmuştu.Kız öldürücü bir müziğe benzeyen sesiyle konuşuyordu. “Benim için hayattan vazgeçmiştiniz. Şimdi de arkadaşınızın resminden vazgeçin. Ben beni seven adamın masasında beni sevmeyenin resmini istemiyorum. Beni nasıl kırabilirsiniz? O resmi ben kendim oradan çıkaracağım. Görüyorum ki beni bu kadar sevdiğiniz halde en basit dileğimi yerine getiremiyorsunuz.”
Bunları söyleyerek bir adım daha attı. Elini masadaki resme uzatıyordu. Fakat hayal birdenbire kayboldu.
Selim Pusat, Güntülü’yü özleyişindeki asıl sebebi seçmişti. Gerçek o kadar aydınlıklar içindeydi ki, onu tanımamaya imkan yoktu.
Artık yarım yamalak tevillerle bu meseleye ad koyma sırası geçmiş, Selim kendisinde itiraftan çekindiği hakikatı görmüştü.
Büyük bir sarhoşluk içinde “Güntülü’yü seviyorum. Hayat ve kainatımın en büyük gerçeği bu” diye mırıldandı. Sonra: “Kendi kendime kaçıncı itiraf. Galiba iyice budala oldum” diyerek acayip bir şekilde güldü.
Birdenbire büyük bir halsizlik duyarak yatak odasına yürüdü. Ayşe uyanmıştı:
- Selim! Birisiyle mi konuşuyordun, diye sordu.
Selim bir iki saniye sustuktan sonra:
- Bir şiiri tekrarlıyordum, diye cevap verdi.