Begendiğiniz köşe yazıları.

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Edebiyat dünyası bunu konuşuyor

Gezi Parkı direnişi için birçok marş bestelendi, slogan üretildi, kitaplar kaleme alındı.
Toplumda bir kırılma noktası oluşturan ve değişime neden olan direnişin edebiyata etkisinin nasıl olacağı ve edebiyatta hâkim olan iklimin değişip değişmeyeceği hakkında ise “İnsan Bu” sitesinde Osman Çutsay “Haziran Günleri’nden sonra ‘edebi iklim’ kırılır mı?” başlıklı bir yazı yazdı.
Kaan Arslanoğlu ise aynı sitede yayınlanan “Gezi'den sosyalist sanat çıkar mı? Kim sever sosyalist sanatı?” başlıklı yazısıyla sanatta devrimcileşmenin belirtilerinin ancak Çutsay’ın yazısının geniş kesimler tarafından tartışılmaya başlamasıyla ortaya çıkacağını söyledi.
İşte Osman Çutsay ve Kaan Arslanoğlu’nun tartışma yaratacak o yazıları:
HAZİRAN GÜNLERİ'NDEN SONRA “EDEBÎ İKLİM” KIRILIR MI?
İklimin kırıldığı konusunda görüş birliği var. Doğrudur, küflenmiş, buram buram sermaye kokan ve buna da haklı olarak “demokrasi” adı verilen bir rejime veya iklime, kitleler hiç beklenmedik bir anda temiz hava enjekte ettiler. Alışılmadık saflıkta bir hava esip geçti yüzlerimizden, sırtımızdan.
Peki edebiyat veya edebi iklim kırıldı mı?
Edebiyatta, havanın kırıldığını düşünen var mı?
Elbette bu işler hemen olmaz, toplumsal arenadaki kırılmalar anında diğer “zihinsel” sektörlere sıçramaz. Örneğin, sokak, anında edebiyata tercüme edilemez, gölgesi veya ışığı oraya hemen düşmez.
Şimdilik öyle oluyor diyelim. Bugün baktığımızda, alışılmış, ezberlenmiş edebiyat ve/veya sol edebiyatın, bu artık nasıl iliklere kadar işlemiş bir yenilgi psikozuysa, varlığını ve etkisini koruduğunu gözlüyoruz. Bu işlerin eşzamanlı veya hemen, art arda değişemeyeceğini biliyoruz.
Şu anda, 33 uyuşukluk yılını temsil eden iklimin sokaklarda alenen kırıldığı bir toplumda, eski edebiyatın varlığını ve ağırlığını aynen koruduğuna tanık oluyoruz. Bu kendi başına normaldir. Dedik ya, sokaktaki kırılma, hemen insanların bilincine yansımaz, hele hele entelektüel üretimdeki girdi ve çıktıları anında değiştiremez. Alışkanlıklar sürecektir. Zaten mesele başkadır: Malum, normal koşullarda, edebiyattaki büyük kırılmaların toplumsal yönelim değişikliğini haber vermesi beklenir. İşte bu, pek olmadı.
Belki de oldu; yani daha önceleri olmuştu: Son 33 gericilik yılını 70’lerin kültür karşıdevrimi bizzat haber vermiş değil miydi? O zaman anlamamıştı kimse, şimdi ürünlerini topluyoruz: Özellikle 1970’lerin sonu, sosyalizm adına Türk edebiyatında bir sıçramayı değil, büyük bir gerilemeyi, hatta çürümeyi taşıyordu. Kavgacı solun entelektüel sığlıktan çürümeye geçiş yapması, toplumsal düzlemdeki yenilgiyi tetikledi. Türk gericiliğinin veya İkinci Cumhuriyet'in ana tapınağı Birikim, başlangıçta, 1975 sonrası, tam bu aralıkta oluşmuş talepleri yanıtlayarak bir ranta oturdu ve bu ranttan da 30-35 yıl içinde cumhuriyeti bitiren bir iktidar başarısına geçiş yapabildi. Bu başarıda edebiyatın veya sanatın rolü çok büyüktür.
70'ler böyle, peki, ya sonrası? 12 Eylül sonrası, elbette önceki 10 yılı mumla aratacak bir çöküştü. Ama solun kırılmasını, DİSK’in ve devrimci örgütlerin CHP’lileştirilmesinden önce Türk edebiyatındaki gerilemeden okumak mümkündü: Hiç 1970’lerden bir büyük yapıt veya yapıtlar demeti, insanımızı derinden damgalayacak bir edebi üretim sayabilir misiniz? Türk şiirinin son büyük süvarisi İsmet Özel, daha 1970-1971 aralığında, çoktan ununu elemiş eleğini asmıştı. Elbette bir çıkıştır, ama küçük İskender’i bu çerçevede göremeyiz. İsmet Özel’in yanında çok cılızdır.
70’lerin sonuna doğru, bugünden bakınca, büyük edebi tıkanmayı ve çürümeyi, işçi ve devrimci gençlik hareketinin CHP’lileştirilmesinden önce edebiyatımızda görebilmeliydik. Göremedik. 12 Eylül 1980’deki askeri darbe için gereken insan malzemesinin çoktan hazır olduğunu, 70’lerin edebiyatına bakınca görmek gerekirdi. Solun nasıl bir adale ve kemik erimesine duçar olduğuna, faşist darbenin işkencehanelerinden büyük şair ve yazar çıkardığını düşünen yayıncılar sayesinde tanık olduk. Belge Yayınları’nın o hâlâ tüylerimizi ürperten dizisi, büyük çürümenin bir simgesiydi: Genç devrimciler içeride mücadeleleri nedeniyle işkence görüyor, yazdıkları her şey de bir alternatif diye sunuluyordu. Oysa yazdıklarında çok geriydiler ve edebiyat adı altında büyük bir gericiliğin yayıcısıydılar: 70’lerdeki büyük edebi çürümenin çocuklarıydılar ve onu yayıyorlardı. Yayıncı Ragıp Zarakolu, ki bugün kardeş halkların birlikte kurabileceği bütünsel ve sosyalist bir Türkiye projesine karşı en militanca çarpışanlar arasında yer almaktadır, Türkçeye ve sosyalizme nasıl bir darbe indirdiğini hiç anlamadı. Asıl acısı, bugün Türkiye solunun, Türkiye’den bir veya birkaç Kosova çıkarmayı solculuk diye pazarlamaya çalışan bir yayın ve yayın zihniyetinin elinde esir olmasıdır. Neyse...
Kısaca, geçmişe bakıyoruz ve bu büyük yenilginin 70’lerdeki solun yaygınlığı içinde palazlandığını görebiliyoruz.
1970’lerdeki sola egemen kültürel gerilik, gerçekten de 1980’lerdeki sol çürüyüşün ve bugünkü AKP iktidarının habercisiydi. Onlar olmasaydı, Türk edebiyatındaki oligarşik diktanın, Elif Şafakların, Orhan Pamukların, Murathan Mungan-Yıldırım Türker bayağılığının egemenliği yerleşemezdi.
12 Eylül, sendikacı denilen korkunç bir tipin elinde bitirilmiş ve CHP’ye yamanmış DİSK’in, yaygın devrimciliğin, marjinalleşmiş sosyalist partilerin üzerine geldi. O nedenle zaten, tek tük “yanlışlıklar” dışında, faşist tahkimat süresince yazar-çizer takımına pek dokunulmadı. Dokunmaya da değmezdiler. İklimin kırıldığını, kırılacağını orada anlamalıydık. Olmadı. Sadece Yalçın Küçük ve Metin Çulhaoğlu ile bir grup arkadaşının bu korkunç olayın farkında olduğunu görüyoruz. Buna sonra bir ara döneriz.
Demek ki, önemli olan, bir sektördeki iklim kırılmalarının diğer sektörler üzerindeki etkisi değil, o zaten var; önemli olan, bu etkiler arasındaki zaman mesafesi (“Intervall”). Yani etkiden önce bu intervallerin analizi yapılmalıdır. Sonra etki ile interval analizleri karşılaştırılabilir.
Edebiyat örneğindeyiz madem, somutlaştıralım: 1960’lardaki entelektüel ve toplumsal yükselişin öncesini, cumhuriyet rejiminin kuruluşundaki jakoben edebiyat ve 1940’lardaki toplumcu yüklenme damgalıyor. Elbette Nâzım ve hatta 50’lerin ikinci yarısında bir ilerici deneyim ve dönem olarak İkinci Yeni. Buralardan 60'ları içerip aşan büyük sol yükselişin haberlerini alabiliyoruz sanat pratiklerindeki serpilmelere bakarak.
Kırılma önce sanatta başlıyor yani. Haberi ve habercileri, sanat pratiklerindeki hareketlenme içinden çekip alabiliyoruz.
Ama 1960’lardaki ve 1970’lerde solun yükselişine, toplumsal arenada kırılan iklime, edebiyatımız eşlik edemiyor. Tam tersi oluyor. Gördük. Gerici kırılma, solun yaygınlığına rağmen, belki de o nedenle, sanatta çok rahat, hatta sorunsuz işliyor.
O nedenle, Cumhuriyet Kitap'ın kayıt memurlarından M. Sadık Aslankara, geçenlerdeki bir yazısında, Fethi Naci'yi öveyim derken sadece kantarın topuzunu kaçırmakla kalmıyor, “Umalım, dileyelim ki Gezi Direnişi, siyasal iktidara dönük bir eleştiri olgusuyla sınırlı kalmaz, sanatsal, ekinsel etkinliklere, çalışmalara da uzanır bu, hatta bilimsel, ahlaksal vb. alanlara sızarak enikonu bir silkelenmenin önünü açar” diyerek farkında olmadan korkunç bir boşluğu, hatta bu sektörün gereksizliğini de vurgulamış oluyor.
Aklımıza nedense “merd-i Kıptî” fıkrası geliyor...
Ne acı...
Osman Çutsay
GEZİ'DEN SOSYALİST SANAT ÇIKAR MI? KİM SEVER SOSYALİST SANATI?
Hep utandırıldık sosyalist tavırdan
Yalın sosyalist devrimcilik hep ayıplandı bu ülkede solcularca. Daima çok daha önemli gündemler, sürekli çok daha keskin saflaşmalar sürüldü önümüze. Çoğu solcu yalın sosyalistleri çiğ, hayalci, salak veya hatta zararlı bulurken şunu söyledi: Biz de sosyalistiz! Ama... Bugün sosyalist olmak cumhuriyeti kurmak için mücadele demektir. Bugün sosyalist olmak aydınlanma için uğraş vermektir. Bugün sosyalist olmak dinciliğe karşı savaştır. Bugün sosyalist olmak özgürlükleri, demokrasiyi geliştirmektir. Bugün sosyalist... Kürt halk hareketini desteklemektir. Bugün insan haklarından yana olmaktır. Bugün sosyalist... Atatürkçülük. Bugün Ergenekon davasında... AKP'ye karşı...
Tüm bu yakıcı sorunların ancak sosyalizmle çözülebileceği fikrine yanaşmadı çoğu "sosyalist". Aksine tüm başka sorunları önceliğe almaktı onlarca "akıllı sosyalizm". Her şey halledildikten sonra gündeme gelecekti toplumcu düzen.
Söyle bakalım sen, ayakları yere basmayan hayalci. Seni zibidi. Seni maceracı ve hatta terörist.. anarşist. Seni bozguncu! Sosyalistim diyorsun da, Kürt meselesinde ne öne sürüyorsun? Şeyy, söylemiştim, bu sorunun tam anlamıyla çözümü ancak sosyalizmle mümkündür. Ama güncel durumla ilgili görüşümüzü defalarca net şekilde açıkladık. "Bırak bırak bunları, onu herkes söyler. Cesaretli olun, var olan saflaşmada kesin yerinizi belirleyin, bu hayat memat meselesidir. Sizinki sosyalistlik oynamak."
Bir konuda çözümün sosyalizmde olduğunu söylemeniz aşağılanmanıza yol açar. Ama sosyalizmi beklemeden neler önerdiğinizi en açık biçimde ifade etseniz de katiyen kâfi gelmez. O güncelde bir tarafın yanında yer almanız gerektir. Çatışan hakim sınıf taraflarından birinin yanında. "Çok önemli sorunlar" 90 yıldır bitmez. Hep ayıplısınızdır, hep ezik. Dahası en çok da solcular, "sosyalistler" yüklenir üstünüze.
Bu ülkede sosyalist edebiyat hiç olmadı
Tek tek sosyalist eserleri bulabildik Türkiye'de. Tek tek orada burada sosyalist sanatçılara rastladık. Ama gerçek bir güç, dayanışma içinde bir birliktelik, bir gelenek anlamında sosyalist sanat veya edebiyat... Hiç olmadı.
Sosyalist bir edebiyattan ne anlıyoruz? Sosyalist bir yapıttan neler bekliyoruz, bunun ölçüsü nedir? 1) Kapitalizmin (her biçimiyle) iğrençliğini gözler önüne sermesini ve karşı seçeneğinin sosyalizm olduğunu hiç değilse ima etmesini, 2) sınıflar mücadelesinin günlük yaşamdaki hallerini anlatıp buradan çıkış için bir felsefe önermesini, 3) düzene karşı mücadele eden insanları veya grupları anlatmasını, 4) mücadeleyi ve örgütlülüğü yüceltmesini... Bir yapıtta, saydıklarımızdan hiç değilse birinin belirgin biçimde öne çıkmasını.
Şimdi düşünün, 90 yılda bu ölçülere uygun kaç eser yayımlandı ülkede? Bunları istikrarlı üreten kaç edebiyatçı çıktı? Kalburüstü yazar ve şairlerimiz arasında 90 yılda 30 isim bulabilir miyiz "sosyalist" sanatçı diyebileceğimiz rahatlıkla. Zor!
Peki buna yol açan "iklim" nasıl bir iklim? İlk bölümde anlattığımız iklim. Mücadeleyi anlatmak çiğlik, sosyalizmi öne çıkarmak önce suçtu, şimdi ayıp. Solcu edebiyatçıdan çok ne var, sorsanız çoğu sosyalist olduğunu da övünerek ekleyecektir. Ama nasıl sosyalist? Liberalizmden hümanizme, Kürt milliyetçiliğinden Atatürkçülüğe, CHP'cilikten yetmez ama evetçiliğe sallanan yelpazede tam bir kafa karışıklığı, düzen yanlılığı... Büyük çoğunluğu için sosyalizm demek önce başka bir şeyleri halletmek, önce başka geniş çevrelerin teveccühünü kazanmak demek. Solun başarısı için akılcı olmak demek. Yani bu düzen içinde başarı ihtimalini artırmak demek. Birçok sol sanatçı aynı anda birkaç sosyalizm dışı çevreye birden hitap edecek eserler verme derdinde.
Osman Çutsay'ın açmak istediği tartışma açılmayacaktır
Haziran Günleri'nden sonra edebi iklim değişir mi, diyerek bir tartışma başlatmak istedi Sevgili Osman Çutsay. Bu tartışma açılmayacaktır. Çünkü en başta sosyalistler böyle bir şeye ihtiyaç duymamaktadır.
Edebiyatta sosyalistlerin tavrı da iki uç arasında salınıp durmakta. Genellikle edebiyatın gücünü inkar, az okumanın, az sorgulayıp araştırmanın getirdiği yüzeysel bir bakış. Bazen de o açığı kapamak için solcu bilinen neredeyse tüm ünlü, popüler sanatçıları kapsayacak ölçüde bir hoşgörü, liberalizm.
Solcu, dahası sosyalist olarak bilinen, ama ölçüte vurduğunuzda sosyalistliği su götürür hiçbir ünlü, popüler edebiyatçıyı eleştiremezsiniz bu bakımdan. Hiçbir puta dokunamazsınız. Hangisine yöneltseniz eleştirel aklı, en önce kendi dostlarınızdan küfür yemeye başlarsınız. Çünkü en yakın sosyalistler arasından çıkar onların fanatikleri, birkaç adım bile ilerleyemezsiniz. Siyasetle uğraşan devrimciyse, "b.ktan bir edebiyat kavgası için" kendi dostları arasında hır çıkmasını göze alamaz.
Bunun ideolojik sonucu ise açıktır. Madem sosyalist devrimciler bile sosyalist devrimci sanat duruşunun arkasında yer almıyor, enayi midir sol sanatçı, niye sosyalist edebiyat yapsın! Yapmaz nitekim. Genel bir sol sevicilikle işi idare eder. Ve her kesimden sol piyasanın bolca alkışını kapar. Sosyalist yayın organları sosyalist olmayan sanat eserlerinin övgüsüyle doludur çoğun. Başka şey yok ki denir. Niye olsundur ki!
Çutsay çok yerinde bir konuyu gündeme getirme gayreti göstermiş de, örnekleri tezini güçlendirir yönde seçilseydi keşke. Zarakolu'nun siyasi hattının bizce onaylanacak yönü yok, fakat 80'li yıllarda devrimci edebiyatı güçlendirmek için iyi niyetle yaptıkları nasıl eleştirilebilir, bilemeyiz. Ortaya çıkan örnekler Çutsay'ın dediği gibi genellikle berbat örneklerdi, fakat düzeyimiz buydu. Keza, Fethi Naci ve Sadık Aslankara mücadele eden insanın, sosyalist insanın anlatılmasını kınayan değil, destekleyen eleştirmenlerdir. Özellikle Naci. Asıl mücadele eden insanı, devrimci insanı anlatmayı edebiyat dışı sayan, kabalık sayan zihniyeti kimler geliştirmişti? Bunun izini sürersek 40'lı-50'li yıllara kadar varırız, 70'li, 80'li yıllarda madenini keşfederiz. Kimdi bu otoriteler, şairler, romancılar? Devrimcilere küfretmeyi hep birlikte ayıplayalım, ama kimlerdi acaba devrimcileri içerden anlatmayı sakillik saydıranlar; onları dışarıdan anlatmayı, onları dışarıdan güzellemeyi moda haline getirtenler?
Gezi'den sosyalist edebiyat çıkmaz, iklim biraz kırılır da, bize çok yaramaz
Gezi Direnişi'ne neredeyse hepimiz şapka çıkardık. Onurlandık, sevindik. Fakat bu bir sosyalist direniş miydi? Hayır. Bir tepki kalkışmasıydı, öfke patlamasıydı. İçinde yer alanların büyük çoğunluğu sosyalizm için çıkmadı sokağa.
Gerçek sosyalist damar da hiç mi yoktu, vardı elbette. Ama zayıf. O halde neden sanatta devrimci bir kırılma bekleyelim?
Gezi direnişiyle ilgili hangi sanatçıların tavrı öne çıktı? Bu sanatçıların tutumu iyiydi, hoştu da, hangi biri sosyalistti? Hangisi sosyalist sanat yapmakta? Sosyalist sanata dönük toplumsal bir talep artışı mı göze çarpmakta? Hayır. Gezi sonrası elbette sosyalist eserlerde bir artış beklenebilir, ama bir akım halinde sosyalist edebiyat?
İlk başta belirttik. Sosyalizmi önce kafalarda erteliyoruz, öteliyoruz. Gerçek "ötekileştirme" hep bu olmuştur Türkiye'de. Peki bu taktik anlamda bir başarı getirmiş midir? Sosyalistliğimizi başka şeylerin arkasına saklamak sola siyasi zafer getirmiş midir hiç? Hayır. 90 yılda böyle bir kazanım görmedik. Yetmez mi artık!
Gerçek kırılmayı ne zaman yaşarız, sanatta devrimcileşmenin belirtileri ne zaman ortaya çıkar biliyor musunuz? Çutsay'ın o yazısının veya bu yazının, geniş kesimler, hiç değilse on binlerce tartışılmaya başladığı zaman.
Kaan Arslanoğlu
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=edebiyat-dunyasi-bunu-konusuyor-1009131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Olimpiyatı bize neden vermediler

2020 Olimpiyatlarını bize neden vermediklerini aramızda tartışa duralım bence en doğru cevabı ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Scott Kilner vermiş. Cansu Çamlıbel pazartesileri Hürriyet’te ilginç kişilerle yaptığı can alıcı röportajlar yayınlıyor. Ben bu röportajlardan çok şey öğreniyorum. Bu pazartesi konuğu olan ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Scott Kilner, üç yıldır devam ettiği görevine veda ederek ülkesine dönüyormuş. Aslında sadece Türkiye’ye değil 30 küsur yıllık diplomatlık kariyerine veda ediyormuş.
Röportajı çok büyük olasılıkla Olimpiyat Komitesi’nin kararından önce vermiştir.
***
Diplomatlar “müttefik” ülkeler hakkında hep olumlu konuşurlar. Hele hele bir elçi veya konsolos misafir olduğu ülke hakkında hemen hemen hiç olumsuz kelam etmez. Aşağıda alıntılar yaptığım söyleşiyi bu gözle okuyun. Bay Kilner İstanbul’a veda edecek de olsa, hatta emekliye ayrılıyor bile olsa şahsi görüşlerini makamı tamamen terk etmeden, hatta resmen emekli olmadan söylemez, söyleyemez. Ağzından çıkacak her cümlenin ülkesini bağlayacağını bilir.
***
İşte ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Scott Kilner’in Cansu Çamlıbel’in bazı sorularına verdiği cevaplar:
(Önceleri Türkiye’ye daha olumlu baktığını ancak zamanla Türkiye’deki sorunları daha net gördüğünü söyleyen Konsolos’a sorulan “hangi sorunlar?” sorusuna:)
“Tutuklu gazetecilerin sayısının ve medyadaki oto sansürün artması, vatandaşın katkısı olmadan başlatılan mega projeler, büyük soruşturmalar ve davalarla ilgili soru işaretleri. Tüm bunlar anlaşılması güç şeylerdi. Bu şikâyetler 2011 seçimlerinden sonra giderek çoğaldı ve şiddetli bir hal aldı. Ben zaten Gezi Parkı olaylarına da bu çerçevede bakıyorum. Son yıllarda seslerinin duyulmadığını düşünen Türklerin sayısı çoğaldı… Birkaç sene önce şu ankinden daha iyimserdim.”
(Gezi Parkı nümayişleri hakkında:)
“Protestolar hoşnutsuzluğun meşru ifadesi olarak başladı, bizim ülkelerimizde de olan türden siyasi protestolar. Bütün demokratik ülkelerde olur bunlar. ABD’de devamlı var. Fransa’ya bakın, birkaç yılda bir Paris’in etrafına barikatlar kuruluyor. Ama protestoların olması bu insanların hedefinde hükümeti düşürmek ya da darbe tertiplemek var anlamına gelmez. Bence olayı böyle yorumlamak yanlış bir okuma. Elbette bu ülkenin geçmişinde ciddi askeri darbeler olduğunu biliyorum. Ama askerin sivil otoritenin kontrolü altına alınmasında çok büyük gelişme sağlandı. Artık durum çok daha normal…
…parkın içine doğru yürürken sanki zamanda yolculuk edip 1968’in Berkeley’ine dönmüşüm gibi hissettim. Pankartlar, sloganlar, devrim market, bunların hepsi o dönemi hatırlattı ve anılarımı geri getirdi. Bir anlamda çılgın ve radikaldi ama bana iyi huylu ve güvenli geldi. 45 dakika dolaştıktan sonra ayrıldım.” (Başka bir ortamda arabasına taş atıldığını da söylüyor.)
(Başbakan’ın Bernard Henri Levy üzerinden İsrail’i suçlaması ile ilgili olarak)
“5 yıl önce Tzipi Livni ile Bernard Henri Levy arasındaki diyalogun İsrail’in askeri müdahalenin arkasında olduğunu ortaya koyduğunu iddia etmenin ciddiye alınacak tarafı yok.”
***
Bir ülkede halen görevde olan bir Konsolos o ülkenin iç işleri hakkında bu kadar rahat konuşuyor, misafiri olduğu ülkenin Başbakanı’nın ortaya koyduğu iddianın “ciddiye alınacak tarafı yok” diyebiliyor!
Ben daha ne diyeyim!
***
Türk Olimpiyat Komitesi’nin başta Başbakan olmak üzere bir alay siyasi ile gezdiği, Başbakan karşısında gerdan kırdığı bir ortamda diğer ülkelerin siyasilerinin Olimpiyat işine karışmadıklarını söyleyen cahiller yukarıdaki röportajda zikredilen görüşler ile Olimpiyat’ın neden bize verilmediği arasında ilişki olmadığını söyleyecek ola dursunlar yukarıda alıntıladığım röportajda “misafir” “ev sahibi” hakkında hiç de “diplomatik” konuşmuyor!
RTE de Olimpiyatların siyasetle alakası yok diyenler ile aynı görüşte değil ki şöyle diyor:
“Bir yönüyle 1 buçuk milyarlık İslam dünyası ile bağları da kesip atıyorlar”
Ancak, birileri RTE’nin kulağına Batı dünyasının 2022 Dünya Futbol Kupası’nın oynanacağı ülke olarak çoktan İslam dünyasından Katar’ı seçmiş olduğunu hatırlatsın!
Başbakan ayrıca Liberal Demokrat Parti (LDP) Genel Başkanı Cem Toker’in şu sözlerini de okusun:
(2002-2007 arası Türkiye tüm İslam dünyasına örnek ülke ilan edilmişti. İşte o dönemde):
“…Tüm uluslararası organizasyonlar Türkiye’ye veriliyor(du)... Şampiyonlar Ligi finali, UEFA finali, Dünya Basketbol Şampiyonası, Üniversiteler Kış Oyunları, daha aklıma gelmeyen niceleri... Mısırlı, Ürdünlü, Filistinli, Faslı, Tunuslu genç imrenerek Türkiye'ye bakıyor(du)...”
Ne diyelim!
Geçti Bor’un pazarı… !
Cüneyt Ülsever/Yurt

Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=olimpiyati-bize-neden-vermediler-1009131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

AKP'li politikacıdan şok torpil belgesi



İşler ters gitmeye görsün, Mephistoların ayakları Faustlara dolaşmaya başlayıveriyor. Hep Faust kaybedecek değil ya, 11 yıl sonra artık Mephisto’nun da kaybedeceği zaman geldi çattı, geçiyor bile.
Maliye Bakanlığı Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı tarafından, Vergi Müfettiş Yardımcılığı kadrosu için 17 Ağustos 2013 tarihinde yapılan yazılı sınavda başarılı olan Sinan Ayhan ile, Hakan Ataç, müfettiş yardımcısı olmak için bir de mülakata girmek zorundalar. Asıl sınavın “mülakat” olduğunu, kazananın asıl mülakatla belirlendiğini iyi bilen iki “uyanık” çareyi torpilde bulmuşlar.
Mülakat tarihi 19 Eylül 2013 Perşembe günü saat 09.00’da Ankara’daki Vergi Denetim Kurulu binasında yapılacak.
İki kafadar hemen AKP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Avukat İsmail Ergüneş’in yanında soluğu almışlar. İlçe Başkanı İsmail Ergüneş kolları sıvayıp, ikisi için de AKP İstanbul Milletvekili, Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanvekili Türkan Dağoğlu’na hitaben bir yazı döşenmiş.
Hakan Ataç ve Sinan Ayhan’ın durumlarını bildirir iki not yazarak, Vergi Müfettiş Yardımcılığı için gireceği mülakatta bu arkadaşlara yardım edilmesi ricasında bulunmuş.
Kaderin kötü oyunu, dilekçeler Türkan Daoğlu’nun eline ulaşamadan ne yazık ki başkaları tarafından “yakalanıvermiş”. Şimdi bu "güzide” çocuklarımızın 19 Eylül’deki mülakatlarına bir zarar gelir mi, torpilleri kursaklarında kalır mı bilemiyoruz.
İŞTE TORPİLİN BELGELERİ
torpil-1__1_.jpg


Mümtaz İdil
Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=akpli-politikacidan-sok-torpil-belgesi-1609131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Sinan Meydan: YALANCININ (!) “MUSTAFA ARMAĞAN’IN HALİFELİK YALANINA YANIT VERİYORUM”

05 Mart 2012
37jgq.jpg
YALAN VE ÇARPITMA!

SEN BİR TARİH YALANCISISIN: “Hilafetin kaldırılmasını İngilizler Şart Koşmuştu” diye bir yazı kaleme alan Mustafa Armağan, sözüm ona bir de belge sunmuş: Belgeye bakın da hizaya gelin: “Üzerinde Kral V. George’un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası’na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye’yi ilgilendiren paragrafında ‘Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı’ söyleniyor.” Yani burada geçen YENİ BİR ÇAĞ AÇILMASI ifadesini Mustafa Armağan, “İngilizlerin Türkiye’ye Halifeğilin kaldırılmasını şart koştukları” şeklinde yorumlamış. Yani gözlerimizin içine bakarak ÇARPITMIŞ ve YALAN YAZMIŞ…”Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı” ifadesinden “Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasının” kastedildiğini çıkardığına göre Mustafa Armağan bir medyum olsa gerek!…
İNGİLİZLER HALİFELİKTEN KORKUYOR YALANI
En büyük Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri İngilizlerin halifelikten korktukları ve ne yapıp edip halifelikten kurtulmak istedikleri şeklinindedir. Hiçbir bilimsel temeli olmayan, tamamen düz siyasal İslamcı mantığı önermesi olan bu tez, Atatürk’ün genç Cumhuriyeti’ni “dinsiz” ve “İngiliz işbirlikçisi” göstermek için kurgulanmış yalan ve aslında komik bir tezdir. Çünkü 1920′lerde İngilizlerin Hilafetten korkmalarını gerektirecek hiçbir durum yoktur. Birincisi İngilizler, 1914-1918 arasındaki I. Dünya Savaşı’nda HALİFELİĞİN Osmanlı adına hiçbir işe yaramadığını çok iyi görmüştür. İkincisi 1918-1922 arasında HALİFE zaten İngilizlerin kontrolündedir. Üçüncüsü Halifelik var olduğu ve İngilizler Halifeyi kontrol ettikleri sürece HALİFELİK Müslümanlardan çok, milyonlarca Müslümanın yaşadığı sömürgelere sahip olan İngilizlere yarayacaktır.
İNGİLİZLER, HALİFELİĞİN KALDIRILMASINI İSTEMİYORDU
Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddialarının aksine, o günlerde aklı başına İngilizler “Hilafetin kaldırılmasını” hiç istemiyorlardı. Bu nedenle Hilafetin kaldırılması gündeme gelince Hint Müslümanı görünümünde, ama gerçekte İngiliz ajanı iki kişiye (Emir Ali ve Ağa Han) Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilmek üzere HİLAFETİN KALDIRILMAMASINI İSTEYEN bir mektup yazdırmışlardı.
İngilizlerin planı: Kurtuluş Savaşı’nın ardından firari padişah VAHDETTİN’e sahip çıkarak, onun HALİFELİK YETKİLERİNİ kullanıp, İngiltere’ye karşı ayaklanmış olan MISIR ve HİNT MÜSLÜMANLARINININ isyanlarını önlemekti. İngilizler, “HALİFE ve HALİFELİK ARTIK BİZDE” propagandası yaparak kendilerine başkaldıran HİNT MÜSLÜMANLARININ başkaldırılarını engellemeyi amaçlıyordu. ANCAK İNGİLİZLERİN BU OYUNLARINI ATATÜRK BOZMUŞTUR. Atatürk, VAHDETTİN İngilizlere sığınıp yurt dışına kaçar kaçmaz, İngilizlerin, Vahdettin’in HALİFELİK YETKİLERİNİ KULLANACAKLARINI anlayarak hemen yeni bir halife seçtirip (ABDÜLMECİT EFENDİ) Vahdettin’in halifelik yetkilerini o yeni halifeye verdirmiştir. Böylece İngilizlerin Vahdettin’in halifelik yetkilerini kullanarak HİNT MÜSLÜMANLARININ BAĞIMSIZLIK ATEŞİNİ SÖNDÜRMELERİNİ engellemiştir. Vahdettin’in halifelik yetkilerini kaybetmesi üzerine İngilizler de VAHDETTİN’e tekmeyi yapıştırmışlardır. Böylece firari padişahın sefaleti de başlamıştır.
ATATÜRK, hem İngilizlerce HALİFELİĞİN istismarını önlemek, hem de Cumhuriyet karşıtlarının HALİFELİK etrafında toplanıp rejim düşmanlığı yapmalarının önüne geçmek için 3 Mart 1924′te HALİFELİĞİ kaldırmıştır.
Üstelik TBMM Halifeliği kaldırırken Atatürk, “Halifelik TBMM’nin manevi şahsında saklıdır” diye bir madde ekletmiştir. Böylece İngilizler başta olmak üzere emperyalist ülkelerin “kaldırılmış halifeliği” yeniden canlandırıp istismar etmelerini de önlemek istemiştir.
Halifeliğin kaldırılması İSLAM DÜNYASINDA HİÇBİR OLUMSUZLUĞA YOL AÇMADIĞI GİBİ, HİÇ BİR İSLAM ÜLKESİ DE HALİFELİĞE SAHİP ÇIKMAMIŞTIR. DAHASI İSLAM ÜLKELERİNDEKİ BAZI MÜSLÜMAN KANAAT ÖNDERLERİ ATATÜRK’ÜN HALİFE OLMASINI İSTEMİŞTİR. Atatürk bu teklifi, “Türkiye gibi bütün İslam ülkeleri bağımsız olmadıkça Halifeliğin İslam dünyasının hiçbir işine yaramayacağını” belirterek geri çevirmiştir. Aslında 20. yüzyılda Halifelik Müslümanlardan çok Müslümanları sömürenlerin işine yaramıştır. Bilindiği gibi Osmanlı, I. Dünya Savaşı’nda HALİFELİĞİ kullanıp cihat ilan etmiş, ancak dünya Müslümanları bu cihat çağrısına olumlu cevap vermedikleri gibi ARAP ve HİNT MÜSLÜMANLAR İNGİLİZLERİN YANINDA OSMANLI’YA KARŞI SAVAŞMIŞTIR.
Ayrıca zannedildiği gibi “Halifelik” İslami bir gereklilik de değildir. Dört halifenin sonuncusundan itibaren halifelik bir oyuncağa dönüşmüştür. İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürmüştür. Osmanlı Devleti de Halifeliğin gücünü neredeyse hiç bir dönemde kullanmış değildir. Bu konuda yazılanların tamamı hamasetten başka bir anlam ifade etmez.
EMPERYALİZM HER ZAMAN PADİŞAHLAR, HALİFELER, DİKTATÖRLER İSTER
ŞURASI UNUTULMASIN Kİ: Emperyalizm “bir milleti” kontrol etmektense, adı sultan, padişah, kral, diktatör veya halife olan “bir adamı” kontrol etmenin çok daha kolay olduğunu bilir. Bu nedenle “ulusal egemenliğe”, “milli iradeye”, “cumhuriyete” karşıdır. Emperyalizim her zaman kendi kuklası durumunda padişahlar/ halifeler ister. Nitekim bugün bile emperyalizmin güdümündeki İslam dünyasında kukla diktatörler vardır. Emperyalizm Kurtuluş Savaşı sırasında padişaha/halifeye sahip çıkmış, onu kullanarak Atatürk’ün etrafında gelişen milli iradeyi yok etmek için çok uğraşmıştır. Dahası emperyalizm Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Lozan Antlaşması görüşmelerine bile Osmanlı Padişahının temsilcilerini çağırarak onlarla muhattap olmak istemiştir. Ancak ATATÜRK, KURTULUŞ SAVAŞI ile ANADOLU YAYLASINA GÖMDÜĞÜ EMPERYALİZMİN BİR DAHA TÜRKİYE ÜZERİNDE ETKİLİ OLAMAMASI İÇİN, EMPERYALİZMİN KUKLASI DURUMUNDAKİ PADİŞAHLIK/HALİFELİK GİBİ “TEK ADAM” İDARELERİNE SON VERMİŞ, CUMHURİYETİ İLAN EDEREK YÖNETİMİ MİLLETE VERMİŞTİR. Özellikle İngilizler bu duruma çok üzülmüştür. İrlanda’da M. Kolins’e ve İran da Rıza Şah’a Cumhuriyetİ ilan ettirmeyen İngilizler, Türkiye’de Atatürk’ün cumhuriyeti ilan etmesini engelleyememişlerdir. Üstelik Atatürk, adeta emperyalzimden intikam alırcasına Cumhuriyeti özellikle 29 Ekim’de ilan etmiştir. Böylece 30 Ekim’de İngilizlerle imzalanmış olan Mondros Ateşkes Antlşaması’nın intikamını almıştır.
EMPERYALİZMİN EN BÜYÜK HAYALİ
Emperyalizmin hayali Türkiye’nin eskiden olduğu gibi yine padişahlar/halifeler tarafından yönetilmesiydi. Çünkü onlar -daha önce de ifade ettiğim gibi- bir milleti kontrol etmektense bir adamı kontrol etmenin çok daha kolay olduğunu biliyorlardı…Nietkim Osmanlı’nın son yüzeli yılında bu durumdan çok ustaca yararlanıp Osmanlı’yı bir sömürge haline getirmişlerdi.
Türkiye dışında bütün Arap-islam ülkelerinin bugün bile emperyalizmin güdümündeki “diktatörlerce” yönetilmesinin alameti farikası işte buradadır…
SİNAN MEYDAN
3 MART 2012.
İLK KURŞUN



http://www.ilk-kursun.com/haber/97643
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

CEHALETTE BOĞULUP SITMADAN ÖLMEDİYSEK EĞER BUNU ONA BORÇLUYUZ “Atatürk ve Cumhuriyet Mucizesinin Bilançosu”

10 Kasım 2011
“Düşünüş biçimi zayıf, çürük yanlış sefih olan
6klj.jpg

bir sosyal topluluğun bütün çabası boşundadır.

İtiraf etmek zorundayız ki bütün İslam
dünyasının sosyal toplumlarında hep yanlış
düşünce biçimleri egemen olduğu için doğudan
batıya kadar İslam memleketleri düşmanların
ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret
zincirine girmiştir.”
Atatürk-20 Mart 1923-Konya
Bugün Cumhuriyetimizin 88. yıldönümü. Türk insanının padişahın kullarından özgür bireyler haline getirilmesinin, kadının köle durumundan kurtarılıp erkekle eşit kılınmasının, aşağılanan, dışlanan Türklere kimliklerinin ve kişiliklerinin yeniden hatırlatılmasının, akıl ve bilimin gücünün vurgulanmasının, kısaca bu milletin yeniden insan onuruna yakışır biçimde yaşamaya başlamasının 88. yıldönümü.
Kutlu olsun!
Cumhuriyet Devrimi (Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki yenilikler) Atatürk’ün kafasında ilk gençlikten beri biçimlenen, tecrübeyle, bilgiyle harmanlanan, zaman içinde olgunlaşan ve yeri ve zamanı geldikçe aşama aşama düşünceden uygulamaya geçirilen bir uygarlık projesidir.
Atatürk, 1918’de I. Dünya Savaşı’ndan 550.000 kayıpla çıkan, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla orduları dağıtılan, ağır silahları elinden alınan, tünelleri, demiryolları, tersaneleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilen, bu da yetmezmiş gibi elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında, aydınlanmamış, geri kalmış yıkık ve perişan bir ülkeyi önce bağımız sonra çağdaş bir ülke haline getirmeyi başarmıştır.
Yoksul, perişan, cahil, yılgın, moralsiz ve emperyalizmle kuşatılmış ve kışkırtılmış bir topluluktan önce bir “birlik”, sonra bir “ordu” sonra da bir “millet” yaratmıştır.
Atatürk, emperyalist ve kapitalist Avrupa’ya, “Biz tüm ulus olarak bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusça savaşan insanlarız” diyerek baş kaldırmış ve kazanmıştır.
Böylece dünyada ilk kez bir adam ve o adama inana bir millet, eli kanlı emperyalizmi dize getirmiştir.
Bu büyük başarı Atatürk’ü ve Türk milletini ezilen-sömürülen Doğu’nun bağımsızlık sembolü haline getirmiştir. İslam dünyasına göre o, Hıristiyan emperyalizmini dize getiren “ALLAH’IN KILICIDIR”
Prof. Arnold Tyonbee, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Türk ulusu kendisi için savaşırken aynı zamanda yoksul ülkelerin de savaşını vermiştir. Kendisine karşı kabaran sel sularını Ankara kapılarında durdurarak İzmir’e, Trakya’ya, İstanbul’a doğru süren Türklerin başlattığı yeni akım belki de Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Tunus, Cezayir ve Hindistan’a dek etkisini sürdürecek ve bu ülkeleri kaplayan Batı selini sürükleyip götürecektir.”
Atatürk, emperyalizmin ezberini bozan ilk ve tek doğuludur: Önce yetersiz insan gücü, yetersiz silah ve cephane, yetersiz bilgi, yetersiz para ve yetersiz moral gücüyle sanayileşmiş, bilgili, zengin ve şımarık emperyalizmi yenmiş; sonra da ortaçağ kalıntısı, geri kalmış, yoksul, bağımlı, bilgisiz ve sağlıksız bir “ümmet” imparatorluğundan çağdaş bir “ulus” yaratmıştır.
Atatürk, hiç abartısız önce bir vatan, sonra bir millet sonra da bu vatanda bağımsız yaşayacak millete çağdaş (uygar) bir gelecek hazırlamıştır.
Dünyanın hiçbir döneminde ve hiçbir yerinde bir millet için bu kadar çok şey yapan başka bir lider daha yoktur.

Özetlemek gerekirse Atatürk bu milleti iki kere kurtarmıştır: İlk kurtuluş; akılla-silahla-imanla-cesaretle- kazandığı Kurtuluş Savaşı, ikinci kurtuluş ise; akılla-kalemle-bilgiyle-azimle kazandığı Uygarlık Savaşı’dır

Elimizde Yokluk ve Yoksulluk Var İsmet.
Atatürk, cumhuriyetin ilanından bir gün sonra 30 Ekim 1923’te İsmet Paşa’yı köşke davet ederek, ona ülkenin içinde bulunduğu durumu, Osmanlı’dan devralınan mirası anlatmıştır. Atatürk sözlerine, “Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz…” diye başlamıştır.
Atatürk çok haklıdır….
Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk, yoksunluk ve bir de bağnazlıktır.
İşte genç Türkiye Cumhuriyeti’ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı’dan kalan miras:
« Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne posta ne de dükkan. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2’si okur-yazar. 35.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var.
« Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.
« Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için geçilmesi çok zor.
« 4.000 km kadar demiryolu var Anadolu’da. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım.
« Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüş.
« Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu’da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var.
« Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş zenginleri halkı eziyor.
« Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.
« Tüm Türkiye’de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye’deki toplam eczacı sayısı 60.
« Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.
« Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema yok…
« Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az.
« Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa’nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
« Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15’i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde.
« Osmanlı’dan bize kalan sadece dört fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları.
« Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok.
« Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı kentlerde var.
« Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400.000’i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor.
« Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7’si, kadınların %04’ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil.
« Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var.
« Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak.
« Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş.
« Halk kitap okumuyor. 1729’dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı’da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000’i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.
« Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.
« Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak.
« Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış. Antik tarihten ve Arkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar.
« Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş. Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor.
« Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil.
« Bir çok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
« 600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.
« Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”, gülünç durumda…
« Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani “avam” olarak görülmüş.

İşte Cumhuriyet mucizesi bu korkunç tabloyu çok kısa bir sürede tamamen tersine çevirmiştir. Bu yokluk, yoksulluk ve geri kalmışlık içinde Atatürk ve çevresindeki “devrimci kadro”, sadece 15 yıl gibi çok kısa bir sürede dünyaya parmak ısırtacak bir başarıya imza atmıştır.
Üstelik ATATÜRK Cumhuriyet mucizesine imza atarken, ilk on yıl içinde bir büyük isyan (Şeyh Sait İsyanı), irili ufaklı çatışmalar, iki kısmı seferberlik ve bir büyük dünya krizi yaşanmıştır. Kısıtlı bütçesine rağmen yabancılardan çok fazla borç almadan kalkınmayı başarmıştır. Cumhuriyet, İzmir İktisat Kongresi’yle başlayan kalkınma sürecinde denk bütçe, açık diplomasi, “yurtta barış dünyada barış” ilkeleriyle hareket etmiştir. Milletler Cemiyeti’ne ancak davet edilince girmiştir. Bu dönemde % 10 kalkınma hızı, %20 sanayileşme hızı yakalamıştır. Son beş yılda ise, bir büyük isyan (Dersim İsyanı) ve irili ufaklı çatışmalar, Hatay ve Boğazlar sorununa rağmen Devletçi ekonomiyle ve kalkınma planlarıyla fabrikalarını, demiryollarını, bankalarını kurmuş ve büyük bir hızla sanayileşmiştir. Halkçılık ilkesi doğrultusunda halkevleri, halkodaları, köy öğretmen okulları, köy okulları, millet mektepleri, enstitüleri, yüksek okulları ve üniversitesini kurarak halkı bilinçlendirmiştir. 15 yıl gibi kısa bir sürede, ortaçağ kalıntısı geri kalmış bağımlı bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratılmıştır. Neresinden bakarsanız bakınız bunun adı Atatürk ve Cumhuriyet Mucizesi’dir.
İşte Atatürk ve Cumhuriyet mucizesinin kısa bir bilançosu:
« Kurtuluş Savaşı boyunca “milli egemenlik” ilkesi doğrultusunda hareket eden, emperyalist kuşatmayla çevrilmiş ve demokrasi geleneği olmayan bir ülkede “ille de meclis, önce meclis” diyerek milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’yi açan, bütün bir ölüm kalım savaşını bu halk meclisiyle birlikte yürüten, daha sonra “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 600 yıllık Osmanlı saltanatını yıkan, siyasal kültürü artırmak için bir siyasi parti kuran (CHP), Cumhuriyeti ilan eden, hilafeti kaldıran ve kadınlara seçme seçilme hakkı veren ve iktidarı denetlemek için bir parti daha kurup (SCF) demokrasinin alt yapısı hazırlayan Atatürk böylece, 600 yıldan fazla bir zamandır sultanlar-padişahlar-halifeler tarafından “rai” (çoban), “reaya” (sürü) mantığıyla güdülen bir “kul” kitlesinden, özgür iradesiyle kendi kaderini kendisi belirleyen “bireyler” yaratmıştır. Cumhuriyet sayesinde kul bireye, ümmet millete dönüşmüştür. Bu gerçek anlamda “devrimci” bir dönüşümdür. İslam dünyası bugün hala Atatürk’ün yüzyılın başında yaptığı bu dönüşümü yapamamanın sıkıntılarını çekmektedir. İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik işleyişe sahip olan ülke sayısı Avrupa’da 5 Amerika’da 5 olmak üzere toplam 10 ülkedir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Türkiye, KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda İslam dünyasında “1.”, Avrupa’da “7.”, Dünya’da “12.” sıradadır. Demokrasi ve kadın hakları konusunda oldukça geri kalmış bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin bu başarısı, kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Avrupa’da faşist diktatörlüklerin kol gezdiği bir ortamda Atatürk demokrasiyi, “İnsan ırkının ümidi” ve “daima yükselen bir deniz” olarak adlandırmış ve bu doğrultuda Türkiye’yi demokrasiye hazırlamıştır. Nitekim bu hazırlıklardan sonra Türkiye 1946’da çok partili hayata 1950’de de demokrasiye geçmiştir.
« Atatürk, 600 yıldır Türkleri “etrak-ı bi idrak” diye merkezden çevreye dışlayan, onları çiftçi-köylü ve asker yapan, devlet yönetimini tamamen Hıristiyan-Yahudi-dönme-devşirme-soylu unsurlara bırakan, Kürtleri kullanma karşılığında onların aşiretleşmelerine ve fedaileşmelerine izin veren zihniyete son verip Türkleri yüzyıllar sonra yeniden çevreden merkeze taşımıştır. Cumhuriyetle Türklere devlet kapıları yeniden açılmış, ülke yönetimi saltanat soylularının elinden alınarak halka verilmiştir Cumhuriyetle birlikte, yüzyıllar sonra ilk kez bu ülkede dönme-devşirme-saltanat soylusu olmayan sıradan halk kitleleri başbakan, cumhurbaşkanı ve bakan olabilmişlerdir. Yakın tarihimizde, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan gibi “halkın içinden gelmekle” övünen kişilerin ülke yönetiminde söz sahibi olmalarının tek nedeni Atatürk’ün ve Cumhuriyetin Osmanlı’nın dönme-devşirme-soylu saltanatına son vermiş olmasıdır. Ama Atatürk ve genç Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan bu kişiler, Atatürk Cumhuriyeti’ni “jakoben” (tepeden inmeci) ve “seçkinci” olarak adlandırmışlar, kendilerini Osmanlı sultanlarıyla özdeşleştirmişlerdir. Akıl tutulması bu olsa gerekir. Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurmuş, Türk Tarih Tezi’ni ve Türk Dil Tezi’ni geliştirip Türkçenin yapısına uygun Yeni Türk Harflerini (Göktürk- Etrüsk- Latin Harfleri) kabul etmiş, Türk ağızlarında tarama ve derleme çalışmalarıyla unutulmaya yüz tutmuş Türk dilini yeniden açığa çıkarmış, böylece Osmanlı’da tarihini, dilini, dolayısıyla kimliğini ve kişiliğini kaybetme noktasına gelen Türklere yeniden dilini, tarihini; kısaca milli kimliğini anımsatmıştır.“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek de Türkiye’deki herkesi, ırkına, cinsine, dinine bakmaksızın “Türk milleti” diye adlandırmıştır.
« Atatürk, 1928’de Yeni Türk Harflerinin kabul edilmesinin ardından Millet Mekteplerini açtırmıştır. Ülke genelinde toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589’u şehirlerde, 35.46’sı köylerdedir. Bu okullarda toplam 46.000 öğretmen görev almıştır. 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde Millet Mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Millet Mektepleri’nde 1929-1936 tarihleri arasında ise 2.546.051 kişi yeni yazıyı öğrenerek diploma almıştır. Millet Mekteplerinde hiç okuma yazma bilmeyen 458.000 köylü kadından 152.968’ine okur-yazarlık belgesi verilmiştir. Türkiye’de 1927 yılında okuma-yazma oranı erkeklerde % 7 kadınlarda % 04 iken, Harf devriminden 7 yıl sonra, 1935 nüfus sayımına göre (toplam 17 milyon) okur-yazarlık oranı % 19.2’ye yükselmiştir. Bu oran, Harf devrimi öncesinin neredeyse iki katıdır. Okuma-yazma oranı sürekli artarak 1940-41’de % 22,4’e yükselmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın bu artış bir dünya rekorudur. Köy eğitmenleri projesiyle Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar genç ve idealist öğretmenler gönderilmiş, bu öğretmenler köylülerle birlikte kurdukları okullarda köy halkına hem okuma-yazma öğretmiş, hem bilim, sanat, kültür, konularında temel bilgiler vermiş, hem de tarım, hayvancılık, bağcılık ve bahçecilik, el sanatları gibi konularda halkı eğitmiştir. 1940’ların ortalarına kadar 7000 köye okul götürülmüştür. Atatürk döneminde okul ve öğrenci sayılarında büyük bir artış görülmüştür. 1924-1936 yılları arasında ki 12 yılda ilkokul sayısı % 25’lik bir artışla 4.894’ten 6.112’ye çıkmış; 1936-1946 yılları arasındaki 10 yılda ise bu sayı % 146’lık bir artışla 6.112’den 15.009’a çıkmıştır. Öğrenci sayısındaki artış ise ilk dönemde % 92, ikinci dönemde ise % 114’tür. İsmail Hakkı Tonguç’un verdiği bilgilere göre bu ikinci dönemde asıl artış köylerde olmuştur. Bu dönemde okul sayısındaki artış % 185, öğrenci sayısındaki artış ise % 119’dur.
« Atatürk, tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri kapatarak, tarikatlara son vererek, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve din istismarıyla mücadele ederek, hurafelerin bataklığında debelenen bir topluma “gerçek dini” göstermek için çok ciddi adımlar atmıştır. Softalıkla, yobazlıkla mücadele etmiştir. Dine ve dindara değil, dinciye ve din oyunu aktörlerine karşı gelmiştir. Halkın dini gerçekleri hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan anlaması için kutsal kitap Kuran-ı Kerim’i ve sağlam hadis kaynaklarını Türkçeye tercüme ettirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsir ve tercümesini ve Buhari’nin Hadis Kaynağını on binlerce takım bastırarak ülkenin dört bir yanına ücretsiz olarak dağıttırmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve yurdun en ücra köşelerine kadar dağıtılmıştır. Bu kitapların dağılımı şöyledir: 45.000 adet Kuran-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar cilt), 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt), 247.000 adet din kültürü eserleri… Şeri bir imparatorluk olarak bilinen Osmanlı’da 1400 ile 1730 yılları arasında, yani yaklaşık 300 yıllık bir dönemde telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akit ve kelam, 11 ahlak, 44 değişik konular ve sadece 1 tane de hadisle ilgili kitap yazılmıştır. Yani Osmanlı’da yaklaşık 300 yıl boyunca din içerikli toplam 143 eser yazılmıştır. Görüldüğü gibi kimilerince “dinsizlikle” suçlanan genç Cumhuriyet’in dini konularda ortaya koyduğu eser sayısı “dindar” diye adlandırılan Osmanlı’da 300 yılda ortaya koyulan eser sayısından katbekat fazladır: 300 yılda sadece 143 dini esere karşılık, 25 yılda 352.000 takım dini eser… Kimin daha dindar olduğuna siz karar verin!…

« Atatürk, dünya işlerini dinsel ilkelere göre değil, çağdaş hukuka, akıl ve bilim ilkelerine göre halletmek için şeri hukuka son vermiş, din adamlarıyla devlet adamlarının yetki ve sorumluluk alanlarını ayrıştırmıştır. Bir taraftan dinle dünya işlerini birbirinden ayırırken, diğer taraftan “Kimsenin inanışına engel olunamaz… Biz düşünceye ve inanışa saygılıyız…” diyerek inanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına almıştır. Tarikatların, cemaatlerin, din istismarcılarının dini kendi kontrollerine almalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurmuştur. Türk çocuğunun dinini-diyanetini doğru bir şekilde öğrenmesi için çalışmalar yaptırmış, köy okullarında din dersleri devam etmiş, bu derslerde 3. ve 4. sınıflarda “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı ders kitapları okutulmuştur. Atatürk, okullarda okutulan ve bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı Medeni Bilgiler ve Tarih II kitaplarında, “dinler” ve “İslam tarihi” konusunda eleştirel bir yaklaşım ortaya koyarak gençlerin “din” konusuna bile “akılcı” ve “eleştirel” bir gözle yaklaşmalarına zemin hazırlamıştır. 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na göre İstanbul Darülfünun’u bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına karar vermiştir. Üniversite Reformu’ndan sonra bu kurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Camiler açık olmuş, ezanlar susmamış, ibadet devam etmiş, dini bayramlar bütün coşkusuyla kutlanmıştır. Dahası, camisi olmayan veya Kurtuluş Savaşı yıllarında camisi yıkılan köylere ve kentlere bizzat Atatürk cami yaptırmıştır. Örneğin, Eskişehir’in Mihalıççık köyündeki tarihi bir cami, Atatürk’ün verdiği 5000 lirayla yeniden yaptırılmıştır.
« Atatürk, Müslüman Türk milletini dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşüren ve Batı’nın Türklere yönelik aşağılamalarına “görsel meşruiyet” kazandıran, çağın ve hayatın gerisinde kalmış, Türk kültürüyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan garip kılık kıyafeti çıkarttırarak, bütün medeni dünyada kullanılan çağdaş kılık kıyafeti giydirmiştir. Atatürk, “Şapka giydirdim ki, başa giyilen şeyle din değiştirilmeyeceğini anlasınlar…” diyerek şapka devriminin bir gardırop meselesi değil bir zihniyet meselesi olduğunu anlatmak istemiştir. Türkiye’de tek bir Allah’ın kulu şapka giymediği için idam edilmemiş ve cezalandırılmamıştır. İstiklal Mahkemesi, şapka devrimine karşı kışkırtıcılık yapan, halkı isyana teşvik eden sadece 27 karşı devrimciye idam kararı vermiştir. “Tük kadını tefritten ve ifrattan kaçınmalıdır” diyen Atatürk, kadınların kılık kıyafeti konusunda hiçbir yasal yaptırıma gitmemiştir. Yalnızca kadınların bilinçlendirilmesi ve yerel yönetimlerin bu konudaki tavsiye niteliğindeki kararlarıyla yetinmiştir. CHP’nin kadınların çarşaflarını, peçelerini, başörtülerini zorla çıkarttırdığı kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.

« Atatürk, çağdaş dünyayla ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkileri arttırmak için çağdaş dünyanın kullandığı alfabe, takvim, saat, ölçü, hafta sonu tatilini kabul etmiştir. Böylece içe kapalı Türkiye, özellikle ticarete, kültürde ve siyasette çağdaş dünyaya açılmıştır. Bu bakımdan Atatürk Cumhuriyeti’nin “statükocu”, “içe kapalı” olduğu iddiası kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
« Atatürk, çağın şartlarına ve hayatın gerçeklerine uymayan, modası geçmiş eski hukuk sistemini büyük oranda değiştirerek çağdaş dünyanın kullandığı zamana ve hayata uygun hukuk sistemini kabul etmiştir. Böylece kadın haklarını sınırlandıran Mecelle’nin yerine Türk aile yapısına uygun İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiş, bu kanunla Türk kadınlarına sosyal, kültürel ve ekonomik haklar tanınmış; çok kadınla evlilik yasaklanmış, resmi nikah zorunlu hale gelmiş, kadının kocasını boşamasının ve kız çocuklara miras bırakılmasının önü açılmış, kadının çalışmasını ve sosyal hayata katılmasını engelleyen ortaçağ kalıntısı zihniyete büyük bir darbe vurulmuştur. Türk Ceza Kanunu İtalya’dan alınmıştır. Ancak, bu kanun bazılarının iddia ettiği gibi Faşist Musolini’nin ceza kanununun çevirisi değildir, bizim aldığımız ceza kanunu 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nun çevirisidir. O dönemde dünyadaki en ileri ceza kanunu budur. Her alanda çağdaş hukuka geçilip eski hukuk kökünden sökülüp atılarak Osmanlı’daki hukuk karmaşasına son verilmiştir. Ankara Hukuk Mektebi açılarak çağdaş Türk hukukçuları yetiştirilmiştir.
« Atatürk, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla yamalı bohça görünümündeki çok başlı eğitim sistemine son vererek eğitim öğretimi birleştirmiştir. Böylece çağın gerisinde kalan, uzun bir dönemdir kapılarını akıl ve bilime kapatan Medreseler kapatılmıştır. Türkiye’deki yabancı okullar kapatılmış, azınlık okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak denetlenmiş, bu okullarda Türkçenin okutulması zorunlu kılınmıştır. Böylece, yabancı okullar (misyoner okulları), azınlık okulları, 19. yüzyılda açılan çağdaş okullar ve eski usul eğitim ve öğretim veren mektep ve medreseler arasında bocalayan gençlerin çağdaş, milli ve laik bir eğitim alabilmelerinin yolu açılmıştır.
« Atatürk, bilgi üretemeyen, harf devrimi yapıldığında “Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarım” diyen, “Okul bahçesinde fotoğraf çektirmenin günah olduğunu” söyleyen hocaların görev yaptığı yüksek medrese görünümündeki Darülfünun’u kapatarak Nazi baskısından kaçan bilim insanlarının da istihdam edildiği İstanbul Üniversitesi’ni açtırmıştır. İstanbul Üniversitesi, 1930’lu yılların dünyasındaki en önemli üniversitelerden biridir. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı bilim insanları arasında kendi alanlarında dünyaca ünlü çok sayıda bilim insanı vardır: İktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark; kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P. Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E. Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter… bunlardan sadece birkaçıdır. Dünyanın en önemli fizikçileri, matematikçileri, müzikologları, Sümerologları, Hititologları, antropologları İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir.
« Atatürk, Türkiye’nin dört bir yanında Halkevleri-Halkodaları açtırarak, yüzyıllardır cahil bırakılmış, eğitimle, sanatla, kültürle, bilimle bütün bağları koparılmış Anadolu insanı her konuda aydınlatmaya çalışmıştır. Anadolu’nun en ücra köşesine kadar yayılan Halkevleri-Halkodaları uygulaması, Türkiye’de gerçek anlamda bir Anadolu Rönesansı başlatmıştır. Halkevleri-Halkodaları sayesinde Anadolu insanı eğitimle, sanatla, bilimle, kültürle, sporla tanışmıştır. Batı’dan yaklaşık 400 yıl kadar sonra Anadolu insanı ilk kez okuma-yazma öğrenmiş, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, kadınlı erkekli toplantılara katılmış, birlikte öğrenmiş ve birlikte eğlenmiştir. Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşan Halkevleri, çölde bir vaha misali Anadolu bozkırına can vermiştir. 1932’de 24 Halkevi ve 34.000 üyesi vardır. Aradan geçen altı yıl sonra, 1938’de ise bu rakam 209 Halkevine ve erkek-kadın 100.000’den fazla üyeye ulaşmıştır. 1936 yılında 103 Halkevi çatısı altında çeşitli etkinliklere katılan insan sayısı 2 milyon 100 bin’dir.
« Atatürk aşiret ve tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak istemiş, bu yönde ilk adımları da atmıştır. 1934 yılında çıkartılan İskan Kanunu’yla yoksul köylüye toprak dağıtılmıştır. Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtmıştır. Atatürk’ün, Doğu’daki ağa-şeyh-aşiret-tarikat yapılanmasını yok ederek halkı özgürleştirmek için attığı bu önemli adım, emperyalizmin kontrolünde halkı sömüren feodallerin tepkisiyle karşılaşmış ve Doğu Anadolu’da genç Cumhuriyete karşı Ağrı ve Dersim isyanları patlak vermiştir.
« Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 17 Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’yle Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını başlatmıştır. 1923-1929 arasındaki liberal ekonomi denemesi 1929’daki dünya ekonomik krizinin ardından terk edilerek 1930-1938 arasında Planlı Devletçilik (Karma Ekonomi) benimsenmiştir. 1927’deki Teşvik-i Sanayi Kanunu ve 1929’daki gümrük tariflerinin kontrolüyle canlanan ekonomi, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardından başlayan ağır sanayi hamlesiyle dosta düşmana parmak ısırtacak bir başarı elde etmiştir. Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalan genç Cumhuriyet, 1926-1938 arasında Türkiye’nin değişik bölgelerinde 28 fabrika kurmuştur. Bu fabrikalarda işçi hakları en üst düzeyde tutulmuş, işçiler ve yöre halkı için sosyal imkanlar sağlanmıştır. Bu fabrikalar aynı zamanda birer kültür kumudur. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi % 152 artarken toplam sanayi üretimi % 80 artış göstermiştir. Artış kömürde % 100, kromda % 600, diğer madenlerde % 200 olurken, demir üretimi sıfırdan 180.000 tana çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır, 1930 yılında Türk Parası’nın Kıymetini Koruma Kanunu ve yine aynı yıl Merkez Bankası’nın kuruluşu çerçevesinde, TL’nin sterlin, ABD doları ve İtalyan lireti karşısındaki değeri yükselmiştir. Ulusal bankaların sayısı giderek artmıştır. Ülke genelinde 1924′de 19 ulusal banka varken (15’i yabancıların) 1938′de bu sayı 39′a yükselmiştir (9’u yabancıların). 1923 yılında İthalat ihracat arasındaki fark (-60) iken, başarılı ekonomik politikalar sonunda 1938’de bu fark (-5)’e düşmüştür. 1929 dünya ekonomik krizine rağmen 1924-1938 arasındaki büyüme hızı % 10’un altına düşmemiştir. Enflasyonsuz büyüme gerçekleştirilmiş, GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. 1923-1938 arasında 11 yıl boyunca gelir gider eşitliği sağlanmış (denk bütçe), 3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. 1938’e gelindiğinde Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın vardır. Artık şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tamamı, yünlü dokumada % 83’ü, pamuklu dokumada % 43’ü, kağıtta % 32’si, camda ve cam eşyada % 63’ü milli üretimle karşılanmaktadır. 1938’de devletin Osmanlı borçlarından başka borcu yoktur.
« Atatürk, ülkenin dört biryanını demiryolu ağlarıyla birbirine bağlamıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyete, yabancıların kontrolündeki 4.112 km demiryolu miras kalmıştır. 1928-1938 arasında bu demiryollarının 3.387 kilometrekaresi satın alınarak milleştirilmiştir. 1923’de 4.112 kilometre olan demiryolu uzunluğu, 1938’de 7. 132 kilometreye ulaşmıştır. Yani Osmanlı’nın son 150 yılında üstelik tamamen yabancılara yaptırıp işlettiği demiryoluna yakın uzunlukta bir demiryolu ağını genç Cumhuriyet 10 yılda kendi imkanlarıyla yapmıştır. Üstelik Cumhuriyetin demiryolları, ülkenin doğusuyla batısını, kuzeyiyle güneyini eksiksiz birbirine bağlayan çok daha işlevsel niteliktedir. 1938’den günümüze kadar geçen 73 yılda yaklaşık, 1500 kilometre demiryolu yapıldığı göz önüne alınırsa, Atatürk Cumhuriyeti’nin demiryolu konusundaki başarısı çok daha iyi anlaşılacaktır. Atatürk, yol olmadığı için adeta kaderine terk edilmiş durumdaki köyleri merkeze bağlamak amacıyla köy yollarının yapımına ve onarımına büyük önem vermiştir. Bu doğrultuda çok kısa bir zamanda adeta bir dünya rekoru kırılmış ve 1923-1926 yılı arasında 27.850 km köy yolu açılmış onarılmış ve düzeltilmiştir.
« Atatürk, 1926 yılında Teyyare ve Motor Türk Aş’yi kurdurmuştur. 1928’de Kayseri’de bir Uçak Fabrikası kurularak üretme başlamıştır. Fabrika, Alman Junkers firmasıyla birlikte 1938 yılına kadar 15 adet Junkers A 20 Uçağı, 15 adet ABD Havk Muharebe Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat Uçağı üretmiştir. Kayseri Uçak Fabrikası’nda toplam 112 uçak üretilmiştir. Fabrika yurt dışından bile uçak siparişi almıştır. Fabrika, 1939 yılından itibaren uçak üretimine son vererek sadece Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların bakım ve onarım işlerini yapmaya başlamıştır. 1925 yılında Vecihi Hürkuş, her şeyi ile yüzde yüz ilk Türk uçağını yapmıştır. 1936 yılında Nuri Demirağ, İstanbul Uçak Fabrikası’nı kurmuştur. Nu 37 koduyla uçak üretimine başlamıştır. Bu uçaklardan 24 adet üretilmiştir.
« Atatürk, Türk insanının belini büken amansız hastalıkların kökünü kazımıştır. Sağlık bakanlığına bağlı bir avuç idealist Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve bu hasatlıkları büyük oranda etkisiz hale getirmiştir. 1924 yılında 150 ilçede Muayene ve Tedavievi açılmıştır. Hastane sayısı 1940’ta 198’e ulaşmıştır. 1926’da Manisa ve Elazığ’da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastaneleri, Ankara ve Konya’da Doğum ve Çocuk Bakımevleri açılmıştır Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni de Trohom Savaş Hastaneleri açılmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2.215’i tedavi, 4.318’i ameliyat edilmiştir. 1925-1931 arasında ülke genelinde 40.000 trohomlu tedavi edilmiştir. Adana’da Sıtma Enstitüsü hizmete girmiştir. Değişik bölgelerde 11 Sıtma Dispanseri kurulmuştur. 1931 yılına kadar 2 milyon hasta tedavi edilmiştir. 1924-1938 arasında 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiştir, 5 milyonu tedavi edilmiştir, 350 kilometrekare bataklık kurutulmuştur. 1000 km kanal açılmıştır. çıkmıştır. Sıtmayla mücadele konusundaki bu büyük başarının dünyada eşi benzeri yoktur. 1922’de 22 olan Kızılay Dispanseri sayısı 1932’de 339’a, yatak sayısı ise 189’dan 1318’e çıkmıştır. 1960 yılına gelindiğine ülke genelinde doktor sayısı 9.826’ya, hemşire sayısı 2420’ye, ebe sayısı 3126’ya çıkmıştır. 1922’de 1.950 köyde sığır vebası vardı. 1932’de sığır vebası tamamen önlenmiştir.
« Atatürk, Türk insanına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu, çevreyi sevdirmiştir. Halkevleri aracılığıyla resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema gibi sanatların Anadolu’nun dört bir yanına yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri Avrupa’ya resim, müzik öğrenimi için göndermiştir Böylece Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir. 1937’de Türkiye’deki ilk resim galerisini, Resim ve Heykel Müzesi’ni açmış, İbrahim Çallı başta olmak üzere dönemin Türk ressamlarıyla ilgilenmiş, İlk Türk operasının (Özsoy) hazırlanması için ünlü müzisyen Adnan Saygun’u görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey’e de ilk konservatuarı kurdurmuştur. Türk müziğinin araştırılmasını sağlamış, çok sesli müziğin tanınıp dinlenmesi için mücadele etmiştir. Kulakları çok sesli Alafranga müziğe alıştırmak için bir süre çok sevdiği Alaturka müziği yasaklamıştır. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı kurdurmuştur. Şehir tiyatrolarının yurdun en ücra köşelerine kadar turneler düzenleyerek halka temsiller vermesini sağlamıştır. Eski Türk oyunlarının yeniden hatırlanmasını ve oynanmasını istemiştir. Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan’ın hatırlanmasını ve anılmasını; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında bilimsel araştırmaların yapılmasını ve bu kişilerin heykellerinin dikilmesini istemiştir. Nitekim Piri Reis hakkındaki ilk bilimsel araştırmalardan birini Manevi kızlarından tarihçi Afet İnan’a yaptırmıştır. Arkeolojiye, eski eserlere ve müzelere önem vermiş, Anadolu’nun köklü tarihinin sergilendiği müzeler açtırmıştır. Radyo yayınlarını başlatmış, sinemanın yayılmasına önayak olmuştur. Güreş, atletizm, havacılık, yüzme sporlarının gelişmesini, dahası bu branşlarda Türk kadın sporcuların yetişmesini sağlamıştır. Ankara’da Millet Bahçesi’nde bir Milli Sinema kurumuş orada halka açık filimler gösterilmiştir. Bireysel olarak da sinemayla ilgilenmiş, fırsat buldukça film izlemiş ve dahası, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir film senaryosu yazmıştır. Atatürk, başta Ankara Orman çiftliği olmak üzere Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu “örnek çiftliklerle” modern tarım-ileri hayvancılık yapılan ve biyoyakıt kullanılan çevreci bir Türkiye yaratmak istemiştir. Orman Çiftliği’ne 3 yılda 150 bin, Yalova-Termal arasındaki yola ise 2250 ağaç diktirmiştir. Yalova’da bir çınar ağacağının dalını korumak için ağacın hemen yanındaki köşkünü altına ray döşeterek birkaç metre yana kaydırmıştır. O günden sonra o köşke “yürüyen köşk” adı verilmiştir.
İşte Atatürk’ün aklıyla, iradesiyle yarattığı Cumhuriyet mucizesinin çok kısa bir bilançosu…
İşte günümüzde kimilerince küçümsenmeye, sıradanlaştırılmaya, unutturulmaya çalışılan Atatürk gerçeği, Atatürk mucizesi…
Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin haksız mıyım?“Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz.” derken haksız mıyım?…,


Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/85732
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

KÜRTÇÜ FAŞİZMİ BESLEYEN EMPERYALİZMDİR “ABD Temsilcisinin 89 Yıl Önce Hazırladığı Kürt Raporu’nun Sırrı”

19 Ağustos 2011
29613610150369187703777.jpg
Türkiye’de “Kürt Sorunu” diye adlandırılan ayrılıkçı Kürtçü faşizmi besleyen iki ana damar vardır. Bunlardan biri aşiret-tarikat kontrolündeki feodal yapı, diğeri ise emperyalizm kıskacıdır.
Yüzyılın başında Anadolu’da “uydu bir Kürt devleti” kurdurmak isteyen ABD, İngiltere ve Fransa, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Anadolu’daki Kürtlerle çok yakından ilgilenmiş, ayrılıkçı Kürtleri önce Türk ulusunun ölüm kalım mücadelesi olan Türk Kurtuluş Savaşı’na, sonra da çağdaş Türk ulus devletine karşı isyana teşvik etmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonrasında Anadolu’da Türkiye karşıtı 30’dan fazla Kürtçü isyan çıkmıştır.[1]
“Kürt Sorunu”nun, daha doğrusu “ayrılıkçı Kürtçü faşizmin” kaynağını doğru anlamak için, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye’de cirit atan ABD, İngiltere ve Fransa temsilcilerinin ve ajanlarının hazırlayıp ülkelerine gönderdikleri Kürt raporlarını iyi incelemek gerekir.
Örneğin, ABD’nin Türkiye’deki Yüksek Komiseri Tuğamiral Mark L. Bristol, 20 Şubat 1922’de İstanbul’dan Washington’a gönderdiği bir “Kürt raporunda” şu bilgilere yer vermiştir:
“Sayın Dışişleri Bakanı Efendim!
Başkanlığın bilgisi için askeri ateşe tarafından Kürdistan’daki durumla ilgili hazırlanan raporu sunuyorum. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Kürt sorunu dikkati çekecek değerdedir. Normal koşullarda bile Kürtler daima komşuları için sorun olmuşlardır. Şimdi, Kürdistan’ın ünlü petrol yatakları nedeniyle yabancı entrikalar kuşkusuz başladığı için ciddi sonuçlar çıkabilir. İngilizler herhalde Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmak isteyeceklerdir. Türkler de Kuzey Mezopotamya’yı (Kuzey Irak’ı) ele geçirmek için aynı şeyi yapacaktır. Kürdistan’ı özel etki bölgesi sayan Fransızlar da Türk İngiliz sürtüşmesinden çıkar sağlamakta bir an duraksamayacaklardır.”
Bristol raporuna, Fransız Askeri İstihbaratı’nın Kürtler hakkında hazırladığı bir rapordan alıntılar yaparak, şöyle devam etmiştir:
“Rapor’da Kürdistan ayaklanmasına, bütün Yakındoğu sorununun bir parçası ve İngilizlerin, dünyanın bu bölgesindeki amaçları ve istekleri açısından bakmak gerektiğini belirtmektedir. Sonra Büyük Britanya’nın en büyük sorununun Hindistan’ı güven altına almak olduğu, İngilizlerin planlarına bu bakımlardan yaklaşmak gerektiği ileri sürülmektedir. Bunlardan biri İran üzerinden Bolşevik tehdidi, öte yanda Mezopotamya, İran ve Gülucistan üzerinde Milliyetçi-Türk Pan İslam tehdididir. Bu son tehdidi önlemek için İngilizler, Filistin ve Irak dahil Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan kendi etkilerinde bir dizi devlet kurmak görüşündedir. Kral Hüseyin ailesini kullanarak güçlü bir Arap imparatorluğu kurmak ve Türklerin yoluna set çekmek istemiş, ancak Hicazlı aileyle işler yolunda gitmemiştir. Büyük çapta bir Arap ordusu düzenlemek oldukça güç bir iştir. Ayrıca daha kötüsü Halifelik İstanbul’da bulunmaktadır. Dolayısıyla Büyük Britanya’nın Kürdistan’daki rahatsız durumdan yararlanıp Mustafa Kemal’in sırtında bir tehdit olacak bir biçimde bunu geliştirmeye çabalamasına, aynı zamanda Milliyetçi Türkiye ile Mezopotamya arasında bir perde kurmasına şaşmamak gerekir.
Bundan sonra Kürt tarihi ile ilgili bilgiler verilmiştir. Bu arada Kürdistan’ın tamamen coğrafi bir deyim olduğu, hiçbir zaman siyasal bir birlik haline gelmediği belirtilmiştir. Kürtler, Türkiye ve İran da dağınık durumdadırlar.İran’da, Kürdistan’da, sonra Azerbaycan ve Ardilan’da başka etnik gruplara karışık olarak bulunmaktadırlar. Türkiye’de ise altı doğu vilayetinde; Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır’da, ayrıca Sivas ve Musul vilayetlerinde bulunmaktadırlar. Ermeno-Kürdistan’da ve Sivas’ta Ermeni ve Türk halkı ile birlikte yaşamaktadırlar. Diyarbakır ve Musul’da ‘Milli’ denilen Araplarla iç iç içedirler. Türkiye’deki Kürtlerin sayısı aşağı yukarı 1.200.000’dir. Dünya Savaşı sırasında başlıca Kürt ailelerinden Bedirhan ailesinin başı Abdürrezzak Bedirhan, kendini Kürdistan Prensi tanıması koşuluyla Rusya’ya hizmetini ve 25.000 süvari vermeyi önermiştir. Çar’ın egemenliğini kabul etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Rusya, bu öneriyi çok tehlikeli olacağı gerekçesiyle reddetmiştir. Ara yerde İstanbul Hükümeti, Kürtleri ayaklandırmaya çalıştığı için Bedirhan’ı ölüme mahkum etmiş, Bedirhan ise çabalarını sürdürmüş ve bu defa İngilizlere dönmüştür, ancak birden bire ölmüştür. Ölümünün Türk ajanlarının verdiği zehirden ileri geldiği öne sürülmüştür. Versailles Antlaşması’ndan önceki yıllarda Paris’te yaşamakta olan zengin ve etkili bir Kürt, Şerif Paşa, bu anlaşmaya bir Kürt devleti kurulmasını sokuşturmayı neredeyse başarmış, ancak Londra Konferansı bunu engellemiştir. Türkler, Şerif Paşa’nın eylemlerinden başka, Kürt devleti akımının arkasında kimsenin bulunmadığını iddia etmektedirler, ancak gerçek şudur ki, Kürt halkı kendisinden devamlı adam ve para istenmesinden bıkmıştır. İngilizler, onların bu hoşnutsuzluğundan yararlanarak karışıklık yaratmak, bir isyan çıkarmak üzere ajanlar göndermiştir. Bu ajanlar arasında Kürt Mustafa Paşa, Mulan Zade ve Hamit Paşa vardır. Geçen ilkbahar da Ankara Hükümeti’nin Kürtlerden istekleri o kadar dayanılmaz bir düzeye gelmiştir ki, en sonunda ayaklanmışlardır. Başlangıçta bu ayaklanma hiçbir güçlük çıkmadan bir Türk taburuyla bastırılmıştır. Haziran’daki başka bir ayaklanma daha ciddi olmuş ve bununla başa çıkmak için bir tümen kadar kuvvet gerekmiştir. Kazım Karabekir Paşa, bütün yaz boyunca Kürtlerin eylemlerine katılanların sayısının, bütün önlemlere rağmen artması karşısında kuşku içinde kalmıştır. (…) Kasım ayında Mardin’in Kürtler tarafından alındığı haber verilmiştir.”

“Kürt akımı çok ciddiye alınmamalıdır. Kürtler bir lider bulamamışlardır. Onları düzene koyacak güçte kimse yoktur. Şerif Paşa, ülkesinden yetki alamamıştır. İstanbul’daki iki Kürt derneği ise oturup uzun uzun tartışmakta, ancak ortaya bir lider çıkaramamaktadır. Halen Süleymaniye’de bulunan Kürt Kongresi, bir başkan seçmek ve bir program üzerinde birleşmek için çağrıda bulunmuş, ancak Kürt aşiret reislerinin üçte ikisi bu çağrıya katılmamışlardır. Askeri ve siyasi liderlikten yoksundurlar. Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir. Ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorunlarına son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gen de Kürt durumuyla meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar. Bay Churchill, Avam Kamarası’ndan İngiliz Yüksek Komiserliği’nin yönetiminde olursa Kürtlerin Mezopotamya (Irak) ile birlikte idare edilmeye razı olduklarının araştırmalar sonunda öğrenildiğini söylemiştir. Gerçekte ise bu araştırmalar, İngilizlerin İstanbul’daki iki Kürt derneğini ‘Teali’ ile ‘Teşkilat’ Musul ve Mardin bölgesindeki bazı küçük Kürt reislerini satın almaları biçiminde sınırlı olmuştur. (…)”

“Alınan istihbarata göre İngilizler, Hicazlı Kral Hüseyin’in üçüncü oğlu Emir Zeid’i kral yapmak istemektedir. Ancak kendinden çıkacak bir lideri bulamayan Kürdistan’ın bir yabancı prensi kabul etmesi düşünülemez.
Fransız-Türk anlaşmasına karşı yürüttükleri kampanya ve Kürt ayaklanmasına verdikleri itici güç konusunda İngilizlerin eylemlerini yakından izlemek gerekir. İngiliz iddiasına göre, gizli bir anlaşma ile Türkler geri aldıktan sonra Musul’daki petrol yataklarının işletilmesini Fransızlara söz vermişlerdir. Böyle bir anlaşmanın varlığı konusunda ellerinde kanıt yoktur. Şimdi aynı zamanda bizim Türklere yaptığımızı (yanlış olduğuna eminim)Kürtlere yapmaya çalışmaktadırlar. Kürtleri, Mardin ve öteki bölgeleri ele geçirmeye, yani Türklerin bize verdikleri bölgeleri ele geçirmeye itiyorlar. Bu durumda İngilizler, Fransız çıkraları aleyhinde çalışmıyorlar mı?”[2]
İşte, Atatürk’ün ifadesiyle, “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin…” kirli yüzü ve kirli oyunları…
İşte emperyalizmin Türkiye’yi bölüp parçalamak için kullandığı Kürt kartı!
Amiral Bristol’un Washington’a gönderdiği bu rapor, emperyalizm için “Kürt”, “Türk” veya başka bir milletin değil, “ulusal çıkarların” esas olduğunu, emperyalizmin “kendi ulusal çıkarları için” gözünü kırpmadan, büyük bir soğukkanlılıkla “halkları” kullanabileceğini gözler önüne sermektedir.
Bu rapor, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “Kürt isyanlarının” ve “ayrılıkçı” Kürt hareketlerinin arkasında “emperyalist güçlerin” olduğunu; İngilizlerin ve Fransızların Kürtler üzerindeki “kirli oyunlarını” ve “entrikalarını”, ABD’nin çok yakından takip ettiğini şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlamaktadır.
Özetlemek gerekirse:
1. ABD temsilcisine göre Kürtler, komşuları için bile daima sorun olmuşlardır.
2. Kürtler üzerindeki yabancı entrikaların temel nedeni bölgedeki petrol yataklarıdır.
3. İngilizler, Kürt bölgelerini (Kürdistan’ı) denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmaktadırlar.
4. Fransa da Kürt bölgelerini (Kürdistan’ı) özel etki bölgesi saymakta ve çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır.
5. İngiltere, Hindistan sömürgelerini korumak için Ortadoğu’da kendi etkisinde bir dizi devlet kurmak istemektedir. Bu devletlerden biri de Kürdistan’dır.
6. İngiltere, Kürt bölgelerindeki rahatsızlıktan yararlanıp Atatürk’ü, tehdit edecek bir biçimde Kürt sorununu geliştirip milliyetçi Türkiye ile Mezopotamya (Irak)arasında bir tampon oluşturmaya çalışmaktadır.
7. Kürdistan adı tarih boyunca hep “coğrafi bir bölge” adı olarak kullanılmış, hiçbir zaman “siyasal birlik” anlamında kullanılmamıştır.
8. ABD temsilcisi, Ermeno-Kürdistan kavramından söz ederek, emperyalistlerin bölgede bir Ermeni-Kürt Federasyonu kurmak istediklerini ima etmektedir
9. Bazı Kürt liderleri ve Kürt aşiretleri I. Dünya Savaşı’ndan beri ayrılıkçı faaliyetler içine girmişlerdir.
10. İngiltere, Kürtlerin içinde bulundukları durumdan yararlanarak onları Türklere karşı kışkırtmak için ajanlar göndermiştir.
11. Kürtler, Ankara’daki Milli Hükümet’e karşı ayaklanmışlardır.
12. Kürtlerin başında iyi bir lider olmadığı sürece Kürt hareketini fazla ciddiye almamak gerekir.
13. Yunanlılar, önemli bir zafer kazanırsa Kürt isyanları Türkiye’yi tehdit edecek boyuta ulaşabilir, Ancak, savaşı Türkler kazanırsa Türkler “Kürt sorununu” çözebilir.
14. İngiltere, Atatürk, Kürt sorunuyla meşgul edildiği sürece, Türkiye’nin Musul’a el koyamayacağını düşündüklerinden bölgedeki Kürtleri Atatürk’e ve Ankara Hükümeti’ne karşı kışkırtmaktadırlar.
15. İstanbul’da iki Kürt cemiyeti vardır. Bu cemiyetler Kürtleri Türkiye’den koparıp İngiliz mandası altına almaya çalışmaktadırlar
16. İngiltere’nin ve Fransa’nın Kürt bölgelerindeki çıkarları çatıştığı için İngiltere ve Fransa arasında gizli bir mücadele yaşanmaktadır.
1922-2011; aradan geçen 89 yıla rağmen, ABD’nin ve Avrupa’nın Kürt politikası bugün ne kadar değişmiştir?
Görüldüğü gibi Kürt Sorunu’nun kaynağı Kemalizm değil, emperyalizmdir. Köksüz tatlısu solcularına, dönme liberallere ve kadim yobazlara duyurulur….
Sinan Meydan
İLK KURŞUN

17 Ağustos 2011
Kaynaklar-Dipnotlar
[1] Bütün bu Kürtçü isyanların ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Cummhuriyet Tarihi Yalanları, 2.Kitap, İstanbul, (Eylül) 2011
[2] Orhan Duru, Amerikan Gizli Belgelerinde Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, İstanbul, 2001, s.156-161


http://www.ilk-kursun.com/haber/79620
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

ATATÜRK’ÜN GAP PROJESİ “Ayrılıkçı Kürtçüler Bunu Biliyor mu?”

17 Ağustos 2011
26286710150366543763777.jpg
Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Yatırımları
Atatürk, “çağdaş” bir Türkiye yaratmak istemiştir; hurafeler yerine “akıl” ve “bilimin” egemen olduğu, “kulluktan” kurtulup “birey” olan insanların “özgür iradeleriyle” kendi kendilerini yönettiği, eğitim seviyesi yüksek, herkesin birlikte çalışıp, birlikte üretip, birlikte bölüştüğü,“eşitlikçi” ve “tam bağımsız” bir Türkiye yaratmak istemiştir.
Atatürk, böyle bir Türkiye yaratırken, öncelikle Türkiye’deki Ortaçağ kalıntısı “kemikleşmiş” feodal yapıyı kırmakla işe başlamıştır.
Ancak, “tarikat” ve “cemaat” yapısı içinde kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş, kaderini ağaya, şeyhe ve şıha bırakmış, ekonomik özgürlüğü olmayan, okuma yazma bilmeyen, dinle kandırılmış, emperyalist oyunlarla kışkırtılmış Kürt vatandaşları, 500 yıllık “feodalist” ve “emperyalist” kıskaçtan bir anda çekip almak çok da kolay olmamıştır.
Yüzlerce yıllık alışkanlıklar ve çıkarlar, genç Cumhuriyetin karşısına “dev bir hayalet” gibi dikilmiştir.
Atatürk, “Kürt sorununu” besleyen Doğu’daki “feodal yapıyı” kırmak için herşeyden önce “toprak ağası” durumundaki “aşiret reislerinin” topraklarını ellerinden alarak yoksul köylüye dağıtmanın, yani “toprak reformu”nun hesaplarını yapmıştır.
Bu amaçla, 1934 yılında İskan Kanunu çıkarılmıştır.[1] Bu kanuna göre yoksul ve topraksız köylüye toprak dağıtılacaktır.[2] Kanunun 10. maddesine göre “Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği” kaldırılmıştır. Kanun, “Aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara gönderme yaparak, reis, bey, ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı ve kayıtsız bütün taşınmazların teminatsız kamulaştırılıp, göçmenlere, mültecilere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanmasını” öngörmüştür. [3]
1935 yılında toplanan (9-16 Mayıs) CHP 4. Büyük Kurultayı’nda ilk kez Toprak Reformu’na yer verilmiştir.[4] 14 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen CHP Programı’nın 34. maddesi şöyledir:“Her Türk çiftçisini yeter toprak sahibi etmek partimizin ana gayelerinden biridir. Topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için özgü istimlak kanunları çıkarmak lüzumludur.”[5]
1935 ve 1937’de İçişleri, Sağlık ve Tarım Bakanlıkları Toprak Kanunları hazırlamıştır.[6]
1935’te Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla Vakıf toprakları eylemli olarak tasfiye dilmiş, böylece feodal, dinsel kurumların temelini oluşturan büyük vakıf toprakları devlet mülkiyetine alınıp satış yoluyla özelleştirilmiştir. Ancak bu toprakların varlıklı alilerin eline geçmesi istenilen sonucu vermemiştir.[7]
1937’de kamulaştırma ve toprak dağıtımı için Anayasa değişikliği yapılmıştır.13 Şubat 1937’de Anayasa’nın 74. maddesine şu fıkra eklenmiştir:
Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları devlet tarafından idare etmek için istimlak olunacak arazi ve ormanların istimlak bedelleri ve bu bedellerin ödenmesi sureti özel kanunlarla tayin edilir.” [8]
Sonuçta, 1934-1938 arasında toplam 90 bin civarında aileye 3 milyon dönüm kadar toprak dağıtılmıştır.[9] Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9. 983.750 dekar toprak dağıtmıştır.
Ancak, Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin bütün iyi niyetli çabalarına karşın ortaya çıkan bu tablo yetersizdir. Her şeye rağmen feodalizm canavarı Cumhuriyete meydan okurcasına halkın kanını emmeye devam etmiştir.
Atatürk, Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit yurttaşları” yapmak için kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok adım atmıştır.
Bu adımlara geçmeden önce 1920’lerde ve 1930’larda bölgenin temel özelliklerine bakmak yerinde olacaktır.
İşte o günlerin Güneydoğusu:
« Bölgenin imkânsızlıklarından dolayı, bölgeye yöneticiler ve memurlar gitmemektedir.
« Bölge halkı hükümet ile eşkıya arasında sıkışıp kalmış ve iki taraflı “korku psikolojisi” içine girmiştir. Köylü hükümete, eşkıya hakkında bilgi verince, eşkıyanın baskını ile karşılaşmaktadır.
« Bölgede sıkça isyan çıkmaktadır.
« Bölgede dikkate değer esnaf, tüccar ve sanat erbabı yoktur. Bu durum halkı mağdur etmektedir.
« Yol durumu çok kötüdür.
« Okuma yazma oranı çok düşüktür.
« Tabiat şartlan çok zordur. Bölgenin bazı illerinde kış, 8 ay sirmekte ve yollar ulaşıma kapanmaktadır.
« Erzurum sathı 1900, Van gölü sathı 1720 m. irtifadadır. Böyle olunca ürünler şehirlere gidemediği için köylünün elinde kalarak çürümektedir.
« Topraklar, toprak ağalarının elindedir, köylü ağaların hizmetkarı durumundadır.
Cumhuriyet tarihi yalancılarının sıkça dile getirdikleri, “Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yatırım yapmadığı!” tezi doğru değildir. Sürekli isyanlarla çalkalanan, dolayısıyla sürekli “asayiş sorunlarının” yaşandığı, coğrafi ve toplumsal yapıdan kaynaklanan zorlukların geçit vermediği bir bölgeye yatırım yapmanın güçlüğüne karşın, genç Cumhuriyetin yine de en çok yatırım yaptığı bölgelerden biri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri olmuştur. Nitekim, aynı dönemde ülkenin diğer bölgelerinde asayiş problemi yaşanmamasına karşın, Doğu illeri ortalamalarının altında kamu harcaması almış iller vardır.[10] Bu nedenle o dönemdeki göreceli “yatırım azlığını”, “Genç Cumhuryet doğuya yatırım yapmadı!” yalanıyla değil de, ülkenin genel ekonomik koşullarıyla açıklamak daha doğru olacaktır.[11]
Ayrıca bölgedeki isyanlar, ülke ekonomisine ciddi yükler getirmiştir. İngiliz The Times gazetesine göre Türkiye’nin sadece Şeyh Sait İsyanı’ndaki kaybı 20 milyon Paund’dur. Buna rağmen, genç Cumhuriyet, bölgenin asayişini sağlamak ve bayındırlık hizmetleri götürmek için, uzun yıllar boyunca bölgeye “özel ve olağanüstü” ödenekler aktarmıştır.[12] Hatta “Tunceli” adında yeni bir il bile kurmuştur.[13] Bu ilin kurulmasına ilişkin yasa teklifi, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “…Cumhuriyet devri memleketin esaslı ihtiyaçlarını temin ederek asıl hastalığı tedavi etmek şiarı olduğu için, burada da medeni usullerle bir tedbir düşünüldü. Ve bu program ile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini gözetti” denilerek Meclis’e sunulmuştur.[14] Özakıncı’nın deyişiyle, Dersim’i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun“la,“Cumhuriyet, aşiretlerin Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının Tunçeli’ne dönüştürmek” istemiştir.[15]
“Cumhuriyet, aşiretlerin ‘Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının ‘Tunç Eli’ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.
Aşiretler Dersim’inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet’inin “Tunç Eli”ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu. Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında o günleri:
‘Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim’in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: ‘Bu meseleyi kökünden hallediniz’ diye anlatmıştır.”[16]
İşte Atatürk Cumhuriyeti’nin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı yatırımları[17]:
« 1924’te Diyarbakır-Ergani Madeni devletleştirilerek işletmeye açılmıştır.
« 1925’te -köylüyü ezen- Aşar Vergisi kaldırılmıştır.
« 1925’te 3 milyon lira sermaye ve %50 nispetinde Alman sermayesiyle “Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi” kurulmuştur.[18]
« 1925’te tütün rejisi yabancılardan alınmıştır.
« 1929’da Elazığ’da “Elaziz İpek Mensucat Türk Anonim Şirketi”nin” kurulmasına karar verilmiştir.[19]
« 1929’da “Yol ve Köprüler Yapımına İlişkin Kanun” çıkarılarak Güneydoğu Anadolu’da pek çok yol ve köprü inşa edilmiştir.
« 1932’de Ankara’da Birinci Tütün Kongresi toplanmıştır.
« 1934’te Diyarbakır-Siirt yolunda Pasur köprüsü açılmıştır.
« 1934’te Fevzipaşa-Diyarbakır demiryolu tamamlanmıştır.
« 1934’te Elazığ’a demiryolu ulaşmıştır.
« 1934’te Yolçatı-Elazığ demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1934’te Siirt’te 7 yeni cadde ve 21.384 metre yeni kaldırım yapılmıştır.
« 1934’te Elazığ’ın Maden ilçesi Alacakaya (Guleman) krom sahası “Şark Kromları İşletmesi” idaresinde 1936’dan itibaren işletilmiştir.
« 1935’te Adıyaman Göksün köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Munzur suyu köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Van gölü işletmeye açılmıştır.[20]
« 1935’te Keban maden köprüsü açılmıştır.
« 1936’da Erzurum’da Kız Sanat Okulu açılmıştır.
« 1936’da Erzurum-Sivas demiryolu hattının temeli atılmıştır.
« 1936’da Yazıhan-Hekimhan demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1936’da Malatya’da Sigara Fabrikası kurulmuştur.[21]
« 1936’da Bitlis’te Sigara Fabrikası kurulmuştur.
« 1937’de Malatya Bez Fabrikası’nın temeli atılmıştır.[22]
« 1937’de Hekimhan-Çetin demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Islahiye deniryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Atatürk Tunceli’de Singeç körüsünü açmıştır.
« 1937’de Diyarbakır- Cizre demiryolunun temeli atılmıştır.
« 1938’de Ankara-Erzurum demiryolu Erzincan’a ulaşmıştır.
« 1938’de Sivas Çimento Fabrikası’nın yapmına başlanmıştır.[23]
« 1938’de Erzurum’da 900.000 TL.lık bir imar çalışmasıyla ilçeler dahil 30 ilkokul, sinema şehir elektriği vs. yatırımlar gerçekleştirilmiştir.
« 1938’de Erzurum’da Ilıca nahiyesinde posta ve telgraf merkezleri açılmış, 14 derslikli ilkokul binası ihale edilmiş, gazino ve lokantası olan bir otel de planlamaya alınmıştır.
« 1938’de Erzurum’da Doğu Kültür Kongresi açılmıştır.
Atatürk’ün genç Cumhuriyeti, Türkiye’de görülen “trahom hastalığıyla mücadele” konusunda Güneydoğu Anadolu’da büyük bir çalışma başlatmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2215’i tedavi, 4318’i ameliyat edilmiştir.[24]
Fethi Okyar Hükümeti’nin önemli hedeflerinden biri Doğu Anadolu’da “dokuma sanayine” hız kazandırmaktır. Hükümet programında, bölgede 10.000 iğlik bir iplik fabrikası kurma hedefinden söz edilmiştir.[25]
Atatürk, 1937’de Celal Bayar başkanlığındaki hükümete “en kısa yoldan, en ileri ve en refahlı Türkiye idealine ulaşmak” için yeni ekonomik hedefler göstermiştir. Bu hedefler doğrultusunda hazırlanan Celal Bayar’ın üç yıllık maden işletme ve dört yıllık sanayileşme planlan,[26] kamuoyunda büyük heyecan yaratmıştır.[27] Bayar’ın sanayileşme planında, Doğu Anadolu’yu doğrudan etkileyecek Trabzon limanı ile Sivas’ta çimento ve Motor fabrikaları, Iğdır pamuklarını işlemek için Erzurum’da iplik fabrikası kurulması da yer almıştır. Ayrıca programda öngörülen üç şeker fabrikasından ikisinin Doğu illerinde inşası planlanmıştır.[28]
Erzurum’da kurulacak iplik fabrikası için gereken elektrik enerjisinin Tortum şelalesinden elde edilmesi için mühendisler grubuna incelemeler yaptırılmış ve buradan elde edilecek enerjiyle “bütün Doğu’nun, bilhassa Erzurum’un mühim bir sanayi merkezi olması kabiliyetini kazanacağı” anlatılmıştır.[29]
Atatürk döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde 6.124 işyeri açılmıştır.[30]
Atatürk, 1930’larda Doğu’da bir “üniveriste kurma” talimatı vermiştir. Bu doğrultuda bugünkü Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuştur.[31]
Rahmi Doğanay, “1930-1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları” çalışmasının sonucunda, genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok yatırım yaptığını doğrulamıştır:
“Doğu Anadolu, Birinci Sanayi Planı çerçevesinde maden, dokuma ve sigara sanayi gibi birçok endüstriyel kuruluşa kavuşmuştur. Kaldı ki; bu dönem kalkınma ve sanayileşme hedefleri bölgesel gelişmeyi değil, bütün ülkenin topyekün gelişmesini hedeflemiştir. İkinci Sanayi Planı ise daha geniş kapsamlı olmakla birlikte uygulamada dünya ve Türkiye’nin olağanüstü şartları içinde daha etkisiz kalmıştır.(…)
İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren ülkenin tümüyle bayındır ve mamur hale getirilmesi konusunda izlenen iktisadi politikalar hem devletin sorumluluk alması, hem de özel teşebbüsün yatırımlar için teşvik edilmesine yöneliktir. Birkaç kez çıkarılan Sanayii teşvik Kanunları da iktisadi gelişmeyi sağlamak amacını taşımaktadır. Birinci ve İkinci Beş yıllık Sanayi Planları da ülkenin her tarafı için olduğu kadar, Doğu Anadolu’da devlet ve özel teşebbüs yatırımlarının yaygınlaştırılması yönünde hedefler koymuş, Atatürk de yurt gezilerinde bölgenin özelliklerine göre yapılacak yatırımlar açısından görüşlerini beyan etmiştir. Ayrıca bu gezilerde yatırımları teşvik amacı da dikkate alınmıştır..”[32]
Ramazan Topdemir de, “Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politkası ve GAP” adlı kitabında, Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin ayrım yapmadan “yurdun her tarafını” kalkındırmak için çok büyük yatırımlar yaptığını, özellikle tarımla uğraşan köylüye büyük kolaylıklar sağladığını ifade etmiştir:
“Ülkenin en uzak köşelerinde bile halkın huzuru ve güvenliği öylesine sağlanmıştır ki bunu geçmişin en sakin dönemleriyle karşılaştırmak bile yersiz olur. Herkes güven içinde tarlasında çalışmakta ya da zanaatını yürüttüğü yerde işin başındadır. Bu insanlar çalışmalarının sonuçlarından yararlanabileceklerinden emin ve bunların ellerinden zorla alınamayacağının güveni içindedirler. Ekonomi, eğitim sosyal yardım konularında şimdiden somut sonuçlar alınmıştır. Daha önceden var olan tarım okullarına Bursa’da, Balıkesir’de İzmir’de, Adana’da, Erzincan’da beş yenisi eklenmiştir. Savaşın ve değişmelerin işlemez hale getirdiği Ziraat Bankası yeniden çalışır hale getirilmiş ve birçok yerde şubeler açılarak halkın yardımına koşulmuştur. Pek çok sığınak ve göçmen refahları yönünden uygun yerlere gönderilerek yerleştirilmiştir. Bu işin daha çok yürütülmesi için özel yardım bankaları kurulmak üzeredir.
Köylülere önemli düzeyde iki buçuk milyon liralık tarım aletleri dağıtılmıştır ve dağıtım sürdürülmektedir. Ayrıca köylülere tarım araç, gereçleri vermek gerektiğinde bunları onarmak amacıyla sermayesinin yüzde 70`ine katıldığımız bir şirketle anlaşma yapılmak üzeredir. Bu anlaşma çiftçileri çok memnun edecek ve onların yararına olacaktır.”
Atatürk’ün Güneydoğu Anadolu bölgesine yönelik en önemli projesi, Atatürk öldükten sonra hayata geçirilen GAP Projesi’dir. Tarihin en büyük dehalarından Atatürk, “Buraya bir insanlık gölü inşa edelim” diyerek GAP’ın ilk adımını 1934 yılında atmıştır.[33] Atatürk’ün talimatıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki mevcut su kaynaklarından elektrik elde edilmesi için 1936 yılında Elektirk İşleri Etüd İdaresi kurulmuştur. “İdare, ‘Keban Projesi’ ile yoğun etüdlere başlamış, Fırat Nehri’nin her açıdan tetkiki ve sonuçlarının tespiti için rasat istasyonları kurmuştur. 1938 yılında Keban boğazında jeolojik ve topoğrafik etüdlere başlanmıştır. 1950-1960 yılları arasında gerek Fırat gerekse Dicle üzerinde Elektrik İşleri Etüd İdaresi tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verilmiştir”[34].Böylece GAP’ın alt yapısı hazırlanmıştır.
Atatürk, Doğu’yu nasıl görmek istediğini; Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Tunceli gezisinde yanındaki Sabiha Gökçen’e şöyle ifade etmiştir:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor Gökçen… Geçtiğimiz yerlerde fabrikaları görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektirkle donanmış köyler, küçük, fakat canlıi tertemiz, sağlıklı insanların yaşayabileceği evler, büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum.
Gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum.
İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya da ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum. Ve bunu çok ama çok yapmak istiyorum.
Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil. Mamur olmalı Türkiye’nin her bir tarafı, müreffeh olmalı…
Devletin yapamadığını, millet; milletin yapamadığını devlet yapmalı. her şeyi yalnız devletten ya da her şeyi yalnız milletten beklemek doğru olmaz. Devlet ve millet ülke sorunlarını göğüslemede daima elele olmalıdır.
Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun, benim kitabımda yok. Geleceği, geleceğin Türkiyesi’ni, düşünmek görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da verdceğiz… Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım.”
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da fabrikalar, ekili tarlalar, düzgün yollar, elektirkli köyler, tertemiz, canlı ve sağlıklı insanların yaşayacağı evler, gürbüz çocuklar ve büyük yemyeşil ormanlar görmek isteyen Atatürk’ün en büyük amaçlarından biri bütün Türkiye’nin olduğu gibi Doğu’nun da kalkınmasıdır!…
Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin tüm Türkiye’yi olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kalkındırmak için yaptığı bu çalışmalar, asırlardır bölge halkını sömüren feodal unsurların; ağaların, şeyhlerin ve şıhların tepkisini çekmiştir. Genç Cumhuriyetin bu yatırımları devam ederse bölge halkı üzerindeki nüfuzlarını tamamen kaybedeceklerini düşünen bu feodal unsurlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen ayrılıkçı unusurlarla anlaşarak, genç Cumhuiyete başkaldırmışlardır. Genç Cumhuriyetin “çağdaşlaşmaya” yönelik devrimlerini, “dinsizlik” olarak adlandırıp, bu yönde propaganda yapan feodal unsurlar, bölgede yapılan yolları, köprüleri, santralleri tahrip ederek karakollara saldırmışlardır.
İşte, 1937-1938 Dersim isyanı, böyle bir ortamda patlak vermiştir.
NOT: Ayrılıkçı Kürtçü hareketi, yakın tarihimizdeki Kürtçü isyanları, Kürtçü hareketin arkasındaki emperyalizm desteğini ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasındaki Kürt poltikasını bütün bilinmeyenleriyle CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2.KİTAP‘ta derinlemesine anlattım….
Sinan Meydan 15 Ağustos 2011
İLK KURŞUN

Kaynaklar-Dipnotlar
[1] 14 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen 2510 sayılı kanun.
[2] İskan Kanunu hakkında bkz. Fikret Babuş, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Sosyal Politikalar Çerçevesinde Göç ve İskan Siyaseti ve Uygulamaları, İstanbul, 2006.
[3] Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul, 1980, s.454 vd.Doğu Perinçek, “Cumhuriyet Döneminde Kamulaştırma”, Teori, S.134, Mart 2001, s.32 vd. Ancak bu konundan beklenen verim alınamamıştır. Uygulaması uzun süreli olamamış, kısa süre sonra ağalar ve şeyhler gerei dönmüş ve devletin el koyduğu topraklar da kendilerine verilmiştir.
[4] Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, s.98 vd.
[5] Bkz. Doğu Perinçek, Atatürk’ün CHP Program ve Tüzükleri, İstanbul, 2008, s.182 vd.
[6] Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, s.52, 116-119
[7] age, s.113,114.
[8] age, s.119.
[9] age, s.152.
[10] Sait Aşkın, “Atatürk Döneminde Doğu Anadolu, (1923-1938)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 50, C.XVII, Temmuz, 2011
[11] agm.
[12] Örnek olarak Tunceli bölgesindeki yol işleri için her yıl 1.350.000 TL. olmak üzere üç yıllık program bütçeye, o günün koşullarında ayrı bir yük getirmiştir. Bkz. Ayın Tarihi, Haziran 1936, S.30, s.67.
[13] Tunceli, 4 Ocak 1936 tarih ve 3197 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Yeniden Dokuz Kaza ve Beş Vilayet Teşkiline ve Bunlarla Otuziki Nahiyeye Ait Kadrolar Hakkında Kanun” ile “il” yapılmıştır.
[14] Bu yasanın görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya: “…Burası 91 aşirete münkasımdır. 1876’dan bugüne kadar muhtelif zamanlarda Dersim üzerine 11 harekatı askeriye yapılmıştır. Halk cahil, biraz da toprağın fakirliği dolayısıyla fakir olur ve eli de silahlı bulunursa tabii böyle bir yerde vukuat eksik olmaz. Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da da böyle yerler vardır. … Efkarı umumiyemize arzetmek isterim ki, memleketimizde anormal bir vaziyet yoktur” demiştir. Bkz. Ayın Tarihi, Ocak 1936, s.25, s.25 vd.
[15] Cengiz Özakıncı, “Dersim’den Tunceli’ye Yurttaş Hakları Devrimi, Dersim Dersi”, Bütün Dünya dergisi, S.2010/01, 1 Ocak 2010 , s. 62.
[16] agm, s.62,63.
[17] Bkz. Ramazan Topdemir, Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politikası ve GAP, İstanbul, 2011
[18] 1930’lu yıllarda Ergani madeni için üretim miktarı 7.500 blister olarak tasarlanmış ve bunun 1.200 tonu ülkenin ihtiyacına alıkonularak 6.300 ton ham bakırın dışarıya satılması düşünülmüştür. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Sanayi Planı, Ankara, 1973, s.51.
[19] 12.9.1929 Tarih ve 1/8350 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı. C.A. Karton No: 030.18. 1/5.45.17.
[20] Nisan 1935’te Van Gölü İşletme İdaresinin bütçesi hakkında Meclis’te yapılan görüşmeler sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şöyle demiştir “…Cumhuriyet Şeyh Sait vakasından ve onu takip eden hadiselerden sonra icap eden inzibat tedbirlerini tamamıyla aldı. Onu müteakip de oranın ümranını gözetti. Bu muntazam bir program halinde devam edecektir ve etmesi de lazımdır. Van Gölü İşletmesi Vapurları Van Gölü sahillerinin ve havalisinin birebir irtibat vasıtalarıdır. İki köy arasında, iki şehir arasında Devlet şosesini yaparken nasıl onun gelirini değil memleketin inkişafını gözetirse, Van Gölü’nün işletilmesinde kullanılan vapur ve sair vesaiti nakliye müteharrik bir köprü, bir şose telakki edilmelidir. Bu bir amme hizmetidir. Bir irat membaı değildir. Ve uzun yıllar böyle devam edecektir
[21] 720 ton sigara üretim kapasitesine sahip Malatya’daki fabrikada çevre illerin tütünü de işlenmiştir. Ersal Yavi, Cumhuriyet Döneminde Doğu Anadolu, Ankara,1994, s.118-119
[22] 1939 yılında kurulan “Malatya Bez ve İplik Fabrikası” kısa sürede büyük bir üretim hızı yakalamış, Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan da yararlanarak 1941’de Malatya’daki 4 işyerinin toplam üretiminin %32.2’sini gerçekleştirmiştir. Yurt Ansiklopedisi, C.5, s.5455
[23] 8 Şubat 1938’de Almanlara ihale edilen Sivas çimento fabrikasının yapılış nedeni “şark vilayetlerimizle Orta Anadolu’da daha ucuza çimento satışını temin etmek” olarak kayıtlara geçmiştir..
[24]Aşkın, agm.
[25] “Okyar Hükümeti Programı”, T.B.M.M. Kütüphanesi.
[26] Başbakan Celal Bayar’ın bu ekonomik plan hakkında Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamanın tam metni için bkz.Ayın Tarihi, Eylül 1938, S.58, s. 19-22.
[27] Muhittin Birgen, “Celal Bayar’ın Üçüncü Planı”, Son Posta Gazetesi, 22 Eylül 1938.
[28] Bkz. Asım Us, “Çifte Plan İle İcraata Giriş”, Kurun Gazetesi, 20 eylül 1938; Ayın Tarihi, Eylül 1938, S.58, s.19-22.
[29] Ayın Tarihi, Temmuz 1938, s.55, s.9
[30] Ramazan Topdemir, “Atatürk’ün Güneydoğusu”, Hürriyet, 24 Eylül 2009.
[31] agm.
[32] Rahmi Doğanay, “1930-1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilgiler Dergisi, C. 10, S.2, Elazığ, 2000, s.229,230
[33] Bkz. Ramazan Topdemir, Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politikası ve GAP, İstanbul, 2011.
[34] “GAP’ın Tarihçesi”, TC. Başbakanlık Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı İnternet Sitesi, (http://www.gap.gov.tr/gap/gap-in-tarihcesi).

http://www.ilk-kursun.com/haber/79315
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

ATATÜRK RAMAZANLARDA KUR’AN OKURDU! “Yobazın Ezberini Bozacak Gerçek”

08 Ağustos 2011
30n7sdx.jpg
Büyük Günah
Atatürk düşmanlarının öteden beri Atatürk’e saldırmak için kullandıkları en önemli yöntem, Atatürk’ün “dinsiz” olduğu ve “dindarlara baskı yaptığı” şeklindeki yalanı durmadan tekrarlamaktır. Şüphesiz ki, dünyanın en büyük devrimcilerinden birini, milleti için yapıp ettikleriyle değil de “inanıp inanmadığıyla” değerlendirmek, ancak az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine has bir durumdur. Maalesef aydınlanması yarım kalmış olan ülkemizde de Atatürk gibi bir “dünya lideri”, milleti için yapıp ettikleriyle değil de dini inancıyla değerlendirilmektedir. Her şeyden önce bu durum çok ama çok üzücüdür. Yokluk ve yoksulluk içindeki bir toplumda önce emperyalizmi dize getiren sonra da yarı bağımlı ve geri kalmış bir ümmet impratorluğundan çağdaş bir ulus yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Atatürk ile Allah arasında” kalması gereken din-inanç konusundaki tutumuna göre değerlendirilmesi, herşeyden önce günahtır! Çünkü din, Atatürk’ün de dediği gibi, “ALLAH İLE KUL ARASINDAKİ BAĞLILIKTIR”.
Atatürk İle Allah Arasında
Atatürk düşmanları, Atatürk’ü Müslüman-Türk milletinin gözünden düşürmek için Atatürk’e “dinsiz” diye iftira atmışlar, genç nesilleri bu çirkin iftirayla zehirlemişlerdir.
Allah’tan korkmayan kuldan utanmayan bu Atatürk düşmanlarının Atatürk’e yönelik bu asılsız ve çirkin iftiralarına cevap vermek için 15 yılımı vererek tam 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı bir kitap yazdım. Bu kitapta Atatürk’ün din anlayışını, doğumundan ölümüne kadar çok ayrıntılı bir şekilde belgelere dayalı olarak inceledim. Neredeyse bütün arşivlere girdim,yerli yabancı bütün kaynakları taradım. Ve 15 yıllık çalışmalarım sonunda Atatürk’ün bu ülkeye gelmiş geçmiş EN BİLİNÇLİ VE EN SADE İNANANLARDAN biri olduğunu gördüm. Araştırmalarım sonunda; Atatürk’ün inancını kendi içinde yaşayan, toplumun herşeyden önce dinini ANLAMASINI isteyen, bunun için DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ geliştiren, din istismarıyla ve yobazlıkla savaşan, başka inançlara saygı duyan samimi bir dindardır olduğunu gözler önüne serdim…
Burada Atatürk ve din konusundaki 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı özetleyecek değilim; bu yazımda RAMAZAN AYI nedeniyle RAMAZAN AYLARINDAKİ ATATÜRK‘TEN kısaca söz etmek istiyorum.
Ramazan Aylarındaki Atatürk
Atatürk çok özgün bir din anlayışına sahiptir. Bu nedenle zaman zaman Atatürk’ün din konusunda söyleyip yazdıkları bizleri şaşırtabilir. (Örneğin, Medeni Bilgiler’deki din eleştirlileri… Ancak bütün bunların bir açıklaması vardır. Bu açıklamaları Atatürk İle Allah Arasında adlı kitabımda bulabilirsiniz.
Atatürk, İslam dininin sosyal ve toplumsal boyutuna çok fazla önem vermiştir. Müslümanlar için kutsal ayların ve günlerin toplumsal dayanışmayı, birlik ve bütünlüğü pekiştirdiğini düşünen Atatürk, özellikle Ramazan ayına çok büyük bir önem vermiştir.
Atatürk, Ramazan aylarındaki manevi havadan etkilenmiştir: zaman zaman oruç tutmuş, oruç tutanlara kolaylıklar sağlamış, onlara büyük bir saygı duymuş, hatta Ramazan aylarında bazı kişisel zevklerinden (alkol almak, ince saz heyeti dinlemek gibi) vazgeçmiş,dahası sıkça Kuran okumuş veya özel hafızına Kuran okutarak dinlemiş, akşamları hafızları çağırtarak onlarla Kuran ve din sohbetleri yapmıştır…
Şimdi gelin lafı fazla uzatmayalım ve tanıklara kulak verelim.
Önce Atatürk’ün uşağı Cemal Granda‘yı dinleyelim:
“… Ramazanlarda Kadir gecesi ağzına kadehini koymazdı… Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. Bazen Mevlit dinlediği de olurdu. Miraç bölümünde, ‘Gçklere çıktı Mustafa’ denince gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük. İnanışı samimiydi. Bence Allah’a inanıyordu.”
Atatürk Ramazan aylarında Dolmabahçe Sarayı’na gelen ve oruç tutan misafirlerine özel ilgi göstermiş; iftar sofrasıyla bizzat ilgilenmiş, ibadet etmek isteyenlere yer göstermiştir.
Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım bu konuda şunları söylemiştir:
“…Her Ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir gecesi bana iftara gelirdi. O gün, imkan bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi.”

Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule Hanım’a; “Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme…” diye hatırlatmada bulunup, hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir.
Atatürk’ün özel hafızı Hafız Yaşar Okur, Atatürk’ün Ramazan aylarındaki davranışlarını şöyle gözlemlemiştir:
“… Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kuran’ı Kerim’den bazı sureler okuturdu.Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.
Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikyu camilerinde şehitlerin ruhuna Hatim-i Şerif okumamı emrederlerdi. O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle cami hıncahınç dolardı…”
Görüldüğü gibi Atatürk Ramazan ayları boyunca bazı alışkanlıllarından da uzak durmuştur. Örneğin incesaz heyetini Çankaya’ya sokmamış, Kandil Geceleri saz çaldırmamıştır. Ayrıca Kuran-ı Kerim okumuş, çeşitli camilerde de şehitlerin ruhlarına Hatim-i Şerif’ler okutmuştur. Atatürk’ün bütün bu davranışları, onun Ramazanın anlam ve önemini idrak etmiş inanca saygılı son derece sade bir Müslüman olduğunu kanıtlamaktadır.
Şimdi de Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu‘ya kulak verelim:
“Atatürk otuz ramazan geceleri başta Saadettin Kaynak Hoca olmak üzere o devrin hafızları olan Hf. Yaşar, Hf. Zeki, Hf. Küçük Yaşar, Hf. Burhan, Hf. Hayrullah beyleri davet ederdi ki bu hafızlardan Hafız Yaşar aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Alaturka Müzük Şefi’ydi. 1930 yılında emekli oldu. Ama ölene kadar hep Atatürk’ün yanındaydı. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk ona ‘Okur’ soyadını vermiştir. Atatürk davet ettiği bu hafızlardan tek tek din konusunda bilgiler alırdı. Ayrıca çok üzerinde durduğu Türkçe Kuran’ı Kerim hakkında görüşlerini de sorardı.
Yine bir Ramazan ayı gecesinde Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda aceleyle beni çağırttı. Derhal makamına girdim. O gece sofra şefimiz İbrahim Bey izinli olduğundan, benim görevim olmadığı halde düzenimi ve intizamımı beyendiğinden olacak beni istemişler. Odaya girdiğimde, ‘Nuri oğlum hafızlar gelecek . Bu gece hafızların seslerini aksi sedasıyla daha güzel dinlemek için muayede salonundaki hususi daireye yemek masasını kurun, ama acele ha: kaç dakikada kurabilirsin?’ Pek tecrübelisi olduğum bir konu değildi. Derhal lazım gelen emirleri gerekli kişilere tebliğ ettim, herkes işe koyuldu. Hakikaten tam otuz dakika sonra herşey tamam gibiydi. Sevdiği çiçekleri de elimle tam masaya koyarken Atatürk, misafirleriyle birlikte gelmez mi? Masanın yanına geldi. Şöyle bir göz ucuyla masayı düzeni süzdü ve bana dönerek: ‘Aferi Nuri, İbrahim’i aratmamışsın, çiçekler de pek güzel…’ diye iltifatta bulundu. Zaten hep güzel şey yaptığımızda takdir ederdi. Amma bir de yanlış mı, hata mı yaptın, sadece bir bakardı ki, o bile yeterdi, içimize işlerdi.
Salona girdiler, sandalyeleri çekip oturdular, yemeğe başladılar. Konu yine Türkçe Kuran-ı Kerim’di. Atatürk hepsiyle ayrı ayrı ilgilendi. Kuran-ı Kerim’den okuttuğu duları zevkle dinledi.”
Nuri Ulusu’nun dediği gibi gerçekten de Atatürk özellikle DİNDE TÜRKÇELEŞTİRME ÇALIŞMALARINI başlattığı 1932 yılı Ramazan ayında sıkça tanınmış hafızlarla bir araya gelmiş, onlarla KURAN KONUŞMUŞ, KURAN OKUTUP DİNLEMİŞ, hatta bizzat KURAN OKUMUŞTUR.
Hafız Yaşar Okur‘u dinleyelim:
“1932′de Ramazanın ikinci günüydü. Atatürk ile Ankara’dan Dolmabahçe Sarayı’na geldik. Beni huzurlarına çağırdılar. ‘Yaşar Bey’ dediler. ‘İstanbul’un mümtaz hafızlarının bir listesini istiyorum. Ama bunlar musikiye de aşina olmalılar.”
Bu emir üzerine Hafız Yaşar Okur, İstanbul’un en tanınmış hafızlarından, Saadeetin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki Azasından Büyük Zeki, Muallim Nuri ve Burhan beylerin yer aldığı bir liste hazırlamıştır.
Sonraki gelişmeleri yine Hafız Yaşar Okur’dan dinleyelim:
“O ana kadar bunların niçin çağrılmış olduğunu ben de bilmiyordum. O gün anladım ki, tercüme ettirlmiş olan bayram tekbirlerini kendilerine meşk ettirecektir. Hafızlar ikişer ikişer oldular ve şu metin üzerine meşke başladılar. ‘Allah büyüktür…Allah büyüktür…’
Atatürk, Cemil Said Bey‘in Kuran tercümesini getirtti. Bizlerin tercüme konusunda tek tek fikirlerini aldıktan sonra hemen hemen sabaha kadar tartıştık. Daha sonra ayağa kalkarak ceketlerinin önünü iliklediler. Kuran-ı Kerim’i ellerine alıp Fatiha Suresi’nin Türkçe tercümesini açıp halka okuyormuş gibi ağır ağır okudular. Bu haeketleriyle bizlerin halka nasıl hitap etmemiz gerektiğini göstermek istiyorlardı.
Sonra Atatürk: ‘Sayın hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. İncil’de Aramca yazılmış ama sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz İncilini İngilizce, bir Alman İncilini Almanca okur. Herkes okunan mukabelelerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır” dediler.
Sonra yanındakilere:Gazetelere haber verin, yarın camilerde okunacak surelerin Türkçe tercümesi de okunacaktır’ emrini verdiler.”
Atatürk, bu hafızlarla 1932 Ramazan ayında sıkça toplantılar yapmıştır: Camilerde Kuran okuyacak hafızlarla bizzat ilgilenmiş, hatta defalarca hafızlara Kuran’ın nasıl okunacağını göstermiştir.
Saaddetin Kaynak anlatıyor:
“Dolmabahçe Sarayı’nda büyük muayede salonunda saz takımı toplanmıştı. Atatürk bir imtihan ve tecrübe yapmaya hazırlanmış görünüyordu. Elinde Cemil Said’in Türkçe Kuran-ı Kerim’i vardı. Evvela Hafız Kemal’e verdi okuttu, fakat beyenmedi. ‘Ver bana, ben okuyacağım’ dedi.
Hakikaten okudu, ama hala gözümün önündedir, askeri kumanda eder, emir verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu.”
Atatürk’ün Oruç Araştırmaları
Atatürk her konuyla olduğu gibi din konusuyla da “bilimsel” gözle ilgilenmiştir. Atatürk’ün dünyadaki diğer devrimcilerden en temel farklarından biri dini “akıl dışı” diye dışlamaması ve din üzerine de kafa yormasıdır.
Atatürk bir taraftan Ramazan aylarındaki manevi havayı solurken diğer taraftan oruç ibadetini anlamaya çalışmıştır. Okuduğu bazı kitaplarda “oruçla ilgili” bazı bölümlerin altını çizip, bazı notlar alması onun “orucu anlama” çabasının bir yansımasıdır.
Atatürk, Leon Caeteni‘nin “İslam Tarihi” adlı eserini okurken orucun anlatıldığı bazı satrıların altını çizmiş, ve sayfa kenarlarına bazı özel işaretler koymuştur.
Örneğin, Hz. Muhammed’in, nefsine hakim olamadığı için hadım olmak isteyen İbn-i Mazun’a onay vermemesi; “nefsine hakim olmak istiyorsa oruç tutmasını” söylemesi, Atatürk’ün dikkatini çekmiştir:

“Peygamber onay göstermedi. Heveslerini yatıştırması için oruç tutmasını tavsiye etti.”

Atatürk, önemli gördüğü bu satırın altını boydan boya çizmiştir.
Atatürk, aynı kitapta ‘Ramazan bayramının ortaya çıkışını” anlatan bölümle de ilgilenmiştir.
“O sene (Hz) Muhammed taraftarlarına fitre zekatı vergisinin ödenmesini emretti. Bundan bir iki gün önce Müslümanlara bir konuşma yaptığı rivayet olunuyor. Ramazan ayı sonunda (Hz) Muhammed bütün ashabı ile birlikte şehirden çıkarak musallaya gitti. Salatül-iyd (bayram namazı) denilen namazı orada kıldı. Orucun bitimi bu namaz ile kutlanmış oluyordu. İlk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi…”
Önemli bularak bu satırların altını çizen Atatürk, ayrıca, “ilk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi” cümlesinin başına iki adet “X” işareti ve “Dikkat” anlamında bir “D” harfi koymuştur.
***
İşte, yobazın, liboşun “dinsiz” ve “din düşmanı” diye aşağılamaya çalıştığı ATATÜRK.
Varın siz karar verin kimin gerçekten dindar, kimin ise Allah’la aldatan yobaz olduğuna!…

Ayrıca, önemli olan Atatürk’ün inanıp inanmadığı, az ya da çok inandığı değil bu millet için yapıp ettikleridir.
Not: Atatürk ve din konusunda aklınıza takılan bütün soruların cevaplarını, Atatürk’ün din anlayışınının bilinmeyenlerini ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımda bulabilirsiniz…
Sinan Meydan,5 Ağustos 2011
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/78541
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

KÜRT SORUNU’NU KEMALİZM ÜRETTİ YALANI “Yobazın-Liboşun Kürt Sorunu Çarpıtması”

30 Temmuz 2011
28413410150351946223777.jpg
Cumhuriyet tarihi yalancıları, Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün sorunlar gibi “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin” de Kemalizm’in “yanlış politikalarından” kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Atatürk eğer Türk Devrimini gerçekleştirmeyip Türk Ulus Devleti’ni kurmasaydı, Osmanlı’daki haliyle Kürtler asla sorun olmayacaklardı!
Bu güdük tez, bugün yobaz-liboş ve tatlısu solcusu entellerin en çok rağbet ettikleri tezlerden biridir. Ama diğer tezleri gibi bu tezleri de temelsizdir, çürüktür, yanlıştır, yalandır…
Mesele onların iddia ettiklerinden çok ama çok başkadır.
Şöyle ki: “Kürt Sorunu”, daha doğrusu “Ayrılıkçı Kürtçü Hareket”, Osmanlı’nın klasik çağı diye bilinen Yükselme Donemi’nden, yani 16. yüzyıldan beri devam eden bir sorundur. Çok daha önemlisi, Kürt aşiretlerini “sorun” haline getiren de bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngörüsüz ve yanlış poltikalarıdır.
“Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik sözü vermişti” diye yalan söyleyerek bugün Ayrılıkçı Kürtçü Harekete tarihsel dayanak arayan Cumhuriyet tarihi yalancılarına, ben gerçek bir tarihsel dayanak vereyim.Alsınlar onu kullansınlar!
Osmanlı’nın Kürt Politikası
“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk Kütlere özerklik verdi” diyerek bugün “özerk Kürdistan” planları yapan Kürtçülerin eline “tarihsel dipnotlar” vermeye çalışan Cumhuriyet tarihi yalancıları, aslında Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin değil ama, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının Kürtlere özerklik verdiklerini bildikleri için her fırsatta “Osmanlı seviciliği” yaparak Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e saldırmaktadırlar.
1514 Çaldıran Savaşı’nda İdris-i Bitlisi liderliğindeki Kürt aşiret reisleri, Şah İsmail’in liderliğindeki Safevilere karşı Osmanlı’ya destek olmuşlar, Osmanlı ordusuyla birlikte Safevi Türkmenlere karşı mücadele etmişlerdir. Dönemin Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin bu yardımlarını ödüllendirmiş ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerine “bir tür özerklik” vermiştir.
Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yeniçerilerin huzursuzluğu artınca Amasya’ya dönen Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’da “düzenin sağlanması“ görevini İdris-i Bitlisi’ye vermiştir. İdris-i Bitlisi de 25 Kürt aşiretini biraraya getirerek, onları, “ Kızılbaşların-Türkmenlerin kökünü kazımaya“ teşvik etmiştir.
İdris-i Bitlisi, bu kararını Amasya’ya giderek Yavuz Sultan Selim’e bildirmiştir.
İdris-i Bitlisi’nin önerisi üzerine, Bıyıklı Mehmed Ağa, Diyarbakır bölgesi beylerbeyi yapılmıştır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, yayınladığı bir fermanla 33 Kürt beyine derebeylik hakkı vermiştir. Bu hak sayesinde Kürt aşiret beyleri, bulundukları köyün veya kasabanın sahibi olmuşlardır. Minorsky bu durumu, “Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Kürtler arasında derebeylik hayatının inkişafına müsait bir muhit çıkmıştı.” diye ifade etmiştir.
İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnamesi“nde yazdığına göre, “40 bin Kızılbaşın/Alevi Türkmenin başı kesilmiştir.“ İdiris-i Bitlisi, “Bir şafi ne kadar günahkar olursa olsun 7 Kızılbaş öldürürse cennete gider“ diyecek kadar büyük bir Alevi düşmanıdır. Binlerce “Alevi-Türkmen“ İdiris-i Bitlisi gibilerin katliamdan kurtulmak için “Sünni-Şafi Kürt“ kılığına bürünmüştür.
Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri Hakkında İçtimai Tetkikler“ adlı incelemesinde Türklerin tarih içinde nasıl Kürtleştiklerini, Diyarbakır ve Silvan’daki Karakeçililerin Kürtleşmesi olayı üzerinden anlatmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in “Kürtleri, Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanma karşılığında” Kürtlere verdiği ayrıcalıkları, oğlu Kanuni Sultan Süleyman da devam ettirmiştir.
Aşağıdaki ferman Kanuni Sultan Süleyman’a aittir:
“ (…) Yavuz Sultan Selim zamanında (…) Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaatları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi, ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip, mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (mülk) ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı; dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emri celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
Bey, öldüğünde eyalet kaldırılmayıp, bütün sınırlarıyla, padişah tapusu uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerinde kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yoluyla ebediyete kadar sürekli kullanıcısı olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona verilecektir.”

Cumhuriyet tarihini çarpıtmakla ün yapmış Araştırmacı Altan Tan ve onun gibilerin bugünkü “Özerk Kürdistan” yaklaşımının altında Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürt aşiret reislerine tanımış olduğu “haklar” ve “ayrıcalıklar” bulunmaktadır.
Altan Tan, bir kitabında “Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması”nı şöyle anlatmıştır:
“Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’a dönerken Amasya’da konakladı. Savaşta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında, Amasya’da buluşarak tarihi, Kürt-Osmanlı özerklik Anıtlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi…”
Altan Tan kitabında, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürtlere verdiği “özerklik” konusunda da şunları yazmıştır:
“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle babadan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.”
“Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen özerklik şartlarına göre Kürt emirleri, atalarından kendilerine intikal eden topraklarda bağımsız olarak geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler, eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir. Osmanlılar, yabancı bir devletle savaştığında, Kürt beyleri, kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışardan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılar da Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır. Kürt emirler, Osmanlı Devleti’ne her yıl tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.”
Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde bağıra çağıra, Atatürk’e ve Cumhuriyete “kin kusan” Altan Tan’ın yukarıdaki cümleleri, her şeyden önce, “ağır faşizm” kokmaktadır.
Altan Tan’ın, Kızılbaşlara karşı olmayı “müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunmak“ diye değerlendirmesi, egemen Sünni görüşün, klasik Alevi-Türkmen düşmanlığının bir yansımasıdır.

Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ve babası Yavuz Sultan Selim döneminde “Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren” Kürtlere, devlete gösterdikleri bu “öz kulluk” ve “dilaverlikleri” karşılığında “eyaletler”, “şehirler”, “köyler”, “mezralar”, “kaleler” ve “topraklar” vermiştir. Böylece Kürt aşiretlerinin “feodalleşme” süreci başlamıştır. Yani, Kürt aşiretlerini feodalleştiren veya mevcut feodal yapıyı daha da güçlendiren, Osmanlı padişahlarının “öngörüsüz” politikalarıdır.
Erdal Sarızeybek’in dediği gibi: “ İşte, o gündür bugündür, ‘ağalar’ Doğu’da hep ağadır, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Zeydan gibi, tıpkı Geylani gibi. O gün bugündür ‘mir’ ‘beyler’, hep mir ve beydir, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Dengir Mir Mehmet Fırat gibi. Bugün bize demokrasi, insan haklarından bahsedenler ortaya çıkıp da ‘Demokrasilerde ağalık, beylik olur mu!’ hiç demez, diyemez. Çünkü kendileri de bu sistemin bir parçasıdır. Cumhuriyet kurulalı 87 yıl olmuş, ama hala ağalar ağa, beyler bey, mirler mir, , şeyhler şeyhtir, geri kalanlar ise köylüdür, köylü kalmış, işçi kalmış ve hiç ‘hak ve söz sahibi’ olamamıştır. Şanlı Urfalıların deyimiyle ‘Maraba’ kalmış, yani ağanın yanında çalışan amele olmuştur. (…)
Demokrasilerde ‘söz hakkı olmayan insan’ olur mu hiç? Terör olayları nedeniyle göç etmek zorunda kalan iki milyon insanı bir kenara koyunuz. Doğu’da halkımızın çoğunluğu toprak sahibi olmadığı için ve Altan Tan’ın deyimiyle bu halk kitlesinin söz hakkı olmadığına göre, düşününüz böyle bir demokrasiyi, neredeyse hepimiz ‘maraba’ olmuşuz, ama haberimiz olmamış. Göçlerle kırsaldan şehirlere gelenlerin çoğunluğunun sorunları çözülmediği için yaşam zorluklarıyla karşı karşıya kaldıklarından dolayı mağdur halk kitlesine dönüşüp PKK çizgisindeki bir siyasetin tabanı haline gelmiştir. Aslında bunun da marabalıktan hiçbir farkı yoktur. Gerçek buyken, ülkemizde bu trajik gerçeğin adı ‘demokrasi’ olmuştur, insan hakları olmuştur, yazık…”
Osmanlı’nın “Kürtleri kullanma” karşılığında Kürtlere verdiği “ayrıcalıklar” bitmek tükenmek bilmemiştir. Örneğin, 1587 yılında padişah 3. Murat, Hakkari’deki Kürt beyine gönderdiği bir fermanda Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç sallamaya devam etmelerini istemiştir.Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihat ede gelmişlerdir. (…) Din uğrunda çalışıp Kürt emirlikleri arasında faydalı ve adla anılır olasız.” diyen 3. Murat’ın sadece Kürtleri değil “dini” de çok rahat bir şekilde kullandığı görülmektedir.
Belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlı İmparatorluğu’nda “Tımar sistemi” çerçevesinde hiçbir topluluğa verilmeyen “özel mülkiyet” hakkı sadece Kürt aşiretlerine verilmiş, bu da Kürtlerin merkezden koparak“feodalleşmeleri sürecini” hızlandırmıştır.
Kürtleri olabildiği kadar “şımartan” Osmanlı İmparatorluğu, devletin “asli unsuru” Türkleri ise bir o kadar küstürmüştür. Osmanlı’nın özellikle 15. yüzyıldan itibaren Alevi-Kızılbaş Türklere-Türkmenlere yönelik saldırgan politikaları, Türklerin “ezilmeleri”, “sindirilmeleri” ve “devlet kademelerinden dışlanmalarıyla” sonuçlanmıştır. İmparatorluğu “dönme-devşirmelere” teslim eden Osmanlı, 15 yüzyıldan itibaren Türklere “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) demeye başlamıştır. Ünlü Osmanlı tarihçisi Naima’ya göre Osmanlılar Anadolu Türklerini şu sözlerle tanımlamışlardır: “ Nadan Türk (Çaresiz Türk), Türk-i bed lika (Çirkin suratlı Türk), etrak-i bi idrak (Düşüncesiz Türk), Türk-ü sütürk (Çoban köpeği Türk), Hilekar Türk” Osmanlı’da “Türk” sözcüğü -hiç abartısız- 500 yıl boyunca “aşağılama sıfatı” olarak kullanılmıştır.
Her gün ekranlarında “şişe gerine”, ballandıra ballandıra Osmanlı’dan söz eden günümüzün büyük tarihçileri (!) nedense bu gerçeklerden hiç söz etmezler!
Osmanlı döneminde yüzyıllarca “kimliksiz”, “kişiliksiz” bırakılan; merkezin “dönme” “devşirmelere” bırakılmasıyla merkezden çevreye itilen Türkler, 20. yüzyılın başlarında Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasıyla uzun bir aradan sonra yeniden “kimliklerini” ve “kişiliklerini” kazanmışlar, yeniden “çevreden” “merkeze” taşınmışlardır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Alevi Türkmenlere karşı Sünni Kürtlerin “kollanması” ve “kullanılması”, bölgedeki Alevi Türkmenleri yeni arayışlara sürüklemiştir. Yaşam kaygısı içindeki bu Türk toplulukları, Kürt egemenliği altında hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlar, bunun için de Kürtçe öğrenmişler, Kürt adetlerini benimsemişler ve sonuçta Kürtleşmişlerdir.
Evet, Osmanlı’nın “klasik döneminde” -Kürt aşiretleri hariç- feodal (derebeylik) sistemin gelişmesine izin verilmemiştir. Ancak zaman içinde Batı, feodal sistemi yıkarak merkezileşmeye başlarken, Osmanlı tam tersine, zaman içindeki güç kaybına paralel, merkezi otoritesini yitirmiş ve “feodalleşmeye” başlamıştır. Osmanlı’da 17. yüzyıldan sonra başlayan bu feodalleşmenin adı, “Kürtçülük” ve “Ayanlık” tır.
Feodal sistemde üretim ilişkileri gereği “köylü”, toprak ağasına bağımlıdır; köylü, toprak ağası için çalışmakla yükümlüdür. Kısaca köylünün kaderi ağanın, iki dudağı arasındadır. Ağa, köylüyü, kayıtsız şartsız kendisine “biat ettirebilmek” için, bir taraftan köylünün “aydınlanmasını” engellerken, diğer taraftan köylünün devlet otoritesiyle bağlantısını kesmenin yollarını arar. Öyle bir aşamaya gelinir ki, köylü ile devlet arasındaki ilişki tamamen kesilir; artık feodal sistemdeki o köylü için “devlet”, bağlı olduğu toprak ağası ve aşiretidir. İşte Osmanlı’nın, güç kaybetmeye başladığı 17. yüzyıldan sonra özellikle Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu Anadolu’da böyle bir süreç yaşanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı, Kürt bölgelerindeki bu aşırı feodalleşmeyi Kürtlere bazı ayrıcalıklar vererek önlemeye çalışmıştır. Örneğin, II. Abdülhamit’in “Kürt Hamidiye Alaylarını” ve “Kürt Aşiret Mekteplerini” kurması, Kürtleri yeniden merkezi sistemin içine almaya yönelik başarısız girişimlerdir. Ancak burada çok ilginç bir durum vardır, şöyle ki: Daha önce Yavuz oSultan Selim’den itibaren Osmanlı, “Kürtleri Türklere karşı kullanmak karşılığında” Kürtleri feodalleştirirken; II. Abdülhamit’ten itibaren “Kürtleri Ermenilere karşı kullanmak karşılığında”, Kürtleri merkeze bağlamak istemiştir.
“Osmanlı Devleti’nin, bu aşiretlerin ilkel hayatına ve geri toplumsal yapısına müdahale etmekte zaaf içinde kalması, bu geri toplumsal yapının kemikleşmesinin ana nedenini oluşturmuştur. Artık, bu toplumsal yapının ana birimlerini aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve zamanla bunların elinde emperyalizm desteğiyle gelişecek olan Kürtçülük teşkil edecektir”

Feodal toplum, aydınlanmamış, ekonomik özgürlüğüne sahip olmayan, güdümlü bir toplumdur. Bu nedenle yönlendirilmesi de çok kolaydır. Nitekim 19. yüzyıldan itibaren, ayrılıkçı Kürt liderlerinin ve Kürtleri kullanmak isteyen emperyalizmin kışkırtmalarıyla çok sayıda Kürt isyanının çıkmış olması tesadüf değildir. Bir zamanlar Osmanlı’nın bazı tavizler karşılığında kullandığı Kürtleri, 19. yüzyıldan itibaren de Batı emperyalizmi, bazı vaadler karşılığında kullanmaya başlamıştır.
Dünyada Fransız Devrimi’nden, beri gerçek “demokrasi”nin olmazsa olmazları, “laiklik”, “özgür akıl” ve “özgür irade” dir. Birilerinin “kulu” olmaktan kurtulup “özgür birey” olmadıkça, “kör inançlar” yerine “aklını” kullanmadıkça, “ümmet” olmaktan kurtulup “ulus” olamadıkça bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Ancak nedendir bilinmez, ağızlarından “demokrasi” sözünü eksik etmeyen “liberallerimiz” ve “siyasal İslamcılarımız” hiçbir zaman, ülkemizde demokrasinin önündeki en büyük engelin “aşiret yapılanması”; “ağalık, şeyhlik düzeni” olduğunu dile getirmezler, getiremezler…
16. yüzyılda Şii İran’dan Sünni Osmanlı’ya yönelen Safevi tehlikesine karşı, Sünni Kürtleri “yardımcı kuvvet” ve “kalkan” olarak kullanmak isteyen Yavuz Sultan Selim, Kürtlere “bir tür özerklik” vermiştir. Böylece 16. yüzyıldan sonra Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretleri “derebeyleşerek” merkezi otoritenin dışına çıkmaya başlamışlar, bir anlamda devlet içinde devlet olmuşlardır.
“Osmanlı gücüne güç katarken Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Kürt derebeylikleri de güçlendiler. Devlet içinde devlet oldular, tıpkı PKK’nın günümüzdeki durumu gibi halktan vergi topladılar, halkı yönettiler, güçlerine güç kattılar. Osmanlı güçlüyken ve güçlerine güç katarken sorun yoktu. Ama ne zamanki Osmanlı güç kaybetmeye başladı, güç kaybetmek istemeyen Kürt derebeyleri, devlete karşı isyan ettiler. Kürt devleti kurmak için değil, bölgelerinde Osmanlı’dan almış oldukları gücü ve kendi çıkarlarını korumak için. Bu süreç 1514 Çaldıran Savaşı’ndan 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar süregeldi., yaklaşık üç yüz yıl. Bu demektir ki Doğu’da üç asır süren Kürt derebeylikleri vardır ve ülkemizin bugün yaşadığı sorunlar da bu derebeylerinin çıkarmış olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır.”
Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla birlikte “Kürt özerkliği”, büyük sıkıntılara yol açmıştır. Özellikle Osmanlıyı parçalamak isteyen emperyalizmin bu “başına buyruk” Kürt aşiretlerini kullanmaya başlamasıyla birlikte Kürtler, 19. yüzayıldan itibaren Osmanlı için ciddi bir “sorun” olmaya başlamıştır.
Osmanlı bu sorunu çözmek için Kürt aşiretlerine yine “tavizler” vermiştir.
Batılı uzamanların yönlendirmesi sonucu 1839’da Tanzimat Fermanı’nı yayınlayan Mustafa Reşit Paşa, 1842 Vilayet Kanunnamesi’ne bir “Kürdistan Eyaleti” maddesi koydurmuştur.
Kürdistan eyaleti, 1864 yılına kadar devam etmiştir.
Aynı Mustafa Reşit Paşa bir de “Kürdistan Eyaleti Madalyası” çıkarmıştır.
Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, “ulus devlet” anlayışı içinde Güneydoğu Anadolu’da 16. yüzyıldan beri süregelen Kürt derebeyliklerini yıkarak, “şıha”, “şeyhe”, “ağaya”, bağlı, “eğitimsiz” bölge insanını eğitip “çağdaş” toplumun bir parçası yapmak için politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet, emperyalizmin güdümündeki ağaların, şeyhlerin kulları, marabaları olan Kürtleri, bu ağalardan, şeyhlerden kurtarıp “özgür bireyler” haline getirmek için çok önemli projeler geliştirmiştir. Atatürk’ün birkaç kez Meclis gündemine getirdiği “Toprak Reformu” bu projeler içinde çok özel bir yere sahiptir. Ancak, Cumhuriyetin, “Kürt derebeyliklerini yıkarak Kürt halkını özgürleştirmeye çalışması”, Kürt derebeylerinin (ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin) büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Emperyalizmin de desteğini alan bu “Kürt derebeyleri”, Cumhuriyetin ilk yıllarında peşi sıra isyan etmiştir.
İşte Altan Tan ve onun gibi “Kürtçülerin” tarihi eğip bükerek, Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırmalarının nedeni burada gizlidir. Onların “karın ağrılarının” nedeni; Atatürk ve Cumhuriyetin, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Mustafa Reşit Paşa’nın, kısaca Osmanlı’nın Kürt ağalarına, şeylerine, şıhlarına, Kürt derebeylerine verdiği ayrıcalıklara son verip, Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmış olmasıdır…
Vahdettin’in, Kürdistan Planları
Bilindiği gibi Son Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “hainliğinin” hesabını veremeyeceğini düşünerek Türkiye’den kaçıp İngilizlere sığınmış ve İtalya’da yaşamını sürdürmüştür. Vahdettin, hainliklerine Türkiye’den “kaçtıktan” sonra da devam etmiştir. Örneğin, San Remo’da yaşadığı günlerde, “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanımanın hesaplarını yapmıştır.
Bilindiği gibi Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasında 64. maddesinde önce “özerk” sonra “bağımsız” Kürdistan kurulacağı belirtilen Sevr Antlaşması’nı da onaylamıştı.
Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanımaya söz vermiştir.
Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:
“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”
Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı hain 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır. Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Uğur Mumcu, Mevlanzade Rıfat- Vahdettin ilişkisini şöyle açıklamıştır:
“San Remo’daki villasında Sultan Vahdettin Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tan ‘Kürdistan’daki olaylar’ konusunda son haberleri alıyordu.”
Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya Bükreş’teki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıda, Türkiye’de Atatürk’e karşı bir darbe yapılması ve Damat Feri Hükümeti’nin eski İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey başkanlığında yeni bir hükümet kurulması kararı almış ve bu kararı Vahdettin’e bildirmiştir. Vahdetin de bu kararı kabul etmiştir. Hilafet-i Kübra Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı’ndan önce, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.
Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:
“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..”
Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır sanırım.
Sonuç olarak, “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketi”n temellleri Atatürk ve genç Cumhuriyetin yanlış politikalarında değil, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngürüsüz politikalarında gizlidir. Ama Cumhuriyet tarihi yalancıları ısrarla Kürt Sorunu’nun Cumhuriyetle birlikte başladığını iddia etmektedirler ki, bu kocaman bir kuyruklu yalandır. 16. Yüzyıldan beri Türklere-Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanılmaları karşılığında feodalleşmelerine izin verilen Kürt ağaları, şeyhleri ve şıhları, 19. yüzyıldan sonra emperyalizmin kıskacına düşmüşler ve emperyalizm tarafından kullanılmışlardır. Atatürk ve genç Cumhuriyet, Osmanlı’nın Kürt aşiretlerine, ağalarına, şeyhlerine, şıhlarına tanıdığı ayrıcalıklara son verip, bu Kürtçü-dinci feodallerin Kürt insanını sömürmesini önlediği için Kürtçü-dinci feodallerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Kemalist sistem, yobaz-liboş kesimin iddia ettiği gibi Kürtlere değil, Kürtleri ezen sömüren Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi emperyalizmin kıskacındaki Kürtçü-dinci feodallere savaş açmıştır.
NOT: Sinan Meydan’ın Eylül’de çıkacak CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI II.KİTAP adlı eserinde Osmanlı’nın Kürt Politikası çok derinlemesine incelenmiştir.
Sinan MEYDAN,28 Temmuz 2011
İLK KURŞUN

Kaynaklar
“Kürdistan’ı Tanıyacaktı”, Yeniçağ, 11 Ekim 2010.
Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele,Ankara, 2007.
Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994
Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin Gurbet Cehenneminde
Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, s.83.
Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış, C.V, May Yayınları, 1974
Atilla İlhan, “İşin İçindeki İşler”, Cumhuriyet; Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İstanbul, 2010
Altan Tan, Kürt Sorunu, “Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik”, İstanbul, 2009.
Erdal Sarızeybek, Çarçella, Anadolu’da Ateşle Oynamak, İstanbul, 2011
Orhan Türkdoğan, “Kürtlerin Kimliği ve Günümüz Siyasi Gelişmeleri”, s. 20
Macit Gürbüz, Kürtleşen Türkler, İstanbul, 2007
Rıza Zelyut, Dersim isyanları, Seyit Rıza Gerçeği, Ankara, 2010
Umar Ö. Oflaz, Oğuzname, “Köklere Giden Yol”, Almanya, 2007
Veli Saltık,Tunceli’de Aşiret, Oynak, Ocaklar, Ankara, 2009
Minorsky, “Kürtler Maddesi” İslam Ansiklopedisi, s.1098.
Kaya Ataberk, “Türkiye’de Kürtçülüğün Sağcı Temelleri”, İleri dergisi, S.27, Ekim-Kasım-Aralık, 2005, s.121


http://www.ilk-kursun.com/haber/77975
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

CEMİL KOÇAK’IN PİŞKİNLİĞİ! “Kürt Özerklik İsteklerine Atatürk’ü Alet Etme Kurnazlığı”

24 Temmuz 2011


Yavuz Hırsız Misali
Cemil Koçak’ı hepniz tanırsınız! Bildiğiniz gibi Atatürk ve Cumhuriyet “düşmanlığını” tarihçilik sanan yandaşlardandır kendisi! Yazılarında ve kitaplarında Atatürk’e ve Cumhuriyete dair ne varsa “karalamayı” ilke edinmiş olan bu Okyanus ötesinden gelmiş “büyük tarihçi”, yandaş medyaya da sırtını dayayarak gemi azıya almış bir şekilde çalakalem yakın tarihi çarpıtmaktadır. Yalanlarını ortaya koyduğumuzda da “pişkince” hala o iğrenç yalanlarını savunmaya ve hatta “yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış misali”" hiç utanmadan bizleri yalancılıkla suçlamaya kalkışmaktadır. Atatürk’e “Yarbay Mustafa” diye hitap eden, Atatürk’ün Çanakkale Savaşlarındaki ve Kurtuluş Savaşı’ndaki olağanüstü rolünü küçültmeye çalışan, bu “büyük tarihçi”nin bizlere saldırmasını yadırgamamak gerekir aslında…
Sözü fazla uzatmadan konuya geleyim.
Cemil Koçak’ın “Kürt Özerkliği” Sevdası ve Sinan Meydan Fobisi
7 Nisan 2011′de yazdığım “O yalanı Artık Söyleyemeyecekler” adlı bir yazıda “Atatürk Kürtlere Özerklik Sözü Verdi” yalanını bütün boyutlarıyla gözler önüne sermiş ve bu yalanı söyleyenlerden birinin de “büyük tarihçi” Cemil Koçak olduğunu belirtmiştim.
Ancak büyük tarihçi, 26 Haziran 2011′de Satar gazetesindeki köşesinde “Herkesin Bildiği Sır: 1921 Anayasası’ndaki Özerklik, Atatürk ve Kürtler” adlı bir yazı kaleme alarak, hiç utanıp sıkılmadan, yalanında ısrar etmiş ve yine “yavuz hırsız” misali beni “tarihsel gerçekleri çarpıtmakla” suçlamıştır.
Yazısında tarihsel gerçekleri eğip bükerek, amiyane tabirle yine “kıvırarak”, “Atatürk Kürtlere özerklik Sözü Verdi” diyen Cemil Koçak,hızını alamamamış ve yazısının bir yerinde bana şöyle saldırmıştır:
“…İŞİN zor kısmına geldik; çünkü genellikle metinler yeni Türkçeye çevrilirken, tahrifata uğramakta ve üstelik sanki tam metinmiş gibi tırnak içinde gösterilmektedir. Söylenene, okuduğunuza, gördüğünüze sakın inanmayın. Pek çok “yazar” ve “tarihçi”, orijinal metni kendi gönlünden geçirerek değiştiriyor. Hiçbirinde orijinal metni görmüyorsunuz; sadece onların yaptığı çeviriyi okuyorsunuz. O çeviri ki, sansür edilmiş, değiştirilmiş, çıkarılmış ve hatta ekleme yapılmış, yani itinayla elden geçirilmiştir. Üstelik bir de kendi yazdıklarını tırnak içinde sunarlar ki, sanki orijinalinden aynen alınmış gibi yaparlar. Kimler mi? Canım artık her şeyi de ben söylemeyeyim; şöyle etrafınıza bir bakın bakalım. Ya, işte onlar! Bırakın onlar özerklikle “bir çeşit özerklik” arasındaki farkı bulmaya çalışsınlar. Meselâ, odatv’den Sinan Meydan’a sorarsanız eğer; yasada sözü edilen “muhtariyet” gerçek anlamda özerklik değildir; sadece belediye işlerine has güçlü yerel yönetim anlamına gelmektedir. Soru: o halde yeni anayasaya özerklik sözünü yazmakta sakınca yoktur, değil mi?”"
Cemil Koçak, aklınca beni orjinal metni “değiştirmekle” , “çarpıtmakla” suçluyor. Suçluyor ama kelimenin tam anlamıyla “çuvallıyor!”
Bunu İlkokul Çocukları Bile Anlar
Öncelikle Atatürk, İzmit Basın Toplantısındaki konuşmasında Kürt konusundan söz ederken “özerklik” değil, “bir nevi mahallî muhtariyetler” ifadesini kullanmıştır. Bu ifadenin günümüz Türkçesindeki karşılığı “Bir çeşit (tür) mahalli özerklik”tir.
Beni, “özerklik”le “bir çeşit özerklik” arasındaki farkı bulmaya çalışmakla eleştiren Cemil Koçak’ın böyle bir çalışmasının olmaması, onun “özerklikle” “birçeşit özerklik” arasında bir fark olmadığını düşündüğünü göstermektedir. Bir tarih profesörünün bu iki kavram arasındaki farkı görememesi cidden düşündürücüdür.
İki kavram arasında çok ciddi bir fark vardır. Dili çok iyi kullanan Atatürk, bilerek ve isteyerek “özerklik” dememiş, “bir çeşit yerel özerklik” demiştir. Üstelik Atatürk, “…Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilât-ı Esasiye Kânunu gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır.” diyerek 1921 Anayasası’na gönderme yapmıştır.
Cemil Koçak, yine çok pişkin bir şekilde, açık gerçeği çarpıtarak beni şöyle eleştirmiş:
“…Sinan Meydan’a sorarsanız eğer; yasada sözü edilen “muhtariyet” gerçek anlamda özerklik değildir; sadece belediye işlerine has güçlü yerel yönetim anlamına gelmektedir.”

Sayın Koçak, sadece Sinan Meydan’a değil aklı başında her kime sorarsanız sorun, 1921 Anayasası’ndaki “muhtariyet” (özerklik) ifadesiyle, “sadece belediye işlerine has güçlü yerel yönetimlerin kast edildiğini” size söyleyecektir.
Gelin soralım!
İşte Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı’nda gönderme yaptığı 1921 Anayasası’nın 11. Maddesi
“İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince, Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek İl Kurullarının yetkisindedir.”

Cemil Koçak için maddenin ojinalini de verelim:
“Vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtarihyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şeri, adli ve askeri umur, beynelmilel iktisadi münasebet ve hükümetin umumi tekalifi ile menafii birden ziyade vilayete şamil hususat müstesna olmak üzre, Büyük Millet Meclisi’nce vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, medaris, maarif, sıhhiye, iktisat, ziraat, nafia ve muavenet-i içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şüralarının salahiyeti dahilindedir.”
İşte Atatürk,İzmit Basın Toplantısı’nda “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır” derken 1921 Anayasası’nın bu maddesine gönderme yapmıştır.
1. Açıkça görüldüğü gibi bu anayasa maddesi sadece Kürtlerin yaşadığı bölgeler için değil, bütün Türkiye için geçerlidir.
2. Açıkça görüldüğü gibi, bu anaysa maddesindeki “vilayet mahalli muhtariyeti hazidir” şeklinde söz edilen “özerklik” ifadesiyle kastedilen İl Kurullarının “yerel işleri” idare etmesidir. Bu işler anayasa maddesinde “Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım” işleri olarak belirtilmiştir. Üstelik il Kurulları bu işleri de kendi başlarına değil, “Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince” yerine getirebileceklerdir. Ayrıca, İl Kurullarının, “Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işlerle” ilgilenmesi de yasaktır.
Görüldüğü gibi Sayın Koçak, Atatürk, “bir çeşit (tür) özerklik” ifadesiyle, 1921 Anayasası’ndaki “güçlü yerel yönetimleri” kastetmiştir. Maddenin hiçbir yerinde “yarı bağımsızlık” veya “siyasal ayrılık” anlamına gelen bir “özerklik”ten söz edilmemiştir.Üstelik “bir çeşit özerklik” kapsamında kurulacak “güçlü yerel yönetimlerin” de Hükümet’e ve TBMM’ye bağlı olacağı belirtilmiştir.Siz dünyanın hiçbir yerinde böyle bir siyasal “özerklik” gördünüz mü?
3. Çok daha önemlisi, 1921 Anayasası’nın “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olduklarını” belirten bu 11. maddesi, 1924 Anayasası’nda yer almamıştır Sayın Koçak. Yani, Atatürk’le İzmit’te yapılan bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. Maddesiyle “illere tanınmış olan yerel özerklikler” kaldırılmıştır. Burada şu soruyu sormak gerekir? Atatürk eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vermek isteseydi, 1921 Anayasası’nda “illere tanınmış olan yerel özerklikleri” 1924 anayasasına da koydurmaz mıydı? Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Sayın Koçak, 1921 Anayasası geçici bir savaş anayasasıdır, oysa ki 1924 Anayasası Türk Devrimi’nin anayasasıdır. Ve Türk devriminin mimarı Mustafa Kemal ATATÜRK, 1924 Anayasası’nda değil “özerkliğe”, ” bir çeşit özerkliğe” bile yer vermemiştir.
Anlayacağınız sevgili okuyucularım; Cemil Koçak, hep yaptığı gibi yine tarihsel gerçekleri çarpıtmış, ben kendisinin “yalanını” gözler önüne serince de “yavuz hırsız” misali beni suçlama yolun gitmiştir. Ancak, sürekli Sinan Meydan’ın bir açığını arayan “büyük tarihçi” Cemil Koçak, yine baltayı taşa vurmuştur.
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıyla gözleri kör olan bu yandaş-yalaka takımıyla mücadelem sürecek.
Not: Eylül 2011′de çıkacak olan CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 2.KİTAP’ta Cemil Koçak ve diğer Cumhuriyet tarihi yalancılarının yalanlarına verdiğim belgeli cevapları bulabilirsiniz. Yalancının mumunu eninde sonunda mutlaka söndüreceğim.
Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN



http://www.ilk-kursun.com/haber/77399
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

BİZ BU FİLMİ 1921′de GÖRMÜŞTÜK! “BÖLÜCÜ KÜRTÇÜLER GEÇMİŞTE DE ÖZERKLİK İLAN ETMİŞLERDİ”

21 Temmuz 2011
Yılgınlık ve Teslimiyet
PKK’ın 13 Mehmetçiğimizi şehit ettiği gün (14 Temmuz) PKK’nın Meclis’teki uzantısı BDP “özerklik” ilan ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okudu!
Bunun üzerine bizler, birden bire umutsuzluğa kapılarak “Türkiye parçalandı! Artık geri dönüş yok!” demeye başladık.
İktidarın, muhalefetin ve ordunun Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu KÜRTÇÜ “meydan okuma” karşısında sesiz kalması bizleri derinden yaraladı. “30 yıldır halledilemeyen KÜRTÇÜ-AYRILIKÇI-BÖLÜCÜ PKK TERÖRÜ yoksa sonunda amacına ulaştı mı?diye düşünmeye başladık.
Aslında, böyle düşünmekte haklıyız!
Bundan 88 yıl önce yokluk ve yoksulluk içinde yedi düvele meydan okuyarak adeta “yoktan varedilen” Türkiye’nin son 30 yılda AYRILIKÇI KÜRTÇÜ TERÖRÜ bir türlü bitirememesi Türk toplumunu “yılgınlık” noktasına getirdi.
Aslında istenen ve beklenen buydu!
CIA’nın Tivistok Enstitüsü’nde öğretilenlere göre, “hedef ülke” önce sersemletilir, sonra alıştırılır, sonra yılgınlığa sevk edilir, sonra da teslim alınır.
Bugün hedef ülke Türkiye bu aşamaların sonuna getirilmiş durumdadır: Alışkanlık aşaması tamamlanmış, yılgınlık aşamasına geçilmiştir. Bu aşama da tamamlanınca son aşama olan “teslimiyet” gerçekleşecektir.
Peki ama buradan geri dönüş mümkün değil midir?
Tabi ki mümkündür!
Yeter ki, biraz inanç ve biraz kendine güven olsun!
Bunun için biraz tarih bilinsin, hafızalar yenilensin!
Biraz tarih bilinip, hafızalar yenilendiğinde Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların “yeni olmadığı” anlaşılacak, geçmişte çok daha imkansız koşullarda bu sorunları çözen Türkiye’nin, bugün de bu sorunları çözebileceğine yönelik inanç artacak ve bu inanç beraberinde kendine güveni getirecek ve bu güven de eyleme geçmeyi sağlayacaktır.

O zaman gelin biraz geçmişe gidelim ve bugünün ayrılıkçı-bölücü-Kürtçüsü BDP’sinin kendi kendine “özerklik” ilan ederek Türkiye’ye meydan okumasının aslında hiç de yeni birşey olmadığını görelim! Görelim ki, geçmişte, üstelik çok daha zor koşullarda, bu meydan okumaya pabuç bırakmadığımızı hatırlayalım.
Biz Bu Filmi Daha Önce Görmüştük
Kurtuluş Savaşı sırasında, “Ekim 1920-Haziran 1921) tarihleri arasında Anadolu’da çıkan KÜRTÇÜ KOÇGİRİ İSYANI öncesinde yaşananlarla, bugün yaşanan KÜRTÇÜ ŞIMARIKLIK fazlaca birbirine benzemektedir.
Şöyle ki:
Koçgiri İsyanı’na katılanların ellerinde yeşil-kırmızı-beyaz renklerden oluşan (sözde) Kürdistan bayrağı, ağızlarında ise, “Kürdistan’ın orduları/Kahrettiler barbarları/Vatan için öleceğiz/ İstemeyiz Moğolları” sözlerinden oluşan (sözde) Kürdistan marşı vardır.
Koçgiri İsyanı, “bağımsız Kürdistan” kurmak amacıyla çıkarılmıştı, ama Sevr Antlaşması’nın 64. maddesine göre önce “özerklik” ilan etmek, sonra da aşamalı olarak “bağımsızlığa” geçmek mümkündü! Bu nedenle, isyancılar Ankara’ya çektikleri telgraflarda Ankara’ya bağlı “özerk idareden” veya “konfederasyon sisteminden” de söz etmişlerdir.
Koçgiri İsyanı, Kürt Teali Cemiyeti tarafından Dersim’e gönderilen Alişan Bey’in ve Sivas’a gönderilen Baytar Nuri’nin çalışmaları sonunda başlamıştır.Baytar Nuri, Sivas’ın Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi’nde yaptığı toplantıda, Sevr Antlaşması’na uygun olarak bir Kürt devleti kurulması düşüncesini kabul ettirmiştir.Daha sonra Baytar Nuri, Sivas’ın Zara, Divriği ve Kangal ilçeleriyle, İmraniye, Beypınar, Celalli, Sincan, Hamo, Zınara ve Domurca bucaklarında; Alişan Bey de Dersim’de Kürt Teali Cemiyeti’nin şubelerini kurmuştur.
Hazırlıklardan sonra Temmuz 1920’de Zara’nın Panza köyünden Mısto adlı bir eşkıya Zara’nın Çulfa Ali köyündeki jandarma karakolunu basarak askeri malzemelerin ikmalini engellemiştir.
Koçgiri isyanı öncesinde, Dersim’in Hozat ilçesinde bazı Kürt aşiretleri arasında Hozat toplantısı yapılmıştır. Refahiye Kaymakamı Vekili Alişan yanındaki 100 adamıyla birlikte Dersim’e gelerek burada Çemişgezek ve Hozat aşiretleriyle yaptığı toplantıda isyan konuşulmuştur. Toplantı sonunda Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı bir bildiriyle Kürt aşiretleri Ankara hükümetine isteklerini iletmişlerdir. Bu bildiri, bölgenin ileri gelenlerinden Miço Ağa tarafından, Ankara’ya ulaştırılması için Dersim mutasarrıfına verilmiştir. Miço Ağa, bildiriyi verirken Dersim mutasarrıfına, “Bu isteğimize yirmi dört saat zarfında cevap gelmediği takdirde bu parmaklarımla senin gözlerini çıkartırım” demiştir.
Ankara’ya gönderilen 15 Kasım tarihli bildirideki ayrılıkçı Kürt istekleri şunlardır:
Kürdistan muhtariyet (özerk) idaresine muvafakat eden (kabul eden)İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu baptaki kararının Mustafa Kemal Hükümeti’nin de kabul edip etmediğinin açıklanması.
Kürdistan muhtariyet idaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda aşair rüesasına (aşiret başkanlarına) acele cevap verilmesi.
Elazığ, Sivas, Malatya ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde tutuklu bulunan bütün Kürtlerin derhal serbest bırakılması
Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurların çekilmesi.
Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan müfrezelerin derhal geri çekilmesi.

Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı Ankara’ya gönderilen bu bildiriden sonra Batı Dersim aşiret liderleri adına 25 Kasım’da TBMM’ye bir bildiri daha gönderilmiştir. Bildiride TBMM açıkça tehdit edilmektedir:“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz”
Anadolu’nun emperyalistlerce kuşatıldığı bir ortamda, ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin bu istekleriyle sarsılan TBMM, bölgeye nasihat heyetleri göndererek ve bazı Kürt aşiret liderlerine milletvekilliği teklif ederek isyan ortamını dağıtmaya çalışmıştır. TBMM’nin bu hamleleri kısmen sonuç vermiş ve Miço Ağa, Diyap Ağa, Ahmet Remzi ve Binbaşı Hasan Hayri milletvekili olmuşlardır.
İsyancılardan Baytar Nuri, isyan planını şöyle açıklamıştır: “İlk önce Dersim’de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden resmen Kürdistan istiklalini tanımasını isteyecek”
İsyanın önderlerinden Seyit Rıza, TBMM’ye katılan Kürt milletvekillerinin Dersim’i temsil etmediklerini, çünkü Doğu Anadolu’da bir Kürt yönetimi kurularak bağımsızlığın ilan edildiğini bildirmiştir.
Koçgiri İsyanı, Haziran 1921′de bastırılmıştır.
Kürt bayrağı,
Bölücü Kürtçüler,
Türkiye’ye meydan okunması,
Meclis’in protesto edilerek yeni bir yönetimden söz edilmesi.,
ve
Özerklik ilanı…
Görüldüğü gibi 1921′deki ayrılıkçı Kürtçülerin istekleri ve faaliyetleri, 2011′deki ayrılıkçı Kürtçülerin istekleri ve faaliyetleriyle birebir örtüşmektedir.
1921′deki istekleri ve faaliyetleri, Mustafa Kemal Atatürk tarafından sonuçsuz bırakılan ayrılıkçı-bölücü Kürtçüler, bıkıp usanmadan aynı istekleri dile getirmeye ve bu amaçla isyan etmeye devam etmişlerdir.

Anlayacağınız, meselenin özü şudur: AYRILIKÇI-BÖLÜCÜ KÜRTÇÜLER, dün KOÇGİRİ’DE, AĞRI’DA, DERSİM’DE yapamadıklarını bugün DİYARBAKIR’DA, ŞIRMAK’TA yapmak istemektedirler.

DEMOKRASİ, İNSAN HAKLARI, KÜLTÜREL HAKLAR vb istekler,”geçek isteği” gizlemeye yönelik kamuflajdan başka birşey değildir.

Ama hiç kimsenin kuşkusu olmasın, yine başaramayacaklar!
Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerini dize getirerek, kanla-ateşle-göz yaşıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, içinde bulunduğu koşullar her ne olursa olsun, asla bir avuç ayrılıkçı-bölücü KÜRTÇÜ’ye teslim olacak bir ülke değildir.
NOT: Bu yazıdaki tarihsel veriler, Sinan Meydan’ın Eylül ayında çıkacak CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI II CİLT, adlı kitabından alınmıştır.
Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/77035
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

YAZIKLAR OLSUN HASAN CEMAL, YAZIKLAR OLSUN!…

17 Temmuz 2011
karayilan-hasan-cemal.jpg
Bugünkü Milliyet’te “Şehitler İçin Elbette Ağlayalım Ama…” başlıklı bir yazı kaleme alan ve yazısında “ASKER DE ŞEHİT OLMASIN! PKK’LI DA” diyen HASAN CEMAL’i kınıyorum.
(http://siyaset.milliyet.com.tr/sehi...asetyazardetay/16.07.2011/1415038/default.htm)
Bir ay kadar önce PKK kampında PKK yöneticileriyle birlikte olan,”gülücükler saçarak çay içip yemek yiyen” Hasan Cemal, daha 13 şehidimizin toprağı soğumadan MEHMETÇİKLERLE TERÖRİSTLERİ aynı kefeye koyabilmiş; PKK’lıya “şehit” diyebilmiştir.
Vatan savunmasında düşman tarafından öldürülenlere “şehit” denildiği hatırlanacak olursa;
Hasan Cemal’in

PKK’yı “vatanını savunan bir güç”
TSK’yı ise “düşman”
olarak gördüğü sonucuna varılabilir…
AYDIN İHANETİ bu olsa gerekir.
Ne diyebilirim ki:
YAZIKLAR OLSUN… YAZIKLAR OLSUN…
Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN



http://www.ilk-kursun.com/haber/76851
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAKLARINA BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ÖNÜNDE YEMİN EDİYORLAR

12 Temmuz 2011

Günlerdir Meclis’te yemin krizi yaşanıyor!
AKP ve MHP yemin etmişler! CHP ve BDP etmemişler!Nihayet CHP bugün yemin etti!
Yemin eden milletvekilleri, “Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma, büyük Türk milleti önünde yemin ederim…” diyerek yemin ettiler!
Daha önceki milletvekilleri,daha önceki hükümetler de böyle yemin etmişlerdi!
“ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAKLARINA…. BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ÖNÜNDE” yemin etmişlerdi!
Eeee ne oldu?
Hele son 9 yılda yeminlerine ne kadar sadık kaldılar:
Türban diye tuturup, cemaatleri kollayıp, irticayı hortlatıp LAİKLİĞİ hiçe saymadılar mı?
“Ne mutlu Türküm diyene” diyeni Silivri’ye tıkarak, bölücü başıyla pazarlık yaparak MİLLİYETÇİLİĞİ hiçe saymadılar mı?
Yandaşı zengin edip, işçiyi, memuru coplayıp, çiftçiyi perişan edip HALKÇILIĞI hiçe saymadılar mı?
Türkiye’nin bütün milli varlıklarını yandaşa-yabancıya satıp DEVLETÇİLİĞİ hiçe saymadılar mı?
Çoğunluk diktası kurup, azınlığın haklarını gasp ederek CUMHURİYETÇİLİĞİ hiçe saymadılar mı?
Hurafecilik, din istismarı, Osmanlı seviciliği; bilim, sanat, kültür düşmanlığı yaparak DEVRİMCİLİĞİ hiçe saymadılar mı?
Eeeee!…O zaman!…
Edilen yemin ayaklar altına alındıktan sonra yemin etmenin ne anlamı var Alllah aşkına?
Gece gündüz, Atatürk’e ve Atatürk’ün kurduğu “bağımsız” ve “çağdaş” cumhuriyete saldıranlar veya saldıranlara pirim verenler, ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAKLARINA…. BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ÖNÜNDE YEMİN EDİYORLAR!…

Ve daha o yemin kullaklarında yankılanırken “ANAYASADAN “ATATÜRK” VE “TÜRK” SÖZCÜKLERİNİ ACABA NASIL ÇIKARSAK” DİYE DÜŞÜNMEYE BAŞLIYORLAR….
Bizler de oturmuşuz “CHP ve BDP yemin etmedi? Şimdi ne olacak?” diye düşünüyoruz…
Ortada bir “kukla tiyatrosu” oynandığının farkında değiliz?
Eğer farkında olsayadık, 2002′de ettiği yemini hemen bozan bir iktidar, sonraki iki genel seçimi, üstelik oylarını her seferinde biraz daha arttırarak kazanabilir miydi?
Gerçek şu ki, artık bu ülkenin büyük bir bölümü “ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAK” milletvekili istemiyor!
Bırakın kukla tiyatrosunu!
Çıkarın dilinizin altındaki baklayı!
Memnun edin yüzde elliden fazlayı! (Nasılsa çoğunluk herşeyi yapar!)
Değiştirin Anayasa’yı, çıkarın TÜRK ve ATATÜRK sözlerini…Koyun KÜRT VE ATAKÜRT sözlerini… (Dün Taraf yazarı Önder Aytaç, CNN’de kullandı ATAKÜRT ifadesini)
Sizler ve 50 yıldır beynini yıkayarak biat ettirdiniz çoğunluk; hep beraber rahatlayın…Gönül rahatlığıyla bir ayağınızı kaldırmadan yemin edin göysünüzü gere gere!…
AKP, MHP ve şimdi de CHP yemin etmiş, BDP yemin etmemiş!
İnanın hiç umrumda değil….
Etseler ne olur, etmeseler ne olur?
Nasılsa yine uymayacaklar!
Sinan Meydan
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/76390
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

ŞİKE ŞİKE OYALIYORLAR! ŞİKE ŞİKE UYUTUYORLAR! ŞİKE ŞİKE YÖNLENDİRİYORLAR! ŞİKE ŞİKE GÜNDEM DEĞİŞTİRİYORLAR!

10 Temmuz 2011
3Lig.jpg

Polis, “şike soruşturması” kapsamında mahkeme ve yargılama sürecini beklemden soruşturmada adı geçen FB yöneticilerini “suçlu” ilan ediyor!
Gizli belgeler, tutanaklar, resimler, dinlemeler, ergenekon davasında olduğu gibi- yasa dışı bir işekilde basına servis ediliyor!
Bütün tv’ler, gazeteler, internet siteleri “bokunda boncuk bulmuş” misali hergün “masumiyet karinesini” hiçe sayarak 104 yıllık FB kulubünü adeta “linç” ediyor!
Tüm Türkiye, “şike soruşturmasıyla” oyalanıyor!…
Ama hiç kimsenin aklına “Bu soruşturma neden seçimden önce yapılmadı?” diye sormak gelmiyor!
Bu sırada:

TBMM’de tarihte ilk kez rejimi kilitleyecek boyutta bir “yemin krizi” yaşanıyor!

TSK “Balyoz” soruşturmasıyla tasfiye edilmeye devam ediyor, muavazzaf askerler, komutanlar tutuklanıyor!
Eli kanlı terör örgütünün “bebek katili” İmralı canisi, “akil adam” muamelesi görüyor! Yüzde 50 oy alan AKP iktidarı İmralı canisinin iki dudağı arasından çıkacaklara göre Kürt sorununa çözüm arıyor!
Eli kanlı terör örgütünün uzantısı durumundaki bir siyasi parti, yine tarihte ilk kez, Diyarbakır’da TBMM’ye alternatif bir meclis topluyor! Bırakın özerkliği, bağımsızlık hazırlıkları yapılıyor!
Doğu’da Mehmetçik, eli kanlı caniler tarafından sokak ortasında infaz ediliyor! Ama operasyon medyasında şehit Mehmetçiklerin değil FB Başkanı Aziz Yıldırım’ın (yasal olarak gizli tutlması gereken) fişlenme fotoğrafları yayınlanıyor manşetten…
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kıbrıs’ın birleşmesi için referandum yapılacağından söz ediyor; Sessiz sedasız Kıbrıs teslim ediliyor!
Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri değiştirilerek Türkiye Cumhuryeti’nin tasviyesine hazırlanılıyor!
Yabancıya toprak satışıyla ilgili Lozan’ı delecek yasal değişiklilklerin alt yapısı oluşturuluyor!
Sınırda Suriye-İran-Türkiye gerginliği tırmanıyor!
Aylardır rafa kaldırılmış olan Denizfeneri V soruşturması yürütülüyor sessizce… Halkın masum dini duygularını sömürerek kazanç elde ettiği Almanya uzantısındaki davayla kesinleşen DOLANDIRICI FENER önemsiz bir haber olarak yer alıyor gazetelerde…

Özetle; Türkiye tarihinin en büyük sorunlarıyla karşı karşıyayken, Atatürk Türkiye’sini dönüştürmeyi kafasına koymuş olanlar, büyük bir ustalıkla bir “kurban” seçip, gündemi değiştirerek “durmak yok yola devam” ediyor!
Bir haftadır;
Türkiye’de tek konu şike soruşturması!
Ortalık toz duman!
Polis, hem hakim-hem savcı rolünde!
Basın yargısız infaz peşinde!

Halk ise,-küçük bir azınlık hariç- operasyon medyasının gazına gelmiş bir halde, gerçekten de bu operasyonla Türk futbolunun temizlenmek istediğine inanarak, “Acaba FB 2. lige düşecek mi?” diye düşünüyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin 3.lige düşürülmek üzere olduğunu fark etmeden…
***
Temiz Türkiye için önce futboldan değil Meclisten başlamak gerekmez mi?
Önce, maçlarda teşvik veren ve şike yapan futbol takımlarını değil, seçimlerde teşvik veren ve şike yapan siyasi partileri küme düşürmek gerekmez mi?
Var mısınız Temiz Türkiye’ye!
Hadi önce teşvikçi ve şikeci partileri yargılayarak başlayalım!.
Yolsuzluk yapan, suç işleyen milletvekillerine dokunalım!
Var mısınız!
“Varız” diyecek insan çok azdır! Çünkü nasılsa artık şike şike kanıksadık kirli siyaseti!…
Sinan Meydan
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/76230
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Sinan Meydan Yazdı: BÖLDÜKÇE BÖLÜYORLAR! (Bu Oyuna Gelmeyelim)

07 Temmuz 2011
88908605858046403300.jpg
Türkiye sonu bilinmeyen bir kör karanlığa doğru büyük bir hızla yuvarlanıyor.
Türk halkı, tarikatlar, cemaatler içinde, yandaş medyanın beyin yıkayan yayınlarıyla ve ele geçirilmiş yargının operasyonlarıyla sersemletiliyor.
İnsanların doğru karar verme yetisi yok ediliyor.
İnsanlar büyük güruhlar halinde oradan oraya sürüklenen “bilinçsiz yığınlar” haline getiiriliyor.
İnsanlar uyuşturuluyor!
Beyinler çökertiliyor!
Hafızalar hergün “istenilen yönde” yeniden formatlanıyor!
İnsanlar kin ve nefret tohumlarıyla her geçen gün çok daha fazla kamplara bölünerek, ötekileştirliyor.
Türk-Kürt,Alevi-Sünni, Laik-Dindar, Atatürkçü- Cemaatçi, AKP’li-AKP’li olmayan gibi bölünmüşlüklere ve çatışmalara son günlerde yeni bölünmüşlükler ve çatışmalar ekleniyor.
Peki ama birilerinin bu toplumu “böldükçe bölmek” istemesinin amacı ne?
Yoksa bu iyi bişey; demokrasinin bir gereği mi?
Yoksa bu “bölünmüşlük” bir amaca yönelik olarak mı gerçekleştiriliyor?
Yoksa bu bölünmüşlüklerin çatışmaya dönüşmesi mi isteniyor?
Eğer öyle ise, ki bence öyle; bu çatışma ortamı kime ve neye hizmet edecek?
Görünen o ki, Atatürk’ün yüzyılın başında “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek birleştirdiği Türkiye, bugün “etnik-dinsel-mezhepsel-siyasi-ideolojik ve hatta sportif farklılıklar” vurgulanarak bölünüyor ve parçalanıyor….
Gerçek şu ki:
Atatürk, Türk Ulus Devleti’ni “birleşme” formülüyle kurmuştu!
Erdoğan, Türk Ulus Devleti’ni “ayrılık” formülüyle tasfiye ediyor!
Bizlerse, uyuşturulmuş beyinlerimizle,körermiş doğru karar verme yetilerimizle, birilerinin estirdiği rüzgara göre savruldukça savruluyoruz!…
Neyse boşverin bunları!… Biz son esen rüzgara bırakalım yine kendimizi: “Duydunuz mu FB 2. lige düşecekmiş!… Bu sene kesin bizim takım şampiyon!…”

Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN



http://www.ilk-kursun.com/haber/75885
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Sinan Meydan Yazdı: MAZİNDE BİR TARİH YATAR “ATAM İZİNDEYİZ!”

07 Temmuz 2011
view-pic-img.html
Salyalı Fanatikler

Birkaç gündür Türkiye’de “şike soruşturması” kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti’yle yaşıt bir büyük kulüp; Fenerbahçe, o kulübe gönül vermiş milyonlarca taraftarının ve dünyanın gözü önünde adeta “linç” ediliyor. Haber kanallarında, Fenerbahçeli yöneticilerin ve futbolcuların “şike soruşturması kapsamında” göz altına alındığını duyuran ve gelişmeleri anlatan fanatik spor-haber spikerleri, gözlerinin içi parlayarak, Fenerbahçe’nin şampiyonluğunun elinden alınıp 2. lige düşürüleceğini anlatıyorlar sevinç içinde; hem hakim, hem savcı edasında, güya kulislerden aldıkları son haberleri aktarıyorlar şişe gerine… Utanmasalar, düğün bayram yapıp göbek atacaklar….
Fenerbahçeli bazı yöneticilerin bazı “alengirli işlerin” içinde oldukları kanıtlansa bile bu durum, yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olan, Kurtuluş Savaşı’ndaki katkısıyla Cumhuriyetin harcında alın teri olan Fenerbahçe’nin “kurumsal kimliğine” hiçbir zarar vermeyecektir. Nasıl ki Türkiye’yi yöneten hükümetlerin yanlışları, hataları varsa onları eleştirmek gerekirse, FB’li yöneticilerin yanlışları hataları varsa da onları eleştirmek gerekir: Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Tayyip Erdoğan karşıtlığı başka şeydir, Türkiye’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor diye Türkiye düşmanı olmak çok başka şeydir. Bunun gibi Aziz Yıldırım karşıtlığı başka şeydir, FB’yi, Aziz Yıldırım yönetiyor diye FB düşmanı olmak çok başka şeydir. Hiçbir yöneticinin hatası yönettiği kurumu “linç” etmeyi gerektirmez.
Bugün “FB’liler şike yaptı!” diye FENERBAHÇE’YE, FENERBAHÇE’NİN kurumsal kimliğine, 25 milyonluk FB camiasına saldıranlar, hep birlikte göreceğiz, çok yakında o asırlık SARI-LACİVERT engin denizde boğulacaklardır.
Tıpkı FB gibi, bu cumhuriyetin kuruluş harcında alın teri olan GS ve BJK’nin sağduyulu yöneticileri ve taraftarlarının fanatizmden uzak “olgun duruşları”, onların neden “büyük kulüp” olduklarının da en açık işaretlerinden biridir.
Büyük Olmak Başka Şeydir
Üç büyüklerin büyüklüğü, şampiyonluk sayılarıyla, alınan kupalarla ve kazanılan maçlarla ölçülen bir büyüklük değildir; üç büyüklerin büyüklüğü, Çanakkale Savaşı’nda verdikleri şehit futbolculardan, Kurtuluş Savaşı’nda işgal kuvvetlerine karşı kazandıkları maçlarla Türk insanına aşıladıkları umuttan, silah ve cephane yokluğunda İstanbul’dan gizlice Anadolu’ya silah kaçırarak Mustafa Kemal ATATÜRK’E verdikleri destekten gelen bir büyüklüktür. Üç büyüklerin formaları, sadece siyah beyaz, sadece sarı kırmızı ve sadece sarı lacivertle boyanmamıştır; o renklerlerin yanında bir de kimsenin göremediği, ama formalara işlemiş bir de kan kırmızısı vardır. Nitekim daha çok üç büyüklerden oluşan Milli Takım formasında karşımıza çıkar o kan kırmızısı…
Bu nedenle üç büyüklere “saldırırken”, “küfrederken”, “hakaret ederken” çok dikkatli olmak gerekir. Yoksa maazallah “O forma kutsaldır…” tezahüratında olduğu gibi o kutsal forma bir gün sizi çarpar!…
Şimdi gelin GS ve BJK’nin kutsal formalarını “saygıyla” bir kenara koyup, FB’nin o kutsal formasından söz edelim; söz edelim ki, salyalı ağızlarıyla FB’nin kurmasal yapısına saldıran kendini bilmez medya maymunları “kiminle dans ettiklerini” anlasınlar!

Atatürk’ün Fener’e Verdiği Görev

Tarih 3 Mayıs 1918 Cuma
Kurtuluş Savaşı’nın gizli kurtuluş planlarını yapan Mustafa Kemal Atatürk, Fenerbahçe Spor Kulübünü ziyaret etmiş, Kulp yöneticilerinden Mustafa Elkatip Bey’in de aralarında bulunduğu yöneticilerle üç saat süren gizli bir görüşme yapmıştı.
O gün o görüşmede konuşulanlar, üç yıl sonra anlaşılacaktır: İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Harringtün, “FB’lileri Anadolu’daki milliyetçilere silah kaçırmakla suçlayıp” kulübü kapatacaktı.
Mustafa Kemal, kulüpten ayrılmadan önce maroken kaplı kulüp defterine şu unutulmaz satırları yazmıştır:
“Fenerbahçe Kulübü’nün her tarafta mahzar-ı takdir olmuş bulunan asar-ı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve ebedi hamiyeti tebrik etmeyi vazife etmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir.
Takdirat ve tebriklerimi buraya kayd ile mübahiyim.
3 Mayıs 1334 (1918) Mustafa Kemal”
Mustafa Kemal öğleden sonra kulüpten ayrılmıştır. Ancak ayrılırken bir kayıkla karşıya geçmek istemiştir. Amacı buradan kıyıları takip ederek Anadolu’ya silah kaçırmanın mümkün olup olmadığını bizzat tecrübe etmektir.
Mustafa Kemal, Mustafa Elkatip Bey’in çektiği kayığa binerken geri dönmüş ve Başkan Sabri (Toprak) Bey’e bakarak, “FB’ye ebedi muvaffakiyetler dilerim” demiştir.
O günkü toplantıda Mustafa Kemal, FB’ye Anadolu’ya silah kaçırma görevi vermişti.
Fener’in İşgal Yıllarındaki Politikası
FB, Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütlerinden Mim Mim Grubu gibi örgütlerde koordineli bir şekilde çalışarak Kurtuluş Savaşı’nın en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur.
Nitekim, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihinde FB’nin Altıyol’daki kulüp binasında çok özel bir toplantı yapılmıştır.
FB’nin önde gelen yöneticilerinden Ali Naci Karacan ve bazı arkadaşları bir yıl kadar önce Mustafa Kemal’in de oturduğu o masanın etrafında oturtarak, işgal boyunca FB’nin izleyeceği politikayı tartışmışlardır.
O toplantının sonunda alınan kararlar, FB’nin işgal İstanbul’unda toprak sahalarda yapacağı maçların artık “ulusal çıkarlara” hizmet edeceğini göstermektedir.
Ali Naci Karacan, o gün aldıkları kararları sonradan şöyle açıklamıştır:
“1. FB’yi Mütareke döneminin İstanbul’a döktüğü işgal kuvvetlerine mensup takımlarla çarpıştırarak, mümkün olduğu kadar galibiyetlere sevk etmek.
2. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve bilhassa Rumlar, Ermeniler ve bunların muhtelifleriyle yapılacak maçları gazetelerde mümkün olduğu kadar anlatarak, FB’yi milli bir mücadele bayrağı haline koymak ve halka sevdirmek
3. Bir taraftan ve mütemadiyen maçlar ve diğer taraftan bu maçların gazetelerde propagandasını yaparak büyük kitlelerin futbola karşı alakasını hareketlendirmek….”

Özetle, Kurtuluş Savaşı yıllarında FB aynı anda iki maça birden çıkacaktı:
Hem Dereağzı’ndan Anadolu’ya gizlice silah ve cephane kaçırarak Kurtuluş Savaşı’na sürekli lojistik destek sağlayacak, hem de İstanbul’a işgal güçleriyle ve azınlık takımlarıyla yapacağı karşılaşmaları kazanarak halkın moralini yükseltip, ulusun kırılan onurunu bir nebze de olsa onaracaktı.
Aslında “vatan savunması” FB’nin kuruluş felsefesiydi…
Kuruluş Tüzüğündeki 2. Madde’nin Sırrı
1900’lerin başında Osmanlı Devleti emperyalist bir kuşatmayla çevrilmişti. Ruhen ve bedenen sağlıklı gençlere çok ihtiyaç vardı. FB’nin Enver Bey ve Zeki Bey gibi vatansever kurucuları bu durumun farkındaydı. FB’yi kurarken hem Abdülhamit istibdadına karşı mücadele etmeyi hem de sporla uğraşan sağlıklı genç nesillerin yetişmesini amaçlamışlardı.
1913 yılında İkdam matbaası tarafından basılan FB Tüzüğü’nün 2. maddesinde kulübün kuruluş amacı şöyle ifade edilmişti:
“Madde 2: Kulübün takip ettiği amaç ve gaye memlekette bedeni ve fikri terbiyenin yayılmasına çalışmak ve vatan gençlerini vatanın korunmasına, zorluklara ve askeri seferberliklere alıştırmaktır.”

Balkan ve Çanakkale Savaşlarında BJK ve GS liler gibi cepheden cepheye koşan FB’liler, şimdi de bir ölüm kalım savaşında Kurtuluş Savaşı’nda mücadele edeceklerdi.
Belki de dünyada ilk kez bir futbol kulübü, bir ulusun bağımsızlık mücadelesinde bu kadar büyük bir etkiye sahip olacaktı.
FB Dereağzı’ndan Anadolu’ya gizlice silah kaçırırken İngiliz işgal kuvvetlerinin baskınına uğramış ve bu baskın sonunda iki futbolcusu “şehit” olmuştu.
Bu olaydan sonra FB Başkanı Sabri Bey de Malta adasına sürgün edilmişti. Mustafa Kemal’in arkadaşlarından Sabri (Toprak) Bey’i en çok kahreden esir olmak değil, İngiliz askerlerinin Moda’daki evini basıp onu çocuklarının gözleri önünde yaka paça dışarıya sürüklemeleriydi.O anı ömrü boyunca hiç unutmayacaktı.
Sabri Bey, daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılacak ve Posta Telgraf Müdürü olarak görev yapacaktı.
FB’nin bir numaralı kurucu üyesi Enver Bey, vatan ve hürriyet mücadelesi veren bir vatanseverdi. FB’yi de bu amaçla kurmuştu. Kulüp sayesinde gençleri bilinçlendirmeyi amaçlıyordu.
Enver Bey, Kurtuluş Savaşı yıllarında Sirkeci Gümrük Baş Müdürlüğü yapmıştı. Aslında bu görev sadece bir kamuflajdı; onun gerçek görevi Anadolu’ya silah ve cephane kaçırmaktı. Gümrük sorumlusu olması silah kaçırma işinde büyük kolaylık sağlıyordu. İngilizler bir süre sonra onu da yakalayacaklardı.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sırasındaki büyük yararlılıklarından dolayı İstiklal Madalyası ile ödüllendirilen Enver Bey’e “Korkusuz Türk” unvanını verecekti.
FB’nin 1921 yılındaki başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi’ydi. İstanbul Hükümeti ve Osmanlı Padişahı Vahdettin İngilizlerle birlikte Milli Hareketi yok etmek için çabalarken, FB’li şehzade Ömer Faruk Efendi, Milli Harekete katılmak için Anadolu’ya geçmişti.
Ege’de Kuvayı Miliyeci kılığında Yunanla savaşan “Efe BaşvekilŞükrü Saraçoğlu’nu da unutmamak gerekir tabi…
FB tarihinde, FB’ye sızan Doktor Nazım gibi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları da olmuştur kuşkusuz, ama bu bünye onları çok fazla barındırmamıştır…
İngilizlerin Fener’den Çektiği
FB, Kurtuluş Savaşı yıllarında, adeta üzerine ölü toprağı serilen, işgal altındaki İstanbul’un tek gurur ve neşe kaynağı haline gelmişti..
Çünkü FB, işgal İstanbul’unda İngiliz-Fransız işgal takımlarıyla 50 maç yapmış, bunların 41’ini kazanıp 4’ünde berabere kalırken sadece 5’ini kaybetmiştir. Bu maçlarda düşman filelerine 193 gol atan FB sadece 37 gol yemiştir. FB, ayrıca Ermeni ve Rum takımlarıyla yaptığı 16 maçın da tamamını kazanmıştır. Toplam 66 maç yapan FB, bunların 57’sini kazanmış, sadece 5’ini kaybetmiştir.
Bazı FB’lilerin gizlice Anadolu’ya gizlice silah kaçırdıkları, bazılarının elde silah cepheden cepheye koştukları dikkate alınacak olursa FB’nin yetersiz kadrosuyla işgal takımlarına karşı elde ettiği başarının boyutları çok daha iyi anlaşılacaktır.
Uzun ve yorucu ve acımasız savaş yılları ülkeyi olduğu kadar futbol takımlarını da yıpratıyordu.Cepheye giden futbolcular birer ikişer şehit ve gazi olunca ligler çocuk yaştaki futbolcularla oynanmaya başlamıştır. FB’de 14-16 yaşları arasında çok sayıda genç futbolcu vardı.
Bu maçlarda sadece top oynanmıyor, her seferinde vatanın gerçek sahipleriyle işgalciler kapışıyordu.
FB’nin işgal güçlerinin takımlarına karşı kazandığı maçların zafer haberleri, dönemin gazetelerinde geniş yer alıyordu. Ve bir strateji dehası olan Mustafa Kemal, bu zafer haberlerinin yer aldığı gazeteleri Türk cephelerine ulaştırıyordu.
O günlerin FB’sini Ali Naci Karacan şöyle anlatmıştır:
“Mütareke döneminde halkın işgal kuvvetlerine hıncı o derece idi ki FB’nin hemen her Pazar giriştiği bu maçlar, daha doğrusu ‘futbol oynuyorum’ diye yaptığı o milli kavgalar, inanılmaz bir ilgi uyandırdı.
“FB öyle müthiş bir silindir haline geliyor ve maç yapa yapa öyle idmanlı oluyordu ki, karşısında bu ecnebi takımlarından bir tanesi bile dayanamıyor ve sahaya çıkmaları ile birlikte kalelerine üzüm salkımları gibi goller asılı kalıyordu. Karşımıza çıkan işgal kuvvetlerini yenince bu sefer onların karmalarını yapmaya, karşımıza bu şekilde çıkmaya sevk etti. Ayrı ayrı o kadar kolay yeniyorduk ki, maçların biraz enteresan olabilmesi için onları birbirleriyle anlaşarak kuvvetlendirmeye biz sevk ediyorduk. Sevk ediyorduk ve yeniyorduk.
Mütareke’nin o elim günlerinde ıstıraptan bunalmış halka, bu galibiyetlerin ne büyük teselli teşkil ettiğini, ancak o maçlarda bulunanlar anlayabilir….”
General Harrington Fener’i Kapattı
İşgalci İngilizlerin Anadolu’daki kabusu Mustafa Kemal, İstanbul’daki kabusu ise Fenerbahçe’ydi.
Bu nedenle İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Harrington, İstanbul’daki kabusundan kurtulma planları yapmıştı.
İşgalcilere İstanbul’u dar eden, kazandığı maçlarla Türk halkının milli hislerini okşayan, ulusa yeniden öz güven kazandıran FB’yi etkisiz hale getirmek gerekiyordu.
İşte tam da o günlerde General Harrington’un kulağına, FB’nin Derağzı’ndan Anadolu’daki Millicilere silah ve cephane kaçırdığı haberi gelmişti.
General Harrington beklediği fırsatı bulmuştu.
İşgal kuvvetleri, 1920 Haziranı’nda Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasını basıp sıkı bir arama yapmıştır.
Aramadan sonra kulüp boşaltılmış ve kapısına kilit vurulmuştur.
İngiliz Kuvvetleri, kulüpten ayrılırken yöntemcilerden Ömer Nazım Bey’in eline bir bildiri tutuşturdular.
General Harrington, imzasını taşıyan bildiride FB’ye yönelik şu suçlamalar vardı:
1. Fenerbahçe Spor Kulübü, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bir şubesi olup spor maskesi altında siyasi faaliyette bulunmaktadır.
2. Fenerbahçe, Müttefik kuvvetlere karşı düşmanca duygular beslemekte ve bunu her fırsatta ifade edip ahaliyi kışkırtmaktadır.
3. Kulüpte yuvalanan bazı kimseler, Anadolu’daki asilere silah ve mühimmat sevk etmektedir.
4. Görülen lüzum üzerine, Fenerbahçe Spor Kulübü süresiz olarak kapatılmış ve azaları her türlü sosyal faaliyetten men edilmiştir.”
General Harrington, FB’den ebediyen kurtulduğunu düşünürken hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştı.
İstanbul’un işgaline bile sessiz kalan Müslüman ahali, FB’nin kapatılmasına karşı olağanüstü bir tepki göstermişti.
İşgalcileri destekleyen gazeteler bile FB’nin kapatılmasını eleştirerek bunun Anadolu’daki Milli Harekete güç vereceğini yazmışlardı.
Kulüp Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi ve bazı saraylılar araya girerek FB’nin açılmasını sağlamışlardı..
Mim Mim Grubu, FB’yi kapatan General Harrrington’un bu davranışını cezasız bırakmamaya karar vermişti. Öyle bir şey yapacaklardı ki, İngiliz generali önce işgal güçlerine sonra da tüm dünyaya rezil olacaktı.
Mim Mim Grubu’ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, General Harrington’un otomobilini çalarak İnebolu üzerinden Mustafa Kemal’e göndermişti… Birkaç hafta sonra Mustafa Kemal o otomobilin üzerinde görüntülenmişti.
Atatürk’ün Futbol Stratejisi
Savaş ve strateji dehası Mustafa Kemal, kurtuluş savaşı yıllarında gerçekten de futboldan bir silah olarak yararlanmıştı. Mustafa Kemal, Fenerbahçe’nin Anadolu’ya silah kaçırması ve işgalcilerle yaptığı maçlar dışında, büyük taarruz öncesinde de “futboldan” yararlanmıştır.
Mustafa Kemal, Büyük Taarruz’dan bir ay kadar önce ordu takımları arasında bir futbol turnuvası düzenlemiştir. Bu turnuvanın final maçını seyrederken savaş planlarını silah arkadaşlarıyla paylaşmayı planlamıştır.
Yunanlılar, Mustafa Kemal’in bu futbol ilgisi karşısında “Kemal yenileceğini anladı, şimdi de futbola merak sal diyerek onunla dalga geçerken, Charles H. Sherril, anılarında bu maçtan şöyle söz etmiştir:
“ Bu büyük futbol maçıyla ilgili haberler, gazetelerde ön planda yer alıyordu. Bu durumdan Yunanlılar da hoşnut görünüyordu. Zira Türk ordusunun hiç olmazsa yakın bir gelecekte herhangi bir harekatta bulunması söz konusu olmayacaktı. Çünkü Türkler şimdilik yalnızca futbolla ilgileniyordu”.ng>
28 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal, 1. ve 2. ordu arasında oynanacak final maçını izlemek için Akşehir’e gelmiştir.
Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Yakup Şevki Paşa ile birlikte sadece maçı izlememiş, savaş planlarının ayrıntılarını da konuşmuştur. Böylece düşman hiç bir şeyden kuşkulanmadan Büyük Taarruz hazırlıklarına son şekil verilmiştir.
30 Ağustos 1922’de Başkomutan Mustafa Kemal’in önderliğinde Yunan ordusunu bozguna uğratan Türk ordusu, imkansızı başarıp Kurtuluş Savaşı’nı kazanmıştır.
Harrington Kupası
İngilizler, Mustafa Kemal’i yenme şansını kaybetmişlerdi, ama yine de ellerinde son bir şans vardı: gitmeden önce FB’yi yenerek acılarını biraz olsun hafifletmek istiyorlardı. İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington İstanbul’u şöyle bir ağız tadıyla işgal ettirmeyen FB’den giderayak intikam almak istiyordu.
Harrington gazetelere verdiği ilanlarda kendisine güvenen bir Türk kulübüyle, İngiliz Gardlar Karması’nın maç yapmak istediğini belirtmişti. İlanda ayrıca, kazanan takıma özel olarak yaptırılan Harrington Kupası’nın verileceği belirtilmişti.
Haber aynı gün İstanbul’un diline düşmüştü: Kahvehanelerde, camilerde, Tepebaşı ve Taksim Bahçelerinde ve boğazın öteki tarafında Moda’da, Üsküdar’da herkes bu maçı konuşmaya başlamıştı.
Bu ilanı FB kendisine yönelik bir maç daveti olarak algılamış ve İngilizlere aynı gün şu yazılı cevabı vermişti:
“İstanbul ve Havalisi Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı Cenab-ı Alisi’ne;
Fenerbahçe Spor Kulübü, bütün kulüplere vaki davetinize muttali olmuştur. Kulübümüz, arzu duyulan futbol maçını, yine arzu buyrulan gün ve saatte yalnız kendi kadrosuyla oynamaya hazır ve cevabınıza muntazır olduğunu cenab-ı alilerine bildirmekle kesbi şeref eyler.”
FB bir kere daha işgal kuvvetlerine meydan okuyordu: Kendi kadromla, nerede istersen orada, ne zaman istersen o zaman!…
Maçın adı konmuştu: Gardlar Karması-Fenerbahçe
Harington, Gardlar karması’nın dünyaca ünlü İngiliz Çelse kulübünden getirttiği dört futbolcuyla takviye etmişti.
İstanbul bu haberle çalkanıyordu.
Kurtuluş Savaşı, İstanbul’un kurtuluşu, Lozan görüşmeleri unutulmuş, herkes bu maça kilitlenmişti.
Maçın önemi, diğer takımları da harekete geçirmiş, FB’nin ezeli rakibi GS, başta Aslan Nihat olmak üzere en iyi birkaç futbolcusunu FB’ye vermeyi teklif etmiş, ancak FB, ezeli rakibine teşekkür ederek bu maça kendi kadrosuyla çıkacağını belirtmiştir.
Maç, 29 Haziran 1923’te Taksim Stadı’nda oynamıştır.
Fenerbahçe, Gardlar Karmasını 2-1 yenmiş ve Harrington Kupası’nı almıştır. Bu kupa bugün FB Müzesi’nde sergilenmektedir.
İşgal kuvvetleri giderayak FB’den unutamayacakları bir tokat yemişti.
Zafer haberi kısa sürede Türkiye sınırlarını aşmış ta İsviçre’ye kadar gitmişti.
Lozan Görüşmelerini yürütmek için İsviçre’de bulunan İsmet Paşa, FB’nin İngiliz Gardlar Karması’nı yenerek Harrington Kupası’nı aldığını duyunca çok sevinmiş ve bir telgrafla FB’yi tebrik etmiştir:
İsmet Paşa’nın FB’ye gönderdiği telgraf şöyle bitiyordu:
“Heyetimiz adına meserretle gözlerinizden öperim… İsmet.”
Ergenekoncu Fenerbahçe!
Aradan yıllar geçti, Türkiye çok değişti!
1950’lerde başlayan karşı devrim sürecinde Cumhuriyet ve o cumhuriyetin kurucusu Atatürk yok edilmek istendi.
12 Eylül’den sonra Atatürk Cumhuriyetini değiştirmek için olağanüstü bir dönüşüm başlatıldı. Cumhuriyetin Polisi Cumhuriyetin eğitim sistemi, Cumhuriyetin yargısı, Cumhuriyetin ordusu yavaş yavaş dönüştürüldü.
Bütün bu dönüşüme inat, her hafta milyonların kalbini çarptıran Fenerbahçe, aynı kaldı: Hala o Dereağzı’nda Anadolu’ya silah kaçıran, hala o İngiliz-Fransız takımlarını Taksim Stadı’nda yenen, hala o Atatürk’ün ziyaret ettiği ve şeref defterini imzaladığı FB olarak varlığını sürdürdü…
Türkiye’de nice kurumlar “Atatürk”ün adını bile anmaktan korkarken Fenerbahçe, tribünlerinde, şanlı tarihine yakışır bir şekilde, hep o “ATAM İZİNDEYİZ” pankartı asıldı.
2006 yılında UEFA kupasında FB bir İspanyol takımıyla eşleşince İspanyol basını, “ATATÜRK’ÜN TAKIMIYLA OYNAYACAĞIZ” diye manşet attı.
2008 yılında FB Şampiyonlar Ligi’nde Sevilla ile oynarken Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” afişi açıldı.
Ve dönüştürülen Türkiye’de birileri “direnen” FB’den fena halde rahatsız oldu.
29 Mart 2009 Pazar günlü Taraf gazetesi şöyle bir manşetle çıktı:
“Ergenekon Fenerbahçe’de…”
Haberde;
“Ergenekon Fener-Sevilla maçında Şükrü Saraçoğlu stadına Mustafa Kemal’in askerleriyiz afişi astırmış.” denildi.
Türkiye’nin “dönüştürülme sürecinde” Atatürkçü ve Cumhuriyetçi olan herkese yapıştırılan “Ergenekoncululuk” damgası bu seferde Fenerbahçe’ye yapıştırılmıştı.

FB’yi Silivri’ye tıkmak çok kolaydı!
Nasıl olsa bu ülkede paçalarından fanatizmi akan bir futbol dünyası, olayları irdelemeden üzerine atlayan bir basın ve dizilerle beyni sulandırılmış bir halk, bu operasyona kolayca inanacaktı…
***
Diyelim ki FB’li bazı yöneticiler gerçekten de suçlu!
Diyelim ki FB’nin şampiyonluğu elinden alındı!
Diyelim ki FB ikinci lige düşürüldü!
Ne değişir?
“Çamura düşmekle altın değerinden ne kaybeder!”
FB, ne Aziz Yıldırım’dır, ne Şekip Mosturoğlu’dur, ne Emenike’dir ne de başka biridir! Hiçbir şahıs FB’yi bağlamaz! Çünkü FB Türkiye’dir, Türkiye FB’dir: FB’nin yaşadıklarını Türkiye, Türkiye’nin yaşadıklarını FB yaşar!
Bir FB’li olarak inadına ve gururla, Şükrü Saraçoğlu’ndaki o pankartı okuyorum:
“Atam izindeyiz!”
Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/75811
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Sinan Meydan Yazdı: ALLAH’SIZ ZAVALLILAR! (Atatürk’e ve Cumhuriyete Saldırmanın Dayanılmaz Ahmaklığı)

05 Temmuz 2011
Bir kanalda Cemaatin Kadrolu Tarihçisi Mustafa Armağan,
Atatürk’e karşı Karabekir Paşa’yı yüceltiyor!

Başka bir kanalda
Uslanmaz Cumhuriyet Tarihi Yalancısı Kadir Mısıroğlu,
Atatürk’e hakaret ediyor!
Bir kanalda,
PKK’nın meclisteki uzantısı karases Altan Tan,
Şeyh Sait’i ve Seyit Rıza’yı yüceltiyor!
Başka bir kanalda
AKP yandaşı (vekili), entel-dantel demokrat Mehmet Metiner,
Cumhuriyetin kuruluş felsefesini yerin dibine batırıyor!
Bir kanalda,
liboşların şahı Mehmet Altan,
TSK’ya saldıryor!
Başka bir kanalda,
Türk fobili Sevan Nişanyan,
Dil devrimine saldırıyor!
Bir kanalda,
ABD beslemesi Prof. Cemil Koçak,
Çanakkale Savaşı’ndaki Atatürk’ü yok sayıyor!
Başka bir kanalda,
Eğrisini doğrusuna getiremeyen liboş Taha Akyol,
“Ama Hangi Atatürk” diye sorarak inceden oyuyor Kemalizmi!
Bir kanalda
Onun ABD de yetişmiş cemaatçi entel-dantel- liboş oğlu Mustafa Akyol,
Cumhuriyeti faşizanlıkla suçluyor!
Başka bir kanalda
Ailece AKP yandaşı cemaatçi Mümtazer Türköne,
Milli bayramları sulandırmaya çalışıyor!
ve daha niceleri…
Her kanalda, bir yobaz,
Her kanalda bir liboş,
Her kanalda Cumhuriyet düşmanlığı,
Her kanalda “aydın ihaneti”…

Genç kuşaklara;
Bağımlılık,Cemaatçilik,bölücülük,Kürt faşizmi,Osmanlı seviciliği, Türk, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı “Demokratlık”,
Bağımsızlık, çağdaşlık, laiklik, milliyetçilik, Cumhuriyet ve Atatürk’e bağlılık “Darbecilik”,
Atatürk ise “eli kanlı diktatör”…
diye anlatılıyor, belletiliyor…
Oysaki Atatürk;
Önce yokluk ve yoksulluk içinde, harap ve perşian haldeki bir ülkenin savaş yorgunu bireyleriyle emperyalizmi ve onların işbirlikçisi hain padişahı, hükümeti, istanbuldaki kodamanları, ihanet basınını dize getirmiş; sonra da cehalet, yoksulluk, yobazlık, gerilik, yönetici, uzman ve milli sermaye yetersizliği, büyük bir borç batağı, Batı karşısında aşağılık duygusu, Arapçılık, Türk düşmanlığı, kadın-erkek eşitsizliği, yetersiz eğitim, sağlıksız toplum, çağdışı kanunlar, hurafeler, batıl inançlar, el etek öpülen şeyhler, toprak ağaları, ayrılıkçılar, Lozan’ı affetmeyen emperyalist bir dünya ve daha fazlasına kafa tutarak “bağımsız” ve “çağdaş” bir cumhuriyet kurmuştur.
İşte bu nedenle, Atatürk’e ve cumhuriyete saldırmak;
Ahmaklıktır,
Aptallıktır,
Cahilliktir,
Köksüzlüktür,
Hafifliktir,
Anlayışsızlıktır,
Vicdansızlıktır,
Hainliktir,
hatta
Allah’sızlıktır!…
….
Ama gelin görün ki:
Ekranlardaki kelli felli, koca göbekli sözde aydınların kin kokan nefesleri arasından Atatürk’e ve Cumhuriyete yönelik salyalı çirkin sözler akıyor her gün, her gece evlerimize…
Bağımsızlığımıza,
çağdaşlığımıza,
Cumhuriyetimize

ve
bütün bu değerleri bize kazandıran adama; Mustafa Kemal Atatürk’e kin kusuyor ihanet içindeki “sözde aydınlar”….
Tarih sanki başa sarıyor!… Ali Kemallerin, Refi Cevatların, Refik Halitlerin “hain ruhları”, 80 yıl sonra yeniden ete kemiğe bürünüyor!…
İhanet içindeki sözde aydınlar;Yalandan beslenen, gerçekleri saklayan, belgeleri çarpıtan, laf oyunları yapan, halkı kandıran… sözde aydınlar!… İnanın bana, o kadar “köksüz iddialara” sahipler ki, istedikleri kanalda karşıma çıkmaktan çok ama çok KORKUYORLAR….
Kendileri çalıp kendileri oynuyorlar….
Zavallılar…Bu devranın hep böyle sürüp gideceğini sanıyorlar…
Ali Kemalleri, Refi Cevatları, Refik Halitleri yazan tarihin, birgün onları da yazacağını unutuyorlar!

Zavallılar!….

Sinan Meydan
İLK KURŞUN


http://www.ilk-kursun.com/haber/75714
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Mahir Çayan, son Millî Komünistti!

Son yazım ilgi ile karşılandı. Genç nesiller, Mahir Çayan’ı yeterince tanımıyor. Üstelik tanımak da istiyor. Anlatmak, diğer sol isimlerle farklılığını belirtmek farz oldu.
Çayan, solcuydu… Çayan, yurtseverdi… Çayan, kemalistti… Çayan, ulusalcıydı… İnanmış bir millî komünistti.
Bütün bunlar bir arada toplanamaz diye düşünenlere örnek vermek gerek. Kendi ağzından Kemalizm ile başlayalım:
“Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir millî kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak, kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; millî kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.”
Gençlere tuhaf gelecek ama, Türk Solu, 1960’lı yıllarda ilhamını Kemalist Devrim’den almıştır.
Burada, küçük bir alıntı da Deniz Gezmiş’ten yapalım: “Amerikan emperyalizmine, Sovyet revizyonizmine, Bulgar dalkavukluğuna, Romen soytarılığına karşı Türk Devrimcisi’yim… Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa, bizleriz.”
"TAM BAĞIMSIZ VE ÖZGÜR TÜRKİYE"
Çayan, bir solcu olarak Atatürk’ü dışlamamıştır. Aksine, yürekten benimsemiştir. Mahir Çayan’ın bugüne kadar Deniz Gezmiş kadar gündeme gelmemesinin nedeni ise silahlı bir devrim yapma niyetinde oluşundan kaynaklanır. Tam Bağımsız ve Özgür Türkiye cümlesi, Çayan’ın devrimciliğinin temel prensibidir.
Çayan aslında terörist değildir. Silahını, kendine göre vatan hainlerine karşı doğrultmuştur. Silahlı Devrim o günler için yanlış bir karar olabilir. Bu amaçla kan dökülmesi de hoş karşılanmayabilir. Ne var ki bir başka idealizm ve gerçeklik boyutudur Çayan’ınki. Arkadaşı Ulaş Bardakçı ile ellerini kana bulamalarını Çayan şöyle açıklamıştır: “Atatürk bağımsızlık için yüzlerce İngiliz’i öldürdü… Ben de bir avuç İngiliz’i öldürmekten çekinmem…”
Mahir Çayan’ı bölücülerle aynı çizgiden gelme gibi gösteren komik bile olmayan zırvalıklara, daha o günlerde şöyle seslenmiştir Mahir Çayan: “…Son olarak solcu kemalist arkadaşlarıma diyorum ki; özgürlükçü, liberal, Kürtçü tavır takınan… Atatürk’ü burjuva ve şoven diye eleştirmeye kalkan vatan hainleriyle kol kola giden komünist ve tehlikeli oluşumlardan uzak durun… Bir kemalist kesinlikle vatansever, milliyetçi olmalıdır. Kemalist olmasa bile kemalizm’e hayranlık veya saygı duymayan bir solcu; işbirlikçidir, haindir. Bunu unutmayınız…”
Çayan’a göre Kemalizm, birinci kurtuluş savaşının öncüsüdür. Kendileri ise birinci kurtuluş savaşının devamıdırlar. Ne var ki, ikinci kurtuluş savaşının öncüsü, birincideki gibi küçük burjuvazi olmamalıdır. Öncüler, üçüncü bunalım döneminde proleter devrimciler olacaktır. Böyle bir proleter devrimcilik, kemalizm’den kopuşmamış bir proleter devrimciliktir… Kemalizm’in takipçisi olan bir devrimciliktir.
“Türkiye’deki yerli hakim sınıflarla, Amerikan emperyalizmini kalın çizgilerle ayırmak fiilen imkânsızdır” diyen… Troçki ve Sultangaliyev gibi devrimin sürekliliğini savunan… Mao’dan ve Che’den etkilenen Mahir Çayan, militanlıktan öte, gerçek bir devrimci teorisyendir aynı zamanda.
Şanssız bir teorisyendir… Çünkü, devrimin kırlardan başlaması gerektiğini düşündüğünde, kırların büyük kentlere göç ettiği… İşçilerden söz ettiği zaman, mavi yakalıların beyaz yakalılara dönüştüğü… Sermayenin ulus bazından ulusötesi konuma geçiş yaptığı… İnsan hakları ve çevrenin giderek önem kazanmaya başladığı bir geçiş evresi, ilişkileri farklılaştırmıştır.
Realist olmayabilir Çayan… Çağı yakalayamamış olsa bile, dürüst bir idealist olarak geçmiştir Sol Tarih’e.
İNTERAKTİF SOHBETLER:
Misafir - imam kolejli:Anladığım kadarı ile finansallaşmayı dar anlamda leverage’a eşit görüyorsunuz. Demek ki finansallaşma literatürüne pek âşina değilsiniz… Zâten tavsiye ettiğiniz kaynak da buna işaret ediyor. Finansallaşma literatürü çok daha kapsamlıdır, leverage isebunun sadece küçük bir boyutudur. Yazıyı bir kere daha dikkatle okuyun… Sanıyorum kendi yaklaşımınıza çok güveniyor olmanız, imamlığınızdan ziyade kolejli olmanız ile ilgili. İnteraktif konusundaki tavsiyenizi ise herhalde imam nick’inize yormalı.
Bu arada, bu konudaki en iyi kaynaklardan biri, Costas Lapavistas’ın kitabıdır. Adı da Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi’dir. Türkçesi de mevcuttur. Kolej İngilizceniz yetmezse, Türkçesini okuyun. İşinize yarar. Çünkü, gördüğüm kadarı ile okumuş cehaleti, hakikaten kötü bir şey. Bana kalırsa, komik düşmemek için sanırım interaktif’i bırakması gereken kişi de ben olmasam gerek…
Misafir – tatar: Davranışları köylü kurnazı benzetmenizi de aşıyor.
carsida hayat var: Yerinde bir istek. Bugünkü yazıyı Mahir Çayan’a ayırdım. Haber akışında olağanüstü bir durum olmazsa, okumuş olacaksınız. Saygı bizden… Siz de sağlıcakla kalın.
Misafir - Metin Sertbaş: İlginç bir yaklaşım, olabilir.
Misafir - pinacle waxman: Üzerinde düşünmeye değer…
carsida hayat var: Keşke alsalar… Hiç sanmıyorum.
carsida hayat var: Önemli olan bu yangılardan sonraki nesillerin ders almaları… Ne yazık ki, bugün hâlâ ayakları yere basmayan tartışmalarda boğuluyorlar.
HAKİKAT(GERÇEK): Ekleyecek bir şey kalmadı.
Misafir – Şahit: Arkadaşı olduğundan emin misiniz? Yanlış bilgi yok da, sanıyorum farklı yorumlar söz konusu.
Misafir - YALNIZ11: Biraz iddialı bir yaklaşım olmamış mı?
Misafir – PİNKFLOYD: Bu teorik tesbitlerin önemlilerini bugün aktarmaya çalıştım… İnanın, afa karışıklığı bile yaratmayacak kadar komik karşılandı.
Misafir – meraklı: O kadar kötümser olmayın, yorganda düşündüğünüz kadar pire yok.
Misafir - usta hain: Haklısınız.
Misafir - Misafir C.Y.: Böyle bir niyet gütmedim, böyle bir yönteme de başvurmadım. Bağışlayın ama, bana göre Mahir Çayan ile Abdullah Öcalan arasında en küçük bir benzerlik yoktur… Müneccim filan – elbette değilim. Ben kendi analizlerimi yapıyorum. Vardığım sentezlere katılmak zorunda değilsiniz. Önyargım da yok. Keşke HDP ihtiyaçlara cevap verebilse…
Misafir – avci: Görüşlerinizi çok büyük ölçüde paylaşıyorum.
Misafir - Sinem 41: Yükseltilen desek, sanırım daha doğru olur.
Halit Kakınç

Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=mahir-cayan-son-mill-komunistti--0111131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

"Ruhu çıplak türbanlılar"‏

Kamuoyunda Popstar yarışmasına katılması, müzisyenliği gibi nedenlerle "sıradışı müftü" olarak tanınan Kırklareli İl Müftü Yardımcısı Adnan Zeki Bıyık'tan türban çıkışı.Türbanın İslam adına istismar edildiğini söyleyen Bıyık, "Kuran sadece siz bayanlara değil biz erkelere de aynı talimatı veriyor. “Takva ve ahlak libasını örtün” Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki bir örtüsü bir kabuğu olmasın. Biz insanoğlunun da iki parçalık çaputtan önce gerçek örtümüz ahlak örtüsü olmalıdır. Zaten ahlak olmayınca ne ibadet kabul olur, ne tesbihat, ne de vesair hasenat…" ifadelerini kullandı.
İşte Müftü Bıyık'ın çok konuşulacak yazısı:
"RUHU ÇIPLAK, BAŞI KAPALI TÜRBANLILAR"
Kur'an-ı Kerim’de yüce Yaradan Örtüyü emretmiştir. Bu, erkek-kadın herkese şamil bir emirdir. Yani Kur'an, sadece hatun kişilerin başını örtmesini istemiyor, genel anlamda örtünmek emrediliyor. Her müslüman takva libasını giyip ahlak örtüsü ile bir hayat sürmüyorsa başını, döşünü örtse ne ifade eder. Dikkat buyrulursa zamanede örtündüğünü zanneden, Peygamberimizin “Cennetin kokusunu alamayacaklar” ikazına rağmen başını deve hörgücü gibi diken bayanlar o kadar çoğaldı ki transparan giyen bayanlardan çok daha çekici görünüp erkekleri kışkırtmaktadırlar. Üstüne üstlük rujlar, maskaralar (kaş kirpik boyası) muhtelif tahrik edici parfümler, vesair mübarek cildi uzun vadede tahriş edip yaşlanmayı hızlandıran bir sürü kimyevi alaşımlar... Bir İlahiyat Hocamız bu kozmetik harcamalarına bir yılda harcanan para 5 Milyar dolarmış… İsrafın boyutunu da bu arada belirmiş olayım, ne uğruna bu meş’um durumlara giriliyor… Seksi görünmek… Peki kızlar sizin bu davranışınız İslam Ahkamına, İslam ahlakına uyuyor mu? Bir zamanlar sizin maskara ettiğiniz bu garip türbanlarınızın gerçek şekli olan örtü için bu ülkede ne sıkıntılar çekildi biliyor musunuz? Hocam işte Kuran “Örtünün” demiş biz de örtündük, niye kızıyorsun bize?
SİZE BÖYLE Mİ ÖRTÜNÜN DİYOR
Ey ruhu açık başı kapalı kızlarım! Kuran size böyle mi örtünün diyor, palyaçoları kıskandıracak kadar boyaları en güzel azalarınıza sürerek vücut tahribatı yapıp, erkekleri kışkırtın mı diyor? Kendinizi kandırmayın. Yazımın başında belirttiğim gibi Kuran sadece siz bayanlara değil biz erkelere de aynı talimatı veriyor. “Takva ve ahlak libasını örtün” Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki bir örtüsü bir kabuğu olmasın. Biz insanoğlunun da iki parçalık çaputtan önce gerçek örtümüz ahlak örtüsü olmalıdır. Zaten ahlak olmayınca ne ibadet kabul olur, ne tesbihat, ne de vesair hasenat…Kabul olsa da içi boş bir gayretten öte gitmez …Tam takır kuru bakır tarzında bir şey…
Hatırlayın her Kurban Bayramı'nda okuduğumuz müstesna güzellikte bir ayet vardır. “Kestiğiniz hayvanları kanı ve etleri Allah’a ulaşmaz, Allah’a ulaşan yalnızca takvanızdır. Bir başka Kur'an Talimatında manâ olarak “O gün (Ahirette) mal ve çocuklarınız size hiçbir fayda sağlamaz, yani size fayda sağlayacak olan tertemiz bir kalptir. Allah kimsenin kimseye fayda veremeyeceği birgünde sizin kalb-i seliminize bakar, Şair bunu ne kadar güzel ifade etmiş;
“Sanma Ey Hoca! Senden Zer û sîm İsterler
Yevme Lâ Yenfeu’da Kalb-i Selim İsterler.
(Ey Hoca Yarın Ahirette senden altun gümüş isteyeceklerini sanma…Kimsenin yardım edemeyeceği o günde Allah senden tertemiz bir kalp ister.) Buradaki tertemiz kalbi, bugünkü sosyetenin anlamak istediği gibi değerlendirmeyin lütfen…
Diyeceksiniz ki Hocam! “Kalbi Selim nedir”?
Kalb-i Selim, gönlü Allah sevgisi ile doldurulmuş, Yüce Yaratıcının Kâbesi olarak tavsif edilen gönülden, fesadı ve hasedi çıkarıp, Ahlak-ı Muhammedi örtüsüyle örtülen, hayatı insanların beğenisinden öte Allah’ın beğenisi ve rızasına muvafık olarak tanzim edilen kalb demektir. İşte bu kalbi taşıyabilen kadınlar ne yüzüne saçma sapan boyaları sürer, ne de daracık pantolonlar giyip vücut hatlarını teşhir eder. Daha önceki yazılarımdan “Bekâret zarı sadece kadınlarda değil erkeklerde de vardır” başlıklı makalemde erkeklerin de kadınlar gibi namuslu olmalarını, onların da tıpkı bayanlar gibi çul çaputtan öte evvela ahlak elbisesi, edep örtüsüyle örtünmesini İslam’ın ve insanlığın mûcibâtı olarak beyan etmiştim.
VERSACE MOTİFLİ UCUBELERİ
Rengarek başörtüleri, insanları mütemadiyen tahrik etmek için Versace motifli ucubeleri veya muhtelif batı tandanslı manevi dünyamızı yıkıcı türbanları, ülkemizde yaygınlaştırıp, sözde tesettürü yayıyoruz tezgahıyla İslam Kadınlarını seksapalite putlarına dönüştüren “Tekbir” adıyla maruf sözde İslami tesettür firmasını ve sahibini kınıyorum, ve bu şahısları Önce Allah’a sonra Hz Peygamber’e şikayet ediyorum. Örtü adı altında kızlarımızı lükse özenen, İslam ahlakından uzaklaşan, şuursuz ve de formalite kabilinden örtünen bayanlara tebdil ettiği için…Ve bunların çoğalmasına zemin oluşturduğu için….
Bir de anti parantez söylemek isterim Tekbir gibi dinimizin çok önem verdiği Allah’ı ululamak anlamına gelen bir İslam Literatürüne ait bir kelimenin bir ticaret firmasında ne işi var. Soruyorum Tekbir firmasının yöneticilerine;
“Siz, deve hörgüçlü Versace motifli, astronomik fiyatlarla sattığınız İslâm’ın örtüsü ile alakası olmayan ürünlerinizle mi Allah’ı ululuyorsunuz? Buram buram, tahrik kokan, baktığınızda kalplerde takva saygınlığı sağlayacağı yerde insanımızın aklına cinsellik getiren ürünlerinizle mi Allah’ın şanını yücelteceksiniz.?”
Bu arada da belirteyim, sizin bu adını istismar ettiğinizi düşündüğüm “tekbir” mağazalarınızdan daha bir kez bile başörtü pardon türban almadım almam da. Benim eşim fiyatı sizdekiler gibi 300-500 ile 2000 TL arası fiyatlarda olan türbanları değil de 20-30 TL olan mütevazi örtüsünü örtünür. Neden mi çünkü yukarıda deminden beri anlatmaya çalıştığım ahlak örtüsü ile örtündüğü için….
MELEK ABLAMI DEĞİŞMEM
Diğer taraftan çok sayıda başını örtmeyen ama ahlaki noktada çok değerli dostlarımız arkadaşlarımız var…Bunlardan biri de Melek Abla…Emekli bir Almanca Öğretmeni, daha önce görev yaptığım ilçedeki banka müdürü Hüseyin Abi’nin eşi, Kuran Kursunda öğrencimizdi. Kendisi Kuran Okumayı, Peygamberimizin hayatını birçok şeyi öğrendi. Tefsir derslerimize katıldı. Çok hayırsever bir insan. Her sosyal faaliyette var. ( Helva dağıtılacak, Hatim merasimi yapılacak, bir muhtaç hasta huzurevine yatırılacak, Yetimlere yardım toplanacak, Kutlu doğumda Bedenen ve mali olarak yardımlarda bulunulacak Melek Abla hep oralarda)
Allah aşkına siz söyleyin şimdi… Kafasında deve hörgücü bir türban, yüzünde 200 gr boya, bacağında Lee Cooper kot pantolon, burnunda 2 milyarlık pırlanta bir hızma, kolunda İsviçre üretimli 4 milyarlık bir saat, İpekleri çoooook uzaklardan getirilmiş soyu sopu beli olmayan türbişler…Biz şimdi bunlara İslam’ın Hanımefendisi mi diyeceğiz ?
Ben Melek Ablamı bu zipçiktilere değişmem…
Kelamın Özü; Ahir zamanda lüks ve debdebe merakından Birçok değerler pay-i mal edilecek, Ruhu ve gönlü çıplak başı kapalılar türeyecek…
Edep Bir Tâc imiş Nur-û Hüdâdan
Giy Ol Tâcı emin ol her belâdan..
Adnan Zeki Bıyık
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=ruhu-ciplak-turbanlilar-0111131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

TBMM'de Anayasal suç işlendi

Evet bugün TBMM’nde anayasal suç işlendi. AKP’li 4 kadın milletvekili Sevde Bayazıt Kaçar, Gönül Bekin Şahkulubey, Nurcan Dalbudak ve Gülay Samancı, Genel Kurul’a türbanla katıldı. AKP’lilerin başörtülü vekilleri kutladığı görüldü.
Türbanı TBMM’ne taşıyarak anayasal suç işleyenler yalnızca AKP’liler değildi. Meclis’e türbanla girecekleri açıkladığında buna destek veren MHP’liler ve BDP’liler ile, TBMM’ni Atatürkçü laik Cumhuriyet çizgisinden saptıran bu davranışa karşı sessiz kalıp dolaylı destek veren CHP’liler de suça ortak oldu.
ANAYASA MAHKEMESİ NE DİYOR

Türbanın kamu kurum ve kuruluşları ve tüm öğretim kurumlarında ve TBMM’nde serbest bırakılması Anayasa’ya aykırıdır. Bunu söyleyen biz değiliz; Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarıdır. Yeni Danıştay içtihadından döndüğüne göre geriye Anayasa Mahkemesi kararları kalmaktadır. Ki bu kararlar, Anayasa’yı resmen yorumlamaya yetkili ve yaptığı yorumlar gerekçeye dönüşerek herkesi ve her organ ve kurumu, bu bağlamda yasama organını da bağlayan Anayasa Mahkemesi kararlarıdır.
AKP, Atatürk Cumhuriyeti’ni İslami cumhuriyete dönüştürebilmek için medyayı ve üniversiteleri yandaş kıldıktan, Türk Silahlı Kuvvetlerindeki Atatürkçü askerleri tasfiye edip, yargıyı 2010 değişiklikleriyle ele geçirdikten sonra Anayasa’yı askıya almıştır. Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararlarını yok saymaktadır. Yeni Anayasa çalışmaları bile bu yok saymanın eseridir. Çünkü Anayasa, 1-4 madde dışında değişikliklere olur vermekte, ancak yeni bir anayasa yapma yetkisini bu Meclis’e vermemektedir. Yapılan yetki gaspıdır.
Konumuza dönersek, Anayasa Mahkemesi’nin kamu kurum ve kuruluşlarında türban yasağı ile ilgili kararlarının canlılığını koruduğunu görürüz. Özet olarak Anayasa Mahkemesi,
Kamu kurum ve kuruluşlarında türbanı, “laiklik”, “demokratiklik”, “hukuk devleti”, “ulusal birlik” ve “eşitlik” ilkelerine, yani Anayasa’ya aykırı bulmuştur.
Anayasa Mahkemesi bununla yetinmemiş, AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna” karar verirken, özellikle Başbakan Erdoğan’ın türbanın kamu kurum ve kuruluşlarında serbest olması gerektiğine ilişkin söylem ve demeçlerine dayanmıştır.
AYM bu kararında, başörtüsü yasağının, laiklik ilkesinin gereği olduğunu bir kez daha vurgulamakta; buna aykırı siyasal eylemlerin, “demokratik işleyişi engelleyebileceği” ve “anayasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açacağı” sonucuna varmaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’ya aykırı bulduğu türbanı TBMM serbest bırakamaz. Bırakırsa, kendisini de bağlayan Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararlarını yok sayıyor demektir ki, bu anayasal suçtur. Ve bugün bu suç işlenmiştir.
Bugün Türkiye, askeri vesayeti yok ediyoruz” teraneleriyle getirilen “dini vesayete” ve Atatürk Cumhuriyeti’ni İslami cumhuriyete dönüştürme oyununa bir kez daha, tarih önünde tanıklık yapmıştır.
Bülent Serim
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=tbmmde-anayasal-suc-islendi-0111131200
 
Üst