ORTA ASYA'DA RADİKALİZM VE TERÖR
Dr. M. Turgut DEMİRTEPE
11 Eylül saldırıları Amerika ve dünya kamuoyunda terörün ulaşabileceği boyutlar noktasında şok etkisi yapmasının yanısıra, uluslararası siyasete ABD'nin ‘teröre karşı savaş' kavramını sokarak hegemonik güç ilişkilerini yeniden yapılandırması yönüyle de bir milat teşkil etti. ABD'nin terör kaynaklarını kurutmaya yönelik mücadelesinin ana ayağını, siyasi, ideolojik ve ekonomik bir önlemlerin yanısıra askeri müdahale de oluşturdu. Teröre karşı askeri operasyonlar zincirinin ilk hedefi ise saldırıların arkasındaki örgütün ve dahası aynı ideolojik zemini paylaşan benzeri örgütlerin beşiği olarak algılanan Afganistan oldu. Öncelikle ülkedeki Taliban iktidarı devrilerek, yönetim ABD askeri koruması altındaki bir gruba devredildi ve beraberinde ülke içindeki terör kampları dağıtıldı. Buna paralel olarak Taliban yönetimi ile stratejik işbirliği içinde olduğu düşünülen Pakistan'ın ABD'ye desteği sağlandı. 11 Eylül sonrası süreç Afganistan ve Pakistan'da yerel dengeleri altüst ederken, radikal İslam ve terörizm ile uzunca bir süredir sorunları bulunan Orta Asya'da da önemli sonuçlara yol açtı.
Bu çalışmada Orta Asya'da İslami hareketliliğin bazı varyasyonlarının hangi koşullar altında radikalize olarak teröre başvurduğu, bu olgunun devlet-toplum ilişkileri bağlamında bölge ülkelerine yansımaları ve uluslararası dengeler açısından doğurduğu sonuçları irdelenecektir. Bu amaçla, öncelikle, Sovyet sonrası süreçte oluşan ideolojik boşluk sonucu yükselen İslami dalganın farklı yüzleri üzerinde durulacak, Sovyet mirası ve bölgedeki otoriter yapılanmaların İslamcı muhalefetin İslami aktivizmden radikalizme, oradan da terörizme geçirdiği evrim üzerindeki etkileri analiz edilecektir. İkinci olarak, 11 Eylül sonrası bu hareketlerin bağlantıları ve eylemliliklerindeki yeni durum incelenerek, toplumsal destek ve beslenme kaynaklarının gücü bağlamında bölgede terör ve güvenlik sorunları ekseninde doğurabilmesi olası gelişmeler üzerinde durulacaktır.
İslami Hareketliliğin Farklı Yüzleri
Sovyet döneminde gerek düşünsel açıdan İslam'ı hedefleyen ateizm ve diyalektik materyalizm propagandası, gerekse pratik açısından İslami yaşam tarzına yönelik baskı politikaları önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. Din hakkındaki bilgi kaynaklarına ulaşımın on yıllar boyunca engellenmiş olması dinin temel öğretileri ve ritüelleri konusunda yaygın bir cehalet ortaya çıkardı.
Bununla birlikte, hayatiyetini Sovyet dönemi boyunca devam ettirebilen ve sosyal ilişkilerin düzenlenmesinde önemli işleve bir sahip olan geleneksel kültürel değerler, Sovyet sonrası ortam içinde ortaya çıkan milli ve İslami dirilişde son derece önemli bir kurucu rol oynadı. Dinle içiçe geçmiş bu tür değerler, Sovyetler'in çözülüş sürecinde uzun süredir ‘hakim ulus' olan Ruslar karşısında kendilerini ikinci sınıf vatandaş hisseden/hissettirilen Orta Asya'nın Müslüman halkları açısından ulusal özgüveni besleyen ana kaynak olarak hizmet etti. Bu süreçte ulusal kimliğin kültürel ve moral düzeyde bir parçası olarak İslam yeniden keşfedildi.
Sosyalizmin geniş kitleler gözünde geçerliliğini yitirmesi karşısında oluşan ideolojik boşluk hızla İslami vurgunun yüksek olduğu bir milliyetçilik ile doldu. Türkistan'ın İslam tarihi içinde kültür ve uygarlık bağlamındaki güçlü yeri ve Orta Asya halkları için büyük bir uygarlığın kurucu isimlerine sahip olma algısı bölgede İslam'a olan ilgiyi daha da perçinledi. İslami diriliş, bu dönemde daha ziyade politik karakter içermeyen, bir sosyal hareketlilik karakteri gösteriyordu. Bu da temelde kültürel düzeyde popüler İslami bilinci yükseltmeyi, dini inançlara ve ibadetlere ilişkin bilgi birikimini artırmayı amaçlamaktaydı.[1]
Dini eğitim ve faaliyetleri tek elde toplamaya yönelik resmi girişimlere rağmen, yeni cumhuriyetlerin ilk yıllarında görece özgür ortam içinde resmi olmayan bağımsız faaliyetler bölge genelinde hızla yayıldı. 1993'e gelinceye kadar yalnızca Özbekistan'da 5000'e yakın resmi olmayan dini okul açıldı.[2] Dini eğitimin yaygınlaşmasına paralel olarak, sosyal hayat içinde dinin görünürlüğü de artmaya başladı.[3] Özellikle, Sovyet döneminde bile dini ve kültürel kimliğini korumayı başaran Fergana Vadisi'nde toplumsal bazda bir ‘dinselleşme' eğilimi olanca çarpıcılığı ile açığa çıktı.[4] Orta Asya nüfusunun yaklaşık yüzde 20'sini oluşturan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında son derece jeostratejik bir konuma sahip olan bu vadi, ilerleyen yıllarda sosyal, politik ve radikal her türden İslami hareketin beşiği konumuna geldi.
İslam'a olan ilginin toplumsal düzeyde artışı, beraberinde bölgedeki politik yapılanmaların ideolojik duruşu ve söylemi üzerinde de önemli bir etki doğurdu. Laik ve milliyetçi-demokrat çizgide ortaya çıkan Erk ve Birlik hareketlerinin söylemlerinde din, ulusal kültürün önemli bir unsuru olması noktasında güçlü bir vurguya sahipti. Dahası, eski Sovyet topraklarındaki Müslüman halk arasında ulusüstü İslamcı bir politik hareket olarak doğan ve Orta Asya'da da, özellikle Özbekistan ve Tacikistan'da hızla örgütlenen İslami Rönesans Partisi bölgedeki mevcut yönetimleri siyasal anlamda tedirgin eden bir güce kavuştu.[5]
Halihazırda iktidarda bulunan komünist yönetimler laik yada İslamcı karaktere sahip birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış muhalefet hareketlerinin giderek toplumsal taban bulduğunu görerek önleyici tedbirlere başvurdu. Tacikistan'da patlak veren iç savaş Mayıs 1992'de komünist yönetimin yıkılması ve yerine içinde demokrat ve İslamcı güçlerin de yer aldığı yeni bir koalisyonun geçişi ile sonuçlandı. Bu gelişmelerden son derece tedirgin olan Özbekistan yönetimi ülkede tüm muhalif bağımsız partilerle birlikte İslami Rönesans Partisi'ni de Aralık 1993'de kapattı ve - yaygın inanışa göre - parti lideri kaçırılarak öldürüldü. Ayrıca, özellikle Fergana Vadisinde etkin olan ve popüler desteğe sahip Adolat, Tavba ve İslom Lashkarları gibi yerel bağımsız sosyal gruplar da dağıtıldı ve liderleri tutuklanarak ağır cezalara çarptırıldı.[6]
Bu operasyonlar sonunda laik ya da İslamcı karakterdeki muhalefet hareketlerinin önder kadrosunun önemli bir bölümü yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Laik-milliyetçi hareketlerin liderleri Türkiye ve Batı ülkelerinde sürgünde politik yaşamlarına devam ederken, İslamcı hareketlerin lider kadrosu yeniden bir direniş hareketi oluşturabilmek amacıyla Tacikistan, Afganistan ve Pakistan'ı tercih etti. Bu olgu, bütünüyle Orta Asya'daki İslamcı hareketlerin ideolojik ve yöntemsel bazda değişime uğradığı tarihsel kesite işaret etmektedir. Bölgedeki silahlı İslamcı hareketlerle yakın temas, hem bu grupların radikalize olarak militarizmi bir yöntem olarak seçmesine, hem de ideolojik olarak Vahhabiliğin etkisi altına girmelerine yol açmıştır. Kuşkusuz, Sovyetler'in çözülüşü sonrası birkaç yıldır görece demokratik ortam içinde Suudi Arabistan, Pakistan ve Türkiye eksenli İslami grupların farklı İslam yorumlarına açık bir ortam mevcuttur, ancak 1994'ün ilk ayları itibariyle ortaya çıkan durum, yerel İslamcı grupları o ana kadar oldukça sınırlı kalan dış etkilere çok açık hale getirmiş ve uzun süredir militarizmi beslemekte olan Vahhabilik ve Deobandiliğin ideolojik nüfuzu altına sokmuştur.[7] Uluslararasılaşma olgusu bir yönüyle bu hareketleri dış destek açısından güçlendirirken, öte yandan gelişimlerinin sınırlarını da belirleyen bir rol oynamıştır. Orta Doğu ve Güney Asya'da hakim olan bu iki eğilimin Orta Asya'daki İslamcı hareketler üzerindeki etkisi, onları bölgedeki yaygın yerel Sufi İslam anlayışından uzaklaştırmış ve "sokakdaki insan" ile aralarına mesafe koymuştur.
1994 sonrası süreci İslami aktivizme yönelik uygulanan resmi politikalar bağlamında, temelde orta şiddette baskı politikalarının yürürlüğe sokulduğu "1994-1997 arası dönem" ve topyekün mücadelenin uygulandığı "1997'den günümüze kadar olan dönem" olarak ikiye ayırabiliriz. İslamcı hareketler bağlamında ise bu dönemler 1997'ye kadar ideolojik gelişim ve kısmi örgütlenme, 1997 sonrası ise sıklıkla teröre de başvurulan militer bir karakter göstermektedir.
1997'de Kabil'in Taliban yönetimine geçmesi bölgedeki İslamcı hareketlere yönelik potansiyel tehdit algısını daha da güçlendirdi. Bu noktada Özbekistan'daki İslam Kerimov iktidarını giderek çok daha fazla endişeye sevkeden gelişme, ülke ekonomisinin Sovyet dönemine oranla çok daha kötü olması ve yolsuzlukların sistemin olağan bir parçası haline dönüşmesinin toplumun değişik kesimlerinde doğurduğu rahatsızlık oldu. Laik-milliyetçi muhalefeti gelişmeye fırsat vermeden "boğan" otoriter Kerimov yönetimine karşı muhalefetin tek kaynağı, dağınık ve tutarlı bir siyasi programdan yoksun olmasına rağmen, hızla gelişen İslamcı hareket oldu. Bu süreçte, Özbekistan yönetimi tam bir panik psikolojisi ile, mücadele stratejisini yaşamın tüm alanlarını kapsayacak tarzda genişleterek, İslami aktivizmin her türden görünürlüğünü yok etmeyi hedefleyen bir çerçeveye oturttu.
Aralık 1997'de İslamcı hareketlerin beşiği olarak bilinen Namangan'da dört polisin öldürülmesi ile sonuçlanan arbede bu yeni radikal politikayı tetikleyen ana unsur oldu.[8] Olay sonrası ülke genelinde yürütülen bir kampanya ile binlerce kişi tutuklanarak sorgudan geçirildi. Bu çerçevede 900'ün üzerinde cami Vahhabizm'in odak noktası olduğu gerekçesiyle kapatıldı.[9] Bazı İslamcı unsurların Afganistan ve Pakistan'daki kamplarda eğitim gördüğü belirtilerek, özellikle Pakistan hükümetinden ülkesindeki bu kampları kapatması sert bir dille istendi.[10]
Mayıs 1998'de Din Özgürlüğü Yasası, Parlamento tarafından yenilenerek hükümet kontrolü altında olmayan tüm dini faaliyetler yasaklandı. Yasa, resmi dini kuruluşlar dışında yapılan din öğretimini ve dini yayıncılığı suç kapsamına aldı. Ayrıca, hükümet camilerde ezan okunmasını yasaklayan ve eğitimin her düzeyinde dini konuları ders müfredatından çıkaran bir kararname yayınladı.[11] Resmi olmayan camileri kapatma süreci hızla devam ederek 1997'de 10.000 civarındaki cami sayısı günümüzde 2.500 düzeyine indi. Bu süreç içinde, resmi yetkililer, Human Rights Watch'ın yerinde ifadesiyle "suç niyeti taşıyan ile yalnızca camiye devam etmekte olan ortalama Müslümanları aynı kefeye koyan" bir yaklaşımla kitlesel düzeyde bir ‘cadı avı' başlattı ve binlerce kişi sorgu ve işkenceden geçirilerek, üniversiteden ya da işten atılmadan uzun hapishane cezalarına kadar değişik müeyyidelerle karşılaştı.[12]
Bu durum "Birinci Kuşak Terör Dalgası" olarak nitelendireceğimiz ve 11 Eylül 2001'e kadar devam ederek, bölgedeki yönetimleri sarsan örgütlü militer yapılanmaların başlangıç zeminini oluşturdu. Kitlesel düzeydeki yargısız infaz kampanyası yaklaşık 1500 kişinin aileleriyle birlikte Güney Kırgızistan üzerinden Doğu Tacikistan'a kaçışı ve böylece sorunu bölgeselleştirerek İslamcı grupların radikalleşmesi ve terörize olması ile sonuçlandı.[13]