GİRİŞ
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte dünya, Rusların çizdiği sınırlar ve verdiği kimlikler temelinde Orta Asya’da yeni Türk cumhuriyetlerinin doğuşuna sahne oldu. Bu tarihte Asya’daki Türk topluluklarından önemli bir kısmı tamamen köksüz olmasa da esasen Ruslar tarafından icat edilen ve geliştirilen, ama buradaki toplulukların tam bir aidiyet ve sadakat hissetmedikleri toplumsal ve siyasal kimlikler temelinde bağımsızlıklarını kazandılar. SSCB tarafından “ulus” olarak nitelendirilen bu topluluklar, aslında Ruslar tarafından ve onların istek ve çıkarlarına uygun olarak tasarlanmışlardı. Bunlar inşa edilirken bir yandan yerel dil ve tarih abartılarak Türk topluluklarının farklılıkları pekiştirilmiş, öte yandan da yerel kültür ve gelenekler büyük oranda tahrip edilerek yerini Rus kültür ve geleneklerinin alması sağlanmıştı. Dahası, bu uluslar halkın tamamının birbiriyle sıkı bir dayanışma içinde olduğu bir bütün de oluşturmuyorlardı. İçinde “ulus” düşüncesini zayıflatan ulusüstü komünist ideolojinin yanı sıra kabilecilik, bölgecilik gibi pek çok ulusaltı sadakat biçimleri vardı. Onların ulus gibi görünmeleri daha çok aynı idari birim içinde, aynı merkezi otoriteye zorunlu bağımlılıktan ve görünürdeki simgelerden kaynaklanıyordu.
1991’de SSCB’nin, mevcut idari bölümlemeye uygun biçimde sadece Sovyet Cumhuriyetleri temelinde dağılmasıyla birlikte, Ruslar tarafından “zayıf ve kusurlu biçimde tasarlanmış bu ulus”lar bağımsız devletlerine kavuştular, ama aynı zamanda ulus yapılarının sorunları ve zayıflıklarıyla da yüzleştiler. Bundan sonra bu cumhuriyetler sınırları içindeki insanları tam bir dayanışma içinde birlikte yaşamaya ve kader birliği yapmaya yöneltecek bir süreçle, bir başka ifadeyle gerçek bir “ulus bilinci”yle örgütlemek sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Bu yeniden uluslaşma sürecinde temel sorun ise, hem gerçekçi bir yaklaşımla Rusya’yla ilişkilerin devam ettirilmesi zorunluluğu, hem geçmişin olumsuz mirası ve ulusal niteliği bozan Rus kültür ve etkisinin kırılması gerekliliği, hem de ulusaltı sadakatlerin ulusal kimlik içinde eritilirken ulusu mümkün mertebe yurttaşlık temelinde tanımlayarak farklılıklardan kaynaklanabilecek olumsuzlukların giderilmeye çalışılmasıdır. Ayrıca, bu çabanın küreselleşmenin getirdiği uluslararası gelişmelerle örtüşmemesinden kaynaklanan sorunlar da vardır. Bir başka deyişle, özellikle Avrupa’da ulusal kimlikler aşılmaya çalışılırken ve uluslararası alanda ulus-devlet yapıları tartışmaya açılırken, Orta Asya coğrafyasındaki uluslaşma çabalarının nasıl başarıya ulaşabileceği ve bunun çağa uygunluğu ciddi bir sorun oluşturmaktadır.
Bu çalışmada tarihsel deneyimler ve belli başlı teorik yaklaşımlar göz önüne alınarak Sovyetler sonrası Türk cumhuriyetlerinde “eski ulustan yeni ulusa geçiş” süreci bağlamında Sovyetik geçmişin “ulusu yeniden kurma”daki etkileri değerlendirilerek, bu sürecin iç ve dış nedenlerden kaynaklanan temel sorunları üzerinde durulacak ve sorunların günümüz şartlarında nasıl ve ne oranda aşılabileceği tartışılacaktır.
ULUS VE ULUS İNŞASINA GENEL BAKIŞ
Farklı Süreçler ve Ulusun Temelleri Sorunu
Burada sözü edilen ulus -sosyologlar, tarihçiler, hukukçular veya siyaset bilimciler tarafından farklı anlamlarda kullanılabilse de- kabaca, belirli sosyoekonomik koşulların (modernleşme, sanayileşme) doğurduğu etkileşim sayesinde, sınırları belli bir ülkede yaşayan insanların, bazen ortak soy, din gibi unsurları da içerebilen ama genellikle ortak bir tarihi, dili, kültürü ve değerleri paylaşması sonucu başkalarından ayrılan ve aralarında güçlü bir dayanışma ve sadakat duygusu bulunan (ya da bulunduğuna inanılan), bu haliyle de nispeten türdeşleşmiş (ya da türdeşleştirilmiş) siyasal (veya siyasallaşma potansiyeli olan) bir topluluktur[1]. Bu bölünmez tek bir bütün olarak görülen topluluğun oluşumunda ulusçuluk ideolojisi şu veya bu oranda önemli rol oynar. Kuşkusuz bu tanım da pek çok tanım gibi sorunlu gözükebilir ve pek çok örnek göz önüne alındığında tamamını kapsayıcı bulunmayabilir. Ama kavramı kullananlar hiç değilse nasıl bir anlam yüklediklerini belirtmek zorundadırlar. Buradaki ulus tanımlamasına da bu açıdan yaklaşılmalıdır.
Tarihsel açıdan bakıldığında ulusların, birbirinden farklılaşmasına da neden olan, çok farklı süreçlerin ürünü olduğu görülür. Genel hatlarıyla, ulusları ortaya çıkaran beş tarihsel süreçten söz edilebilir. Birincisi, 14-18. yüzyıllar arasında Batı Avrupa’da yaşanan gelişmelerle (ticaret-aydınlanma-modernleşme-sanayileşme), yöresel ve feodal kimliklerin ulus içinde bütünleşmesi ve yerel bağlılıkların aşıldığı süreç. İkincisi, birincisiyle eşzamanlı olarak ve onun bir yan ürünü biçiminde keşifler döneminde başlayan kolonizasyon süreci. Üçüncüsü, Doğu Avrupa’da, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının çözülme süreçleri. Dördüncüsü, İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgelerin çözülmesi süreci. Beşincisi, 1990 sonrası SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde yaşanan çözülme süreci[2].
Bu süreçler, temelleri birbirinden farklı uluslar doğmasına neden olmuştur. Bu açıdan Smith’in yaptığı ayrım anlamlıdır. Ona göre uluslar, Batı Avrupa’nın “sürekli uluslar”ı (İngiltere, Fransa gibi), kolon ulusçuluğundan doğan “göçmen uluslar” (ABD, Kanada, Avustralya), imparatorlukların parçalanmasından doğan Orta ve Doğu Avrupalı “etnik temelli uluslar” (Almanya gibi) ve sömürgeciliğin tasfiyesinden doğan Afrika ve Asya’daki “devlet temelli uluslar” biçiminde ayrılabilir[3]. SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan devletlerdeki uluslarsa sömürgeciliğin tasfiyesi sürecindeki gibi devlet temelli olmakla birlikte özellikle Orta Asya’dakiler hem Ruslar tarafından icat edilen etnisiteler temelinde oluşturulmuş olduğundan hem de sömürgecilikten kurtulma süreçlerinde var olan güçlü bir ulusçuluk ve örgütlü bir ulusal kurtuluş hareketinin mücadelesi olmaksızın önceki yönetimin çizdiği sınırları esas alarak ortaya çıktığından, diğerlerinden farklılık arz etmekte, “etnik ve devlet temelli” bir ulus görünümü kazanmaktadır. Bu ulusların Batılı modele ne kadar yaklaşabileceğini devam eden yeni ulus inşası süreci belirlemekle birlikte, gelinen aşama itibarıyla etnik temelin güçlendirilmeye çalışıldığı, o nedenle de “etnik temelli ulus” modellerine yaklaştığı söylenebilir.
Bu tarihsel sürece bakıldığında Batılı olanla olmayan arasında bir ayrım yapmak mümkündür. Ulus düşüncesi, Batı’dan dünyaya yayılmış bir sosyopolitik örgütlenme biçimidir. Temel tarihsel ayıraç ise orjinallik ve modelliktir. Yani, büyük oranda doğal süreç sonucunda ortaya çıkan sosyoekonomik yapının orjinalliği ve sonra ortaya çıkan ulusların, bu doğal ve orjinal ulusları model almasıdır. Böylece sosyal yapıyı ulus, siyasal yapıyı da ulus-devlet biçiminde örgütleme anlayışı Batı’dan dünyaya yayılarak, modern dönemde hem ulusal hem de uluslararası meşruiyetin kaynağını oluşturmuştur. Kuşkusuz bu Batılı sosyal ve siyasal örgütlenme biçiminin uluslararası alanda genel kabul görmesi hatta bir zorunluluk olarak algılanmasında, Batı üstünlüğü ve emperyalizm gibi pek çok etken önemli rol oynamıştır.
Ulusların doğuşu/kuruluşu üzerine çok farklı görüş ve yaklaşımlar vardır. Aslında bu büyük oranda ulus olgusunun ve onu oluşturmak ve/veya güçlendirmek için ortaya atılan ulusçuluk ideolojisinin çok farklı tarihsel, sosyoekonomik ve siyasal şartlarda, çok farklı biçimlerde ortaya çıkmasından ve farklı işlevler görmesinden kaynaklanmaktadır[4]. E. Gellner, B. Anderson gibi kimileri ulusu modernleşme sürecinde icat edilmiş modern bir yapı olarak görürken, kendisini bu şekilde nitelemese de öne sürdüğü tezler göz önüne alındığında A. Smith[5] ve hatta W. Connor[6] gibi isimler ulusları primordial kökenleri olan ve bu haliyle sürekli ve hatta doğal etnik çekirdeklerden doğan yapılar olarak görürler. E. Hobsbawm[7] ise ulusları modern yapılar olarak görmekle birlikte, daha çok bir bilinç biçimi olarak nitelendirirler. Bu çerçevede yapılan tartışmaların merkezinde yer alan temel sorunlardan birisi, ulusların özünü etnik kökenin mi, sahip olunan bir takım ortak değerlerin mi (dil, kültür, ortak geçmiş vs.), yoksa ortak topraklarda yaşamaktan kaynaklanan yurttaşlığın mı oluşturduğudur. Bu bakımdan ulusların özünde, temelinde ne olduğu konusunda bilim insanları arasında ortak bir anlayış bulunmadığı belirtilmelidir. Ulusların üzerinde inşa edildikleri, ulusal bilinci geliştirmede kullanılan ve bu çerçevede insanları birbirine yaklaştıran veya diğerlerin farklı kılan dil, kültür, tarihsel geçmiş, soy (etnik köken), renk, din, toprak (ülke), dış düşman gibi çeşitli unsurlar vardır/olabilir. Ama Hobsbawm’ın da dikkat çektiği gibi, tarihsel olarak bunlardan hiçbiri tek başına ulusun kurucu unsuru olmamıştır. Bunlardan sadece yararlanılmıştır. Sonuçta uluslar, şu veya bu oranda geçmişten gelen tüm imkanlar da kullanılarak siyasal otoritenin sadakati tek bir noktada toplamak için inşa ettiği yapılardır.
Son tahlilde tartışmalar, ulus olgusunun kan bağı sonucu doğan veya en azından böyle kökenleri bulunan doğal bir zorunluluk mu[8], yoksa modernleşme ve sanayileşme dönemlerinde ortaya çıkan tarihsel bir sosyopolitik kategori mi olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır[9]. Bu tartışma, özellikle küreselleşme sürecinin yaşandığı dünyada ulusların varlığının tartışılır hale geldiği gözönüne alınırsa daha da önem kazanır. Ayrıca sanayileşmemiş toplumlarda sağlıklı bir uluslaşma olup olamayacağına da ışık tutabilir. Eğer ulusların tarihin doğal birimleri ve daimi sosyal kategorisi olduğu kabul edilirse, o zaman kürselleşmenin varlığı ulus gerçeğini değiştiremeyeceği gibi, ulus olmak için ille de modernleşme ve sanayileşme olgularının yaşanmasına da gerek kalmaz. Eğer ulus modern bir olgu olarak görülüyorsa, o zaman modernizmin aşındığı veya kimilerince post modernizmin yaşandığı günümüzde ulusların da varlığının ortadan kalkabileceğini ve ayrıca Orta Asya gibi topraklarda ulus inşa etmek istendiğinde de önce modernleşmeyi ve sanayileşmeyi sağlama, böylece ulusun doğacağı nesnel şartları yerine getirme çabası içine girilmesi gerekecek, bunlar olmadan ulus inşa edilemeyeceği kabul edilecektir[10]. O takdirde de küreselleşmeye doğrudan katılmak için bu topluluklarda tüm bu süreçler atlanarak yeni döneme uygun bir sosyopolitik yapı oluşturmaları gerektiği ileri sürülecektir. Tabii bu, modeli olmayan ve belki de kendisi model olmaya aday bir yapı olur ki, bu biraz iddialı bir çabayı gerektirir.
Sonuç olarak, konu bağlamında şu söylenebilir: Dünya siyasal sistemi ve onun modern yapıtaşı olan devletler, halen uluslardan kurulu olduğu ve bu toplulukların da yeni bir örgütlenme modeli gerçekleştirecek güçleri olmadığı için kaçınılmaz olarak ulus inşası, Batı dışı toplumlardakine benzer nitelikte Orta Asya toplumlarında da yaşanacak ve belki yaşanmak zorundadır.
Ulus İnşası Modelleri
Yukarıda sözü edilen tartışma aslında tarihsel gelişmeye uygun olarak Batılı ve Batı dışı ayrımına koşut iki ayrı temele dayalı uluslaşmanın varlığına da işaret etmektedir. Ulus inşalarında soy, dil, kültür, tarih, toprak gibi unsurlardan yararlanma çerçevesinde iki modelden söz etmek mümkündür ve bu çerçevede bugüne değin ulusların iki temel öğe ön plana çıkartılarak oluştuğu/oluşturulduğu söylenebilir.
Birinci model, Fransız Devriminden kaynaklanan yaklaşım olup, ulusu “aynı topraklarda yaşayan ve bundan kaynaklanan ortak duyguyu paylaşan yurttaşlar bütünü” çerçevesinde ele alır. Bu yaklaşım aynı topraklar üzerinde yaşayan ulusun bireylerini temelde kendi iradeleri sonucu Russocu nitelikteki sosyal sözleşmeye[11] katılmalarına, yani “yurttaşlık” ölçütüne göre tanımlar. O nedenle de iradidir ve aynı ülkedeki insanların tamamını kapsayıcıdır. Burada ulus, toprak (ülke), vatan düşüncesini taşıyan, bu çerçevede ortak değerleri olan ve yasaları ve kurumlarıyla tek siyasi iradeye bağlı topluluk ile bu topluluktaki bireylerin yasal eşitliği gibi unsurlara dayanmaktadır. Ama burada dikkat çekilmesi gereken konu bu tip bir uluslaşma özünde kültürel farklılıkları yadsımakta ve tekliği esas almaktadır. O nedenle de en azından kültürel türdeşlik ister. Bunun için de kültürel anlamda baskıcı ve asimilasyonisttir. Yani aynı topraklar üzerinde yaşayan yurttaşların hepsini, herhangi bir etnik gruba ait olmayan, tasarlanmış “tek ve üstün kimlik” içinde asimile olmaya davet eder, gerekirse zorlar. Bu durumda kullanılan yönteme bağlı olarak demokratik niteliği de zayıflayabilir.
Aslında bu modelde ülkesellik, yurttaşlık ve iradilik olmak üzere üç ana unsur esas olduğuna göre “zorunlu asimilasyonist” olmayan bir anlayışın da bu modelden doğabileceği varsayılabilir. Çünkü birey o ülkede tarihsel olarak bulunmaktan kaynaklanan bir varlık iken o topraklarda yaşanan siyasal mücadele sonucunda kurulan siyasi otoriteye boyun eğmek, onun egemenliğini tanımak, yani yurttaşı olmak, ama aynı zamanda kültürel olarak asimile olmak istemeyebilir. Bu durum ulus olma anlayışını zedeler mi veya bu birey ya da bireyler ulusun bir parçası olamazlar mı? Bu, güncel yönü de olan bir sorudur. Cevabı ise Anglo-Sakson dünyada yüzyıllar önce verilmiştir. “Anglo-Sakson ulus modeli” olarak nitelendirilebilecek bu anlayış “ulus”u “birliktelikten doğan teklik” değil, “farklılıkların birlikteliği” olarak görmekte, birliği teklik olarak algılamamaktadır. Buradaki çözüm, altkimlik-üstkimlik ayrımında yatar[12]. Yani bir ülkede yaşayan ve oranın yurttaşı olan birey veya bireyler topluluğu, içinde doğduğu etnik grubun farklılıklarını devam ettirmekle birlikte, siyasal otoritenin tanımladığı, temeli siyasal olan üstkimliği benimsemektedir. Burada karşılıklı bir sorumluluk söz konusudur. Otorite üstkimliği temelde siyasal olarak tanımlamakta ve bunu hukukileştirmekte, altkimliklere kültürel yaşam hakkı vermekte, altkimlikler de buna karşılık üstkimliğe sadakat duyarak, ortak kamusal alana ve yasal kodlara uymaktadır. Yani altkimliğe aidiyet ile üstkimliğe sadakat arasında bir ayrım ve denge kurulmaktadır. Dolayısıyla da bu tip bir ulus modeli kültürel asimilasyona ihtiyaç duymaz, katılımcıdır ve demokratik niteliği yüksektir. Ulusu da farklılıkları ülkesel ve siyasal bütünlük içinde bir arada yaşatma formülü olarak görmektedir. Halbuki önceki model, kültürel aidiyet ile siyasal sadakat arasında bir ayrım gözetmeksizin hareket etmekte, böylece siyasal otorite ile kültürel yapı arasında tek ve zorunlu bir ilişki kurmakta, dolayısıyla da tek bir kimlik öngörmektedir. Bu da ulusun demokratik niteliğini zayıflatmaktadır.
İkinci model ise, Alman romantik ulusçuluğundan kaynaklanır ve ulusu “tarihsel/doğal ve etnik, organik bütünlük” çerçevesinde ele alır. Burada ise ulusun bireyleri aynı soydan/kökenden gelmekle tanımlanır. O nedenle de iradi değildir, aynı ülkedeki başka insanları dışlayıcıdır. Bu modelde birey zorunlu olarak doğuştan bir ulusa dahil edilmiştir. Bu tip ulusun unsurları ise ortak soy, siyasi topluluk niteliği taşımayan halk, Batılı modeldeki hukukun yerine geçen yerli kültür, din ve adetlerdir[13]. Dolayısıyla bu tip uluslar etnik türdeşlik ister. Ülke ile bir etnik grup arasında (genellikle çoğunluk olan) tek ve zorunlu bir ilişki kurar. Ama bunu sağlamada kültürel asimilasyon yeterli olmadığı için, etnik asimilasyon veya etnik temizlik, hatta bazen soykırım gibi yöntemlere de başvurmaya açıktır.
Batılı ulusların büyük kısmı birinci modele uyarlarken, Batı dışı uluslar genelde ikinci modele uymaktadırlar. Özellikle Batı Avrupa’daki İngiliz, Fransız, İspanyol, Portekiz, Hollanda ulusları, esasen tarihsel gelişmelerin şekillendirdiği ve “neredeyse tesadüfen” bir takım sosyoekonomik koşulların (ticaret, burjuvazi, kentleşme, modernleşme, sanayileşme, liberalizm, ulusçuluk) bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmış orijinal uluslardır. Bununla birlikte ulusçuluğun ulusal nitelikleri pekiştiren, geliştiren ve örgütleyen bir işlev görmesi söz konusu olduğundan burada da az da olsa bir ulus inşası söz konusudur[14]. Ama Batı Avrupalı uluslarda ulusal nitelikler ve ortaklıklar büyük oranda tarihsel evrim sonucu zaten ortaya çıktığı için ulus inşasında etnik köken merkezi bir rol almaz. Tarih diğer etnik grupların görece etkin kurucu etnik çekirdek içinde zamanla ona bir şeyler de vererek erimesine yardımcı olmuş ve sonuçta çok yavaş bir süreç yaşanarak aynı mekan üzerindeki farklı etnik kimliklerden tek ulusal kimliğe yumuşak geçiş sağlanmış, gerçek ulusal bilinç oluşmuştur. Bu sürecin gücü ile ulusçuluk arasında ters orantı da söz konudur. Yani tarihsel gelişmeler ve sosyoekonomik koşullar ulusun unsurlarını doğurmada ne kadar güçlüyse ulusçuluk o oranda az kullanılmıştır veya tam tersi. İngiltere buna iyi bir örnektir[15].
Batı dışı uluslar ise, Batı’daki gibi büyük oranda tarihsel gelişmelerin yardımıyla ortaya çıkmamış, büyük oranda ulusçuluk ideolojisinin rehberliğinde mühendislik ürünü olarak özellikle tasarlanarak inşa edilmiştir[16]. Ulus inşaları her ne kadar Batı’da da uygulanmış olsa da, Batı dışında çok kapsamlı bir siyasi projeye dönüşmüştür. Ulus inşası, nüfusun sadakatini kabile, bölge gibi küçük birimlerden daha büyük merkezileşmiş bir siyasal sisteme aktardığı bir süreci gerektirir[17]. Ulus inşa süreci başta bağımsızlığın sağlanması olmak üzere, ulusal birlik temeline dayalı meşru bir kurumsal yönetim kurulması ve siyasal vatandaşlık, kültür standartlaştırması ile zenginlik ve değerlerin yeniden paylaştırılması gibi değişik şekilleri içermektedir[18]. Eğitim, askerlik ve siyasal katılım ulus inşasının başlıca araçlarıdır. Birincisiyle ulus bilinci, ikincisiyle vatan bilinci, üçüncüsüyleyse vatandaşlık bilinci aşılanmaya çalışılır[19]. Bunların yanında bayrak, milli marş, müzeler, haritalar, heykeller, destanlar gibi simgeler önemli rol oynar. Tüm süreç boyunca hukuk, uluslaşmanın kontrollü ve istenen yönde gerçekleşmesini sağlayan zorlayıcı bir faktör olarak işlev görür.
Böylece devlet, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu inşa etmeye çalışır. Bu süreçte Batı dışı toplumlarda tarihsel gelişmeler olumlu katkı yapmadığı için, genellikle etnik kimlikler ulusal kimliğin merkezinde yer alabilecek derecede kapsamlı ve diğerlerini içinde eritebileceği düşünülen tek temel unsur olarak görülür. Aynı etnik kökenden gelenler eğer yüzyıllardır aynı mekânda yaşıyorlarsa genellikle aynı zamanda aynı dil, kültür, tarih, değerler ve bazen de dinsel inançları paylaşırlar, yani bu topluluklar için ortaklıkları ve farklılıkları en iyi yansıtan öğe etnisite olmuştur. O nedenle de buralarda ulusu inşa edenler genellikle kendilerinin de içinde yer aldıkları ve çoğunluğu oluşturan etnik kimliği esas alırlar. Bu durumda doğal olarak aynı ülkede yaşamasına karşın bütün topluluklar tam ve eksiksiz, kayıtsız ve şartsız tasarlanan ulusal kimliğe katılmayabilir. Hal böyle olunca devlet, ulusçuluk ideolojisiyle bu sorunu çözmeye ve zorunlu asimilasyonla ulusu inşa etmeye yönelebilir[20].
Öte yandan, Batı dışı toplumlarda tarihsel geçmiş büyük oranda ulusal ortaklıkları inşa edemediği için bu görev genellikle devlet öncülüğünde ve ister istemez tepeden inmeci bir yaklaşımla gerçekleştirilmiştir. Buradaki ulusçu hareketler önce devlete sahip olmuşlar veya olmaya çalışmışlar ve bağımsızlık sonrası bu devletler dünyaya en kısa sürede ayak uydurmak ve bağımsızlığını pekiştirmek için sosyopolitik ve ekonomik şartların oluşmadığını büyük oranda gözardı ederek, egemenliği altındaki insanları türdeş bir ulus halinde örgütleme işini çok kısa sürede başarmak zorunda kalmışlar, bu tepeden inmeci yaklaşım nedeniyle de bu süreç çok sancılı, bazen de ters tepkimelerle işlemiş ve sonuçta da devlet ile ulus arasında uzlaşmazlıkların olduğu, ulus dışı farklı sadakatlerin sürdüğü, demokrasi, insan hakları konularında sorunlar yaşayan uluslar doğmuştur. Hatta bu sürecin yaşandığı kimi yerlerde otoriter ve totaliter yapıların doğması söz konusu olmuştur. Çünkü buralarda güçlü ortaklık ve birliktelik düşüncesinin olmadığı ve bunun oluşabilmesi için gerekli sosyopolitik ve ekonomik koşullar da bir türlü sağlanamadığı için, başka türlü insanları ulus biçiminde örgütlemenin mümkün olamayacağını düşünen “kurucu baba/lar”, korku ve devlet zorunu kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu ise genellikle ulus inşasında daha da büyük olumsuzlukların yaşanmasına, toplumsal kutuplaşmaların artmasına, hatta bazen de halk ile devletin karşı karşıya gelmesine yol açmıştır.
Sonuç olarak, ulus inşa eden ve edecek olan devletlerin önünde bu iki yaklaşımın olduğunu, ama bu tercihlerden birincisinin ikincisine göre sosyoekonomik şartları oluşmadığı durumlarda riskli ve zor olmakla birlikte, önemli avantajlara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Batı Avrupa ve ABD’deki ulus anlayışının birinci kategoride (yurttaş-ulus), bunun dışındakiler ise büyük oranda ya ikinci kategoride (etnik-ulus) ya da birinciyle ikincinin bir karışımı şeklindeki bir kategoride yer aldığı göz önüne alınırsa, buradan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Genel olarak, birinci kategori uluslarda yurttaşlık esas alındığından iradilik ve kapsayıcılık dolayısıyla ulus-devlet bütünleşmesi ile insan hakları ve demokrasi gelişmişken, ikinci kategori uluslarda ulus-devlet bütünleşmesinde sorunlar yaşanmakta, etnik köken esas alındığından irade dışılık ve dışlayıcılık nedeniyle zorunlu asimilasyon, ayrımcılık ve hatta soykırım gibi politikalar görülebilmekte ve bu nedenle de demokrasi ve insan hakları gibi alanlarda hatta ulusal bütünleşmede ciddi sorunlar yaşanabilmektedir.