Begendiğiniz köşe yazıları.

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (10)

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...


ABD, AKP’nin iktidara gelişini böyle kutladı:
Reformlarımıza en büyük engel Türk Ordusu’nu ret süreci başladı

Irak’ta rejimi değiştirmekkonusunda Sezer ve 57. Hükümetin işbirliğini yetersiz bulan Amerikalılar, 3 Kasım 2002’de “tasfiye” coşkusu yaşadı.

Devletin farklı birimleri yıllarca “İmralı görüşmeleri” ni inkâr etti; “imzaladık ama uygulamadık” misali “gittik ama görüşmedik” demeyi tercih etti. Kesin olan, Genelkurmay dışında MİT’in de Öcalan ile irtibata geçtiğiydi. MİT Müsteşarı Emre Taner, İmralı’ya gitmiş ve -niyetini anlamak üzere(!)- Öcalan’a 13 soru yöneltmişti. Öcalan “değişmeyen” niyetini, “örgütü dağdan indir” mesajına cevaben açıkça söyleyecekti:
“Örgütün bütünsel olarak yararlanabileceği bir yasal düzenleme.”
Yani “genel af” !

“Habur” provası
“PKK’lıların sınır dışına çıkarılması” pazarlığında “iyi niyet gösterisi” olarak Kandil’den Türkiye’ye bir “Barış Grubu” nun gelmesinde anlaşıldı; “iyi niyet” tamamdı da, TSK bu işin “gösteri” ye dönmesine şiddetle karşıydı. Nihayetinde “barış” la maskelenenler “teröristler” olacaktı. Öcalan’ın “Barış Grubu için arabulucu aydınlar” teklifi de yine TSK’ya takıldı. Genelkurmay PKK’lıların Türkiye’ye girişinden iki gün önce 29 Eylül 1999’da -olası bir şova karşı- ikazlarını tekrarladı:
“Terör örgütünün son zamanlardaki çırpınışlarını sözde örgütün inisiyatifinde gelişen barış girişimleri olarak algılayıp neredeyse alkışlamayı anlamak mümkün değildir. (...) Sözde demokratik cumhuriyete katılım adı altında devlete teslim edilmek istenen sembolik 20-25 kişilik terörist grup propagandanın bir parçasıdır.”
1 Ekim’de Kandil’den gelip Şemdinli Tugay Komutanı tarafından teslim alınan “Barış Grubu” üyesi teröristler, çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak, cezaevine gönderildi. Öcalan, TSK engeli yüzünden o gün yaptıramadığı “PKK şovu” nu yıllar sonra 2009’da Habur’da yaptıracaktı.

Ecevit 23 yıl sonra ABD’de
Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi, ülke siyasetine de “format” attırdı. 18 Nisan 1999 seçimleri, bitti denilen Bülent Ecevit’i yıllar sonra yeniden Başbakanlığa taşırken, MHP, TBMM’de tarihinin en yüksek temsil gücüne kavuştu ve hükümetin ikinci büyük ortağı oldu. 12 Eylül’den sonra Türkiye’yi yöneten merkez sağ partiler ise pastadan paylarına düşen küçük dilimlerle yetiniyordu.
Ecevit, 23 yıl aranın ardından 28 Eylül 1999’da Başbakan sıfatıyla ABD’ye gitti.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Anthony Zinni, “Amerikan askeri gücünün temel varlık nedeninin petrol olduğunu ve körfezdeki petrolün ülkesine bağlanmasının hayati önemde olduğunu” söylüyordu. Ve işe bakın ki, ABD için “körfez” in kilidini açabilecek aktörler dünyanın diğer ucunda, aynı gün, aynı otelde rastlaş(tırıl)ıyordu! Bülent Ecevit, konuşma yapacağı otelin lobisinde, Behram Salih ile birlikte kendisini bekleyen Celal Talabani’nin görüşme talebini reddetti. O gün ABD’de Talabani’yle görüşmemişti ama, 6 Ekim 2000’de Ecevit’in Ankara’da, Başbakanlık makamında ağırladığı kişi “Irak Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mesud Barzani” den başkası değildi! Ecevit’in Barzani’den hemen sonraki ziyaretçisinin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson olması da ilgi çekiciydi. (Türkiye’ye “İncirlik ve Keşif Gücü” baskısı yapan ABD’nin, geleneksel “Ermeni Tasarısı sopası” na karşı dönemin Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, “savunma ihalelerindeki tavrını değiştirecek” ve rotasını Çin’e çevirecekti.)
“Türkiye’de demokrasi yoktur, bunun sebebi de TSK’dır” diyen CIA ajanı Mark Parris’ten boşalan ABD Ankara Büyükelçiliği’ne atanan Pearson’un Türkiye mesaisi Ankara’ya gelmeden çok önce başladı. NATO’nun “Balkanlar ve Ulusal Güvenlik” uzmanı Pearson, Fransa Büyükelçiliği Müsteşarı olduğu sırada ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’ne “Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü” brifingi veriyordu.

AB fonlarına Güneydoğu şartı
2000 Ekim’inde Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, “Türkiye’ye verilecek fonlarla Güneydoğu Anadolu sorununun çözümü konusunda bağ kurulmalı” şartı koşarken, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz dalga geçer gibi “Türkiye’nin AB eliyle bölünebileceği” endişelerinin yersiz olduğunu söylüyor, daha trajikomiği “Güneydoğu şartıyla fonlanan STK’lar” dan, halkın ikna edilmesini istiyordu!
Ne var ki TSK, Yılmaz ile aynı fikirde değildi. Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğlu, 26 Kasım 2000’de “Harp Akademileri Günü” nde yaptığı konuşmada, “Batılı devletlerin demokrasi ve insan hakları adına, üniter yapıdan ve ulus devletten vazgeçmemizi istediklerini” söyledi.
(ANAP’lıların AB konusunda “Konulara TSK söylemiyle yaklaşmakla” suçladığı İ.Ü. Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, kısa süre sonra Silivri’de “darbeci” olarak yargılanacaktı! Subayların ’bazı internet siteleri’üzerinden hedef gösterilmesi de bu dönemde başladı.)
Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun, 5 Aralık 2000’de NATO toplantısı dönüşü yaptığı açıklama çarpıcıydı. Çakmakoğlu, yeniden şekillendirilen NATO-AB ilişkileri çerçevesinde Türkiye’ye verilmek istenen “danışmayla sınırlı” yeni rolü kabul etmediklerini ve bunu toplantıda resmen bildirdiklerini söyledi. İki gün sonra Genelkurmay’dan yapılan açıklamanın hedefinde de AB vardı. TSK; “PKK’nın siyasallaşma stratejisinin AB üyesi ülkelerin desteğiyle yürütüldüğünü, üyelik sürecinin örgütü cesaretlendirdiğini, ileride ’özerk yönetim’lerle güçlendirilecek bir ’ulus yaratılmaya’çalışıldığını” söylüyordu. Ve bu sözlerin muhatabı “dış güçler” değil onlara “içeriden destek verdiğini” düşündükleri MİT yöneticileriydi! Genelkurmay açıklaması, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısının, gazetelerin Ankara temsilcileriyle yaptıkları görüşmede “Kürtçe televizyon yayınına karşı olmadıklarını” söylemesi üzerine yapılmıştı.
TSK ile MİT arasındaki kavga acaba gazete başlıklarıyla mı sınırlı kaldı?

11 Eylül bin yıl sürecek!
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine yapılan saldırı “Yeni Dünya Düzeni” nin “pratiğe” dönüşmesini sağladı.
George W. Bush, olayın ertesi günü “ABD’nin bu teröristleri bulmak için bütün kaynaklarını seferber edeceğini” söylerken, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Camp David’de 16 Eylül 2001 günü yapılan Ulusal Güvenlik Zirvesi’nde yaptığı açıklamayla BOP’un kurdelesini kesilmişti:
“Bazı hedeflere askeri operasyon düzenleyip bu işi bitirme niyetinde değiliz, mücadele yıllarca sürecek” .
“Sonsuz Özgürlük Operasyonu” kapsamındaki ilk saldırının ertesinde (8 Ekim 2001) Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal’ı ziyaret eden Pearson, “NATO’nun 5. maddesine göre” hareket ettiklerini, Türkiye’den “henüz” bir talepte bulunmadıklarını ancak farklı bir durum olursa “Türkiye ve diğer müttefiklerden destek isteyebileceklerini” söyledi.
Dananın kuyruğunun kopacağı yere gelinmişti. 11 Eylül’den itibaren bütün mesajlarında “ABD’nin terörizmle mücadelesine desteğini” ifade eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye’nin operasyona katılımına “gereksiz macera” deyip, itiraz etti. Ancak Türkiye, Kasım başında o maceraya girecekti.

Bush, “Atatürk” e sığınıyor
Zafer için her yol mübahtı; Beyaz Saray himayesindeki düşünce kuruluşları “Kemalizm” i yok etme planları yaparken, Bush “Teröristlere karşı başlatılan savaşta, uluslararası bir koalisyon oluşturma fikrini Atatürk’ten aldıklarını” açıklıyordu!
Bush’a göre NATO’nun tek Müslüman üyesi olan Türkiye, Afganistan’a asker göndererek “ABD’nin İslam’a karşı değil, kötüye karşı savaştığını” göstermişti. 11 Eylül’den sonra kendisini “Tanrı’nın görevlendirdiğini” savunan ve “İslam alemine yeni bir Haçlı Seferi” başlattığını ilan eden Bush için bundan iyi “meşruiyet aracı” bulunamazdı.
Condeleazza Rice’ın 2003’te itiraf edeceği “Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar 22 devletin rejimlerini değiştirmek...” planı çoktan yürürlüğe girmişti.
Dünya liderlerini Beyaz Saray’a çağıran Bush, 16 Ocak 2002’de Ecevit’le görüşmesinde “Irak’ta rejim değişikliği” ni gündeme getirdi.
Ecevit’in sürpriz olmayan cevabı “Savaşa hayır” dı.
57. Hükümet, “kızılcık şerbeti” diye sunulan -Wolfowitz’in kankası- Kemal Derviş’in dayatmalarıyla “kan kusarken”, devletin derinliklerinde bambaşka bir mücadelenin işaret fişeği ateşlendi ve “Ergenekon Şeması” denen liste servis edildi!
Düğmeye basılmıştı; Ecevit’in Bush’a istediğini vermediği ABD ziyaretinden sadece 9 gün sonra AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Graham Fuller, Morton Abramowitz ve Henri Barkey organizasyonuyla ABD’ye götürülmesi bunun kanıtıydı!

Leş kargaları...
ABD, Irak operasyonuna yanaşmayan “müttefiki” ne, Lozan Anlaşması’nın yıldönümünde 24 Temmuz 2002’de, Sakarya Savaşı gibi 22 gün süren ve Türkiye’nin işgali senaryosuna dayanan Millenium Challenge /Bin yılın Meydan Okuması Tatbikatı’yla gözdağı verirken, “kaosta kendi düzenimizi kurabilir miyiz” in peşine düşen leş kargaları kanat çırpınışlarını hızlandırdı.
Öcalan’ın feshini duyurduğu PKK, yeniden Türkiye’ye giriş yapmaya başlarken, soluğu Pentagon’da alan Talabani de “Kürt peşmergeler, Amerikan askerleriyle Saddam’a karşı işbirliği yapmaya hazırdır” diyordu.

Balyoz “geliyorum” dedi
Bush’un Türkiye’nin Irak konusundaki işbirliğini yetersiz bulduğunu açıklaması, Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nu “alçak sandalye” ye oturtulması, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ABD’de “ikna turu” na çıkarılması derken 3 Kasım 2002 geldi çattı!
Robert Pearson’un 5 Kasım tarihli notu, AKP’nin tek başına iktidara gelişinin ABD’ye nasıl derin “oh” çektirdiğinin göstergesiydi. “ABD’nin desteklediği reformların önündeki en büyük engelin, kalbinde Türk Ordusunun bulunduğu derin devlet olduğunu” söyleyen Pearson, AKP iktidarıyla “bu devleti ret sürecine girildiğini” bildirdi.

YARIN: AT PAZARLIĞI


http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=91832
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (11)

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

Amerikan milliyetçisi!
Türkiye ile ABD arasında, Bush’un Türk heyetini Teksaslı at tüccarlarına benzetmesiyle skandala dönen pazarlık sürerken, Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, Washington’a çok manidar bir taktik önerdi: Türkiye’nin Irak operasyonuna katılımının milliyetçi pakette sunulmasını, Erdoğan’a bir strateji olarak öğretin!


Irak işgali hazırlıklarıyla iştahı kabaran Barzani, “ABD öncülüğündeki bir koalisyonun parçası olarak bile gelseler Kuzey Irak’ta Türk askeri varlığına itiraz edeceğini” söylüyor, Türkleri “ABD ve Birleşik Krallık gibi kurtarıcılar” olarak değil “işgalciler” olarak göreceğini ilan ediyordu.
ABD Ankara Büyükelçiliği Başmüsteşarı Robert Deutsch’un 10 Ocak 2003 tarihli notuna göre, Barzani’nin korkusu “Türk askeri mevcudiyetinin Kuzey Irak’a bir defa girerse, bir daha ayrılmayacağı” ydı.


CIA heyeti PKK kampında
Sadece peşmerge değil, operasyon PKK’yı da hareketlendirmişti.
Can Dündar, 18 Ocak 2003 günü Milliyet’teki köşesinde, PKK’dan ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir mektuptan bahsetti. Buna göre Pentagon ve CIA görevlilerinden oluşan bir heyet, PKK kampına gelerek Mustafa Karasu ile görüşmüştü. 21 Ocak 2002 tarihli mektuptan çıkan sonuç, “ABD’nin Irak işgali öncesi bölgede yeni yapı için PKK’yı yokladığı, PKK’nın da kendi geleceği için ABD’yi arkasına almaya çalıştığı” ydı. Mektubu kaleme alan PKK yöneticileri “önyargıyla karşılaşmamış olmaktan” duydukları memnuniyeti bildirdikten sonra, “ABD ile bir çok konuda görüşlerinin örtüştüğünü” aktarıyordu. PKK, “ABD’nin Irak’a müdahalesini (Türkiye dahil) bölgedeki rejimlerin aşılması olanağını yaratacak, demokratikleşmenin önünü açacak bir yol” olarak görüyordu.
Kaldı ki Öcalan’a göre de “Irak işgali sonrası, PKK, yaşamak için ABD ile ilişki kurmak zorunda” ydı.
Dündar bir gün sonra aynı köşede bu kez Amerikalılar’ın Kuzey Irak merkezli bir federasyon pazarlığı içinde olduğunu iddia etti. Can Dündar’ın 21 Ocak tarihli yazısında ise, ABD ile PKK arasında 6 görüşme yapıldığı; bizzat bu görüşmelerin aracısı Davut Bağıstani’nin ağzından doğrulanıyordu.


Can Dündar’dan fotoğraflı “kanıt”
Altın vuruş 23 Ocak’ta geldi. Görüşmeyi TSK’nın da doğruladığını kaydeden Dündar, “İşte kanıt” diyerek, CIA görevlilerini PKK kampında teröristlerle birlikte gösterdiğini savunduğu bir fotoğraf yayınladı.
Amerikalılar bunun “iğrenç bir yalan” olduğunu söyleseler de, kamuoyunda inandırıcılıkları azdı. Dündar’ın yazdıkları, ABD’nin PKK’ya desteğinin Türk medyasındaki ilk ifşası değildi. Daha önce de 14 Ocak 1992’de, ABD’nin PKK’yı bir “hava köprüsü” ile beslediği haberi Sabah gazetesinde manşet olmuştu. ABD’nin açıklaması Çekiç Güç helikopterlerinin Cudi’de kıstırılan PKK’lılara yardım malzemelerini “yanlışlıkla” attığı şeklindeydi.
Ölümü üzerindeki sis perdesi hâlâ kalkmamış olan, dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de, İncirlik’te kullanılan ilaç ve gıda torbalarının aynılarını PKK kamplarında da gördüğünü birçok kere dile getirdi.
WikiLeaks’ten sızanlara göre Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadeleden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Kemal Asya’nın, ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı John Kunstadter’e cevabı ibretlikti. Asya, ABD ile PKK arasında iddia edildiği gibi bir görüşme olduysa da bunun “küresel bir güç için normal olacağını” söylüyordu. Yani Türkiye için sorun yoktu!


Öcalan’la af mutabakatı
Hoş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Öcalan’la “en üst düzeyde” af mutabakatına vardığı bir ortamda, bu nasıl bir sorun yaratabilirdi?
Neticede Öcalan, Başbakan Abdullah Gül’e şartlarını içeren 12 sayfalık bir mektup göndermiş, Gül de, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek’i buluşturduğu “üçlü çalışma grubu” na “dağdan indirmek” için çalışma yapmalarını istemiş. Bunun sonucunda “af mutabakatı” na varıldığını bizzat şimdi AKP milletvekili olan Şamil Tayyar, üstelik de Gül’e doğrulatarak yazmıştı.
Ve fakat bir PKK açılımı daha TSK’ya takılacaktı;
2003’te hazırlanan Topluma Kazandırma Yasası’nın kapsamının genişletilmesi ve örgüt yöneticilerinin Norveç’e sürgüne gönderilerek üyelerin de affedilmesini dayatan ABD, TSK’nın karşı çıkışıyla bir kere daha istediğini alamadı!


Neo-Conlarla otel odasında
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra acilen Washington’a davet edilen “AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan” ın, Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nu lobide bırakarak, kendisi gibi Türkiye Cumhuriyeti adına konuşma ve karar alma yetkisi bulunmayan danışmanlarıyla birlikte, otel odasında, Paul Wolfowitz ve Marc Grossman ile ne pazarlığı yaptığı çok geçmeden anlaşıldı.
ABD Savunma Bakan yardımcısı Wolfowitz ve ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Marc Grossman 3 Aralık 2002’deki Türkiye ziyaretlerinde uzun bir sipariş listesi verdiler Gül’ün eline:
“Asker askere planlama görüşmeleri başlayacak, Bazı Türk askeri tesislerinin incelenmesine ve tesislerin hazırlanmaya başlanmasına izin verilecek, Kuzey opsiyonunun geliştirilmesine Türk katılımı sağlanacak, Koalisyon güçlerinin rolü ve askeri birlik listesi oluşturulacak, Türk hava sahası ABD uçaklarına açılacak, gerekirse Kuzey Irak’taki el-Kaide güçlerine karşı Türkiye’nin desteği sağlanacak...”
“Asker askere planlama ve askeri tesislerin incelenmesi için ABD’ye izin verilmesini” kabul eden Gül, diğer maddeler için ek süre isterken, bu görüşmenin ertesi günü, yani 4 Aralık’ta, Büyükelçi Pearson hayli manidar bir taktik tavsiyesinde bulundu ABD’ye:
“Türkiye’nin Irak operasyonuna katılımını milliyetçi pakette sunulmasını, Erdoğan’a bir strateji olarak öğretin!”
Buna göre, ileride Türkiye Cumhuriyeti’ne Başbakan olacak kişi; ABD’den “Türk milli çıkarlarını savunur -muş- gibi yapmayı” öğrenecekti!


At pazarlığı
Abdullah Gül’ün söz verdiği, ABD’li askerlerin üs ve limanlarının modernizasyonu için “3 aylığına” Türkiye’ye gelmesine olanak tanıyan tezkere, TBMM’den geçmişti ama asıl pazarlık işgal cephesinin Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi ve işgalcilerin Türkiye’de konuşlanabilmesi içindi.
Savaş bütçesini 75 milyar dolar olarak açıklayan ABD’den 90 milyar dolar hibe isteyen Türk heyeti ile Türkiye’ye önce 4, sonra da güç bela 6 milyar dolar teklif eden Amerikan heyeti arasındaki pazarlık, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ile ABD Başkanı George W. Bush’un görüşmesi sırasında skandala dönüştü. (14 Şubat 2003)
Bush’un, “pazarlık yapmaya gelmedik” diye giren Yakış’a cevabı hakaretamizdi:
“Teksas’ta at tüccarları vardır. Müzayedelerde onlar da söze böyle başlar ama sonunda adamın donuna kadar alırlar.”
Ve Türk heyetinin bu sözlere tepkisi “gülmek” ti!
ABD’nin Türkiye’deki istihbarat kaynaklarına göre “Türk hükümeti eninde sonunda ABD güçlerinin Türkiye üzerinden konuşlanmasını kabul edecek” ti; tabii eğer “Kemalist devletin kilit unsurları” sıkıntı yaratmazsa!..
Beklenen gün geldi; 1 Mart 2003’te, TBMM, sonuçları itibarıyla Türkiye için tarihi dönem noktalarından birini oluşturan “tezkere” yi reddetti.
ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’ın Washington’la paylaştığı ilk değerlendirmesi “Ordunun çabalarının, AKP’nin Türkiye’yi halkın istemediği bir savaşa sürüklediği izlenimi yarattığı ve parti içindeki tereddütleri pekiştirdiği” yönündeydi;
“TSK hem AKP’yi, hem ABD’nin Irak politikasını baltalamıştı!”


Kuzey Irak’taki ihale takipçileri
Doğa boşluk kaldırmıyordu... 5 Mart 2003 günü, Washington Post’ta,
Türkiye’nin kapılarını kapattığı Amerikan askerlerine “Gel... Gel...” yapan koca bir ilan vardı. ABD’den “Irak Kürdistanı’nı Türkiye’den korumasını” talep eden ilanı veren Barzani’ydi!
Nitekim Bush, 10 Mart 2003 günü Erdoğan’ı arayacak ve “Türk askeri Irak’a girerse karşısında Amerikan askerini bulur” diye tehdit edecekti. Ve 22 Eylül 2003’te Dubai’de, Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD Hazine Bakanı John Snow’la imzaladığı anlaşmada, Amerikan kredisi sağlanması karşılığında Türk askerinin Irak’a geçmeyeceğini taahhüt etti. Dışişleri’nden görüş alınmadan imzalanan ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale hakkından vazgeçmesi sonucunu doğuracak olan Dubai Anlaşması, ABD ile 1 Mart müzakerelerini yürüten heyetin başkanı Deniz Bölükbaşı’nın da uyarılarıyla Meclis’e sunulmadı.
Amerikan Donanması Askeri Akademisi’nde ders de veren Michael Rubin, ABD ile peşmerge arasındaki “al takke ver külah” durumunu şöyle anlattı:
“Irak Kürtleri ziyarete gelen ABD yetkililerine hediyeler vermekte, cömert ziyafetler düzenlemekte, kadınlarla ilişki kurmalarını bile kolaylaştırmaktadır. KDP, ABD yetkililerini kendi konukevlerinde ağırlamakta, diplomat ve askeri yetkililere ipek halılardan altın mücevherlere kadar hediyeler sunmaktadır.
Washington’da Kürt nüfuzunu artıran bir başka neden de Kürdistan Bölge Yönetiminin eski ABD askeri ve siyasi yetkililerini kendilerini temsil etmeleri amacıyla işe almaları olmuştur. Örneğin, Kürt liderleri eski Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Robert D. Blackwill tarafından yönetilen bir lobi şirketi ile Washington’da Kürt çıkarlarını temsil etmesi ve yönetimle toplantılar ayarlaması içn anlaşmıştır.
Erbil’de bulunan 404. Tabur Komutanı Harry Schute görevinden istifa ederek Neçirvan Barzani’ye ücretli danışman oldu.
Savaş sonrası Bağdat ve Erbil’de sivil idareyi yöneten emekli General Jay Garner ve emekli Albay Dick Naab, Irak Kürdistanı’na ihale takipçiliği için geri dönmüşlerdir. Bir Kürt iş adamının anlattığına göre Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı’nın oğlu Kubat Talabani Kürtlerin bağımsızlığı düşüncesine yakınlık duyan Amerikan Kongre üyelerinin seçim kampanyalarına bağışta bulunmayı önermiştir.”

YARIN: “ÇUVALLAYAN İTTİFAK”

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=91841
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Hançerdeki parmak izleri (12)

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

Biri jurnalledi, fişledi çuvalı geçirdi Biri de “Yarabbi şükür” dedi!
“Mevcut haliyle ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecede şüphe besleyen” TSK’nın ivedilikle yeniden dizayn edilmesini isteyen AKP yandaşları muhbirlik yaptı, Büyükelçilik “ordudan tasfiye edilmesi gereken katı milliyetçiler ve Avrasyacılar” listesi hazırladı, Irak’taki işgal kuvvetleri Türkmenler’in tek can simidi olan Özel Kuvvetler Karargahı’nı bastı, devlet onurunu ayaklar altına aldı... Ve dönemin Genelkurmay Başkanı’na göre bu skandal “pratik bir uygulama”ydı!

Türk Ordusu’nu “1 Mart tezkeresinin geçmesini engellemek” suçundan sanık sandalyesine oturtan ABD, “müebbet”lik delillerin peşine düşmek için hiç zaman kaybetmemişti.
ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 22 Mart 2003’te Washington’a yolladığı mesajda “Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu” ndan bahsetti ve “sahiplenilmesini” istedi.
Ama ya diğer generaller; öyle miydi!
“Başbakan ile aynı çizgide” ki Özkök’ün aksine, “ABD tarafından Ortadoğu ve Irak ile talep edilen” ne husus varsa, bir bir engellemişlerdi!


ÖZKÖK ABD İLE İŞBİRLİĞİ İÇİN FIRSAT KOLLUYOR
Türk Ordusu’nu;
“- Türkiye’nin çıkarının ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu kabul eden Atlantikçiler,
- ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Bağımsız bir Kürt devletini destekleme niyetinden emin oldukları ABD buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı Milliyetçiler,
-ABD’ye bir alternatif arayan Avrasyacılar” diye gruplar halinde fişleyen Pearson’a göre; “Özkök yakın geçmişteki hepsinden daha demokrat eğilimli ve daha Atlantikçi” ydi.
Bu hükmün en önemli gerekçesi, Özkök’ün tezkere öncesi “Türkiye’nin ABD’yi desteklemesinden yana bir açıklama yapmak istemesi” fakat Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından engellenmesiydi.
Pearson’un “Özkök analizi” ndeki en manidar ifadelerden biri “ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşaa etmek için, Türk Genelkurmayı’ndaki muhaliflerinin emekli olmasını beklediği ve fırsat kolladığı” yönündeydi.
Bu değerlendirmenin üzerine şeytanın sor dediği:
Eski Genelkurmay Başkanı acaba bu yüzden mi, yani “TSK ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşaa edebilsin diye” mi “muhalifleri” nin neredeyse tamamının tasfiye edildiği Balyoz sürecinde “kasaptaki ete soğan doğramamayı” tercih etmişti?


ATLANTİKÇİ BİR ORDU PLANI
Dönemin MGK Genel Sekreteri olan ve daha sonra “Ergenekon” torbasına atılarak “cezalandırılması” sağlanan Tuncer Kılınç’ın Harp Akademileri’ndeki “Rusya-İran yanlısı değerlendirmeleri” ni de not eden Pearson, Yaşar Büyükanıt, Aytaç Yalman, Çetin Doğan, Fevzi Türkeri, Şener Eruygur, Köksal Karabay ile onları “dışarıdan” desteklediğini iddia ettiği Hüseyin Kıvrıkoğlu, Teoman Koman ve Doğu Aktulga “yı ” katı milliyetçi “ olarak etiketlemişti.
Büyükanıt ile Erdoğan arasındaki içeriği ” mezara gidecek “ olan ” Dolmabahçe Anlaşması “ndan sonra bu listede ” eksiltme “ye gidildi mi; onu da -uzun sürmez- Amerikan devletinin başka bir ” sızdırma faaliyeti “ vesilesiyle öğreniriz artık!
(Nitekim aylar sonra yolladığı bir başka kriptoda Pearson bu kez Büyükanıt’ın ” ikili oynadığını “ ifade etti.)
Pearson’un ” AKP’ye yakın kaynaklarından “ edindiği izlenim; ABD Türk ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının yolunun hem katı milliyetçiler ve Avrasyacıların istifasından, hem de modern, ileri görüşlü (Atlantikçi demek oluyor!) yeni bir subay kadrosunun yetişmesinden geçtiği şeklindeydi!
Özetle ” mevcut haliyle ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecelerde abartılı bir şüphe hissi besleyen “ Türk Ordusu ” ivedilikle “ yeniden dizayn edilmeliydi! Aksi halde ” ABD için önem taşıyan operasyonel konularda gecikme “ yaşanabilirdi.


ÇUVAL “GELİYORUM” DEDİ
Bush’un “Türk askeri Irak’a girerse karşısında Amerikan askerini bulacak” sözleri tehdit olmaktan çıkmış, “emir” halini almıştı. 22 Nisan 2003’te Albay William Mayville komutasındaki Amerikan askerlerinin, Kerkük’e giden insani yardım konvoyuna koruma sağlayan Özel Kuvvetler timimizdeki 12 askeri gözaltına alıp, sınırdışı etmesi adeta “çuval geliyor ” diyordu.
Tam da Türkmen kentlerinin cayır cayır yandığı, peşmergelerce yağmalandığı günlerde; 28 Nisan 2003’te Erbil’de, Birleşik Ortak Operasyon Görev Gücü Komutanı Albay Charles T. Cleveland, ABD Özel Kuvvetlerinden Yarbay Paul Skvarka, Binbaşı David Young, Silopideki Türk Özel Kuvvetler Üs Komutan Yardımcısı Albay Hasan Özdemir, Yarbay Yaşar Yıldız, Üsteğmen Murat Taner Karabulut arasında yapılan toplantıda, Türk heyetine “Türk askeri personeli, Kuzey Irak’ta, koalisyon güçleri tarafından onaylanmamış tüm faaliyetlerine hemen son verecektir” talimatı verildi.
Bununla da sınırlı değildi;
“- Türk Genelkurmayı’nın Kuzey Irak’taki bütün askeri birimlerinin ve kuruluşlarının personel sayıları, yerleri ve istihbarat toplama dahil tüm faaliyetleri konusunda Birleşik Kuvvetler komutanlığına bildirimde bulunulacaktır.
- Bundan böyle Kuzey Irak’ta Birleşik Kuvvetler Komutanlığı’nın onay vermediği hiçbir Türk askeri faaliyeti sonuçlandırılmayacaktır.
- Kuzey Irak’taki Türk askeri personeli üzerlerinde sadece kişisel silahlar taşıyacaktır.
- Kuzey Irakta’ki Türk askeri personeli her zaman üniforma giyecektir.
- Kuzey Irak’tan atılmış olan Türk Özel Kuvetler Personelinin geri dönmesine izin verilmeyecektir. Bu kuralı ihlal eden kişiler gözaltına alınacaktır.
- Türk askeri personeli, Irak’a gönderilen yardım konvoylarına eskortluk yapmayacaktır. Türkiye Cumhuriyetinden gelen bütün insani yardım eşgüdümü Uluslar arası Kılılhaç/Kızılay aracılığıyla sağlanacaktır...” diye uzayıp giden “talimatname” “Yukarıdakiler bir başlangıçtır ve gelecekte bunları takip eden talimatlar verilebilecektir“ maddesiyle “ucu-sınırı-haddi açık” hale getirilmişti.


IRAK’TAKİ İŞGALDEN GURUR DUYAN TÜRK KOMUTANI(!)
Amerikalılar Kuzey Irak’ta askerimize karşı böylesi aşağılayıcı tutum içindeyken, konumu itibarıyla bu hakaretleri birinci derecede üzerine alınması gereken Özkök, - hem de bu rezaletten iki gün sonra - ABD Genelkurmay Başkanı Richard Borwman Myers’a yazdığı mektupta, hâlâ “Türk Amerikan ilişkilerine atfettiği önemi “ anlatmakla meşguldü. Özkök’ün Amerikan mevkidaşına hesap sorması gereken yerde ” düşük rütbeli subayların yanlış yorum ve hatalı değerlendirmelerinin ilişkilere zarar vermemesini” istiyor olması hazindi. Kerkük’te uğradığımız alçaklıktan sonra Özkök lafı neredeyse “bizi affedin ” demeye getirmişti:
“Savaş alanında küçük yanlış anlamaların genel olarak ilişkilerimize zarar vermesinden korkuyorum...”
Özkök, Myers’a yolladığı bir başka mektupta ise “ABD’nin Irak’ta kazandığı zaferden duyduğu memnuniyeti” dile getirecekti. Ki Irak’ı işgal eden, milyonlarca insanı katleden, Müslüman kadınların ırzına geçen “Kahraman/cesur Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmesi” için dua eden bir Başbakan tarafından yönetilen ülkeye böyle Genelkurmay Başkanı yakışırdı elbette!


“SURATLARINA LİMON SIKTIK”
Hilmi Özkök’ün 1 Mayıs 2003’te Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Saceur Jones’a yazdığı mektupta “Koalisyon birliklerinin askeri denetimi altındaki Irak’ın Türkiye için oluşturduğu tehdidin tüm zamanların en düşük seviyesine indiğini” bildirmesinden sadece 2 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te, Özkök’ün takdir, teşekkür yollayıp durduğu Amerikan askerleri, peşmergeler rehberliğinde Süleymaniye’deki Türk karargahını basarak, Özel Kuvvetler’e mensup 11 askerimizi -başlarına çuval geçirerek- gözaltına(!) alarak, 60 saat boyunca sorguladı iyi mi!
Yakın tarihin en utanç verici olaylarından biri cereyan etmiş, “müttefik” varsayılan ABD devletimizin onurunu ayaklar altına almış olduğu halde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın “tarihe geçen” tepkisi “Bu müzik notası değil, öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır” diyerek tepkisizliği tercih etmesiydi.
Bush “Bizim askerlerimiz ve subaylarımız haklı” derken, Mayville “Amerikan komutanlığı Türklerin suratına biraz limon ve greyfurt sıkmak istedi” diye alay ederken, başına çuval geçirilen ordunun başında bulunan Özkök, Kerkük’teki aşağılama karşısında olduğu kadar rahattı. Ona göre olay “pratik bir uygulama”dan ibaretti!
AKP’liler Amerikan Büyükelçiliği önünde şikayet kuyruğuna girmişti:
“Ordu bu krizi AKP’ye zarar vermek için kullanıyor, kurtarın bizi!”
Ve bu onur kırıcı olay karşısında “devlet”i temsilen tek dişe dokunur tepki; tıpkı Kılınç gibi “Ergenekon” torbasına atılarak “cezalandırılacak” Orgeneral Hurşit Tolon’dan geldi. Tolon, 7 Temmuz 2003 günü, hem de ABD’de, Amerikalıların gözlerinin içine baka baka şöyle dedi:
“Hafife alınamayacak iğrenç bir olay!”

YARIN: BAŞBUĞ FEDERASYONA KARŞI

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=91878
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Hazreti gazeteci

Hariciye nazırımız açıkladı.
Mısır’da dört aydır tutuklu bulunan ve “bana bir şey olursa, beni Gafir mezarlığında Mustafa Sabri Hazretleri’nin kabrine defnedin” diyen TRT muhabiri, nihayet serbest bırakıldı.
*
Tutukluyken sustuk.
Artık yazabiliriz.
*
Bu arkadaşın yanına defnedilmek istediği Mustafa Sabri hazretleri... Vahdettin’in şeyhülislamıydı. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucularındandı. İslam Teali Cemiyeti’nin kurucularındandı. Kuvayi Milliye’ye “kudurmuş haydutlar” diyordu. “Yunan ordusu halifenin ordusudur, asıl kafası koparılacak mahlukat, Ankara’dadır” şeklinde bildiri yayınladı. Mustafa Kemal hakkındaki ölüm fermanını, bizzat kaleme aldı, “öldürülmesi caizdir, hatta dini vazifedir” dedi. İşgalcilere karşı Anadolu’nun yanında saf tutan Denizli, Isparta, Uşak, Antalya, Sinop müftülerini görevden azletti; Ankara müftüsü için idam fermanı çıkardı. Anadolu Cemiyeti adıyla örgüt kurdu, İzmir’deki Yunan Yüksek Komiserliği’ne teklifte bulundu, “Mustafa Kemal’in pençesinden kurtarmak için Batı Anadolu’da özerk hükümet kuralım, yönetimin başında Hıristiyan vali bulunsun, ordusundan Yunan başkomutanı sorumlu olsun” dedi, Atina’ya iletildi, Yunan Başbakanı Gunaris teklifi inceledi, “kendi milletini satan hainlere ihtiyacımız yok” cevabını verdi. Ama, Mustafa Sabri’nin Yunanistan’a ihtiyacı vardı. Milli mücadele kazanılınca, İngiliz gemisiyle kaçtı, Yunanistan’a sığındı, basın patronu oldu, Yarın adıyla gazete çıkardı. O gazeteye 1927 senesinde, “Allah’ın huzurunda Türklükten istifa ediyorum, tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme, beni Türk milletinden addetme” diye yazdı. “Elimden gelse bütün Türkleri Arap yaparım, bunların vaktiyle Araplaşmadığına eseflenirim” diye yazdı. Hilafetin yeniden kurulması için, dönemin Papa’sı XI. Pius’a mektup gönderdi, Vatikan’dan yardım istedi. Yunanistan’dan Suudi Arabistan’a geçti, en son Mısır’a yerleşti, El Ezher Üniversitesi’nde ders verdi, Kahire’de öldü, Gafir mezarlığına gömüldü.
*
E haklıymış yani o gazeteci arkadaş...
Bu kadar hayırlı bi basın duayenimiz varken, Ramses’in yanına gömülecek değildi herhalde!


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25303867.asp
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Fethullah-Tayyip kapışmasıyla netleşen resim Gladyo rejimi çöküyor

21 Aralık 2013, 00:41

fiko.jpg
Fikret Akfırat

Türkiye'deki çürümüş Gladyo iktidarı mekanizmasını açığa çıktı. Yargı-emniyet-istihbarat mekanizmasının Erdoğan ve Gülen'in elinde kalan parçaları, beraber işledikleri suçları birbirlerinin üstüne atıyor.


Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Fethullah Gülen... ABD-İngiltere-İsrail tezgahıyla sahnelenen 2002 darbesinin ardından iktidara getirilen ve 11 yıl boyunca Atatürk Cumhuriyeti'ni aşama aşama yıkan iktidar koalisyonunun üç temel aktörü. Koalisyon dağıldı, şimdi Hükümet'in yıkılışı süreci içindeyiz.
Ortalık toz duman, herkes birbirini suçluyor. Erdoğan cephesi, operasyonun arkasına MOSSAD'ı yerleştiriyor, Fethullahçılar 11 yıldır Cumhuriyet'in yıkımında kol kola görev üstlendiği AKP'nin yolsuzluk batağında olduğunu vurgulayan bir propagandaya girişiyor.

Suçlardan arınma çabası


Son operasyon ve karşılıklı suçlamalar, Türkiye'deki çürümüş Gladyo iktidarı mekanizmasını açığa çıkardı. Daha önce ortak düşmana karşı ortak mücadelenin aracı olan yargı-emniyet-istihbarat mekanizması Erdoğan ve Gülen'in elinde kalan parçalarıyla, birbirine karşı savaşıyor. Beraber işledikleri suçları birbirlerinin üstüne atıyorlar. Aba altından sopa gösterme aşamasından sıcak savaşa geçiliyor.
Tayyip Erdoğan devlet içinde devletten, dış bağlantılı çetelerden bahsediyor. Erdoğan'ın medyadaki adamları, Emniyet'te 30 kişilik bir özel ekibin yönetiminde aşağılara kadar yüzlerle ifade edilen bir yapının olduğunu yazıyor (Cem Küçük, Yeni Şafak 19 Aralık 2013). Fethullahçıların adamı Emre Uslu'nun köşesinde yer verdiği, Ergenekon operasyonunu yürüten polislerle yaptığı konuşma tertip davalarıyla ilgili önemli bir ifşaatı içeriyor (Taraf, 16 Aralık 2013). Uslu, Ergenekon operasyonunun her aşamasında operasyonu yürüten polis ve savcıların ellerindeki dosyalarla Tayyip Erdoğan'dan onay aldıklarına ilişkin örnek olaylarla anlatımlarına yer veriyor. Polis ve savcılar, kendilerini suçlayan Tayyip Erdoğan'ın, işin başındaki kişi olduğunu ilan ediyorlar.

Mafya-Tarikat-Gladyo rejiminin resmi

Bir devletin üç temel organı olan yasama, yargı, yürütmenin nasıl çürüdüğü, pisliğe battığı her gün yeni bir olayla açığa çıkıyor. Bu, mafya-tarikat-gladyo rejiminin resmidir. Bu resim artık gizlenemez.
Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının “emniyet-yargı cuntası” olarak adlandırdığı bu “yapılanma”yı Fethullah tarikatıyla Tayyip Erdoğan, Atlantik ötesinin talimatıyla Hükümet gücünü kullanarak beraber oluşturdu. Milli devleti yıkım sürecini, başında ABD'den gelen 35 kişilik CIA-Pentagon heyetinin bulunduğu bu “yapılanma”yı kullanarak tertiplerle hayata geçirdiler.

Türkiye için güvenlik sorunu

Hükümet'in başında AKP vardır, ancak ipler kısmen elindedir. Türkiye'de NATO üyeliğinin başından beri işleyen mekanizma şu şekilde özetlenebilir: Süper NATO'nun istemediği, Hükümet olamaz ama işler Hükümet mekanizmasıyla yürütülür. AKP iktidarının ilk günlerinde de, eski döneme göre Gladyo biraz daha etkin konumda olsa da durum böyleydi. Daha sonra ipler büyük ölçüde Gladyo mekanizmasının eline geçti.
Mafya-tarikat-gladyo rejimi, Cumhuriyeti yıkmıştır, Türkiye'yi bölmektedir. Devletin yasal güvenlik güçleri, yasadışı işlere boğazına kadar batırılmıştır. Çete savaşı, yasadışı uygulamalar temel yöntem haline gelmiştir. Türkiye, komşularıyla düşman, ABD'nin elinde zavallı, oyuncak bir kukla devlet haline getirilmektedir.

Hükümet seçeneği

AKP-Fethullah koalisyonun dağılması ve iktidarın yıkılışı süreci, yeni iktidar seçeneklerini gündeme getirmektedir. CHP ve MHP, AKP'ye operasyon yapan kesimlerin yanında konumlanıyor. Bu ortamda Kılıçdaroğlu, ABD Büyükelçisi'yle yemek yiyor. MHP, Cemaat'e kol kanat geren açıklamalar yapıyor.
İktidar bloğu dağılınca, hemen yeni ittifakların zemini için kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor.
19 Mayıs 2012'den itibaren dalga dalga büyüyen halk hareketi Haziran'da ve arkasından 29 Ekim ve 10 Kasım'da Yeniden Atatürk Türkiyesini kurma azmiyle sahneye çıktı. İktidarın yıkılışı oradan başlamıştır ve bugün yaşadığımız iktidar bloğundaki dağılmayı sağlayan güç işte budur. Bugünün görevi, yeniden Atatürk Türkiyesi iradesiyle sahneye çıkan milyonların önüne bir milli hükümet seçeneği koymaktır. Türkiye'yi mafya-tarikat-gladyo bataklığından kurtarıp, aydınlık yarınlara ulaştırmak sadece bir seçenek değil zorunluluk haline gelmiştir. Üstelik bunun için koşullar ve zemin de son derece uygundur.


Fikret Akfırat
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gunde...-resim-gladyo-rejimi-cokuyor-makale,1870.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Mafya, tarikat ve gladyo iktidarına mahkûm muyuz?

21 Aralık 2013, 12:03

einoglu.jpg
Bülent Esinoğlu

Mafya, gladyo, tarikat birlikteliği Amerika’nın Orta Doğu planları ile birlikte gelişti.

Amerika, orta doğunun tüm Sünnilerini bir araya getirip, İran’ın üzerine salma amacı, planın püf noktasıydı.

Püf noktasının püf noktası ise, Türkiye idi. Türkiye olmadan, Amerika hiçbir şey yapamazdı.

Bu amacın örgütlenmesinde, tarikat, AKP ve PKK’nın birlikteliği Amerika için son derece önemliydi.

Başlangıçta kutsal ittifak da denilen, bu ittifakın arkasında Amerika ve onun işbirlikçi liberalleri vardı.

“Gladyo’nun üç çocuğu” diyebileceğimiz, AKP, PKK ve tarikat, Amerika’nın birleştiriciliğinde bir araya gelerek birlikte iktidar oldular.

Rusya, Çin ve İran sert durunca, Amerika’nın yanında ki, Sünni blok çatladı. Küçük parçalara dönüştü. El-Kaide ve El-Nusra’dan ibaret kaldı.

Suriye yenilgisinin Türkiye içindeki yansımaları oldu. Gladyonun üç çocuğunun arasında, yani PKK, tarikat ve iktidarın ayrışmasına neden oldu.

Zaten başlangıçta var olan, iktidardan alınacak paylar konusunda ki çelişmeler, gün yüzüne çıktı.

Dolayısı ile bileşenlerin içinde olan, yerli gladyoda da, ayrışmalar oldu.

Yerli Sünni blok içindeki ayrışma, öyle gözle görünür hale geldi ki; Van’da, bir camide, imam AKP adına vaaz verince, cemaat camiyi terk etti.

Parçalanan bu tablo karşısında, Amerika’nın yapacakları da minimuma indi.

Bu sürece paralel olarak derinleşen halk muhalefeti genişledi, derinleşti.

Amerika’nın bu üçlüyü, nasıl bir araç olarak kullandığı anlaşılır oldu.

Halk muhalefeti derinleştikçe, gücünü yitiren Amerika, yeni arayışlara girdi.

Egemen Bağış’ın Mecliste yaptığı konuşmada, Kılıçdaroğlu’nun, ABD Büyükelçisiyle ne konuştuğunu sordu.

Öyle tedirgindi ki, kendilerinin her gün beraber oldukları kişinin rakipleri ile işbirliği içinde olmasına çok kızmıştı.

Aynı yollardan daha evvel geçmiş olduklarından, çok tedirgin oldukları kesin.

Her ne kadar bu üçlünün ayrışma sürecinde olduğunu gözlesek de, PKK’nın AKP’ye olan desteğinin bazı çekincelerle devam ettiğini söylemek mümkündür.

Gerek halk muhalefetinin yükselmesi, gerek gladyonun güçsüzleşmesi, Amerika’yı yeni bir Amerikancı iktidarı bu şartlar altında, nasıl kurarım arayışlarına sevk etti.

İşte tam bu noktada, halkın önderlerine önemli görevler düşmektedir.

Amerikan müdahalesi olmaksızın, mafyasız, tarikatsız, gladyosuz bir iktidar inşa etmek de, yurtseverlere düşmektedir.

Bu iktidar Ricardione’nin odasında inşa edilemez. Riccardione’nin odasından, NATO,AB ve Amerikan menfaatleri çıkar.


Bülent Esinoğlu
[email protected]
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gunde...adyo-iktidarina-mahkûm-muyuz-makale,1872.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Vatansız ve köksüz “Solculuk”

Vatan ve milletleri saldırıya uğrarken, korkakların vatanları tarih boyunca samanlık olmuştur. Arkadaşları birer birer katledilirken samanlıklara saklananlar, vatana ve millete karşı savaşın kahramanlarıdır.

22 Aralık 2013 Pazar 09:43

vatansiz_ve_koksuz_solculuk_h19733.jpg

Garip değil
Türk milleti gibi tarihin en köklü milletlerinden birinin “Solcu”larının içinde böyle bir akımın olması, insana ilk başta garip geliyor. Ama yadırganacak bir şey yok. Çünkü Türk milleti iki yüzyıldır emperyalizmle göğüs göğse çarpışıyor. 20. yüzyılın başında Ezilen Dünya bu coğrafyada ayağa kalktı. Devrimler, 1900’lü yılların ilk on yılında bu iklimde, Rusya (1905), Türkiye (1908), İran (1907-1909) ve Çin (1911) gibi köklü milletlerle başladı. Emperyalizm çağının zafere ulaşan ilk kurtuluş savaşını bu millet verdi. Ezilen Dünyada ilk cumhuriyetler bu topraklarda kuruldu. O nedenle Türk milleti, iki yüzyıldır emperyalist merkezlerin en şiddetli ideolojik ve kültürel saldırısı ve baskısı altındadır. Bizi Ezilen Dünyanın ön siperi yapan, bizi büyük millet yapan da bu savaştır.

Vatansızlar ve vatanlılar
Bugün küresel mafya vatansızdır. “Uluslararası şirketler” deniyor onlara, küresel sermayenin vatanı yoktur. Vatansız ve köksüz “Solcu”, işte o vatansız sermayenin solcusudur; Lenin’in deyişiyle “emperyalistlerin Solcusu”dur.
Çağımızda vatan; köylünündür, işçinindir, esnafındır, zenaatkârındır, aydınındır, cümle emekçilerindir ve ayağı vatan toprağına basan sermaye sahiplerinindir. Vatanı vatan yapanlar, o toprakları işleyenlerdir, o toprakların üzerinde elleriyle kollarıyla, omuzlarıyla, ayaklarıyla, beyinleriyle üretim yapanlardır, güzellik yaratanlardır. Maden ocakları onların omuzlarına çöker. Düşmanın ilk kurşunu onları bulur. Her felâketi, her musibeti millet adına onlar karşılar.

Vatan, bir toprağa onbinlerce yıldır dökülen alınterinin toplamından başka bir şey değildir. Bugün en millî olan sınıf, işçidir. Milliyetçilik, en sonunda küresellerin özelleştirme saldırısına karşı Yatağan’da, Kemerköy’de, Yeniköy’de göğsünü vatana ve cumhuriyete siper etmektir. Vatanın gerçek sahipleri, şu an açlık grevinde bütün yurttaşlara ayağa kalkın çağrıları yapan o kahramanlardır. “Tekel vatandır, vatan satılmaz” diyen Malatya’nın, Diyarbakır’ın, Bitlis’in, Trabzon’un, İzmir’in, Cevizli’nin tekel işçisidir.
Bugün en yurtsever kitle, “canımı veririm toprağımı suyumu vermem” diyen Manavgat, Elmalı, Giresun, Rize, Tunceli ve Hopa köylüsüdür.
Vatan çarşılardır ve o çarşıların namuslu esnafıdır.

Emekçiye yabancılaşma
İşte o köksüz ve vatansızlar, o işçiye, o köylüye, o çarşı esnafına yabancıdır; kendilerini “öteki” yapmışlardır. Türke yabancılaşma, en sonunda emekçilere yabancılaşmadır ve emekçiyi hor görmektir.

Vatansızlık ve köksüzlük, vatana ve köklere yabancılaşma boyutundan halka yabancılaşma ve düşmanlık boyutlarına kadar uzanmaktadır. Halkın içinde el gibi gezerler. Mahalle veya köy kahvesine götürseniz onları, yabancı bir diyara gelmiş gibi olurlar, köksüzlerin ve vatansızların arasında yaşamaya alışmışlardır, bir an önce “kendi vatanlarına” dönmek isterler. Onların vatanları, küresel çöplükleridir. Köylerinden, ailelerinden, mahallelerinden kopmuş, başkası olmuşlardır. Ve yakalarında “Solcu” rozeti taşırlar. Bayrak tutmasını bilmezler, İstiklâl Marşını mecbur kalınca homurdanarak dinlerler. Bu topraklara ait, bu toprakların insanlarına özgü her şeyle alay etmek, dalga geçmek alâmeti farikalarıdır.

İnsana ve insanlığa yabancılaşma
Türkiye’de bugün Sol hareketin başındaki en büyük belâ, vatansızlıktır, milletsizliktir, Türklüğe yabancılaşmaktır. Bu yabancılaşma, yalnız kendi halkına değil, insana ve insanlığa yabancılaşmadır.

Türkiye’de en sıradan köylü bile ailesini, köklerini merak eder, araştırır. Zaten dedesinden dinlemiştir, kökleri vardır. Her ailenin yazılı olmasa bile sözlü olan, kuşaktan kuşağa aktarılan bir soyağacı vardır. Ailelerin şöhretleri, lakâpları vardır. Falancagillerdendir herkes. Soysuz sopsuz olan yoktur.

Küreselgilin solcusu, soyunu sopunu bilmez, bilse bile utanır, bilmiyorsa araştırmaz, merak etmeyi ayıp sayar, ırkçılık olarak görür. Bu, ideolojik bir illettir.

Oysa köklerini bilmek, kendisini tanımak insanî bir duygudur. Hayvan türlerinin, bitkilerin ve madenlerin köklerini ve soylarını araştıran insan, kendi köklerini araştırmadan yaşayabilir mi, böyle bir olasılık var mı?

Marx, Romalı şair Tacitus’un bir sözünü çok sevmiştir, sevilecek sözdür: “İnsanî olan hiçbir şeye yabancı değilim.”

İdeolojik kılıf

Köksüz ve vatansız “Solcu” insanî olan her şeye yabancıdır. Çünkü köksüzlük ve vatansızlık, insanca olan her şeye yabancılaşmaktır. Bu yabancılaşma, “Milliyetçiliğe karşı savaşmak” türünden ideolojik kılıflara sokulur. Kılıflar, dünya sermayesinin ideolojik merkezlerinde hazırlanmıştır.

Küreselgillerin vatansız ve köksüzleri, her şey olabilirler, bir tek solcu olamazlar. Vatan ve Milliyetçilik düşmanından solcu olmaz. Solculuk, en derin vatanseverlik, en köklü milletseverliktir. Türkiye tarihine bakınız, 19. yüzyılın sonunda Milliyetçilik ve Sosyalistlik iç içedir. Daha doğuşundan başlayarak her Milliyetçi sosyalisttir ve halkçıdır. Her solcu ise Milliyetçidir.
BDP/HDP’li Ertuğrul Kürkçü, Güney Afrika’da efendilerine rapor veriyor, “Bizim görevimiz Milliyetçilikle savaşmaktır” diyor.
Vatansız ve köksüz “solcular”, herkes biliyor, görevlendirilmişlerdir ve maaşlı oldukları vesikalıdır.
Türkle ve Türklükle savaş, küresel efendilerin savaşıdır. Vatanseverliğe ve milliyetçiliğe karşı savaş, Gelişen ve Ezilen Dünya ülkelerinde emperyalistlerin savaşıdır.

Vatansızlar korkak olur
Vatansızlar ve milletsizler, korkak olur. Hainlerin korkak olması gibidir onların korkaklığı. Çünkü onları yüreklendiren kökleri ve kaynakları yoktur. Kilimleri, nakışları yoktur. Perdelerinde ve mendillerinde kanaviçe yoktur. Cesareti besleyen toprakları yoktur.
Vatan ve milletleri saldırıya uğrarken, korkakların vatanları tarih boyunca samanlık olmuştur. Arkadaşları birer birer katledilirken samanlıklara saklananlar, vatana ve millete karşı savaşın kahramanlarıdır.

Doğu Perinçek
Aydınlık/Rota

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/vatansiz-ve-koksuz-solculuk-h19733.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

İşte Ahmet Çakar'ın bikinisi


Spor yorumcusu, eski hakem Ahmet Çakar’ın yılbaşı hediyesi yola çıktı. Fethiyespor taraftar grubu Çakar’a yeni yıl hediyesi olarak Noel anne süslemeli bikini gönderdi. Rasim Ozan Kütahyalı’ya ise bir adet “satılık kalem” postalandı.

Fethiyesporlu taraftarlar Çakar’a çok konuşulacak yeni yıl hediyesi yolladı. Fethiyespor tribün lideri Murat Bayat ve taraftarlar Çakar’a Noel anne süslemeli kırmızı bikini, Rasim Ozan Kütahyalı’ya ise 'satılık kalem' gönderdiler. Kırmızı bikiniyi Fethiyespor Store’de görücüye çıkartan 'Apaçi Grubu', kırmızı süslemeli bikininin Çakar’a 'çok yakışacağını' söylediler. Spor yorumcusu Ahmet Çakar, Fenerbahçe maçına “Yüce Atatürk” yazılı formalarla çıkan Fethiyespor’un Fenerbahçe’ye şirin gözükmek için bunu yaptığını belirterek canlı yayında “Yemişim Fethiyespor’u. İnşallah küme düşerler” demişti. Çakar'ın bu sözleri Fethiyespor’lu taraftarları ayağa kaldırdı.
feth-4.jpg

ÇAKAR VE ROK İKTİDAR YALAKALARI
Ahmet Çakar’ın ‘iktidar yalakalığı’ yaptığını belirten Fethiyespor tribün lideri Murat Bayat, “Yüce Atatürk olmasaydı o beyefendi bugün yorumculuk yapamazdı. Onlar Mustafa Kemal Atatürk’ü unutturtmaya çalışıyorlar ama buna müsaade etmeyeceğiz. Yanındaki ekürisi Rasim Ozan Kütahyalı zaten iktidarın borazanı. Kalemini nasıl oynattığını bütün Türkiye biliyor. Futbolu siyasete alet eden bu ikiliyi şiddetle kınıyoruz.” dedi.
feth-3.jpg

Fethiyesporlu taraftarlar aldıkları bikiniyi Ahmet Çakar adına program yaptığı Beyaz TV’ye postaladılar. Rasim Ozan Kütahyalı’ya ise bir adet kalem göndererek “kiralık kalem olma” mesajı verildi.
feth-2.jpg

feth-1.jpg


"BİKİNİ GİYECEĞİM" DEMİŞTİ

Kişisel Facebook sayfasında mesaj yayınlayan Fethiyespor Apaçi Grubu Lideri Murat Bayat; “Atatürk’ü anmak için Ahmet Çakar efendiden mi izin alacağız. Çakar çok dürüstse önce verdiği sözleri tutsun. Fenerbahçe – Sevilla karşılaşmasında “Fenerbahçe Sevilla’yı elerse bikini giyeceğim” diyerek Türkiye’ye söz verdi. Fenerbahçe eledi. Peki sonra o ne yaptı, kıvırdı. Şimdi biz de yeni yıl hediyesi olarak kendi beden ve ölçüsünde bikini gönderiyoruz. Göndereceğimiz bikiniyi rahatlıkla giyebilir.” diye yazmıştı.
Murat Sökdü

Odatv.com




http://www.odatv.com/n.php?n=iste-ahmet-cakarin-bikinisi-1012131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Ahmet Çakar’a bikini geliyor

Ahmet Çakar’ın Fethiyespor hakkındaki ağır sözleri ortalığı karıştırdı. Fethiyesporlu taraftarlar Çakar’ı “Akıllı ol Ahmet “ diyerek uyardı. Fethiyespor Tribün Lideri Murat Bayat Ahmet Çakar’ın giyemediği bikiniyi göndereceklerini ve giydireceklerini söyledi.
Eski hakem Ahmet Çakar’ın Fethiyespor hakkındaki ağır sözleri ortalığı karıştırdı.
Beyaz TV’de Pazar akşamları canlı yayınlanan “Beyaz Futbol” programında konuşan Çakar, Fenerbahçe maçına “Yüce Atatürk” yazılı formalarla çıkan Fethiyespor’un Fenerbahçe’ye şirin gözükmek için bunu yaptığını belirterek “Yemişim Fethiyespor’u. İnşallah küme düşerler” demişti.
Çakar'ın bu sözleri Fethiyespor’lu taraftarları ayağa kaldırdı.

ahmet_akar.jpg

GÖNDERECEĞİMİZ BİKİNİYİ GİYSİN…


Kişisel Facebook sayfasında mesajda yayınlayan Fethiyespor Apaçi Grubu Lideri Murat Bayat; “Atatürk’ü anmak için Ahmet Çakar efendiden mi izin alacağız. Çakar çok dürüstse önce verdiği sözleri tutsun. Fenerbahçe – Sevilla karşılaşmasında “Fenerbahçe Sevilla’yı elerse bikini giyeceğim” diyerek Türkiye’ye söz verdi. Fenerbahçe eledi. Peki sonra o ne yaptı, kıvırdı. Şimdi biz de yeni yıl hediyesi olarak kendi beden ve ölçüsünde bikini gönderiyoruz. Göndereceğimiz bikiniyi rahatlıkla giyebilir.” şeklinde konuştu.

trbn_lder_murat_bayat.jpg

(Murat Bayat)

AHMET ÇAKAR NE DEMİŞTİ
Canlı yayında sırf “Yüce Atatürk” yazılı formalar için Fethiyespor hakkında ağır sözler sarf eden eski hakem futbol yorumcusu Ahmet Çakar; “Atatürk bu milletin yüzde 90'ının sevdiği ve kutsal saydığı bir şahsiyettir. Sırf Fenerbahçe'ye şirin gözükmek için böyle bir yazıyla sahaya çıktılar. Atatürk'ü kimse istismar edemez. Yemişim Fethiye'yi, inşallah küme düşerler.” dedi. Çakar daha sonra lafı değiştirerek, bu defada “Özür diliyorum inşallah Fethiyespor kulübü düşmez, başkanları gider” dedi.
Murat Sökdü
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=ahmet-cakara-bikini-geliyor-1012131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

İran'ın paralel devleti neler yapmıştı

1941 yılının sonbaharında Baba Rıza Şah Pehlevi (Büyük Rıza Han), İngiltere’den şöyle bir telgraf aldı: “Oğlunuz Veliaht Rıza Şah Pehlevi’nin yerinize tahta oturmasını kabul ediyoruz, ancak majestelerinin başka seçeneği olmadığını da bilmesini isteriz."
Baba Şah Pehlevi ülkede birçok yeniliklere imza atmış aydın bir yöneticiydi. Kadın hakları onun zamanında hiç olmadığı kadar önemli kazanımlar sağlamıştı. Örtünme, sosyalleşmelerini ve çalışmalarını engellediği için yasaklamıştı. Eğitim reformu tamamen çağdaş dünyaya göre düzenlenmişti, ekonomi iyi durumdaydı ve dinci grupların üzerinde önemli baskı vardı. Bu gelişmeler Batı Avrupa’yı, özellikle de İngiltere’yi çok rahatsız ediyordu.
İngilizler tahtı bırakmasına rağmen Büyük Rıza Han’dan yine de korkuyorlardı. Gözaltına alarak Mauritius adasına götürdüler, hastalanması üzerine Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kentine sürgün ettiler. Baba Şah burada 1944 yılında öldü. Ölümünün İngilizler tarafından tezgahlandığı öne sürüldü.
Oğul Muhammed Rıza Pehlevi (Şah Rıza Pehlevi) babasından çağdaş bir İran devralmıştı, ama ülkedeki dinci gruplar ülkedeki İslam dışı hareketlerden memnun değildi. Şah Pehlevi çeşitli baskı unsurlarıyla ülkeyi ayakta tutmayı uzun süre başardı.
PETROL KRİZİ NELERE NEDEN OLDU
1979 yılında Şah rejiminin baskıcı tutumu halkta hoşnutsuzluk yarattığı kadar, yönetimin ABD ile yakınlaşması da hoş karşılanmıyordu. O sıralarda ülkede İslami kurallara göre yönetilme isteğinde olan büyük bir dinci kitle de bu “yakınlaşmayı” her fırsatta kınıyor ve Şah düşmanlığına zemin hazırlıyordu. Bunların en ünlüsü de Fazlullah Nuri’ydi. Şeyh Fazlullah Nuri yakalanarak idam edildi. Şah rejiminin baskısı giderek arttı. Bu sıralarda güçlenen Ayetullah Humeyni, ülkede “Batı” zihniyetinin arttığını bahane ederek Şah rejimine karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkış Humeyni’nin sürgüne gönderilmesine neden oldu. Humeyni önce Türkiye’de, ardından Irak’ta sürgün hayatı yaşadı. 1978’de Saddam Hüseyin Humeyni’yi Irak’tan kovunca, Fransa’ya yerleşti.
İslam devrimi başlayıncaya kadar Humeyni Paris’te yaşadı. 1 Şubat 1979 tarihinde İran’a döndü. Milyonlarca İranlı tarafından karşılandı ve cumhurbaşkanlığı görevine getirildi. Bu sıralarda Şah’ı devirmek isteyen solcu ve liberal gruplarla da anlaşan Humeyni, cumhurbaşkanı seçildikten sonra bu iki grubu ortadan kaldırdı.
Şah rejiminin genel durumu o sıralarda şu şekilde özetlenebilir: Petrol krizi ülkeyi büyük sıkıntıya sokmuştu. Bunun sebebi İran’ın petrol ve doğalgaz ihracının azalması değil, gelirlerin rüşvet ve yolsuzlukla bir avuç yönetici kesim tarafından bölüşmesi ve ülkenin dış borçlarının dev boyutlara ulaşmasıydı. Ayrıca yoksulluk, adil olmayan kar paylaşımı nedeniyle artmıştı. İran’ın büyük kentlerinde siyasi İslam, Şah rejiminin yolsuzluk ve rüşvete bulaşmış iktidarına karşı örgütlenmeye başlamıştı. Bu arada ülkedeki sol gruplar ve aydınlar, artan baskıya dur demek için demokrasi ve özgürlük talebinde bulunuyor ve seslerini yükseltiyorlardı. Bir yandan da ABD’nin kendilerinin bu taleplerinde yardımcı olacağını umuyorlardı.
İRAN'IN PARALEL DEVLETİ
Kısa süre sonra sokak gösterileri patlak vermeye başladı. Şah protestoları zaman zaman kanlı olmak üzere, orantısız güç kullanarak bastırmaya çalıştı. Polis her yerde göstericilere büyük şiddet uyguluyordu. Şah sık sık halkın karşısına çıkarak, bu kalkışmaların İngilizlerin kışkırtması olduğunu söylüyor, yükselen İran değerinin baltalanmaya çalışıldığını iddia ediyordu.
1970’li yılların başına gelindiğinde ülkedeki protesto gösterilerine müdahaleler çok daha şiddetli olmaya başladı. Tudeh partisine katılım giderek artıyor, öğrenciler sokaklarda gösteriler yapıyor, boykota gidiyorlardı. Şah karşıtı gösterilere subayların da katıldığı oluyordu. Bu subaylar daha sonra, Humeyni’nin başa geçmesinden sonra yok edileceklerdi.
Bir süre sonra, gösterilerden bunalan Şah kontrolü tamamen kaybetti. Bunun üzerine protestocu kesimle anlaşmaya kalkıştı, ancak ok yaydan çıkmıştı bir kere. Şah rejimi, yönetime ortak olmaya çalışan ve bir paralel devlet oluşturan mollaların hareketlerini kontrol edemiyordu.
İran o sıralarda saygın bir devletti. Batı’da ve bölgede ağırlıklı söz sahibiydi. İran’ın güçlenmesi Arap dünyasında hoş karşılanmıyordu. Sol kesim ile molla kesim Şah’ın ülkenin zenginliklerini çar-çur etmekle suçluyorlardı. Ortak hedef ne olursa olsun Şah rejiminin sona ermesiydi. Dünya ekonomisinde ufak tefek de olsa yaralayıcı gelişmeler olsa da, krizlerden etkilenmeyen bir İran yaratılmıştı. Ancak içten içe kaynayan bir “paylaşım” söz konusuydu ve bu açıkça dillendirilmeye başlanmıştı.
SÜREÇ NASIL DEĞİŞTİ
1979 yılının başında büyük grevler ve protestolar önlenemez hale geldi. Şah 16 Ocak’ta Kahire’ye gitti. On beş gün sonra da Humeyni İran’a dönüş yaptı. O sırada Şapur Bahtiyar başbakandı. 11 Şubat 1979’da Bahtiyar istifa etti, 24 Şubat’ta da Halkali, Humeyni tarafından o sıralarda kurulan Devrim Mahkemeleri Başkanı seçildi ve binlerce kendine hizmet etmiş görevliyi, aydını, liberali, solcuyu, bilim adamını “Allah’a karşı gelme” suçundan idama mahkum etti. Sanıkların avukat tutma hakları yoktu ve mahkeme başkanı tek başına bütün görevleri üstlenmişti. Sanık olarak karşısına gelenlere savunma hakkı vermiyordu.
Başlarda Rıza Şah Pehlevi rejiminin düşmesinden sonra sol eğilimli bir İslamcı grupların katıldığı devrimin en önemli aşaması gerçekleşti. Bütün dünya İran’daki devrimi alkışlıyordu, ama ikinci aşamaya geçildiğinde, yani 1983 yılı ile birlikte işler tamamen değişti. Önce Şapur Bahtiyari istifaya zorlandı. İran’a dönmeden önce de Humeyni topluma yönelik konuşmalarında önceleri tüm belediye hizmetlerinin ücretsiz olacağını vaat etmişti ve sürekli özgür bir ülkenin medyasının ve siyasi parti kurmanın hak olmasının gerektiğini vurgulamıştı. Bu vaatler toplumda karşılığını fazlasıyla buluyordu. Humeyni’nin gücü hızla artıyordu. Ülkenin en büyük geliri olan doğal gaz ve petrolün halka ait olduğunu söylüyor ve bu paraların halka dağıtılması gerektiğini anlatıyordu.
Ancak işler beklendiği gibi olmadı. Humeyni İran’a döner dönmez yayınladığı fetva ile kadınların kapanmasını emretti. Bu fetvayı 8 Mart 1979’da, yani Dünya Kadınlar Günü’nde kadınlar protesto etti ve özgürlüklerinden asla vazgeçmeyeceklerini açıkladılar. Kadınların ve sol eğilimli siyasi grupların tepkisiyle karşılaşan Humeyni verdiği fetvayı yalanladı ve örtünmenin asla bir zorunluluk olmayacağını açıkladı. Bir yandan da Humeyni’ye ait gizli örgütler muhalif grupları evlerinden alıyor ve halkın görünebileceği yerlerde vinçlerin ucuna asıyordu. Bu bir korku yaratıyordu ve insanlar müthiş tedirgin olmaya ve sinmeye başlamıştı.
KİMLERLE İTTİFAKLAR YAPILIYOR
1979 yılının Ağustos’unda Humeyni’nin verdiği sözlerin tam tersini yaptığı ortaya çıktı. Gazeteler üzerine baskı kuruldu. Üniversitelerin bazıları, batılı eğitim verdikleri gerekçesiyle kapatıldı. 1983 yılına kadar süren bu süreçte resmi kurumlardaki Şah yanlısı kadrolar tamamen tasfiye edildi.
Devrimin ilk günlerinde çıkartılan yasaya göre polisin üniversiteye girmeyeceği karara bağlanmıştı, ama bu sadece göstermelik bir karardı. Zira Humeyni istihbaratına bağlı Hraset birimleri tüm devlet dairelerinin yanı sıra üniversitelerde de olacaktı. Diğer yandan bu olaylarla birlikte Humeyni kadınların örtünmesini de zorunlu hale getirmişti. Kadınların direnci karşısında başı açık gezen kadınların saçlarına Besij milisleri tarafından yağlı boya, asit gibi maddeler dökülerek, örtünmeye zorlandı. Yine bu dönemde Humeyni’nin emriyle askeri marşlar dışında müzik çalınması yasaklandı.
Şah rejimini devirmek için solcularla ittifak kuran İran mollaları zafere ulaşır ulaşmaz, solcu ve liberal kesimi yönetimden uzaklaştırmak için türlü oyunlara başvurdu. Önceleri ufak tefek aksilikler olduysa da yollarına yılmadan devam ettiler. Önce Barzargani’yi saf dışı bırakmaları gerekiyordu. İlk cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ebu’l Hasan Beni Sadr ezici çoğunlukla Cumhurbaşkanı oldu, ama mollalar bunu içlerine sindiremedi. Beni Sadr, önce devrimin ilk günlerinde yaşanan işkence ve idamlarla mücadele kararı aldı. Bu durum Humeyni’yi çok sinirlendirdi.
1980 yılının yazında patlak veren İran-Irak savaşı, Beni Sadr hükümetini zor durumda bıraktı. Humeyni ve ona bağlı mollalar bu durumdan yararlanmaya çalıştılar. Humeyni tam bu sırada, dünyada da yankı bulan şu ünlü cümleyi söyledi: “Eğer 20 milyon Beni Sadr’a evet dese de ben ona hayır diyorum!”
Beni Sadr, göstermelik mahkemelerden idam kararı çıkaracağını kesin olarak gördüğünden Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı. Bu liberallerin ve ülkede artık bir avuç kalmış sol eğilimlilerin etkinliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Mollalar, göstermelik mahkemeler kurarak, üretilmiş sahte delillerle Şah döneminde belli yerlerde görev yapmış olanları idama mahkum edip, hiçbir onay almadan kurşuna dizdiler. Daha sonra düzmece mahkeme veya sahte delillere bile gerek duymadan büyük bir sol-liberal kıyımına başladılar.
Humeyni’nin Devrim Mahkemeleri Başkanı Halkhali yıllar sonra yazdığı anılarında yalnızca 1979 yılında en az 2 bin kişiyi idama mahkum ettiğini yazdı. Ama bilinen idamların bu sayının en az beş misli olduğu yönünde. Hatta Halkhali’nin önüne gelen tüm mahkumları idam ile cazalandırdığı ve bunun bütün İran’da büyük bir korku mahkemesi haline dönüştüğü anlatılır. Bu yüzden de Halkhali’nin adı Devrim Celladı olarak anılır ve işin ilginç yanı Halkhali, tıpkı Nürnberg’de yargılanan Nazi subayları gibi, verdiği idam kararlarından hiç pişman olmadığını, geriye baktığında “az bile yaptığını” söylemiştir.
2002 yılında İngiltere’de bir dergiyle yaptığı söyleşide Halkhali bir anısını şöyle anlatır: “1980 yılıydı. Molla Humeyni’nin yanında solcuları nasıl engelleyeceğimizi tartıştık. Aklımda bir çok yol vardı bu namussuzları öldürmek için. Humeyni’nin yanından ayrılıp eve doğru giderken, yolda 15-16 yaşlarında iki çocuğun birbirlerine gizlice bir şey verdiklerini gördüm. Hemen yakalanmalarını emrettim. Hiç unutmuyorum, yakalanan çocuklardan birinin soyadı Şeriati’ydi. Yanındaki arkadaşına sol eğilimli bir gazeteyi gizlice vermeye çalışmıştı. Hemen orada sorguladım ve ikisini de o anda kafalarından vurdum ve arkamda beni bekleyen hizmetlilere, işte bu hayvanlarla böyle mücadele edilir,” dedim, eve gittim.”
AKP’nin gümbür gümbür gidişini ayakta alkışlamayın, bir dakika düşünün ve arkasında kimin olduğuna, kimlerle ittifak içinde bulunduğuna ve “gitsinde kim gelirse gelsin” sahteciliğine sığınmayın. Düşünün, sadece bir dakika...
Mümtaz İdil
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=iran-islam-devrimi-2812131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Acun'un Fethullah Gülen'in elinden çekeceği var


“Kundurama kum doldu, atmaya kürek gerek” diye bir türküsüvardı Tatlıses’in. Türkiye artık o kadar masum bir Türkiye mi? O günler çok geride kaldı. Şimdiler de durum farklı: “Kunduramın kutusu dolar, avro dolmuş, saymaya makine gerek.”
17 Aralık’ta başlatılan ‘Büyük Rüşvet’ diye adlandırılan İstanbul Operasyon’unda, istifalarını geç veren kabine üyelerinden, eski İçişleri Bakanı M.G.’in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Z.Ç.’nin oğlu Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı E.B.’ın oğlu Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, aralarında İranlı Reza Zarrab’ında bulunduğu işadamları, bürokratlar, bakan danışmanları, özel kalem müdürleri gözaltına alınmışlardı.
BÜYÜK PATRON
Emniyete götürülenlerarasında Veliefendi Hipodrumu’nun karşısında aldığı arazinin imar değişikliğini ‘büyük patron’ dediği Erdoğan’la halleden ‘taşan imarı’ jokey-inşaatçı Ali Ağaoğlu da vardı. Kimi serbest bırakıldı, kimi hâlâ içerde. Bu zat-ı muhteremlere yöneltilen suçlamalar çeşitleriydi: Rüşvet alıp vermeye aracılık etmek, rüşvet vermek, rüşvet almak, suç işlemek aracılığıyla örgüt kurmak, kara para aklama, ihaleye fesat karıştırmak, hayali ihracat, altın kaçakçılığı, usulsüz imar düzenlemesi v.s. v.s.
YARABBİ ŞÜKÜR
“Türkiye, üzerinde operasyon, ameliyat yapılacak ülke değildir. AK Parti iktidarı buna izin vermez” diyordu Başbakan Erdoğan. Sanki ‘bakanlar kurulu’ değil, tam teşekküllü bir hastanenin ‘sağlık kurulu’ birader.Ancak 17 Aralık Operasyonu’na günün erken saatlerinde, okyanus ötesinden transfer olan Hakan Yarabbi Şükür’ün ‘röveşatası’ ile start verilmişti. Meclis’ten raporlu, televizyon programlarında ise deparlı ‘Ben bilmem, büyüklerimiz bilir Hakan’ AKP’den istifa ediyordu. Çünkü hükümet, dershaneleri kapatmakta ısrar ediyor, hoca efendinin kurslarına katılacak öğrencilerin ‘ışık evlerini’ kazanmasına(!) engel olmaya çalışıyordu. Şukur(!) artık bu partide kalamazdı. Böylece futbola, başlama vuruşu, serbest vuruş, çift vuruş, penaltı vuruşu gibi bir de ‘Pennsylvania vuruşu’ eklenmiş oldu.
ZARRAB’IN VALİZİ
Olayın başkahramanı, ‘Fırtınalar koparsa kopsun/ Reza’yım sonuna senle olsun’ diyen şarkıcı Ebru Gündeş’in eşi İranlı işadamı Reza Zarrab’dı. Bürokratik engelleri kaldırmak, usulsüz işlemlerini yaptırmak için bazen çikolata, bazen de ayakkabı kutuları içinde milyon dolarları, gerekli mercilere aracılar kullanarak gönderdiği iddia ediliyordu. 5 milyon dolar karşılığı ağabeyi, babası ve üç adamını ‘vatandaşlığa aldırdı’ deniliyordu. Kendisini enseleyen
emniyet müdürünü sürdürmek için 400 bin dolar, meslekten ihraç için de 3 milyon doları Barış Güler’e verdiği iddia ediliyordu. Barış Güler ile danışmanlık hizmeti için 720 bin dolara anlaştığını yazıyordu gazeteler. Zarrab’ın kuryeleri gümrükte valizi açıyorlar. Valizin içi avro, dolar dolu. Valizin ebadı, siz deyin ‘Mehmet Baransu’nun bavulu’, ben diyeyim ‘Bülent Ersoy’un makyaj çantası.’ Altın dolusu uçağı ise Türkiye’den, İran’a kimse bulaşmadan havalanabiliyordu.
7 KASA
Barış Güler’in evinde yapılan aramada da 1.5 milyon lira bulunuyordu. Ayrıca görüntülerde 7 kasa ve para sayma makinesi göze çarpıyordu. E o kadar paranın içinde olası sahtesini bulup çıkarmak için para sayma makinesi gerekirdi. Ayrıca esnaf ve şoförlerin arada bir, kazandıklarını önlüklerinden ya da ceplerinden çıkarıp saymaları gibi bir takıntısı da olsa gerek bakan oğlunun.
SIRT YASTIĞI
Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde yapılan aramada 4.5 milyon dolar, ayakkabı kutularından çıkıyordu. 43 numara taraklı ayakkabı kutularına, Benjamin Franklin’ler ($100), 42 numaralara Grant’lar ($50), 41 numaralara Andrew Jackson’lar ($20) doldurulmuştu. Eskiden paralar yastık altına konurdu. Genel müdür, bu kadar parayı yastığının altına koyacak olsa, sırtını yastığa dayamış, dik oturuyor duruma gelecekti yatakta. Aslında evi arayan polisler, genel müdürün ayakkabılarının, terliklerinin hatta çoraplarının içlerini de incelemeliydi. Bakarsınız oralardan da Abraham Lincoln’lar ($5) ve Washington’lar ($1) çıkabilirdi.
ÇAKMA DESTAN
Daha görevi başındayken İçişleri Bakanı M.G. operasyonu yürüten polislere el çektiriyor, daire başkanları, ilçe müdürleri, il müdürleri ya merkeze alınıyor ya da görev yerleri değiştiriliyordu. ‘Destan’ çakma çıkmıştı.Bu arada emniyet binalarında odaları bulunan basın mensuplarının da tayini çıkıyor, birer, ikişer kapı önüne bırakılıyorlardı! Haber alıp verme özgürlüğü işte bu! Harrangürra ‘Adli Kolluk Yönetmeliği’ de okus pokus ‘Malî Yolluk Kararnamesi’(!)ne eviriliyordu. Yapılacak bir uygulamadan, soruşturmadan, mülki idare amirinin haberi olacaktı. Yani bundan kelli, ‘Sağır Sultan Operasyonları’ yapılacaktı. Son olarak soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Muammer Akkaş’ın görevini yapması engellendi.
ACUN ILICALI
Acun’a (Ilıcalı) buradan da ekmek çıktı. ‘Var mısın Yok musun?’ gibi, bu kez ‘ayakkabı kutulu’ yeni bir program formatı çıkarabilir. Yarışmacılar, kutular içindeki ayakkabıların rengini ve tarzını bilir, kundura da ayağına tam oturursa gelsin milyon dolarlar! Biraz kazık ama bu devirde dolarlar, Reza Zarrab’ın ağzında! Yayında telefonla aradığı ‘Hamdi Bey’ yerine, zaten sıkı fıkı olduğu Hoca Efendi ile konuşur. ‘Çekecek’, Fethullah Hoca’nın elindedir.
KIBLE
Beş vakit,“Abdestinden şüphesi olmayanın, namazından da şüphesi olmaz” diyen Başbakan Erdoğan’ın ancak ‘kıblesi’ sürekli başka yerleri gösteriyor. Moskova’ya gidip Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e, Changhay Beşlisi’ne girmek istediklerini tekrarlıyor. Amerika ambargolu İran’a, Washington’un rahatsızlığına rağmen, doğalgaz alımına karşılık altın gönderiyor. Mısır’a, Suriye’ye lojistik destek verdiği de iyice ortaya çıkıyor sonunda. NATO üyesi Türkiye’nin üs’sü Amerika, büstü HQ-9 Çin Füze Sistemi.
BEYSBOL SOPASI
ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone, “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik, dinlemediler. Bir imparatorluğun yıkılışını izliyorsunuz” diyor. Cevapsız bırakabilir mi bunu hiç Sayın Başbakan? “Biz sizleri ülkemizde tutmaya mecbur değiliz” karşılığını vererek büyükelçiye ‘persona non grata’ tehdidini savuruyor. Allahın beysbol sopası yok! Artık Washington B, C planını çoktan geçmiş X planını inceliyordur! ‘Washington cephesi’ dışında, ‘Pennylvania tabyası’ da hazırlanmıştı.
AYAKKABI KUTUSU
Başbakan Erdoğan ile cemaat arasındaki köprüler artık atılmış, gemicikler hariç, tüm gemiler yakılmıştır. Cemaate yönelik, ağır konuşuyordu Tayyip Bey: “Dindar kisvesi altında zavallı bazı örgütleri, ‘taşeron’, ‘maşa’ olarak kullanıyorlar. Sosyal medyadaki kasetleri içinde boğulsunlar. Bu yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesidir. Hesap sandıkta sorulur.” Aslında bu seçimde ‘sandık’ yerine ‘ayakkabı kutusu’ konsa, belki seçmenlerin de katkısı olur! İstifa eden bakanların fezlekesi, soruşturması nereye varır hiç belli olmaz! Zaten ‘Sayıştay Raporları’ da Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen Meclis’e getirilmiyor. Neyse canım artık ‘para sayma makineleri’ ile idare edilecek. Japonya’da ‘harakiri’, Türkiye’de ‘parakiri.’
ADNAN HOCA
Fethullah Hoca Efendi ise kendisine karşı üstü açık, ‘capriolet’ göndermelere ‘beddua’ (Türkçesi ‘kötü dua’ oluyor!) ile mukabele etti: “Allah onların evlerine ateşler sarsın. Mutfaklarında doğalgazlar patlasın, damlarına yıldırımlar düşsün, odalarını akrepler bassın, hidroforları parçalansın, sular seller içinde boğuşsunlar, artçı zelzeleler arasında kalsınlar, cümle kapılarını örümcek ağları bağlasın, asansörlerde mahsur kalıp kabir azabı çeksinler!”Adnan Oktar da “AKP ile cemaatin arasını ben düzelteceğim” diyor. Baksanıza! Adnan Hoca da paranın kokusunu aldı bile ‘aracı kurum’ olarak!
ALİ DİBO
Y gençliğine(!) karşı Başbakan Erdoğan’ın mücadele edeceği meşhur 3Y’si vardı: Yolsuzluk, Yoksulluk, Yasaklar… Yolsuzluk… Hangi birini saysak… Henüz devreye girmemiş yüksek hızlı tren yolsuzluğu, ihalesiz İzmir TCDD Limanı taşıması, 2.beyaz enerji yolsuzluğu, TÜPRAŞ İhalesi, Balıkesir SEKA Kâğıt Fabrikası’nın değerinin çok altında satılması, Ali Dibo Olayı ve daha niceleri… Başbakan ileri demokrasi gereği, hep 2023’e baktığı için 2013 ve gerisinde olup bitenleri fazla dikkate almıyor!
GEMİCİK
Yoksulluğa gelince Erdoğan, 73 milyon sevgili kardeşinin geçim sıkıntılarını bertaraf etmek için kiminin gemicik edinip, armatör olmasını, kiminin pırlanta işine girmesini, bazılarının, İran’a giden tonlarca altından bir bölümünü alıkoyarak kuyumcu dükkânları açmasını, geri kalanların AVM ve rezidans yapmalarını, ayrıca inşaat ve sağlık sektörüne transferini sağlayacak!
VAATLER
Yasaklar mı? Ohohooooooo… Yahu yasaklanmadık ne kaldı ki memlekette? Kürtaj, sezaryen, 22.00- 06.00 arası alkol satışı engeli, basılmamış kitap, gösteri, yürüyüş, duruş, fikir özgürlüğü, maçlarda slogan, sosyal medya takibi, haber alma vs vs. Valla başbakan ne kadar sözünün eri bir adam ya! Ne vaat ediyorsa birer birer yerine getiriyor!
HACAMAT
“Bu ülkeye el uzatan olursa, biz o elleri kırarız” yaklaşımdaki Başbakan Erdoğan’ın bir ileri aşaması, şeriata uygun el hacamatıdır. Ayrıca her ne kadar Tayyip Bey, “Devlet kurumlarının içlerine sinenleri, didik didik edeceğiz, inlerine gireceğiz” dese de bugünlerde, Fethullah Hoca Efendi: İN, Başbakan Erdoğan: OUT!
Mert Ali Başarır

Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=acunun-fethullah-gulenin-elinden-cekecegi-var-2912131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

AKP'nin cevabı mizah konusu oldu

Millet sokağa çıkıp; “hırsız vaaaar!” diye bağırırken, parmaklar seni ve yakın çevreni işaret ediyor… Sinirleniyor, iğreniyor, demokratik tepki gösteriyor; teneke, tabak, tencere çalıyorlar… Hayat tarzına, içkisine, arkadaşlıklarına, kızlı-erkekli eğlenmesine, el ele tutuşmasına karışılmasın istiyor. Dini cendereyi, İslami engizisyonu reddediyorlar…
E, toplum böyle tepki gösterir ve bu gösterge, toplumun temayülüne kulak veren akıllı yöneticiler ve devlet adamları bakımından bulunmaz bir fırsat teşkil eder. Ama sen bu fırsatı tepiyorsun; çünkü senin devlet adamlığın ve olan-bitenlerle ilgili algın sorunlu…
Neden anlamak istemiyorsun?
Meşruiyetini kaybettin… Sen duygularını değil, duyguların seni yönetiyor. Yasal/meşru çözümler yerine, bağırıp/çağırmanın nedeni bu. Tarihe bak, süreci doğru oku, gereğini yap… Toplumsal refleks ve meydanların doğru okunmaması durumunda, ülkenin ve tepkiye muhatap olanların ne gibi sonuçlarla karşı karşıya kalacaklarına dair objektif analizleri dikkate al; çıkacak faturayı unutma… Muktediri olduğun hükümetin, bunca olumsuzluğuna, hak, hukuk tanımayan icraatlarına karşın, doğal/tabii toplumsal refleks, giderek kitleselleşiyor ve çok büyük potansiyel taşıyor.
Hani diyordun ya; “benim milletim, benim polisim, benim savcım, benim bakanım, milletvekilim, mütedeyyinim…” İşte o “senin savcın, milletvekilin, polisin” seni sorgulamaya, senin milletin de cadde ve meydanlarda oynamaya başladı. Kulaklarına kar suyu kaçtı; hem de, “Alevi Dedesi Seyfi Oktay’ın kadro verdiği savcıların” değil, “seninkilerin” verdiği belgeleri esas alarak… 2010 yılında “3’e kapatın” dediğin ihaleyi anımsıyor musun; neydi o, kime/neyi kapattın?
Sn. Başbakan bu yırtık yama tutmaz; artık istenmiyorsun!
Çünkü millet yalana doydu; “deniz bitti!” Artık halk, argümanlarına, gerekçelerine “kuzu postuna girmene,” mağdur edebiyatı yapmana zerre kadar metelik vermiyor… İnanmıyor! Dini esarete, gerilim politikalarına, mezhep devleti tehdidine, mezhep tasallutuna, komşuya savaş açmana, yaşamlarının her boyutunun zapt-u-rap altına alınmasına, zorunlu din dersine, dini giderlerin hazineden karşılanmasına, kentin her bir yeşil alanına cami yapılmasına, cami hoparlörlerinin sonuna kadar açılmasına itiraz ediyorlar…
Aleviler, Suriye Yezit Tuğayıyla olan ittifakını, şeriat devletinden yana olan temayülünü, kendilerine olan iflah olmaz kinini; liberaller, demokrasiye dair samimiyetsizliğini; Sünni dindarlar, dine bağlı olup/olmadığını; Kürtler, “ne olup/olmadığını” sorguluyorlar…
Devletin bir oligarşik çevre tarafından işgaline, çiftlik gibi kullanılmasına tepki gösteriyorlar!
Hükümetin denetlenmesini, milli gelirden eşit pay almayı, sürekli baş aşağı giden yaşam standartlarının değişmesini, iyileşmesini istiyorlar. Sizden, saltanatınızdan, gemiciklerinizden, bunca şaşaanızdan, bunun kaynağından şüpheleniyorlar… “Bir olayın şüyuu, vukuundan beterdir.” Toplum; devleti, belediyelerinizi, ihale sisteminizi, imar düzenlemelerinizi, sit kararlarınızı konuşuyor. Ortalığın koktuğunu, fosseptik çukuruna döndüğünü söylüyor…
Sen ise iddialara ciddi yanıtlar vermek yerine, kendini, bütçeni, aileni, harcamalarını, menkul ve gayrı menkul stoklarını ortaya koyup bu iddialara makul/inandırıcı, ikna edici yanıtlar vereceğine, “yargılanmaya hazırım, dokunulmazlık da istemiyorum” diyeceğine, meydanlara çıkıp; “dış güçleeer, İsraiiil, statükooo, çeteleerrr, örgüüüt!” diyerek yırtınıyor, canhıraş bağırmayı yeğliyorsun. Daha düne değin bu “çetelerle” ortaklaştığını, görmezden geliyor, biz yurttaşları aptal yerine koyuyorsun. Esasen, AKP Hükümetinin meşru hükümet değil çetelerden maruf bir yapı olduğunu itiraf ediyorsun…
“Suçüstü” oldun!
Bütün rollere soyunuyorsun. İşine geldiğinde diktatörü, gelmezse mağduru oynuyorsun. Yerine göre muhalefet, yerine göre iktidarsın. Bütün iyilikler sana, kötülükler “ötekine” ait! Sanki hükümet değil, muhalefetsin… Sanki başbakan değil, sendika başkanısın… Sanki muktedir değil, mağdursun…
Çevreni hırsızlar sarmış, oğlun, kızın, eşin, çevren ve kendinle ilgili ciddi iddialar var. “El ağzı çuval değil ki, büzesin.” Ağzı olan konuşuyor; “gemicikler, yalılar, köşkler, paralar, dövizler” deniliyor… Anımsıyor musun; daha dün muarızlarına dönüp; “neden bağımsız yargıya güvenmiyorsun? diyordun ya, şimdi “senin milletin” sana soruyor:
Neden ‘bağımsız’ yargıya güvenmiyorsun?”
Gazeteciler, aydınlar, suçsuz insanlar yargılanır inim inim inlerken yargıyı koruyor, meşhur savcıyı kanatlarının altına alıyor, zırhlı araç tahsis ediyordun. Hrant Dink’in katline neden olanları taltif ediyor, Sivas katliamının zaman aşımına “hayırlı olsun” diyerek memnuniyetini gösteriyordun.
Ne oldu; yargı neden “tu kaka” oldu?
Diyorsun ki, “savcılık, hükümete ya da amirlerine dair bir yolsuzluk tespit ederse, bunu önce bağlı olduğu amirlerine bildirsin.” E, o takdirde hırsız kaçmaz mı, delilleri karartmaz mı, kapağı yurt dışına atmaz mı, İsviçre’de gizli hesap açmaz mı Sn. Başbakan? Biz, “demokrasilerde güçler ayrılığı ilkesini” daha ilkokulda öğrendik. Şimdi sen bu temel ilkeyi bilmediğini mi söylemek istiyorsun; böyle mi anlayalım? “hırsızlık serbest, soruşturmak yasak!” öyle mi? Vay beniii!
Hakikaten komik oluyorsun!
En çok da, “bu para İmam Hatip’e gidecekti, yoksul öğrencilere yurt yapılacaktı” dedin ya; şimdi vatandaş soruyor:
Hırsızlık parasıyla İmam Hatip Okulu olur mu?
Cami yapılır mı?
Dindar olunur mu?
Sen “olur” diyorsan; bize de; “haklısın; böyle dindarın, böyle hükümeti olur” demek düşer.
***
Somut bir soruyla bitireyim: Sn. Başbakan, Uludere katliamının emrini sen mi verdin?
Murtaza Demir
Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=akpnin-cevabi-mizah-konusu-oldu-2912131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Lagara Lugara

29 Aralık 2013, 08:39

uk_levent.jpg
Levent Kırca

Muhteşem Hocamız Fethullah efendimiz, önce sakin sakin oturuyordu. Birden yüzü bulandı, gözleri döndü, ellerini kollarıyla birlikte havalandırdı. Kah oturarak, kah ayakta, telaşlı ve heyecanlı bir şeyler söylemeye, hatta bağırmaya başladı. “Anam, ne oluyor lan?” demeye kalmadı, hocamızın köpürdüğünü gördük. Sinirden köpürmüştü, üstelik haklıydı da. Dua ediyordu ama, ettiği dua gooddua değildi, beddua idi.
Televizyonu kapadık, uyuduk ya da uyumaya çalıştık. Sabah uyanır uyanmaz, gene sarıldık televizyonun kumandasına, parmakladık düğmesini.
Karşımıza çıkan ilk görüntüden anladık ki, hocamızın akşamdan mayaladığı beddua tutmuştu. Hükümetin dört bakanı, yolsuzluk olaylarına karışmışlardı. Çocukları adeta kurye gibi, ellerinde çuvallar o ev senin, bu ev benim, para taşıyorlardı. Çocuklardan birinin evinde dokuz tane kasa vardı. Sorulduğunda; “Kasa koleksiyonu yaptığını” söyledi. Evde bir de para makinesi vardı. Çocuk bu makinenin; “Para makinesi değil, kıyma makinesi olduğunu” söyledi. Sonra lafı çevirdi; “ Evet, bu para makinesi. Ama, nereden geldiğini bilmiyorum” dedi. “İyi düşün” dediler. Düşündü ve dedi ki; “Malum, önümüz Noel. Bu para makinesini, bana büyük bir ihtimalle Noel Baba getirmiş, bırakmıştır.” Polis; “ Evinizin anahtarı Noel Baba’ da da mı var?” dedi. Oğul; “Hayır” dedi, gülümseyerek. Noel Baba, bacadan girip çıkar. Bunu herkes bilir. Hafiye de: “Sizin eviniz yerden ısıtma, bacanız yok” dedi. Hayırlı evlat, pıstı kaldı. Güneş gözlüklerini parlatıp taktı. “Yürüyüp gidelim. Ama, bakan babam sizinle yakından ilgilenecek” dedi. Birlikte çıktılar.
Diğer bakanların çocuklarına da Noel Baba çeşitli hediyeler vermişti. Ama bu kez, hediyeleri çorap değil, ayakkabı kutuları içinde getiriyordu. Bu sefer, Noel’in ismi de, değişikti. ‘Reza Zarrab' dı adı. Sakalı da beyaz değil, siyahtı.
Bay Tayyip; “Bakanlarımı yedirtmem!” dedi. Ama artık çok geçti. Hocanın mayaladığı beddua tutmuştu. Tayyip’in beti benzi atmıştı. On bakanı görevden aldı. Hırsını alamadı, çaycıyı, ayakkabı boyacısını da kovdu. Sonra, danışman manışman ne bulduysa bakanlığa atadı. “ Zaman kötü, .. kolla hükümeti” hesabı.
Bay Tayyip, oğulları aracılığıyla “Yolsuzluk” olaylarına karışmış bakanlarına; “İstifa edin, gönderdiğim mektupları da imzalayın” dedi. Bakanlar mektubu okuyunca küçük dilini yuttu, birisi protez damağını yuttu. “Şimdi, hapı yuttuk!” dedi, diğeri.
İstifa mektuplarında şunlar yazıyordu;
“Ben bakan falanca… Yolsuzluk yaptım. Ben yaptım. Başbakanımızın bu yolsuzlukla ilgisi yok. Başbakanımız bana defalarca; “Yolsuzluk yapmayın, günahtır” demesine rağmen, ben şeytana uydum. Hatta, oğlum da uydu. Şeytanın adı''Zarrab”. Başbakanımızın oğlu Bilal’ciğin, bu olaylarla kesinlikle ilgisi yoktur. Çünkü bu olaylar olurken, Bilal’cik gemiciklerini yüzdürüyordu. Ben yaptım, suçlu benim. Başbakanım, Deniz Feneri davasında olduğu gibi, masumdur. Dış mihraklar, iç mihraklarla birleşip, çok mihrak olarak, başbakanımızın günahına girmektedir.
Sabah televizyonları açtığımızda, eski bakanlar törenle makamlarını, yeni bakanlara devrediyorlardı. Eski bakanlar, yeni bakanlar karşılıklı öpüşüp, durdular. Şimdi yeni bakanlar, eskilerin bıraktığı yerden, muhtemelen ayakkabı kutularından devam edecekler. Olan Reza’ya oldu.
Recep Bey, Reza için; “İyi işadamı. Hayır işlerini çok severdi” dedi. Reza, bakanlarına ve oğullarına hayır yapıp, karşığında sevap kazanmıştı. Başbakan Reza’ya; “Takma kafana. Ne verirsen elinle, o gelir seninle” dedi. Reza da, güle oynaya sekerek, Ebru’suna koştu.
Recep Bey, Halkbank genel müdürü için de; “O, saftır. Paradan anlamaz. O, paraları evine dosya kağıdı diye götürmüştür. Hala ne olduğunun farkında değil. Bana soruyor; ‘Ne oluyor?’ diye." Dedi.
Yeni komplolar yolda… Devlet işlemiyor. Çok yakında, Erken Seçim Hükümeti göreve gelebilir. Ak gök, kara gök çıkacak ortaya. Havada dolaşan dönek akbabalardan durumu anlamak mümkün. Genede, Mehmet Barlas’ın efendisine sadakatini, takdirle karşılıyorum. Bakalım viraj ustası Barlas, son dönüşünü ne zaman gerçekleştirecek. Maşallah, aile boyu televizyonlardalar. Allah Barlas’lara; “Yürüyün, ya Barlaslar” demiş.
SİNEMADA BİR YALNIZLIK VAR
Biraz tereddüt ettikten sonra, “Bu İşte Bir Yalnızlık Var” filmine gitmiştik. Filmi geçen yazımda, öve öve bitiremedim. İyi film yapmak, kolay değil.
Film, bizi gaza getirdi. Bu kez de, BKM’nin “Düğün Dernek” filmine gittik. Ben BKM’nin iyi yaptığı her işi, her filmi, öve öve bitiremeyen bir insanım. Sonuçta benim rahle-i tedrisatımdan geçtikleri için, iyi yaptıkları beni mutlu ediyor. Ustaları olduğum için, kötü yaptıklarını da eleştirme hakkını kendimde görüyorum. Bu kez, sırf para kazanma amacıyla yapılmış , aptal, hatta iğrenç bir filmle karşılaştım. Komiklik yapmaya çalışan, laubali bir oyunculuk. Küfürlerle dolu bir mizah anlayışı. Kötü senaryo…
Sonuç; “Gıdıkla da, güleyim” durumu.
Ben bu kez, BKM’yi sınıfta bıraktım. Çıtayı bu kadar aşağı çektikleri için, ben de kulaklarını çekiyorum. Suçlu; bu film değil, bu tarz filmlere arz-talebi oluşturan sosyo-kültürel yapı.

Levent Kırca
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/lagara-lugara-makale,1900.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

PKK yolsuzluk operasyonuna nasıl bakıyor?

29 Aralık 2013, 08:44

MehmetAliGuller.jpg
Mehmet Ali Güller

Yolsuzluk operasyonu sonrası gelişmelere bakıldığında görülecektir ki, Erdoğan’ın en sıkı müttefiki Öcalan ve PKK’dir!
Nitekim BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş meseleye nasıl baktıklarını açıkça ortaya koydu: “Yolsuzluk operasyonu çözüm sürecini bozar.” (Vatan, Hüseyin Yayman, 26 Aralık 2013)
Zaten BDP’ye göre sadece yolsuzluk operasyonunu değil, AKP aleyhine olan her şey çözüm sürecini bozacaktır. Haklılardır!
Zira AKP ile PKK’nin “çözüm süreci” dediği süreç, Türkiye’nin çözülmesi sürecidir ve Erdoğan ve AKP yıkılırsa, çözülme duracaktır!
O nedenle PKK sadece yolsuzluk operasyonu ile sallanan hükümete destek olmuyor, ona yol bile gösteriyor. Örneğin PKK’nin iki numaralı ismi Cemil Bayık, AKP’nin yolsuzluk operasyonundan kurtulmasının tek yolunun Kürt sorununu çözmesinden geçtiğini açıkladı. (Hürriyet, 20 Aralık 2013)

Oslo'daki ayrışma

Gelin bir saptama yaparak durumu netleştirelim: Aslında AKP, PKK ve Cemaat Oslo sürecine kadar ortaktı! Gladyo’nun bu üç bileşeni de Büyük Kürdistan planına uygun hareket ediyordu. Oslo’da ortaklık bozuldu. Cemaat ile AKP-PKK ayrı düştüler.
Ortaklığın bozulmasının nedeni Cemaatin ABD’nin Büyük Kürdistan planından ayrılması değildi kuşkusuz…
Oslo süreci, Cemaatin Güneydoğu’yu tamamen PKK’ye bırakması yönünde geliştiği için ayrışma yaşandı. Cemaat uzun zamandır Güneydoğu’ya yatırım yapıyordu ve bölgede “Saidi Nursicilik’in ve Gülenizm’in” egemen olmasını istiyordu.
İşte bu ayrışmayla birlikte Oslo mutabakatı satır satır sızdırıldı. Peki, kim sızdırmıştı? Cemaat PKK’yi, PKK de Cemaati suçladı hep.
Kimin sızdırdığı artık daha da somuttur.

PKK'nin AKP'ye Gezi'de verdiği destek

Oslo’daki bu ayrışma sonrasında AKP ile PKK birbirine daha da sıkı sarıldı. Zaten ikisi de Cumhuriyet’in çözülmesini arzulama açısından birbiriyle yarışır durumdaydı.
AKP ile PKK’nin birbirine yapışması, bir siyasi ittifakın ötesinde bir durumdu. Örneğin Öcalan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden Erdoğan’a yönelecek bir tehlikeye karşı kendisini kalkan yapabiliyordu: “Süreci esastan bozan güç kim diye baktım. Savcının 7 Şubat MİT’e darbesi. Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne ‘MİT Müsteşarı Hakan Bey’i yalnız bırakmamak gerekir’ dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı.” (Milliyet, 28 Şubat 2013)
Öcalan, Paris’te 3 PKK’li kadının öldürülmesini de “7 Şubat darbesi devam ediyor” diyerek değerlendirdi, Haziran Halk Hareketini de “7 Şubat’ın devamı” şeklinde yorumladı.
Dahası, Haziran Halk Hareketi’nin Erdoğan’ı yıkabileceği görüldüğü anda, AKP’ye can simidi attı. “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın” diyerek örgütüne hedef gösterdi.
Çünkü BDP ilk günden itibaren Gezi eylemlerini tıpkı AKP gibi, bir darbe girişimi olarak okumuş ve daha 1 Haziran’da BDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken, parti olarak eylemlerde yer almayacaklarını ilan etmişti. Öyle ki, Başbakan Vekili olan Bülent Arınç, kendisine canlı yayında teşekkür etmişti.

Gladyo parçalanıyor, çözülme süreci sona eriyor
Özetle Erdoğan ile Öcalan, AKP ile PKK birbirine herkesten çok muhtaçtır. Birinin olmaması, diğerinin Türkiye’ye dair planı uygulayamamasına yol açar.
BDP’nin normal zamanlarda “muhalefet” yapması fakat en kritik zamanlarda AKP’ye destek çıkması, bundandır.
PKK de bilmektedir ki, çözüm süreci denilen çözülme süreci, en iyi Erdoğan’la uygulanır. İmralı ve Kandil o nedenle “Erdoğan’sız AKP” projelerine de karşı çıkmaktadır.
Ancak Türkiye artık yeni bir rotaya girmiştir ve o rotada Galdyo’nun üç çocuğu olan AKP, PKK ve Cemaat yoktur. Dolayısıyla yeni rotada çözülme değil, birleşme yaşanacaktır.
AKP ile PKK ortaklığının milletimizi ayrıştırdığı süreç, Gladyo parçalanırken, sona ermektedir!

Mehmet Ali Güller
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/pkk-yolsuzluk-operasyonuna-nasil-bakiyor-makale,1902.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Gül-Gülen cephesinin üç sorunu: Ulusalcılık, Alevilik ve Kürt

29 Aralık 2013, 08:40

rafetballi12_1.jpg
Rafet Ballı

İslamcı muhatabımla notlara devam.
Dünün kısa özeti.
"Demokrasi Dinamiği" diye... Bir "cephe" tarif etmişti:
"Gül + Anayasa Mahkemesi + HSYK + TSK'da bir eğilim..."
"Hizalandılar. Aynı çizgide buluştular."
"Bu bir fırsattır".
Ona göre... "Ulusalcılar" iki yoldan birini seçecekti:
Ya "Demokrasi Dinamiği".
Ya da Tayyip Erdoğan.
Doğrusu: Birinci yoldu.
* * *
Muhatabıma göre, "Ulusalcılar" kimlerdi?
İşçi Partisi. CHP'deki Atatürkçü kanat. TGB, ADD benzeri örgütler...
Yani CHP yönetimini "Ulusalcı"saymıyor.
CHP yönetiminin tercihini hiç konuşmadık.
Gül-Gülen cephesini seçtikleri açıktı.
* * *
İslamcı muhatabım üç dinamik saydı:
Alevilik, Kürt hareketi ve "Ulusalcılık".
Türkiye bunlardan ibaret değildi elbette.
"Sistem dışı" olanlarıişaret ediyordu.
Yani muhalefet odaklarını. Sorun teşkil edenleri.
* * *
"Ulusalcılar"ı dün yazdım.
Diğer ikisine gelince.. Önce Alevilik.
İkiye ayırıyor: Türk Aleviler, Kürt Aleviler.
"CHP ve HDP bunları bir hizaya getirecek."
HDP kim? Yani Halkların Demokratik Partisi.
PKK/BDP'nin kurduğu son parti.
Anlaşılan:
CHP Türk Alevilerini.
HDP de Kürt Alevilerini hizalandıracak.
Yani: "Yeni Türkiye"ye entegre edecek.
* * *
Ara not:
Kürt hareketinin toplantılarınıyerinde izliyorum.
İki kesim Atatürk düşmanlığınıkörüklüyor.
Bir: Alevi kökenli Kürt milliyetçileri.
İki: Türk solundan gelen isimler.
"Sünni gövde" daha dikkatli.
Sonuç: HDP'de Atatürk karşıtlığıBDP'den fazla.
Bu çerçevede.. HDP olayını yeniden incelemek gerekiyor.
* * *
Muhatabıma göre Kürt dinamiği.
Kastettiği PKK/BDP elbette.
Memnun değil. Genel konumlarınıtarif ediyor.
"Kürt hareketi açılım sürecinde mezhepçileşti. Eskiden böyle değildi."
"Kürt Sünniler Öcalan'a endeksli."
"Öcalan, Sünni Kürdü AKP'ye (Erdoğan'a) bağlıyor."
17 Aralık Operasyonu karşısındaki tutumları:
"Her şeyi açılımı engellemek olarak görüyorlar."
İmralı ne yapacak?
Bir: "Öcalan garantici. Bekleyecek. Cemaat mi kazanacak, Erdoğan mı?"
İki: "Kazanacak taraf netleşince, ona oynayacak."
* * *
Muhatabım, Kürt coğrafyasındaki gelişmelerden rahatsız.
İran ve Rusya'nın mevzi kazandığını vurguluyor.
Bir: "Türkiye'nin Sünni Kürtleri.. Rojova gerçeğini anlayamadı."
İki: "Milyonlarca Kürtten Rojova'ya gide gide... Bir kamyon un mu gidecekti?"
Üç: "Rojova elden gitti. İran-Irak'ın eline gitti. Suriye de razı oldu. Rusya da."
AKP'yi de eleştiriyor.
"Erdoğan ne yapıyor? Kürt dinamiğini işportacılıkla tutmaya çalışıyor."
İmralı'ya uyarı:
"Böyle giderse... Bir aşama gelir... Kürtler Öcalan'ı 'onursal başkan'lığa indirebilir."
Sezgi: PKK tepesinde Öcalan rahatsızlığı var.
* * *
İki de "küçük" iddiasıvar:
Gülerek: "Sözcü Cemaat'e çalışıyor."
Barzanici internet sitesi: "Rudaw'ı Cemaat işletiyor."
* * *
Burada geniş bir parantez açalım.
ABD'de Cemaat'ten iki temsilciyle görüşmüştüm.
Gündem bastırdı. Bir kısmınıyazamadım.
Kürt bahsinde söyledikleri bugünü tamamlıyor.
Kısaca aktarıyorum.
"Erdoğan artık çaresiz. Üç çıkış görüyor."
Bir: "İslamcı söyleme sarılacak. Oy getiriyor diye."
İki: "Kürt sorununu bitirmek. Kürdü entegre etmek."
Üç: "Ermeni sorununu bitirmek."
Not: Son ikisi, ABD'nin de talebi.
Cemaat ve Erdoğan... Kürt ve Ermeni açılımlarında farklı değil.
* * *
Kürt meselesi ve Ortadoğu.
Bir: "Ortadoğu yeniden düzenleniyor."
İki: "Sürece PKK da balıklama atladı."
Üç: "İran'ın rekabetine karşı... Kürtlerin hamisi olmalıyız."
Dört: "Kürt hamiliği komşularıbölmek değildir."
Beş: "40 milyon Kürt var. 20-25 milyonu Türkiye'de."
(Not: Erdoğan cephesi de aynı tezleri savunuyor.)
Altı: "Açılımı baltaladığımızı söylüyorlar. Biz destek vermediysek, kim verdi?"
Yedi: "Kürt siyasi yapısı çoğulculaşmalı."
* * *
Üç gözlemim:
Bir: Kürt koridoru projesinin farkındalar.
Iki: Barzani-Öcalan rekabetinde tercihleri Barzani.
Üç: Öcalan'ın etki alanının genişliğinin farkındalar.

Rafet Ballı
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gul-g...ulusalcilik-alevilik-ve-kurt-makale,1901.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Afrika'da yeni ABD-Fransız emperyalizmi

28 Aralık 2013, 16:30

saityilmaz.jpg
Doç. Dr. Sait Yılmaz

Afrika kıtası, yeni bulunan petrol yatakları ve Çin’in kıtaya nüfuz etmesi ile birlikte yeni bir emperyalist savaşın sahnesi olmakta ve bu savaşın uzun bir süre daha kıtada devam etmesi beklenmektedir. Afrika’nın hemen her bölgesinde farklı amaçlara hizmet eden ve dış güçlerin arkasında olduğu iç savaş potansiyeli bulunmaktadır. Batılı medya, Afrika’yı tükenmek bilmez savaşlar ve aç-mutsuz insanlarla dolu bir kıta şeklinde tanıtmakta ve sanki kıtanın hayatını idame ettirmesi için Batı'nın sadakasına muhtaçmış gibi yansıtmaktadır. Gerçekte bunun tam tersi doğrudur. Yüzyıllardır Batı, Afrika'nın sadakasına muhtaçtır. Bu sadaka, emperyalizm yolu ile Afrikalının kanı akıtılarak, doğal zenginlikleri talan edilerek ve zorla borçlandırılarak gayrimeşru olmayan yollardan alınageldi. Afrika, yakın zamanda tıpkı Ortadoğu gibi birçok ülkenin kaynaklarından yararlanma yarışına gireceği bir kıtadır. Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki yüzdelik payı 20 yıl içinde yüzde 62 oranında artış gösterdi. Afrika’daki istikrarsızlıkların sürekli hale gelmesi ve Batının askeri varlığının devam etmesi için son 10 yılda El Kaide ve türevleri kıtaya taşınmış, yaratılmış ve hatta kurgulanmıştır. Kıtada ABD ve Fransa’nın başını çektiği danışıklı dövüşe BM ve Avrupa Birliği de ortak edilmiştir. Afrika kıtasının içinde bulunduğu kısır döngüyü anlamak Türkiye için de çok önemlidir. Çünkü aynı oyunlar etrafımızda da oynanmakta, hatta bu oyunlara alet olmaktayız. Bu makalede, Afrika’nın içinde bulunduğu son çatışmaları ve kıtadaki büyük güç çekişmelerinin arka planını ele alacağız.

ABD’nin Afrika Stratejisi ve İslamcı Terör
1997 yılında neo-muhafazakârların hazırladığı Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC), ABD’nin yeni Afrika stratejisinin başlangıcı oldu. Başkan Yardımcısı Cheney’in kurduğu Ulusal Enerji Politikası Geliştirme (NEPD) Grubu Mayıs 2001’de bir rapor yayınladı. 1991-2000 arası Amerikalılar bir önceki on yıla göre %17 daha fazla enerji harcamışlardı. ABD’nin enerji tüketimi 2020 yılına kadar %32 artarken, dünyadaki petrolden aldığı pay %40’da kalamazdı. 2002’de ABD, Afrika petrolünün %22’sini ithal ediyor ve bu petrol ihtiyacının %14’üne denk geliyordu. Rapora göre, Afrika petrolü de stratejik ulusal çıkar kapsamında idi ve bunun için askeri güç kullanımı da gerekli idi. Bush yönetimi, kıtanın askerileşmesi için enerji ihtiyacını değil, terörle mücadeleyi gerekçe gösterecekti. Ama petrolün olduğu Sahra Altı bölgesinde terörle mücadele için gerekli sahne yoktu. Terör daha çok Somali, Doğu Afrika ve Mağrip bölgesinde vardı. 1999-2009 arası Sahra-Sahil bölgesinde antropolojik çalışmalar yapıldı. Güney Cezayir, Güney Libya, Kuzey Mali, Kuzey Nijer, Moritanya ve Çad, terörle mücadele sahnesinin hazırlanması için seçilen bölgelerdi. Yeni stratejiye geçiş Cezayir istihbaratının, ABD askeri istihbaratı ile işbirliği içinde Şubat-Mart 2003’de Cezayir sahrasında 23 Avrupalı turisti kaçırması ile başladı. Suçlanan İslamcı akımın başındaki kişi olan Amari Saifi, Cezayir ajanı idi. Bu tür fabrikasyon terör faaliyetleri kısa sürede Güney Cezayir’den Mali, Nijer ve Çad’a yaygınlaştırıldı ve böylece artık Bush, Sahra’da bir askeri cephe açmak için gerekli malzemeyi toplamıştı.

Los Angeles Times gazetesinde Pamela Hess, William Arkin ve David Isenberg tarafından 2002 yılı 26 Eylül, 27 Ekim ve 5 Kasım’ında yer alan analizlerde “Terörle Mücadelenin Desteklenmesinde Özel Kuvvetler ve Müşterek Kuvvetler” başlıklı bir rapor ile “Proaktif, Önleyici Operasyonlar Grubu (P2OG)”nin teşkil edildiği deşifre edildi. Bu örtülü teşkilatın görevi, ABD kuvvetlerinin mücadele edeceği, terörist grupları hazırlamaktı. Bunun için mevcut terörist örgütlere sızılacak ve yerel halktan insanların bu gruplara katılması için destek sağlanacaktı. Bu işe yıllık 3.3 milyar dolar ayrıldı. P2OG programı, Mart 2004 Madrid ve Haziran 2005 Londra bombalamalarını da şüpheli hale getirdi. Mali, Nijer, Çad ve Moritanya’ya terörist faaliyetlerinin kaydırılması Pan-Sahil İnisiyatifi (PSI) adı altında yürütüldü. 2004 yılından itibaren bölgeye sözde terörle mücadele etmek ve sınırları korumak için PSI güçleri taşınmaya başladı. ABD bölgesel güvenliği sağlamak ve işbirliğini geliştirmek için bu hükümetlere yardım ediyordu (!). Hâlbuki 2003 öncesi bölgede hiçbir terör faaliyeti yoktu. ABD, terörle mücadelede artık Afrika cephesini açmıştı. Cezayir’de kaçırılan turistler bu dönemde serbest bırakıldı. Bush, bu İslamcı örgütü Bin Ladin’in Sahra’daki adamı ilan ederken, Avrupa Birliği de Sahra bölgesini terör bataklığı ilan etmekte gecikmedi. 23 Mayıs 2006’da Mali’nin kuzeyindeki Kidal bölgesinde Tuareq isyanı, ABD özel kuvvetleri tarafından desteklenen Cezayir istihbarat servisinin işi idi. Artan Tuareq isyanları Batı Sahil’in büyük çoğunluğuna (Nijer, Mali, Moritanya ve Güney Cezayir) yayılırken, 2007’den itibaren bu isyanlara El Kaide bağlantısı damgası vuruldu. 2006’da AFRICOM’un kurulması kararı, ABD’nin kıta ülkelerine sızmasında terörle mücadele bahanesinin yeterli olmaması nedeni ile insani yardım ve kalkınma gibi gerekçelerin hayata geçirilmesi içindi. Böylece askeri imaj geri plana itilecek ve Avrupalılar ile sömürüde daha çok işbirliği yapılabilecekti.
AFRICOM, özellikle "terörizmle mücadele" konusunda bölge ülkelerinin silahlı kuvvetlerine yönelik bir dizi eğitim ve modernizasyon faaliyeti yürütmektedir. Dolayısıyla kıta ülkelerinin askeri gücü üzerinde artan ABD etkinliği, Afrika’daki etkinliğini de pekiştiriyor. Bu bağlamda, bu ülkelerde meydana gelen askeri darbelerin de kime hizmet ettiği aşikârdır. Nitekim Mali’de askeri darbe yapan cuntanın lideri konumundaki Yüzbaşı Amadou Sanogo`nun ABD’den eğitim aldığı ortaya çıktı. Kenya Devlet Başkanı Mwai Kibaki, Aralık 2007’den beri iktidarda olmasını kuvvetli Amerikan destekçisi olmasına borçludur. AFRICOM’un Somali, kuzey Kenya, Kongo, Nijer ve Mali gibi ülkelerdeki operasyonları küçük askeri zaferler adına büyük insan kitlelerinin ölmesi ve göçlerden başka bir anlam taşımamaktadır. Kuzey Afrika’daki El Kaide, Doğu’da El Şebab, Nijerya’da Boko Haram gibi örgütler ABD’nin Afrika’da istediği sahnenin aktörü oldular. Bu örgütlerin varlığı Batı güvenlik stratejisinin velinimetidir. ABD; Cezayir, Burkina Faso, Çad, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal ve Tunus’ta teröre karşı eğitim veriyor ve ordulara teçhizat veriyor. Gizli üslerden bir drone ağı oluşturuldu. Arba Minch’deki ABD’li asker ve sivil personel sayısının 70.000 civarında olduğu ifade edilmektedir. ABD’ye Kenya’ya 24 milyon dolarlık yardım yaparak teröristlerle mücadelede kendisine yardım etmesini sağladı. ABD, Afrika’daki askeri varlığını özel kuvvet danışmanları, drone’lar ve milyonlarca dolarlık askeri yardımlar ile geliştiriyor. Amerikan özel kuvvetleri kıtada doğrudan öldürme görevleri almaktadır.

Afrika Sahnesinin Perde Arkası
Kaddafi'nin Libyası, Selefi militanların mevzi kazanmasını engelleyen uluslar ötesi güvenlik sisteminin başıydı. Kaddafi tarafından 1998 yılında 23 ülkenin katılımı ile kurulan Sahil Sahra Ülkeleri Topluluğu (CENSAD)’ın etkinliği sadece Afrika'yı barışa ve huzura yaklaştırmamış aynı zamanda Batılı ülkelerin müdahale için oluşturduğu bahanelerin önüne set çekmişti. ABD kendi örgütü olan “Trans-Sahra Terörizme Karşı Mücadele Ortaklığı”nı (TSCTP) kurmuş ancak Trablus merkezli CENSAD Topluluğu’nun Kuzey Afrika Hazır Müdahale Güçleri, TSCTP'nin misyonunu engellemişti. NATO'nun Libya operasyonu ve Kaddafi’nin yok edilmesi ile bu güvenlik sistemi parçalanmıştır. 2011’de Libya'da önce El Kaide olarak adlandırılan sonra Kaddafi’ye karşı Batılı güçlerin yanında savaşan ve ardından Suriye’ye gönderilen grup, Suudi Arabistan, ABD ve İngiltere'nin çıkarlarına hizmet eder gibi görünen, kontrolün ve İsrail'e desteğin sürdürülmesine yönelik büyük oyunlarının değişken bir gücüdür. Suudi Arabistan’ın arkasında olduğu Selefi militanların NATO tarafından son teknoloji sistemleriyle donatılması yanında, Libya hükümetinin elindeki silah depolarının yağmalanması yetmemiş, bu gruplara saldırılar düzenlemek için güvenli bir bölge oluşturmak yetkisi verilmiştir. Yüksek miktardaki paraların eline geçmesi ile çok az gelişmiş ve sefalet içerisindeki bölgede El Kaide’nin önü açılmıştır. Bu istikrarsızlaştırmanın en açık kurbanı Mali olmuştur. Birçok uzman, Mali'nin Selefiler tarafından ele geçirilmesinin NATO'nun Libya'daki eylemlerinin doğrudan sonucu olduğu konusunda hemfikirdir. Suriye'deki şiddet ivme kazanmadan evvel Somali'deki şiddet azalmıştı. Obama'nın Suriye'de beslediği aynı El Kaideci kişilerle ilgili politikası başarısız oldu ve bunun aksini ispatlamak için bir başka yer buldular. Kenya’daki AVM saldırısı ile El Kaide tekrar gazetelerin ön sayfalarına çıktı. Kısaca herkesin bir El Kaide’si var ve bu tür örgütler, Amerikan dış politikasının bir parçası olarak işlev görmektedirler.

Batı Afrika’nın, yaklaşık 240 km. açıklarında, Sao Tome ve Principe adaları yakınında yeni petrol bulundu. Shell ve BP buralara gelip, petrol çıkarmaya başladı. Batı Afrika’dan çıkarılacak petrol ve Çad’ın güneyini Atlantik Limanı’na bağlayacak boru hattı sayesinde ABD’nin payı artacak, Batı Afrika, ABD’nin petrol ithalatının %25’ini karşılayabilecektir. ABD’nin günümüzde ithal ettiği petrolün %15’inden fazlası Afrika’dan iken, 2015 yılına kadar bu oranın %25’e ulaşması beklenmektedir. Afrika’nın öte yakasında ise Mozambik-Botto arasında da çok büyük petrol yatakları bulundu. Petrolün paylaşımına ise Çin ortak olmak istiyor. Çin, petrol ithalatının önemli bir bölümünü, yani dörtte birini Angola, Cezayir, Çad ve Sudan kanalıyla Afrika’dan karşılıyor. Çin, bir yandan önemli enerji ve maden havzalarına sahip ülkelerde doğrudan sermaye yatırımları yaparken, diğer yandan da bu ülkelerdeki Müslüman Aşiretler ve İslami Silahlı Gruplarla sıkı bir ittifak halindedir. İç savaşların, isyanların ve katliamların bitmek bilmediği Afrika’da, Çin, birçok ülkeye silah satıyor ya da satmaya çalışıyor. ABD ise, “İslami Terörizmle Mücadele Konsepti” adını verdiği bir strateji dâhilinde, Çin’in ekonomik etkinlik alanı konumundaki ülkelerde askeri varlığını arttırma ve Çin’in ekonomik faaliyetlerini sekteye uğratma, kıta genelinde Çin’in etkinliğini kırma amacındadır. ABD, Afrika’da Batılı ortakları ile rol paylaşımı yapmıştır. İsrail, aktif olarak Sudan ve Doğu Afrika’nın Balkanlaşması için çalışmakta, silah kaçakçılığı yapmaktadır. 2008’de Fransa’ya eski koloni bölgeleri olan ve Fransız Afrikası denilen Kuzey, Batı ve Orta Afrika’da jandarma rolü verilmişti. Sarkozy’nin Akdeniz Birliği Projesi, bu rolün Kuzey Afrika boyutu idi. Güney Sudan yönetimi tarafından desteklenen silahlı gruplar, özellikle Çin’in işlettiği petrol sahalarında silahlı eylemler düzenliyorlar. Petrol sahalarında istikrarı bozan bu silahlı grupların, Eritre ve Çad tarafından destekleniyor. Çad askerleri, ABD’nin “İslami Terörizmle Mücadele Stratejisi” kapsamında eğitiliyor.

Obama ile birlikte ABD, Afrika konusunda İngiltere ve Fransa ile daha yakın işbirliği kurdu. AFRICOM’un istihbarat bölümü İngiltere’nin Molesworth’daki Müşterek İstihbarat Merkezi’ne taşındı. Bu merkez ABD’nin Avrupa Komutanlığı’nın odak noktalarından biridir. İngiliz terörle mücadele uzmanları artık AFRICOM için çalışmaya başlarken, Fransa’nın Total, Areva, Lafarge, France Telecom, Vinci kamu şirketleri Batı ve Orta Afrika’da saldırgan bir şekilde yayılmaya başladılar. Irak ve Afganistan’dan sonra Afrika, özel askeri şirketlerin cenneti oldu. ABD, Afrika’da da ayaklanma ve rejim değişikliği projelerine fon sağlamaktadır. ABD’nin NED’i, Afrika’da iyi organize olmuş olan Fransa’nın Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH) ile birlikte çalışmaktadır. FIDH ve bünyesine kattığı Libya İnsan Hakları Ligi (LLHR) birlikte NATO’nun Libya’ya savaş açması için asılsız ve sahte iddialar için metinler hazırlayarak BM GK’dan karar çıkmasını sağladılar. NED’in işi Afrika hükümetlerini, hareketlerini, toplumlarını ve devletlerini kontrol ve manipüle etmektir. 2009’dan beri ikisi de Dünya Demokrasi Hareketi (WMD) üyesi olan NED ve FIDH işbirliğine başladı. Libya ile savaşta FIDH, 2010 yılında NED’ten140.186 dolar yardım aldı. Batının yardımları ülkelerin iç işlerine ve ekonomilerine müdahale için bir araç olmaya devam etmektedir. Batının askeri stratejisi üsler ve büyük birlikler yerine mobil birlikler ile müdahaledir.

Somali, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mali’de Olanlar
1960 yılında bağımsızlığını kazanan Somali’de 1991 yılında diktatör devlet başkanı Siad Barre düştüğünde, ülkenin 2/3’ünde petrol arama imtiyazı ABD’li şirketlere vermişti. Darbenin ardından ülke karışıklığa sürüklendi ve 1992’de iç savaş başladı. BM Barış Gücü, 1995 yılında hezimete uğrayarak geri çekilmek durumunda kaldı. Somali'de küresel cihat yanlılarının ülkenin %85'ini ele geçirmesi üzerine ABD'den askeri ve mali destek alan Afrika Birliği güçleri ülkeyi işgal etti. Somali halkına karşı Batı medyasında haber verilmeyen birçok zulüm işlendi. Somali'nin nehir ve denizlerine çöpler boşaltılıp kirletilerek, balıkları çalınarak hakları ihlal edildi. Cibuti, Somali'deki Fransızlar tarafından etnik temizliğe uğratıldı, insanlar farklı uluslararası güçler tarafından bölündü. El Şebab’ı doğuran ve güçlenmesine vesile olan bizzat Batı’nın terörle mücadelesi oldu. 2006 yılında İslam Mahkemeler Birliği (İMB) Mogadişu’yu da eline geçirince karadan Etiyopya askerleri saldırdı, havadan da ABD jetleri bomba yağdırdı. ABD, İMB’i oluşturan üç yapıdan biri olan İhvan’ın desteklediği Şeyh Şerif Ahmet’le 2008’de gizli bir anlaşma yaptı. Sonrasında Şerif Ahmet, ABD tarafından Somali Devlet Başkanı ilan edildi. Kaçırmalar, suikastlar olağan bir hal aldı. Somali yeni petrol yataklarının bulunduğu bir yerdir. Her yıl 300 milyon dolardan daha fazla değere sahip ton balığı ve karides ve ıstakoz diğer ülke balıkçıları tarafından çalınıyor. Yerel balıkçıların aç kalması nedeni ile ortaya korsanlar çıktı. Somalili korsanların eylemleri üzerine NATO, 2008’de Somali açıklarında korsanlarla mücadele operasyonlarına başladı. Bu süreçte büyük güçler, ülkenin korumasız denizlerini nükleer ve diğer zehirli atıkları boşaltma alanı olarak kullanmaya başladı.

Sudan’ın zayıf tutulması İsrail’in hedeflerinden biri olagelmiştir. Müslüman Kuzey ile Hıristiyan Güney arasında 22 yıl devam eden çatışmalarda yaklaşık milyonlarca kişi ölürken, Sudan’da olanlar medyaya Batının bölgeye getirdiği barışın zaferi gibi yansıtıldı. Batılılar gerçek amaçlarına ulaşarak 9 Temmuz 2011’de yapılan referandumla Güney Sudan’ı bağımsız bir devlet haline getirdiler. Sudan iki zayıf devlete bölünmüş olmakla birlikte, daha fazla bölünmeyeceğinin de garantisi yoktur. Sudan’ın batısında yer alan Darfur’da çatışan taraflar büyük oranda Müslüman olmakla birlikte sorun, tarafların Arap olup olmamalarıyla ilgilidir. Bu çatışmalarda Darfur nüfusunun üçte biri -yaklaşık 2 milyon insan- zorla yerinden edildi, binlerce insan öldürüldü. Sudan yönetimi, Amerikan ambargosu ve diğer baskılara da dayanamayarak, Nisan 2007’de BM’in Darfur'da barış operasyonlarını kabul ettiklerini açıkladı. 4 Mart 2009 tarihinde Uluslararası Ceza Mahkemesi Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında Darfur Bölgesinde soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten dolayı tutuklama emri çıkarttı. Güney-Kuzey barışının ardından, bölgede Darfur sorununu gündem edinen ABD, bu sorun üzerinden Sudan’a yönelik baskı politikası izlemektedir. ABD’nin getirdiği sözde BM Barışı Koruma Gücü, önce Darfur petrolünü kontrol altına aldı ve Darfur, ABD petrol şirketlerine peşkeş çekildi. Bunun basına sunulması şöyle açıklandı; ABD Sudan’a yatırım yapmakta (!), gerçekte Çin ile yarışan şirketleri için petrole güvenli ulaşım sağlanmaktaydı. Sudan’ı bölenler, Türkiye, Irak ve Suriye’de Kürtler, Lübnan’da Maronitler, Mısır’da Kıptileri de bölmenin peşindedir.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Seleke isyancılarının Başkent Bangui’yi ele geçirmesi ve hükümeti devirmesine, ülkede önemli bir askeri varlığı ve etkisi bulunan Fransa ses çıkarmamıştı. Çünkü devrik başkan Francois Bozize, 2012 Temmuz’unda altın ve elmas madenlerinin işletme hakkını Çin şirketlerine vermişti. Fransa’nın, kendi kontrolündeki bir hükümeti devirme girişimi karşısında kolayca ‘terör’ olarak tanımlayabileceği bir isyan, Çin etkisini yok etmek söz konusu olunca, ‘tarafsız kalmayı gerektiren’ bir halk tepkisi olarak algılanmıştı. Fransa’nın o dönemde konuyla ilgili resmi açıklaması ise çarpıcıdır: “Fransa, Afrika ülkelerinin içişlerine karışmayı doğru bulmamaktadır.” Ancak, ülkede Müslüman azınlığın iktidara gelmesinin ardından ülkede karışıklıklar başladı. Fransa’nın başını çektiği Batılı ülkeler, Orta Afrika Cumhuriyeti'ne ticari ambargolar uygulamaya başladı. BM, Fransa ve Afrika Birliği'nin, ülkedeki sivillerin korunması ve güvenliğin sağlanması için ortak önlemler alınması teklifini kabul etti. Fransa hemen, çatışmaları bahane göstererek ülkeye 1.600 Fransız askeri gönderdi. Fransa, bu işe ABD’yi de dahil etmekte gecikmedi. Sözde Fransa’nın talebi üzerine, Amerikan güçlerin Burundi’den Orta Afrika Cumhuriyeti’ne gönderildi. Gerçekte ABD ve Fransız emperyalizminin Afrika’ya yönelik her politika, uygulama ve söylemi; bölgedeki Çin etkisini hedefe koyarken, onu azaltmak ve ortadan kaldırmak üzere bir stratejiyle birleşiyor. İki ülkenin de derdi terör değil, asıl amaç Çin’i bölgeden ve bölgedeki hammadde kaynaklarından çıkarırken, bunlara el koymaktır. Mali’de de durum aynıdır.

Fransızlar bağımsızlık sürecinde Mali’nin sınırlarını çizerken Tuareg bombasını hazırlayarak çekilmişlerdi. Tuareglerin yurtları genelde dört ülke sınırları içinde kalacak şekilde parçalandı. Bu ülkelerden üçü doğrudan Fransız sömürgesi olan Cezayir, Nijer ve Mali olup dördüncüsü ise Libya idi. Tuaregler, Moritanya ve Burkina Faso sınırlarındakiler ile daha az bir topluluk olanların bulunduğu Nijerya’dakiler dâhil günümüzde toplam yedi ülke sınırlarında yaşamaktadırlar. Libya’da Muammer Kaddafi’nin iktidarı tehlikeye girince onu savunan Malili Tuaregler ile yapılan görüşmelerle bu ülkeyi terk etmeleri ve ellerindeki araçlar ve silahlarla Mali’ye dönmeleri sağlandı. Mali’de başbakanlığa ABD’de yaşayan ve vatandaşlığını kabul eden Şeyh Modibo Diarra isimli bir astrofizik profesörü getirildi. Afrika ülkelerinin geleceği net bir şekilde Washington’da masaya yatırılıyor. Liberya, Moritanya, Fildişi Sahili derken Mali’de de aynı plan uygulandı. Daha iki yıl önce Mali’ye gidenler başkentte en lüks evleri ABD’lilerin kiraladığını duyunca bunun kısa vadede ne anlama geleceğini kestiremiyorlardı. Mali, Güney Afrika ve Gana`nın ardından Afrika’nın en büyük üçüncü altın üreticisi, ayrıca, Fransız şirketleri tarafından işletilen uranyum yataklarına sahiptir. Merkezi hükümete karşı ayaklanmış olan kesimdeki İslamcı grupların hedefi, yıllardır ülkenin kaynaklarını sömüren başta Fransa olmak üzere Mali’deki Batı etkinliğine son vermek ve ülkede İslami hassasiyetleri gözeten bir yönetim oluşturmaktır. Kuzey Mali’deki uranyum yataklarının kontrolünün yitirilmesi ve eski bir Fransız sömürgesinin sosyo-kültürel, ekonomik ve tabii ki siyasal anlamda kaybedilmesi endişesi, Fransa’nın 3 bin kadar askerini Mali’ye göndermesini beraberinde getirmiştir.

Sonuç; Afrika ve Türkiye
Türkiye, son 15 yıldır Afrika ile hiç olmadığı kadar ilgileniyor. 1998 yılında dönemin hükümeti tarafından başlatılan Afrika Eylem Planı kapsamındaki çalışmalar, Türkiye’nin çeşitli Afrika formlarında kendini göstermesi için alınacak tedbirler yanında, TİKA aracılığıyla çeşitli teknik destek verilmesi ve kısa süreli programlar uygulanmasını hedeflemekteydi. Türkiye ve Afrika’nın özel iş sektörleri arasında işbirliği teşvik edildi. 2000’li yıllarda AKP hükümeti ile birlikte farklı mecralara kaydı. 2005 yılının Türkiye’de “Afrika Yılı” olarak ilan edilmesi ile karşılıklı üst düzey ziyaretler, ekonomik ve ticari antlaşmalar, karşılıklı ticari heyet ziyaretleri arttı. Kıta ile olan ticaret hacmi bu girişimler sonucu 2005’te 9 milyar civarındayken, 2009’da 15,876 milyar ABD dolarına ulaşmıştır. 2008 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’ne beklenen düzeyde katılım olmadı. Son yıllarda Türkiye’de İHH, ‘Kimse Yok mu?’ ve ‘Deniz Feneri Derneği’ gibi iktidar destekli STÖ’ler nüfusunun neredeyse tamamının Müslüman olduğu Somali’ye “yardım toplamak için” harekete geçti. Türkiye’den giden “yardımlar” Somali’de, Şerif Ahmet Yönetimi’ne teslim edildi. Türkiye üzerinden ABD işbirlikçisi Şerif Ahmet yönetiminin ayağa dikilmesi ve yapılan yardımlar üzerinden halkın sempatisinin Türkiye’ye dönük sağlanması hedeflenirken, gerçekte ülkede inşa edilen neo-liberal ilişki modeli gölü kurutmaya yardımcı olacak ve ABD balığı yakalayacaktır. Ayrıca Irak’ın kuzeyinde yaşanan sürecin bir benzeri olarak, Gülen cemaati üzerinden okullarla, cemaat ilişkileriyle bölgedeki mevcut aşiret yapısı, feodal yapı dağıtılarak kapitalizmin gelişiminin önü açılacak, yeni pazar ve ucuz üretim cennetinin temelleri atılmaktadır. Türkiye, Afrika’da şimdilik taşeron rolü oynayarak "kurtlar sofrasında" küçük de olsa bir yer aramaktadır. Afrika’ya dönecek olursak, Afrika, tıpkı Ortadoğu ve Türkiye için geçerli olduğu gibi ancak kendi geleceğini kendisi belirleyebilirse yani emperyalistler elini çekerse kurtulacaktır. Tarihin tekerleği dönüyor ama biz göremiyoruz. Afrikalılar için anlattıklarımız aslında bizim de hikâyemiz değil mi?

KAYNAKLAR
Daniel Volman: The Bush Administration & African Oil: The Security Implications of US Energy Policy, Review of African Political Economy, Vol.30 No.98, (December 2003).
Jeremy Keenan: AFRICOM, Its Reality, Rhetoric and Future, in David J. Francis: US Strategy in Africa, (Routledge, 2010).
Jeremy Keenan: The Dark Sahara: America’s War on Terror in Africa, Pluto, (London, 2009).
Jeremy Keenan: The Dying Sahara: US Imperialism and Terror in Africa, Pluto, (London, 2010).
François Gèze, Salima Mellah: “Al-Qaida au Maghreb”, ou la très étrange histoire du GSPC’, Algeria-Watch, (22 September 2007). At: www.algeria-watch.org/fr/aw/gspc_etrange_histoire.htm
Chris Floyd: ‘Into the Dark: The Pentagon Plan to Promote Terrorist Attacks’, Counterpunch, 1 November, 2002.
Erdoğan Koç: Afrika’da ABD-Çin Rekabeti, TASEP, (2009), http://www.tasep.org/default.asp?s=yd&id=251#.UqeNlMvxvIU
Craig Whitlock: U.S. Drone Base in Ethiopia is Operational, Washington Post, (October 27).
Dan Glazebrook: The West’s War Against African Development Continues, Counterpunch, (15 Jan, 2013).http://www.counterpunch.org/2013/02/15/the-wests-war-against-african-development-continues/
Sol Gazetesi: ABD-Çin-Fransa (AB): ‘Tanrılar Çıldırmış Olmalı’, (23 Nisan 2008), http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=30489
Sean McFate: ‘Outsourcing the Making of Militaries: DynCorp International as Sovereign Agent’, Review of African Political Economy, (2008), 35 (118): 645–55.
Mahdi Darius Nazemroaya: Libya and the Big Lie: Using Human Rights Organizations to Launch Wars, Global Research, (September 25, 2011).
United Nations Watch : “Urgent Appeal to Stop Atrocities in Libya: Sent by 70 NGOs to the US, EU, and UN”, (February 21, 2011).
http://www.unwatch.org/site/apps/nlnet/content2.aspx?c=bdKKISNqEmG&b=1330815&ct=9135143
Randy Short: Al-Qaeda Created to Serve US Interests, Press TV, (24 September 2013).
http://www.presstv.ir/detail/2013/09/24/325811/alqaeda-created-to-serve-us-interests/
Fahmi Howeidi: Israelis Can Tell the Whole Story of Sudan's Division - They Wrote the Script and Trained the Actors, Middle East Monitor, Al-Khaleej Times, (14 January 2011).
https://www.middleeastmonitor.com/a...-they-wrote-the-script-and-trained-the-actors
Mark Watson: How The West Divided Sudan, (Feb 7, 2011). http://www.minorityperspective.co.uk/2011/02/07/how-the-west-divided-sudan/
Arif Koşar: Çin'in Afrika İstilası, (Tarihsiz) http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/275-sayi-241/783-cinin-afrika-istilasi (Giriş: 21 Aralık 2013).
Anadolu Ajansı: Orta Afrika Cumhuriyeti'nde Ölü Sayısı Artıyor, (10 Aralık 2013).
Anadolu Ajansı: Hollande Orta Afrika Cumhuriyeti'ne Gidecek, (10 Aralık 2013).
Ahmet Kavas: Mali Darbe Hükümeti Üzerinden ABD’nin Afrika’daki Niyetini Okumak, (ORDAF), (Ocak 2013).http://www.ordaf.org.tr/mali-darbe-hukumeti-uzerinden-abdnin-afrikadaki-niyetini-okumak/
Özgür Irmak: Emperyalizmin Sofrasındaki Somali, Dünya Haber Servisi, (05.10.2011), http://www.turkeyinfonet.com/2011/10/emperyalizmin-sofrasindaki-somali-ozgur-irmak-dh/
Sedat Aybar: Kurtlar Sofrasında Rotamız Afrika, BİA Haber Merkezi, (8 Mart 2005). http://www.bianet.org/bianet/siyaset/55910-kurtlar-sofrasinda-rotamiz-afrika
KISALTMALAR
PNAC: Project for the New American Century.
NEDP: National Energy Policy Development.
PPOG: Proactive, Preemptive Operations Group
FIDH: Fédération internationale des ligues des droits de l’Homme
LLHR: Libyan League for Human Rights
WMD: World Movement for Democracy

Doç.Dr.Sait Yılmaz
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/afrikada-yeni-abd-fransiz-emperyalizmi-makale,1899.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

İçim yandı, dinci devlet, hırsız devlet oldu

23 Aralık 2013, 13:34

muazezilmiyecg.jpg
Muazzez İlmiye Çığ

Bir türlü havsalam almıyor, rahmetli İnönü’nün “ bir kuruş yedirmem” diye bar bağırdığı hala kulaklarımda iken, bugün devletimizin bütçesinin hemen hemen yarısını kapsayan rüşvet paralarının bakan çocuklarının evlerinde ayakkabı kutuları içinde yakalanıyor da, başbakan yakalayanları ödüllendireceği yerde cezalandırıyor ve hırsızları korumak için binbir dereden su getiriyor, elinden geleni yapıyor. Pes vallahi!!! Recep Tayyip’in (Başbakanlık ona iyice yakışmıyor) hırsızları koruduğunu biliyordum ama bu kadarını yapacağı aklımın ucundan geçmezdi. Bunlar Allah’ı nasıl ağızlarına alıyorlar? Hiç birinde Allah korkusu yok. Tayyip’in onlara arka çıkması sıra kendi çocuklarına ve kendisine gelecek korkusu herhalde. Hiç birinde yüz surat yok. Bu durumda başka bir ülkede olsa bakanlar kurulu toptan istifa ederlerdi. Bizdekilerin suratları en kalın derilerle kaplanmış. Utanmadan gerine gerine oturuyorlar. Utanmadan Cuma namazına, Allah’ın huzuruna nasıl gidiyorlar korkmadan? Tayyip bir zaman “çocuklar babalarından hırsızlık öğrenir, babalar çocuklarından değil”demişti. Haydi bakalım bu babalı oğullu hırsızları korumaya çalış! Sonu nereye varacak bakalım?!!!!

Muazzez İlmiye Çığ
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/icim-yandi-dinci-devlet-hirsiz-devlet-oldu-makale,1878.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Bu halk o bakanı asla unutmayacaktır

26 Aralık 2013, 21:40

canatakli.jpg
Can Ataklı

İyi akşamlar sevgili izleyiciler. “Nereye Payidar” diye bir oyun vardı bilir misiniz. İçinde bulunduğu durumu değerlendiremeyen ve bir oraya bir buraya savrulan bir işçi kızın öyküsü anlatılır. Oyunun üzerinden çok geçti ama “nereye Payidar” sözü baki kaldı.
Bugün hükümete daha doğrusu Başbakan’a sormak gerekiyor “Nereye Payidar?” diye. Evet nereye?
17 Aralık’tan bu yana yolsuzluğu ağzına almayan, ortaya saçılan rezilliklerin üstünü örtmek için çabalayan, tomar tomar paraları görmeyip de devlet içinde devletten, çetelerden, komplolardan hatta darbe girişiminden söz edecek kadar uçmaya başlayan Başbakan, gerçekten nereye?
İşte bugün yaşanan bir gariplik daha. Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın da aralarında olduğu 30 kişi hakkında olduğu iddia edilen ikinci dalga yolsuzluk operasyonu dosyası olayı soruşturan savcı Muammer Akkaş’ın elinden alındı.
O savcı öğleden sonra yazılı açıklama yaparak bilgnin önceden sızdırıldığını, delillerin karartıldığını anlattı. Bir anlamda artık yolsuzlukla ilgili hiçbir belgeye ulaşmanın mümkün olmadığını söylemiş oldu.
Bu İstanbul Başsavcısını çok kızdırdı. Ya da Başbakan çok kızdı ve başsavcıya çık konuş dedi. O da çıktı konuştu. O savcıdan yakındı. Kimsenin haberi olmadan soruşturma yapıyor, böyle şey olur mu” dedi.
Açıkçası içim burkularak izledim. Bugüne kadar iktidar lehine bu tür ne kadar kötü uygulama varsa yapıldı, bu savcı hep görev başındaydı, aklına hiç gelmedi bunları söylemek. Ne zamanki iş bağlı olduğu hükümete de dokunur hale geldi, bir telaş bir telaş. Ama u arada yargı ölmüş, kime ne?
Peki dosya bir savcının elinden alınınca o yolsuzluk dosyası yok mu oluyor, yani o yolsuzluk yapılmamış mı sayılıyor?
Öyle olmuyor tabii de, iktidar devlet gücünü kullanarak battığı çamurdan kurtulmaya çalışıyor o kadar. Tabii bu arada insan sormadan edemiyor, düne kadar hergün ortalıkta gezen, kafası bozulunca sağa sola hakaret dolu twitler atan oğul Erdoğan nerede? Türkiye’de mi yoksa son günlerin stresinden bunalıp ferahlamak için şöyle azıcık yurtdışına mı çıktı, bunu da tam bilmiyoruz.
Değerli izleyiciler, Başbakan’ın oğlunun adı neden yolsuzluklara karıştı? Neden Başbakan “oğlumun üzerinden bana gelmek istiyorlar, asıl hedef benim” diyor?
Aslında söylediği elbette doğru. Asıl hedef Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Bunu görmemek, yok saymak mümkün değildir. Ama asıl sorulması gereken “Neden hedef Erdoğan’dır?”
Çünkü, artık kendi bakanlarının ağzından ortaya çıkan bir gerçek şu ki, iktidar içindeki yolsuzlukların merkezinde bizzat Başbakan Erdoğan oturmaktadır. Bunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz, hukuken de bir sakıncası kalmamıştır. Çünkü istifa eden bir bakanı “neden biz suçlanıyoruz, oysa biz emirleri Başbakan’dan aldık, benim için yapılan suçlamaların kaynağı olan imar düzenlemelerinin çoğunda Başbakan’ın imzası var, eğer istifa gerekliyse O’nun da istifa etmesi gerekir” demedi mi?
Bundan daha iyi bir kanıt olabilir mi? Zamanında iki telefon görüşmesi yaptılar diye insanları ilişkilendirip tutuklamadılar mı, sonra güya yargılıyor gibi yapıp ömür boyu hapis cezalarına çarptırmadılar mı?
İki telefon görüşmesi bile kuvvetli delil oluyorsa bir bakanın “Asıl suçlu başbakandır, emri bize o verdi, O’nun istifa etmesi gerekir” demesi kuvvetliden de öte kesin bir kanıttır.
Eh durum böyle olunca hedef de elbette Başbakan Erdoğan olacaktır. Ama O’nun dediği gibi “Türkiye’ye çok büyük hizmetler verdiği, bunun kıskanıldığı, yabancı ülkelerin Türkiye’nin bu gelişmesinden rahatsız olduğu ve Başbakanı yıkmak istediği için” değil, ülke bir yolsuzluk bataklığı haline getirildiği için hedeftedir.
İşte Başbakan da bu gerçeği bildiği için şimdi kendine yönelen bütün yolları tıkamaktan, bu uğurda devleti de hukuku da, yasaları da, demokrasiyi de ayaklar altına almaktan ve halkı yanıltmaktan çekinmemektedir.
Dediğim gibi “Nerede Payidar, çıkmaz bu yol çıkmaz bu yol çıkmaz bu yol bir yere.”
Sevgili izleyiciler, panik halindeki Başbakan, durumu kurtarmak ve şu anda şaşkınlık yaşayan ve henüz AKP’den desteğini tam çekmemiş olan kitleleri etkilemek için yaptığı hükümet değişikliğini sanki büyük bir olay gibi sunmaya çalışıyor.
“10 bakan değiştirdik” diyor, sanki yenisi çok harika olmuş gibi. Bir kere 4 bakan yolsuzluk iddiaları nedeniyle gitti. Üçü istifa etti, diğeri azledilmeyi kendi için daha uygun buldu. Üç bakan da büyükşehir belediye başkanlıkları için aday olarak atandılar. Etti 7. Biri “Efendim hiç merak etmeyin olimpiyatları aldık” diyerek kendisini yanılttığı için gitti. Sanayi Bakanı olan zat ise herhalde Erdoğan ailesine bağlılıkta yeterli görünmediği için kabineden çıkarıldı. Yani sürpriz olarak değişen tek bakan odur. Zaten o da giderken her tarafa çekilecek cinsten bir konuşma yaptı. Bazı kişilerin lüks ve güç hastalığına yakalandığını söyleyerek “Çok şükür bizde böyle bir şey yok” deme ihtiyacını duydu, artık nedense.
Sonuçta, Başbakan ve yandaşları tarafından “hamle kabinesi” veya “hükümete taze kan” diye lanse edilse de Erdoğan daha fazla kurşun askerin olduğu bir bakanlar kurulu oluşturmuş oldu.
Örneğin bu hükümetin bir işçileri bakanı yok. İsmen var ama belli ki artık İçişleri Bakanlığı direk Başbakan’a bağlı. Çünkü oraya getirdiği zat, zaten Başbakan’ın müsteşarı. Yani temel görevi Başbakan’ın söylediklerini onun adına yerine getirmek.
İçişleri Bakanlığı elbette çok önemli. En azından savcılardan bazı soruşturmalar için emir alan polisler bundan sonra Başbakan’ın haberi olmadan hiç kimseyi gözaltına alamayacak. Bırakın gözaltına almayı, bundan sonra hangi savcı bir soruşturmaya başlayacak olsa Başbakan’ın bundan haberi olacak, eğer işin kendisine zarar vereceğini görürse, daha başından işi engelleyebilecek.
Aslında bugüne kadar da bu gücü ve yetkisi vardı ama, bundan önceki İçişleri Bakanı kendi işlerine daha çok bakarken polisin hazırlıklarını fark edememiş.
Laf içişleri bakanından açılmışken; sevgili izleyiciler, bakan bey bugün görevini devretti. Aman nasıl öfkelenmiş içi nasıl dolmuş. Sırtından hançerlendiğini söylemiş. Bunu yapanları affetmeyeceğini dile getirmiş.
Sayın istifa etmiş bakana hatırlatmak isterim ki, bu halk da kendisini unutmayacaktır. Oğlunun evinden çıkan milyon dolarlardan utanmayan ama Gezi olaylarında emrindeki polisi halkın üzerine vahşice saldırtıp 7 kişinin ölümüne neden olan o bakan elbette hiç unutulmayacak.
Bakın sevgili izleyiciler, bu bakan görevinin son gününde bir soru önergesini cevaplandırmış. Soru önergesinde polisin Gezi olayları sırasında sıktığı suya zehirli ilaç katılıp katılmadığı yönünde.
Bakan beyimiz “Evet” demiş. Yani o tazyikli suyun içine zehirli ilaç da katılmış. Bakan bey diyor ki “Genellikle şehir şebeke suyu sıkıldı, ama ihtiyaç olduğunda içine ilaç da katıldı.”
Şimdi sormak istiyorum. Tazyikli suyun içine deride tahrişe neden olan zehir hangi ihtiyaçtan konur.
Kalabalık karşınızda, dağılmıyor, su sıkıyorsunuz. Su sıkıldığında kalabalık geriliyor ve dağılıyor. Peki suyun içine zehir kattığınızda kalabalık daha mı çabuk dağılıyor. Hayır, ama suyla temas edenlerin canı fena halde yanıyor, cilt kızarıp kabarıyor ve ağrısı günlerce sürüyor.
Peki su sıkılarak zaten dağıtılan kalabalıklara “ihtiyaç halinde” zehir de sıkmak ne anlama gelir? Bunun tek anlamı vardır sevgili izleyiciler. Vahşet ve vicdansızlık. Belli ki başta bakan beyimiz olmak üzere bu uygulamaya karar verenler garip bir haz duyuyorlar yaptıklarından.
Bu ayrıca suçtur. Çünkü güvenlik güçleri daha büyük olayları önlemek ve kamu düzenini sağlamak için zaman zaman güç kullanabilirler. Bunun protokolleri önceden hazırlanmıştır, ne zaman ne yapılacağı önceden yazılmıştır.
Tazyikli su ve gaz sadece kalabalıkların dağıtılmasını sağlamak için kullanılır. Ama siz sıktığınız suyun içine zehir atarak, göstericilerin bundan eziyet çekmesini de sağlıyorsanız bu aynı zamanda cezalandırmadır. Peki polis önleyici bir güç müdür cezalandırıcı bir güç müdür?
Bu tür bakanlara göre, polis ceza da uyguluyor demektir. Bir hukuk devletinde polis yargının işini de üstleniyorsa suç işleniyor demektir.
Bu bakan bey istifa etmiş olabilir. Ama istifa etmek işlenen vahşi suçların da karşılığı olamaz. Muhalefet bu işin peşini bırakmamalı ve bu bakanı mutlaka mahküm da ettirmelidir. Bu bakan itiraf ettiğine göre, zehirli suya maruz kalan ve bunun acısını günlerce yaşayan herkes bu bakana dava açmalıdır. Barolar derhal harekete geçmeli ve mağdurları bulmalıdır.
11 yıldır ülkeyi keyfi biçimde yöneten, güç bende o halde istediğimi yapabilirim diyen bu zihniyete modern bir ülkede bunun olamayacağı mutlaka anlatılmalıdır.
Nasıl bu bakan “ihtiyaç halinde zehir de sıktık” diyebiliyorsa, o halde vatandaş da ihtiyaç duyarak bu adamı dava etmeli ve hak ettiği cezayı vermelidir.
Bu söylediklerim tabii sadece zehirli suyla ilgili. Bir de o vahşi saldırılarda can verenler var. 7 kişiyi hayattan kopardılar. Neden? Çünkü iktidarın başı Taksim’i kendi namusu gibi gördü ve halkı oraya sokmamak için vahşet uyguladı.
Taksim’de, Ankara’da, Eskişehir’de, Antakya’da, sırf iktidarın kompleksi yüzünden 7 kişi can verdi. Cinayete kurban gitti. Bir demokratik hukuk devletinde cinayetin hesabının sorulacağını hepimiz biliyoruz. O halde bu cinayetleri işleyenlerden hesap sormak da en doğal hakkımızdır. Yok öyle istifa numarasıyla kendini kurtarmak. Elbette “emri ben verdim” diyeni de unutmamak kaydıyla.
Sevgili izleyiciler, yolsuzluğa bulaştıkları iddiaları üzerine görevlerinden 9 gün sonra istifa etmek zorunda kalan bakanların görev devir teslimlerinde de ilginç olaylar yaşandı. Örneğin Çevre Bakanı Bayraktar’a AKP’liler çok kızgın. Bilineni ifşa ettiği için ateş püskürüyorlar. Yandaş yalaka medya, bir gece önce göklere çıkardığı Bayraktar’ı şimdi yerlere vururken, devir teslim töreninde bir bakanlık mensubu da “Haiiin” diye bağırarak Bayraktar’a saldırmaya kalktı. “Sen Başbakan’ı nasıl zora sokarsın?” diye bağırıyordu o memur.
Yandaş yalakalar ise ağızlarına geleni söylüyorlar Bayraktar için. Bu sabah, zamanında Başbakan’ın çok yakınında çalışan bir gazetecimsi şahıs ekranlarda Bayraktar’ı kötülüyor. Diyor ki “Bakan Bayraktar eline yazılıp verilen bir istifa metnini okudu çıktığı tv kanalında.” Karşısındaki “Niye öyle söylüyorsun, niye başkası yazmış olsun ki?” diye soruyor haliyle. Cevap çok güzel. “O yazamaz ki, zaten metni okuduktan sonra sorulan sorulara bile düzgün cümlelerle cevap veremedi.” Bu gazetecimsi şahıs karşısındakinin bundan bir anlam çıkaramadığını görünce konuyu daha da açtı; “Şimdi söyletme bana, ben iyi tanırım, iki kelimeyi bir araya getiremez ki o metni yazsın.”
İşe bakın, Başbakan’ın eski yakın adamı bir bakanın iki kelimeyi bir araya getiremeyeceğini söylüyor. İyi de bakan yapıldı o adam. Üstelik müteahhitlerin “çok becerikli” dediği bir bakandı o. Ama o gazetecimsi şahsın söylediğin ben inanıyorum. İstanbul ancak iki kelimeyi bir araya getiremeyecek nitelikte bir adam tarafından ancak bu kadar mahvedilir.
Yolsuzluk iddiası altındaki dördüncü bakan ise biliyorsunuz istifa etmedi, azledilmeyi tercih etti. Kendini esprili kabul eden bu bakan veda konuşmasında bir de fıkra anlattı. Her zamanki gibi kimse gülmedi. Çünkü belki fıkra komikti komik olmasına da kimse konuya bir bağlantı kuramadı. Tabii fıkra konuyla bağlantılı olmayınca güldürmüyor da. Ama ne derseniz deyin, hükümet ve ülkemiz çok güzide ve espri bir bakanını kaybetti. “Ben kamyon kullanıyordum Leonardo da Vinci” esprisiyle tarihe geçen bir bakan unutulur mu?
Sanıyorum bu azledilme sayesinde artık daha rahat bir hayat sürecektir o bakan. Sosyeteyi çok sever. Dostları büyük medya patronları, genel yayın müdürleri ve AKP’nin dibinden ayrılmayan yetmezci yazarlarla TÜSİAD üyeleridir. Şimdi onlarla daha fazla mesai yapar, şarabını daha rahat içer, turistik gezilere katılır, zengin sofralarında başköşeye oturtulur. Ta ki AKP iktidardan gidene kadar. Ondan sonra ne yapar bilemem. Ama sadece şunu söyleyeyim, kendisine yumurta atıldı diye öfkeye kapılıp gencecik öğrencilere dava açarken, polisin vahşi saldırılarında öldürülen, sakat bırakılan, gözleri kör edilenlere yönelik geçmiş olsun demeyi bile içine sindiremeyen bir adamın hayatının bundan sonrasında bir vicdan muhasebesi yapıp yapmayacağını da merak ediyorum. Tabii vicdan denen şey varsa.
Sevgili izleyiciler, bir konu daha vardı notlarımda ama galiba vaktim dolmak üzere. Onu da artık yarınki sohbetimizde ele alırız.
Biliyorsunuz yarın akşam günün yorumundan sonra Halil Nebiler’le birlikte yaptığımız Çift Vuruş var. Onu da sakın kaçırmayın diyorum, çünkü son gelişmelerle ilgili çok ilginç bilgiler vereceğim, Halil de bazı hazırlıkları ve sürprizleri var.
Yarın yine aynı saatte görüşmek dileği ile hepinize iyilikler dilerim. Hoşça kalın..



http://www.ulusalkanal.com.tr/bu-halk-o-bakani-asla-unutmayacaktir-makale,1893.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Giderayak

27 Aralık 2013, 12:06

cetinunsalan.jpg
Çetin Ünsalan

Bakanlığın devir teslim töreninde vatandaşın biri eski Bakan Erdoğan Bayraktar’a tepki gösterdi. Sözlerinden anlıyoruz ki AKP seçmeni… ‘Bu iddialar doğru mu’ demedi. Oğlu ile ilgili bir serzenişte bulunmadı.

‘Size oy verdik, bize neden bunu yaşattınız’ demedi. ‘Sayın Bayraktar rahat olun. iftira atıyorlar’ diye haykırmadı. ‘Dış güçler mi’ diye sormadı. ‘Cemaatle aranız nasıl bozuldu’ sorusu da çıkmadı ağzından. ‘Aslında istifa etmemişsiniz, görevden alınmışsınız’ konusunu da hatırlatmadı.

Kanser hastası genç kızı rencide etmesine, Trabzon’da ulufe gibi para dağıtmasına, insanların mülkiyet hakkını gasp eden işlere, TOKİ kanalıyla niteliksiz evler yapılmasına, Samsun’da insanların boğularak ölmesine, Van’da güvence verip insanların ölümüne sebep olmasına veryansın etmedi.

‘Utanmadın mı’ diye haykırdı… Tek başına buradan okuyunca, yukarıdaki soruların birçoğunu arkasına dizebilecek izlenimi veriyor değil mi? Hayır o AKP’li tam olarak şu cümleyi kurdu: “Giderayak Sayın Başbakan’ı bombalamaya utanmadın mı?”

Bir kere sıradan bir vatandaş böyle bir tepki verse, Başbakan ibaresinin önüne sayın iliştirmez. Demek ki partili bir isim. Tek başına mı gelmiştir, biri mi göndermiştir bilemem. Ama neticede kim olursa olsun bu ülkede yaşayan 76 milyon kişiden biri…

Yani bir yolsuzluk söz konusuysa, çalınan onun da parası… Ama o ne bunu düşünüyor, ne çocuğunun geleceğinden çalınmış olabilecek bir değeri. Varsa yoksa Başbakan?

Tek derdi de ‘niye söyledin’ düzleminde… Aynı gün belediye otobüsünde de şoförle vatandaş kendi arasında konuşuyordu. Kulaktan dolma ve bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldukları mevzuları bir kenara atarsam, seviye ve bakış açısı bu.

Partizanlık sanırım böyle bir şey ve insanın gözlerini kör ediyor. Asaletini unutmuş, vekilinin yaptıklarını örtmeye çalışıyor. Oysa vekil ne yaparsa onun parasıyla ya da onun parasına yapıyor. Ne yazık ki bunun farkında bile değil.

Ama ben Başbakan’ın yerinde olsam böylelerinden korkarım. Çünkü Brütüsler hep bunların içinden çıkar. Soruya gelince… Açıkçası ben çok utandım ve hayıflandım. Böyle bir şahısla, çıkan ve çıkacak olan faturayı 76 milyon ile birlikte bölüştüğüm için.

Sahi faturayı bunlara ödetsek olmaz mı? Bakın o zaman dönüp iktidara nasıl bağırıyor: “Utanmadınız mı?”




Çetin Ünsalan
[email protected]

http://www.ulusalkanal.com.tr/giderayak--makale,1894.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Seferberlik görev emri

27 Aralık 2013, 12:07

alkan.jpg
Alkan Soyak

Gezi olaylarından sonra Türkiye’de hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını söyleyenler azımsanamayacak kadar çoktu. Açıkçası ben de buna inananlardandım.

Ancak 17 Aralık 2013’den bu yana yaşananları, itiraf etmeliyim ki ben de öngörmemiştim. Yaşananlar, belki de yaşanacak çok daha derin bir bunalımın küçük bir parçası niteliğini taşıyor. Bekleyip görmekten başka şansımız yok.

17 Aralık 2013’de Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş boyut ve nitelikte olduğu söylenen bir yolsuzluk iddiasıyla yargının harekete geçmesi, AKP iktidarı üzerinde kelimenin tam anlamıyla bir şok etkisi yarattı. Bu şok etkisiyle yaşananlar, aslında deyim yerindeyse devletin çivisinin de yerinden çıkmış olduğunu gözler önüne serdi.

Yargı tarafından 17 Aralık’ta başlatılan, AKP hükümetinin önde gelen bakanlarının oğullarından, İranlı ve Türk iş adamlarına ve hatta bazı belediye başkanları ile bir kamu bankasının genel müdürüne kadar geniş bir yelpazede fitili ateşlenen yolsuzluk soruşturmasının birinci raundunda Hükümet, polis ve yargıya yönelik gerçekleştirdiği atama operasyonu ve Adli Kolluk Yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle, soruşturmanın derinleştirilmesi ve (varsa) tüm pisliğin açığa çıkartılması konusundaki niyetini de net bir şekilde ortaya koymuş oldu.

Yolsuzluk soruşturmasında bu hafta gündeme gelen ikinci dalganın önünün, yine Hükümet tarafından kesilmeye çalışıldığına dair iddialar ise medyada ayyuka çıkmış durumda. Yargı bir yandan kendi içinde çatışmakta bir yandan da HSYK ile hükümet arasında yürütme-yargı düellosu modunda gelişmeler yaşanmakta. Bu arada kabinede revizyona giden AKP hükümeti, oğulları yolsuzluk soruşturmasına bulaşan bakanlarla yollarını ayırarak, yeni bir kabineyle yoluna devam etme işaretini vermekte.

Sonuç olarak Türkiye ve dünya kamuoyu, yargı ve polisin cemaatin kontrolünde olduğu tezini test edercesine, imam hatip gerginliğiyle gündeme taşınan cemaat-iktidar zıtlaşmasının, 17 Aralık’tan itibaren nasıl kanlı bir savaşa evrilmeye başladığını dehşet içinde izlemekte.

İşin aslı, ben de bu kanlı savaşı dışarıdan izlemeyi tercih edenlerdenim. Şu anda ortalık öylesine toz duman ki, ortaya atılan iddiaların ne derece gerçek olduğunu açıkça görmeden objektif bir değerlendirmede bulunulamayacağını düşünüyorum. Ancak şurası da bir gerçek ki, sürece yapılan siyasi müdahaleler ve yargının mevcut hali, gerçeklerin üstü kapatılmadan ne derecede gözler önüne serilebileceğine ilişkin kaygıları daha da derinleştiriyor.

Öyle ya, bir zamanlar Başbakanın “savcısı olurum” dediği “Ergenekon” gibi davalarda yargının ne derece bağımsız hareket ettiğine dair şaibeler halen ortada dururken, aynı yargının böylesi bir yolsuzluk soruşturmasının fitilini özellikle cemaat-iktidar çatışmasının doruğa çıktığı bir dönemde ateşlemiş olması, insanların kafasında ister istemez soru işaretleri yaratıyor.

Başbakanın, yürütme, yargı ve yasamanın kuvvetler ayrılığı prensibiyle çalışması gereğine vakti zamanında pek ehemmiyet vermeyip, bir davanın savcılığına soyunmak suretiyle yarattığı tutum, şu anda dramatik bir “ofsayta düşme sendromu” olarak tezahür ediyor. Fitili yargı tarafından ateşlenen yolsuzluk soruşturmasının ilk günlerinde Başbakanın bu sefer ilgili davanın savcısı olmaktan çok, devletin emniyet ve yargı kurumları içinde hükümeti yıkmaya çalışan bazı çetelerin olduğuna dair bir yorum getirmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönetiminde yaşanan trajik idari zafiyetin ve yasama-yürütme-yargı üçgeninin nasıl da bir Bermuda Şeytan Üçgeni’ne dönüşebileceğinin yansıması niteliğini taşıyor. Dolayısıyla devlet işlerinin böylesi karman çorman hale getirildiği bir ortamda, bu konu üzerine çok fazla yorumda bulunmak da önemli riskler taşıyor. Bu bağlamda söyleyebileceğim tek şey “iddia edildiği gibi böylesi yolsuzluklar varsa, tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimler yemişse, sıfatına, mevkine ve statüsüne bakılmaksızın burunlarından fitil fitil getirilmesi” temennisini dile getirmekten öteye gitmiyor.

Ancak AKP iktidarı ve Başbakanın, her ne olursa olsun bu devletin kurumlarına güvenip ilgili yolsuzluk soruşturmalarının üzerine giderek, (varsa) yolsuzluk pisliklerinin açığa çıkartılmasına ilişkin irade sergilemesini benim gibi ısrarla bekleyenler, tam tersi bir yaklaşımla karşılaşıyorlar.

AKP il başkanları toplantısında yaptığı konuşma ile 17 Aralık’ta yapılanın bir yolsuzluk soruşturmasından çok millete açılan bir tezgah olduğunu ileri süren Başbakan, yine Gezi’deki söylemine; “Türkiye’nin yürüyüşünü kimsenin durduramayacağı” retoriğine sığınıyor. Bu konuşmada söyledikleri, bırakın ilgili yolsuzluk iddialarının üzerine gidilmesini, aksine Gezi’dekine benzer bir mağduriyet edebiyatı üzerinden, iktidara ve kendisine yönelik yapıldığını iddia ettiği bir operasyonu tersine çevirme motifini yansıtıyor. Diyor ki Başbakan: “Bu bir yolsuzluk soruşturması değildir. Millete karşı açık bir tezgâhtır. Allah'ın izniyle bu oyun sandıkta bozulacaktır. Yeni Türkiye yürüyüşümüzü kimse durduramayacak. Devlet içinde devlet olmayacak. Yeni Türkiye'de maşalar eliyle suikastlar yapılmayacak. Yeni Türkiye'de yeni vesayetlere yer olmayacaktır. Bu yeni Türkiye'nin istiklal mücadelesidir 76 milyona sesleniyorum. Bu Türk milletine bir komplodur”.

Ben ise “yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesi” retoriğine fena halde takılıyorum. Öyle ya bu retoriğin bir adım sonrası; “Ya İstiklal Ya Ölüm”. Allah biliyor ya, daha Başbakanın mahdumu beyefendilerin askerlik durumları ortada iken, kime karşı verileceğini dahi kestiremediğim bir İstiklal Savaşına davet edilmem beni fazlasıyla tedirgin ediyor. “Yürüyüşünü kimsenin durduramayacağı yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesi için seferberlik çağrısı” yapan Sayın Başbakana; “Hangi Yeni Türkiye, nereye yürüyor? diye sormaktan kendimi alamıyorum. Velhasıl bu tedirginliğimin altında yatan kaygıları özetlemem gerekiyor:

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; hala 31 yıl önceki (1982) Darbe Anayasasını değiştirmeden yola devam ediliyor ve son 12 yılda kaptan köşkünde AKP oturuyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; askeri vesayeti kaldıracağız diye yola çıkıp, tek adama dayalı sivil vesayete süratle yelken açılıyor. Yürütmenin, yasama ve yargıyı kendi sultası altına alma çabaları ayyuka çıkıyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; devletin kurumlarının yaptığı harcamaları Meclis adına denetleme yetkisine sahip Sayıştay, bu görevi yapma hususunda devre dışı bırakılıyor; kuvvetler ayrılığı prensibi ayaklar altına alınıyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; Başbakanın danışmanı beyefendi tarafından, Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmalarda cemaatin yargı üzerinden TSK’ya tuzak kurduğu itiraf ediliyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye, başta Hrant Dink cinayeti olmak üzere bir çok faili meçhulun aydınlatılması hala sabırsızlıkla bekleniliyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; temel hak ve özgürlükler, yaşam biçimlerine saygı, hesap verilebilirlik, kamuda rüşvet ve suistimal, politik yozlaşma, insani gelişmişlik ve bilim-teknoloji endeksleri gibi uluslararası göstergelerde en sonda olmanın dayanılmaz hafifliği yaşanılıyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; Atatürk’ten ve birinci Cumhuriyet’ten nasıl kurtulunacağı, cemaatler savaşını kimlerin kazanacağı, 2023’e “hangi cemaatin önderliğinde, nasıl bir hukuki ve idari yapıyla ulaşılacağının hesapları yapılıyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; reel ekonomi ve sanayileşmeye dayalı ekonomi politikaları unutulmuş; rantla ve uluslararası sıcak parayla şişen, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” ana temalı “inşaat balonu yolculuğunun” ne zaman patlayacağı kaygısıyla hop oturuluyor, hop kalkılıyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; yolsuzluk iddialarını açığa çıkarma adına yargı ve yasamanın gereğini yapmasına yönelik koşulların oluşturulması gerekirken, yaklaşan seçimler ve sandık bir yolsuzluk aklama mekanizması olarak kurgulanıyor.

-Öylesine yeni ki bu Türkiye; ekonomisi o kadar sağlam, o kadar oturmuş ki, tüm bu hengame içinde euro 2.90, dolar 2.13’ü görüyor; borsa ise çöküyor.

Kusura bakmayın ama Sayın Başbakan; bu koşullarda Yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesi için seferberlik çağrınıza icabet etmem mümkün görünmüyor. Laf aramızda zaten yaşım gereği seferberlik görev emrinden de düşmüş bulunuyorum.

İstiklal mücadelenizde sizlere kolaylıklar diliyorum.

[email protected]
Krizalit, 26.12.2013
Ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/seferberlik-gorev-emri--makale,1895.html
 
Üst