Orta Asyada radikallizm ve terör

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
ORTA ASYA'DA RADİKALİZM VE TERÖR
Dr. M. Turgut DEMİRTEPE

11 Eylül saldırıları Amerika ve dünya kamuoyunda terörün ulaşabileceği boyutlar noktasında şok etkisi yapmasının yanısıra, uluslararası siyasete ABD'nin ‘teröre karşı savaş' kavramını sokarak hegemonik güç ilişkilerini yeniden yapılandırması yönüyle de bir milat teşkil etti. ABD'nin terör kaynaklarını kurutmaya yönelik mücadelesinin ana ayağını, siyasi, ideolojik ve ekonomik bir önlemlerin yanısıra askeri müdahale de oluşturdu. Teröre karşı askeri operasyonlar zincirinin ilk hedefi ise saldırıların arkasındaki örgütün ve dahası aynı ideolojik zemini paylaşan benzeri örgütlerin beşiği olarak algılanan Afganistan oldu. Öncelikle ülkedeki Taliban iktidarı devrilerek, yönetim ABD askeri koruması altındaki bir gruba devredildi ve beraberinde ülke içindeki terör kampları dağıtıldı. Buna paralel olarak Taliban yönetimi ile stratejik işbirliği içinde olduğu düşünülen Pakistan'ın ABD'ye desteği sağlandı. 11 Eylül sonrası süreç Afganistan ve Pakistan'da yerel dengeleri altüst ederken, radikal İslam ve terörizm ile uzunca bir süredir sorunları bulunan Orta Asya'da da önemli sonuçlara yol açtı.
Bu çalışmada Orta Asya'da İslami hareketliliğin bazı varyasyonlarının hangi koşullar altında radikalize olarak teröre başvurduğu, bu olgunun devlet-toplum ilişkileri bağlamında bölge ülkelerine yansımaları ve uluslararası dengeler açısından doğurduğu sonuçları irdelenecektir. Bu amaçla, öncelikle, Sovyet sonrası süreçte oluşan ideolojik boşluk sonucu yükselen İslami dalganın farklı yüzleri üzerinde durulacak, Sovyet mirası ve bölgedeki otoriter yapılanmaların İslamcı muhalefetin İslami aktivizmden radikalizme, oradan da terörizme geçirdiği evrim üzerindeki etkileri analiz edilecektir. İkinci olarak, 11 Eylül sonrası bu hareketlerin bağlantıları ve eylemliliklerindeki yeni durum incelenerek, toplumsal destek ve beslenme kaynaklarının gücü bağlamında bölgede terör ve güvenlik sorunları ekseninde doğurabilmesi olası gelişmeler üzerinde durulacaktır.
İslami Hareketliliğin Farklı Yüzleri
Sovyet döneminde gerek düşünsel açıdan İslam'ı hedefleyen ateizm ve diyalektik materyalizm propagandası, gerekse pratik açısından İslami yaşam tarzına yönelik baskı politikaları önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. Din hakkındaki bilgi kaynaklarına ulaşımın on yıllar boyunca engellenmiş olması dinin temel öğretileri ve ritüelleri konusunda yaygın bir cehalet ortaya çıkardı.
Bununla birlikte, hayatiyetini Sovyet dönemi boyunca devam ettirebilen ve sosyal ilişkilerin düzenlenmesinde önemli işleve bir sahip olan geleneksel kültürel değerler, Sovyet sonrası ortam içinde ortaya çıkan milli ve İslami dirilişde son derece önemli bir kurucu rol oynadı. Dinle içiçe geçmiş bu tür değerler, Sovyetler'in çözülüş sürecinde uzun süredir ‘hakim ulus' olan Ruslar karşısında kendilerini ikinci sınıf vatandaş hisseden/hissettirilen Orta Asya'nın Müslüman halkları açısından ulusal özgüveni besleyen ana kaynak olarak hizmet etti. Bu süreçte ulusal kimliğin kültürel ve moral düzeyde bir parçası olarak İslam yeniden keşfedildi.
Sosyalizmin geniş kitleler gözünde geçerliliğini yitirmesi karşısında oluşan ideolojik boşluk hızla İslami vurgunun yüksek olduğu bir milliyetçilik ile doldu. Türkistan'ın İslam tarihi içinde kültür ve uygarlık bağlamındaki güçlü yeri ve Orta Asya halkları için büyük bir uygarlığın kurucu isimlerine sahip olma algısı bölgede İslam'a olan ilgiyi daha da perçinledi. İslami diriliş, bu dönemde daha ziyade politik karakter içermeyen, bir sosyal hareketlilik karakteri gösteriyordu. Bu da temelde kültürel düzeyde popüler İslami bilinci yükseltmeyi, dini inançlara ve ibadetlere ilişkin bilgi birikimini artırmayı amaçlamaktaydı.[1]
Dini eğitim ve faaliyetleri tek elde toplamaya yönelik resmi girişimlere rağmen, yeni cumhuriyetlerin ilk yıllarında görece özgür ortam içinde resmi olmayan bağımsız faaliyetler bölge genelinde hızla yayıldı. 1993'e gelinceye kadar yalnızca Özbekistan'da 5000'e yakın resmi olmayan dini okul açıldı.[2] Dini eğitimin yaygınlaşmasına paralel olarak, sosyal hayat içinde dinin görünürlüğü de artmaya başladı.[3] Özellikle, Sovyet döneminde bile dini ve kültürel kimliğini korumayı başaran Fergana Vadisi'nde toplumsal bazda bir ‘dinselleşme' eğilimi olanca çarpıcılığı ile açığa çıktı.[4] Orta Asya nüfusunun yaklaşık yüzde 20'sini oluşturan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında son derece jeostratejik bir konuma sahip olan bu vadi, ilerleyen yıllarda sosyal, politik ve radikal her türden İslami hareketin beşiği konumuna geldi.
İslam'a olan ilginin toplumsal düzeyde artışı, beraberinde bölgedeki politik yapılanmaların ideolojik duruşu ve söylemi üzerinde de önemli bir etki doğurdu. Laik ve milliyetçi-demokrat çizgide ortaya çıkan Erk ve Birlik hareketlerinin söylemlerinde din, ulusal kültürün önemli bir unsuru olması noktasında güçlü bir vurguya sahipti. Dahası, eski Sovyet topraklarındaki Müslüman halk arasında ulusüstü İslamcı bir politik hareket olarak doğan ve Orta Asya'da da, özellikle Özbekistan ve Tacikistan'da hızla örgütlenen İslami Rönesans Partisi bölgedeki mevcut yönetimleri siyasal anlamda tedirgin eden bir güce kavuştu.[5]
Halihazırda iktidarda bulunan komünist yönetimler laik yada İslamcı karaktere sahip birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış muhalefet hareketlerinin giderek toplumsal taban bulduğunu görerek önleyici tedbirlere başvurdu. Tacikistan'da patlak veren iç savaş Mayıs 1992'de komünist yönetimin yıkılması ve yerine içinde demokrat ve İslamcı güçlerin de yer aldığı yeni bir koalisyonun geçişi ile sonuçlandı. Bu gelişmelerden son derece tedirgin olan Özbekistan yönetimi ülkede tüm muhalif bağımsız partilerle birlikte İslami Rönesans Partisi'ni de Aralık 1993'de kapattı ve - yaygın inanışa göre - parti lideri kaçırılarak öldürüldü. Ayrıca, özellikle Fergana Vadisinde etkin olan ve popüler desteğe sahip Adolat, Tavba ve İslom Lashkarları gibi yerel bağımsız sosyal gruplar da dağıtıldı ve liderleri tutuklanarak ağır cezalara çarptırıldı.[6]
Bu operasyonlar sonunda laik ya da İslamcı karakterdeki muhalefet hareketlerinin önder kadrosunun önemli bir bölümü yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Laik-milliyetçi hareketlerin liderleri Türkiye ve Batı ülkelerinde sürgünde politik yaşamlarına devam ederken, İslamcı hareketlerin lider kadrosu yeniden bir direniş hareketi oluşturabilmek amacıyla Tacikistan, Afganistan ve Pakistan'ı tercih etti. Bu olgu, bütünüyle Orta Asya'daki İslamcı hareketlerin ideolojik ve yöntemsel bazda değişime uğradığı tarihsel kesite işaret etmektedir. Bölgedeki silahlı İslamcı hareketlerle yakın temas, hem bu grupların radikalize olarak militarizmi bir yöntem olarak seçmesine, hem de ideolojik olarak Vahhabiliğin etkisi altına girmelerine yol açmıştır. Kuşkusuz, Sovyetler'in çözülüşü sonrası birkaç yıldır görece demokratik ortam içinde Suudi Arabistan, Pakistan ve Türkiye eksenli İslami grupların farklı İslam yorumlarına açık bir ortam mevcuttur, ancak 1994'ün ilk ayları itibariyle ortaya çıkan durum, yerel İslamcı grupları o ana kadar oldukça sınırlı kalan dış etkilere çok açık hale getirmiş ve uzun süredir militarizmi beslemekte olan Vahhabilik ve Deobandiliğin ideolojik nüfuzu altına sokmuştur.[7] Uluslararasılaşma olgusu bir yönüyle bu hareketleri dış destek açısından güçlendirirken, öte yandan gelişimlerinin sınırlarını da belirleyen bir rol oynamıştır. Orta Doğu ve Güney Asya'da hakim olan bu iki eğilimin Orta Asya'daki İslamcı hareketler üzerindeki etkisi, onları bölgedeki yaygın yerel Sufi İslam anlayışından uzaklaştırmış ve "sokakdaki insan" ile aralarına mesafe koymuştur.
1994 sonrası süreci İslami aktivizme yönelik uygulanan resmi politikalar bağlamında, temelde orta şiddette baskı politikalarının yürürlüğe sokulduğu "1994-1997 arası dönem" ve topyekün mücadelenin uygulandığı "1997'den günümüze kadar olan dönem" olarak ikiye ayırabiliriz. İslamcı hareketler bağlamında ise bu dönemler 1997'ye kadar ideolojik gelişim ve kısmi örgütlenme, 1997 sonrası ise sıklıkla teröre de başvurulan militer bir karakter göstermektedir.
1997'de Kabil'in Taliban yönetimine geçmesi bölgedeki İslamcı hareketlere yönelik potansiyel tehdit algısını daha da güçlendirdi. Bu noktada Özbekistan'daki İslam Kerimov iktidarını giderek çok daha fazla endişeye sevkeden gelişme, ülke ekonomisinin Sovyet dönemine oranla çok daha kötü olması ve yolsuzlukların sistemin olağan bir parçası haline dönüşmesinin toplumun değişik kesimlerinde doğurduğu rahatsızlık oldu. Laik-milliyetçi muhalefeti gelişmeye fırsat vermeden "boğan" otoriter Kerimov yönetimine karşı muhalefetin tek kaynağı, dağınık ve tutarlı bir siyasi programdan yoksun olmasına rağmen, hızla gelişen İslamcı hareket oldu. Bu süreçte, Özbekistan yönetimi tam bir panik psikolojisi ile, mücadele stratejisini yaşamın tüm alanlarını kapsayacak tarzda genişleterek, İslami aktivizmin her türden görünürlüğünü yok etmeyi hedefleyen bir çerçeveye oturttu.
Aralık 1997'de İslamcı hareketlerin beşiği olarak bilinen Namangan'da dört polisin öldürülmesi ile sonuçlanan arbede bu yeni radikal politikayı tetikleyen ana unsur oldu.[8] Olay sonrası ülke genelinde yürütülen bir kampanya ile binlerce kişi tutuklanarak sorgudan geçirildi. Bu çerçevede 900'ün üzerinde cami Vahhabizm'in odak noktası olduğu gerekçesiyle kapatıldı.[9] Bazı İslamcı unsurların Afganistan ve Pakistan'daki kamplarda eğitim gördüğü belirtilerek, özellikle Pakistan hükümetinden ülkesindeki bu kampları kapatması sert bir dille istendi.[10]
Mayıs 1998'de Din Özgürlüğü Yasası, Parlamento tarafından yenilenerek hükümet kontrolü altında olmayan tüm dini faaliyetler yasaklandı. Yasa, resmi dini kuruluşlar dışında yapılan din öğretimini ve dini yayıncılığı suç kapsamına aldı. Ayrıca, hükümet camilerde ezan okunmasını yasaklayan ve eğitimin her düzeyinde dini konuları ders müfredatından çıkaran bir kararname yayınladı.[11] Resmi olmayan camileri kapatma süreci hızla devam ederek 1997'de 10.000 civarındaki cami sayısı günümüzde 2.500 düzeyine indi. Bu süreç içinde, resmi yetkililer, Human Rights Watch'ın yerinde ifadesiyle "suç niyeti taşıyan ile yalnızca camiye devam etmekte olan ortalama Müslümanları aynı kefeye koyan" bir yaklaşımla kitlesel düzeyde bir ‘cadı avı' başlattı ve binlerce kişi sorgu ve işkenceden geçirilerek, üniversiteden ya da işten atılmadan uzun hapishane cezalarına kadar değişik müeyyidelerle karşılaştı.[12]
Bu durum "Birinci Kuşak Terör Dalgası" olarak nitelendireceğimiz ve 11 Eylül 2001'e kadar devam ederek, bölgedeki yönetimleri sarsan örgütlü militer yapılanmaların başlangıç zeminini oluşturdu. Kitlesel düzeydeki yargısız infaz kampanyası yaklaşık 1500 kişinin aileleriyle birlikte Güney Kırgızistan üzerinden Doğu Tacikistan'a kaçışı ve böylece sorunu bölgeselleştirerek İslamcı grupların radikalleşmesi ve terörize olması ile sonuçlandı.[13]
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Yolların Ayrımında Terör ya da Radikalizmin Şiddete Dönüşümü: Birinci Kuşak Terör Dalgası
İslamcı hareketlere yönelik ‘savaş', Özbekistan'dan Kırgızistan ve Kazakistan'a da yayıldı ve Mayıs 1998'de bölge liderleri İslamcı grupların faaliyetlerini önlemeye yönelik bir anlaşma imzaladı. Ancak, bu bölgesel ittifak yalnızca, İslamcı muhalefetin önemli bir kesiminin ulusaşırı kompozisyonlu ciddi bir terörist harekete evrilmesini sağladı.
Bu süreçte, o ana kadar dağınık halde faal olan küçük İslami grupların bir şemsiye altında birleşmesi ile Özbekistan'ın yanı sıra, komşu ülkelerin de güvenliğini ciddi olarak tehdit edecek olan Özbekistan İslami Hareketi (ÖİH) militer ve politik bir güç olarak sahneye çıktı. ÖİH'in kuruluşunda iki temel figür önemli rol oynadı. Afganistan'da Sovyet ordusunda savaşmış eski bir asker olan Cuma Namangani ile bölgedeki İslami aktivitelerde öne çıkmış bir isim olan Tahir Yoldaşev ÖİH'i birlikte kurdular ve örgüt liderliğini paylaştılar. Örgütün ana amacı Kerimov rejimini silahlı mücadele yoluyla yıkmak ve yerine İslami bir devlet kurmaktı. ÖİH ilk olarak 16 Şubat 1999'da İslam Kerimov'a yönelik gerçekleştirilen ve 16 kişinin ölümü ile neticelenen suikast girişimi ile gündeme geldi. Özbek yetkilileri olayın sorumlusu olarak ÖİH'in lider kadrosunu gösterdi.[14]
Ağustos 1999'da grup Güney Kırgızistan'daki Batken bölgesini işgal ederek bölgede bulunan dört Japon jeolog ve üç Kırgız polisi kaçırdı ve Özbek yetkililerinden hapishanelerdeki politik mahkumları serbest bırakmaları talebinde bulundu.[15] Kırgız ve Özbek güvenlik güçlerinin ortak operasyonu sonucu grup bölgeden çıkarıldı ancak bu yalnızca hareketin daha da radikalleşmesine yol açtı. Ertesi yıla kadar hazırlıklarını tamamlayan ÖİH militanları yaz aylarında Fergana Vadisine birkaç koldan sızarak Kırgızistan ve Özbekistan'da askerlerle çatışmaya girdiler. Bu çatışmalarda 100'den fazla asker öldürüldü. Hatta grup Taşkent'e 60 mil yakınlıktaki bölgede bile çatışmalara girebilecek denli ülke içinde konumlandı.[16] Tacikistan ve Kırgızistan üzerinden sık sık Özbekistan'a sızan ve ülke içindeki sempatizanları ile kontağa geçerek olası büyük çaplı bir operasyonun hazırlıklarını yapan ÖİH militanları 11 Eylül 2001'e kadar bölgedeki güvenlik güçleri ile yer yer sıcak çatışma içine de girdiler. Grup büyük bir saldırı hazırlığı içindeyken yaşanan 11 Eylül olayı bölgenin militer resmini önemli ölçüde değiştirdi.
İstihbarat kayıtlarına göre ÖİH militanlarının 11 Eylül öncesi El Kaide ile irtibatlı kamplarda askeri ve ideolojik eğitim aldığı ve Üsame Bin Ladin tarafından finansal açıdan desteklendiği ifade edilmektedir. Ayrıca yerel istihbarat servisleri de grubun operasyonlarını finanse etmek amacıyla Afganistan ve Orta Asya arasındaki uyuşturucu trafiğini kontrol ettiğini iddia etmektedir.[17] ABD, ÖİH'i El Kaide ile bağlantısı ve bölgeyi istikrarsızlaştıran silahlı faaliyetleri nedeniyle terör örgütleri listesine dahil etti.
ÖİH'in örgütsel gücü ve Özbek hükümeti başta olmak üzere, bölge yönetimlerine yönelik oluşturduğu tehdidin ciddiyeti konusu tartışmalıdır. Faal militan sayısı konusunda birkaç yüzden, birkaç bine kadar değişik tahminlerde bulunulmaktadır.[18] Aktif militanların yanısıra olası bir kalkışmada ÖİH militanlarına katılacak şu an için "uykuda" binlerce sempatizana sahip olduğu görüşü yaygın olarak kabul edilmektedir. Örgüt, Özbek yönetiminin her türden dini aktiviteyi tehdit kabul eden algısı ve uygulamaları nedeniyle dinsel duyarlılığı yüksek kesimlerde oluşan rahatsızlığı manipüle etmeyi başarmış, hatta toplumun geniş kesimleri tarafından sevilmesine rağmen Kerimov tarafından görevinden alınmış eski müftü Muhammed Sadık'ı bile saflarına çekmeye çalışmıştır.[19]
Ancak, ÖİH'in hızla büyüyen gücü, 11 Eylül sonrası, özellikle grubun liderlerinden Cuma Namangani'nin ABD'nin Afganistan saldırıları sırasında öldürülüşü, Tahir Yoldaşev'in de kaçmak zorunda kalışı ile neredeyse yok olma düzeyine gerileyerek erimiş ve örgüt olarak gerek Özbekistan, gerekse bölge açısından tehdit olmaktan çıkmıştır. Bununla birlikte Kerimov yönetimi ÖİH tehdidi ve 11 Eylül sonrası oluşan politik iklimi son derece hünerli bir şekilde kapitalize ederek, ülkeyi siyasal özgürlükleri tümüyle ortadan kaldıran sürekli bir olağanüstü hal durumuna sokmuştur. İslam Kerimov, Ocak 2002'de ani ve göstermelik bir seçimle cumhurbaşkanlığını beş yıl daha uzattı.[20]
11 Eylül sonrası ÖİH'in çözülüşü ve "İkinci Kuşak Terör Dalgası" olarak nitelendirebileceğimiz örgütsüz dağınık grupların gerçekleştirdiği ÖİH ardıllarının eylemlerine geçmeden önce, silahlı bir yönteme karşı olmakla birlikte etkinliği ve toplumsal desteği açısından ÖİH'den çok daha güçlü olan Hizb-ut Tahrir (HT) üzerinden durmak yararlı olacaktır.
Hizb-ut Tahrir'in ÖİH ile benzer amaçlar taşımasına rağmen, strateji, metod ve yaklaşımlar açısından oldukça farklı bir yapılanma olduğu gözlenmektedir. ÖİH gibi HT'de Özbek yönetimini yıkmayı yerine radikal bir İslam devleti kurmayı amaçlamaktadır. Fakat iki noktada ÖİH'den ayrılmaktadır. Örgüt şiddete karşı stratejisini kendi ifadeleriyle "barışçıl cihad" olarak tanımladıkları bir çerçevede ideolojilerini savaşla değil "sözlü tebliğ" ile yaymaya dayandırmaktadır. ÖİH militanlarını ‘ekstremist' olarak suçlayarak "Kerimov'un kafir rejimi tarafından beyinleri yıkanmış olsa bile bir Müslümanın diğer müslümana ateş açmasının kabul edilemeyeceğini" belirtmekte, bu nedenle ÖİH'i silahlı mücadeleyi bırakmaları noktasında ikna etmek için görüşmeler yaptıklarını iddia etmektedirler.[21]
HT'nin ÖİH'den ikinci farkı HT'in yerel bir fenomen olmayıp ulusaşırı bir örgütlenme olduğudur. HT hedefini yalnızca Özbekistan yada Orta Asya ile sınırlamamakta, halifelik formu altında global bir İslam devleti kurarak dünya üzerindeki tüm Müslümanları birleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan, Orta Asya, dünya üzerinde milyonlarca bağlısı olan organizasyonun yalnızca bir "vilayet"ini oluşturmaktadır. HT, başta Pakistan, Mısır ve Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere birçok Müslüman ülkede ve ayrıca Avrupa'daki Müslüman diasporada özellikle gençler arasında oldukça etkili bir hareket özelliği göstermektedir. [22] HT 2001'den sonra Orta Asya'da ülkeler arasındaki farkları gözeterek örgütlenmesini yenileyerek bölgeyi Özbekistan ve Kırgızistan olarak iki "vilayet"e ayırmaya karar verdi. [23]
Bölge ülkeleri ÖİH'i silahlı bir hareket olması nedeniyle yakın ve açık tehdit kapsamında değerlendirmekle birlikte, HT'i bölgede çok daha fazla desteği olması nedeniyle birincil tehdit olarak konumlandırmaktadırlar. Yalnızca Özbekistan'da 7000 civarında HT aktivisti hapishanelerdedir, ayrıca özellikle son iki yıldır Kırgızistan, Kazakistan ve özellikle de Tacikistan'da da yüzlerce HT aktivistinin tutuklanarak hapse konulduğu gözlenmektedir. Bölgedeki HT liderleri yalnızca Özbekistan'da en az 80.000 bağlılarının olduğunu iddia etmektedirler.[24] Bu rakam etkinlikleri göz önüne alınırsa oldukça makul görünmekle birlikte hareket bölgedeki tüm ülkelerde yasaklandığı ve yeraltında faaliyet gösterdiği için gerçek rakama ilişkin bir bilgi sunabilme imkanı yoktur. HT son derece gizli bir hücre sistemi çerçevesinde çalışmaktadır. Organizasyon her biri beş kişiden oluşmakta olan binlerce hücreye bölünmüştür ve özellikle kendilerine yönelik baskının yoğun olduğu ülkelerde hücreler arasında iletişim neredeyse sıfıra yakındır. Bu nedenle güvenlik güçleri açısından ht aktivitelerini takip ederek hareketi çözmek oldukça güç olmaktadır.[25]
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
11 Eylül Sonrası: İkinci Kuşak Terör Dalgası
11 Eylül sonrası ABD'nin terörle savaş konsepti bağlamında yürüttüğü operasyonlar ÖİH'e öldürücü darbe vurdu. ABD'nin Afganistan saldırısı sırasında ÖİH militanları Taliban ve el- Kaide saflarında çarpıştılar. Ancak çatışmalarda ağır kayıplar verdiler ve özellikle liderleri Cuma Namangani'nin bir hava saldırısı sonucu öldürülüşü sonucu dağılma sürecine girdiler.
Bu süreçte, Özbekistan ABD'ye anti-terörist destek konusunda ilk yardım eden ülkelerden biri oldu. Afganistan sınırından 90 mil uzaklıktaki Hanabad hava üssünü ABD askerlerine açarak teröre karşı savaşta ABD ile aynı safta yer aldı. Özbekistan'ın ABD'ye verdiği bu destek, yalnızca, ülkesindeki terörü besleyen kaynakların kurutulması amacıyla sınırlı değildi. Özbek yönetimi, terörle savaş konseptinin doğurduğu psikolojik zemin üzerinden, uzun süredir Özbekistan'daki insan hakları ihlallerini gündeme getiren ve ülkede demokratik ve açık bir sistemin yürürlüğe geçmesi talebinde bulunan ABD'yi "bağlamak" niyetindeydi. Nitekim bu niyetini gerçekleştirmekte de başarılı oldu ve ABD ve Batılı ülkeler özelde Özbekistan genelde de tüm Orta Asya ülkelerinde, giderek daha da kesifleşen insan hakları ihlalleri ve otoriter yönetim anlayışı karşısında susmayı tercih ettiler.
Human Rights Watch ve Amnesty International gibi insan hakları kuruluşları yayınladıkları raporlarda son on yıldır rejimle özdeşleşen otoriteryanizm ve insan hakları ihlallerinin yaygın olarak artarak devam ettiği, Orta Asya'daki yönetimlerin 11 Eylül sonrası uluslararası ortamı kendi meşruiyetlerini sağlamada bir araç olarak kullanarak laik yada dini hiçbir muhalefet hareketine izin vermediğini belirttiler. Bu kuruluşların dışında herhangi bir Batılı demokratik ülkeden yaşananlara ilişkin bir tepki gelmemesi, "bölgenin özel koşulları" düşünülerek verilen zimni onay, bölge yönetimlerini halk arasında mevcut yönetimlere karşı giderek artan rahatsızlıkları bastırmada daha da pervasız hareket etmeye itti.
İşkencelerin sıradanlaşması, birçok sıradan insanın sahte gerekçelerle hapishaneye atılması ve en son olarak da bir mahkumun kaynar suya atılarak öldürülmesi üzerine, Özbekistan yönetiminin terörle savaş kapsamına sokmaya çalıştığı politikanın bizatihi konseptin kendisine zarar verdiğini düşünen İngiliz büyükelçisi kamuoyu önünde tüm diplomatik teamüllerin dışında Özbek yönetimini sert bir dille eleştirdi.[26] Özbekistan ile İngiltere arasında diplomatik bir krize ve büyükelçinin Londra'ya geri çağrılmasına yol açan bu olay ülkede yaşananların şiddetini göstermesi açısından oldukça anlamlıdır.
Bu süreçte, ÖİH'in ABD'nin Afganistan saldırılarıyla çözülüşü sonucu organize militer bir organizasyonun yokluğu, buna karşılık devlet şiddetinin artışı, İkinci Kuşak terör Dalgası olarak nitelendirebileceğimiz düzensiz ve birbirinden kopuk terör eylemlerini karşımıza çıkardı. Bu noktada, özellikle 2004 de yoğunlaşan terör eylemlerine geçmeden önce, 2002-2004 arası dönemde gerek Özbekistan gerekse diğer Orta Asya ülkelerinde görülen islamcı aktivitelere ve eylemlere değinmek yararlı olacaktır.
2002-2004 arası döneme mutlak damgasını vuran organizasyonun HT olduğu görülmektedir. HT'nin Özbekistan'da baskıların yoğunlaşması nedeniyle ülkedeki faaliyetlerini oldukça sınırlama ve yeraltına inme yoluna gittiği, buna karşın örgütlenme ve yayılma çalışmalarını Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan'a kaydırdığı gözlenmektedir. Bu dönemde, ÖİH militanlarının aile ve yakınlarının cezaevlerindeki kötü şartları protesto etmek amacıyla düzenledikleri bir iki küçük eylem göz ardı edilecek olursa, HT'nin haricinde bölgede militer ya da barışçıl strateji izleyen herhangi bir örgüt eylemi yada aktivitesine rastlanmamaktadır.
HT bir anlamda özellikle de Özbekistan'da tek ciddi muhalif hareket konumuna yükseldi. Özbekistan da son derece gizli, diğer ülkelerde ise temkinli olmakla birlikte daha açıktan faaliyetlerine devam etti. Gruba aktif eleman kazandırma amaçlı ideolojik eğitimin yanısıra, sempatizan sayısını artırmak için camilerden pazarlara çoyhonalardan (kahvehane) okullara kadar her ortamda yüzbinlerce bildiri dağıttı. Bildiriler, ajitatif bir retorik eşliğinde dünya ve bölge Müslümanlarının sorunları, yaşanılan sosyo-ekonomik problemlerin nedeni olarak yolsuzluklar, bölge liderlerinin Batılılar ve Yahudiler ile olan bağlantıları gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bildirilere hakim olan söylem sık sık Türkistan halklarının tarihte İslam uygarlığı içindeki başat rolü ve aynı misyonu taşımalarının gerekliliği vurgusu taşımaktadır. HT, ABD'nin Afganistan ve Irak savaşları sonucu bölge halklarında oluşan kafa karışıklığını da örgüt adına kapitalize etmeyi başarmıştır.[27] Ayrıca HT'nin kadın mensupları cezaevlerindeki kötü koşulları ve ülkedeki insan hakları ihlallerini protesto için yer yer küçük çaplı da olsa gösteriler düzenlediler. Güvenlik güçlerinin yoğun şiddet kullanarak bastırdığı bu gösteriler beraberinde gösterilere katılanlar ve olaylarla ilgisi olmasa da akrabalarının da tutuklanması ve işkencelerden geçirilmesi ile sonuçlandı. Özbekistan yönetiminin bu sert tavrı komşu ülkelerdeki HT taraftarlarının protesto gösterilerine neden oldu. 2003 yılı içinde değişik zamanlarda cami ve hükümet binaları önünde yapılan gösterilerle Özbek yönetiminin tavrı kınandı. Özellikle 21 Kasım 2003'de Kazakistan ve Tacikistan'da değişik yerleşim merkezlerinde aynı anda üstelik yerel otoritelerin sert tutumuna rağmen yüzlerce yer yer binlerce kişinin katıldığı gösterilerin düzenlenmesi, HT'nin organizasyonel açıdan geldiği noktayı göstermesi açısından ilginçtir.[28]
2002-2004 sürecine HT militer içerik taşımayan eylemleriyle damgasını vururken, 2004 ün ilk yarısı arkasında kimin olduğu muğlak son derece kanlı eylemlere sahne oldu. Taşkent de 29 Mart - 1 Nisan 2004 tarihleri arasında dört gün süreyle devam ederek 50 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve yoğun kaos ve paniğe yol açan bir dizi intihar eylemi ve çatışma, ayrıca Haziran sonunda ABD ve İsrail elçiliklerine yönelik gerçekleştirilen üç intihar saldırısı ülkenin yeniden terör sarmalına girdiğine işaret etmektedir.
Hükümet yetkilileri olayların hemen arkasından sorumluların HT olduğu iddiasında bulunmasına rağmen gerek uluslar arası gözlemciler gerekse bağımsız kaynaklar yeni bir fenomen ile karşılaşıldığı konusunda ittifak ettiler. Hükümetin bu olaylardan silahlı mücadeleyi reddediyor olmasına rağmen HT'yi sorumlu tutmasının ana nedeninin, tüm baskılara karşın organizasyonun bölgede popülaritesinin giderek artmasından duyduğu tedirginlik nedeniyle HT'yi kitleler gözünde yargılamak olduğu varsayılmaktadır. Nitekim HT liderleri de iddiaları şiddetle reddetti ve suçlamaları Kerimov'un komplosu olarak değerlendirdi. 11 Eylül 2001'e kadar bölgedeki yönetimlerin baş ağrısı olan ÖİH'in Afganistan operasyonları neticesinde dağıtılarak etkisiz hale getirildiği düşünülecek olursa son olayların arkasında kimlerin olduğu sorusu çeşitli spekülasyonlara yol açtı.
Tamara Makarenko gibi bazı uzmanlar saldırıların ÖİH'in küllerinden doğmuş yeni bir örgüt tarafından gerçekleştirilmiş olabileceği öngörüsünde bulundu. Bu uzmanlara göre Afganistan'da Taliban saflarında çarpışan ÖİH militanlarının Taliban iktidarının devrilmesinden sonra dağıldığı, fakat geçen sürede bunların yeni bir örgütün çekirdeğini oluşturmuş olabileceği düşünülmektedir. Kerimov'un anti-terörist müttefik olarak ABD ile kurduğu ilişkilerin kendi otoriter yönetimini meşrulaştırma çabasını amaçladığı, bunun da ülkenin muhalif unsurlarında hayal kırıklığı doğurarak yeni bir silahlı örgütün gelişmesi için verimli bir arazi oluşturduğu belirtilmektedir.[29]
Öte yandan Frederick Starr gibi uzmanlar tarafından paylaşılan bir diğer görüş, saldırıların cezaevlerinde işkence sonucu ölmüş ya da halen kötü muameleye maruz kalan tutukluların yakınları tarafından gerçekleştirildiği, ancak bunların organizasyonunda ÖİH ardıllarının bir organize örgüt olarak olmasa da etkili olduğu yönündedir.[30] Nitekim özellikle 29 Mart - 1 Nisan arası dört gün boyunca yaşanan olayların birbirinden kopuk olarak gerçekleşmiş olması bu iddiaları destekler niteliktedir. İlk gün iki kadının intihar eylemini, ertesi günlerde polisin bazı evlere baskın ve arama çalışmaları sırasında çıkan silahlı çatışmalar izledi. Kısacası yaşananlar dört gün süren planlı ve organize eylemler zincirinden ziyade birbirinden kopuk ve spontane olaylar şeklinde gelişti. Ayrıca tutuklananların içinde birçok mahkum yakınının bulunuşu da yukarıdaki argümanı destekler mahiyettedir. Bu durum "İkinci Kuşak Terör Dalgası" olarak tanımladığımız, 11 Eylul sonrası ABD'nin bölgedeki operasyonları sonucu çökertilmiş ya da dış desteği büyük oranda kopmuş dağınık, güçlü bir organizasyondan mahrum grupların eylemleri yada tamamen bireysel eylemler serisine işaret etmektedir.
Diğer bir nokta, eylemlere karışan ya da sonrasında tutuklananların içinde çok sayıda HT sempatizanının bulunuşudur. Bu durum bağımsız kaynaklarca genellikle hükümetin terör eylemleri ile HT arasında bir bağ kurmaya yönelik bilinçli bir çabası olarak yorumlandı. Ancak uzun süredir dikkat çekilen bir başka olgu, Kerimov'un yoğun şiddet içeren baskı politikalarının İslamcı muhalifleri radikalize ettiği, ülkede anti-militer olmakla birlikte radikal görüşlere sahip unsurları teröre ittiğidir. Nitekim bölgede silahlı mücadele yanlısı grupların ve bu tür eylemlerin yalnızca Özbekistan da taban bulduğu, bölgedeki diğer ülkelerde İslamcı muhalefetin militer özellik taşımadığı gerçeği bu argümanı doğrular niteliktedir. Bu açıdan ülkedeki ortam bazı HT aktivistlerinin gruptan koparak teröre yönelmesine son derece müsaittir. Bu anlamda HT'yi de teröre kaynaklık eden ideolojik düşüncenin bir parçası olarak değerlendiren görüşler mevcuttur.[31]
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Sonuç
"İkinci Kuşak Terör Dalgası"nın arkasında kim olursa olsun üzerinde durulması gereken asıl nokta, bu tür eylemleri mümkün kılan zeminin varlığıdır. Bölgedeki sosyo-ekonomik koşullar son derece kötü durumdadır, ülke zenginlikleri sınırlı bir elit kitle tarafından paylaşılmakta, geniş halk kitleleri açlık sınırında yaşam sürmektedir. Yolsuzluk ve rüşvet sıradanlaşarak devlet yönetimlerinin sistemik bir unsuru haline gelmiştir. Hızla artan genç nüfusa karşın yapısal bir sorun özelliği taşıyan işsizlik her geçen gün daha da artmaktadır. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen toplumsal rahatsızlıkları dile getirecek ve yeni çözüm yolları arayacak meşru kanallar da tıkalıdır. Bölgedeki otoriter yönetimler gerçek bir muhalefetin çıkmasına geçit vermemekte, özellikle Özbekistan örneğinde olduğu gibi laik ya da İslamcı her türden muhalif oluşumu şiddetle bastırmaktadır. Dahası uygulamalar politik alanın dışında kalan sosyal faaliyetlere hatta bireysel pratiklere kadar uzanmakta, en temel insan hak ve özgürlüklerine dahi izin verilmemektedir.
Bölge açısından diğer önemli bir handikap, bu uygulamalara tepki olarak ortaya çıkan muhalif hareketlerin kısırlığı sorunudur. Laik muhalif hareketler baskı politikaları sonucu ayakta duramamakta, politik sahne büyük oranda İslamcı akımlarla mevcut yönetimlere kalmaktadır. İslamcı muhalefet, faaliyetleri ve eylemleri ile ses getirmekle birlikte, halkın İslam anlayışından farklı ideolojik konumu nedeniyle geniş halk kitlelerinde karşılık bulamamaktadır. Bu anlamda İslamcı muhalefetin halkla duygusal özdeşlik sağlayamaması büyümesinin de sınırlarını çizmektedir, ancak bu durum bazı unsurlarının radikalize olması ve teröre yönelerek bölge güvenliğine tehdit oluşturması gerçeğini değiştirmemektedir. Demokratik gelişim sağlanmadığı, muhalefet için sistem içi meşru kanallar açılmadığı ve sosyo-ekonomik koşullarda iyileşmeye gidilmediği takdirde terörle mücadelede kısa vadede sonuç alınıyor gibi gözükse de uzun vadede başarılı olunması mümkün değildir.
 
Üst