Hüseyin Nihal Atsız-Ruh Adam

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Güntülü hemen sözü aldı:
- Ben çok ihtiyatlıyımdır efendim. İyi bir doktor olmak için birkaç hastanın hayatını tehlikeye atmaktansa ehemmiyetsiz, herhangi bir doktor olarak kalmayı tercih ederim.

- Yani sıradan bir doktor olarak mı kalırsınız?

- Evet…

-O zaman Güntülü olmaktan çıkarsınız.

Şimdiye kadar hiç alışmadığı, görmediği bu şekilde bir konuşma Güntülü’nün annesine çok garip geliyordu. Edası bakımından dostça bir tartışmaya benzemeyen bu sözlere nasıl bir mana yakıştıracağını kestirememişti, hatta bu çekişmenin altında müphem bir takım çizgiler sezmişti. Bu adam, kendi kızını çok iyi tanıyordu. İki üç defa görüşmekle bir şahsiyete bu kadar nüfuz etmek inanılacak şey değildi ama, işte bir gerçekti.

Ayşe ise bu sert görünüşlü konuşmanın altında başka türlü bir yumuşaklık, bir yakınlık bulup huylanıyordu. Güntülü’ye hiç toz konduramıyor, Selim’i sınırlarını aşmış bir adam olarak görüyordu.

Bu sefer sözü açan Güntülü oldu:

- Siz, bölüğünüze kayıp verdirmemek için düşman karşısında ihtiyatlı davransanız Selim Pusat olmaktan çıkar mısınız?

Bu sözler büyük bir sadelik içinde ve Çamlı Koru’daki meçhul kadının sesiyle söylenmişti. Pusat,yaralanmış bir insan gibi acı duydu ve çok ciddi bir yüzle,fakat odadakilerden hiç kimseye bakmadan cevap verdi:

- Bölüğe kumanda edebileceğim zamanlarda elbette çıkardım. Çünkü bir bölük kumandanı bölüğündeki teker teker erleri değil,onların bütünü, aldığı emri ve bir an önce düşmanla teması düşünür. Fakat artık bir bölüğe kumanda edemeyeceğim için sorunuz yerinde olmadı ve bana cevap teşkil etmedi.

Son cümlenin büyük bir kırgınlıkla söylendiği belliydi. Bunu en çok Ayşe anlamış ve Selim’in en duygulu yerinden yaralanmasını hiçbir zaman istemediği için bu eve geldiğine pişman bile olmuştu.

Güntülü oralı gözükmüyordu:

- Resmi durumla hiç ilgili değilim efendim. Tıbbi hata yapmadan, herhangi bir sebeple diploması alınan bir adamın doktorluğa da alınamayacağı gibi sizin de askerliğinizi elinizden kimse alamaz. Sizin kadar asker bir askerin askerliği nasıl alınır? Bu sebeple size deminki sorumu sormuştum. Cevabınız da tahminim gibi çıktı.

Ayşe bu cevaptan çok memnundu. Güntülü, Selim’i okşamasını bilmişti. Fakat onun yüzünde hiçbir olumlu mana yoktu. Güntülü, Pusat’ın rütbesini almıyordu,ama devlet almıştı ve yürürlükte olan söz devletin sözüydü.

Selim ise büyük bir ıztırapla büyük bir sarhoşluğun arasında uzaklara, gerileri gidiyor, hatta an oluyor,benliğini,nerede bulunduğunu unutuyordu. Sizin kadar asker bir asker… Askerliğinizi elinizden kimse alamaz… Bunlar Pusat’ı can evinden kavrayacak sözlerdi. Hem de kendisini mest eden bir sesle söyleniyordu. Öyle garip bir tesir altında idi ki,şimdi kendisini bir subay, bir yüzbaşı olarak hissediyor, yıllardır gönlüne çökmüş ağır yükten kurtulduğunu duyuyor, hatta ne garip,şu anda yaşamayı tatlı buluyordu.

Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Ayşe ile Tosun çoktan yatmışlardı. Selim eve nasıl döndüklerini hatırlamıyordu. Şimdi önünde açık bir albüm yoktu ama Güntülü’yü her baktığı yerde,ta karşısında görüyordu. Genç kız bugünkü sözleriyle onun içinde yaşayan, küllendirilmiş askerlik duygusunu şahlandırmış, kudurtmuştu. Üniforma giymek, silah tutmak, bölüklere kumanda etmek istiyordu. Bu zaptolunmaz istekle coşarken gönüllü olarak askerlik edebileceği yabancı bir ülke var mı diye hafızasını yokluyordu.

Kaç zamandır kendisini böyle diri ve sağlam duymamıştı. Bütün bunlar bir genç kızın bir iki sözüyle mi olmuştu? Yoksa kendisi artık çoluk çocuğun tesirinde kalacak kadar iradesizleşmiş miydi? İki bin yıl önce ona ok atamadığı için canından olmamış mıydı? Bunu şüphesiz Güntülü de biliyor, duyuyordu. Bilmese hep birlikte Çamlı Koru’ya gittikleri gün kendisinin ok atılmayanlardan biri olduğunu söyler miydi?

Selim birdenbire ürperdi. Güntülü’yü özlüyordu. Çünkü bugün o,kendisine bakarak “Sizin kadar asker bir askerin askerliği nasıl alınır?” demiş, yıllardır kanayan yarasına merhem sürmüştü. Fakat acaba yalnız bunun için mi özlüyordu? Bu özleyişte bir sebep yok muydu?

Elbette vardı. Selim şimdi beyninde ve gönlündeki kasırga arasında onu seçmek üzere idi. Adını koymak için bu kasıp kavurucu,kök söktürücü kasırganın bir an yavaşlamasını bekliyor, fakat yavaşlamasını da istemiyordu. Kasırga hoşuna gidiyor, kendisine yaşama arzusu veriyor,enerjisini arttırıyordu. Sarhoş gibiydi. Sarhoştu. Bu sarhoşluğun ebedi olmasını istiyordu.

Gözleri bir aralık büyük albümün durduğu etajere değdi. Gülümsedi. Artık albüme ihtiyacı yoktu. Albümdeki, Güntülü’nün kendisini görüyordu. Beyaz yakalı lise üniformasıyla ellerini arkasında kavuşturmuş olduğu halde gülümsüyordu. Fakat ne çabuk kılık değiştiriyordu. Şimdi atlet kıyafetindeydi. Pars gibi bakıyordu. Hatta birkaç adım atıp yaklaşmıştı bile ama o anda artık tam bir genç kız giyimi içinde duruyordu. Birden bu hayal canlandı ve Şeref’in fotoğrafının yanında duruyordu: “Bu kim?” diye sordu. Selim yavaşça “Arkadaşım Şeref” diye cevap verdi. “Evet,tanıyorum” dedi, Selim biraz şaşırarak “Nereden tanıyorsunuz?” diye sordu. Güntülü, yeşil gözlerini Pusat’a dikmişti.”İki bin yıl öncesinden tanıyorum” dedi. Vahşileşerek devam etti. “O beni hiç sevmez. Ama siz… Siz beni seviyordunuz. Çok seviyorsunuz. Tapıyorsunuz….Onun resmi yerine benim resmimi koymaz mısınız?”

Selim susuyordu. Yine allak bullak olmuştu.Kız öldürücü bir müziğe benzeyen sesiyle konuşuyordu. “Benim için hayattan vazgeçmiştiniz. Şimdi de arkadaşınızın resminden vazgeçin. Ben beni seven adamın masasında beni sevmeyenin resmini istemiyorum. Beni nasıl kırabilirsiniz? O resmi ben kendim oradan çıkaracağım. Görüyorum ki beni bu kadar sevdiğiniz halde en basit dileğimi yerine getiremiyorsunuz.”

Bunları söyleyerek bir adım daha attı. Elini masadaki resme uzatıyordu. Fakat hayal birdenbire kayboldu.

Selim Pusat, Güntülü’yü özleyişindeki asıl sebebi seçmişti. Gerçek o kadar aydınlıklar içindeydi ki, onu tanımamaya imkan yoktu.

Artık yarım yamalak tevillerle bu meseleye ad koyma sırası geçmiş, Selim kendisinde itiraftan çekindiği hakikatı görmüştü.

Büyük bir sarhoşluk içinde “Güntülü’yü seviyorum. Hayat ve kainatımın en büyük gerçeği bu” diye mırıldandı. Sonra: “Kendi kendime kaçıncı itiraf. Galiba iyice budala oldum” diyerek acayip bir şekilde güldü.

Birdenbire büyük bir halsizlik duyarak yatak odasına yürüdü. Ayşe uyanmıştı:

- Selim! Birisiyle mi konuşuyordun, diye sordu.

Selim bir iki saniye sustuktan sonra:

- Bir şiiri tekrarlıyordum, diye cevap verdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
24. BÖLÜM


Ertesi gün pazardı. Ayşe, havanın güzel olduğu her Pazar yaptığı gibi Tosun’u gezmeye götürmüştü. Bu gezintilerde yasak savmak kabilinden bazı küçük ziyaretlerde de bulunurdu.

Selim, dün gecenin sarhoşluğundan biraz bile ayılmamış olduğu halde,geç döneceğini Ayşe’ye bildiren bir yazı bırakarak ikindi zamanı evden ayrıldı. Hiçbir programı olmadan rastgele yürüdü. Güntülü,damarlarında alev gibi dolaşıyor,beyninde şimşek gibi çakıyordu. Böyle maksatsız yürürken birdenbire bir kapı dikkatini çekti ve tanıdı. Burası kendi halinde insanların geldiği bir meyhane idi. Vaktiyle bir iki defa gelmiş ve çok hoşlanmıştı. İçeride hizmet edenler ağırbaşlı, mezeleri güzel, ihmal edilmiş loşluğunda ferahlık bulunan bir yerdi. Ani bir kararla içeri girdi. Daha önce gelmiş bir iki müşteriden en uzaktaki köşeye ilişti.

Doktor tavsiyesiyle yapmaya başladığı perhizden önceki zamanlarda nasıl bir hızla içiyorsa aynı hızla içmeye başladı. Neyi, hangi şeyi düşünmek istese çağrışımlar onu yine Güntülü’ye götürüyordu. Bir aralık gözleri salona değdi. Müşteriler hayli çoğalmıştı. Gürültü olmuyor, gruplar halinde gelenler bile yavaş sesle konuşuyordu. Bu sessizliği arasıra,neşe ile gülenler bozuyor, fakat bu gülmeler başkalarını rahatsız edecek dereceye gelmeden kesiliyordu.

Pusat’ta Güntülü’nün sarhoşluğuna içkinin sarhoşluğu da eklenmişti. Artık kalabalık kendisini rahatsız etmiyordu. Yanındaki masa bile dört beş kişi tarafından tutulmuştu. “Herkes buradaki insanlar gibi olsa herhalde boşuna tedirginlikler, çirkin kavgalar olmazdı” diye düşündü. Çevresini dumanlı görmeye başlamış ve böyle zamanlarda olduğu gibi şuuru daha uyanık hale gelmişti.

Meyhanede gürültü olmadığı için komşu masada oturanların alçak sesle neler konuştuklarını işitiyordu. Bu konuşma birdenbire ilgisini çekti. Çünkü aşktan bahsediyorlardı. Felsefe öğretmeni olduğu anlaşılan ve kendisine “Hocam” diye hitab edilen birisi sevginin tarifini yapıp felsefesine girerken tarihte veya romanlarındaki büyük aşklardan örnekler veriyor, arkası Pusat’a dönük olarak oturan dinç yapılı birisi ise felsefe öğretmenine sorular sorarak seviyeli bir tartışma yapıyordu. Öğretmenin bu adaya “Yarbayım” diye hitab etmesi Selim’in hem dikkatini çekti,hem de yine içini ıztırapla doldurdu. Şu yarbay belki de tanıdığı birisiydi. Sesi hiç de yabancı gelmiyordu. Masadakilerden birinin ona “Kemal Beğ” diye hitab etmesi Selim’in beynindeki düğümü çözdü. Bu yarbay, Harb Okulu’ndaki sıra arkadaşı Kemal Yılmaz’dı. Samimi dostu idi. İçkinin tesiriyle olacak,onunla konuşmak için büyük bir istek duyduğu halde hiçbir davranışta bulunmadı. Kemal’in yanındaki yabancıların kim olduğunu bilmiyor ve çekingen tabiatı dolayısıyla tanımadığı kimselerin yanında yakın bir arkadaşıyla bile konuşmak istemiyordu.

Felsefe öğretmeninin, aşkı da ölüm gibi her insanın tadacağı bir olay diye göstermesine Kemal Yılmaz karşı çıktı. Bir iki dakikalık konuşmadan sonra öğretmen, tartışmayı sonuca bağlamak için sordu:

- Peki yarbayım! Aşkı tatmamış bir kimseyi tanıyor musunuz?

Pusat, komşu masaya bakmadığı halde bütün gözlerin arkadaşına dikildiğini gördü. Kemal Yılmaz, içkisinden bir daha yudumladıktan sonra cevap verdi:

- Tanıyorum.

O anda masada ve tesadüfen bütün meyhanede olan sessizlik Selim’e garip geldi ve öğretmenin “Kim?” diye sorması üzerine verilecek cevabı merakla bekledi. Yarbayın cevabı müthişti:

- Selim Pusat!

Bir anlık sessizliği birisi bozdu:

- Şu gürültülü vak’anın kahramanı mı?

Yarbay gayet yavaş bir sesle ve kelimeleri teker teker söyleyerek açıklamasını yaptı:

- Evet! İşte o… Benim sınıf arkadaşımdır. Daha sonra kıtada da buluştuğumuz oldu. Mesleği dışında hiçbir şeye gönül verdiğini görmedim.

- Acaba gizli bir aşkı da yok mu idi?

- Onun gizlisi yoktu ki… Gizlisi olmadığı için kendisini mahvetti.

Selim oturduğu yerde acı acı güldü. Bir gönül ve huzur yeri diye bildiği, gelenlerin hep görgülü insanlar olduğu şurada bile yarası kanatılmış, huzuru kaçırılmıştı. Yavaşça kalkarak kasaya doğru yürüdü.

Akşam olmuştu. Buraya gelirken olduğu gibi şimdi de yine nereye gideceği hakkında bir fikri olmadan yürüyordu. İnsanlar ne kadar yanlış tanınıyordu! Yakın bir arkadaşı kendisini aşkı bilmeyen insan diye anlatırken o, Güntülü ile dolu olarak yaşıyordu. Gerçekte buna yaşamak değil, ateşte kıvranmak demek daha doğru olurdu, ama kendisine yaşıyor diye bakıyordu ya…

Birdenbire Çamlı Koru’ya geldiğini fark etti ve Leyla’yı hatırlayarak içindeki yangını onun huzurunda söndürmek ümidiyle yürüdü. Her zaman oturduğu, Leyla’yı tanımış olduğu sıra boştu. Belki gelir diye düşündü. Fakat içindeki kuvvetli sezgi bu gece Leyla’nın gelmeyeceğini, esrarlı kadın sesinin işitilmeyeceğini söylüyordu.

Beklemedi. Ağır adımlarla yürüyerek Çamlı Koru’dan ayrıldı. Kendisi bu kadar ağır yürürken beyni motor gibi çalışıyordu. Geçtiği yerlerin bazısı yabancı,bazısı bildiği köşelerdi. Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu, ama çok zaman geçtiğine emindi. Bir aralık durarak göğe baktı ve sanki gökte kendisinin ne yaptığı,nereleri dolaştığı yazılı imiş gibi, bu uzun gezinti sırasında Leyla’nın ve Nurkan’ın evlerinin önünden geçtiğini o anda hatırladı.

Leyla’yı bir kurtarıcı diye düşünerek şifa bulmak için aramış, evinin önüne kadar gelmiş, çok geç olduğu için uğramayarak ayrılmış,Nurkan’ın da belki yine Eski Arkadaşlar Marşı’nı çalar ümidiyle teselli beklemişti.

Ümitler boştu.

İçinde büyük bir sıkıntı duyarak yürüyordu. Yorulmuştu. Saatine baktı: Gece yarısını biraz geçiyordu. Kendi kendisiyle alay ederek “ Ne de has piyade subayı imişim” diye söylendi. Çevresine bakınınca sokağı tanıdı ve biraz yürüyerek yan sokağa kıvrıldı. Güntülü’nün evinin önündeydi.

Karanlık evin yalnız üst katındaki bir odada ışık yanıyordu. Burası Güntülü’nün odasıydı. Ayşe ile bu evin alt katındaki misafir odasında oturdukları zaman Güntülü öyle söylemişti.

Gecenin bu saatinde bu kız ne yapıyordu ki? Belki tıbbiye imtihanları için hazırlanıyor,yahut da roman okuyordu. Bu ihtimaller Selim Pusat’a pek yavan geldi ve kalın perdelerin arkasında şu anda ne olduğunu,Güntülü’nün ne yaptığını öğrenmek için büyük bir merak duydu. Aslında bu bir merak değil,merak şeklinde duyulan bir sevgi ıstırabıydı. Büyük bir karar ve cüretkarlıkla kapısının basamaklarına eğilerek mermerin altındaki anahtarı çıkardı. Anahtar deliğine sokarak kapıyı araladı.

Aynı anda birisi Selim’i kolundan tutarak durdurdu ve başını çeviren Selim,arkadaşı Şeref’le yüzyüze geldi.

Şeref başını iki yana hafifçe sallayarak “Hakkın yok Selim” dedi ve uzaktaki sokak lambasının solgun ışığı altında Selim Pusat, arkadaşının gözlerinin yine nemli olduğunu görerek yüreği sızladı. İçinden “Fakat onu seviyorum” diye geçirdi. Şeref,aralanmış kapıyı sessizce kapayıp anahtarı basamağın altına koyduktan sonra Selim’in düşüncesini anlamış gibi:

- Yine de hakkın yok,dedi. Onu sevmeye de hakkın yok. Sen bugünün ordudan kovulmuş yüzbaşısı olmasan bile Tanrıkut Mete ordusunun yüzbaşısı idin. Ya o kız kim? Kimin kızı? Babasının Mersin’de olduğunu söylerken annesinin yüzünden geçen kara bulutu bakmadan gördün de bunun üzerinde niye düşünmedin?

Selim susuyordu. Yavaş yavaş yürüyorlardı. Şeref çok kederli bir yüz ve elemli bir sesle konuşuyordu:

- Sen niçin böyle oldun Selim? Unutma ki, o kız bütün meziyetleri kendinde toplamış bir prenses olsa bile sen evli olduğun için yine onu sevemezsin. Aşk dediğin oyuncak ancak işsiz güçsüzlerin harcıdır.

Selim’in sarhoşluğu geçmişti. Bir aralık arkadaşına dikkatli bakınca üstünde apoletleri sökülmüş yüzbaşı elbisesi olduğunu görerek büyük bir acı duydu. Çünkü evlerindeki büyük çalışma odasında gezinirken daima giydiği aynı elbiseyi,apoletleri sökülmüş kendi ceketini epey zamandır giymez olmuştu. Demek ki kendi mazisini artık umursamaz hale gelmiş, askerliğini unutmuştu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Şeref hem yürüyor, hem konuşuyordu:
- Senin her zaman düşüneceğin şey askerliğindir. Rütbeni alabilirler,ordudan kovabilirler, ama askerliğini alamazlar. Askerlik rütbe,elbise değil,ruhtur. Istırap çekmek istiyorsan öyle bir kızı sevmek yerine bir bölüğe kumanda edemediğini düşün, yeter!

Şeref’in sözleri Selim’in yüreğine işliyordu. Bunlara cevap veremezdi. Arkadaşı haklıydı ve devam ediyordu:

- Tanrıkut’un ordusunda iken suçu bir anda işlemiş, buyruğu yerine getirmediğin için idam olmuştun. Bugün ise suçu bir anda değil, düşünerek, bilerek, isteyerek yapıyorsun.

Selim! İki bin yılda bu ne büyük değişiklik! Sen böyle mi olacaktın? İradeni çocuk denebilecek bir kız mı alıp götürecekti? Bana,en yakın arkadaşına o zaman tattırdığın acı bir günlük olmuş, dinlenmeden dört yana yapılan büyük yürüyüşlerle kederi arkada bırakmıştın. Şimdi ise hem acım sürekli oluyor, hem de beni oyalayacak savaş ve akın yok. Artık ben bir subay değilim. Hiçim… Yokum…

Bunu söylerken sağ elini kalbinin üstüne bastırdı ve arkadaşına bakan Selim onun yüreğinin yine kanamakta olduğunu görerek ürperdi. Yürüyorlardı. Fakat Selim nerelerden geçtiklerini fark etmiyor,baktığı yerleri görmüyordu. Çok uzun gibi gelen bir susuştan sonra Şeref yeniden söze başladı:

- Bundan önce,seni askerlikten, yani sevgiden ve inancından ayırdıkları için içiyor,üzüntünü unutmaya çalışıyordun. Buna hakkın vardı. Çünkü sen yarınında hiçbir ümit ışığı olmayan bir adamdın. Ya şimdi, doktor yasakladı halde niye içiyorsun? O kız için mi? Senin askerliğin ve tuzbuz olmuş ümidinle o kız eşit mi Selim? O kız için sağlığını tehlikeye atmak sana yakışır mı? Yalnız kendin için mi yaşıyorsun? Evin, eşin, oğlun yok mu? Kimsem olmadığı için ben ölebilirdim, ama sen ölemezsin. İleride Tosun’u kendi yerine bir subay olarak görebilmek ümidi seni yaşatmaya değmez mi? Birçok insanların ümit kırıntılarıyla yaşadığı bu dünyada oğlunu da deden, baban ve kendin gibi asker görmek ihtimali az şey midir?

Durdular… Şeref, sağ eli hala yüreğinin üstünde olduğu halde sol elini apoletsiz askeri ceketin yan cebine soktu. Bir kartpostal çıkarıp Selim’e uzatarak yeniden konuşmaya başladı:

- Doğru hüküm vermen için bir noktaya dikkatini çekeceğim. O kız seninle arkadaşlığımıza neden tahammül edemiyor? İkimiz hiçbir şey olmasak bile bunaltıcı sıcaklarla dondurucu soğukların birlikte çekilmesiyle perçinleşmiş bir arkadaşlığa malikiz. Buna askerlik inancını da kat. Dünya büyüklüğündeki kaya kadar sarsılmaz, yıkılmaz bir varlık çıkar. O kız neden bu varlığı yok etmeğe çalışıyor? Neden senin masandaki resmimi çok görüyor?

Son cümle üzerine Selim,arkadaşının verdiği karta baktı. Bu, Şeref’in kendisine hatıra olarak verdiği, masasındaki çerçevede duran resmiydi. Bir gece önce Güntülü’nün hayalinin “Oradan çıkaracağım” dediği resimdi.

Dehşet içinde kaldı. Tam,bunu nasıl ele geçirdin diye soracakken arkadaşı tekrar söze başladı:

- Selim! Bir daha görüşürsek arada kırgınlık olur diye korkuyorum. Allaha ısmarladık!

Şeref bir anda kayboldu ve şaşıran Pusat, gönlünde kederle dolu bir tıkanıklık duyarak çevresine bakınınca şaşkınlığı büsbütün arttı. Çünkü Şeref’in bakımsız ve taşsız mezarı başında bulunuyordu. Kendisinin yazıp koyduğu, artık çok eskimiş olan tahta, üstünde “Arkadaşım Şeref” yazılı tahta boynu bükük, öksüz, bir çocuk gibi Selim’ bakıyordu.

Mezarlıktan çıkarak yavaş adımlarla yürümeye başladı.

Kendisini kainatta yalnız kalmış gibi görüyordu. En yakın ve dost kalpler olan Ayşe ve Leyla bile ne kadar uzak ve yabancıydı.

Bu akşam nasıl başlayıp, nasıl bitmişti. Demek dünyada kendisine huzur nasip olmayacaktı. Bu ezginliğin altında,yürüyerek değil,gövdesini sürüyerek evine geliyordu. İnsanlar, babalarıyla analarının dağ gibi ümitleriyle dünyaya geldikten sonra denizler gibi ümitsizlikler içinde boğularak kaybolup gidiyorlardı. Acaba bugün hiçbir şeyden haberi olmayan küçük Tosun’u nasıl bir gelecek bekliyordu?

Ürperdiğini hissetti. Bunu düşünmemek için zihni bir gayret sarfederek beynini başka yönlere çevirmeye çabaladı. O zaman da hep aynı konu kafasını kurcalıyordu: Güntülü… Ok atılmayanlardan biriydim… Sizi selamlamak için baş çevirdim… Sizin kadar asker bir asker…

Evine girerken sabah olmak üzereydi. İlk iş olarak masaya,Şeref’in resminin durduğu köşeye yaklaştı. Arkadaşının resminin çerçevesi yerindeydi. Fakat içinde resim bulunmuyordu. O zaman Şeref’in verdiği resme tekrar dikkatle baktı. Evet, oydu,çerçeveden çıkarılmış resimdi. Onu yerine taktı. Fakat birdenbire bir şey dikkatini çekti. Bu fotoğrafın altında Şeref’in bir yazısı olacaktı: “Ümitli yolun başında arkadaşım Pusat’a “ diye yazılmıştı,ama şimdi resimde o yazı bulunmuyordu. Çerçeve ye tıpatıp uyan bu resmin başka resim olmasına imkan yoktu. Öyleyse yazı ne olmuştu? Bu şeytan işeri neydi?

Düşünürse çıldıracağını anladı ve uyumak üzere, yıllardır manevi mezar gibi gördüğü yatağına doğru sessizce yürüdü. Maddi yorgunluk ve manevi bitkinlik uyumasına yaradı. Beyni uyanık olduğu halde gövdesi uyuyordu.

Ayşe sabahleyin kalktığı zaman içinde bir sıkıntı vardı. Çevresine dikkatle bakıp anormal bir şey görmediği halde bu sıkıntı geçmiyordu. Liseler tatile girmiş olduğu için kalkmasına lüzum yoktu, ama Selim işine gidecekti. Ona kahvaltı hazırlaması icab ediyordu.

Şuraya buraya gidip gelirken bir aralık Selim’in masasına çok yaklaştı ve masada gözünün alışmadığı bir düzensizlik görerek bunun ne olduğunu anlamak için dikkatini masada yoğunlaştırdı ve buldu. Bir resim her zamanki yerinde değildi.

Bu resim Şeref’in resmiydi. Onu her zamanki yerine koymak için eline aldığı zaman gözleri hayretle açıldı. Resmin altında güzel bir yazıyla Selim’e yazılmış olan ithaf yoktu ve yerinde… Evet,onun yerinde kurumuş bir kan lekesi bulunuyordu.

Ayşe, korku mu, ne olduğunu anlayamadığı bir duygu içinde adeta sendeleyerek “Aman Yarabbi! ” diye söylendi. Bunun manası neydi?

Tekrar fotoğrafa baktı ve dehşetle irkildi. Şeref’in fotoğrafının gözleri yaşlıydı…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
25. BÖLÜM


Bir şey Ayşe’nin dikkatini çekti. Ücretlilere verilen on beş günlük iznini kullanan Selim evden çıkmadan boyuna okuyordu. Ayşe’yi şaşırtan,bu okumaların askerlikle hiçbir ilgisi olmayışıydı. Selim şiir kitaplarını, hele bunların arasında da divanları okuyor, okurken de adeta kendini unutuyor, bazen de ufak notlar alıyordu.

Askerliğin dışında da bir hayat olduğunu kabul etmek, onlarla uğraşmak güzel şeylerdi. Normale dönmenin belirtileriydi. Fakat divanlara dalış Ayşe’yi yeni baştan tedirgin etti ve baştanbaşa şak şiirleriyle, aşk şiirlerinin en güzelleriyle dolu divanlara kapanışta hoşuna gitmeyen bir sebep sezinledi.

Selim, bir vakitler kendisinin de şiir yazdığını unutacak kadar edebiyattan uzaklaşmıştı. Şimdi durup dururken edebiyata dönmek,hele ona yabancı olması gereken divan şiirlerine yönelmek Ayşe’ye garip geliyordu.

Selim divan şiirini kolaylıkla anlıyor,bazen de sözlüklere bakıyor,fakat Ayşe’ye bir şey sormuyordu. Bu sormayış da manalıydı. Gerçi birbirlerine karşı günden güne yabancılaştıkları bir hakikatı, ama ne de olsa hayat arkadaşı idiler,bir evde yaşıyorlardı ve görünürde aralarında büyük bir kırgınlık falan geçmiş değildi.

Esrarlı kan lekelerinin tesirinden kurtulamayan Ayşe,Selim’de bir takım da esrarlı davranışlar sezer gibi oluyordu. Bundan dolayı kocasını gizlice göz hapsine almıştı. Onu şüphelendirmemek için kontrolünü çok ihtiyatla yapıyor, Selim’le ve okuduklarıyla hiç ilgilenmiyormuş gibi davranıyordu. Fuzuli ve Naili divanlarından başka iki de antolojiyi dikkatle okuduğunu tesbit etmiş,daha fazlasını görememişti. Yalnız Selim’in aldığı notlar arasında bir tanesi, garami bir mısra gözüne çarpmış, bir okuyuşta aklında kalan bir şiir parçasının kime ait olduğunu anlayamamıştı. Mısra şöyle idi:

Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım…

Bu divan edebiyatına ait olamazdı. Faruk Nafiz, hatta Yahya Kemal çeşnisi vardı, ama daha yenilerden birinin de olabilirdi.

Ayşe, kadınlık merakı ile yorucu bir işe girişmekten çekinmedi. Selim’in okuduğu iki antolojiyi baştanbaşa gözden geçirdi. Hiçbir şairde böyle bir mısra bulamadı.

O zaman, nicedir kendisini rahatsız eden duygunun şahlandığını duydu: Acaba bu mısra Selim Pusat’ın mı idi? Gözlerle günah işlemek… Şiirlerde ve hele romanlarda aşk böyle başlardı. Bu mısra Selim’inse acaba bir aşkın eşiğinde mi bulunuyordu?... Sakın…

Ayşe, düşüncelerinden daha ileri gitmekten çekindi ve beyninden geçenlerin hepsini kuruntu sayarak başka şeyler düşünmeye başladı. Fakat o mısra kafasına saplanmış, çıkmak bilmiyordu. Acaba üst ve altındaki mısraları da bulabilir miydi?

Bulsa ne olacaktı? Hiç… Ayşe, içinde bir rahatlık duyar gibi oldu.

Selim ise göz hapsinde olduğunu asla anlamayarak, hatta ne yaptığını bile pek bilemeyerek bir şeylerle uğraşıyordu.

Şimdi dünyayı başka bir açıdan görüyor,önünden perde kalkıp yeni, iç açıcı bir manzarayla karşılaşan insanların duygusunu duyuyordu. İçinden gelen bir dürtüş vardı. Bu dürtüşü yazılara ve yazının askercesi olan mısralara geçirmeliydi.

Bir şeyler yazıyor, bazen bozuyor, düşünüyor, yeniden yazıyordu. Yazdığı bir şiirdi. Aşk şiiriydi ve aruzla yazılmıştı. Tamamını okuduktan sonra duygularını yokladı. Memnun değildi. Her aşk şiiri gibi bunda da bir zaaf açığa vuruluyor, yani Selim Pusat kendi eliyle kendi prensibini bozmuş oluyordu. Sonra arkadaşı Şeref’in acı uyarmalarını hatırlayarak bunalıyor, fakat bu bunalmanın arkasından, kendisine bakan yeşil gözleri görünce her şeyi unutuyor, o zaman, tamamladığı şiire dalarak acı acı gülümsüyordu.

Karla ve soluk kesen tipi ile tehlikeler yaratan bir yoldaki yolcu,artık bir defa girmiş bulunduğu bu yolda tabiatla nasıl boğuşuyorsa, Selim de yeşil bakışlı kasırganın arasında bir ölüm-dirim savaşı yapacaktı.

Hayat böyleydi. Rüzgarlar bir ağacın yaprağını uzaklardaki bir suya nasıl atıyor ve yaprak hiç de kendisine yakışmayan bir çevrede nasıl dönüp çarparak kayboluyorsa, Selim Pusat da kendi ağacı olan asker ocağından koparak yeşil dalgalı ve çağlayanlı bir ırmağa düşmüş, meçhule doğru sürüklenip gidiyordu. Yalnız sürüklenmekle kalmıyor,bu arada kendi sağlığını yıkıyordu. Çünkü yasak edilen içkiye yine başlamış, hatta eski hızını da aşmıştı.

Selim artık dünya ile ilgisini tamamiyle kesmişti. Birçok şeyleri irade kuvvetiyle unutuyor, bu sayede, yüzünde bahtiyar insanların rahatlığı ve yumuşaklığı görünüyordu.

Tatilinin son günlerinde yeniden hastalanarak yatağa düştü. İçki yeniden bünyesini sarsmıştı. Selim bunun farkında değilmiş gibi yatıyor, perhize ve ilaçlara devam ediyordu. Kendi hastalığı ve sağlığı ile de o kadar ilgisizdi ki,gelen doktorun kim olduğunu hatırlamıyor,yanındaki pencereden göğe bakmakla, zaman onu aşındırmadan o zamanı aşındırmak istiyormuşçasına saatler geçiriyordu. Ayşe’yi de hayal meyal görüyor gibiydi. Yatağa düşeli gerçekten de ona bir kere bile hitab etmiş değildi. Evde tek konuştuğu insan Tosun’du. Onun sorularına cevap veriyor, henüz içinde hiçbir kötülük, ikiyüzlülük bulunmayan bu çocuğun da zamanla insanlık çirkefine bulaşacağına düşününce yüreğine acı çökerek ufuklara bakıyordu.

Gündelikçi kadın, Selim’in yanına gelmekten çekiniyordu. O kadar aksi bir hali, öyle sert bakışları vardı ki, kadın sanki hakarete uğrayacak yahut kalbi kırılacakmış gibi bir duygu ile çekiniyordu, bir şey sormak, danışmak istediği zaman Tosun’u elçi olarak kullanıyordu. Halbuki Selim’in aksiliği ve sert bakışı ona değil, kendi içinden geçenlere idi. Gönlündeki kasırganın geçmesini bekliyordu, ama geçeceğine dair hiçbir belirti gözükmüyordu.

Yataktaki son günüydü. İzni bittiği için ertesi gün vazifeye başlayacaktı. Tosun her zamanki masum tavrıyla odaya girerek babasına bir mektup uzattı.

Selim mektuplara karşı oldum olası meraksızdı. Okumak için acele etmek, kimden geldiğini anlamaya istek duymazdı. Yine öyle oldu. Zarftaki yazıya baktı. Tanımadığı bir yazıydı. Mektubu açtı. Ne garip şey! Bu bir şiirdi ve altında kendi imzası vardı. Dikkatle baktı. Hem de kendi el yazısıyla yazılmıştı. Şiiri içinden okumaya başladı:

Ruhun mu ateş,yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem,bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin,ondan bu gönül zorla tutuştu…

Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…

Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır senden İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla,gönül mülkü düzelsin
Sen öldürüyorken de,vururken de güzelsin!

Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden…
Hasret sana,ey yirmi yılın taze baharı,
Valsınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönlün,tapmanın,aşkın sesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma “Kaabil”,
İmkanı bulunsaydı,bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç,senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir,gözle görülmez bu güzellik…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Son mısra beyninde bir nokta yavaş yavaş aydınlanmaya başladı. Sisler yırtıldı. Önce belirsiz olan şekiller açığa çıktı ve her şeyi hatırlayan Selim acı acı gülümsedi. Bu şiiri yazıp Güntülü’ye gönderen kendisiydi. Şimdi bu çılgınlığın cezasını çekiyordu. Güntülü şiiri geri yollayarak Selim Pusat’ı reddettiğini belli ediyordu. Tekrar gülümsedi. Ya ne olacaktı? Kabul mü edecekti? Peki, bile bile neden böyle yapmıştı? Mecburdu. İki bin yıl önceki macera tekrarlanıyordu. Kader bire kere çizilmişti. Hiçbir kuvvet onu değiştiremezdi.
Selim Pusat ertesi günü büroya ölü halinde gitti. Oradakilerden bir ikisi yüzüne ve bitkinliğine bakarak iyileşmeden gelmekle doğru yapmadığını söylediler. Kısa ve kuru teşekkürlerle karşılık vererek masasına eğildi ve akşama kadar bir kağıt okumadan evraka gözlerini, dikti, durdu.

Daha önceki sarsıntıları geçiştirmekten doğan bir tecrübeyle bunu da yeneceğini biliyordu. Yavaş yavaş içinde Güntülü’ye karşı bir öfkenin kabardığını seziyordu. Durup dururken kendisini bu yola zorlamasının manası neydi? Selim, asker ocağından çıkarıldıktan sonra kendi aleminde yaşayan,hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir insan olmuşken onu ilgisizliğin bu ucundan çekip ilginin ateşli ucuna sürüklemek niçindi? Bunu yaptıktan sonra o mektubu geri göndermek nedendi?

Beyninde bu hesaplaşmayı yaparak akşamı ettiği zaman artık bitkinliğinin geçtiğini anlamıştı. Güntülü’ye karşı olan duygularından hiçbir eksilme, hiçbir değişiklik olmamakla beraber içine dolmak üzere olan yenilmişlik bunaltısından kurtulmuş, sevgiyi çok sarhoş eden bir içki haline görmeye başlamıştı.

Birkaç gün sonraki Pazar sabahı Ayşe oldukça soğuk ve çekingen bir tavırla “Bugün öğleden sonra kızlar gelecek” dedi ve şimdiye kadar hiç yapmadığı şekilde, Selim’in cevabını beklemeden dönüp odadan çıkarak hazırlıklarıyla uğraşmaya başladı.

Selim, nedense, Güntülü ile karşılaşmak istemiyordu. Mektubunun geri gönderilmesinden doğan öfkeyle sert bir çıkış yapmaktan çekiniyordu. Mektubu yok etmek dururken geri göndermek ne demekti? Bunda bir hakaret yok muydu? Bir aralık Ayşe’ye bir şey söylemeden evden çıkıp gitmeyi düşündü ama bu, Güntülü’ye tepki değil, Ayşe’ye üzüntü verici bir davranış olacaktı.

Kapı çalınınca irkildi. Fakat bu gelenleri Işık Kızlar değil, öğretmen hanımlar olduğunu görünce ferahladı. Nasıl olsa Güntülü de gelecek değil miydi? İrkilmenin, ferahlamanın manası kalmıyordu.

Bu düşünceyle Selim Pusat kıvamını buldu.

Işık Kızlar en sonra geldiler. Fakat iki kişiydiler. Aralarında Güntülü yoktu. Bu yokluk birdenbire Pusat’ı öfkelendirdi. Bu da mektubu geri göndermek gibi bir şeydi. Ayşe’nin “Güntülü nerede?” sorusuna verilecek cevabı görünüşteki kayıtsızlığına rağmen derin bir merakla bekledi:

- Akrabalarının yanına gitti efendim. Çok hürmetleri var. Bundan sonraki ziyaretimizde bulunacak.

Selim bir anda iradesinin kuvvetlendiğini hissetti ve her zamanki durumunu takınarak kendisi konuşmadan konuşulanları dinlemeye başladı.

Ayşe’nin hazırladığı çayı ve bisküvitleri Ayşe’yle beraber Işık Kızlar dağıtmıştı. Nefis demli ve biraz limonlu çayı içerken Aydolu ile yan yana oturduklarının farkına vardı. Aydolu bugün Selim’e karşı çok nazik bir yakınlık gösteriyor,hatta arasıra onunla konuşuyordu.

Öğretmen hanımların tatlı bir konuşmaya daldıkları bir sırada Aydolu birdenbire ve yavaşça Pusat’a:

- Şiiriniz çok güzeldi efendim, dedi ve gafil avlanan Selim:

- Hangi şiir?, diye sordu.

Aydolu gözleri ve dudaklarıyla gülümsüyordu:

- Güntülü’ye yazdığınız şiir…

Selim Pusat, verdiği sır ifşa olunmuş insanların öfkesiyle kızardı ve istihza ile:

- Demek ki size gösterdi, dedi. Aydolu aynı sevimli ve gülümseyiş ile:

- Üçümüz beraber okuduk efendim, diye cevap verdi.

Başka bir zamanda olsaydı Selim konuşmayı burada keser, bir daha açmazdı. Fakat içinde bir eziklik duyduğu için merakını giderecek soruları sormaktan kendini alamıyordu:

- Size göstermesi doğru muydu?

- Neresinde yanlış vardı efendim?

- Verilen bir sırrı açığa vurmaktan daha yanlış ne olabilir?

- Bu bir sır değil ki… Biz her şeyi biliyorduk.

Pusat’ın kaşları çatıldı:

- Nereden biliyordunuz?

- Sizden…

Konuşma bir ara kesildi. Çünkü öğretmenlerden biri, Aydolu’nun yanında oturan Nurkan’a bir şeyler sormuş, Aydolu da öğretmeni dinlemeye mecbur kalmıştı. Pusat, bunu benden nasıl öğrendiler diye zihnini kurcaladı. İlgisini bu kadar belli edecek derecede iradesizlik mi göstermişti? Yoksa çok küçük de olsa, yaptığı bazı falsoların kızlar farkına mı varmıştı? Bunları düşünürken bir yandan da Aydolu’nun serbest kalacağı anı bekliyordu. Beklediği an gelince sordu:

- Bunu benden nasıl öğrendiniz?

Aydolu yine gülümsedi:

- Sizi ziyaretlerimizde ve okula gelişinizde ona yaptığınız farklı muameleden…

- Bu fark neydi?

- Bizimle hiç ilgilenmiyor, yalnız Güntülü ile meşgul oluyordunuz.

- Bu bir tesadüf olamaz mıydı?

- Tesadüf olmadığını şiiriniz ortaya koydu.

Pusat sustu. Kız haklıydı. Daha birçok şey sormak istediği halde vazgeçti. Zaten bu kadar samimi olan kız arkadaşların böyle bir konuyu birbirlerinden saklamaları imkansızdı. İçinde derin bir ıstırap duydu. Bu meclis,bu insanlar kendisini birdenbire dayanılmaz şekilde sıkmaya başladı ve şimdiye kadar Aydolu’ya asla göstermediği sert bir eda ile sordu:

- Arkadaşınız daha nazik davranamaz mıydı?

- Ne gibi efendim?

- Mektubu geri gönderecek yerde yırtıp atsa olmaz mıydı?

Aydolu ciddileşti:

- Mektubunuzu yırtmak hakaret olur diye düşündüğü için geri yolladı.

Pusat dikkatle kızın yüzüne baktıktan sonra içinden bir ağırlığın kalktığını duydu. Yaşamak galiba o kadar tatsız değildi.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
26. BÖLÜM


Selim Pusat, Güntülü’yü özleyerek yandığının farkındaydı. Haftalar geçmiş, fakat henüz akrabalarının yanından dönmemişti. Bir yandan da bu bekleyişin sürüp gitmesini istiyor, çünkü nasıl olacağını tahmin edemediği ilk karşılaşmadan çekiniyordu.

Selim Pusat çekiniyor, hatta korkuyordu. Artık korkmanın ne demek olduğunu o da herkes gibi öğrenmişti. Korktuğu aklına geldikçe acı acı gülümsüyor, sonra Şeref’in sözlerini hatırlıyordu: “Sen böyle mi olacaktın? Sen karar ve irade adamı idin. Ya o kimdi? Kimin kızıydı?”

O zaman, içinde demir yumru gibi bir ağırlığın acısını duyuyor, başka hiçbir çaresi kalmayarak canlarına kıyan insanlar gibi avunmayı kendisine yasak edilen, sağlığını, giderek de hayatını tehlikeye atan içkide buluyordu.

Ayşe ile artık değil konuşmak, selamlaşmayı bile kesmişlerdi. Bir konuşmanın büyük bir fırtına koparacağını ikisi de biliyordu.

Bir akşam, geceye yakın bir saatte, evde yalnız olarak içkiye daldığı bir sırada kapı acayip bir şekilde çalındı. Bu acayiplik, çalışın uzunluğundan başka çıkan sesin o zamana kadar duymadığı notasından ileri geliyordu. Kapıda üniformalı bir adam vardı. Fakat Selim’in başı o kadar dumanlı idi ki, bunun polis mi, bekçi mi, posta memuru mu olduğunu ayıramıyordu.

Adam elindeki kağıdı uzatarak “İmzalar mısınız?, dedi. Selim sordu:

- Bu nedir?

- Celpname.

- Ne celpnamesi?

- Mahkemeden çağırılıyorsunuz…

Selim şaşırmadı. Fakat öfkelendi ve sert bir sesle sordu:

- Hangi mahkemeden? Ne sıfatla çağırılıyorum?

Adam, kağıdı gösterdi:

- Okuyunuz, hepsi yazılı…

Selim o kadar sarhoştu ki, bu yazıları okumasına imkan yoktu. Hatta elindeki kağıdı doğru mu, ters mi tuttuğunun bile farkında değildi. Kağıdı adama vererek:

- Sen oku bakalım, neymiş?

Selim’in yüzüne hiç bakmayan adam kağıdı aldı. Kapının önündeki ışığa tutmaya lüzum görmeden Selim’e:

- Büyük Mahkeme’den sanık olarak çağırılıyorsunuz, cevabını verdi. Selim yine şaşırmadı:

- Büyük Mahkeme nedir? Böyle bir mahkeme olduğunu ilk defa duyuyorum. Bu bir askeri mahkeme mi?

- Hayır! Bu başka türlü bir mahkemedir.

- Hangi suçtan sanık olarak çağırılıyorum?

Adam, o zamana kadar soğukkanlılığını muhafaza eden Pusat’ın kanını donduran cevabı büyük bir sükunetle verdi:

- Yasak aşktan!..

Ve öfkeyle bir adım atan Selim’i çileden çıkarırcasına sözlerini tamamladı:

- Hemen gideceğiz.

- Bu saatte mi?

- Evet, bu saatte ve benimle…

Selim birdenbire ürperdi. Çünkü polis mi, mübaşir mi olduğu anlaşılmayan adam, gece vakti kendisini garip bir mahkemeye çağıran adam o idi. Yani Yek!..

Gülümsedi:

- Aşıklıktan, sihirbazlıktan, ihtilalcilikten, ajanlıktan, doktorluktan sonra şimdi de hakim yamağı mı oldun?

Her zaman eğilip bükülen, kamburumsu ve aksak Yek bu gece dimdikti. Konuşmasına da cesaret gelmişti:

- Bana hakaret edemezsiniz yüzbaşım! Sizi kendi adıma da mahkemeye verirdim, ama bu suçun altından kalkamayacağınız için lüzum görmüyorum. Ben aldığım buyruğu yerine getirmekten başka bir şey yapmıyorum. Buyurun gidelim.

Selim hızla kapıyı çekti. Yürümeye başladılar.

Onu yürüten şey büyük bir meraktı. Büyük Mahkeme sözünü evvelce işitmiş gibiydi, ama askeri mahkemeler ve harb divanları dışında pek fazla bir şey bilmediği için bunun da üzerinde fazla durmamıştı.

Bu gece gök bulutlu olduğundan ortalık hiç de aydınlık değildi. Garip bir tesadüfle sokak lambalarının birçoğu da yanmıyordu.

Selim nereye gittiklerinin farkında bile değildi. Bir aralık Yek’in sesi ile kendine geldi:

- Prenses Hanzade’nin evinin önünden geçiyoruz.

Selim başını kaldırdı. Pencerelerde ışık yoktu. Yek devam etti:

- Evde değil. Mahkemenizde bulunmak üzere çıkmış olacak.

Bu sözler Selim Pusat’ta bir şok tesiri yaptı. Biraz ayılır gibi olduysa da gözlerini yeniden duman kapladı ve ağır adımlarla yürüdü. Yolda yalnız ikisinin ayak sesleri duyuluyor, arkadan da bu seslerin yankısı geliyordu.

Yek yeniden konuştu:

- Sizden yirmi beş yaş küçük sevgilinizin evinden geçiyoruz.

Pusat irkildi. Güntülü’nün evi önündeydiler. Gözleri önce kapı basmaklarına, onra üst kata gitti. Kapkaranlıktı.

Yek tekrar söze başladı:

- Duruşmada bulunmak üzere evden çıkmıştır.

Pusat’ın zaten dağınık olan zihni büsbütün dağıldı. Kendisinin birkaç dakika önce öğrendiği bu muhakemeyi onlar nasıl, ne zaman, kimden haber almışlardı? Fakat bunu Yek’e sormayı küçüklük sayarak adımlarını hızlandırdı.

Hala nerelerden geçtiklerinin farkında değildi. Sonra şu da vardı ki, Yek şuradan yahut buradan gidilecek diye bir şey söylemiyor, Pusat’ın gittiği yollarda onu yanında yürümekten başka bir şey yapmıyor, arasıra bir iki söz ediyordu. Yine öyle oldu:

- Ay parçasının önünden geçiyoruz.

Selim bir şey anlamadı:

- Ay parçası kim?

- Aman yüzbaşım! Ay parçasını nasıl tanımazsınız?

- Tanımıyorum.

- İnsan kendi sırrını keşfedeni hiç tanımaz mı?

- Aydolu mu demek istiyorsun?

Yek bu soruya cevap vermeden pencereleri gösterdi:

- Bakın! Onun evi de karanlık. O da mahkemede…

Pusat, içinde bir sıkıntı duydu. Yapmak istediği bir şey vardı. Fakat o kadar sarhoştu ki, bunu düşünüp bulmasıyla unutması bir oluyor, yeniden bulmak için beynini aşırı bir gayretle yoruyordu.

Böyle düşünerek adım atarken birden tökezledi ve düşmek üzere iken Yek koluna girerek onu tuttu.

Sonra:

- Burası sizin için galiba tekin değil yüzbaşım! Ya size çarpan gizli bir radyasyon var, yahut farkına varmadan öteki dünya güzelinin tesirinde kalıyorsunuz.

Pusat öfkelenmeye başlamıştı:

- Bu herzelerin manası ne?

- Aman yüzbaşım! Siz de mi gerçeklerden hoşlanmamaya başladınız? Bakın! Dünya güzellerinden Nurkan Hanım’ın evi değil mi? Piyanosuyla sizi mest ettiği akşam yine burada düşmemiş miydiniz? Şimdi evi kapkaranlık olduğuna göre o da duruşmayı dinlemeye gitmiş olacak.

Selim çevresine bakındı. Bütün evler karanlıktı. Bu saatte herkes yatmış olmalıydı. Öfkesi arttı ve biraz azalan sarhoşluğun verdiği uyanıklıkla bağırdı.

- Serseri budala! Benim sarhoşluğumdan istifade ederek aklınca alay mı etmek istiyorsun? Gecenin bu saatinde muhakeme olur mu? Defol, git de başımı belaya sokma…

Yek bir adam gerileyerek cebinden iri bir düdük çıkardı:

- Alay falan ettiğim yok. Mahkemeye gideceğiz. Gelmezseniz yardımcılarımı çağırmaya mecbur olacağım.

Bunu söyleyerek eliyle geriyi gösteriyordu. Pusat hışımla geri döndü. Önce gözüne üç dört kişi çarptı. Sonra onların sağında,solunda başkaları peyda oldu. Daha sonra arkalarında da bir sürü kişi gözüktü. Bir bölük kadar kalabalık kimseler yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. Pusat, uzun süredir kendi ayak seslerinin yankısı sandığı gürültünün bu kalabalıktan çıktığını o zaman anladı.

Bu kalabalıkla başa çıkmasına imkan yoktu. Yürüdü ve Yek, sanki onun içinden geçenleri anlamış gibi yeniden konuştu:

- Bütün evlerin karanlık olmasına başka mana vermeyin. Bu gece herkes orada bulunacak.

Selim, iradesini ve karar verme gücünü alıp götürmüş olan aşırı sarhoşluğun tesiriyle ne yapacağını bilemeden yürüyordu. Büyük Mahkeme’nin olağanüstü, çok merak edilecek bir şey olduğunu anladığı halde hiçbir merak duymuyor, hayatla tek ilişkisi bile kalmamış bir insanın ruh hali içinde ilerliyordu.

Bir aralık bulutlar çekilir gibi oldu. Yerler aydınlandı. O zaman Selim’in gözlerine bir şey çarptı. Yürüdükleri yolda düzgün aralıklarla gölge gibi lekeler görünüyordu.

Bu gece çok mantıksız işleyen muhakemesi buna takılırken Yek’in uğursuz sesi işitildi:

-O gördükleriniz kan lekesidir. Büyük Muhakeme’de bulunmak üzere biraz önce buradan arkadaşınız Şeref geçti.

Selim ürperdiğini duydu. Ürperme geçmedi. İçini korku bürüdü ve yaz gecesinde titremeye başladı.

Mel’un Yek her şeyin farkındaydı. Çok ciddi, fakat içinde alay çınlayan bir sesle:

- Ne o yüzbaşım?, dedi. Hani siz hiçbir şeyden korkmazdınız? Titreyecek kadar mahkemeden ürktünüz mü?

Selim Pusat’ta cevap verecek güç kalmamıştı. Garip bir rüzgar esiyor, daha garip bir uğultu yüreğinin içine doluyordu. Yek:

- İşte geldik deyince başını kaldıran Pusat bir mahşer kalabalığının ortasında olduğunu gördü ve şaşkınlıkla sendeledi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Anlatılamayacak kadar geniş ve büyük bir meydandı. Hemen her semtini bildiği şehrin böyle bir meydanı olduğunu hatırlamıyordu. Yüz binlerle değil, milyonlarla bile sayılmayacak olan bu kalabalık nereden çıkmıştı? Pusat “Acaba şuurum mu yerinde değil?” diye düşünürken Yek, yandaki bir iskemleyi göstererek ”Buraya oturacaksınız yüzbaşım” dedi. Selim bütün sarhoşluğuna, gözlerinin dumanlı görünüşüne rağmen bu iskemlenin bir taht kadar gösterişli olduğunu fark etti ve derhal oturdu.
Deminki uğultu dinmişti. Sayısız kalabalıktan herkes kendisine bakıyordu. Geridekiler ve daha geridekiler Selim’e sanki yıllarca uzak mesafelerden bakıyormuş gibi geliyordu.

Sessizlik uzun sürmedi. O deminki garip uğultu yeniden başladı. Gökte bulutlar çoğalmış, hatta alçalmış, ay kaybolduğu için ortalık zifiri karanlığa boğulmuştu.

Birdenbire, kasırganın ulu ağaçlardan kurulu bir ormana çarpmasındaki sese benzer ürpertici, fakat güzle bir gürültü sonsuz alanı kapladı ve Selim Pusat tam karşısında göz kamaştırıcı, heybetli bir ışığın parladığını, aynı anda, o çok büyük meydandaki milyonların hep birden ayağa kalkarak ışığa baktıklarını gördü. Bir el, kolundan tutarak kendisini de ayağa kaldırdı ve Pusat gerçekten bir mahkemede olduğunu anladı. Yanı başında, kendisini ayağa kaldıran Yek, fısıldar gibi bir sesle “Tanrı’nın huzurunda bulunuyorsunuz” deyince Selim esas duruşa geçti. İçkinin tesiri geçmiş, onun yerine başka türlü, anlatılamaz bir sarhoşluk gelmişti. Dünya kadar, kainat kadar geniş olan meydanda çıt çıkmıyordu.

Yine birdenbire, titretici ve heybetli bir sesin kendisine seslendiğini duyarak ürperdi:

- Selim Pusat! Duruşman başlıyor.

Selim kendine gelmiş, iradesini takınmıştı. Kendisiyle karşısındaki muhteşem ışığın arasına üç yaratığın geldiğini gördü ve onlarla ilk defa karşılaşmasına rağmen gönlüne dolan bir sezgiyle kim olduklarını tanıdı. Bunlar Cebrail, Mikail ve İsrafil’di.

İnsan gibiydiler, ama insana benzemiyorlardı. Çok büyüktüler, ama bu geniş alanı dolduran insanlarla aynı boyda gözüküyorlardı.

Cebrail söze başladı:

- Selim Pusat büyük günahlar işledi. Ben görevi bitmiş bir melek olduğum, kıyamete kadar dinlenmek hakkını kazandığım halde bu hakkıma ilişti. Onun gönlünden geçen fırtınalarla rahatsız edildim. Halbuki bu fırtınalar yalnız ben peygamberlere götürürken duyulurdu. Kendisinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevdi ve hepsinden daha kötü olarak bu sevgiyi açığa vurdu. Bir subay için en büyük günah budur.

Derin sessizliğin arasında heybetli ses sordu:

- Ne diyorsun Selim Pusat?

Selim, gözlerini kamaştıran ışığa bakmaya çalışarak subaylık zamanındaki sertliği ile cevap verdi:

- Doğrudur!

Mikail söze başladı:

- Selim Pusat benim haklarıma da ilişti. Ben en güzel ve iç açıcı yağmurları yağdırdığım gibi öldürücü kasırgaları da estirir, ılık güneşle beraber kavurucu güneşi de parlatırım. Bu sanık öyle bir sevgiye tutuldu ki gönlünde nisan esintileriyle birlikte karakış boraları da esti. Zaman zaman mayıs güneşiyle ısındı. Zaman zaman ağustos güneşiyle kavruldu. Bana rakib oldu. İradesini kullanamadı. Bir subay için en büyük günah budur.

Çıt çıkmıyordu. Heybetli ses yine sordu:

- Ne diyorsun Selim Pusat?

Selim daha da sertleşmişti:

- Doğrudur!

İsrafil söze başladı:

- Benzi vazifem kıyamet günü olacaktır. O güne kadar buyruk beklemeye mecburum. Selim Pusat’ın gönlünün içindeki feryatlar o kadar acı ve gürültülü idi ki insanlar duysa hep ölür, benim surumu öttürmeme lüzum kalmazdı. Bütün bunlar kendisinin günahından doğdu. Günahlarını araştıra araştıra ilk sebebe gidince bunu öğrendim. İnsanların türlü fikri çalkantısıyla boğuştuğu çağda o kırallık taraftarıydı. Ülkesinin kanunlarını tanımaz olmuştu.

Heybetli ses üçüncü defa sordu:

- Ne diyorsun Selim Pusat?

- Doğrudur!

- Bütün olanların ilk sebebi senin Kıralcı oluşun mudur?

- Evet!

- Bunu ilk günah diye kabul ediyor musun?

- Asla!

- Neden?

- Bütün o muhteşem kıralları sen yarattın!

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
27. BÖLÜM


Sonsuz alanda sessizliğin kalbi çarpıyordu. Selim Pusat en yakınından en uzağa kadar herkesin yüzündeki öldürücü merak çizgilerini seçebiliyordu. Bakışlarını derinleştirerek kalabalık arasında tanıdık kimseler bulmaya çalıştı. Ne garip!.. Burada herkes başka başka olduğu halde hepsi de birbirine benziyordu. Bundaki garabeti düşünmeye vakit kalmadan heybetli sesle yeniden titredi:

- Tanık olarak senin hakkında peygamberler konuşacak…

Selim büyük bir şaşkınlık içinde peygamberleri düşünürken demin meleklerin konuştuğu yere ağır adımlarla üç kişi gelerek büyük bir vakar içinde, Selim’in bakamadığı ışığı selamladılar.

İçlerinden biri ilerleyerek diz çöktü. Ellerini kaldırarak:

- Ey Ulu Işık! Ey Ulu Ateş! Ey Ahuramazda. Ben Zerdüşt’üm, dedi.

Işığın içindeki heybetli ses sordu:

- Zerdüşt! Ruhlar aleminden Selim Pusat’ın bütünü hayatını gördün. Suçlu mudur?

Zerdüşt ayağa kalkarak cevap verdi:

- En büyük suçludur. Çünkü bir kıza gönlünü kaptırdı. Kadınların hepsi Ehrimen’in hizmetkarı, askerdir. Bir kadına tutsak olmak Şeytan’a kul olmak demektir. Hem de bu bir subaydı ve olgunluk çağındaydı. Kendisinden yirmi beş yaş küçük kıza esir olmakla Şeytan tarafına geçmeye gönüllü olduğunu gösterdi. Ne dünyada, ne de ruhlar alemindeki hayatımda bundan daha suçlu insan görmedim.

Işıktan ses geldi:

- Ne diyorsun Selim Pusat?

- Kabul etmiyorum.

- Neden?

- Kadınları neden Şeytan’ın kulu olarak yarattı? Yarattın da o kadınlardan peygamberi nasıl vücuda getirdin?

İkinci peygamber ilerledi. Avuçlarını birleştirerek baş eğdi. Diz çöktü:

- Ey ebedi Nirvanna! Ey başlangıçsız, sonsuz varlık! Ben Buda’yım, dedi.

Işığın sesi daha da heybetlenmişti:

- Buda! Sen fenalık diye bir şey kabul etmiyorsun. Selim Pusat fenalık yapmış mıdır? Günah işlemiş midir?

Buda’nın yavaş, yumuşak ve pürüzsüz sesi cevap verdi:

- Günah işlemiştir! Alemin bir kuruntular alemi, aşkın bir hastalık olduğunu anlamamış, ruhunu huzurun ışığından didişmenin karanlığına atmıştır. Böylelikle senden, ebedi Nirvanna’dan uzaklaşarak en büyük günahı taşımıştır. Ruhu milyonlarca yıl azap cehenneminde yanmaya layıktır. Ancak ondan sonradır ki kuruntudan insanların sükununa kavuşacak, put diye taptığı kızın alelade bir yaratık, geçici bir hayal olduğunu anlayacaktır.

Buda susunca ışıktaki ses heybetle sordu:

- Ne cevap vereceksin Selim Pusat?

Selim Pusat öfkelenmişti:

- Bütün bu sözleri saçmalardan ibaret, diye bağırdı. Buda denilen bu adam tarih boyunca tek kumandan yetiştirmemiş, savaşı öğrenmemiş, yabancı tutsaklığını şiar edinmiş bir miskinler ülkesinin peygamberidir. Kuruntu ne demek? Sükun yani barış ne demek? Alemi savaşla yaratan sen değil misin? Savaşı yaratılış kanunu yapan sen değil misin? Güzel kızları yaratan sen değil misin? Sevmek için bize gönül veren sen değil misin? Hem o güzeli yarat. Hem onu bana sevdir. Ondan sonra da ruhumu milyonlarca yıl azap cehenneminde yak. Bunu bir Tanrı değil, ancak Tanrı kudretinde bir çocuk yapabilir!

Birden ortalığı yine o korkunç sessizlik bürürken üçüncü peygamber vekar ile ilerleyerek yere kapandı. Alnını yere sürdükten sonra kalkarak:

- Ben son peygamber Muhammed’im, dedi. Bu dünyaya getirdiğim ebedi şeriata göre Selim Pusat suçlu ve günahkardır. Küçük bir kızı sevmekle zevcesine ıstırap vermiş, meşru yol dururken gayrımeşruuna sapmış ve hepsinden fena olarak da istenmediği halde bir kızın hayalinin ardından koşmuş, geceleyin onun evine girmeye kalkmış, yasak edilen içkiye dadanmıştır. Bir kadın ancak sevilir. Ona esir olunmaz. Bu, putperestliktir ve en büyük günahtır.

Işık adeta gürler gibiydi:

- Ne diyeceksin Selim Pusat?

- Ben kimseye kötülük etmedim. Kimse hakkında kötü düşünce beslemedim. Ümitleri kırılmış bir insan olarak avunmayı içkide ve bir güzeli düşünmede buldum. İçki fena ise üzümü neden yarattınız? Üzümden içki yapılacağını neden Levh-i Mahfuz’ a yazdın? Son peygamberin arkadaşları namaz kılarken ayetleri yanlış okumasaydı içki yasaklanacak mıydı? Çöldeki Bedevi ile bir kurmay subayın içmesi aynı mıdır? Biri sarhoş olunca her türlü herzeyi söyleyebilir. Öteki sarhoşluğun son merhalesinde bile temkinli ve iradelidir. Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Ayşe’yi neden sevdi de aldı? Tanrı adaletinin yürüdüğü bu mahkemede de böyle haksızlıklar yapılacaksa beni cehennemin en kötü yerine atın. Atın ki, tek içimde insanlığın erdemine ait son kırıntılar da yok olup gitmesin.

Pusat bunları söyleyince ışığın çoğaldığı, gözlere tesir ettiği, gönüllere dehşet saldığı görüldü ve heybetli ses sordu:

- Şimdi de sen savunma tanıklarını göster!

Pusat şaşırdı:

- Herkesin menfuru olduğunu anladım. Dünyada ve ruhlar aleminde beni savunacak kimsenin bulunacağını ummuyorum.

-O kadar beğendiğin, sevdiğin kırallardan bir tek kişi de gösteremez misin?

Kırallardan söz edilince Selim Pusat canlandı, dikleşti. Askerlik zamanındaki sert sesiyle:

- Milletimin büyük kırallarını dinleyin, diye cevap verdi. Aynı anda ışığın sağ ve solunda iki yol ve bu iki yoldan şakırtılar arasında birçok atlının dörtnala geldiği görüldü. Dağınık gibi gözüken bu atlılar ışığın karşısına gelince düzgün bir sıra haline geçtiler ve bir anda atlarından atlayarak yere diz vurup ışığı selamladıktan sonra kalktılar.

En baştaki, çevik bir davranışla silahlarını çıkarıp yanındakine verdikten sonra ışığa doğru ilerledi. Baş eğip doğrulduktan sonra kendisini tanıttı:

- Ben Alp Er Tunga… Selim Pusat’ın milletinin en eski kralı. O kadar eskiyim ki, tarihle efsane arasında kayboldum. Selim Pusat’ın benden haberi bile yoktur. Kıralcı olduğu halde kendi en eski kıralından, savaşta ölen kıralından habersiz yaşamaktadır. Bundan dolayı onun hakkında ben bir demeyeceğim. Benden sonraki onu iyi tanır. Sözü onu bırakıyorum.

Alp Er Tunga, gösterişli ve kahraman edasıyla toprağa diz vurduktan sonra yerine gelip demin verdiği silahlarını alırken, silahları veren ikinci kıral, omuzlarına dökülen saçları, heybetli börkü, çok sert bakışlarıyla kendi silahlarını çıkarıp yanındakilere vererek ilerledi:

- Ben, Selim Pusat’ın milletini yaratan adam. Asıl adımı unuttum. Şimdikiler bana Tanrıkut Mete diyorlar. Selim Pusat benim ordumda da bir yüzbaşıydı. Börü boyundan Kayı adında bir yüzbaşıydı. Bu Yüzbaşı Börü Kayı, sevgilisini hedef yaparak okla vurması için verdiğim buyruğa beş eğmediğinden idam olundu. Bir asker aldığı buyruğu yapmazsa o hiçbir şey değildir. Görüyorum ki, iki bin yılı aşkın bir zamandan sonra ruhu Selim Pusat’ta tecelli ederek yine bir kıza tutsak olmuştur. Suçludur. Er kişiler vuruşmak için doğarlar. Kızlara tutsak olmak için değil…

Işıktan ses geldi:

- Ne diyorsun Selim Pusat?

- Hiçbir itirazım yok. Kıralımın sözleri baştan sona doğrudur.

Tanrıkut yerine gelirken onun yanındaki tıknaz, kısa boylu, esmer kıral ilerleyerek yere diz vurdu:

- Ben de benden önceki gibi asıl adı unutulmuş bedbaht biriyim. Bana Atila diyorlar. Selim Pusat suçludur. Er kişiler kadına tutsak olmaz. Ben bir zafer sarhoşluğu sonunda, yabancı bir soydan bir kadınla evlendiğim gece öldüm. Fakat ben ülkeler açmış, ordular yenmiş, bir avuç insanla doğudan batıya buyruk vermiş kıraldım. Selim Pusat bir yüzbaşı bile olmadığı halde bir kızı sevdi. Hangi hakla ve neyin karşılığı olarak? Buna hak kazanacak bir başarı gösteremediği gibi kendi çağının yasasına karşı gelmiştir. Suçludur.

Atila yerine geçti. Bir aralık, tek dizi halinde bir sıra kaplayan kıralar bakıştılar. Pek kalabalıktılar. Hepsinin birer birer gelip tanıklık etmesi çok zaman alacaktı. Konuşmadan anlaştılar.

Kumral saçlı, gururlu birisi ilerleyerek yere diz vurdu:

- Ben Gök Türkler’in büyük kağanı İstemi Kağan’ım, dedi. İran’ı ve Batı Roma’yı yenerken
buyruğumda o zamana kadar görülmemiş büyük ordular, bu ordularda binlerce yüzbaşı vardı. Bu yüzbaşılardan bir tekinin evdeşi üzerine kızı sevdiği görülmedi. Birden fazla kadınla evlenmek türemizde ancak kağanlarla yüce kişilerin hakkıydı. Selim Pusat bunca yüzyıllık yasayı bozdu. Yasayı bozmak en büyük suçtur. Milletler yasalarla insan olur, yasalarla yaşar.

Göz kamaştıran ışık artık Selim Pusat’a ne diyeceğini sormuyordu.

Yanından ayrılmayan Yek, o her zamanki sinir bozucu sesi ve edasıyla Selim’e eğilerek çok yavaş bir sesle:

- Yüzbaşım! İşler sarpa sarıyor, dedi.

Şimdi ortada uzun boylu, çakır gözlü birisi konuşuyordu:

- Ben Alp Arslan, dedi. Malazgird’i kazanırken canını dişlerine takmış olan yüzbaşılarımdan bir tekinin beyninde sevilen kızın izi bulunsaydı, o yüzbaşı ağırların ağırı görevini yapamaz, belki de bu yüzden savaş kazanılamazdı. Sevmek, kan bayramından sonra zafer kazananların hakkıdır. Bu yüzbaşının böyle bir başarısı var mıdır? Yoktur. Öyleyse suçludur.

Bu sefer daha çakır, kumral, ak tenli bir kıral vardır:

- Ben Temuçin Çengiz Kaan, dedi. Bizim yasamızda ancak tümenbaşıların birden çok evdeşi olabilirdi. Bu yüzbaşı dirliğinde bir tek savaşa girmeden, yalnız savaşın dersini dinleyerek kendisini asker mi sanıyordu? Benim ordumda nice savaşlara gidip çıkmış, yüz adımdan kuşu gözünden vuracak kadar nişancı, bir kılıç çalışta zırhlı gövdeyi ikiye bölecek kadar güçlü bir Yüzbaşı Kubudak vardı. Bir kızı sevdi. Sevdiği kız bu yüzbaşının sevgilisi gibi soyu sopu belirsiz değil, bir Kırgız beğinin dünya güzeli kızıydı. Fakat yüzbaşılıktan yukarı çıkamadığı için onu alamadı. Sevgisini yenememeyi erliğine yediremediği için ağu içip öldü. Bu garip isimli yüzbaşı da böyle yapabilirdi. Ölmekten çekinen yüzbaşı nerede görülmüş, işitmedim. Selim Pusat suçludur.

Çengiz çekilirken ortaya doğru uzun boylu, vakur birisi hafifçe aksayarak ilerliyordu:

- Ben Aksak Temir, dedi. Aksak ve çolak… Benim birçok evdeşim oldu. Fakat ben bozkırlarda, çöllerde dağlarda bazen tek başıma kalarak vuruştum. Aksaklıkla çolaklık o günlerden kaldı. Direndiğim felaketlerle, felaketlerden aldığım derslerden sonra zaferlerle geçti. Selim Pusat kendi kumandanlarının buyruğuna karşı gelmiş, ömründe bir tek savaşa girmediği, bir zafer değil de başarı bile kazanamadığı halde bir kızı sevmeye kalkmıştır. Buna hakkı olmadığını düşünmemiştir. Suçludur.

Aksak Temir ağır adımlarla yerine dönerken büyük ışıktan ses duyuldu:

- Senin pek çok kıralın var. Şimdiye kadar konuşanlar hep suçlu bulduklarına göre işi uzatmamak için yeni bir soru soruyorum. Ay Selim Pusat’ın kıralları! Aranızda onu suçsuz bulanlar gelip konuşsun!

Selim yeniden ürperdi. Gözleri kıralar dizisine çevrildi. Aksak Temir’in yanında Yıldırım Bayezid’i, sonra Şahruh’u, Uluğ Beğ’i, İkinci Murad’ı, Fatih’i, Yavuz’u, Babur’u seçti. Hepsi susuyor ve kendisine bakıyordu. Daha sonrakilere bakmaya gücü yetmedi. Demek ki uğurlarında mesleğinden olduğu, hayatını zehre çevirdiği kırallardan bir teki bile kendisini haklı bulmuyordu.

İçi üzüntüyle doldu. Ölmek istedi. Beyni zonkluyor, bir şey işitmiyordu. Bu anda, gözlerindeki kamaşmadan yeni bir şey olduğunu sezdi ve ışıktan gelen sesle şaşkına döndü:

- Şimdi en yakınların konuşacak!

Pusat, demin kıralların konuştuğu yerde babasını, onun yanında ancak resminden tanıdığı dedesini üniformalarıyla görünce utancıdan yerin dibine geçecek oldu. Babası, büyük ışığa şöyle diyordu:

- Oğlum, insanlık ve askerlik şerefini kaybetmemiştir. Fakat haklara ve adaletlere saygısızlık göstermiştir. Suçludur!

Dedesi daha sert konuştu:

- Bu kadar iradesiz bir torunum olmasını istemezdim. Asker ocağından bu derece zayıf birisi çıkmamalıydı. Suçludur!

Dedesinin yanındaki adam bir adım ilerleyince, Selim Pusat yıldırımla vurulmuşa döndü. Çünkü bu, göğsünden hala kanlar sızan Şeref’ti:

- Suçludur diye söze başladı. Kalbime sıkılan tabancanın tetiğini ben çekmiştim, ama gerçekte beni öldüren en yakın arkadaşım Selim Pusat oldu. Felaketlere katlanamayacak kadar zayıf, soyu sopu belirsiz bir kıza esir olacak kadar iradesiz olduğu için beni öldürdü. Suçludur… En büyük suçludur.

Selim o anda farkına vardı. Arkadaşının üzerinde apoletleri sökülmüş kanlı yüzbaşı üniforması bulunuyordu. Birden kendi giyimine baktı. Kendisinde de aynı apoletsiz üniforma vardı. Halbuki evden çıkarken üstündeki elbise bu değildi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
28. BÖLÜM


Selim bir aralık kendinden geçer gibi oldu. Bu kadar olağanüstü bir sahneye katlanmak, dayanmak en kuvvetli sinirlerin bile harcı değildi. Aralıksız birbiri ardınca konuşmalar, tarihten veya bilerek tanıdığı, bu kadar net görünüş içinde insanlar rüya olamazdı. Fakat neydi? Ömür boyu kabul etmediği, hayal sandığı şeyler gerçek olarak karşısında idi. Daha çok düşünmesine meydan kalmadan ışıktan heybetli bir ses yükseldi:

- Selim Pusat lehinde konuşacak kim varsa çıksın!

Korkunç sessizliğin ortasında birisinin titrek ve ürkek adımlarla ilerlediği görüldü. Dikkatle bakan Selim, çoktandır anmayı bile unuttuğu anasını tanıyarak içi sızladı.

Anası hıçkırıklı ve hüzünlü bir sesle diyordu:

- Oğlum belki suçludur, ama nihayet her insan kadar suçludur. Felaket geçirmiş, haksızlığa uğramış ve hepsinden mühimi ümidini kaybetmiştir. Ümitsizler uçan kuştan meded umar. Suçu nihayet duygularında kaldığı için bağışlanmaya layıktır. Ey büyük ışık, ey ulu Tanrı! Sen onu bağışla!.. Merhamet de adalet de senin şanına yakışır.

Işıktaki sesten buyruk geldi:

- Geçmiş zaman perdesi açılsın!..

Cebrail hızla ilerleyerek kimsenin görmediği bir perdeyi açtı ve bakanlar dehşet içinde o günden on binlerce yıl önceki zamanı ve o zamanın insanlarını gördüler. Bunlar Selim Pusat için konuşmaya gelen, onun milletinin kıralları gibi gösterişli, sevimli ve yakışıklı değildiler. Çoğunda insana benzemeyen bir duruş, vahşete yakın bir eda vardı.

Işıktaki ses buyurdu:

- Selim Pusat’ı haklı bulanlar gelip konuşsun.

Saat kadar uzun bir saniye geçti. Kımıldayan yoktu.

Işıktaki ses yine buyurdu:

- Gelecek zamanının perdesi açılsın!..

Cebrail’in açtığı perdenin arkasında ötekilerden binlerce, yüz binlerce defa büyük bir alan ve alanda rakamlarla sayılamayacak kadar çok insan vardı.

Işıktaki ses aynı sözleri tekrarladı:

- Selim Pusat’ı haklı bulanlar gelip konuşsun.

Bundan sonra, kıyamete kadar doğacak insanlar arasında da kendisine hak verecek tek kişi çıkmayınca Selim Pusat sarsıldı ve zehir gibi acı bir gülümseyişle gülümsedi.

Işıktaki ses duyuldu:

- Bugüne soruyorum. Selim Pusat’a ne lazım?

Milyarların bir ağızdan çıkan korkunç sesi gürleyerek cevap verdi:

- Adalet!..

Işıktaki ses yine sordu:

- Düne soruyorum. Selim Pusat’a ne lazım?

Daha korkunç bir ses uğuldadı:

- Adalet!..

Işık yine sordu:

- Yarına soruyorum. Selim Pusat’a ne lazım?

Kıyameti andıran bir gürültü dalgalandı:

- Adalet!..

- Başka bir şey isteyen var mı?

Bu soruya bir kadının zayıf sesi cevap verdi:

- Merhamet!..

Işığın sesi heybetlenmişti:

- Düne, bugüne, yarına birden soruyorum. Ne diyorsunuz?

Korkunç gürültü tekrarladı:

- Adalet!..

Bu korkunç gürültü ile zayıf ses iki defa karşılıklı cebelleştiler:

- Merhamet!..

- Adalet!..

- Merhamet!..

- Adalet!..

Binlerce milyarın gür sesi arasında Pusat’ın anasının zayıf ve tek sesi boğulup gitmişti.

Kadının gözlerinden yere yaşlar damlıyor ve bu göz yaşları Şeref’in kalbinden damlayan kanlara karışıyordu.

Selim Pusat o zaman çocukluğunda, gençliğinde ve daha sonra ana kalbine, ana şefkatine dair okuduğu yazıları, şiirleri, dinlediği türküleri, atasözlerini hatırladı ve kainatta kendisini düşünen sadece anası olduğunu anlayarak ona karşı gösterdiği vefasızlıktan içi sızladı.

Kendisi için adalet isteyen yüz milyarlarca, trilyonlarca, sayımı Kaabil olmayan çokluktaki insanlar, sadece şu anda yaşayanlar değil de geçmiş zamanda yaşayacak olanlar, “adalet” diyerek onun cezalandırılmasını istiyor, bu korkunç kalabalığa karşı bir tek kadın, anası, “merhamet” isteyerek verilecek cezanın bağışlanmasını diliyor, yalvaran sesinde bir ananın büyük üzüntüsü titriyordu.

Birden ortalığı yine o korkutucu sessizlik bürüdü. O mahşerdeki herkes, Selim Pusat’tan başka her insan büyük ışıktan gelen bir ses geleceğini sezerek soluk almadan susuyorlardı.

Işığın sesi gürledi:

- Selim Pusat! Suçun için sen kendini savun!

Selim, önce duraksadı. Sonra bugünün kalabalığına baktı. Dha sonra aklını ve iradesini toplayarak cevap verdi:

- Beni sen savun!

Işık, kasırga haşmetiyle sordu:

- Neden?

- Beni yaratmadan önce kaderimi çizen sen değil misin? Suç işledimse yaptıran sen değil misin? Bunun savunmasını senden başka kim yapabilir?

Işıkta aklın alamayacağı bir parlama oldu. Bütün mahşer kalabalığı gözlerini yumarak elleriyle yüzlerini kapattılar. Yalnız Selim Pusat böyle yapmayarak başını eğmekle iktifa etti ve ışıktan gelen ses bütün yürekleri titretti:

- Tanrı yalnız yaratır ve yok eder. Hesap vermez. Seni suçlu bulan bu mahşer arasında suçlu olduğunu bile bile savunacak kimse çıkmazsa hayatın, en korkun felaketle sona erer.

Kısa bir sessizlikten sonra beş kişinin ortaya yürüdüğü görüldü. Beşi de dünküler arasından geliyordu.

Birincisi yere diz vurarak ışığı selamladıktan sonra kalktı. Gösterişli, silahlı, uzun saçları omuzlarına dökülen birisiydi. Selim onu tanıdı:

- Ben Çiçi Yabgu’yum, diye söze başladı. Tanrıkut Mete’nin dip torunu ve Atila’nın dip atasıyım. Bir tahta sarayda kırk bin Çinliye karşı aralarında kadın ve çocuklar da bulunan bin beş yüz kişiyle savaşarak hayatımı verdim. Benim soyumdan olduğu halde Selim gibi acayip bir ad taşıyan bu deli yüzbaşı beni tanır. Onu bir savaşa soksaydınız bu deliliği bir gönül deliliği değil, bir askerlik deliliği olacaktı. Ona ceza vermek yerine yiğit, gözü pek bir bahadırla vuruşturmak adaleti yerine getirir.

İkincisi yere diz vurup kalkarken büyük ışıktan dahi çekinmeyen bir eda taşıyordu:

- Ben Kür Şad’ım dedi. Gök Türk tegini ve tarihteki en çılgın ihtilalin başı. Yer yüzünde savaş kalkarsa işte insanlar böyle uygunsuz cesaretlerle oyalanır. Buna ceza vermemeli, benim kırk arkadaşımın en yiğitlerden biriyle vuruşturulmalıdır.

Üçüncüsünün yere diz vuruşunda çok maceralardan çıkmış bir insanın olgun güngörmüşlüğü vardı. Selim onu da tanıdı.

- Ben Kül Tegin’im, dedi. Gök Türk prensi ve kumandanı. Bu yüzbaşı benim savaşlarımı incelemiş ki beni tanımıştır. Son savaşımda, karargahı korumak için can verirken yanımda bulunsaydı eminim ki yüksünmeden o da aynı düşünce içinde benimle birlikte ölecekti. Suçludur. Fakat yiğitliğin unutulduğu bir zamanda yaşadığı için suçlu oldu. Bundan dolayı, benden öncekilerin dediği gibi, onu bir vurucu kahramanla, fakat benim zamanımın bir kahramanıyla çarpıştırılmalıdır.

Selim, ilerleyen dördüncüyü de tanıdı. Bu dördüncü büyük ışığa seslendi:

- Ben Oğuz Başbuğu Çağrı Beğ’im. Bu Selim Pusat kadar talihsizim. Benden öncekilere göre belki de daha çok savaşa girip çıktığım halde onlar gibi er meydanında değil, yatağımda öldüm. Ey Ulu Tanrı! Bunun sorumlusu sensin! En büyük rütbeyi bana çok gördün. Bu talihsiz yüzbaşı da Dandanekan savaşına girseydi öteki yüzbaşılardan aşağı kalır mıydı, sanmıyorum. Onu Dandanekan’ın en bahadır erlerinden biriyle karşılaştırarak meseleyi çözüme bağlamak en doğru yoldur.

Selim Pusat, büyük ışığa doğru ilerleyen beşinciyi tanımadı. Bir kolu yoktu. Yüzünde pervasızlığın ışıltıları olan bu adam, ışığa yaklaşınca ötekiler gibi diz vurmadı. Yere kapanarak alnını toprağa sürdükten sonra kalkarak kendini tanıttı:

- Ben Oruç Reis’im, dedi. Ve zihnini yoran Selim Pusat hayal meyal bir bilgi ile bunun bir denizci olduğunu hatırladı. Oruç Reis konuşuyordu:

- Din ve gaza yolunda önce kolumu verdiğim, sonra şehidlik rütbesine erdiğim için sana binlerce hamdolsun ulu Tanrı’m! Ömrüm, ölümü hiçe sayan, bir teki üçe beşe bedel kahramanların arasında geçti. Destan savaşları yaptım. İçime öyle doğuyor ki, bu yüzbaşı benim levendlerim arasında bulunsaydı onlardan aşağı kalmayan bir erkeklikle çarpışacaktı. Kendisine fırsat vermeden cezalandırılırsa yazık olacak. İzin ver: Levendlerimin en yiğidi ile vuruşsun!..

Kolsuz adam yerine dönerken, kafası motor gibi işlemeye başlayan Selim Pusat onu iyice hatırladı. Barbaros’un ağabeyi idi.

Ortalık yine korkunç sessizliğe bürünürken ışıkta dalgalanma oldu ve heybetli ses yüreklerde yankılandı:

- Selim Pusat! Haklı olan, suçsuz olan güçlü olur. Suçlu olup olmadığının ortaya çıkması için seçme bir bahadırla vuruşacaksın.

Selim birdenbire içinde bir ferahlık duydu ve ağır bir yükten kurtulmuş insanların manevi kuvvetiyle sordu:

- Hangi bahadırla?

Heybetli ses cevap verdi:

- Hayatı sana benzeyen, fakat suçunu anlayarak kendisini öldüren Yüzbaşı Kubudak’la, senin çok beğendiğin Temuçün Çengiz Kaan’ın ordusundaki ünlü kahraman Moğol Kubudak’la vuruşacaksın.

Selim, sonuçlara bir an önce gitmek isteyen yaratılışıyla adeta haykırdı:

- Hemen vuruşalım!..

- Zamanı sana bildirilecektir…

* * *

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Birdenbire kendisini tanımadığı bir sokakta buldu. Yanında kimse yoktu ve yol tenha idi. Yürümeye başlarken bayağı hızlı bir sesle, “Yürürken rüya görülmez” dedi. Öyleyse bu neydi?
Sarhoş muyum diye düşündü. Evden içerken çıkmıştı, aman kendisini kaybedecek kadar sarhoş değildi. Hayatında böyle sarhoş olmamıştı. Peki, bütün bunlar hayal mi idi? Böyle gösterişli ve uzun süren hayal olur muydu? Beyninin azap verecek şekilde karıncalanmaya başlaması üzerine her zaman yaptığı gibi düşünceyi bıraktı. Evine dönmek üzere, tanımadığı sokaklarda ilerlemeye koyuldu. Saatine baktı. Gece yarısını epey geçmişti. Ansızın, gözlerine yabancı gelmeyen yapılar, ağaçlar ve taşlar gördü. Bulunduğu yeri tanımıştı. Arkadaşı Şeref’in yattığı mezarlığın kapısındaydı.

Hiç düşünmeden girdi. Şeref’in mezarına doğru yürürken bir değişikliğin farkına vardı. İlk mezarlar, ilk taşlardan sonrası sanki her zaman geldiği yer değilmiş gibiydi. Durarak çevresine bakındı ve bulutlardan sıyrılan ayın ışığı altında bu mezarlığın bir bölümünün sanki toprak kazıcı makinelerle sürülmüş gibi kabarık, bir mezarlık için harap denilecek durumda olduğunu gördü. Yavaş adımlarla yürüyerek Şeref’in mezarının bulunduğu yere doğru ilerledi. Buraya o kadar çok gelmişti ki, bir usta makineli tüfek erinin, gözleri bağlı olarak yürüse Şeref’in mezarını bulabilirdi.

Yürüdü. Biraz daha ilerleyip durdu. İşte arkadaşının mezarı burada olacaktı. Ama ne o toprak tümseği, ne arasıra kendisinin bıraktığı kuru yaprak ve çiçekler, ne de gömüldüğü gün eliyle “Arkadaşım Şeref” diye diktiği sağlam tahta vardı.

Selim Pusat tamamiyle ayılmıştı. Çevreden duyulabilecek hüzünlü bir sesle sordu. Ne oldu?

Gecenin bu saatinde, bu ıssız kıyı mezarlığında bu soruya kim cevap verebilirdi ki?

Daha hüzünlü bir sesle yeniden sordu:

- Şeref’in mezarı ne oldu?

Birdenbire çılgın bir öfkeye kapıldı. Bu mezarı hayatındaki tek arkadaşının mezarını kim bozup da ortadan kaldırmıştı? Kendisine yapılan düşmanlık yetmiyormuş gibi şimdi de ölmüş arkadaşına mı uzanılıyordu?

Oldukça sert bir rüzgar esmeye başlamış ve bulutları dağıtmıştı. Şimdi her yer pırıl pırıl aydınlıktı. Mezarlığın çok ilerisini görebiliyordu. “Şeref” diye seslendi. Cevap yoktu. Hiç ölüler konuşur muydu ki cevap bekliyordu. Bu gece onunla konuşmaya her zamandan daha çok ihtiyacı olduğu için yeniden seslendi: “Şeref!”.

Rüzgarın sesinden başka bir şey işitilmiyordu. Büyük bir üzüntüyle geriye döndü. Başı eğik, gözleri yerdeydi. İlk adımda yerdeki bir tahta dikkatini çekti. Kaldırıp ışığa tuttu. Oldukça küçük ve eskimiş, çürümeye yüz tutmuş bir tahta parçasıydı. Öteki yüzünü çevirip baktı ve içi burkularak, bu kırık tahtadaki solmuş yazıyı okudu. Bu, kendisinin diktiği tahtaydı. Fakat yarısı kaybolmuş ve üzerinde sadece “Şeref” kelimesi kalmıştı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
29. BÖLÜM


Akşam oluyordu. Selim Pusat pencere önünde durarak uzaklara, ufuklara ve göklere bakıyordu. Sert bir rüzgar esiyor, arasıra yağmur çiseliyordu. O kadar dalgındı ki, kendi varlığından bile habersiz görünüyordu. Bu yüzden odaya girerek yanına kadar yaklaşan Ayşe’nin farkına varamamıştı.

Ayşe, elindeki kağıtta yazılı nota bakarak Selim’e hitab etti:

- Bu akşam bir ahbabınla buluşacakmışsın.

Selim, beynini kurcalayan sarsıntılar arasında onun sözlerini yarı anlamış bir halde sordu:

- Kiminle?

Ayşe kağıda bakarak cevap verdi:

- Herhalde soyadı olacak, Kubudak adında biri ile…

Pusat kayıtsızlıkla ufuklara bakarak “Tanımıyorum” diye cevap verdikten sonra, birden, bir şey hatırlamış insanların davranışıyla dönerek:

- Kubudak mı?, dedi.

Ayşe kaygılı gözleriyle bakıyordu:

- Evet, Kubudak…

Selim bir an duraksadıktan sonra sordu:

- Bu haberi kim getirdi?

- Sorduğum halde adını söylemeyen birisi…

Sonra, Pusat’ın öfke ve hayretle bakan gözlerine takılarak adamı tarif etti. Bu tarif tıpatıp Yek denen o alçağa uyuyordu.

Pusat nefsine hakim olmuştu. Soğukkanlılıkla:

- Nerede ve hangi saatte?, diye sordu. Ayşe şaşırmıştı:

- Bilmiyor musun?, dedi. Daha öncesinde aranızda karar vermişsiniz. Gelen adam, çok mühim olduğu için hatırlatmaya geldiğini söyledi.

Selim bir şey söylemeden yeniden ufka bakmaya başladı. Ortalık iyice kararmıştı.

Başını çevirdiği zaman Ayşe’nin çekilmiş olduğunu görerek sessizce evden çıktı.

Yağmur arttığı, rüzgar daha da sertleştiği için sokaklar tenha idi. Nereye gideceğini bilmeden yürürken “Tam zamanında çıktınız yüzbaşım” diyen bir sesle başını çevirdi ve tahmin ettiği gibi yanı başında Yek’i gördü.

Hiçbir şey söylemeden yürümeye başladılar. Sessizliği Yek bozdu:

- Çamlı Koru’da vuruşacaksınız. Bu gece hava fırtınalı olduğu için oraya kimse gelmez.

Pusat’ta ışık hızıyla gelişen şuuraltı faaliyeti vardı. Çamlı Koru’ya yaklaşırken üstünde apoletleri sökülmüş yüzbaşı üniforması olduğunun farkına vardı.

Evden çıkarken bunu ne zaman, nasıl giymiştim diye düşünürken şaşırtıcı bir şeyin daha farkına vardı. Sağ elinde kınından sıyrılmış bir kılıç tutuyordu.

Çamlı Koru’nun ortasındaki meydancığa vardıkları zaman orada birkaç kişinin kendilerini beklemekte olduğunu gördü. Hem göğün karanlığından, hem de ağaçların loşluğundan bu adamları yalnız gölge halinde görebiliyordu.

Yek konuşmaya başladı:

- Büyük ışığın buyruğu ile burada Yüzbaşı Moğol Kubudak’la vuruşacaksınız. Suçsuzsanız kazanacaksınız.

Ne tuhaf!.. Bu gece Yek’in sesinde bir kararlık vardı ve Pusat’a her zamanki gibi tiksintiyi vermiyordu. Yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Yağmur dinmiş ve ay, bulutlardan kurtulmuştu.

Pusat, karşısında duran gösterişli, sert bakışlı adama baktı. Elindeki kılıçtan başka, göğsünde de kendisine büyük bir vuruş üstünlüğü sağlayacak olan örme zırh vardı. Gözleri bu zırha takılmakla beraber bir şey söylemedi. Öteki, kılıcıyla Pusat’ı selamlayarak:

- Ben Yüzbaşı Kubudak, dedi. Yedi yüz yılın ötesinden geldiğim için zırhım var…

Kılıcını toprağa saplayarak zırhının bağlarını çözüp onu geriye doğru fırlattıktan sonra konuşmasına devam etti:

- Kaderlerimiz birbirini andırıyor. İnsanlar suç işlemek, vuruşmak ve ölmek için üzere doğarlar. Onun için kendi hayatına esef etme.

Toprağa sapladığı kılıcını çekti. Sözleri Pusat’ın hoşuna gitmişti. Onu kılıcıyla selamladı.

Beş altı adım aralıklarla duruyorlardı. Pusat derhal başlamak için bir adım atarken Kubudak’ın yanında eli kılıçlı başka birisini daha gördü. Bu Yek’ti. Öfkeyle:

- Sana ne oluyor? Bu işlere yakışmazsın. Çekil, diye bağırdı. Yek, kılıç tutmasını çok iyi bilen bir tutumla Pusat’ı selamladıktan sonra:

- Bu gece bütün hesaplar görülecek yüzbaşım, dedi. Bana yaptığınız hakaretlerin hesabı da, işerimi bozmanızın hesabı da burada görülecek.

Selim buna aldırmadı. Fakat Kubudak’ın öteki yanında gördüğü kılıçlı adam bütün kanını dondurdu. Çünkü bu hala kalbinden kanlar sızan arkadaşı Şeref’ti. Onun üstünde de apoletleri sökülmüş yüzbaşı üniforması bulunuyordu. Acı acı gülümseyerek:

- Arkadaşlığımızı bozdun Selim, dedi. İradeni kullanamadın. Vefasızlık ettin. İkimizden birinin mutlaka ortadan kalkması lazım.

Selim şaşkınlığını yenmeye çalışırken Yek’in yanında hiç tanımadığı birisini daha gördü. Kılıcıyla selam veren bu yenisi:

- Prenses Leyla’nın nişanlısıyım, dedi. Selim hüzünle sordu:

- Böyle bir günde beni desteklemen lazımken neden karşı safta bulunuyorsun?

- Çünkü sen benim bahtiyarlığıma gölge düşürdün!

Pusat, yüzünün yandığını duydu. Prensesin nişanlı olduğunu bilmiyordu, ama yüreğinin içindeki en gizli isteklerin böylece açığa vurulması Kubudak’ın kılıcını yemiş kadar tesirli olmuştu.

Artık kaderine boyun eğmişti. Dört kişiyle birden vuruşacak ve şüphesiz burada ölecekti.

Onlara doğru bir adım atarken kalbi duracak gibi oldu. Çünkü Şeref’in yanında bir beşinci kılıçlı daha peyda olmuştu. Üzerinde pırıl pırıl bir yüzbaşı üniforması taşıyan bu adam… Evet, belli belirsiz gülümseyen bu adam kendisiydi. Harb Akademisi’nde başına felaket gelmeden önceki dinç haliyle ta kendisiydi. Kılıcıyla selam verdi:

- Aslında sen nefsinle vuruşacaksın, dedi. Günahkarsın… Düşmek bir şey değildir. Kalkamamak, düşkün kalmak korkunçtur. Hani sen kıralcıydın? Bu fikir için hayatını zehir ettikten sonra kıralcılığın adını dahi bilmeyen bir kız için kendini girdaba attın? Şeref’in durmadan kanayan yüreği bile seni doğru yola getirmedikten sonra yaşayıp da ne yapacaksın? Şeref ölmemiştir. Ölü olan asıl sensin. Burada bunu tescil edeceğiz.

Pusat o zaman yaşamanın lüzumsuz, hatta çirkin bir şey olduğunu anladı ve kılıcına havada bir kavis çizdirerek karşısındakilerin, üzerine doğru yürüdü.

O sırada garip bir şey daha oldu. Beş kişi birbirlerine yaklaşarak tek bir kişi haline geldiler. Pusat’ın karşısında yalnız kalan Moğol Kubudak kaldı. Kılıçlar birbirine değdi.

Kubudak’ın yaman bir savaşçı olduğu daha ilk çatışmada belli olmuştu. Kılıcı da Selim’inkine göre biraz kısa, fakat enli ve sağlam, korkunç bir kılıçtı. İki üç saniyede Pusat, kıvamına gelmiş, yorgunluğunu atmış, adeta dinçleşip gençleşmişti.

Sanki bu ölüm- dirim vuruşmasına yaraşır bir dekor yaratmak için rüzgar bir anda sertleşip, yağmur yüzleri fiskeler hale gelmişti. Rüzgar ve yağmur öyle hızlıydı ki, birbirlerine çılgın vuruşlarla çarpan kılıçların sesi işitilmiyordu.

Bir ara ay bulutların arkasında kalınca Çamlı Koru’ya zifiri karanlık çöktü. Fakat iki yüzbaşının gözleri buna alışmıştı. Birbirlerini gölge halinde görerek vuruşa devam ediyorlardı.

Selim biraz önce karşısındaki arkadaşı Şeref’i de görerek ölmek kararıyla çarpışmaya başladığı için sakınmadan, çekinmeden vuruşuyordu. Birkaç saniye sonra bulutlardan kurtulduğu zaman Kubudak’ın yüzünde, şakaktan çeneye kadar uzanan ince bir yaradan kan sızdığını görerek atılganlığının boşa gitmemiş olduğunu anladı.

Bu çarpışmayı kazanması lazımdı. Suçsuz olduğunun anlaşılması buna bağlıydı. Fakat içindeki bu ölümü isteyiş, bu sıkıntı neydi? Sıkıntı sanki gönlünden kollarına doğru yayılıyor, gücünü kesiyordu.

Yorulmuştu. Birdenbire gözleri Kubudak’ın arkasındaki tahta sıraya ilişti. Buraya geldiği zaman oturup dinlendiği, Prenses Leyla’yı ilk defa gördüğü sıraydı.

Bu hatıralarla içinde bir acı yumrulandı ve Kubudak’ın dayanılmaz kılıç vuruşları karşısında gerilemeye başladı.

Zaman yürümüyor gibiydi. Yahut baş döndürücü bir hızla ilerlediği için böyle sanıyordu. Bu vuruşma ona pek uzun sürdü gibi geldiği halde yarım dakika bile dolmamıştı.

Gözleri kararak oturacak bir yer aradı. Karşısında ne Kubudak, ne de kimse vardı. Çamlı Koru’da yapayalnızdı. Ayakta duramayarak diz üstü çöktü. Yüzü, her zaman oturduğu tahta sıraya dönüktü. Gecenin karanlığı ve bulutların oyunu arasında, tahta sıranın üstünde oturan birisini seçti. Bu, Leyla’dan başka kim olabilirdi?

Leyla sandığı gölge ayağa kalkarak yavaş yavaş Selim Pusat’a doğru yaklaşmaya başladı ve geride, uzaktaki lambanın oraya vuran ışık serpintileri arasında Selim Pusat, kendisine yaklaşanın Leyla değil, Güntülü olduğunu gördü.

Kalkmak istedi. İmkan yoktu.

Güntülü’nün elinde bir bardak su vardı. O anda Selim’in içmek için cam attığı, hayat verici bir bardak su…

Kız gülümsüyordu:

- Sizden de üstün askerler varmış efendim, dedi.

Güçlükle dizlerinin üstünde durabilen Selim, suyun kendisine uzatılmasını bekliyordu. Gözleri gittikçe vahşileşen Güntülü, bir adım daha yaklaştığı halde suyu vermeyerek sordu:

- Kimin için vuruştunuz?

Pusat’ta cevap verecek derman bile kalmamıştı. Bir tek kelime söylese yere yıkılabilirdi. Fakat kız oralı değildi:

- Bir de prenses mi var efendim? Onu da mı seviyorsunuz?

Selim’in cevap vermediğini görünce büsbütün yırtıcılaştı:

- Hangimizi daha çok seviyorsunuz? Ben rakib kabul etmem. Bir prenses bile olsa…

Pusat, yarasının acıları arasında, bir kızın karşısında böyle diz üstü durmaktan büyük utanç duyarak kalkmak istedi. Fakat davranışı daha da kötü oldu. Gözleri karararak ve acısı artarak yeniden düştü ve bu sefer dizleri üstünde de duramayarak toprağa uzandı.

Güntülü ona yardım etmek için hiçbir harekette bulunmadığı gibi suyu da vermeye yanaşmıyordu.

Susuzluktan içi yanan Selim’in gözleri kızın elindeki bardağa değince Güntülü yeniden konuşmaya başladı:

- Bu suyu sizin için getirdim efendim. Fakat bir de prensesi seviyorsanız suyu ondan bekleyin. Ben gönüllere tek başıma hükmetmek isterim. Uğrumda ölenlerin idamla veya susuz kalarak can vermeleri bana aynı derecede zevk verir.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Güntülü bunları söyledikten sonra bardağı çevirerek suyu yavaş yavaş yere boşalttı ve Selim’in ıstıraplı bakışları arasın da, elindeki bardağı uzağa doğru fırlattı. Bu kadar kalbsizlik karşısında bir an acısını unutan Selim ona bir şey söylemek istediyse de yapamadı. Bir tek kelime söylese bayılabilirdi.
Birden sert bir rüzgar eserek Çamlı Koru’nun bütün ağaçlarını ırgaladı.

Artık orada yapayalnızdı. Güntülü de kaybolmuştu.

O zaman yeniden acıyla kıvrandı. Bir ara ölümü düşündü. Ölse ne kadar iyi olacaktı. Yavaş yavaş acısı azaldı. Gözlerine bir ağırlık çöktü. Ağaçları, karşısındaki tahta sırayı iyi göremiyordu. Acaba ölüyor muydu? Beyninin durmak üzere olduğunu hissetti.

Sonra bir şey görmez oldu. Yaşayıp yaşamadığını anlamak için avucunu yumup açtı. Henüz yaşıyordu. Çevresinde bir takım sesler işitiyor, ama ne olduğunu anlamıyordu. Galiba konuşmalar oluyordu. Düşüncesi adeta ışık hızıyla işlerken bir anda hayatını hatırladı. Aklına oğlu Tosun gelince içi sızladı. Sonra prenses Leyla’yı ve onun nişanlısını düşündü. En son hepsi silindi ve yalnız Güntülü kaldı. “Ben rakib kabul etmem. Bir prenses bile olsa…”

Suyu kendisine vermeyerek yere dökmüştü. Bu bir düşmanlık mı, yoksa bir ilgi mi idi?

Bunları düşünecek durumda değildi. Güntülü bütün benliğine hakimdi.

Herhalde ölmek üzere idi. Sonsuz karanlığa gömülürken gurur gibi saçma bir duygunun tesirinde kalamazdı. Her şey gün gibi ortada idi:

Güntülü’yü……
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
30. BÖLÜM


Gözlerini açıp da çevresine bakınca hiçbir şey anlamadı. Önce tavanı görerek bir odada bulunduğunun farkına vardı. Burası neresiydi? Hiçbir şey bilmiyordu. Başını yana çevirdi. Güzel bir genç kız gülümsüyordu. Birdenbire şuuru uyanarak bu kızın bir hemşire olduğunu anladı. Bir şey soracaktı ama yine huyu galebe çaldı; sustu.

Hemşire biraz daha yaklaşarak huzur verici bir sesle:

- Artık iyileştiniz, dedi.

Çok susamıştı. Hemşireden su isteyecekti. Onu da yapamadı. Fakat genç kız, elini Selim Pusat’ın alnında gezdirdikten sonra “Biraz su içer misiniz?”, diye sordu ve onun cevabını beklemeden baş ucundaki komidinde duran sürahiden bardağa su koyarak Selim’ e eğildi. Bir koluyla başını nezaket ve şefkatle biraz kaldırarak öteki eliyle bardağı dudaklarına değdirdi.

Sanki canına can katılmıştı. Teşekkür etti. Fakata bu teşekkürü diliyle söyleyerek değil, aklıyla düşünerek yaptığının farkında değildi. Nazik ve iyi yüzlü hemşire:

- Bir şey istiyor musunuz?, diye sordu. Selim’de garip bir hal vardı. Söylenenlerin manasını biraz geç anlıyordu. Yine öyle oldu. Genç kıza bakıp başıyla “hayır” işareti yaptı ve hemşire” Yine geleceğim” diyerek çıktı.

Yalnız kalınca daha iyi düşünmeye başladı ve Çamlı Koru’da Kubudak’la yaptığı vuruşmayı hatırlayarak ciddileşti. Gövdesinde hafifçe gezdirdiği eliyle sargılar içinde olduğunun farkına vardı. Sonra daha öncelerini hatırlayarak yine sıkıntı içinde kaldı.

Kendisinde yıllardır huzur diye bir şey kalmamıştı ama bu son aylarınki dayanılır gibi değildi. Tadı şöyle dursun, artık manası bile kalmayan hayattan ayrılmak istiyordu.

Selim Pusat böyle düşünürken odaya birkaç kişinin girmesiyle düşüncesinden sıyrıldı. Deminki hemşireyle birlikte gelen üç kişinin de doktor olduğunu tahmin ederek bekledi. Öndeki, selam vererek Selim’in nabzını tuttu. Bir yandan baş ucundaki tabelaya bakıyordu. Öteki ikisine üç kelimelik bir şey söyledi. Bunun hangi dilden olduğunu, ne manaya geldiğini Selim anlamadı. Sonra öndeki doktor hemşireye bir şeyler fısıldadı. Doktorlar çıktıktan sonra hemşire, yine aynı nazik edasıyla “Şimdi size iğne yapacağım” dedi. Selim, çevreye ve hayata o kadar ilgisiz di ki hiçbir şey sormadan bekledi ve iğne yapıldıktan sonra derin bir uykuya daldı.

Sekiz gün sonra eve döndüğü zaman çok dermansızdı. Yürümek veya ayakta durmak değil,konuşmak dahi çok yorucu geliyordu. Başından geçenleri anmak bile istemiyordu, ne yapsam da biraz güçlensem diye düşünüyordu.

Büyük odada değişiklik yapılmış gibiydi. Fakat Ayşe’ye hiçbir şey sormadı. Gözleri sık sık duvardaki fotoğrafına takılıyordu. Bu, kendisinin yüzbaşı olduğu zamanki ilk resmiydi. Hayat, o dinçliği de büyük ümitleri de alıp götürmüş, geriye ümitsiz, hasta melankolik bir adam kalmıştı.

Selim Pusat böylece bir koltuğa yaslanarak oturamayacağını, sinirlerinin büsbütün bozulacağını anladı. Karar verdi. Çıkacaktı. Önce bir deneme yaptı. Oda içinde yürüyebiliyordu. Sonra denemeleri sıklaştı. Yavaş adımlarla da olsa sokakta yürüyebileceğini. Anladı.

Hüzünlü güz gelmiş, Ayşe okuldaki görevine başlamıştı.

Bulutların yarıştığı serince bir günde evden çıkarak ağır adımlarla yürümeye başladı. Nereye gideceğini bilerek yürüyordu. Beyninin içinde son günlerin yarattığı gürültü olmasa kendisini çok diri hissedecekti, ama bu kemirici duygu yalnız huzur kaçırıcı değil, yıkıcı idi de…

Karar verdiği yere, Prenses Leyla’nın evine gelince huzursuzluğu arttı. Zile bastı. Fakat zil çalmadı.

Yanlış mı geldim diye düşünerek çevresine ve dairenin numarasına baktı. Doğru gelmişti. Yeniden zile bastı. Ses yoktu. Cereyan mı kesilmişti? Gece lambasının düğmesine bastı, yanıyordu. Öyleyse?..

Zil çalmıyor diye dönemezdi. Kapıyı eliyle tıkırdattı. Derin bir sessizlik vardı. Yeniden vurdu. Kapı açılmıyordu. Üçüncü seferindeki vuruş çok hızlı idi. İçeride birisinin yürüdüğü işitildi. Sonra kapı aralandı ve Gülsafa Kalfa gözükerek:

- Ne istiyorsunuz?, diye sordu.

Selim Pusat bu soruya şaşırmadı. Hastaneden çok zayıf ve muzdarip çıktığı için herhalde yüzü değişmişti ki kadıncağız kendisini tanıyamamıştı:

- Benim Gülsafa Kalfa, dedi. Kendi adını da söylemek üzere iken kadın öfkeli bir sesle:

- Gülsafa Kalfa mı? Bu da nereden çıktı. Benim adım Safa… Öyle Gül’ü, Kalfa’sı yok, dediği duyuldu.

O zaman, kadının yüzüne dikkatle bakan Selim Pusat onun gözlerinde garip parıltılar gördü ve evvelce o kadar dinç olan Gülsafa’nın, yahut Safa’nın, çökmüş denecek kadar ihtiyarlamış bulduğunu fark etti.

Bu kadar ihtiyarlık insana kendi adını bile unutturabilirdi:

- Ben Yüzbaşı Selim Pusat. Prensesle konuşmak istiyorum, dedi.

Kadının gözleri yine değişmişti:

- Prenses mi? Siz kimi arıyorsunuz?

Selim Pusat hala soğukkanlıydı:

- Prenses Leyla’yı arıyorum.

Kadın, sarsak denecek hareketlerle geriye, evin içine, sonra Selim’e sonra da yine geriye baktıktan sonra birden sesini kısarak:

- Dünya delilerle dolu. O deliler yüzünden arslanım gitti, diye cevap verdi.

Selim şaşırmıştı:

- Nereye?, diye sorabildi.

-O kimseye hesap verme. Gittiği yeri de kimse bilmez.

Selim, Kubudak’tan kılıç yediği andaki ıstırabı duydu. Bir an gözleri kararır gibi olduysa da çabuk toparlandı. Kendisi farkına varmadan kapı, yüzüne kapanmıştı.

Merdivenlerden iniş, çıkıştan daha yorucuydu. Göğe bakarak uçan bulutlarda gözlerini dinlendirdikten sonra yürümeye başladı. Daha birkaç adım atmıştı ki tanıdık bir yüz, ciddi ve hüzünlü bir bakışla:

- Nasılsınız Yüzbaşı Beğ?, diye sordu.

Nasılsınız? Bu kelime Selim Pusat’ın sözlüğünden çıkalı yıllar olmuştu. Bu kelimeye yabancıydı. Düşmandı da… Bundan dolayı kendisine bu soruyu sorana öfkeyle baktı. Bu tanıdık yüzün şakağından çenesine kadar uzanan ince bir yaranın çizgisi özel bir alamet gibi duruyordu. Bir şeyler hatırlar gibi oldu. Sakın bu Kubudak olmasın diye düşündü. Değildi. O zaman beyninde bir ışık yandı. Çamlı Koru’daki vuruşmada kendisini Leyla’nın nişanlısı diye tanıtan gençti.

Bir anda öfkesi dağıldı. “Kimsiniz?”, diye sordu. Bakışları daha da hüzünlenen genç:

- Prensesin muhafızı, diye cevap verdi.

Selim Pusat, bu meçhul muhafız hakkında Leyla’nın söylediklerini hatırlayarak gizlemeye çalıştığı bir heyecanla sordu:

- Prenses nerede?

Gencin cevabı korkunçtu:

- Bilmiyorum…

- Bu nasıl muhafızlık?

Genç yere baktı:

- Onun muhafıza ihtiyacı yoktu…

- Siz ne idiniz?

Bu soru cevapsız kaldı.

Muhafız veya nişanlı, onun gittiği yeri bilmeli değil miydi? O zaman aklına Gülsafa Kalfa’da ki garip hal geldi. O kadar sarsılmıştı ki, hoşlanmayacağı bir cevap almak korkusuyla bir şey soramadı.

Hafifçe baş eğerek salamlaşıp ayrıldılar. Artık hiçbir noktanın aydınlatılmasına imkan kalmamıştı.

Evin yolunu tuttu.

* * *

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Ayşe, bir program meselesi yüzünden okulda epeyce oyalanmış, eve geç kalmıştı. Gündelikçi kadın gitmek için onun gelmesini bekliyordu. Ayşe’nin “Selim Beğ gelmedi mi?” sorusuna biraz heyecanla anlaşılmaz bir şey mırıldanarak cevap verdi. Bu kadın, Selim’in aksi bakışlarından çekindiği için ondan her bahsolundukça böyle yapardı. Ayşe, üzerinde durmayarak kadına izin verdi. Tosun’u kucakladı ve yıllardır Selim’ soramadığı soruyu oğluna sordu:
- Nasılsın oğlum?

- İyi.

- Baban gelmedi mi?

- Babam gitti.

Ayşe, küçük çocuğun kendi mantığı içindeki cevabına gülümsedi.

- Gittikten sonra yine gelmedi mi?

- Gelmedi.

Kitap odasına girdiler. Belki Selim’in bir pusulasını bulurum diye masanın üstüne göz attı. Hiçbir yazı yoktu. Henüz iyileşmemiş olduğu için onun bu kadar gecikmesini yadırgayarak Tosun’ a sordu:

- Baban san bir şey söyledi mi?

- Söyledi.

- Ne söyledi?

Tosun herhalde hatırlayamamıştı. Susarak annesine baktı. Ayşe yavaş yavaş meraklanıyordu. Yeniden sordu:

- Haydi söyle oğlum. Baban sana ne dedi?

- Babam bana güldü. Sonra aşağı indi.

- Aşağı inip sokağa mı çıktı?

- Hayır. Beni kucağına aldı.

Ayşe şaşırdı. Görünürde çocuk saçmasapan sözler söylüyordu ama Ayşe kuşkulandı:

- Oğlum! Baban nereden aşağı indi?

Çocuk bir elini tavana doğru kaldırdı:

- Yukarıdan indi.

Ayşe’nin kaşları çatıldı. Hatta, acaba çocuk hasta ve ateşli mi diye düşünerek elini alnına değdirdi. Ateşi yoktu, hasta değildi ama bu saçmalamalar ne oluyordu? Yoksa babasının ruh durumu oğluna da mı geçmişti?

Tosun’u kucağına alarak bir koltuğa oturdu. Ne yapacağını bilemeyerek pencereden dışarıya baktı ve oğlunun yanaklarını okşadı. Bu sefer Tosun sorulmadan konuştu:

- Babam da beni okşadı.

- Sonra ne yaptı?

- Gitti.

- Giderken ne dedi?

- Beni unutma dedi.

Ayşe sapsarı oldu.

Çocuk kendi hafızasının imkanları nisbetinde, bugün konuşulanları yavaş yavaş hatırlıyordu.Beni unutma… Bunun manası neydi? Ayşe’de düzgün konuşacak bir muhakeme kalmamıştı. Sanki Tosun bilirmiş gibi:

- Peki, baban niçin gitti?, diye sordu.

Bunun lüzumsuz, hatta manasız bir soru olduğunu biliyordu. Fakat aldığı cevap kendisini büsbütün şaşırttı:

- Babam hasta oldu da gitti…

Ayşe’nin adeta dili tutulur gibi oldu:

- Hasta olduğunu nereden biliyorsun?

- Babam ağladı.

- Hastalar ağlar mı?

- Ağlar. Sen de ağladın.

Ayşe’nin beyninden yıldırım hızıyla birçok şey geçti ve aylarca önce niçin ağladığını soran oğluna “Hastayım” diye cevap verdiğini hatırladı.

Ayşe susuyordu. Fakat Tosun’un dili artık çözülmüştü:

- Sen çok hasta oldun. Babam az hasta oldu.

- Nereden biliyorsun?

- Sen çok ağladın. Babam bir ağladı…

Ayşe ağlamaklı olmuştu. Artık Tosun’la bir akran gibi konuşuyordu:

- Baban gelecek mi?

- Gelecek..

- Ne zaman?

- Ben subay olunca gelecek…

Ayşe bitkindi:

- Bunların hepsini baban mı söyledi?

- Babam söyledi.

- Nasıl söyledi?

- Ben ona baktım. Bana güldü. Sonra yukarıdan indi. Beni kucağına aldı. Sonra beni okşadı. Sen subay olunca gelirim, dedi. Sonra gitti.

- Nereden gitti?

- Kapıdan gitti?

- Nereden geldi?

- Yukarıdan.

Çocuğun bütün mantıklı konuşması sırasında bu” yukarıdan “kelimesi aksıyor ve Ayşe’ye huzursuzluk veriyordu. Tosun kucağında olduğu halde pencerenin önüne gelerek ona yüksek yapıların damlarını ve göğü gösterip sordu:

- Baban hangi yukarıdan geldi?

Çocuk biraz hırçınlaştı:

-O yukarıdan değil.

- Ya hangi yukarıdan?

Tosun başını geriye çevirerek odanın içinde bir yeri gösterdi

- İşte o yukarıdan…

Ayşe, yavaş yavaş dönerek oğlunun gösterdiği yere baktı. Duvarı gösteriyordu. Sonra bakışları belli bir yere değince gözleri korkuyla açılarak:

- Aman Yarabbi, diye bağırdı. Bu öyle bir bağırıştı ki, Tosun korkmuş ve ağlamaya başlamıştı. Ayşe, kucağındaki çocuğu atar gibi koltuğa bırakarak ileriye doğru birkaç adım atıp tekrar “Aman Yarabbi” diye bağırdı ve sendeleyerek yığıldı, kaldı.

Selim Pusat’ın duvardaki çerçeveli resminin yalnız çerçevesi kalmış, resim yok olmuştu.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
31. BÖLÜM


Haziranın sayılı sıcak günlerinden birinde, Kız Lisesi’nde ders yılı sonu için tören yapılıyordu.

Liseyi bitiren kızlar spor gösterileri, milli danslar yapacak, geçitresminden sonra davetlilere çay verilecekti.Lisenin bütün eski mezunları ile eski öğretmenleri ve bunların aileleri davet edilmişti.

Büyük, iç açıcı bahçede izci kılıklı kızlar dolaşıyor, davetlilere yer gösteriyordu.

Bugünün tadını en çok çıkaranlar törende görev almamış öğrencilerdi.

İki genç kız bahçenin kuytu bir köşesine doğru ağır adımlarla ilerlerken biri gülümsedi:

- Bak, bak, Beyhan, dedi. Ülker galiba yine tenhalarda ses duyuyor. Yüzündeki kedere dikkat ediyor musun?

Beyhan, ilerideki büyücek tümseğin üstünde, ağaçlar arasında dolaşan Ülker’e baktı:

- Ne garip kız, dedi. Acaba sahiden ses duyuyor mu?

- İnanılır şey değil, ama Ülker’in bir defa bile yalan söylediği görülmemiştir. Herhalde bir şey var.

Gerek Ülker, gerekse Beyhan ve Emine bu yıl son sınıfa geçen kızlardı. O ders yılı başında aralarına katılan Ülker çok sessiz, utangaç, durgun ve düşünceli bir öğrenciydi. Herkese karşı nazikti, ama kendisinde bir hali vardı ki, arkadaşlarıyla arasında daima bir mesafe bırakıyor, öteki öğrencilerin birbirleriyle olan yakınlıkları ve samimiyetleri Ülker’le başkaları arasında kurulamıyordu.

Emine, gözlerini Ülker’den ayıramamış olduğu halde konuşuyordu:

- Ülker’de gizli bir kuvvet var diyeceğim geliyor. Bir defa tehlikeyi önceden haber vermişti. Coğrafya dersinde Mualla haritayı duvara asmak için bir iskemle ye çıkarken heyecanla “Hayır, hayır, çıkma” diye haykırmış, aldırmayan Mualla iskemleye çıkınca çatırdayıp çöken iskemleyle birlikte düşerek kolu kırılmıştı. Sen o derste yoktun. Kazadan sonra Ülker’in gözleri başka bir aleme bakıyor gibiydi.

İki kız yürüyerek Ülker’e biraz daha yaklaştılar. Onu beş adım kadar uzaktan seyrediyorlardı. Yüz çizgileri çok rahat, fakat gözleri huzursuzluk belirten bir haldeydi. Arkadaşlarının yaklaştığından habersizdi.

Beyhan’da bir merak canlanmıştı:

- Ne dersin Emine? Yanına gidip konuşalım mı?, diye sordu.

Emine de konuşmak istiyor, fakat nedense tereddüt ediyordu:

- Bilmem ki, diye cevap verdi.

İki kız çekingenlik duydukları halde birbirlerinden kuvvet alarak ağır adımlarla Ülker’e doğru yürüyorlardı. Aralarında birkaç adım kalmıştı. Durdular. Ülker’i yandan görüyorlardı. Hülyalı bakışları ileriye takılmıştı. Uzaktan duyulan bir müzik sesini dinliyor gibiydi. Arkadaşlarını görünce başını onlara çevirdi. Emine gülümseyerek:

- Talihliyiz Ülker, dedi. Vazifeli olmadığımız için bu güzel günün tadını çıkarıyoruz.

Ülker buna belli belirsiz, kendine has nazik bir gülümseyişle karşılık verdi.

Emine, aklına gelen ve Ülker’i sigaya çekmek konusunda çok yerinde olan bir soruyu sormak üzere idi ki, geriden, törenin yapılacağı yerden müzik sesi yükseldi. Öğrencilerin de iştirakleriyle İstiklal Marşı söyleniyordu. Beyhan ve Emine toparlanıp dinlemeye başlarken Ülker sadece başını öne eğmekle iktifa etti. Berikiler gurur ve heyecanla dimdik dururken o, hüzünlü ve başka alemde bir insan gibi dinliyor, dinlediği halde de galiba işitmiyordu.

Onun bu duruşu, bu hali, başını öne eğişindeki hüzün Emine’ye o kadar tesir etmişti ki, biraz önce Ülker’e soracağı soruyu unuttu.

Marş bitince bir iki adım daha atıp üçlü bir grup oldular ve uzaktan gelen, spor gösterilerinin komuta seslerine aldırış etmeden kendi aralarında konuşmaya başladılar.

Beyhan taktik yapmasını, maksada dolambaçlı yollardan gitmesini sevmezdi. Samimi olmadıkları halde Ülker’i seviyor, onun da kendi aralarına karışmasını, bu manevi yalnızlıktan kurtulmasını istiyordu. Bu isteğin verdiği hızla:

- Ülker, kardeşim, dedi. Niçin böyle hep yapayalnız dolaşıyorsun? Bizden hiç hoşlanmıyor musun?

Ülker’in hüzünlü gözleri hayretle açıldı.

- Hoşlanmamak ne demek? Bilakis sizden çok hoşlanıyorum.

- Öyleyse niçin yalnızısın?

Ülker, hafif gülümseyişi kaybolan yüzünden bir bulut geçer gibi bakarak bir an düşündü. Güç işitilir bir sesle:

- Yalnız mı? Ben yalnız değilim ki, diye cevap verdi.

Beyhan’la Emine bakıştılar. Bu cevaba nasıl bir karşılık vereceklerini bilemiyorlardı. İyice şaşırmışlardı. Tam bu sırada izci bir kızın” Beyhan, Beyhan” diye bağırarak kendilerine doğru geldiğini gördüler. Sınıf arkadaşlarından birisi tümseğin ve ağaçların arkasında olan Beyhan’ı görmeden telaşla onu arıyordu. Beyhan ağaçlardan sıyrılarak kendisini gösterdi ve:

- Ne var?, diye sordu.

- Neredesin? Baş muavin seminden beri seni arıyor.

Beyhan, ellerini iki yana açarak şimdi sırası mıydı der gibi bir hareket yaptıktan sonra arkadaşının arkasından koşarak gitti.

Emine onun gidişene baktıktan sonra Ülker’ e döndü. Biraz önce onun” Ben yalnız değilim ki” demesi dikkatini çekmişti. Acaba ne demek istemişti?

Emine, Beyhan’ın aksine, maksada birdenbire girmez, bunun çok defa karşısındakini ürküteceğini bilirdi. Bir doktorun kızıydı. Psikiyatri uzmanı olan babasıyla bu meraklı konu üzerinde uzunboylu konuşur, fakat bir iptila halinde de edebiyatla uğraşırdı. Edebiyata ait lise kitapları kendisine az geldiği için Edebiyat Fakültesi yayınlarını da okur ve kavrardı. Kırk kişilik sınıflarında kendisinden başka iki Emine daha vardı. Arkadaşları bu Emine’yi ötekilerden ayırmak için soyadını kullanmazlar, ona Doçent Emine derlerdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Ülker’le yalnız kalınca yarıda kalan konuya döndü:
- Ülker, dedi. Biraz önce yalnız olmadığını söyledin. Oysa ki biz seni hep yalnız, arkadaşsız, tek başına görüyoruz. Bu nasıl bir yalnız olmayışlık?

Ülker’in sesi çok yavaşça çıkıyordu:

- Yalnız olmamak için mutlaka insanlarla beraber olmak mı lazım?

Emine ciddileşti:

- Bir de ruhlarla beraber olmak mümkün ama bu herkesin harcı değil. Ayrı bir kabiliyet ister.

Sustular. Ülker cevap vermeyince Emine çekingen bir eda ile sözlerini tamamladı:

- Sende de böyle bir kabiliyet olduğunu sanmıyorum ama bir şey söylemediğin için emin değilim.

Ülker susuyor, fakat duruşunda bir memnuniyetsizlik sezilmiyordu. Emine bundan cesaret alarak maksada biraz daha girdi:

- Mesela senin ses duyduğun söylenir. Yalnız değilim derke bunları kasdettinse haklısın. Fakat seslerle arkadaşlık etmek yalnız olmamaya yeter mi? Bu seslerin sahiplerini de görüyor musun?

Ülker’in yüzü daha da hülyalı bir hal aldı. Sevimli ve küçük bir çocuğa benziyordu:

- Seslerin sahiplerini göremiyorum.

- Onlarla ne konuşuyorsun?

- Konuşmuyorum. Yalnız dinliyorum.

- Bunlar tanıdıkların mı?

- Hayır…

Emine duraksadı. Fakat konuşmaya ara verilirse Ülker’in belki de tamamiyle susacağından korkarak aceleyle sorularına devam etti:

- Tarihi şahsiyetler mi?

- Bilmiyorum.

- Peki, intibaın nedir?

Ülker gözlerini Emine’den çevirdi. Yere, sonra göğe bakarak:

- Çok uzaktan sesleniyorlar, dedi.

Emine bu sözü iyi anlayamamıştı:

- Başka bir memleketten mi?, diye sordu.

- Hayır, başka bir zamandan…

Emine allakbullak oldu. Başka bir zaman .. Bu ne demekti?

- Yani çok uzak bir zamandan mı?

Ülker hüzünlenmişti:

- Bilmem ki.. Bana öyle geliyor, dedi cevap verdi.

Emine’yi büyük bir merak sarmıştı. Kendisine açılan arkadaşının samimi davranışına güvenerek biraz daha derine gitmek istedi:

- Bu uzak zaman gelecek zaman olmayacağına göre herhalde geçmiş zaman olacak.

- Evet…

- Ülker! Acaba sana geçmiş zamandan niçin seslenen var? Ailen tarihi bir aile mi?

Emine bunu söyledikten sonra dokuz, on on aydır aynı sınıfta yaşadığı arkadaşının yüzüne dikkatle baktı. Duru buğday rengi derisi, düz ve güzel saçları, çekik gözleri ve manalı bakışıyla tam bir Orta Asya tipiydi.

Ülker cevap vermeden aklına geleni sordu:

- Nerelisin? Aile kökün nerede?

Ülker çok durgun bir eda ile hiç yüksünmeden cevap veriyordu:

- Ben buralıyım, ama aile köküm uzakta, doğudadır.

Evlerinde menşelerinin Horasan olduğu söylenen Emine, “doğu” kelimesini işitince:

- Yani Horasan’da mı?, diye sordu.

Ülker başını salladı:

- Horasan nedir kardeşim? Kapı komşu bir yer. Bizimki çok daha uzakta…

Emine hayretler içindeydi:

- Bunu aile içindeki söylentilerle mi biliyorsun?

- Söylentiler de var, ama asıl eskiden kalma, deri üstüne yazılmış bir soykütüğü ile biliyorum.

- Menşeiniz neresi?

- Kamlançu!..

Emin sustu. Bu adı biliyordu ama nereden biliyordu, onu birdenbire kestiremedi.

İki arkadaş uzun bir süre susarak durdular. Emine yavaş yavaş Kamlançu’yu hatırlamaya başlamıştı. Daha pek yakınlarda bir doktora tezi mi, yoksa bir üniversite yayını mı olarak, her ne ise, yayınlanmış olan bir Uygur masalında bu kelime geçiyordu. Doçent Emine onu da alıp zevkle okumuştu. Şimdi Ülker’i Uygur kızı gibi görüyordu. Bu sefer onu adeta sınava çekmek ister gibi bir düşünceyle sordu:

- Bu Kamlançu nereye düşüyor?

- Belki bugünkü Moğolistan’a …

Emine hayretler içindeydi. Arkadaşının da kendisi gibi tarih ve edebiyat meraklısı olmadığını, yalnız felsefeden, biraz da matematikten zevk aldığını biliyordu. Birden, aklına gelmiş gibi irkilerek sordu:

- Soykütüğünüzü gösteren deri hangi yazıyla yazılı?

- Uygur yazısıyla…

- Sen bu yazıyı okuyor musun?

- Hayır.

- Ailede okuyan var mı?

- Ailenin erkekleri okur. Babam ve ağabeyim.

- Kızlar niye okumaz?

- Başkalarıyla evlenip gidecekleri, yabancı olacakları için..

Emine deminden beri işittikleriyle Ülker’e derin bir sempati duymuştu:

- Ülker kardeşim, dedi. Bu soykütüğünde kaç atan yazılı?

- Yirmi kadar. Ondan sonrasını aile rivayetleri ve mezar kitabeleriyle biliyoruz.

Emine’nin aklı yine Uygur masalına gitti. Orada da bir Yüzbaşı Burkay vardı ve öldükten sonra ruhu, sevgilisine hala aşkını söylüyor, o da “Sus, sus” diye cevap veriyordu.

Emine’de korkuya benzer bir hal peyda olmuştu:

- Duyduğun seslerin bunlarla bir ilgisi var mı?

- Hayır.

- Demin, biz gelmeden önce ne duyuyordun?

Ülker, işittiklerini eksiksiz hatırlamak için bir ara düşündü. Sonra Emine’ye dehşet veren şu sözleri söyledi:

- Bir erkek, ”Iztırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?, diye ağlıyor, bir kadın da buna “Sus, sus, ben de ıstırap çekiyorum” diye cevap veriyordu.


4 Ağustos 1972
Nihâl ATSIZ

 

Konçuy

Dost Üyeler
Katılım
2 May 2008
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Başkent
Böylesine güzel bir eseri paylaştığınız için sağolun.
Atsız Atamın mekanı Tanrı dağı olsun.
TTK
 
Üst