Sscb Sonrası Türk Cumhuriyetlerinde Yeni Uluslaşma Süreçleri Üzerine Bir Değerlendirm

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
GİRİŞ

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte dünya, Rusların çizdiği sınırlar ve verdiği kimlikler temelinde Orta Asya’da yeni Türk cumhuriyetlerinin doğuşuna sahne oldu. Bu tarihte Asya’daki Türk topluluklarından önemli bir kısmı tamamen köksüz olmasa da esasen Ruslar tarafından icat edilen ve geliştirilen, ama buradaki toplulukların tam bir aidiyet ve sadakat hissetmedikleri toplumsal ve siyasal kimlikler temelinde bağımsızlıklarını kazandılar. SSCB tarafından “ulus” olarak nitelendirilen bu topluluklar, aslında Ruslar tarafından ve onların istek ve çıkarlarına uygun olarak tasarlanmışlardı. Bunlar inşa edilirken bir yandan yerel dil ve tarih abartılarak Türk topluluklarının farklılıkları pekiştirilmiş, öte yandan da yerel kültür ve gelenekler büyük oranda tahrip edilerek yerini Rus kültür ve geleneklerinin alması sağlanmıştı. Dahası, bu uluslar halkın tamamının birbiriyle sıkı bir dayanışma içinde olduğu bir bütün de oluşturmuyorlardı. İçinde “ulus” düşüncesini zayıflatan ulusüstü komünist ideolojinin yanı sıra kabilecilik, bölgecilik gibi pek çok ulusaltı sadakat biçimleri vardı. Onların ulus gibi görünmeleri daha çok aynı idari birim içinde, aynı merkezi otoriteye zorunlu bağımlılıktan ve görünürdeki simgelerden kaynaklanıyordu.

1991’de SSCB’nin, mevcut idari bölümlemeye uygun biçimde sadece Sovyet Cumhuriyetleri temelinde dağılmasıyla birlikte, Ruslar tarafından “zayıf ve kusurlu biçimde tasarlanmış bu ulus”lar bağımsız devletlerine kavuştular, ama aynı zamanda ulus yapılarının sorunları ve zayıflıklarıyla da yüzleştiler. Bundan sonra bu cumhuriyetler sınırları içindeki insanları tam bir dayanışma içinde birlikte yaşamaya ve kader birliği yapmaya yöneltecek bir süreçle, bir başka ifadeyle gerçek bir “ulus bilinci”yle örgütlemek sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Bu yeniden uluslaşma sürecinde temel sorun ise, hem gerçekçi bir yaklaşımla Rusya’yla ilişkilerin devam ettirilmesi zorunluluğu, hem geçmişin olumsuz mirası ve ulusal niteliği bozan Rus kültür ve etkisinin kırılması gerekliliği, hem de ulusaltı sadakatlerin ulusal kimlik içinde eritilirken ulusu mümkün mertebe yurttaşlık temelinde tanımlayarak farklılıklardan kaynaklanabilecek olumsuzlukların giderilmeye çalışılmasıdır. Ayrıca, bu çabanın küreselleşmenin getirdiği uluslararası gelişmelerle örtüşmemesinden kaynaklanan sorunlar da vardır. Bir başka deyişle, özellikle Avrupa’da ulusal kimlikler aşılmaya çalışılırken ve uluslararası alanda ulus-devlet yapıları tartışmaya açılırken, Orta Asya coğrafyasındaki uluslaşma çabalarının nasıl başarıya ulaşabileceği ve bunun çağa uygunluğu ciddi bir sorun oluşturmaktadır.

Bu çalışmada tarihsel deneyimler ve belli başlı teorik yaklaşımlar göz önüne alınarak Sovyetler sonrası Türk cumhuriyetlerinde “eski ulustan yeni ulusa geçiş” süreci bağlamında Sovyetik geçmişin “ulusu yeniden kurma”daki etkileri değerlendirilerek, bu sürecin iç ve dış nedenlerden kaynaklanan temel sorunları üzerinde durulacak ve sorunların günümüz şartlarında nasıl ve ne oranda aşılabileceği tartışılacaktır.



ULUS VE ULUS İNŞASINA GENEL BAKIŞ

Farklı Süreçler ve Ulusun Temelleri Sorunu

Burada sözü edilen ulus -sosyologlar, tarihçiler, hukukçular veya siyaset bilimciler tarafından farklı anlamlarda kullanılabilse de- kabaca, belirli sosyoekonomik koşulların (modernleşme, sanayileşme) doğurduğu etkileşim sayesinde, sınırları belli bir ülkede yaşayan insanların, bazen ortak soy, din gibi unsurları da içerebilen ama genellikle ortak bir tarihi, dili, kültürü ve değerleri paylaşması sonucu başkalarından ayrılan ve aralarında güçlü bir dayanışma ve sadakat duygusu bulunan (ya da bulunduğuna inanılan), bu haliyle de nispeten türdeşleşmiş (ya da türdeşleştirilmiş) siyasal (veya siyasallaşma potansiyeli olan) bir topluluktur[1]. Bu bölünmez tek bir bütün olarak görülen topluluğun oluşumunda ulusçuluk ideolojisi şu veya bu oranda önemli rol oynar. Kuşkusuz bu tanım da pek çok tanım gibi sorunlu gözükebilir ve pek çok örnek göz önüne alındığında tamamını kapsayıcı bulunmayabilir. Ama kavramı kullananlar hiç değilse nasıl bir anlam yüklediklerini belirtmek zorundadırlar. Buradaki ulus tanımlamasına da bu açıdan yaklaşılmalıdır.

Tarihsel açıdan bakıldığında ulusların, birbirinden farklılaşmasına da neden olan, çok farklı süreçlerin ürünü olduğu görülür. Genel hatlarıyla, ulusları ortaya çıkaran beş tarihsel süreçten söz edilebilir. Birincisi, 14-18. yüzyıllar arasında Batı Avrupa’da yaşanan geliş­me­­lerle (ticaret-aydınlanma-modernleşme-sanayileşme), yöresel ve feodal kimliklerin ulus içinde bütünleşmesi ve ye­rel bağlılıkların aşıldığı süreç. İkincisi, birincisiyle eşzamanlı olarak ve onun bir yan ürünü biçiminde keşifler döneminde baş­la­yan kolonizasyon süreci. Üçüncüsü, Doğu Avrupa’da, Avus­tur­ya-Macaristan ve Osmanlı İmpa­ra­tor­luk­larının çözülme sü­reç­le­ri. Dördüncüsü, İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgelerin çözül­me­­­si süreci. Beşincisi, 1990 sonrası SSCB ve Doğu Bloku ül­ke­le­rin­de yaşanan çözülme süreci[2].

Bu süreçler, temelleri birbirinden farklı uluslar doğmasına neden olmuştur. Bu açıdan Smith’in yaptığı ayrım anlamlıdır. Ona göre uluslar, Batı Avrupa’nın “sürekli uluslar”ı (İngiltere, Fransa gibi), ko­lon ulus­çu­lu­ğun­dan doğan “göçmen uluslar” (ABD, Kanada, Avust­ralya), imparatorlukların parçalanmasından doğan Or­ta ve Doğu Avrupalı “etnik te­­melli uluslar” (Almanya gi­bi) ve sömürgeciliğin tasfiyesinden doğan Af­ri­ka ve Asya’daki “devlet temelli uluslar” biçiminde ayrılabilir[3]. SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan devletlerdeki uluslarsa sömürgeciliğin tasfiyesi sürecindeki gibi devlet temelli olmakla birlikte özellikle Orta Asya’dakiler hem Ruslar tarafından icat edilen etnisiteler temelinde oluşturulmuş olduğundan hem de sömürgecilikten kurtulma süreçlerinde var olan güçlü bir ulusçuluk ve örgütlü bir ulusal kurtuluş hareketinin mücadelesi olmaksızın önceki yönetimin çizdiği sınırları esas alarak ortaya çıktığından, diğerlerinden farklılık arz etmekte, “etnik ve devlet temelli” bir ulus görünümü kazanmaktadır. Bu ulusların Batılı modele ne kadar yaklaşabileceğini devam eden yeni ulus inşası süreci belirlemekle birlikte, gelinen aşama itibarıyla etnik temelin güçlendirilmeye çalışıldığı, o nedenle de “etnik temelli ulus” modellerine yaklaştığı söylenebilir.

Bu tarihsel sürece bakıldığında Batılı olanla olmayan arasında bir ayrım yapmak mümkündür. Ulus düşüncesi, Batı’dan dünyaya yayılmış bir sosyopolitik örgütlenme biçimidir. Temel tarihsel ayıraç ise orjinallik ve modelliktir. Yani, büyük oranda doğal süreç sonucunda ortaya çıkan sosyoekonomik yapının orjinalliği ve sonra ortaya çıkan ulusların, bu doğal ve orjinal ulusları model almasıdır. Böylece sosyal yapıyı ulus, siyasal yapıyı da ulus-devlet biçiminde örgütleme anlayışı Batı’dan dünyaya yayılarak, modern dönemde hem ulusal hem de uluslararası meşruiyetin kaynağını oluşturmuştur. Kuşkusuz bu Batılı sosyal ve siyasal örgütlenme biçiminin uluslararası alanda genel kabul görmesi hatta bir zorunluluk olarak algılanmasında, Batı üstünlüğü ve emperyalizm gibi pek çok etken önemli rol oynamıştır.

Ulusların doğuşu/kuruluşu üzerine çok farklı görüş ve yaklaşımlar vardır. Aslında bu büyük oranda ulus olgusunun ve onu oluşturmak ve/veya güçlendirmek için ortaya atılan ulusçuluk ideolojisinin çok farklı tarihsel, sosyoekonomik ve siyasal şartlarda, çok farklı biçimlerde ortaya çıkmasından ve farklı işlevler görmesinden kaynaklanmaktadır[4]. E. Gellner, B. Anderson gibi kimileri ulusu modernleşme sürecinde icat edilmiş modern bir yapı olarak görürken, kendisini bu şekilde nitelemese de öne sürdüğü tezler göz önüne alındığında A. Smith[5] ve hatta W. Connor[6] gibi isimler ulusları primordial kökenleri olan ve bu haliyle sürekli ve hatta doğal etnik çekirdeklerden doğan yapılar olarak görürler. E. Hobsbawm[7] ise ulusları modern yapılar olarak görmekle birlikte, daha çok bir bilinç biçimi olarak nitelendirirler. Bu çerçevede yapılan tartışmaların merkezinde yer alan temel sorunlardan birisi, ulusların özünü etnik kökenin mi, sahip olunan bir takım ortak değerlerin mi (dil, kültür, ortak geçmiş vs.), yoksa ortak topraklarda yaşamaktan kaynaklanan yurttaşlığın mı oluşturduğudur. Bu bakımdan ulusların özünde, temelinde ne olduğu konusunda bilim insanları ara­sında ortak bir anlayış bu­­lun­­madığı belirtilmelidir. Ulusların üzerinde inşa edildikleri, ulusal bilinci geliştirmede kullanılan ve bu çerçevede insanları birbirine yaklaştıran veya diğerlerin farklı kılan dil, kültür, tarihsel geçmiş, soy (etnik köken), renk, din, toprak (ülke), dış düşman gibi çeşitli unsurlar vardır/olabilir. Ama Hobsbawm’ın da dikkat çektiği gibi, tarihsel olarak bunlardan hiçbiri tek başına ulusun kurucu unsuru olmamıştır. Bunlardan sadece yararlanılmıştır. Sonuçta uluslar, şu veya bu oranda geçmişten gelen tüm imkanlar da kullanılarak siyasal otoritenin sadakati tek bir noktada toplamak için inşa ettiği yapılardır.

Son tahlilde tartışmalar, ulus olgusunun kan bağı sonucu doğan veya en azından böyle kökenleri bulunan doğal bir zorunluluk mu[8], yoksa modernleşme ve sanayileşme dönemlerinde ortaya çıkan tarihsel bir sosyopolitik kategori mi olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır[9]. Bu tartışma, özellikle küreselleşme sürecinin yaşandığı dünyada ulusların varlığının tartışılır hale geldiği gözönüne alınırsa daha da önem kazanır. Ayrıca sanayileşmemiş toplumlarda sağlıklı bir uluslaşma olup olamayacağına da ışık tutabilir. Eğer ulusların tarihin doğal birimleri ve daimi sosyal kategorisi olduğu kabul edilirse, o zaman kürselleşmenin varlığı ulus gerçeğini değiştiremeyeceği gibi, ulus olmak için ille de modernleşme ve sanayileşme olgularının yaşanmasına da gerek kalmaz. Eğer ulus modern bir olgu olarak görülüyorsa, o zaman modernizmin aşındığı veya kimilerince post modernizmin yaşandığı günümüzde ulusların da varlığının ortadan kalkabileceğini ve ayrıca Orta Asya gibi topraklarda ulus inşa etmek istendiğinde de önce modernleşmeyi ve sanayileşmeyi sağlama, böylece ulusun doğacağı nesnel şartları yerine getirme çabası içine girilmesi gerekecek, bunlar olmadan ulus inşa edilemeyeceği kabul edilecektir[10]. O takdirde de küreselleşmeye doğrudan katılmak için bu topluluklarda tüm bu süreçler atlanarak yeni döneme uygun bir sosyopolitik yapı oluşturmaları gerektiği ileri sürülecektir. Tabii bu, modeli olmayan ve belki de kendisi model olmaya aday bir yapı olur ki, bu biraz iddialı bir çabayı gerektirir.

Sonuç olarak, konu bağlamında şu söylenebilir: Dünya siyasal sistemi ve onun modern yapıtaşı olan devletler, halen uluslardan kurulu olduğu ve bu toplulukların da yeni bir örgütlenme modeli gerçekleştirecek güçleri olmadığı için kaçınılmaz olarak ulus inşası, Batı dışı toplumlardakine benzer nitelikte Orta Asya toplumlarında da yaşanacak ve belki yaşanmak zorundadır.



Ulus İnşası Modelleri

Yukarıda sözü edilen tartışma aslında tarihsel gelişmeye uygun olarak Batılı ve Batı dışı ayrımına koşut iki ayrı temele dayalı uluslaşmanın varlığına da işaret etmektedir. Ulus inşalarında soy, dil, kültür, tarih, toprak gibi unsurlardan yararlanma çerçevesinde iki modelden söz etmek mümkündür ve bu çerçevede bugüne değin ulusların iki temel öğe ön plana çıkartılarak oluştuğu/oluşturulduğu söylenebilir.

Birinci model, Fransız Devriminden kaynaklanan yaklaşım olup, ulusu “aynı topraklarda yaşayan ve bundan kaynaklanan ortak duyguyu payla­şan yurt­taşlar bütünü” çerçevesinde ele alır. Bu yaklaşım aynı topraklar üzerinde yaşayan ulusun bireylerini temelde kendi iradeleri sonucu Russocu nitelikteki sosyal sözleşmeye[11] katılmalarına, yani “yurttaşlık” ölçütüne göre tanımlar. O nedenle de iradidir ve aynı ülkedeki insanların tamamını kapsayıcıdır. Burada ulus, toprak (ülke), vatan düşüncesini taşıyan, bu çerçevede ortak değerleri olan ve yasaları ve kurumlarıyla tek siyasi iradeye bağlı topluluk ile bu topluluktaki bireylerin yasal eşitliği gibi unsurlara dayanmaktadır. Ama burada dikkat çekilmesi gereken konu bu tip bir uluslaşma özünde kültürel farklılıkları yadsımakta ve tekliği esas almaktadır. O nedenle de en azından kültürel türdeşlik ister. Bunun için de kültürel anlamda baskıcı ve asimilasyonisttir. Yani aynı topraklar üzerinde yaşayan yurttaşların hepsini, herhangi bir etnik gruba ait olmayan, tasarlanmış “tek ve üstün kimlik” içinde asimile olmaya davet eder, gerekirse zorlar. Bu durumda kullanılan yönteme bağlı olarak demokratik niteliği de zayıflayabilir.

Aslında bu modelde ülkesellik, yurttaşlık ve iradilik olmak üzere üç ana unsur esas olduğuna göre “zorunlu asimilasyonist” olmayan bir anlayışın da bu modelden doğabileceği varsayılabilir. Çünkü birey o ülkede tarihsel olarak bulunmaktan kaynaklanan bir varlık iken o topraklarda yaşanan siyasal mücadele sonucunda kurulan siyasi otoriteye boyun eğmek, onun egemenliğini tanımak, yani yurttaşı olmak, ama aynı zamanda kültürel olarak asimile olmak istemeyebilir. Bu durum ulus olma anlayışını zedeler mi veya bu birey ya da bireyler ulusun bir parçası olamazlar mı? Bu, güncel yönü de olan bir sorudur. Cevabı ise Anglo-Sakson dünyada yüzyıllar önce verilmiştir. “Anglo-Sakson ulus modeli” olarak nitelendirilebilecek bu anlayış “ulus”u “birliktelikten doğan teklik” değil, “farklılıkların birlikteliği” olarak görmekte, birliği teklik olarak algılamamaktadır. Buradaki çözüm, altkimlik-üstkimlik ayrımında yatar[12]. Yani bir ülkede yaşayan ve oranın yurttaşı olan birey veya bireyler topluluğu, içinde doğduğu etnik grubun farklılıklarını devam ettirmekle birlikte, siyasal otoritenin tanımladığı, temeli siyasal olan üstkimliği benimsemektedir. Burada karşılıklı bir sorumluluk söz konusudur. Otorite üstkimliği temelde siyasal olarak tanımlamakta ve bunu hukukileştirmekte, altkimliklere kültürel yaşam hakkı vermekte, altkimlikler de buna karşılık üstkimliğe sadakat duyarak, ortak kamusal alana ve yasal kodlara uymaktadır. Yani altkimliğe aidiyet ile üstkimliğe sadakat arasında bir ayrım ve denge kurulmaktadır. Dolayısıyla da bu tip bir ulus modeli kültürel asimilasyona ihtiyaç duymaz, katılımcıdır ve demokratik niteliği yüksektir. Ulusu da farklılıkları ülkesel ve siyasal bütünlük içinde bir arada yaşatma formülü olarak görmektedir. Halbuki önceki model, kültürel aidiyet ile siyasal sadakat arasında bir ayrım gözetmeksizin hareket etmekte, böylece siyasal otorite ile kültürel yapı arasında tek ve zorunlu bir ilişki kurmakta, dolayısıyla da tek bir kimlik öngörmektedir. Bu da ulusun demokratik niteliğini zayıflatmaktadır.

İkinci model ise, Alman romantik ulusçuluğundan kaynaklanır ve ulusu “ta­rihsel/doğal ve etnik, or­ga­nik bütünlük” çerçevesinde ele alır. Burada ise ulusun bireyleri aynı soydan/kökenden gelmekle tanımlanır. O nedenle de iradi değildir, aynı ülkedeki başka insanları dışlayıcıdır. Bu modelde bi­rey zorunlu o­la­rak do­ğuş­tan bir ulusa dahil edil­miştir. Bu tip ulu­sun un­sur­la­rı ise or­tak soy, siyasi top­luluk niteliği taşımayan halk, Ba­tı­lı mo­deldeki hukukun yerine geçen yer­li kültür, din ve a­det­ler­dir[13]. Dolayısıyla bu tip uluslar etnik türdeşlik ister. Ülke ile bir etnik grup arasında (genellikle çoğunluk olan) tek ve zorunlu bir ilişki kurar. Ama bunu sağlamada kültürel asimilasyon yeterli olmadığı için, etnik asimilasyon veya etnik temizlik, hatta bazen soykırım gibi yöntemlere de başvurmaya açıktır.

Batılı ulusların büyük kısmı birinci modele uyarlarken, Batı dışı uluslar genelde ikinci modele uymaktadırlar. Özellikle Batı Avrupa’daki İngiliz, Fransız, İspanyol, Portekiz, Hollanda ulusları, esasen tarihsel gelişmelerin şekillendirdiği ve “neredeyse tesadüfen” bir takım sosyoekonomik koşulların (ticaret, burjuvazi, kentleşme, modernleşme, sanayileşme, liberalizm, ulusçuluk) bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmış orijinal uluslardır. Bununla birlikte ulusçuluğun ulusal nitelikleri pekiştiren, geliştiren ve örgütleyen bir işlev görmesi söz konusu olduğundan burada da az da olsa bir ulus inşası söz konusudur[14]. Ama Batı Avrupalı uluslarda ulusal nitelikler ve ortaklıklar büyük oranda tarihsel evrim sonucu zaten ortaya çıktığı için ulus inşasında etnik köken merkezi bir rol almaz. Tarih diğer etnik grupların görece etkin kurucu etnik çekirdek içinde zamanla ona bir şeyler de vererek erimesine yardımcı olmuş ve sonuçta çok yavaş bir süreç yaşanarak aynı mekan üzerindeki farklı etnik kimliklerden tek ulusal kimliğe yumuşak geçiş sağlanmış, gerçek ulusal bilinç oluşmuştur. Bu sürecin gücü ile ulusçuluk arasında ters orantı da söz konudur. Yani tarihsel gelişmeler ve sosyoekonomik koşullar ulusun unsurlarını doğurmada ne kadar güçlüyse ulusçuluk o oranda az kullanılmıştır veya tam tersi. İngiltere buna iyi bir örnektir[15].

Batı dışı uluslar ise, Batı’daki gibi büyük oranda tarihsel ge­liş­­­melerin yardımıyla ortaya çıkmamış, büyük oranda ulusçuluk ideolojisinin rehberliğinde mühendislik ürünü olarak özellikle tasarlanarak inşa edilmiştir[16]. Ulus inşaları her ne kadar Batı’da da uygulanmış olsa da, Batı dışında çok kapsamlı bir siyasi projeye dönüşmüştür. Ulus inşası, nüfusun sadakatini kabile, bölge gibi küçük birim­ler­den daha büyük merkezileşmiş bir siyasal sisteme aktardığı bir sü­re­­ci gerektirir[17]. Ulus inşa süreci başta bağımsızlığın sağlanması olmak üzere, ulusal birlik temeline da­­yalı meşru bir kurumsal yönetim kurulması ve siyasal va­tan­­daş­lık, kültür standartlaştırması ile zenginlik ve değerlerin yeniden paylaştırılması gibi değişik şe­killeri içermektedir[18]. Eğitim, askerlik ve siyasal katılım ulus inşasının başlıca araçlarıdır. Birincisiyle ulus bilinci, ikincisiyle vatan bilinci, üçüncüsüyleyse vatandaşlık bilinci aşılanmaya çalışılır[19]. Bunların yanında bayrak, milli marş, müzeler, haritalar, heykeller, destanlar gibi simgeler önemli rol oynar. Tüm süreç boyunca hukuk, uluslaşmanın kontrollü ve istenen yönde gerçekleşmesini sağlayan zorlayıcı bir faktör olarak işlev görür.

Böylece devlet, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu inşa etmeye çalışır. Bu süreçte Batı dışı toplumlarda tarihsel gelişmeler olumlu katkı yapmadığı için, genellikle etnik kimlikler ulusal kimliğin merkezinde yer alabilecek derecede kapsamlı ve diğerlerini içinde eritebileceği düşünülen tek temel unsur olarak görülür. Aynı etnik kökenden gelenler eğer yüzyıllardır aynı mekânda yaşıyorlarsa genellikle aynı zamanda aynı dil, kültür, tarih, değerler ve bazen de dinsel inançları paylaşırlar, yani bu topluluklar için ortaklıkları ve farklılıkları en iyi yansıtan öğe etnisite olmuştur. O nedenle de buralarda ulusu inşa edenler genellikle kendilerinin de içinde yer aldıkları ve çoğunluğu oluşturan etnik kimliği esas alırlar. Bu durumda doğal olarak aynı ülkede yaşamasına karşın bütün topluluklar tam ve eksiksiz, kayıtsız ve şartsız tasarlanan ulusal kimliğe katılmayabilir. Hal böyle olunca devlet, ulusçuluk ideolojisiyle bu sorunu çözmeye ve zorunlu asimilasyonla ulusu inşa etmeye yönelebilir[20].

Öte yandan, Batı dışı toplumlarda tarihsel geçmiş büyük oranda ulusal ortaklıkları inşa edemediği için bu görev genellikle devlet öncülüğünde ve ister istemez tepeden inmeci bir yaklaşımla gerçekleştirilmiştir. Buradaki ulusçu hareketler önce devlete sahip olmuşlar veya olmaya çalışmışlar ve bağımsızlık sonrası bu devletler dünyaya en kısa sürede ayak uydurmak ve bağımsızlığını pekiştirmek için sosyopolitik ve ekonomik şartların oluşmadığını büyük oranda gözardı ederek, egemenliği altındaki insanları türdeş bir ulus halinde örgütleme işini çok kısa sürede başarmak zorunda kalmışlar, bu tepeden inmeci yaklaşım nedeniyle de bu süreç çok sancılı, bazen de ters tepkimelerle işlemiş ve sonuçta da devlet ile ulus arasında uzlaşmazlıkların olduğu, ulus dışı farklı sadakatlerin sürdüğü, demokrasi, insan hakları konularında sorunlar yaşayan uluslar doğmuştur. Hatta bu sürecin yaşandığı kimi yerlerde otoriter ve totaliter yapıların doğması söz konusu olmuştur. Çünkü buralarda güçlü ortaklık ve birliktelik düşüncesinin olmadığı ve bunun oluşabilmesi için gerekli sosyopolitik ve ekonomik koşullar da bir türlü sağlanamadığı için, başka türlü insanları ulus biçiminde örgütlemenin mümkün olamayacağını düşünen “kurucu baba/lar”, korku ve devlet zorunu kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu ise genellikle ulus inşasında daha da büyük olumsuzlukların yaşanmasına, toplumsal kutuplaşmaların artmasına, hatta bazen de halk ile devletin karşı karşıya gelmesine yol açmıştır.

Sonuç olarak, ulus inşa eden ve edecek olan devletlerin önünde bu iki yaklaşımın olduğunu, ama bu tercihlerden birincisinin ikincisine göre sosyoekonomik şartları oluşmadığı durumlarda riskli ve zor olmakla birlikte, önemli avantajlara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Batı Avrupa ve ABD’deki ulus anlayışının birinci kategoride (yurttaş-ulus), bunun dışındakiler ise büyük oranda ya ikinci kategoride (etnik-ulus) ya da birinciyle ikincinin bir karışımı şeklindeki bir kategoride yer aldığı göz önüne alınırsa, buradan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Genel olarak, birinci kategori uluslarda yurttaşlık esas alındığından iradilik ve kapsayıcılık dolayısıyla ulus-devlet bütünleşmesi ile insan hakları ve demokrasi gelişmişken, ikinci kategori uluslarda ulus-devlet bütünleşmesinde sorunlar yaşanmakta, etnik köken esas alındığından irade dışılık ve dışlayıcılık nedeniyle zorunlu asimilasyon, ayrımcılık ve hatta soykırım gibi politikalar görülebilmekte ve bu nedenle de demokrasi ve insan hakları gibi alanlarda hatta ulusal bütünleşmede ciddi sorunlar yaşanabilmektedir.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
YENİ TÜRK CUMHURİYETLERİNDE GEÇMİŞİN MİRASI: SOVYETİK ULUS VE İNŞASI

Orta Asya Türk toplulukları 16. Yüzyıldan itibaren Rus egemenliğine girmeye başladılar ve eş zamanlı olarak sistematik Ruslaştırma ve Ortodokslaştırma politikalarına maruz kaldılar. Bir taraftan bu politikaların büyük oranda başarısız kalması, öte taraftan özellikle 19. Yüzyılda Orta Asya’nın işgaliyle birlikte çok sayıda Türk kökenlinin Rus egemenliği altına alınması sonucu bu topluluklara ayrı kimlikler kazandırarak parçalama politikası uygulamaya konuldu. Böylece “Sovyetik ulus”un temelleri atılmaya başlandı. Etnografya ve dilbilim, bu politikanın temel araçları oldu. Bir yandan kimi tarihsel ayrılıklar/anlaşmazlıklar/düşmanlıklar, coğrafi nedenlerden kaynaklanan tarihsel geçmiş, dilsel farklılıklar ve adetler derinleştirilirken, öte yandan Rus dil ve kültürü etkinleştirilmek suretiyle Türk toplulukları farklı kimliklerle tanımlandı. 19. Yüzyılda Nikola İlminski gibi kimselerin özel gayretleri sonucunda Türk topluluklarına farklı “etnik kimlikler” kazandırma yolunda büyük mesafeler alındı. Örneğin, yerel diller derlenip eğitim dili yapılarak, bu dilin belli bölgelerde kurumsallaşması sağlandı. Aynı dil başka bölgelerde yasaklanarak, müstakbel ulusun coğrafi sınırları da oluşturulmaya çalışıldı. Tatarca’nın Tataristan’da kurumsallaşırken Kazakistan’da yasaklanması bunun açık örneğiydi[21].

SSCB döneminde bu tarihsel politikalar ve Rus geleneği aynen devam etti. Gerek Lenin gerekse Stalin ulusçuluğu sınıf mücadelesinden ayrı düşünerek, belli koşullar altında proleterya devriminin amaçlarına hizmet edecek bir araca dönüştürmeyi umuyorlardı ve bu yönde çaba harcadılar[22]. Bunun için temelde şu politikalar izlendi: 1920’lerle 1930’ların başında uygulanan yerlileştirme politikaları, yani yerel halktan kişilerin Sovyet idaresi kadrolarına alınması; 1930’larda ulusal eğitim ve ulusal kadrolara dokunmadan yapılan sosyo-ekonomik dönüşümler; her cumhuriyetin kendi sınırları içinde siyasi ulusçuluk gütmeyen etnodilsel kültürlerin oluşturulması; emperyal merkez-çevre ilişkileri; gelenekçiliğin, yani geleneksel uygulamaların ve toplumsal yapıların ayakta kalması; bölgeciliğin, yani Sovyet yönetimleriyle halk arasında kayırmacılık, himayecilik ve belli ölçülerde ulusal duygular ve ekonomik özgürlükler üzerine kurulu bağların geliştirilmesi; yurtseverlik, yani SSCB’ye bağlı olmak kaydıyla yerel ulusçulukların desteklenmesi[23].

1924’ten itibaren zaten büyük oranda ortaya çıkmış ve benimsetilmiş olan etnik gerçeklik üzerine onu koruma altına alacak ve pekiştirecek idari yapılar giydirilmeye başlandı. Stalin döneminde “bir etni-bir toprak ilkesi” çerçevesinde gerçekleştirilen bu idari bölümleme 1936’da bitirildi. Bu kapsamda toplumların dillerinin ve bölgelerinin gelişmişlik düzeyiyle orantılı biçimde farklı idari ve toplumsal statüler oluşturuldu. Türk toplulukları bu temellerde ayrı statü ve idari birimler/kalıplar içine konularak aralarındaki farklılıklar pekiştirilmeye çalışıldı. “Ulus” (natsya) olarak kabul edilenlerin devleti, ülke ve ulus adı, ulusal dil, bayrak ve ulusal marş gibi simgeleri oldu. Ulus olmamakla birlikte farklı etnik kökeni olduğu ileri sürülenler gelişmişlik düzeylerine göre özerk cumhuriyet, özerk bölge (oblast) ve ulusal topraklar (okrug) içinde örgütlendiler. Özerk cumhuriyet statüsündekiler, ayrı dilleri olmakla birlikte temelde ulusun parçası haline getirilerek bir Sovyet Cumhuriyetine bağlandılar. Özerk bölge ve ulusal topraklar ise daha alt statüdeki halkların idari birimi oldu. Tabii bir de bunlar dışında dilleri olan ama toprakları olmayan halklar vardı. Sonuçta, SSCB döneminde 100 civarında etnik grup oluşturulmuş oldu. Bunlardan sadece 15 tanesi ulus düzeyindeydi ve bunlar içerisinde Azeri, Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız ve Tacikler de vardı[24].

Böylece bir yandan Fragner’in iddia ettiği gibi[25], Stalin’den itibaren SSCB içindeki tüm ulusların liderliğini üstlenen Sovyet yöneticilerinin teorik olarak milliyetçiliğin ilkelerini reddetmekle beraber Marksist düşünceyle hiçbir ilgisi olmayan bir biçimde milliyetçilik modeli geliştirildi, öte yandan idari bölümler içinde etnik kimlikler tescil edilirken aynı zamanda denetim altına da alınmış oldu. Bu yapı içinde özerk bölgeleri de kapsayacak biçimde tüm etnik gruplara kendi dilinde eğitim yapma ve kültürünü geliştirme hakkı tanınarak, en küçük topluluklarda bile yazı dilinin geliştirilmesi, dilsel farklılıkları daha da belirgin hale getirdi. Stalin döneminde (1940’da) Kiril alfabesi resmileştirilmekle birlikte, etnik kimliklerin önü kesilmedi. Aksine, etnik Türkler arasında geçerli olabilecek ortak Müslüman ve Türk kimliğine karşı kültürel-ulusal kimliklerin geliştirilmesi siyasal bir tercih oldu. Ama yine de denetim dışına çıkabilecek veya denetim dışındaki her türlü ulusçuluk kötüydü ve mücadele edilmeliydi. Kısacası, ulusçu söylem Sovyet yöneticilerin egemenliğinde olmalıydı ve ancak Sovyet modeli Sovyet vatandaşlığı içinde, kültürel ve etnik kimliklerin kontrollü biçimde saklanmasına ve geliştirilmesine destek verilerek Türk dünyasının farklı uluslara bölünmesi sağlanmalıydı[26].

Kuşkusuz bu mikro-etnilere bölme ve bu çerçevede uluslar inşa etme politikası Türk toplulukların hem Rus/Sovyet egemenliğine karşı ortak direnç gösterme potansiyellerini ortadan kaldırmanın (“onlar” dayanışması), hem ortak yaşantı sonucu Türklük ve Müslümanlık temelinde ortak değerler üreterek birlikte hareket etme yeteneği geliştirmelerini önlemenin (“biz” dayanışması), bir başka deyişle Müslümanlık veya Türklük üst kimliği etrafında birleşmelerini engellemek için yürütülen çabaların kaçınılmaz bir sonucuydu. Ayrıca bu ayrı kimliklerin yaşayacakları coğrafi alanların sınırları da öylesine stratejik bir mantıkla çizilmişti ki, gerektiğinde birbirlerine karşı kullanılabilir veya yeni mikro-etniler, gerekirse uluslar vücuda getirilebilirdi.

Sonuçta bu ulusların “kurucu baba”lığını büyük oranda Ruslar yaptığı için yukarıda sözü edilen amaca dönük olarak, bu uluslar inşa edilirken bir yandan yerel dil ve tarih abartılarak Türk toplulukların farklılıkları pekiştirilmiş, öte yandan yerel kültür ve gelenekler tahrip edilerek onların yerini Rus kültür ve geleneklerinin alması sağlanmıştır. Hatta öyle ki, sistem devlet seviyesinde sadece Rusça’nın kullanılmasını teşvik ederek, tek dil politikası izledi. Yaygın propagandası yapılan iki dil sistemi eşit olarak uygulanmadı. Sadece günlük hayatla sınırlı kalan yerel diller, bilim, bürokrasi, hukuk ve teknik dökümantasyon işlerinde kullanılamıyordu[27].

Dolayısıyla, Çarlık döneminde temelleri atılan ve SSCB döneminde oluşturulan bu uluslar gerçek bir ulusal bilinç ve kimliğe sahip değillerdi. Ulus olarak ilan edilen halkların çoğunda tam bir dayanışma ruhu ve kader birliği anlayışı olmaması bunu teyit etmektedir. Kısacası, halk Sovyetik ulus kimliklerini tam olarak benimsememişti. Bunun başlıca dört nedeni vardı. Birincisi, bu kaderi Rusların çizmiş olması ve bunu kendi stratejik çıkarlarına uygun yapmış olmaları, ikincisi, halkın tek veya öncelikli sadakat noktasının ulus değil, Marksist-Leninist ideolojinin gerektirdiği gibi işçi sınıfı/Komünist Parti olması zorunluluğu, üçüncüsü, ulusal kimlik tepeden inmeci bir mantıkla inşa edilirken ulus altı kimliklerin gücünü kırma konusunda çaba harcanmaması, aksine kolhozlar aracılığıyla bu yapıların güçlendirilmesi (gerçek anlamda uluslarda halkın öncelikli kimliği ve sadakat noktası ulustur, ne ulus üstü bir ideoloji, ne de ulus altı bir dayanışmadır), dördüncüsü, Stalinist milliyetler politikasının bir sonucu olarak etnik grupla devlet sınırları örtüştürülmemiş, ulusun içine etnik ve dilsel azınlıklar yerleştirilmiştir. Böylece, bu ulusların doğmasında bu siyasal projenin kurucu ideolojisi olan ulusçuluğun neredeyse hiçbir rolü olmamıştır.

Sonuçta, SSCB burada sadece kendi çıkarlarına hizmet edecek düzeyde uluslaşma gerçekleşmesine izin vererek bilinçli olarak zayıf ve sorunlu uluslar inşa etmiştir. Dahası, Ruslar kendi oluşturdukları bu kimliklerin bile önplana çıkarılmasına, ulusal çıkarların savunulmasına ve bu temeldeki her türlü ulusçuluk gösterilerine şiddetle karşı çıkarak bunları burjuva ulusçuluğu olarak nitelendirmiştir. Böylece oluşturulan ulus-devlet tamamen şekli bir nitelik kazanmış, ulusal diller çok önemli kullanım alanlarını yitirmiş ve gittikçe daha az kişi tarafından kullanılır olmuş, ulusal bilinç totaliter rejimin aşıladığı sınıf bilincine kurban edilmiş, halkların tarihsel hafızası silinerek, yerine resmi ideolojik tarih konulmuştur[28].

Tüm sözü edilen süreç boyunca Sovyetik ulusal kimliklerin halk tarafından benimsenmemesiyle birlikte, yerine modern ulusal kimlik koyma çabası da pek olmamıştır. Bunun nedeni, hem otoriter yönetimin olası ulusçu taleplere karşı sert önlemler alması, hem de Orta Asya ve Kafkaslardaki halkların tarihlerinin modern dönemlerini bir büyük gücün (Rusya) hegemonyası altında geçirmesinden dolayı uzun süreler dünyadaki önemli gelişmelerden (ticaret, sanayi devrimi, liberalizm, milliyetçilik) etkilenmemesiydi. Hatta denilebilir ki, Türk toplulukları modern dünyadaki gelişmelerden etkilenmek bakımından Afrika’dan bile geriydi. Çünkü Afrika’yı Batılılar sömürüyordu ve bu nedenle da Batı’yla buradaki halklar arasında etkileşim söz konusuydu. Emperyalizm Batılı modern değerleri buralara taşıyarak, istemeden de olsa Afrika’nın uyanışına ve burada ulusçuluğun doğmasına yol açtı[29]. Zaten bunun sonucu da buralarda 2. Dünya Savaşı sonrası ulusal kurtuluş hareketleri başladı ve 15-20 yıl içinde bağımsızlıklar kazanılabildi. Türk topluluklarının Batı’yla etkileşimi ise ancak 1990 sonrası mümkün oldu. Tarih, Türk topluluklarını Batı Avrupa topluluklarının yaşadıkları tarihsel süreçten (ticaret-burjuvazi-ortak pazar-ortak duygu ve kültür-ulus-ulusçuluk-devlet[30]), hatta onların sömürdüğü azgelişmiş ülkelerdeki süreçten (emperyalizm-aydınlar-ulusçuluk-bağımsızlık-devlet-ulus inşası[31]) çok daha farklı bir süreç yaşatarak (Ruslaştırma-Sovyetleştirme-yerel komünist liderler-bağımsız devlet-Sovyetik ulus-ulusçuluk-yeniden ulus inşası) büyük oranda kendi iç dinamikleri sonucu doğmuş ulus temelinde devletin ortaya çıkması yerine, Ruslar tarafından tasarlanan devlet ve kimlik temelinde yeniden ulus oluşturmaya mahkum etti.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
SOVYETİK ULUSTAN YENİ ULUSA GEÇİŞTE SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Geçiş Sürecinin Niteliği

1991’de bağımsızlık Sovyet cumhuriyetleri temelinde gerçekleştiği için bu devletlerde Rusların kurduğu ulus ve onun içinde farklı statülerde tanımlanmış gruplar vardı. Tarih yeniden yaşanamayacağına ve sınırlar ve nüfuslar kolay kolay değiştirilemeyeceğine göre yeni Türk cumhuriyetlerinde kaçınılmaz olarak kurucu babalığını her topluluğun kendisinin yapacağı uluslar bu zemini veri olarak kabul edecekler ve ulus inşasını bunun üzerinde gerçekleştireceklerdir.

Bağımsızlık sonrası süreçte yeni devletler, Rus politikaları sonucu/sayesinde, neredeyse yüzyıldır aynı mekansal sınırlar içinde yaşamak ve yönetilmek zorunda kalan, ama aynı şekilde konuşmaya ve düşünmeye başlayan, aynı kültürel atmosferi soluyan ve aynı acıları ve mutlulukları paylaşan, kısacası aynı coğrafyanın kaderini paylaşan bu toplulukları veri alarak, geçmişin noksanlarını, olumsuzluklarını gidererek kendi uluslarını oluşturacaklardır. Yani bundan sonra buralarda olmayan bir ulus inşa edilmekten ziyade Rusların tasarladıkları ve tek, hatta gerçek sadakat noktasının ulus değil, işçi sınıfı olan Sovyetik ulustan, kendilerinin tasarladıkları, ama tek sadakat noktasının ulus olduğu modern ulusa bir geçiş süreci yaşanacaktır.

Bağımsızlık kazanıldıktan sonra bu ülkelerde, bayrak, marş, özel günler, köken efsanesi, kültürel ve tarihsel simgelerin canladırılışı, yer ve kurum adlarındaki değişiklikler gibi Sovyetik ulustan kopuşu ve yeni ulusu simgeleyen pek çok adım atıldı. Fakat bunlar yeni ulusun sadece biçimsel/görsel boyutunu oluşturmaktadır. Halbuki, esas olan bu ülke insanlarının aralarında varolan/varolduğuna inanılan dayanışma duygusunun ve bundan kaynaklanan toplumsal aidiyet ve siyasal sadakatin gerçekleştirilebilmesi ve bu bağlamda biçimsel simgelerin gerçekten ulusu temsil edecek anlamlar kazanmasıdır. Kısacası, buralardaki esas sorun simgesel/biçimsel uluslaşmadan ziyade, özsel/bilişsel bir uluslaşmanın gerçekleşmesidir.

Bu bağlamda yeni ulus modelinin Batı tipi olması arzulansa da, daha önce de vurgulandığı gibi geçmişin mirası bu ulusları etnik temelde inşa edilmeye zorlamaktadır. Öte yandan, Batı tipi bir ulus olabilmek/inşa edebilmek için bir takım öznel ve nesnel unsurların bir araya gelmesi/getirilmesi gerekmektedir. Sözü edildiği gibi bu uluslar tarihsel süreç içerisinde, be­­lir­li sosyo-ekonomik koşulların (ticaretin ve burjuvazinin gelişmesi, modernleşme, sa­na­yi­leş­me, pazar bir­liği ve mer­kezi iktidarın kurulması), toplumda benimsenen ortak de­­ğerleri (kül­tür, mitler, dil, din, soy, ülke, ülkü, tarih) türdeşleş­ti­re­­rek biçimlendirilmesi sonucu, bütün bireylerin böy­le bir topluma aidiyetini ifade eden özbilincin doğmasıyla olu­şmuş siyasi bir topluluğun ifadesiydiler. Yeni Türk cumhuriyetleri şu anda bir devlete sahip olmalarından ve kısa sürede dünyaya ayak uydurma zorunluluklarından dolayı, Batılıların yaşadıkları tarihsel süreci yaşama ve belirli sosyo-ekonomik koşulları oluşturmaya niyetleri ve zamanları yoktur. O nedenle de bir an önce geçmişin mirasından yararlanarak ulusal kimliklerini pekiştirmek durumundadırlar. Bu da, yeni uluslaşmanın etnik temelde olacağı anlamına gelmektedir.

Ulusların etnik temelli olarak inşa edilmesinin bazı tehlikeleri olduğu unutulmamalıdır. Bu model çerçevesinde inşa edilen ulusların genellikle ulusal entegrasyon başta olmak üzere demokratikleşme, insan hakları, azınlık hakları gibi alanlarda önemli sorunlarla karşılaştıklarından söz etmiştik. Etnik temelli ulus, farklılıklar için dışlayıcı olduklarından, ülkesinde farklılık barındıran devletler bu durumlarda ya ayrımcılık ya da zorunlu asimilasyon politikaları izleyecekler, bu ise baskıyı, demokrasinin ve insan haklarının ihlalini ve özgürlüklerin ertelenmesini beraberinde getirecektir. Zamanla bu politik tutumun, sistemin özünü oluşturma ihtimali vardır. Çünkü artık ulus, iç ve dış tehditlerle karşı karşıya olduğu varsayımıyla korku üzerine kurulmuş olacak, en küçük demokratik bir hak talebi bile tehdit olarak algılanabilecek ve bastırılacaktır. Sonuçta ortaya çıkan kısır döngü ise genellikle dış dinamik olmaksızın kırılamayacaktır. Dış dinamik ise, birtakım riskleri de beraberinde getirecektir.

Yeni Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıktan sonra izledikleri politikalara bakıldığındaysa, demokrasinin askıya alındığı bir süreçte ulusal kimliğin inşa edilmeye çalışıldığı ve etnik özelliklerin ön plana çıkarıldığı gözlenmektedir[32]. Kazakistan ve Kırgızistan yöneticileri daha yumuşak bir otoriter yönetim sergilerken, Özbekistan ve Türkmenistan çok daha sert bir otoriter anlayışla yönetilmektedir. Dolayısıyla yeni Türk cumhuriyetlerinin hepsinin şu veya bu oranda otoriter oldukları ve uluslaşmanın bu yapı içinde yaşandığı vurgulanmalıdır. Bir de bu süreçte etnik özellikler temel alınınca buralarda bu anlayış devam ettiği sürece uluslaşmanın sancılı bir süreçten geçtiği/geçeceği ve muhtemelen sakat bir doğum gerçekleşeceği peşinen ileri sürülebilir.

Bununla birlikte, yeni Türk cumhuriyetlerindeki etnik temellerin ve bu temellerdeki uluslaşmanın hepsinde aynı oranda dışlayıcı niteliklere sahip olmadığı vurgulanmalıdır. Bu ülkelerde “etnik çekirdekler” (A. Smith’in ifadesi) temelde ortak soyla tanımlanmamıştır ve tanımlanamaz (Bu, ortak soydan hiç yararlanılmadığı anlamına gelmez). Çünkü aksi takdirde hem ülkeler bazında kendi aralarındaki farklılıklarını vurgulamaları ve belirginleştirmeleri zorlaşacak hem de soy kavramının boyutu çok net olmadığı için aynı ülkedeki her kabile veya boy kendini ayrı soylar olarak nitelendirebilirdi. Bu durumda özellikle Kırgızistan ve Kazakistan’da, kısmen de Türkmenistan‘da ulus, tarihsel simgeler, dil veya ortak soyla tanımlanmamıştır. Buralarda resmi hükümet politikaları herkesçe paylaşılan grup kimliğini esas aldığı iddiasındadır. Dolayısıyla da daha az etnik dışlayıcı görünüme/potansiyele sahiptir. Kazakistan ve Kırgızistan’da Rus nüfusunun ve etkisinin fazlalığı[33], Türkmenistan’da ise Niyazov’un kişiliğini yüceltmeye dayalı uluslaşma böyle bir anlayışı zorunlu kılmaktadır[34]. Tabii buradaki iddia, bu ülkelerin geleneksel sembol veya unsurlara hiç yer vermediği anlamına da gelmemelidir. Özbekistan’daki uluslaşmanın esasen etnotarihsel sembollere, Azerbaycan’da ise dilsel/kültürel temellere dayandırıldığı gözlenmektedir. Bu durum diğerlerine oranla daha fazla dışlayıcılığı beraberinde getirmektedir[35].

Öte yandan, geçmişin mirasından kaynaklanan zorlukların yanı sıra bu cumhuriyetlerin geçmişte büyük oranda “biz” unsurunu oluşturacak ortak değerlere sahip hale getirilmiş olmalarından kaynaklanan kolaylıklara da sahip oldukları unutulmamalıdır. Bunlardan yararlanarak eksik ve zayıf kalan ortak değerlerin bir bütün olarak toplumun tamamına mal edilmesi ve buna paralel olarak bireyler arasında bir topluma aidiyet hissinin geliştirilmesi sorunuyla mücadele edilebileceği açıktır. Bunların o dönemde yapılamamış olma nedeni daha önce değinildiği gibi, Rusların kendi çıkarlarına göre bu ulusları düzenleme çabası, komünist ideoloji ve işçi sınıfının nihai sadakat noktası olması, bölgenin sanayi yerine tarım alanı olarak görülmesinden dolayı geleneksel ulus altı kimlik yapılarının kırılmamış olması ve toplumsal etkileşimi harekete geçirecek bir ticaret serbestisi anlayışının olmaması gibi unsurlardı. Sonuç olarak, yeni Türk cumhuriyetlerinde yeniden uluslaşma birtakım avantajlara sahip olmakla birlikte, çok önemli bazı sorunların da üstesinden gelmek zorundadır. Bunların bir kısmı geçmişten gelen ve yeni ulusal yapıyı olumsuz yönde etkileyebilecek içsel nitelikli, bir kısmı da günümüzde yaşanan uluslararası gelişmelerle ilgili dışsal nitelikli sorunlardır.



Yeniden Uluslaşmanın Temel Sorunları ve Çözüm Yolları

İç Yapıdan Kaynaklanan Sorunlar ve Çözümler

İç yapıdan kaynaklanan aşılması güç ve yeni uluslaşmaları zorlaştıracak birbirleriyle ilişkili başlıca beş temel sorun vardır. Bunlardan ilki, ulusu “biz/kendi” yapan orijinal ortak değerlerin üretilmesi gereğidir. Bunun için de ulusun geçmişten gelen Rus etkisinden kurtarılması öncelikli sorundur. Çünkü bu sorun hem geçmişten bağımsızlığa değin Rus dil, kültür ve geleneklerinin ulusal kültürler üzerindeki etkisiyle, hem bu ülkelerdeki Rus azınlıklarla hem de tüm bunlardan dolayı Rusya’yla ilişkilerle yakından ilgilidir. Kuşkusuz Rus kültürünün ulusal kültür üzerindeki etkilerini azaltmaya dönük özellikle dil ve alfabe alanında yoğunlaşan önemli çabalar vardır. Ama bunlardan Rus azınlıklar, dolayısıyla da Rusya rahatsızdır ve bunları engelleme çabası içindedir. Bunun için de eski bağımlılık ilişkilerini kullanarak uluslaşmanın etkisini kırmaya çalışmaktadır[36]. Özellikle önemli sayıda Rus nüfusun olduğu Kazakistan ve Kırgızistan’da Rusça’nın resmi statüde ikinci dil olarak kabul edilmesi, dahası bu ülke halklarının da Rusça’yı özellikle eğitim dili olarak kullanmaları, bu engelin ne kadar zorlu olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Buna rağmen, özellikle dil konusunda önemli bazı çabalar söz konusudur. Örneğin, ulusal dili korumaya dönük yasalar çıkarılmış, Rusça yer adları (Frunze yerine Bişkek, Krasnovodsk yerine Türkmenbaşı, Tselinograd yerine Akmola sonra da Astana, Kirovabad yerine Gence) ve kurum adları (Sovyet yerine Keneş, Kengaş; oblast yerine vilayet) değiştirilmiş, hatta bazı ülkelerde (Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan) Kiril alfabesinin yerini Latin alfabesi almıştır[37]. Ayrıca pek çok tarihsel figür yeniden canlandırılmıştır. Kırgızistan’da Manas Destanı, Özbekistan’da Emir Timur, Babür Şah, Çolpan, Fıtrat, Türkmenistan’da Mahtum Kulu gibi. Marx ve Lenin heykellerinin de yerini bu ulusal simgeler almaya başlamıştır[38]. Bununla birlikte şu tespit yapılmalıdır: Sovyetik ulusların büyük oranda dil üzerine inşa edilmişlik geleneği yeni uluslaşma sürecinde de aynen benimsenmiş görünmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak Türk dilleri arasındaki farklılıkların derinleşmesi anlamına gelmektedir. Bu durum bize bu cumhuriyetlerin Pantürkist olmadıklarını açıkça göstermekle birlikte, bu cumhuriyetler arası ilişkilerde ortak dilin Türkçe yerine Rusça olmasına da yol açmaktadır. Bu ise, hem Rus etkisinin devam etmesini, hem de gelecekte olması mümkün bir bölgesel entegrasyon çabasının ana unsurunun zedelenmesine yol açabilir[39].

Kuşkusuz “biz” unsurunun güçlenmesinde ortak dil ve değerin yanısıra toplumsal etkileşimi güçlendirecek altyapısal birtakım süreçlerin geliştirilmesi de gereklidir. Yasal altyapının yanı sıra başta ulaşım ve iletişim imkanlarının artırılması ve buna bağlı olarak ülkenin güvenli bir ortak pazara dönüştürülerek ticaretin geliştirilmesi, toplumsal etkileşim ve ortak değerlerin yayılması ve güçlendirilmesi açısından neredeyse bir önşarttır.

İkinci sorun, ulusun “öteki” unsurunu kimin oluşturduğu veya oluşturacağı ve bunun uluslaşmada ne oranda kullanıldığı ya da kullanılacağıdır. Bir ulus inşasında “öteki” unsurunun şu veya bu oranda yeri olacaktır. Şöyle ki; bir arada yaşayan insanlar arasında dayanışma ve birlik ruhu bir başka ifadeyle, ortak kimlik ancak iki biçimde ortaya çıkmaktadır. Birincisi, birbirleri arasında benzerliklere yol açan ortak birtakım değerleri, tutumları, anlayışları, gelenekleri paylaşma sonucu beliren “biz” duygusudur. Bunun için toplumda olumlu bir etkileşim, ortak çıkar, ortak sevinç ve ortak acı gibi unsurlar gereklidir. İkinci unsur ise, toplumun başkalarından kendini farklı görmesi ve kendini diğerleriyle tanımlamasıdır ki, buna “öteki” duygusu denir. Bu duygu, sadece bir toplumun diğerleriyle kendini ayıran özelliğe vurgu yapmasıyla ortaya çıkabileceği gibi, aynı zamanda ötekileri aşağılama, onlardan nefret etme veya düşman olarak görme şeklinde de belirebilir. O nedenle bu, kimliğin olumsuz unsurudur. Bu iki unsur bir ulusun kimliğini biçimlendirir. Ama burada kimliğin birinciyi mi yoksa ikinciyi mi esas alarak inşa edildiği önemlidir. Genellikle olumlu unsurun yani “biz” duygusunun zayıf olduğu toplumlarda olumsuz unsur yani “öteki” duygusu devreye girerek ulus bilincinin gelişmesine yardımcı olur. Ayrıca ulus bir bütünü ifade etmenin yanı sıra o bütünü diğerlerinden ayıran ve hatta bazen onu diğerlerinden üstün gören bir anlayış olduğundan eğer ayırıcı unsurlar yeterince güçlü değilse, yine “öteki”lik devreye girer.

Ulus inşalarında başkalarından farklılık veya ötekine nefret ve düşmanlık unsurlarından en az düzeyde yararlanmak ve ortak değerlere dayalı olarak “biz” bilincini geliştirmek en uygun olanıdır. Aksi takdirde, hem azınlıklardan dolayı ulus ve ülkenin bölünmesi sendromu ortaya çıkar, hem de vatandaş olan azınlıklara düşman nazarıyla bakılarak uluslararası değerlerden uzaklaşılır ve azınlığın –varsa- akraba devletiyle (kin-state) ilişkilerde sorunlar yaşanabilir. Örneğin, genellikle kendisinden öteki olarak yararlanılan komşu devletle iyi ilişkiler kurulamaz, hatta aralarında sürekli sorunlar yaşanır, kimi durumlarda bu devletler birbirleri aleyhine yayılmacı, emperyalist veya irredentist politikalara yönelirler.

Bu bağlamda, yukarıda sözü edildiği gibi bu cumhuriyetlerde “biz” bilinci çok güçlü olmadığına göre, ulusal kimliğin kurgulanmasında “öteki” unsurundan yararlanılacaktır. Türk cumhuriyetlerinden Azerbaycan için “öteki” büyük oranda Ermeniler ve kısmen Ruslarken diğerleri için öteki Ruslar ve birbirleridir. Özellikle Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin önemli sayıda Rus ve birbirlerinin halklarından azınlıklar barındırdıkları ve hatta aralarında bazı toprak iddialarının olduğu göz önüne alınacak olursa, ulus inşasında bu olumsuz öğenin öne çıkartılmasının bir takım sorunları beraberinde getireceği açıktır. O nedenle bu olumsuz öğeye en az düzeyde yer vermek gerekir. Bu Türk toplulukları arasındaki dostluk duygularının zedelenmemesi bakımından da son derece önemlidir. Yoksa Balkanlar benzeri bir alt sistem doğar ki, buradaki Slav topluluklar gibi Orta Asya’da da Türk topluluklar birbirine muarız ve hasım hale gelirler.

Üçüncü temel iç yapısal sorun, yeni Türk cumhuriyetlerinde ulus altı ve ulus üstü sadakatlerin ve aidiyetlerin varolmasıdır. Bunlar uluslaşmada bir takım sorunlara yol açacak niteliktedir. Burada üç farklı sorundan söz edilebilir. Birincisi, bölgecilik ve kabileciliktir[40]. Buradaki sorun tarihsel nedenlerle ülkenin farklı yerlerinin veya farklı boylarının birbiriyle rekabet halinde olmasından veya yönetimde birinin diğerinden daha çok söz sahibi olmasından veyahut ekonomik gerikalmışlıktan kaynaklanmaktadır. Aslında temel sorun sadece bu bölge ya da boylar arasında toplumsal etkileşim yetersizliği değildir. Orta Asya halklarının tarihsel olarak Hive Hanlığı (Harezm), Buhara Emirliği (Semerkand) ve Hokand Hanlığı (Fergana) biçiminde üç geleneksel siyasi birlik içinde yaşamış olmaları ve bunun belli oranda halkların zihninde varlığını devam ettirmesi, bölgecilik sorununun belki de en önemli nedenidir. Özbekistan’da Semerkand ve Buhara’yı içeren Zerevşan vadisindekilerle (eski Harezmliler), Fergana halkı arasında kesin bir ayrım vardır. Bu ayrım belli oranda Kazakistan, Türkmenistan ve Tacikistan’da da kendini gösterir[41]. Bölgeler arasında iletişimi ve etkileşimi artırmanın, onları birbirine yaklaştıracağı, aynı kavramlarla düşünmelerini ve birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlayacağı, böylece ortak zihniyetin oluşmasına katkı yapacağı kuşkusuzdur. Bunu sağlamanın en kolay yoluysa ülke içi ekonomik hareketliliğin sağlanması ve bu sayede ekonomik gerikalmışlık ve bölgesel dengesizliklerin giderilmesidir. Uluslaşma süreci geliştikçe ve ekonomik hareketlilik arttıkça bu sorun aşılacaktır. Tabii burada kurucu babalığa soyunanlara da büyük görev düşmektedir. Bu liderlerin bütün bir ulusu kucaklaması ve yönetimlerinde bütün boy ve bölgelerin adil temsilini sağlamaları çok önemlidir. Ama bilinmektedir ki, bağımsızlıktan bu yana işbaşında olan liderlerin önemli kısmı belli bir kabile, boy veya bölgenin adamı olarak hareket etmişler ve yöneticileri buna göre belirlemişlerdir. Örneğin, beş büyük kabileye bölünmüş olan Türkmenistan’da Yomud ve Teke kabileleri arasında siyasal rekabet vardır ve Türkmenbaşı (Niyazov) Aşkabat bölgesine egemen olan Teke kabilesindendir. Bölgeciliğin çok güçlü olduğu Özbekistan’da Kerimov ve yönetimi Semerkand hizbinden gelirken, üç büyük kabilden (Orda) oluşan Kazakistan’da da yönetimde Ulu Orda etkindir[42]. Kırgızistan’daysa kuzey/güney ayrışması çerçevesinde Akayev ve ekibinin tamamının kuzey bölgelerinden (Talas, Çuy ve Kemin) olduğu göze çarpmaktadır. Ayrıca Azerbaycan’da da siyasal seçkinlerin Nahcivan ağırlıklı olduğu söylenebilir[43].

Bunların dışında bu ülkelerde farklı derecelerde de olsa liderlik kültü üzerine bir ulusal kimlik oluşturulmaya çalışılmaktadır ki (Türkmenistan’da bu çok açıktır), bu birtakım önemli sakıncaları içermekle birlikte (örneğin siyasal liderin kutsanarak yönetiminin eleştirilmez kılınması, dolayısıyla demokrasi ve özgürlük alanlarının daralması, muhalefete hayat hakkı tanınmaması gibi), belki de devletçilik geleneği olmayan, klancılığın, bölgeciliğin egemen olduğu ve henüz bir ulusal kimliğin oluşmadığı –özellikle Türkmenistan gibi- toplumlarda siyasal liderliğe dayalı bir ideoloji oluşturma çabaları bir dereceye kadar anlaşılabilir[44]. Ama yine de bunun riski yüksek bir yöntem olduğu vurgulanmalıdır.

İkincisi, Roy’un ifadesiyle[45], “tüm yurttaşların egemen etniden olmaması ve egemen etniye mensup bireylerin tamamının da o ülkenin sınırlarında yaşamaması”ndan kaynaklanan azınlık sorunlarıdır ki, bu halen gelişmiş ulusal yapılar da bile varolan bir durumdur. Tabii burada sorun aslında ulusun etnik temele dayandırılmasından ve etnik kimliğin eşit vatandaşlık olgusunu zedelemesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa toprak esaslı bir ulusta vatandaşlık olgusu ve ortak kamu kültürüne sadakat sağlandığında kökenlerin ne olduğu anlamını yitirdiğinden esas olan yurttaşlığın bizatihi kendisidir. Fakat daha önce de vurgulandığı gibi bu cumhuriyetlerde uluslar etnik temele dayanmaktadırlar. Bu çerçevede Türk cumhuriyetleri, ülkelerinde %20-40 arasında değişen oranlarda azınlık barındırmakta ve bunlar arasında 1989’da Fergana’da, 1990’da da Oş’da olduğu gibi temelde tarihsel ve coğrafi nedenlerle etnik çatışma olasılığı halen bulunmaktadır[46]. Ayrıca Kazakistan ve Kırgızistan’da Rus azınlıkların nüfusa oranlarının yüksekliği ciddi birer sorun oluşturmaktadır. Aslında azınlıklar tarih boyunca hem ulusa dışarıdan müdahalenin bir aracı olmaları, hem de ulusal dil ve kültürü kabullenme konusunda gösterdikleri dirençten dolayı uluslaşma süreçlerinin en önemli sorunları olmuşlardır[47]. Ama günümüzde ulusların farklılıkları tanıma eğilimlerinin güçlenmesi ve bu bağlamda azınlık hakları konusunda yaşanan gelişmeler bunları sorun olmaktan çıkarmıştır. Bu cumhuriyetlerin de azınlık hakları yoluyla bu sorunu çözmekten başka çareleri yoktur. Vatandaşlığın etnik kimliklerin üstünde hukuksal ve siyasal kimlik haline getirilmesi bu sorunun çözümünün bilinen tek iyi yoludur[48]. Ama buradaki azınlık sorunlarının aynı zamanda komşu ülkelerin toprak talepleriyle örtüşmesi söz konusu olursa, bu içinden çıkılmaz sorunların oluşmasına yol açabileceği gibi, uluslaşmaya da önemli bir darbe vurarak, ulusal kimliğin dışlayıcı bir temele oturmasına neden olabilir.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Bir diğer sorun ise, ulusüstü bir kimlik edinme çabasına işaret eden Pan-Türkist ve Pan-İslamist akımların değişik oranlardaki varlığıdır. Bunlar ulusal sadakatleri aşan bir eğilim taşıdıkları için onun karşısında yer alırlar ve teorik olarak onunla çatışırlar. Tüm Türk kökenli toplulukları bir devlet çatısı altında birleştirme anlamına gelen Pan-Türkizm bir siyasal düşünce olarak önemini ve varlığını korusa da aslında halen bölge için gerçekçi bir seçenek haline gelmiş değil, yakın zamanda da gelme ihtimali yoktur. Çünkü Sovyet yönetimi süresince Orta Asya’da meydana gelen değişim “Pan-Türkist bilinç” adına bölgede varolabilecek ne varsa tahrip etmiştir. Bu bağlamda spekülasyon konusu yapılan “Büyük Türkistan” oluşturma düşüncesi de bölge halkları arasında henüz kök salamamış, sadece bazı aydınların idealinden ibaret kalmış, gerçekçi ve geçerli olmayan bir seçenek olarak görünmektedir[49]. Belki bu yönde en ileri çaba, birtakım sorunları barındırsa da, tüm Orta Asya ülkelerini bir araya getiren çok taraflı siyasi ve/veya ekonomik anlaşmalara dayalı bir ortaklık olabilir[50].

Pan-İslamizm konusuna gelince, Rus Çarlığı’nın baskıları ve Sovyetler Birliği’nin ateizm propagandası İslam’ın Orta Asya’daki etkisini tamamen ortadan kaldırmada başarılı olamadıysa da, belli oranda tahrip ettiği açıktır. Gerçi bağımsızlık sonrası ilk yıllarda İslam’ın bölgede önemli etkileri görülmüşse de bu fazla uzun ömürlü olamamıştır. Şu anda İslam kimliğine dayalı ulusüstü bir yapı veya aidiyet oluşturma yönündeki çabaların kontrol altına alındığı ve ilk dönemdeki heyecanların yatıştığı söylenebilir[51].

Dolayısıyla, yukarıda belirtilenler göz önüne alındığında, bu ulusüstü kimlik tanımlamalarının temel unsurları olan Müslümanlık ve Türklüğün ulusal kimliği güçlendirecek değerler olarak kullanılmasının mümkün olduğu söylenebilir. Çünkü, bugüne değin bu toplulukların özvarlıklarını korumalarında Türklük ve Müslümanlık temel rol oynamış, halk tarafından da büyük oranda benimsenmiştir. Dolayısıyla ülke içindeki bölgecilik, kabilecilik, azınlık gibi sorunların hallinde bu unsurların tutkal vazifesi görmesi sağlanabilir. Bu unsurların dışlanması ise uluslaşmayı zorlaştıracaktır. Zaten bölge yönetimlerinin liderleri, İslam’ın kendi yönetimlerini güçlendirmede faydalı olacak bir siyasal araç olarak kullanabileceklerini görmüşlerdir. Her ne kadar özellikle İslam’a büyük bir yönelimin gerçekleşmesine kesinlikle karşı da olsalar, devlet oluşumunda ve yönetiminde laikliği esas alarak ulus-inşasında İslam’dan da yararlanma yoluna gitmişler ve onu ulusal kültürün bir parçası haline getirmeye çalışmışlardır[52].

Dördüncü temel iç sorun, bu ülkelerdeki ulusçuluk ideolojisinin taşıyıcıları ve uygulayıcılarından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, Batı Avrupa ulusçuluklarında orta sınıf kilit rol oynamıştı. Orta sınıfın zayıf olduğu veya olmadığı yerlerde ise, onların işlevini büyük oranda aydınlar yapmıştır. Özellikle azgelişmiş ülke ulusçuluklarına bakıldığında burada Batı eğitimi alarak ülkesine gelmiş aydınların aynı zamanda ulusçuluk ideolojisini de ülkelerine taşıdıkları ve uygulama çabası içine girdikleri görülmüştür[53]. Halbuki orta sınıfı hatta orta sınıf geleneği olmayan, hatta SSCB yönetimi altında ideoloji gereği orta sınıfı düşman gören yeni Türk cumhuriyetlerinin böyle bir aydın grubuna da sahip olduğu söylenemez. Ülkeyi bağımsızlığa taşıyanlar eski komünist liderlerdir ve halen büyük oranda onlar yönetimi ellerinde bulundurmaktadırlar. Bu durumda toplumda yükselen ve halk desteğini alan diğer liderlerin etkinliklerinin yasaklanmış olması, potansiyel bir aydın sınıfının da yok olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, bu cumhuriyetlerde uluslaşmanın teorisini ve pratiğini yapacak gerçek bir yönetici sınıfın bulunmadığı görülmektedir.

Son olarak, bu ülkelerin ekonomik kalkınma sorunlarının da farklı düzeylerde olmakla birlikte uluslaşmanın ve ulusa sadakatin geliştirilmesinin önünde büyük bir engel olarak durduğu belirtilmelidir. Bütün cumhuriyetlerde farklı hızlarda süren özelleştirme temelinde bir liberalleşme çabası görünse de, hem ani yoksullaşmanın yol açtığı sorunlar, hem de özelleştirmelerin göstermelik kalması bu çabaları zora sokmaktadır. Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan ile Özbekistan ve Türkmenistan arasında belli oranda fark olduğuna ve ilk grupta belirtilenlerin daha ileri aşamalarda olduğu vurgulanmalıdır. Ama başarılı bir liberalleşmenin her zaman kalkınmayı beraberinde getireceğini varsaymak da doğru olmaz. Sonuçta, buralarda kişi başına gelirin 500-1000 dolar arasında olduğu göz önüne alınırsa henüz istenen düzeyde bir kalkınma sürecine girildiği söylenemez. Dahası, buralardaki tarım ağırlıklı yapının da kırılmadığı[54] ve sanayi toplumunun doğmadığı da düşünülürse, modernistlerin sözünü ettiği süreç bağlamında (özellikle Gellner), henüz ulusun sağlıklı doğumunun gerçekleşeceği bir altyapıya ulaşılamadığı belirtilebilir.



Uluslararası Gelişmelerden Kaynaklanan Sorunlar ve Çözümler

Uluslaşma süreciyle ilgili sorunların bir kısmı da uluslararası gelişmelerle ve bundan kaynaklanan dış dinamiklerle ilgilidir. Bunlardan ilki, günümüzde yaşanan küreselleşme sonucu doğan karşılıklı bağımlılıklar ve özellikle liberal kalkınma modelinin ülkeyi dış etkilere ve baskılara açık hale getirmesi, böylece ulusal niteliklerin ve ortaklıkların istenen biçimde geliştirilememesidir. Yeni Türk cumhuriyetleri kalkınmalarını sağlayarak bağımsızlıklarını pekiştirmek ve uluslararası sistemde yer edinebilmek için gerek yabancı devletlerle gerekse uluslararası örgütlerle yoğun ilişki kurmak zorundadırlar. Bununla birlikte, özellikle küreselleşme sürecinin ekonomik ve siyasal açıdan liberalleşmeyi beraberinde getirmesi göz önüne alındığında bu dış ilişkinin kaçınılmaz olarak devletin içini düzenlemede ve sosyopolitik yapısını şekillendirmede “göreli özerkliğini” (egemenlik çok göreceli olduğu için bu kavram tercih edildi) kaybetmesine ve dış etkilere/baskılara açık hale gelmesine yol açmaktadır.

Bu durumdaysa uluslaşmanın ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları aşılması güç engellerle karşılaşacaktır. Ekonomik açıdan bakıldığında, örneğin ulusal burjuvazi ve ulusal sanayi oluşmadan ve rekabet edebilir hale gelmeden uluslararası şirketler ve bunların malları ülkeye akacak, dış yardım almak için gidilen uluslararası örgütler ülkenin nasıl yönetileceği konusunda reçeteler sunacaklar, sosyokültürel ve politik açıdan inşa edilmekte olan ulusal özellikler daha tam pekişmeden (dil, kültür, gelenek, tarih) yabancı unsurları içerecek, ulusun bireyleri birbirine ve ülkesine bağlılık duymadan dışa açılacak ve bağlılık/sadakat odakları da belki oralar olmaya başlayacak, devlet sürekli demokrasi, insan ve azınlık hakları alanında dış baskılara maruz kalacak ve sonuçta ulus inşa etmede iç dinamiklerde var olan sorunlar, eğer devlet, egemenliğinin elinden alınmasına direnirse –ki genellikle direnir- daha da derinleşecektir. Tabii dış dinamiklerin uluslaşmaya bazı yönlerden olumlu katkıları da olabilir. Özellikle sosyopolitik açıdan ülkenin demokratikleşme ve temel hak ve özgürlüklerin gelişmesi, halkın ulusa ve devlete bağlılığını artırabilir. Neticede her durumda küreselleşme sürecinde uluslaşmanın zor olacağı sonucuna varılabilir.

Uluslararası gelişmelerden kaynaklanan ikinci sorun ise daha temel nitelikte olup, uluslaşmanın günümüz dünyasındaki gidişle ters bir süreç oluşturup oluşturmadığıyla ilgilidir. Çünkü bir yandan bizzat küreselleşme sürecinin ulusaltı kimlikleri/yerelliği canlandırarak ulus-devletlerin egemenliğini zayıflattığı ve hatta ulus-devletleri sona erdirdiği tartışmaları yapılmakta[55], bir yandan da ulusüstü yapılanmalar (AB) ortaya çıkmaktadır. Burada şuna dikkat etmek gerekir: Günümüzde uluslararası sistem halen temelde uluslara dayanmakta ve zayıflasa bile ulus-devletlerin ortadan kalkacağına ilişkin herhangi bir işaret bulunmamaktadır, o nedenle de ulus inşası çağa aykırı değildir. Bununla birlikte inşa edilecek ulusun niteliği ve nasıl inşa edileceği konusunda çağdaş değerlerle örtüşmeyen yöntemler söz konusu edilebilir. Bu açıdan uluslaşmanın çağa ters bir gidiş olmaması için yapılabilecekler olduğu söylenebilir. Bunların da başında, modern ulusların Batı’da bile yeniden şekillendirilerek bir bakıma “post-modern ulus” biçiminde inşa edilmesi gelmektedir. Bilindiği gibi modern uluslar, temelde içindeki farklılıkların asimile edilerek türdeş bir toplum yapısı üzerine oturtulmaya çalışılan, güçlü coğrafi sınırları olan, tek ve genel egemenlik ilkesine dayanan, büyük oranda üniter yapıda örgütlendirilmiş, herkesin aynı ortaklıkları paylaştığı ve saat gibi işleyen mekanik yapılardır (aslında uluslar organik olarak tasarlanmışlardı, ama bu gerçeği yansıtmıyordu ve tasarlanan doğal duruma da uymuyordu). Postmodern uluslar ise çok güçlü sınırlar içinde olmayan, farklılıkları kabul eden ve buna göre yönetişimi öne çıkaran, katılıma önem veren ve azınlıktakileri koruyan üniter yapıdan biraz uzaklaşarak içinde özerk birimler oluşturmuş (bölgeli devlet modeli) daha doğal ve bu anlamda organik yapılardır. Ama ulusların bu şekle dönüştürülmesinde tek model olmadığı gibi, her ülkenin kendi şartlarına göre hareket ettiği de özellikle vurgulanmalıdır. Sonuç olarak, ulusal kimliğin inşası günümüzde yaşanan küreselleşme/yerelleşme sürecinde giderek zorlaşmakta, nüfus hareketleriyle etnik çoğulculuğun giderek yaygınlaştığı bir dünyada özellikle etnisiteye dayalı “ulusal birlik ve bütünlük ideali” gittikçe zorlaşan siyasi bir projeye dönüşmektedir.

Üçüncü dışsal sorun olarak, yabancı devletlerin bölgeye yönelik politikalarının buradaki uluslaşma süreçlerine etkisinden söz edilebilir. Özelikle ABD, AB, Rusya ve Türkiye’nin izlediği politikaların bölgedeki uluslaşma süreçlerine, özellikle demokratikleşme bağlamında olumlu ve olumsuz etkileri vardır. Rusya, stratejik çıkarlar çerçevesinde “yakın çevre” olarak ilan ettiği yeni Türk cumhuriyetlerini nüfuzu altına almak için çaba harcamış[56], bunun için geçmişin mirasından yararlanmaya çalışmış, özellikle Rus azınlıklar aracılığıyla bu ülkelerin Rus kültürel etkisinde kalmasına çabalamıştır. Dolayısıyla Rusya’nın bu tutumu bölgedeki yeni uluslaşma çabalarını olumsuz etkilemiştir. ABD, 1990’ların ortasından sonuna değin kendi ekonomik çıkarları gereği nispeten önemsediği demokrasi ve insan hakları konularını, 11 Eylül 2001’de yaşanan olayların ardından tamamen unutmuş ve bu ülkelere aynen Rusya gibi tamamen stratejik çıkarlar çerçevesinde yaklaşmıştır[57]. Bu yaklaşım, bölgede Rus etkisinin azalmasına yardımcı olarak, uluslaşma sürecindeki olumsuz bir unsuru bertaraf ederken, öte yandan bu ülke yönetimleriyle iyi ilişki kurma çabası, uluslaşmadaki bazı içsel engellerin güçlenmesine yol açmıştır. AB’ninse bu ülkelere yönelik yürüttüğü projeler çerçevesinde demokratikleşme ve insan haklarının geliştirilmesi yönünde sessiz ve derinden bir çaba içerisinde olduğu[58], bu haliyle aslında uluslaşmanın sağlıklı bir zeminde gelişmesine en çok katkıda bulunan aktör olduğu söylenebilir. Türkiye ise 1990 ortalarına değin büyük hayallerle model olma mantığıyla yaklaştığı bu soydaş ülkelere yönelik etkisini 1990 ortalarından itibaren yitirmeye başlamıştır[59]. Dolayısıyla Türkiye’nin buralardaki uluslaşma sürecine olumlu olabilecek (Batı’ya açılma, kültürel katkı, kendi uluslaşma deneyimi, orta sınıfın oluşumu) katkısının çok sınırlı kaldığı söylenebilir. Sonuçta, yabancı ülkelerin temelde stratejik çıkarları çerçevesinde izledikleri politikaların, genelde bu ülkelerdeki sorunları derinleştirici etki yaparak, uluslaşmaya olumlu katkı yapmadığı söylenebilir.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
SONUÇ

Yeni Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuştuklarında ellerinde sadece devletleri değil, aynı zamanda “Sovyetik ulusları” da vardı. O nedenle de buralarda olmayan bir ulusun inşası değil, geçmişin mirası üzerine ama kurucu babalığını kendilerinin yaptığı bir uluslaşma süreci yaşanacaktır, yaşanmaktadır. Böyle bir uluslaşmanın gerçekleştirilme zorunluluğu, Sovyetik ulusların ve verilen kimliklerin gerçek anlamda halk tarafından benimsenmemesi, içine Rus kültürünün katıştırılması ve Rusya’nın stratejik çıkarlarına uygun düzeyde ve coğrafi sınırlar çerçevesinde gerçekleştirilmesi gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ruslar, sadece Türk topluluklarını birbirinden ayıracak düzeyde uluslaşma gerçekleştirmiş, bütün toplumda birlik ve dayanışma ruhu oluşturacak bir uluslaşmaya izin vermemiştir.

Yeni Türk cumhuriyetlerinde yaşanan yeni uluslaşma süreci, geçmişte bölgedeki kimlikler etnik temelde tanımlandığından bundan kopamamıştır. Fakat etnik temelli uluslaşmanın çok keskin biçimde hayata geçirilmesi ve toplum içindeki farklılıkları kapsayamama tehlikesi olduğundan ve bu cumhuriyetlerde de etnik farklılıklar yeterince bulunduğundan farklı bir yol izlenmelidir. Bu farklı yol, ortak ulusal değerleri geliştirmek için çoğunluğun etnik özelliğinden yararlanmakla birlikte, ulusu tanımlamada toprağa dayalı yurttaşlık esasını getirmek ve böylece oluşturulan ortak kamusal alana dayandırılan ulusa katılmayı iradi bir biçime sokmak olabilir. Ama kesinlikle uluslaşma süreci baskıcı asimilasyonist politikalarla türdeşleştirme sürecine dönüştürülmemelidir. Ayrıca devlet, ulusu inşa ettikten sonra etnik sınırlarla devlet sınırlarını örtüştürme çabasına da girişmemelidir.

Ulus içindeki etnik farklılıklar konusunda yukarıda sözü edilen ulusun yurttaşlığa dayandırılmasıyla bir çözüm üretilebileceği gibi, çağdaş azınlık uygulamalarından da yararlanılabilir. Zaten bu yapılmadığı takdirde etnik azınlık sorunlarıyla, hatta ayrılıkçı hareketlerle uğraşmak zorunda kalınabilir. Bununla birlikte, ulus inşasında azınlıklar “öteki”leştirilmemeli, dışarıdaki “ötekiler”le ilişki üstünlük iddialarına dayalı hiyerarşik bir biçimde değil, sadece ulusal kimliğin farklılığını vurgulamada yararlanılan unsurlar olarak algılanmalı/algılatılmalıdır. Aksine “ötekiler”in düşman algılatıldığı bir uluslaşma Orta Asya’da birçok “düşman kardeş”in doğmasına yol açabilir.

Öte yandan, ülke içi bütünleşmeyi ve bu bağlamda bireylerin ulus bilincine sahip olmasını sağlamak için toplumsal etkileşimi artıracak önlemler alınmalıdır. Bunların başında da ticaretin gelişmesi, sanayileşmenin sağlanması gibi alt yapısal; özgürlük, özel mülkiyet ve demokrasinin gelişmesini sağlayacak üst yapısal birtakım çabalara girişilmesi ve bu çerçevede iradiliği esas alan yurttaşlığa dayalı güçlü bir ulusçuluk anlayışıyla var olan ortak değerlerin bütün toplumca benimsenmesinin sağlanmasına çalışılmalıdır. Bunun için Rus kültürel etkisinin azaltılması, dilin gelişmesi, temel eğitimin yaygınlaşması, ortak yasal kodların oluşturulması, gerçek bir temsile dayalı ulusal egemenliğin hayata geçirilmesi ve katılımcı demokratikleşme ile temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gerekmektedir. Tabii bunlarla eşzamanlı olarak ekonomik kalkınma ve bölgesel dengesizliklerin giderilmesi, farklılıkların çatışma kaynağı olmayacak biçimde yönetilmesi de zorunludur. Tüm bunlar bölgede sağlıklı bir uluslaşmanın temelini oluşturacaktır.

Ayrıca uluslaşmanın küreselleşmeyle çatışmasını engelleyecek önlemler de alınmalıdır. Gerekirse uluslar küreselleşmenin gerektirdiği biçimde “uluslardan oluşacak ulusüstü yapılanmalar” kurabilecek bir biçimde kurgulanmalıdır. Bunun için de hem komşu ülkeleri, özellikle de diğer Türk cumhuriyetlerini, ulusun “öteki”si olacak biçime sokmamalı veya en azından derin düşmanlık oluşturacak bir biçimde algılatmamalı (Türk toplulukları birbirinin ötekisi olmamalı), hem de Türk toplulukları arasındaki ortaklıkları artırıcı ve pekiştirici politikalar izlenmelidir.

Fakat bu cumhuriyetlerdeki uluslaşma sürecindeki içsel ve dışsal zorlukların etkisiyle yönetsel düzeyde birtakım sorunların çıkması kaçınılmazdır. Liderlerin sağlıklı uluslaşmadan çok uzak hareket etmeleri ve altyapısal çabalara yeterince önem vermeden, daha çok simgeselliği öne çıkaran biçimsel bir ulus oluşturmaya yönelmeleri, varolan zorlukları çözümü güç, kalıcı yapısal sorunlara dönüştürmekte, bu ise, toplumda kalıcı ve güçlü bir dayanışma ruhunun oluşmasını engellemektedir.

Bu ülkelerde, ulusal bütünleşme sorunu aşılamadığı ve yönetimin ulusu bir bütün olarak temsil etme kapasitesine ulaşamadığı sürece sosyal ve siyasal istikrarsızlıklar sürecektir. Yani buralarda iktidarların değişmesi çok önemli değildir. Önemli olan ulusal kimliğin demokratik, çoğulcu bir mantıkla inşası ve bu sayede sosyal bütünleşmenin sağlanmasıdır. Aksi halde özellikle Batı etkisi bu ülkelere nüfuz ettikçe sosyal patlamalar ve siyasette büyük kırılmalar görülebilir. Zaten Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan devrimlerin, yeni Türk cumhuriyetlerine de sıçrayarak Kırgızistan’daki iktidarın değişmesine yol açması, Azerbaycan ve Özbekistan’da da etkilerini göstermesi böyle bir geleceğe işaret etmektedir.
 
Üst