Begendiğiniz köşe yazıları.

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Selcan TAŞÇI​

5213.gif

Siz susun canım komutanım!


Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Başbakan’ın ailesine kadar uzanan yolsuzluk operasyonundan sonra yaptığı “Türk Silahlı Kuvvetleri, hiçbir şekilde siyasi tartışmaların içerisinde yer almak istememektedir” açıklaması ve MGK’da Başbakan’a “Komutanlara da aynı kumpas kuruldu” diyerek “yeniden yargılama” talep ettiği iddiası üzerine, Mustafa Önsel’in masamın üzerinde uzun zamandır yayınlanmayı bekleyen mektubunu paylaşmak şart oldu.


Kime dua ediyorsunuz
Balyoz Davası’ndaki cezasının onanmasının ardından mektupları “er” sıfatıyla yazan Kurmay Albay Mustafa Önsel, 29 Ekim resepsiyonundaki açıklamalarının ardından, kendisiyle aynı kaderi paylaşan bütün silah arkadaşları adına bakın nasıl seslenmişti Özel’e:
“Komutanım;
Malumunuz mu bilmiyorum, Yargıtay’ın 9. Dairesi’nin vicdansız ve hukuk dışı kararıyla, aralarında benim de bulunduğum 131’i muvazzaf, toplam 237 personelin cezaları onandı.
Sizin ne diyeceğinizi beklerken öğrendik ki, siz yurtdışı ziyaretindeymişsiniz. Gazetelerde resimlerinizi gördük, dua ediyordunuz. “Kime acaba” diye düşünmeden edemiyor insan. Bu gezinin, bize göre TSK’yı yakından ilgilendiren Balyoz kararlarının açıklanacağı gün yapılması, umarım bilinçli bir tercihiniz değildir. Ama en azından böyle algılandığını bilin!
(...)
Gezi sonrası yurda döndüğünüzde, sizden, bu vicdansız kararla ilgili kamuoyunu aydınlatan bir açıklama bekledik, sadece Hasdal’da söylediklerinizi ifade etseydiniz yeterdi. Ama yapmadınız. Basın bunu sorgulayınca da, “Balyoz”la ilgili ben diyeceğimi dedim” demişsiniz. Allah aşkına ne dediniz?
Kaç kamu görevlisi “öl” emri verebilir
Arkasından da suskunluğunuzun sebebini “Kamu görevlisi olmakla” açıklamaya çalışıyorsunuz. Söylediğiniz doğru da, biraz eksik. Bu ülkede kaç kamu görevlisi astlarına “öl” emri verebilir? Hatırlatayım, siz askersiniz canım komutanım. Bir savaş sırasında, gerektiğinde insanlar, sizin bir emrinizle ölüme koşacak. Bir başka kamu görevlisi örneğin Karayolları Genel Müdürü, böyle bir emir verebilir mi? Peki, bizim düşürüldüğümüz durum ile son açıklamalarınız sonucu, astlarınıza yukarıdaki emri verebilir misiniz? Verirseniz bu emri yerine getirirler mi sizce?
Cevabını biliyorsunuz? Bizi kalleşçe betona gömerlerken, gerçekleri kamuoyuna iletmek amacıyla, bizimle ilgili bir açıklama yapmayı bile, kendisi için risk olarak görüp susan komutana, gerçek anlamda ne kadar güven duyulabilir ve onun emriyle nasıl ölüme gidilebilir?
(...)
Sizin yüzünüzden...
Hasdal’da “Savunmalarınızı kısa tutun. İyi şeyler olacak” dediniz. Bu söyleminiz üzerine çok büyük çoğunluk, savunmasını 1 ila 10 dakika arasında bitirdi. Sonucu hepimiz gördük. Belki iki yıl daha devam edecek dava, sizin bu yanlış yönlendirmeniz yüzünden, süratle sona erdi. Bizden iki yıl önce başlayan çok daha az kapsamlı davalar halen devam ederken, bizim hükmümüz Yargıtay tarafından bile onandı.
(...)
Sizi yanlış yönlendirene değil de neden bize afra tafra yapıyorsunuz?
(...)
“TSK’nın acımazsızca eleştirilmesinden “ yakınmışsınız. Biz de acımasızca cezalandırıldık. Bununla ilgili neden tek kelime etmiyorsunuz. Ayrıca TSK’yı değil, sizin bu tutumunuzu eleştiriyoruz.
“TSK’yı siyasal ortamdan uzak tutuyorum” sözü ne anlama geliyor? Bizi, yani hukuksuzca içeri tıkılan TSK personelini savunmak siyasallaşmak mı oluyor?
“TSK, mutlak itaat ve disipline bağlı bir yapı” demişsiniz. Öyleydi. Ne zamana kadar? Komutanların ‘git’ emriyle gittiğimiz ve düşman hukukunun nasıl uygulandığının şahidi olarak ağır cezalar aldığımız, Balyoz Davası’na kadar.
“Yıkıcı eleştiriler sonucu zafiyet oluşur” sözünü etmişsiniz. TSK’nın onlarca subayı, sahte bir CD ile en ağır cezalarla tasfiye edilecek, Deniz Kuvvetleri’nde neredeyse gemi komutanı kalmayacak, bunu yapan komplocu ihanet odaklarından bir kere olsun söz etmeyeceksiniz, bizim, betona gömülürken yaptığımız haklı eleştirileri, “Yıkıcı eleştiri” olarak kabul edeceksiniz. Vicdanınız bunu gerçekten kabul ediyorsa size ne diyebilirim ki?
(...)
Bir adım ötesi ölüm
“Beni hedef tahtasına oturtursanız, bir süre sonra beni de bulamazsınız”sözünüz de çok dikkat çekici. Ancak bulamayacak olan biz isek, inanın kafanıza takmayın. Çünkü onanandan daha fazla ceza almamız söz konusu değil! Bunun bir ötesi ölüm, o da varsın olsun! Siz böyle şeylere üzülmeyin. Ancak sizden sonrakilere bir güvensizlik algıladım bu sözden. Eğer böyleyse vahameti siz de anlamışsınız demektir. Bu, kişisel olarak bize şöyle ya da böyle yansımaz, çünkü ‘acı patlıcanı kırağı çalmazmış’. Ancak ülkemizin bekası açısından çok kaygı verici bir durum ki, bunun tedbirini alması gereken de sizsiniz...
(...)
TSK’nın adım adım nereye gittiğini görüyor ve üzülüyoruz. Bizi tarih babanın beraat ettireceğini biliyoruz. Siz ne yapacaksınız onun yargısında, işte onu bilemiyorum canım komutanım.
Küçüğünüz olsam da, kabul ederseniz naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bence dün yaptığınız gibi bugün de, yarın da susunuz. Çünkü her konuştuğunuzda daha tartışılır şeyler söylüyorsunuz. Bizleri daha da üzüyorsunuz. Sonra da siz üzülüyorsunuz. Siz, TSK’yı “suskun bir kamu görevlisi” olarak mutlu bir şekilde yönetin. Emekli olduğunuzda huzur içinde torunlarınızla oynarsınız. Ben yaklaşık 10 yıl sonra yani 62 yaşında cezaevinden çıkacağım. Ölmez sağ kalırsak, karşılaştığımızda bize diyebileceğiniz bir şey olabilecek mi? Ya tarihe?”

Başbakan “didiklemeye” askeri okullardan başlasın
Başbakan’ın “inlerine gireceğiz, didik didik edeceğiz” sözleri üzerine yazan okurumuz A.D. -Kendisi açık imzasıyla yollamış mesajını ama kamuda görevliyse bu cadı avından zarar görmesin diye kendime saklamayı tercih ediyorum ismini- “Askeri okullardan başlasın” diyor.
“Bu sürecin Türkiye’de birçok şeyi su yüzüne çıkarması çok iyi oldu” diyen A.D. polis kolejlerindeki “kadrolaşma” yönteminin uzun zamandır askeri okullarda da uygulandığını ileri sürüyor:
“Polis kolejlerinde çarşı izinlerini ” belirlenmiş yerlerde/malum evlerde “ geçirmeyenleri iftiralarla okuldan attıran zihniyet, aynı taktiği son yıllarda askeri okullarda da uygulamaya başladı. Bahsettiğim faaliyet içerisinde olmayan, kendi halinde --mütedeyyin veya değil- birçok öğrenci tazminat yükü altına girerek okullarını yarıda bıraktı. Uyguladıkları bu baskı sonucu, geçen yaz liseleri bitirip Harp Okulu başlangıç aşamasında kampa katılan 330 civarındaki öğrencinin neredeyse yarısı kampı terk ederek ayrılmak ve askeri öğrenimlerini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bu öğrenci açıklarını da, ÖYS’de 300 puanın altında puan alan başarısız ” hizmet “çi müdavimleri ile doldurdular.”
A.D.’nin iddiaları doğruysa Türkiye’yi yakın gelecekte bugünkünden de büyük tehlikeler, tehditler bekliyor demektir. Başbakan’ın “devlet içindeki çete” olarak tanımladığı yapı “emniyet” yahut “yargı”daki kadrolarıyla bir günde iktidarı darmadağın edebiliyorsa, silahlı bir orduya, tanka tüfeğe sahip olduğu gün bu ülkede neler olur varın siz düşünün!
Okurumuz nereden başlaması gerektiği konusunda bir ipucu da veriyor Başbakan’a:
“Gerek öğrenim yılları içerisinde gerekse yaz kampı sürecinde ayrılan öğrencilerin ifadelerine başvurulması, gerçeklerin açığa çıkmasını sağlayacaktır.”


http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=29272
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Yeni yıl duası 2014

Nuri Bilge’nin dediği gibi ‘tutkuyla sevdiğim güzel ve yalnız ülkeme’...
Çoktan hak ettiği şeffaflık, demokrasi, huzur, özgürlük, eşitlik; rengi solan benzine güzel günlerin tazeliği, gözlerine gelecek umudu, bugününe kardeşlik...
Anayasasına Amerika’yı bile kıskandıracak ‘herkesin mutlu olma hakkı, herkesin eşitliği’ cümleleri...
Gazetelerine kelepçeler yerine kanatlar...
Sana...
Gönlünden geçenle senin için iyi olanın kesiştiği büyülü kavşaklar; hırslarınla tevekkülün arasındaki o sana ait yeryüzü cennetinde geçireceğin doyumsuz günler...
Yüreğine aşk, dudaklarına tutamadığın gülüşler, aklına dağ sularının berraklığı, ruhuna bir bebek uykusunun hafifliği, bakışlarına yaz meltemleri, ellerine seni sıkı sıkıya tutan avuçlar, düşlerine gerçek, gerçeklerine düş...
Sevdiğimiz kim varsa, yanı başımızda kanla canla atan sıcacık kalplerine selam, kollarımızı boyunlarına dolayıp içimize çektiğimiz o güzel kokularına devam; dualarına cevap, korkularına serap...
Umutsuzlara ışık, kaybolmuşlara yol, üşümüşlere sıcak, yılmışlara güç, bıkmışlara yenilik, yaralara pansuman, kaybedenlere zafer, hastalara şifa, iyilere şans...
Aklımıza, ruhumuza, yüreğimize, yaşanan her şeyin o anlık yaşandığı ve geçeceği bilgisi...
İyisiyle kötüsüyle yaşadığımız bu harikalar diyarındaki seyahatimize, koca yürekli bir kabulleniş...
Haksızlıklara, hor görmelere, kalp kırmalara, tehditlere, korkutmalara, şikayetlere, unutmamaya, içi dışı bir olmamaya, karanlıkla dost olanlara veda...
Her gününe...
Bir derdin silinişi, bir insanın içten gülüşü, birinin sevgiyle aşkla dokunuşu, akla gelen delice bir fikir, deli gibi çalışmak isteyeceğin bir şey, yeni öğreneceğin ve aklını temizleyen bir bilgi, bir şeyi itecek başka bir şeyi çekecek güç, açılan kapılar, heyecandan tutulan bir nefes, artık içine fazla gelen bir heves...
Yarınlarımıza şükür, binlerce şükür dilerim.


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25466839.asp
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Ağlanacak halimize gülelim be Penguen

POLİS, dayaktan bir gözü Şam’a bir gözü Fizan’a bakacak hale gelmiş vatandaşın yakasına yapışmış, copu da mikrofon gibi uzatmış soruyor:
“2013’ten beklentileriniz neler?” Cevap klişeler diyarından geliyor: “Sağlık, mutluluk...”
Hepsi birbirinden kıymetli mizah dergilerimizden Penguen, 3 Ocak 2013’te, yeni yılı bu kapakla ve şu notla karşılamış: “Polis şiddeti ve iktidar baskısıyla geçen bir yılın ardından yeni yıl geldi...”
Bir hafta sonraki kapakta Küçük Prens’i görüyoruz; uçuşan kaşkoluyla evreni izliyor. Bu meşhur karede alışılmadık bir misafir var... Küçük Prens’in arkasında oturan fırça bıyıklı bürokrat. “Şeker Portakalı” müstehcen, bir başka edebiyat klasiği “Fareler ve İnsanlar” ise gayriahlaki bulunmuş.
İki hafta sonra... Karakolda öldürülen Festus Okey, Hayata Dönüş Operasyonu gibi insan hakları ihlalleriyle ilişkili davalara sahip çıkan avukatlar bir operasyonla tutuklanmış. Polis, sebilhane maşrapası gibi dizdiği avukatları copla işaret ederek elleri kelepçeli vatandaşa soruyor: “Seni savunan hangisiydi?” Pırtıl olmuş vatandaş cevaplıyor: “Valla beni bayılttığınız için göremedim...”
Şubat ayında ilk “kapak güzeli”, neden üniversite eğitimi için Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih etmediğini “Baktım bahçede kızlı-erkekli oturuyorlar. Burada yoldan çıkarım dedim, gitmedim” diyerek açıklayan bakan Binali Yıldırım.
Boğaziçi’nin çimenlerine yayılmış gençlerin başına dikilmiş “Nasıl buraya düştün kızım?” diye soruyor. Kızımız “Yıllarca ders çalıştım, sınavda en yüksek puanı aldım, girdim” diyor ama Bakan yüreği işte, dayanamıyor(!): “Kurtarıcam seni bu bataktan...”
28 Şubat tarihi kapakta Cemevi’nin karşısına sandalye atıp bir de çay söyleyen Başbakan Erdoğan “Cemevleri ibadethane değil, kültürel mekânlarla ibadet yerleri karıştırılmasın” demecinin altını çiziyor: “Allah kültürel faaliyetlerinizi kabul etsin.”
Hızlanalım, nisan ayına uçalım... Emek Sineması için son çırpınış günleri... Gurûb vakti, arkada şahane İstanbul manzarası... Çevik kuvvet, genç kızın elini tutmuş “Pembe panjurlu bi alışveriş merkezimiz olacak” diyor. Kızın itiraz var: “Niye yaa?! Ben istemiyorum alışveriş merkezi!” Çevik arkadaşın da cevabı hazır: “Su sıkarım üstüne...”
Sadece 1 Mayıs’a değil, Taksim Dayanışması’na, Deniz Gezmiş anmasına, Hrant Dink anma yürüyüşüne, Emek protestolarına, her hareketlenmeye orantısız şiddetle karşılık veriyor polis.
Kapak oluyor! 1 Mayıs’ta “yine yasaklı” hale gelen Taksim’e “tek sıra çıkış” durumları. Polis sıranın arkasında belirmiş, öndeki işçiye sesleniyor: “Şu copu en öne uzatır mısın? Kendi kafasına vursun...”
Üniversitelere özel güvenlik yerine polis geleceğini “müjdelemiş” Beşir Atalay. 23 Mayıs tarihli Penguen’in kapağında bir grup polis özel güvenlikçilere durumu açıklıyor: “Siz yeterince dövemiyorsunuz...”
30 Mayıs. Kapakta Başbakan Erdoğan var. Alkol kısıtlamalarını mektupla duyuruyor gençlere: “Gençler... İçki yasak, öptüm. R. Tayyip. Not: Şaka lan şaka, öpmek de yasak!”
6 Haziran’da ise kapak malum. Tazyikli suya kollarını açarak karşılık veren genç kızın görüntüsü: “Direnince çok güzel oluyorsun Türkiye!”
Eğer hâlâ “Gezi’yi uzaylılar bile kurmuş olabilir” diyen varsa Penguen’in 2013 Karikatür Yıllığı’nı alsın, ağlanacak halimize gülerek anlasın Gezi’ye nasıl gelindiğini.
2013’ün gülerek anılacak hali yok biliyorum, ama şükürler olsun mizahçılar var; tarihe kaydımızı onlar da böyle düşüyor...
(Penguen Karikatür Yıllığı
2013, Getto Yayıncılık)



http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25462746.asp
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

AKP en çok kimden korkuyor

Özellikle 26 Aralık gelişmesiyle anlaşılmıştır ki, millet iradesinden bahsedenlerin iradeyi başkalarına devretmeleri nedeniyle demokratik devlet ağır bir deformasyona uğratılmıştır. Devlet kanser olmuş ve sürekli metastaz yapmaktadır. Nereye el atsan dökülmektedir. Yargı kendini kapatma kararı vermiş, sistem tıkanmıştır. Bugün, savcılar çıkıp kamuoyuna birbirinin dedikodusunu yapar hale düşmüş, ülke adalet dışında her şeye kafa yoranların dövüştüğü bir arenaya dönüşmüştür. Hadi buyrun şimdi temizleyin pisliğinizi. Bakalım bu kez suçu kime atacaksınız, dış güçlere mi, gerçi BOP eşbaşkanlığı ile övünen birinin dış mihrak söylemi bir “zübük” sahnesi kadar komiktir ya neyse. Yoksa suçu sivil toplum örgütlerine mi, barolara mı, yoksa YARSAV’a mı atacaksınız. Ha aklıma gelmişken TÜRGEV için Başbakan “övündüğüm yurttur, korunması lazım” demiş. Türkan Hoca da övünülecek işler yapmıştı sahi ama hiç korumayı düşünmemişlerdi onu. Devlet üzerinden bugün çıkar birlikteliği bozulup sağa sola dağılanlar bir zamanlar masumları silindir gibi ezmişlerdi.
“Yargı yargıya bırakılmayacak kadar önemlidir” dediniz, memleketi bu hale getirdiniz. Sanki nalıncı keseri, sizin lehinize yontunca “yaşa, varol” der , elinize vurunca lanet okursunuz. Devleti çetelerin çatışma alanına çevirdiniz. Ama bütün çeteler iç çekişmeler nedeniyle çökerler, çökeceklerdir. Tepişirlerken çıkartılan seslere dikkat kesilin bakın neler çıkıyor. “Milli orduya kumpas, hsyk korsan” sesleri geliyor. Bunlar çok önemli sesler, bazı davaların nasıl kurgulandığı sahte delillerle nasıl donatıldığına karinedir. Ve yargılamanın iadesi nedeni olabilir.
“KÖPEKLERİN SALINMASINA SEYİRCİ KALINARAK, BİR ÜLKENİN EKSENİ DEĞİŞİR”
Biz bunu söylemiştik, “bu bir çıkar ortaklığıdır dağılacak” demiştik, özellikle de “yargıyla bu kadar oynar, kurumları intikam amacıyla kullanırsanız, devletin çivisini çıkartırsınız, bu ülkeye yazıktır” demiştik. Hukuk alanında kan gövdeyi götürüyor. Paralel devlet, çete söylemleri havada uçuşuyor. Yıllar önce 29 Ekim 2010 tarihinde Hacıbektaş’ta yaptığım bir konuşmada bugün yapılan tartışmaların er ya da geç yaşanacağını belirtmiştim. O gün, bir ülkenin ekseninin nasıl değişebileceğini sorarak başladığım konuşmamda, “o ülkenin aydınlarının suskun kalması ile kenardan seyretmesi ile taşların bağlanmasına köpeklerin salınmasına seyirci kalınarak, bir ülkenin ekseni değişir” demiştim.
Konuşmamı bir devleti paylaşmanın son ayağı olan 12 eylül referandumu sürecinde yaşananları kastederek şöyle sürdürmüştüm: “Oysa demokratlardan beklenen, yargının meşru haklarının, ellerinden alınmadan savunulmasıydı. Bunu, şu ya da bu nedenle yapamıyorlarsa hiç değilse demokratlığı kanıtlanmış yargıçların bu yoldaki mücadelesine saygı duymalarıydı. Ancak ve ne yazık ki, “Türkiyeli demokratlar”, adı demokrat ama yargıç olmayanların “parlak” düşüncelerine koro halinde iştirak ettiler. Şimdi, acaba yanıldık mı, diye soruyorlar. Bugün yaşadıklarımız, gün gün denenerek, sınanarak, test edilerek yaşatıldı bize. Toplum tepki gösteriyor mu ona bakıldı, sessiz kalıyorsa bir adım daha atıldı. Paralel devletin sivil toplumu, hayır kurumları, eğitim kurumları, hastaneleri, yardım dernekleri yaratılırken, tüm kutsallara dokunulurken, orduyla da yargıyla da düşman bir ülkenin düşman unsurları gibi savaşılırken, resmi ideoloji diyenler, “alternatif bir resmi ideoloji” sütresine doluşurken, kurucu değerlere saygı duymak suç olarak lanetlenirken… Darbelerden en çok zarar görenler darbecilikle suçlanırken… Oysa demokrasi salt yargının koruyabileceği bir kavram değil ki. demokrasiyi ancak halkın demokrasi inancı korur. Bu paralel yapılanmaya karşı ülkedeki sessiz çoğunluk neden sessiz? Korkunun ecele faydası var mı, ölüm demir sandığa da girsek gelip bizi bulmaz mı, tarihe not düşmek zamanı değil mi?
“DERİN DEVLETTEN FARKI KALMADI”
Yine benzer konuyu, Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” kitabı toplatıldığı zaman dile getirmiş ve Avrupa basınına verdiğim demeçte şöyle belirtmiştim: İktidar, korku imparatorluğunu oluştururken sadece kendini değil, yandaşlarının ve kendisine hizmet edenlerin koruma halkalarını da genişletmektedir. (Yargıçlara tazminat sorumsuzluğu, bürokratlara görevi kötüye kullanma suçlarında getirdikleri ceza indirimi vs.) Aslında bu bir bilinçaltı korkuyu da ortaya koymaktadır. Çünkü biliyor ki, artık kendisinin derin devletten farkı kalmamıştır. Çünkü artık bu toplumu zehirleyen, nefreti çağıran yasadışı kasetlerin arkasında kimin olduğu fısıltı ile de olsa konuşulmaya başlanmıştır. İktidar, yazılmamış kitaplardan da işte bu yüzden korkmaktadır. Aslında kendi yarattığı korku imparatorluğundan kendisi korkmaktadır. Yarattığı terör ortamının, denetlenemez istihbarat iştahının kendisini vuracağından korkmaktadır. Ateşe verilen o kitapta yazılanlardan da, tüm yazılamayanlardan da korkmaktadır...
“’YETMEZ AMA EVET’ÇİLER RAHAT UYUYABİLİR MU”
Bunlar kehanet filan değildi. Yargının tam göbeğinden gelen ve sırf intikam duyguları ile hukuktan nasıl uzaklaşıldığını tanık olan sade bir yargıcın seslenişiydi sadece. Ama demokratik meşruiyet çığlıkları atanlar bu sesi duymadılar. Yetmez ama evetçiler acaba rahat uyuyabiliyorlar mı şimdi. Biz “afedersiniz yargı bağımsızlığı” derken bir de baktık “önyargı bağımsızlığı” almış yürümüş. Kuvvetler ayrılığının ölümü ilan edilmiş. Yazık!
Emine Ülker Tarhan
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=akp-en-cok-kimden-korkuyor-3012131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Bu kadınlar günlerdir direniyor

Burdur’da işsiz kadınlara yönelik faaliyet yürüten Burdur Kadın Girişimciler ve Sosyal Hakları Geliştirme Derneği’nin, eski belediye binasında sürdürdüğü kurs faaliyetine son verildi. Kursiyer kadınların belediye tarafından sokağa atıldığını öne süren dernek başkanı Vesile Cankara ve dernek yöneticileri belediye karşısındaki Cumhuriyet Meydanı’nda çadır kurarak direniş başlattılar. Direnişlerinin onuncu gününde açıklama yapan Cankara, Burdur Valisi Nurettin Yılmaz’dan sorunun çözmesini istedi.
KADINLAR KIŞ GÜNÜNDE SOKAĞA ATILINCA DİRENİŞ BAŞLATTILAR
Burdur Belediyesi’ne ait eski binada dar gelirli kadınlara yönelik kurslar düzenleyen Burdur Kadın Girişimciler ve Sosyal Hakları Geliştirme Derneği, AKP’li Burdur Belediyesi tarafından 18 Aralık tarihinde sokağa atıldı. İddialara göre derneğin ve kursiyer kadınların kış gününde sokağa atılma nedeni, dernek başkanı Vesile Cankara’nın CHP’den belediye meclis üyeliğine aday olması. Burdur Belediyesi yetkililerince yapılan açıklamalarda ise binanın adı geçen derneğe değil, Halk Eğitim Merkezi’ne tahsis edildiği, tahsis süresinin de 15 Aralık tarihinde sona erdiği belirtiliyor. Ancak dernekten yapılan açıklamada, İçişleri Bakanlığı’nın da desteğiyle 2011 yılından bu yana eğitim takvimine göre dönemler halinde sürdürülen kurslar işsiz ev kadınlarının aile bütçelerine katkıda bulunmayı amaçlıyor.

burdurlu-kadnlar-18-aralk_ta-belediye-tarafndan-kap-nne-konuldu.jpg

BELEDİYE: ‘ORASI BELEDİYEMİZE AİT, İSTEDİĞİMİZ GİBİ KULLANIRIZ’
Sokağa atılmalarının ardından Burdur Cumhuriyet Meydanı’nda çadır kurarak direniş başlatan kadınlar adına açıklama yapan dernek başkanı Vesile Cankara, Burdur Belediye Başkan Vekili Mustafa Özboyacı’nın, “orası belediyemize ait bir alan istediğimiz gibi kullanırız” açıklamasında bulunduğunu belirterek, AKP’li Belediye Başkanı Sebahattin Akkaya’nın da Burdur halkını yok sayarak, belediyenin tapusunu almış gibi ben merkezli bir yönetim anlayışı uyguladığını öne sürerek, bunun çok tehlikeli bir anlayış olduğunu dile getirdi.
DERNEK BAŞKANI CANKARA: ‘BABALARININ DEĞİL, HALKIN MALI’
Belediyenin mallarının Özboyacı ve Akkaya’nın keyiflerince kullanacakları babalarının malı değil, Burdur halkının malı olduğunun altını çizen Cankara, yöneticilerin bu malları halkın istediği gibi yönetmek zorunda olduklarını söyledi.
dernek-bakan-vesile-cankara-direniin-onuncu-gnnde-basn-aklamas-yapt.jpg

‘BELEDİYEYİ ÇİFTLİK GİBİ YÖNETENLERE HALK SERT YANIT VERECEK’
“Halkımızın olgun ve sabırlı davranarak şimdiye kadar ses çıkarmayışını, cahilliğine yorarak, Belediyeyi çiftlikleri gibi yönetmeye kalkanlara bu halkın cevabının çok sert olacağını bilmelerini isteriz” görüşünü dile getiren Cankara, kadınların direnişinin basında yer almasının ardından Burdur Valisi Nurettin Yılmaz’ın sorunun çözümüne yönelik açıklamaları olduğuna değinerek, “Sayın Valimizin sözünü yerine getirerek, Belediye Başkanının yol açtığı sorunun daha vahim sonuçlara yol açmadan çözülmesini beklediğimizi, kamuoyuna ve ilgililere duyururuz” açıklamasında bulundu. (Fotoğraflar: Burdur Gazetesi)
Yusuf Yavuz
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=bu-kadinlar-gunlerdir-direniyor-3012131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

2013

Ocak...
“Görüştüğümüzü iddia edenler şerefsizdir” diyordu, Apo’yla masaya oturuldu, müzakereler başladı. Paris’te üçlü cinayet işlendi, PKK kurucularından Sakine Cansız öldürüldü. Ulus kelimesi yasaklandı, Ulusa Sesleniş’in adı değiştirildi, Millete Hizmet Yolunda oldu. İzmir’deki fuhuş ve casusluk davasının iddianamesi kabul edildi; Ergenekon ve Balyoz bavullarına sığmayanlar, casus çantasına sokuldu. “Ben bu davanın savcısıyım” diyordu, zeytinyağı gibi üste çıktı, topu savcılara attı, “firkateynlere gönderecek komutan kalmadı, olmaz böyle şey, tarih affetmez” dedi.
*
Şubat...
Amerikalı turist Sara Sierra’yı İstanbul’un göbeğinde raylara yatırıp, kafasını taşla ezdiler. ABD Ankara Büyükelçiliği’nde canlı bomba patladı. THY hosteslerine fes takmaya kalktılar, uçakta içkiyi yasakladılar. Şemdin Sakık tanık oldu, genelkurmay eski başkanı Işık Koşaner’in tanıklığı kabul edilmedi. İmralı tutanakları basına sızdı, Apo açık açık izah etti, “Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz, ittifaka gidebiliriz” dedi. Hakan Şükür, Türk olmadığını açıkladı.
*
Mart...
Apo, Nevruz’da ulusa sesleniş konuşması yaptı, Kürdistan’ı ilan etti. Diyanet işleri başkanı “gavur” diyemedi, “İzmir’in farklı bi dindarlığı var” dedi.
*
Nisan...
Akil insanlar icat edildi, gazilerimiz akillerin kafasına protez bacak fırlattı. Kandil’de basın toplantısı yapıldı. TC kaldırıldı. Tayyip Erdoğan “milli içkimiz ayrandır” dedi, ki, bu işlerden hiç anlamadığı, 2.1 milyar dolara satılan rakı’yı sadece 292 milyon dolara vermesinden belliydi. Fazıl Say, hapse mahkûm edildi. “Otistik çocuklar ateist, ücretsiz tedaviyle eğitip dindar çocuklar yapacağız” diyen bile oldu!
*
Mayıs...
Reyhanlı havaya uçtu, tarihimizin en büyük terör saldırısıydı. Bülent Arınç, Fethullah Gülen’i ziyaret etti, “hükümetle cemaat arasında soğukluk olduğu söyleniyor, kesinlikle reddediyorum, hocaefendinin başbakanın şahsına çok büyük duaları var, çok seviyor” dedi! Padişah Abdülhamit’e onursal doktora verildi. Hürrem Sultan, diziyi bırakıp Almanya’ya kaçtı. Ayran kesmedi, “iki ayyaş” dedi, “içki içen alkoliktir, içki içen AKP’liyse, alkolik değildir” dedi, akşam saat 10’dan sonra içki satışını yasakladı. “Üçüncü köprü cinayettir” demişti, üçüncü köprünün temelini attı, “ben dört dörtlük Aleviyim” demişti, köprünün adını Yavuz Sultan Selim koydu. AKP milletvekili de CHP milletvekiline “senin a..na koyarım, o..pu çocuğu, senin an..nı s..rim” dedi.
*
Haziran...
Gezi parkı’na alışveriş merkezi dikmeye kalktı, her yer Taksim, her yer direniş oldu. “Çapulcular” dedi. “Camide bira içtiler” dedi. “Beyaz eldivenli, üstü çıplak adamlar, başörtülü bacıma saldırdı” dedi. Polat Alemdar “bize nazar değdi” dedi. Divan otel, beş yıldızlı oteldi, ay-yıldızlı otel oldu. Kalp kalbe Çarşı oldu. Koskoca medya, penguen oldu. Abdullah kim vurduya gitti, Ethem’in suratına kurşun sıktılar, Ali İsmail’i sopalarla döve döve öldürdüler. Karanfille gezeni tutukladılar, palayla saldıranı serbest bıraktılar. “Polisimiz destan yazdı” dedi, duran adam’ı gözaltına aldırdı, vuran adam’ı ödüllendirdi. Atatürklü Türk bayrağını yasadışı ilan etti, “komşularınızı ihbar edin” dedi.
*
Temmuz...
Malum, bunların maaşallah dediği, üç gün yaşamıyor, Mısır’da darbe oldu, Mursi’yi kafese koyup, Mübarek’i kafesten çıkardılar. Kendisine “tasavvuf düşünürü” denilen bi arkadaş, hamilelerin sokağa çıkmasının terbiyesizlik olduğunu söyledi. Bu, düşünür olanı... Düşünmeyeni siz düşünün artık.
*
Ağustos...
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ terörist ilan edildi, müebbet hapis verildi. Genelkurmay karargâhında ilk kez iftar verildi. Yüksek Askeri Şûra’yı her sene 10 gün kaydırıp ramazan’a fiksledik miydi, tamamdır yani... PKK bayrağı açan BDP’liler şikâyet edildi, savcı inceledi, “sarı kırmızı yeşil renkler illa PKK sembolü değildir, Senegal’in Kamerun’un Gana’nın bayrakları da sarı kırmızı yeşildir” dedi, takipsizlik verdi. “Sıfır sorun” revize edildi, “değerli yalnızlık” diye kakalandı. Rabia işareti moda oldu. Vardar Ovası tu kaka oldu.
*
Eylül...
Takunyayla gittiler.
Tokyo’yla döndüler.
Olimpiyatı gene alamadık.
*
Ekim...
Andımız yasaklandı. Yargıtay, asrın iftirası Balyoz’u onadı. Türban meclise girdi. Marmaray açıldı, zırt pırt durdu, ahali boğazın altından yürüyerek geçti. “Geziciler sabote etti, imdat frenini çektiler, o yüzden durdu” dediler. Gerçeği kimse yazmadı, ben yazayım... Marmaray trafiğini kontrol eden bilgisayar yazılımı var, yazılımın dışında en ufak bir anormallik oluşursa, sistem zart diye kendini durduruyor, 15 gün bedava yaptılar, ahali hücum etti, ahali hücum etti diye “ilave vagon” koydular, ilave vagonu bilgisayar yazılımına ilave etmediler, etmeyince ne oldu, sistem ilave vagonu anormallik olarak algıladı, zart diye durdurdu. “Kaş yapalım derken göz çıkardık, yanlışlıkla kendi kendimizi sabote ettik” diyemediler, gezicilere iftira atmayı tercih ettiler.
*
Kasım...
“Kızlı-erkekli oturamazlar” dedi, sonra “bugüne kadar hiç kimsenin yaşam şekline karıştık mı” diye sordu. AKP valisi, vatandaşa “gavat” dedi. “Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız” diyen Barzani, Diyarbakır’da AKP’nin onur konuğu oldu; Şivan’la İbo, Barzo’yla Tayyo düet yaptı, Tayyip Erdoğan “Kürdistan” dedi. AKP yöneticisi “Türk yok” dedi. Atatürk kabahat oldu, Atatürk anıtına çelenk koyanlara kabahatler kanunundan para cezası kesildi, otomobiline Atatürk posteri yapıştıranlara trafik cezası kesildi. Dersaneleri kapatmaya kalktılar, Obama beyzbol sopası göstermişti, Fethullah hoca kızılcık sopası gösterdi. Bavulcu yeni bavul açtı. AKP hükümetinin, Fethullah Gülen’i bitirme planına şakır şakır imza attığı, fişlediği ortaya çıktı.
*
Aralık...
Mustafa Balbay’a pardon dediler, 4 sene 9 ay sonra çıktı, her yattığı gün için 2 lira 88 kuruş ödediler. Tayyip Erdoğan CHP milletvekillerine “terbiyesiz herifler” dedi, yarım saat sonra, AKP milletvekili CHP milletvekiline “senin kıçını s..rim” diye bağırdı. Fethiyespor Yüce Atatürk pankartı açtı, disipline gönderdiler. Atletico Feto’nun altyapısından yetişen, Badem United’ta forma giyen Hakan Şükür, kendi kalesine doksana taktı, AKP tribünleri dondu kaldı. Ayakkabı kutusundan milyon dolarlar çıktı. İçişleri ve ekonomi bakanlarının çocukları tutuklandı, toki bakanı “ne yaptıysak beraber yaptık, başbakanın istifa etmesi lazım” dedi. “Destan yazan” polisler görevden alındı, savcılar “yüz karası” ilan edildi, cemaat’e “casus çetesi” denildi, “inlerine gireceğiz” denildi. Hocaefendi beddua etti, “evleri yansın, yuvaları yıkılsın” dedi. Hoca bi okudu üfledi, bakanlar kurulu komple uçtu, ne AB bakanı kaldı, ne spor bakanı... Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu “bunlar orduya kumpas kurdu” dedi.
*
2014 Ocak...
Yılın ilk günü oturup bu satırları okuduğunuza göre, belli ki, milli piyango size de çıkmamış.
Ama, üzülmeyin.
Bu memlekette hâlâ kestaneyi çizdirmeden yaşayabiliyorsanız, en büyük ikramiyeyi zaten çoktan kazanmışsınız demektir!


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25479629.asp
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Anıl Yücel

47_b.jpg

ATATÜRK'ÜN ÖYKÜSÜ...


30 Aralık 2013 Pazartesi 23:02
[email protected]
7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı...

10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı...

17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.

24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.

25 yaşında sürgüne gönderildi...

27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulduğu derneğin çalışmalarıyla kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu...

30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.

30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.

37 yaşında böbrek hastalığından Viyana'da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.

37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.

38 yaşında savunma bakanı tarafından görevinden atıldı.

38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.
38 yaşında kendisi için hakkında tutuklama kararı çıkarıldı.

39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

sonra ne mi oldu?

42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu!

Sevgili dostlar, bu çilelerle dolu yaşam öyküsü Türk milletinin efsanevi lideri Mustafa Kemal Atatürk'e aittir.
Onun yaşamındaki engellere karşın yılmadan verdiği mücadele Türk gençliğine gösterilebilecek en güzel örneklerden biridir.
Belki çok paranız yoktu, ama bilin ki Atatürk'ün de yok! Belki de sağlınız bozuktu? Atatürk'ün de bozuktu! Birileri sizi arkanızdan da vurmuş olabilir? Unutmayın Atatürk'ün de başına geldi! Aileniz çok zengin değilmiydi? Atatürk'ünki de değildi! Birileri hakkınızı mı yiyor? Bir zamanlar Atatürk'ün de hakkını yemişlerdi! Sizi çekemeyenler mi var? Atatürk'ün de vardı! Başarısız mı oldunuz? Atatürk'de olmuştu...

Ama asla yılmamıştı...

Son söz olarak; Umudumu kaybettiğim anlarda taş kıran bir adam izlerim. Adam taşa 99 kez vurur ama bir çatlak bile oluşmaz. Ama 100'üncü vuruşta o taş ortadan ikiye ayrılır: O zaman anlarım ki taşı kıran o yüzüncü vuruş değil ondan önceki 99 vuruştur.

Şartlar ne olursa olsun asla umudunuzu kaybetmemeniz dileğiyle..
.

Anıl YÜCEL

http://www.ulusalpost.com/ataturkun-oykusu-297yy.htm
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Emre GÜNDOĞAR

KAOS – ÇIKAR ve RUS RULETİ


30 Aralık 2013 Pazartesi 23:01
[email protected]
Gündem kaos, çıkar ve rus ruleti üçgeninde şekillenmeye devam ediyor. Haklı ve haksızın, gerekli ve gereksizlerin, üstüne vazife olanın ve olmayanın yani ağzına geleni fütursuzca konuşanların şekillendirmeye çalıştığı gündem. Objektif açıdan bakmak gerekirse ve her zaman objektif olmakta fayda var; ülkemiz Cumhuriyet tarihinin en zor sınavlarından birini veriyor. Şu an için bu sınavın gidişatı berbat, maalesef ülke çıkarlarını düşünen toplumun belli bir kesimi sadece.
Toplum tarafından ülke yönetimi yetkisi verilen şahsiyetler Cumhuriyet’i bir kenara iterek kendi dertleri ve çıkarları doğrultusunda yaşamakta. Çektiğimiz bu fotoğrafa “ İhanet” dersek yanılmış olmayız...
Rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda, elindeki delillerle bir başka dalga yaratmak isteyen savcının elinden alınan dosya üzerine sayın savcı; basın bildirisi yayınlamış ve yargıya müdahale olduğunu açıkça dile getirmişti. Bu gelişmeye müteakip HSYK 13 üyesi ile olağan üstü toplanmış ve sekiz evet e karşı beş hayır ile yargıya müdahale edildiğini beyan etmişti. Gelişen b u sarsıcı vukular üzerine Başbakan meydanlarda, savcıyı halkın önüne attı ve HSYK’ yı çok ağır bir üslupla eleştirdi. Hatta ve hatta; ”yetkim olsa HSYK’ yı yargılarım!” sözcükleri döküldü ağzından. Ardından; “ gerekenler gerektiği şekilde yapılacaktır ve bunu göreceksiniz!” diyerek üstü hafif örtülü şekilde yargıyı tehdit etti…
Aslına bakarsanız on bir yıldır tek başına iktidarda bulunan Başbakan Erdoğan’ın yaptığı bu açıklamalar bizi şaşırtmadı. Kendisinden duymaya alıştığımız çıkışlardı bunlar. Bizleri şaşırtan hatta hayretler içerisinde bırakan vuku Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in açıklamaları oldu. Özel; uzun zamandır sadece şu açıklamaları yapıyordu; “Bizleri siyasete bulaştırmayın. Bizleri siyasete bulaştırmak isteyenler asla bunu başaramayacak vb…” söylemler ışığında yaptığı açıklamaları bir anda kenara iterek inanılması çok güç ve şok etkisi yaratacak açıklamalara imza attı. Özel; “ Ergenekon ve Balyoz davalarında tıpkı yolsuzluk operasyonunda olduğu gibi komutanların evlerine sonradan yerleştirilen deliller bırakıldı. Biz bunun bilincindeyiz ve yargılamaların baştan yapılmasında fayda var!” şeklinde bildirisi bomba gibi düştü. Özel’in ülkeyi sarması muhtemel açıklamaları, yandaş medya ve satılmış kalemler sayesinde objektif ele alınmadı. Ele alınan tek konu Ergenekon ve Balyoz davalarının da cemaat tabanlı olduğu ve bu cemaatin yine aynı tarzda iktidara yönelik suçlamaları olduğu anlatıldı…
Bariz bir şekilde anlaşılan bir takım gerçekleri korkusuzca ve hiç düşünmeden kaleme almak istiyorum. Yolsuzluk operasyonundan sonra hali hazırda bilinen ama tam anlamı ile ifşa edilemeyen gerçekler bulanık suyun üstüne çıktı;
1- İktidar, Abd tarafından kontrol edilen cemaat ile el ele Ergenekon ve Balyoz davalarını gerçekleştirdi,
2- Devran dönüp aynı tuzağa kendileri düşünce apar topar müebbet ile yargıladıkları şahıslarla aynı safta yer almalara başlandı,
3- Ergenekon ve Balyoz davaları ile sorumlu yargı mensupları, yolsuzluk operasyonu ile ilişkili olunca halkın ve dünya gündeminin önüne atıldı,
4- Israrla siyasetin içinde yer almadığını dile getiren Özel; yaptığı son açıklama ile taraf olduğunu ve bu tarafını iktidardan yana kullandığını açıkça ifşa etmiş oldu.
Bu gelişmelerden sonra haksız yere müebbet cezalar alarak yıkılan komutanlar, bu açıklamalardan sonra bir kez daha yıkıldılar. Kendilerine verilen yetkiler ve yalnızca ülke menfaatleri doğrultusunda hareket eden komutanlara darbe üstüne darbe yapılmakta ve de en önemlisi; demokratik, laik ve hukuk devleti anlayışı içinde olmaması gereken olaylar, Ulu Önderin kemiklerini sızlatacak şekilde bir bir yaşatılmakta…


http://www.ulusalpost.com/kaos-cikar-ve-rus-ruleti-296yy.htm
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

5 Ağustos Silivri

5 Ağustos 2013 de, yurtseverlerin tutsak edildiği Silivri’de, Ergenekon davasının karar duruşması olacak.
Yurtseverler yine Silivri’ye akacak .
13 Aralık da, 8 Nisan da olduğu gibi, Silivri mahkemesi yolunu yüzbinler dolduracak.
Daha önce Silivri’ye mahkemeye gelen yurtsever CHP Milletvekilleri sağolsunlar, varolsunlar eminim yine Silivriye gelecekler, AKP faşizmine, hukuksuzluğa karşı direnen Halk’la buluşacaklar.
***
CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar Türk Halkını Ergenekon Davası’nın karar duruşmasının görüleceği 5 Ağustos günü Silivri’de olmaya çağırdı.
Sayın Acar, “Silivri, Türkiye’de adalet isteyen, hak isteyen, birazcık vicdanı olan herkesin gidip orada yerini alması ve halkın kararlılığını bildirmesi için toplanılacak yerdir. Orada toplanılmasını tüm yurttaşlardan talep ediyorum” diye konuştu. (*1)
Silivriye gelen CHP Milletvekillerinin 5 Ağustos’ta halkı, yurtseverlerin tutsak edildiği Silivri’ye, Ergenekon davasının karar duruşmasına çağırmaları doğrudur, yurtsever duruşlarından dolayı kutlarım.
Ancak, halkımızın yanısıra CHP Genel Merkezi ve CHP örgütlerine de bu çağrıyı yapsalar çok daha etkili olmaz mı?
İşçi Partisi var gücüyle, bütün gövdesiyle, Türkiye’nin her yerinde açtığı stantlarla, imza masalarıyla, basın açıklamaları ile 5 Ağustos Silivri duyurusu ve çağrısı yaparken, Silivriye gidişi, gidecekleri belirlerken, belirli sayıdaki yurtsever CHP Milletvekilinin, bireysel düzlemde kalan Halk’a yönelik çağrıları, CHP örgütlerini ne kadar harekete geçirebilir ?
Örgütsel yani kurumsal olarak çalışmanın başına geçmeyen CHP Genel Merkezi ve CHP örgütlerinin Halk’a ve Silivri’de tutsak olan iki CHP milletvekili Balbay ve Haberal’a oy veren tabanlarına bir borcu yok mu ?

Ayşe Meral
ulusalbakis.com


http://www.ulusalbakis.com/5-agustos-silivri.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Kötülerin yeni yılı!..

“Doğruydu… Kaçakçıydı hepsi… Arap atlarının üzerine yığdıkları gâvur eskisi giysileri mayınlı tarlalardan geçirip Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ne getirene kadar canları çıkardı. Kurşun sesleri ve jandarma korkusu geride kaldığında, terlemiş atlar bir mağaraya sığındığında; poşuya sarılmış yürekler rahat bir nefes alırdı!.. Yılbaşında tek eğlencesi vardı o kaçakçıların ve de tezek ateşinde ısınan cılız bedenli çocuklarının!..
Kötüler, Urfa’nın güneyinde, Neolitik Çağ’dan kalma mağaralar üzerine kurulmuş bir mahalleydi… Kimse bilmezdi “Kötü” isminin aslında “Guti” kavimlerinden kalma olduğunu… Sanırlardı ki, bütün cihanın tüm kötüleri bu mahalleye birikmişti!.. Oysa yanılgı, kötülükle iyiliğin çelişkisi kadar derindi orada!..
Yöre halkı gecekonduları verimli araziler üzerinde kurarken Kötüler’in sakinlerinin dağ başını seçmesinin bir tek nedeni vardı; orası kaçakçıların rahatça gizlenebileceği devasa mağaralarla çevriliydi!..
Yani aslında insanlar yaşamak için değil, yakalanmamak için sığınmıştı o kayalık ve gizemli coğrafyaya!..
Orada yaşayanlar; korkuyla atan bir yüreğin, toprağa pusulanmış paslı bir mayının kölesi olabileceğini çok iyi bilirlerdi!..
Kaçakçılıkla kötülüğün arasında yaşayanlar için çelişkiler o kadar sıradandı ki!..
Oralarda mayın da iyiydi, kurşun da!.. Puslu sabahlarda kaçakçı gözleyen jandarma da iyiydi, ekmeğini ihanetle çıkaran ihbarcılar da…
Bir tek onlar, yani kaçakçılar kötüydü!.. Kaderleri doğdukları mahallede yazılmıştı ya alınlarına, işte o yüzden “Kötüler”di!..
Pasaportsuz ekmekler!..
Urfalı kaçakçılar, tenlerini tel örgülerde yaralayıp baruta racon keserek aşsalar da mayınlı toprakları; gelip yaşamak zorunda oldukları yer işte o Kötüler Mahallesi’ydi!..
Onların adları “kötü”ydü ama kalpleri bir sigara kâğıdının inceliğinde masumiyetler taşırdı!.. Büyük şehirlerin kirlenmiş insanlığından hiç de nasiplerini almamışlardı!..
Ne çocuklar çıkmıştı “Kötüler”den, koca yürekleri büyük şehirlerde yağmalanan!.. Ve ne adamlar türemişti saflıkları zalimce yumruklanan!..
“Kötüler”, mağaralarla çevrili bir mahallenin briketten yapılmış gecekondularında barınıyordu… Oysa kimi yaşamsal çelişkileri de gösteriyordu ki, yoksulluklarının içinde çağ atlamışlardı!.. Yaşam ucuz ve arabeskti ama onlar ta o zamanlar, 1970’lerde Avrupa Birliği’ne bile girmişlerdi!..
“Yerli malı” denilen şey onların korkuya mahkûm canlarıydı yalnızca!.. Ekmek pasaportsuz gelirdi sofralarına!..
Oyuncaklarından kıyafetlerine, şekerlerinden baharatlarına kadar namlu görmüş, sınırlar geçmişti her şeyleri!..
“National” televizyonlarından dünyanın bin türlü halini siyah-beyaz izlerlerdi!..
“Tandır”ların ısıttığı yorganların altında buluşup tek kanallı televizyonu açtıklarında; kanalizasyonların açıkta aktığı o kötü mahalleden bir nebze uzaklaşırlardı!..
Hayal âleminde; ya “Uzay Yolu”nun derinliklerinde, kâh “Vadideki Hayat”ta, bazen “Dallas”ın entrikalı güzergâhında, kimi zaman da “Heidi”nin karlı yollarında yürürlerdi!..
“Taş Devri”nin “Barni”si akraba gibiydi!.. Sobe’nin mekânı mağaralarda dinozor resimleri vardı!..
Bir yanları Hz. Eyüb’ün makamıydı, diğer yanları Süryani Kralı Agbar’ın mezarı!..
Ya en sevdikleri “Dr. Kimbıl”a ne demeli?.. Babalar hep “kaçak” değil miydi zaten, kâh polisten, kâh jandarmadan kaçan?..
“Dallas”ın “Ceyar”ı bu mahallede barınamazdı!.. “Lusi” zaten potansiyel töre kurbanıydı!..
“Juwel Barthel” marka gaz ocağının üzerinde, çinko çaydanlıkta Seylan çayı demlerlerdi…
Kahveleri Yemen’dendi… “Cığara”ları Şam’dan…
Kolonyaları Fransız “Revidor”dan, tespihleri Alman kehribarından…
Çocuklarının ellerinde Japon oyuncağı, ceplerinde ise kaçak elbiselerde buldukları “gâvur parası…”
Ya kadınları?.. Koynunda, bir bacağını mayına vermiş delikanlı yatıran kadınlar!… Gözlerinde Halep sürmesi… Saçlarında Acem kınası taşıyan Şarkçıbanlı kızlar…
Beverly Hills eskileri!..
Evet, Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde yaşamlar pejmürdeydi ama sakinlerinin üzerinde her zaman “Aropa” giysiler vardı!.. Kızılhaç’ın Avrupa’dan toplayıp Suriyeli Yahudi tüccarlara sattığı “Aropa”lar!..
Kaçakçılar işte bu giysileri at üzerinde mayınlı arazilerden geçirip Urfa çarşısında ekmek parasına dönüştürürlerdi!..
Yenileri İstanbul’a “şehirli zenginler”e giderdi, defolular ise kaçakçıların tahta “kardırop”larına!..
Siz hiç altına Amerikan bezinden külot, üzerine “Boss” marka ceket giyen biçare gördünüz mü?..
Ya içinde yün fanila, üzerinde, “Valentino, Boss, Burberry, Top Aochen, Bijan” etiketli ceket ve palto taşıyan garipler?..
Ben “Cızlavet” lastiklerimle kayalık yollarında koştuğum o sokaklarda, Beverly Hills eskilerinin varoşlaşan çelişkilerini çok gördüm… Üstelik üzerimde Avrupa’nın bilmem hangi kentinde, hangi çocuğun üzerinden devşirilmiş “gâvur eskisi” bir ceketle!..
Kötüler Mahallesi işte böyle bir yerdi… Asya ile Avrupa, hayal ile gerçek ve alafranga ile alaturka arasında; yoksullukla varsıllığın çelişkisinin yaşandığı bir yerdi orası…
Babaları kaçakta olan çocuklar işte o mahallede, her yılbaşı gecesinde toplanır ve ev yapımı “kavurğa” (çerez) yiyerek televizyon izlerlerdi… Hele bir de naylon sofraya Washington portakalı gelmişse, değmeyin keyiflerine…
Kötüler Mahallesi hırpalanmış bir antika gibi halen Urfa’nın etrafını süslüyor… Aralarında şu satırların yazarının da olduğu sakinleri son 30 yılda göçmen kuşlar gibi bir yerlere savrulmuş olsa da… İyiyle kötü birbirine karışsa da o mahalle adıyla, sanıyla ve tüm soyluluğuyla orada duruyor!..
Umutlarınızı bu yıl da olabildiğince büyütün… Bu ülke karanlıktaki “kötülerin” gibi görünse de aslında aydınlıktaki iyilerin olacaktır!.. İyilerin… Yalnızca iyilerin yeni yılı kutlu olsun…”
OKURLARA NOT: Sevgili okurlar; yukarıdaki öyküyü geçen yıl bu köşede okudunuz… Çocukluğumun yeni yıl anıları üzerinden iyiyle kötüyü de sorgulayan bu yazı, televizyonun tek kanal olduğu günlerin izlerini yansıtıyor… Yılın bu son gününü güzel bir öyküyle kapatmanın iyi olacağını düşündüm. 2013 ne yazık ki yaşamımın en kötü yılı oldu… Yılın son haftasındaki sağlık sorunlarını da buna eklerseniz, seneyi çok kötü kapattım… Umarım 2014 sağlık, huzur ve mutluluk getirir… Hepinize, aydınlığa kavuşacağınız yeni bir yıl diliyorum.
Mehmet Faraç
Aydınlık

http://www.ulusalbakis.com/kotulerin-yeni-yili.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

2013: Çarpışma yılı

2013’ün son gününe girdik. İleride bu yılın Türkiye’nin aydınlık tarihinde çok önemli bir viraj olduğu yazılacaktır.
Gerçekten de oldukça sıcak, hareketli, büyük olayların sahnelendiği tarihi bir yıl oldu.
Bize göre bu yılın hepsi birbirine bağlı beş önemli olayı vardı:
1) Öcalan açılımı
2013’ün ilk çeyreği, Öcalan’ın Erdoğan’a yazdığı biat mektubu sonrası başlayan “çözüm süresiyle” geçti. Bu süreçte AKP ile PKK mutabakat yaptı ve 3 aşamalı bir plan üzerinde anlaştı:
Belli bir tarihe kadar ateşkes yürütülerek halka “bak cenaze gelmiyor” denilecek ve bölünme perdelenecek. O zaman dilimi içerisinde toplum AKP’nin “akil adamları” tarafından son aşamaya hazırlanacak ve en sonunda da özerklik ilan edilecek!
Devamında ise PKK’nin Büyük Kürdistan için Suriye ve İran’da kullanılması hedefi vardı.
2) Haziran ayaklanması
Ancak Haziran’da dünya halk hareketleri tarihine geçecek bir gelişme yaşandı. Türkiye, 80 ilde ayağa kalktı. 40 gün boyunca Türkiye’nin dört bir tarafında AKP Hükümeti karşıtı eylemler gelişti.
Emekçisi, öğrencisi, aydını ayaklandı… Sosyalisti, Kemalist’i, Ulusalcısı, Millicisi ayaklandı… Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, hele de genci meydanlara bağımsızlık ve özgürlük andı yazdı. Şehitler verdi, yaralandı ama geri adım atmadı!
Bu 40 gün içerisinde AKP hükümeti kelimenin gerçek anlamıyla sallandı, sarsıldı… Daha 17 Mayıs’ta Obama’yla Beyaz Saray’ın bahçesinde mutluluk pozları veren, daha iki hafta önce “oyumuz yüzde 52” diyen Erdoğan, Haziran’da iktidardan düştü!
Evet, Erdoğan iktidarını kaybetti, sadece hükümetini koruyabildi. İktidarını kaybeden bir hükümet de, yaptığı mutabakatları ve önüne konulan planları gerçekleştiremedi.
Haziran Ayaklanmasının en önemli sonuçlarından biri AKP-PKK ortaklığıyla yürütülen çözüm sürecini, daha doğrusu Türkiye’nin çözülmesi sürecini durdurmasıydı.
3) Bölünme anayasası çöpe
Haziran Ayaklanması sadece Öcalan Açılımı’nı değil, Yeni Anayasa sürecini de ortadan kaldırdı. Özerklik ilan edilerek federatif bir yapıya götürülecek olan Türkiye’nin bölünme anayasası, Haziran’da ayağa kalkmış Türk milletine rağmen çıkarılamazdı. Nitekim yılın üçüncü çeyreğinde iflası ilan edildi!
Böylece Yeni Anayasa içinde başkanlık sistemini getirmeyi ve başkan olmayı planlayan Erdoğan’ın hayali de ortadan kalktı!
4) Gladyo içi hesaplaşma
Yılın son çeyreğine girerken AKP ile Cemaat dershaneler konusunda kıran kırana bir çarpışmaya girdi. Mücadelenin ikinci aşamasında kasetler ve belgeler servis edildi. Erdoğan tam Cemaate yönelik büyük bir operasyona hazırlanırken, Cemaat ön aldı ve yolsuzluk operasyonu başlattı.
Olay sadece bir çıkar çatışması ya da yolsuzluk meselesi değildi elbette… Sistem çökmüş, rejim kokuşmuş ve zayıflayan ABD’nin kumanda ettiği Gladyo yarılmıştı. Kısacası Gladyo içi bir çarpışma yaşanıyordu Türkiye’de ve kaynağı da aslında Haziran Ayaklanması’ydı. Haziran’da milyonlar ayağa kalktığı için hedefindeki kuvvetler çözülmeye ve dağılmaya başlamıştı…
5) AİHM’in ‘soykırım yalanı’ kararı
Yılın son ayına girilirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) Türkiye için çok önemli bir karar çıktı. AİHM, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in İsviçre aleyhine 2008’de yaptığı başvuruyu karara bağladı. AİHM, Perinçek’i haklı buldu ve İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesini ihlal ettiğine karar verdi.
Bu kararla birlikte Türkiye, Batı merkezli “Ermeni soykırımı” yalanlarını püskürtmüş ve 2015 yılında Ankara’ya yapılacak ağır baskıya karşı uluslararası hukuku arkasına almış oldu.
Yolsuzluk operasyonu tartışmaları sırasında hak ettiği önemi göremeyen bu gelişme, Türkiye’nin yarınları için olağanüstü önemliydi ve dış politikada bir milat demekti!
Evet, 2003 böyle geçti. Yarın, yani 2004’ün ilk gününde, çarpışma yılından çözüm yılına geçtiğimizi anlatacağız.
Aydınlık bir yeni yıla giriyoruz, şimdiden kutlu olsun.
Mehmet Ali Güller
Aydınlık

http://www.ulusalbakis.com/2013-carpisma-yili.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

2014, 2013′ten güzel olacak AKP ve Cemaat 2013′ü mumla arayacak

2013′te ne oldu? 2013 Türkiye için umut oldu. 2012′de İstiklal’de, Ulus’ta, Tandoğan’da ortaya çıkan rüzgâr 2013′te daha da şiddetlendi. Haziran’da tüm Türkiye’yi sardı. Türkiye’nin bütün illerinde, ilçelerinde, mahallelerinde, cadde ve sokaklarında esti.
“Yıkılmaz” denilen AKP’yi salladı. Halka özgüven geldi. AKP’yi yıkacağına inandı. 2002′den sonra ilk kez “Hükümet istifa” sloganı gündeme geldi. Türk bayrağı yeniden göklere yükseldi. Milyonlar “Mustafa Kemal’in askeri” oldu.
Erdoğan’ın dizleri titredi
Başbakan Erdoğan günlerce Ankara’ya gelemedi. Daha sonra onlarca TOMA, onlarca Akrep, binlerce polis eşliğinde Başbakanlığa gidebildi. Dizleri titredi. Korkuyu birazcık atlatınca yeniden efelenmeye başladı. O efelenince, 29 Ekim’de yüz binler Tandoğan’ı doldurdu. 10 Kasım’da bir milyon 89 bin Ankaralı Arslanlı Yol’da yeniden sahneye çıktı.
Halk kararlı durunca 2002′de kurulan koalisyon dağıldı. Erdoğan ve arkadaşları da yıkılacaklarını anladı.Bu nedenle hata üstüne hata yapar oldu. AKP’lilerin deyimi ile “Arabada şanzıman dağıldı.”
Erdoğan da Cemaat de savunmada
2002 19 Mayıs’ından beri Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları savunmada. Cemaat de paçasını kurtarma derdinde. “Biz yaptık”tan, “Biz değil onlar yaptı” noktasına geldiler. AKP eski ortaklarını Ergenekon, Balyoz, … için “kumpas kurmakla” suçlarken, Cemaat “Erdoğan’ın her şeyden haberi vardı” diyor.
Erdoğan Cemaati, Cemaat Erdoğan’ı suçlasa da ikisinin “suç ortaklığı” yaptığını herkes biliyor.
2013 sona ererken Erdoğan daha da ileri gitti. Sık sık “Yanlış yaptık” demeye başladı. Bir nevi günah çıkarma. İzliyoruz…
AKP dağılıyor
Başbakan toparlamak için çabalasa da AKP’de dağılma sürüyor. Son bir ay içinde 6 milletvekili ayrıldı. Yılın son günü bir istifa daha geldi. Burdur Milletvekili Hasan Hami Yıldırım da AKP’den istifa etti.
Devamının geleceği konuşuluyor. Önümüzdeki günlerde partide bir de “Öcalanlı açılıma son verin” deklarasyonu çıkarsa şaşırtıcı olmaz. Şu anda engellenmeye çalışılıyor. Ama kırılma büyük.
2014′ün ilk işareti Milas’tan
2013′ün son haftasında Yatağan işçileri, “Vatanı sattırmayız” diye meydana çıktı. Esnafı, köylüsü, memuru, … ayağa kalktı. On binler Milas Meydanı’nda buluştu. Ellerinde Türk bayrağı, dillerinde “Mustafa Kemal’in askeriyiz” sloganı vardı. İşçi Partisi, CHP, MHP, … herkes oradaydı. AKP dışında herkes birleşti.
İşçi Partisi ve TGB meydanın yıldızıydı.
2014′te neler olacağının işaretini verdi. Yeminler edildi. “Hedef Ankara” dendi.
2014 ‘güzel’ olacak!
Hükümet de her şeyin farkında. Sonunun yaklaştığını biliyor. Tecrübeli siyasetçiler de yaşananları, “Biz bu filmi daha önce görmüştük, sonunu biliyoruz” şeklinde yorumluyor.
Erdoğan da Cemaat de çaresizlik içinde. Silivri’de verilen kararların “düzeltilmesi” değil, “nasıl düzeltileceği” tartışılıyor. Hatta yurtseverlerden “özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve tertipte rol alan yargı mensuplarının yargının önüne çıkarılması” konuşuluyor.
Artık şurası kesin: Daha önce de belirttiğim gibi 2014, 2013′ten çok daha güzel olacak. AKP ve Cemaat 2013′ü mumla arayacak..!
NOT: Yeni yılınızı Milas Meydanı’ndaki Yatağan işçilerinden aldığım büyük güçle kutlar, mutluluklar dilerim…


İsmet Özçelik
Aydınlık


http://www.ulusalbakis.com/2014-2013ten-guzel-olacak-akp-ve-cemaat-2013u-mumla-arayacak.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Emin Çölaşan: Yılın ilk gününde Türkiye

Sevgili okuyucularım, 11 yılı aşkın bir süredir adına AKP denilen bir partinin baskı ve zulmüne, yolsuzluklarına tanık oluyoruz. Şimdi biraz belleğimizi tazeleyip, geride bıraktığımız şu bir yılı kısaca anımsayalım lütfen…
- Belli bir azınlık dışında, insanlarımız sabahları mutlu uyandı mı? Siz mutlu musunuz? Ayın sonunu rahatça getiriyor ve ailenizle birlikte insanca yaşayabiliyor musunuz?
- Evinizden dışarı çıktığınız zaman mutlu insanlar mı görüyorsunuz, yoksa herkes halinden şikayet mi ediyor?
- Durumunuz iyi mi? Memur, işçi, emekli, işveren, esnaf, çiftçi, ev kadını, öğrenci… Her gün bir sürü haksızlıkla mı boğuşuyorsunuz, yoksa her şey tıkırında mı?
- Ülkede torpil bitti mi? Yandaşlara, işbirlikçilere kıyak yapılıyor mu? Vatanın milletin malları eşe dosta, para babalarına peşkeş çekiliyor mu? – Emekliler ne durumda? En azından ayın sonunu getirmeleri mümkün oluyor mu?
- Çiftçi ne yapıyor? Emeğinin karşılığını alıyor mu? – Yolsuzluklar patladı mı, lağım sızıntı yaptı mı?
* * * * *
Şimdi işin farklı boyutlarına bakalım. Dış politikada Türkiye’yi ve dünyayı uyutmaya kalkıştılar. Yanlış politikaları nedeniyle üç yeni düşman kazandık: Irak, İran ve Suriye. Türkiye’ye hiçbir zararı olmayan Suriye yönetimini ABD’den gelen emir doğrultusunda hedef aldılar ama avuçlarını yaladılar. Esad’a “Haydi defol” diye seslendi, cuma namazını Şam’da kılmaktan söz etti! Bu nasıl bir devlet yönetimidir, nasıl bir ağızdır?
* * * * * *
Ülkemizin her yerini yandaşlara satmayı sürdürdüler. Geçmiş iktidarlar döneminde yapılan tüm tesisler, fabrikalar, limanlar, madenler, köprüler, otoyollar, barajlar, elektrik santralları birer birer satıldı ve satılıyor. Yerli ve yabancı işbirlikçiler sıraya girmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal varlıkları bunlara peşkeş çekiliyor. Bunu örtbas edebilmek için malum şahıs yıl boyunca düzmece toplu açılış törenleri düzenledi. 11 yıllık tesisleri, bitmemiş binaları açmış oldu! Kim kimi kandırdı? – Cari açık korkunç boyutlarda. Bunu önlemek için bazı karanlık işler dönüyor. Açığı örtmek için her yıl ülkemize Katar, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinden kaynağı belirsiz, niçin geldiği belli olmayan milyarlarca dolar kara para girişi oluyor. İran’a altın satmışız da yine birkaç milyar dolar gelmiş gibi gösteriliyor.
* * * * * *
- Bir yılın çoğunu Abdullah-Tayyip sürtüşmesiyle geçirdik. Önümüzdeki ağustos ayında hangisi cumhurbaşkanı seçilecek!.. Karıları çoktandır küstü, şimdi kocalarının arasına da kara kedi girmiş oldu!
- Türk Ordusu dahil bütün kurumlar ele geçirildi. Türk Ordusu kışlasına çekildi. Hepimizin güvendiği ordumuz artık yok!
- Polis devleti olanca hızıyla bastırıyor. – Telefonlar yine dinleniyor.
- Toplum üzerindeki baskı inanılmaz boyutlarda. AKP, toplumu bu yolla sindirip korkutmayı, tepkisizleştirmeyi başardı!
- Ama en kötüsü, yargının iktidar tarafından ele geçirilmesi. Bir düşünün bakalım, vatandaş olarak yargıya güveniyor musunuz? Acımasızca karara bağlanan Balyoz davasını, gerekçeli kararı henüz açıklanmayan Ergenekon davasını düşünmekle kalmayın. Cezaevlerinde tam 138 bin hükümlü ve tutuklu var. Onların pek çoğunun uğradığı haksızlıkları, şu anda çok sayıda cezaevi inşaatının sürdüğünü de aklınıza getirin!
* * * * * *
- 2013 yılı boyunca da fakir fukaraya nohut, bulgur, fasulye paketleri dağıtmayı sürdürdüler! Ya kendilerinin süperlüks yaşamları!.. Ya kutulardan fışkıran milyonlar!.. Emirlerinde özel uçaklar, altlarında dünyada eşi benzeri çok az olan son model makam araçları, koruma orduları.. İnanılmaz bir saltanat.
- Onları bir gün olsun halkın arasında gördünüz mü?.. Bir gün sokağa çıkıp korumasız yürüdüklerine, bir sinemaya gittiklerine, toplumun içine karıştıklarına tanık oldunuz mu? Olmadınız çünkü korkuyorlar. Sürekli olarak ölüm ve öldürülme korkusu yaşıyorlar. – Toplum sürekli olarak yalanlarla uyutuluyor. Her olaydan bir propaganda malzemesi çıkaran ustalar bunlar! Kafalar karıştırılıyor, beyinler yıkanıyor, insanlar korkutuluyor ve amaca böyle ulaştıklarını zannediyorlar.
- İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerimizin belediyeleri 1994 yılından beri bu kafaların elinde. Ne değişti, hangi sorun çözüldü? İki santim kar yağınca bu kentlerde hayat duruyor, milyonlarca insana çile çektiriliyor.
- Medyanın çok büyük bölümü ellerinde. Bazı medya patronları zaten bunların adamı. Bazılarını ise korkutup dize getirdiler. Az sayıda gazete ve televizyon kanalı dışında medyadan bu yıl da ses, tavır ve eleştiri beklemeyin.
- Ellerindeki en güçlü silah din ticareti-din sömürüsü. Kendilerini topluma “Müslüman” diye yutturmayı başardılar. Fakat gelin görün ki, aralarında beklenmedik bir kavga çıktı. – Atatürk, tahammül edemedikleri en başta gelen varlık. Atatürk’ü belleklerden kazımak için ellerinden geleni yaptılar, siyaseti ve okul programlarını ona göre ayarladılar.
- Yolsuzluklar derseniz, en büyüğü yapılıyor. Kendi adamlarına, çocuklarına köşe döndürülüyor. Her yandaş, sıranın kendisine gelmesini sabırla bekliyor… Ve sabır gösterene sıra mutlaka geliyor! – Neyse ki son olaylar patlak verdi, milletin gözü biraz açıldı.
- Bunların döneminde demokrasi falan palavra. Tek adam yönetimi var. Tayyip ne derse o oluyor. İkinci bir adamları yok. Meclis emirlerinde, otomatik oy makineleri hızla çalışıp gece yarısı kanunlarıyla işi bitiriyor.
- İmralı’da Abdullah Öcalan’la pazarlık masasına oturan yine bunlar. – Amaç, Öcalan’a af çıkarmak! Onu salıvermek için Türk Ordusu’nun Balyoz davasında hapis cezası verilen subaylarını, Ergenekon’da yağdırılan cezaları kullanacaklar. Öcalan sayesinde belki onlar da kurtulmuş olacak.
- Yeni yıl zamları seçime kadar ertelendi. Bütçe açıkları ve cari açık dayanılmaz boyutlarda. Tek çareleri yeni vergiler getirmek, zamları birbiri ardına patlatmak.
* * * * * *
Bu iktidar yönetiminde bir yılı daha bitirdik, yenisine girdik. Ama şunu hiç kimse, özellikle umutsuzluğa kapılanlar asla unutmasın: Bu milletin yarıdan fazlası bunlara karşı. Dolayısıyla bunlar yakında gidici. Bugünden yarına olmasa bile gidecekler. Yalanlar, gerçek dışı beyanlar, kürsülerden atılan palavralar, tehditler, satılık yandaş medya gücünün çizdiği pembe tablolar, vurgun, yolsuzluk, hırsızlık, hepsi bir yere kadar. Suyu ısınan hiçbir iktidarın kalıcı olması mümkün değil. Üstelik 2014’te iki seçim var. Türkiye bunların yüzünden yine gerilecek, birbirine girecek. Bir ülkeyi Ankara’dan Tayyip, ABD’den Fethullah, İmralı’dan Apo yönetiyorsa, o ülke iflah olmaz. Bugün 2014’ün ilk günü. Bakalım başka neler olacak, hangi yolsuzluklar, hangi vurgunlar patlayacak, hangi yalanları söyleyecekler! Yeni yılınız kutlu olsun!

Sözcü


http://www.ulusalbakis.com/emin-colasan-yilin-ilk-gununde-turkiye.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Fransa, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çıkmaza girdi!

5 Aralık’ta Birleşmiş Milletler’in onayıyla Orta Afrika Cumhuriyeti’ne Askeri müdahelede bulunan Fransa, ülkeye barış getirecek, yaşanan insanlık dramına son verecekti.
Gelen haberler hiç de öyle olmadığını gösteriyor.
Afrika’nın kaynakarı zengin ama halkı yoksul olan bu ülkeden her gün ölüm ve katliam haberleri geliyor. 30-40 kişilik toplu katliam görüntüleri, evini barkını terkeden; yüzbinlerce insan kamplarda açlık sınırında yaşayan veya komşu ülkelere kaçan insan manzaralarını izliyoruz talevizyon ekranlarından.
bangui_sokaklari.jpg

Daha üç hafta dolmadan, Fransa’nın bir çıkmaza girdiği, kimilerine göre bir bataklığa saplandığı görülüyor. Uluslararası Af Örgütü’ne göre müdaheleden buyana ölü sayısı 1000’i geçmiş durumda. 600 bin insan ülke içinde, 70 bin insan da ülke dışına göç etmiş.
Son bir haftadır Fransa’ya karşı protesto gösterileri yapılıyor. Müslüman halk, Fransa’nın hiristiyanları desteklediklerini ve müslüman halka karşı yapılan katliamları görmezden geldiğini söylüyorlar. Pazar günü müslümanlar Fransız müdahelesine karşı bir gösteri yaptılar attıkları slogan: “Katil Hollande”.
Hafta ortasında da, Fransa’nın bu ayrımcılığına karşı Bangui’de bir arada yaşayan müslüman ve hiristiyanlar elele bir gösteri yapıyorlar. Gösteride “ 1960’dan beri hıristiyan ve müslümanlar bir arada barış içinde yaşıyor. “Bölünmeye Hayır”, “Yeni sömürgeciliğe Hayır”, “Ayrımcılığa Hayır” pankartları taşıyorlar. Gösteriye katılanlar “Fransa bizi bölmeye geldi” diyorlar. Fransız askerleri kalabalığı dağıtıyorlar; silahlar konuşuyor.
hiristiyanlar_ve_muslumanlar_baristan_yana.jpg

15 bin civarında müslüman Seleka milisleri bulunuyor. Karşılarında da hıristiyan Anti-Balaka (Sango dilinde Anti-Pala anlamına geliyor. Seleka milislerinin darbeyle iktidara geldikden sonra bu milislerin palalarla hıristiyanları kestiği iddası üzerine hıristiyanlar da kendi milislerine bu adı vermiş) 2003’de hıristiyan François Bozize’yi iktidara getiren de, Bozize’yi darbeyle düşüren Seleka’yı destekleyen de aynı güç: Fransa ve ABD.
Fransız askerleriyle birlikte bir de MİSCA var; Afrika gücü. Çad, Burini, Gabon, Kongo-Brazzaville ve Kamerun askerlerinden oluşan 4000 kişilik bir BM gücü. MİSCA’nın görevi de yaşanan drama ve katliamlara son vermek; BM’nin verdiği görev bu. Bırakalım ülkede huzuru sağlamayı Afrika Gücü’nün askerleri birbirine girmiş durumda. Çad askerleri müslümanları, Buruni askerleri de hiristiyanları destekliyor. Burini askerleriyle Çad askerleri çatışıyorlar.
Çarşamba günü 5 Çad askeri öldürüldü. Anti-Balaka milislerinin öldürdüğü söyleniyor. Hıristiyan milisler müslümanlarla birlikte ülkede yaşayan Çadlı askerlerin ülkeyi terk etmesini istiyorlar. Fransa, bu konudan rahatsız. Fransa’nın bölgedeki en sadık ittifakı Çad. Mali saldırısında Çad’ın desteğini almıştı. 2003’de Bozize’nin darbeyle iş başına getirilmesinde, Keza, Bozize’nin devrilip Seleka’nın yerini almasında Fransa’nın baş destekçisi Çad olmuştu.
yeni_somurgecilige_hayir.jpg

Daha önce, Fransa’nın Orta Afrika Cumhuriyeti’ne müdahelesinin çevre ülkelerinde bir istikrarsızlık yaratacağını söylemiştik. Güney Sudan’da yaşananlar kaygıyla izleniyor. Etnik çatışmaların giderek artacağı ve ülkenin bir iç savaşa doğru gittiği tespitleri yapılıyor.
Afrika’da yaşanan bu işgaller, askeri müdaheleler ve katliamların nedenini anlamak, Çin’in Afrika’daki yükselişini görmeden mümkün değildir. Gelirinin yüzde 98’ini petrolden elde eden Güney Sudan bu petrolün üçte ikisini Çin’e ihraç etmektedir. Bu ülkede petrolü kontrol etmenin ülkeyi kontrol etmek olduğu açıktır. Perşembe günü, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, “Güney Sudan’daki gelişmelerden endişe duyduklarını” ve çatışan taraflar arasında soruna aracı olmak için bir temsilci gönderdiklerini açıkladı.
AB’den aradığı desteği bulamayan Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’dan destek istedi.
Ali Rıza TAŞDELEN -


http://www.ulusalbakis.com/fransa-orta-afrika-cumhuriyetinde-cikmaza-girdi.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Nihat Genç: İç savaşı beklerken

Israrla ‘paralel devlet’ ‘gizli devlet’ deniliyor ama bir türlü dilleri ‘derin devlet’ demeye varmıyor. Bakın, kapıdasınız, vurun kapıyı girin içeri, overlokçu geldi hanım, ‘derin devlet’ bu kadar ayağınıza geldi.
Osuruktan güya özentili yapmacık başı gözü kıran teorik bir dil kullanan Ali Bayramoğlu bey, nihayet halkın da anlayacağı bir cümle kurdu: ‘Makara geri sarıyor.’ Yani ‘makaram sarı bağlar’a geri döndük. Bu makarayı geriye doğru sarmaya başlayın, geriye doğru Muammer Aksoy’lar Taner Kışlalılar Madımaklar’a kadar, hatta arkadaşınız Hrant Dink’e kadar.
Derin bir güç olmadan, derinlerde onlarca yıl usul usul yuva yapmadan, koskoca emniyet ve yargıyı ele geçirecek ve devlete meydan okuyacak kadar derinlere gizlenmeden kim paralel bir güç oluşturabilir?
Bu arada cemaatin de teorik kafası hiç yokmuş. Bir gizli örgüt, diyelim THKP-C mücadelesini gizli verir, ancak ülkeyi ele geçirdiğinde gizli yapı açığa çıkar ve yasallaşır ve aynı zamanda eylem sürecini-planlarını iptal edip varlığını meşru zeminde yasal olarak sürdürür.
Cemaat ise öyle değil, iki tür yaşamı oldu, birinci dönemi ‘gizli’ydi, doğrusu çok güçlü bir gizlilik teknolojisi geliştirdi, sanırım bu gizlilik zekalarıyla dünya literatürüne girip üzerinde çokça konuşulacak. Ancak hataları şurada oldu, devleti ele geçirdiklerinde dahi ‘gizliliklerini’ ve gizli dönemdeki eylem süreçlerini devam ettirmeye çalıştılar, işte burada çuvalladılar. Oysa ‘yasal, meşru’ zemine geldikten sonra ‘ele geçirme, kapma, sızma, düşmanı tezviratla yıkma’ gibi eski dönem alışkanlıklarını bırakıp, yeni bir eylem süreci uygulamaları gerekiyordu, işte bu süreci beceremediler. Halk arasında buna ‘huylu huyundan vazgeçmez’ denir, gizli örgüt refleksleriyle hakimleri ve yargıçları ve hukuk’u ve adliyeyi yönetmek istediler ve dünya başlarına yıkıldı…
Oysa yanlarına eski solcu liberal ağbileri de çekmişlerdi, insan bu eski solcu ağbilere sormaz mı, ‘gardaş hücre nedir, yasallık nedir?’
LİBERAL VE YANDAŞLARIN TÜM SÖYLEMLERİ YERLE BİR OLDU
Gördünüz işte, yüzlerce liberal ve yandaş yazar, birkaç gün içinde toprağın altı üstüne geldi, siyaset ters yüz oldu, yani ‘ileri demokrasi nutukları’, ‘eski Türkiye-Yeni Türkiye’ söylemleri, ‘Türkiye vesayetten kurtuldu’ naraları, anında yerle bir oldu. Bu duruma halkımız ‘düşmez kalkmaz bir Allah’ der, ama bu durumun hakkını yine argo verir: ‘göt’ oldular, denir.
O ne kuvvetli nutuklardı, özgürlük çoğulculuk liberalizm, heyt anam heyt, ekranlarda başlarından dumanlar yükselerek, yakan şimşekler gibi çakarak, yandaş ve liberaller el ele diz dize cıvıldayarak cıvıklaşarak, alaylı kahkahalar atarak, sarhoş yılanlar gibi ip gibi uzadılar, birbirlerine püsküllü kuyruk oldular, yıllar yıllar boyu sabahlara kadar durmadılar bıkmadılar yorulmadılar, bir bitmediler.
Bu topraklarda hiçbir yazar, yandaş ve liberallerin şu son altı-yedi yılda oldukları kadar taşkınlaşmadı, köpürmedi, kabadayılaşmadı, cellatlaşmadı, gaddarlaşmadı, gestapolaşmadı, gizli tezgahlara bulaşmadı, ve büyük Allah’ım işte, bir günde hepsi ‘fenafillah’ oldular. An itibariyle beton mikser makinesi içinde bok ve çimentoyla mütedamiyen karılmaktadalar.
2010 gibi bir çağda ‘engizisyon mahkemeleri’ kurdular, cadı avı başlattılar, girilmedik TV basılmadık gazete kalmadı ve bütün bunları ‘demokrasi kahramanlığı’ olarak gösterdiler.
İslamcısı liberali, ileri demokrasinin azizleri bizler de yakılacak şeytanlardık.
Gestapolar gibi ‘yakalayın şunları’ ‘bunları da alın’ ‘onlar daha dışarda mı?’ ‘iddialar var efendim’, ‘tek bir tanesi dışarda kalmamalı’, ‘hepsi temizlenmeli’ gibi nice azgın cümleyi hem ekranlardan hem yazılarından, beş-altı yıl aralıksız, kaleşnikofu otomatiğe takar gibi, halkın yazarların askerlerin memleketin üstüne saldırdılar, ne memleket kaldı ne cumhuriyet ne bayrak, ne Atatürk, ne Çanakkalesi, ne gazetecisi ne belediyesi…
ALLAH’IM SEN DE GÖRDÜN MÜ O GÖZÜ DÖNMÜŞLERİ
Türkçe bilmeyen biri izlemiş olsaydı, bu koro, gondol şarkısı söylüyor sanırdı, ekranlarda o kadar rahattılar.
İçerde dışarda tek bir ışık kalmasın diye, eski Türkiye’den arşiv, kütüphane, Türk tarih kurumu, gazete, parti, hatıra, hiçbir şey kalmasın diye halka saldırdılar mitinglere saldırdılar belediyelere saldırdılar, Allah’ım sen de gördün mü o gözü dönmüşleri.
Bir ölüm tüneliydi, güneydoğu’da toprağı kazıp köpek kemikleri bulup manşetlere çekiyor, askeri yazarı bizleri halkı ‘toplu katliamların’ zanlıları olarak tüm dünyaya bas bas bağırıyorlardı, memlekete Arizona tipi bir hortum fırtınası gibi girdiler, kriz az kalır, felaket az kalır, öldürücü yıkıcı parçalayıcı her söz eksik kalır, böyle bir ‘alamet’in henüz adı konmadı, ancak mitolojilerde anlatılan gerçeküstü abartılı ölçüsüzlüklerle insanlık hukuk toprak tarih uygarlık dokuz şiddetinde on şiddetinde tsünami dalgalarla sarsıldıkça sarsıldı.
Şöyle mi anlatsak, Zeus kolunu kaldırıyor bir yaşlı yazarı içeri tıkıyor, Apollon koskoca bir orduyu bir günde zincirleyip içeri tıkıyor.
Öfkenin kinin nefretin intikamın bu kadar aşırılığına, ancak bir işgal dışında, milli yazarların ve milli ordunun ortadan topyekün kaldırılmasına ne bu topraklar ne de başka çok uzaklarda bir ülke dahi yaşamadı.
Tek bir sahici belge olmadan koskoca orduyu dörtyüz casus varmış deyip ele geçirdikleri yargıçlarla yaka paça içeri tıktılar. Tek sahici belge olmadan bunlar cami bombalayacaklarmış deyip hava kara deniz eski ve yeni komutanlarını bu gizli örgütün savcıları süründüre süründüre içeri tıktılar.
Yüz binlerce sayfa yalan uydurma sahte metinler CD’ler uydurup, canice katilce vahşice artık ne desek az gelir, yazarları orduları onurları aileleri kozmik odaları paramparça edip ateşe verdiler.
Yağmasını talanını yalancı şahitlerini milyarlık soygunlarını anlatsan şimdi hangi dünyalı inanır, rezillikleri kitaplara kütüphanelere sığar mı?
Aynı vahşiler sürüsü yaşadıkları ülkenin işini bitirir bitirmez hemen komşu ülkeyi talana koştular, el-kaideyle, kimyasal silahlarla, müslümanı müslümana ciğerlerini yiyerek, kafalarını keserek ve hepsini videolara çekerek, akılların tarihlerin görmediği korkunç bir savaşa girdiler, nasıl bir günde yaşadık Allahın?
ŞEYTAN GİBİYDİLER DECCAL GİBİYDİLER
Bunların hepsini gördük, bu olaylar yaşanmadan önce içimizdeki en şizofren en paranoyak delilere bir kabus tasarla kurgula deseler, kabus’un bu patlamış paramparça salya kusan gözlerine kimse inanmazdı.
Böyle bir yargı böyle bir devlet yönetimini tarihler görmedi yaşamadı, masallar dahil.
Kendi yetiştirdiği evlatları eliyle bu toprakların bilinen bütün tarihi içinde böyle bir devlet insanlık yasa hukuk kıyameti yaşanmadı.
Bunlar olup biterken bu yüzlerce liberal ve İslamcı yazar sanmayın ki ‘elma’ydı.. Aklı zekası gözleri bacakları olan insan gibi güya insan bedeni taşıyorlardı. Uzaydan düşen ateş topları, yerin altından çıkıp gelen kurtçuk suratlı canavarlar gibiydiler, ne gazete ne muhalif ne yazar ne asker ne mahkeme, saldırmadıkları yemedikleri kemirmedikleri soymadıkları çamura gömmedikleri infilak ettirmedikleri yer, insan, yasa maddesi, kalmadı.
Yetmez ama Evet Anayasası’yla cemaat hakimleri yargıyı ele geçirince her biri peygamber gibi, Kudüs’e giren Selahattin Eyyübi gibi, kahramanlar gibi, işgal orduları komutanları gibi, ne desek tarif etmez, muzaffer generaller gibiydiler, şeytan gibiydiler deccal gibiydiler, hiçbir şey anlaşılır boyutlarında anlaşılır ölçüler içinde anlaşılır akıl içinde dünya hava sıcak atmosfer basıncı altında görülmüş kayda alınmış şeyler değildi.
Ey genç nesil, işte şimdi bu hercü merc’ün tam ortasındaydınız.
Karakterleri kişilikleri psikolojileri birkaç gün içinde alt üst olan bu kadar çok liberal ve yandaş yazarın, bu inanılmaz akıldışı hikayeleri sizleri bekliyor.
Biliyorum trajedilere mitolojilere destanlara sığmayacak bu kadar abartılı karakterleri hikaye etmek romanını yazmak çok çok zor, ama adım gibi biliyorum, bu sahneleri görmüş yaşamış şimdi bir küçük çocuktan bir Dante çıkacağına eminim, bu ilahi komedyayı ilerleyen yaşlarda hepinizi kağıda kaleme gömecek eminim…
Bu kadar sert ve aşırı ve hızlı, değişim karşısında, gelecek nesillerin de akıl sağlığını korumak istiyorsak, niye neden nasıl oldu diye bu uçsuz bucaksız hikayenin sanki bir bilim kurgu romanı gibi kurtçuktan canavara leşten cesede dönüşen karışan tuhaflaşan kişilerin ağız yapılarını irin miktarını salya değerlerini yapışkanlık dil altı beyin hormonu, her şeylerini psikolojileştirip karakterleştiren ve ama sahici gerçek kalmayı başaran romanların altına girebilmeliyiz.
ORDU, İÇERİ TIKILINCA MEYDAN GİZLİ ÖRGÜTLERE KALDI
Ne FBI ne MI5 ne Mossad ne KGB tarihi böyle bir hikaye duymadı, delilik akıl almazlık ve olamaz ‘gözlerime inanamıyorum Allah’ım’ şaşkınlıklarında, hepsini solladık.
Kurtçuklardan Peygamber yaptılar, irin ve salyadan ayet, Allah’ı şeytan, şeytan’ı Allah yaptılar, hepsi tek hikayeye bağlandığı için bu romanın adını 1001 Gece Savaşı koyardım.
Kurgusu çok basit, bugün hala yazmakta olan otuza yakın İslamcı, liberal yazarın altı yıl önce söylediği en çarpıcı yerleri ve bugün söylediklerini ve ilk gençlik yıllarımdan beri tanıdığım bir çoğunun basit gündelik hayatlarından psikolojik karakter detaylarını not ederdim.
Ve son sayfalarında hikaye başka bir boyuta sıçrar henüz bilmediğimiz görmediğimiz, eline balta alıp kafalarına kafalarına vuracak bir tuhaf canavarsı karakter, onu henüz hiç biriniz tanımıyorsunuz, herkes yorulduktan sonra ortaya çıkan, işte bu bütün kirleri bokları leşleri yalanları ithamları YİYEREK BÜYÜYEN, tahmin etmediğimiz başka bir KARAKTER: Ayaktakımı anlamında AVAM…
Saddam, İran-Irak savaşı sonrası yorgunluktan çıkmıştır.
Hitler, birinci dünya savaşı yorgunluğundan.
Taliban, yirmi yılı aşkın işgal ve iç savaş yorgunluğu sonrası.
Cezayir’de iç savaş, İslamcılar ve laiklerin bitmek bilmeyen ve katliamlara dönüşen sert kavgalarının yorgunluğundan. Ve sonra İslamcılık ideolojisi Cezayir’de ‘utancından’ öldü, çünkü savaşın ilerleyen safhasında İslamcılar birbirlerine onbin ellibin rakamlarıyla kesmeye başladı.
Yüzyıl yasaklanmış Ortadoks kilisesini arkasına alıp bir günde birlikte oturdukları Boşnakların yüz binlercesini öldüren Sırp katiller çürümüş umutsuz omurgası kırılmış Sovyet yorgunluğundan çıktı.
Toplumların siyasi yorgunluğu sosyal yorgunluğa dönüşür, işsizlik, umutsuzluk, cahillik. Ve acımasız ideolojiler sert partiler bu yorgunluğu oy’a taraftara dönüştürür. Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinde 12 Eylül sonrası Tansulu Özallı PKK’lı Banka soygunlu medya patronlarıyla aşırı yorgun kitleleri peşine takmakta zorlanmadı, şimdi sorumuz, Tayyip sonrası daha da yorulmuş kitleler nerede yuvalanacak?
Yorgunluk bitkinlik yıkıntı umutsuzluk boşluk…bir zaman sonra kitlenin medyanın aydınların akademinin ve halkın, becerisini birikimini geleneğini anlayışını görgüsünü yavaş yavaş kemirip bitiriyor ve kendini AVAM’IN RUH HALİNE teslim ediyor, o halde başlayalım yazımıza:
Ordu, uygarlığın gücüdür, kabilelerin gücü başkadır, çetedir, eşkiyadır, çetebaşıdır, büyüdür, mistisizmdir, mehdidir.
Ordu, içeri tıkılınca meydan gizli örgütlere kaldı. PKK ve Cemaat ve El Kaide.
Hatta Tayyip Bey’in ‘halifelik’ tezleri olmadı yerine ‘mehdilik’ mi yerleşmeye çalışıyor desek bu karışık ortama hiç de tuhaf kaçmaz.
Anamın karnında öğrendiklerimi yazmıyorum, kitaptan yazıyorum, ordunun gücü geliştirdiği stratejilerin zekasındadır.
Türk ordusunun geliştirdiği iç ve dış stratejiler birkaç yıl içinde ‘darbe’ kabul edilip hem itibarları hem varlığı dağıtıldı.
Batılı medeni denilen ülkelerle aramızdaki büyük fark ise batılı medeni ülkelerde stratejileri orduları değil ‘petrol kartelleri’ yazar.
Stratejileri yazan büyük güçlerin önünde tek engel vardır o da hukuk ve demokrasi’dir.
Ancak, şimdi tarihimizde büyük stratejileri ilk defa ‘yargımız’ yazıyor.
TERÖRİST ÇETE SIRALAMASINA HÜKÜMET’İN KENDİSİ DE DAHİL OLDU
Eski milli güvenlik kurulları iç ve dış tehdit sıralaması yapardı, şimdi iç ve dış tehdit sıralamasını ‘yargımız’ uygulamalarıyla dikte ediyor, bakın Ege’de bir çok belediye başkanına kelepçe taktılar, ordu komutanlarımızı, yazarlarımızı içeri tıktılar, buradan yargı’nın iç ve dış terör sıralamasını öğrenebiliyoruz.
Yetmez ama Evet anayasasıyla iş başına gelen yargının iç tehdit yani terörist çete sıralamasına şimdi hükümet’in kendisi de dahil oldu ve amansız kanlı bir iç savaşın gölgesi ülkemiz üzerine düşmeye başladı.
Ama asıl bu stratejiyi yazanların karakterleri iç savaşın entelektüel boyutunu da bizlere öğretiyor. Bir tarafta Emre Uslu, Önder Aytaç, Mehmet Baransu, Bugün, Zaman yazarları gibi polis komiser emniyet kökenliler, al birini vur ötekine, diğer tarafta Rasih Kütahyalı, Tayyip Erdoğan, Yiğit Bulut, vb. Star ve Yeni Şafak yazarları, üslupları, toplumsal sorumlulukları, hukuk anlayışları, tarih ve medeniyet bilgileri, tane tane okuyun, mideniz kaldırmaz, çoktan AYAKTAKIMI’na dönüştü. Hukuk değil toplumsal sorumluluk hiç değil bir ‘taraftar, kabile savaşına’ dönüştü.
Bu tarafların hepsi hukuksuzca gasp edilmiş ordu emniyet ve medya saflarına ‘atanmışlardı’.
Ancak hepsi kendini bu yağma talan curcunasında yerleştirildiklerini hiç düşünmüyor, hepsi kendilerini ‘çok önemli’ oldukları için bu yerlere geldiklerini düşünüyorlar, avam buna denir, kendilerinin nasıl ve niçin kullanıldıklarının dahi farkında olmayan…
Trajedi buradadır, demokratik ilişki kurabilmek en azından bir nezaket bir demokrasi kültürü gerektirir, hatta ‘yalnızca elitler demokratik ilişki kurabilir’ diyen görüşleri desteklemek için değil hatırlatmak için bu mottoyu söylemem gerekiyor, birbirlerine güya yazar entelektüel diyen insanlar dahi bırakın devleti bırakın toplumu bırakın dışarıdakileri, kendileriyle dahi demokratik bir nezaket ilişkisi kuramıyor.
Ne kendi camianızla ne devletle ne toplumla ne birbirinizle demokratik bir ilişki kuramıyorsunuz ama hepiniz devletin başındaki ‘elitler’i amansızca eleştirerek onları hukuksuzca ve gaddarca tasfiye ettiniz, o halde, tarihin bu anında ‘yalnızca elitler demokratik ilişki kurabilir’ cümlesinin bir daha altını çizmekte hayır vardır.
Ve kendilerini çok önemli hisseden ama bir türlü elit olamayan ‘avam’ kalemler, artık birbirlerine öldürmekten yok etmekten ortadan kaldırmaktan bahsetmeye başlamış olmasıdır, ki bu yazar güruhunun yazıları topu birden Samanyolu TV’deki vahşi belgeseline dönüşmüştür.
Ülkemizde İlhan Selçuk Doğu Perinçek İlker Başbuğ’dan Türkan Saylan’ına kadar acımasızca ve hukuksuzca insanları içeri atıldığında herkes avukata hukuka dilekçelere insan haklarına sarıldı, mağdurların hiçbiri öldürmekten kesmekten yok etmekten tek cümle olsun bahsetmedi. Çünkü biz bir toplumuz, hukuk var, yani üstün ve medeni bir ‘yurttaş’, yüksek devlet terbiyesi, sorumlu insanlar gibi davrandılar, işte bu soylu yurttaşların avam’la aralarındaki büyük medeni fark budur.
KİTLENİZİN RUH HALİNE EN UYGUN LİDER CEM UZAN’DIR
17 Aralık daha bir ayını doldurmadan sizler birbirinizin kökünü kazımaktan, yok etmekten öldürmekten 90’lı yıllardaki gibi tarlalardaki faili meçhul cesetlerden konuşmaya başladınız.
Bu ‘avam’ ‘kabile’ ‘çete’ ‘gizli örgüt’ ‘polis’ yazarlarının gideceği yer burasıdır, sosyoloji sert bir felsefedir, işçiyi uşak’ı köleyi efendiyi avam’ı elit’i herkesin toplumsal davranışlarını sınıflandırıp yerine koyar.
Şunu hatırlatmak için, bugünlerde Cem Uzan siyasi olarak ayakta kalmış olsaydı, Tayyip Erdoğan’ı tepetaklak alaşağı edeceği büyük oy gücünü ancak o bulabilirdi.
Neden? Çünkü sadece kendiniz avam değilsiniz, yazıp çizip konuşup oyalayıp umutsuzlaştırıp çaresizleştirdiğiniz yani avamlaştırdığınız kitlenizin ruh haline en uygun lider Cem Uzan’dır.
Çünkü Tayyip Erdoğan’a oy veren kitleler sayenizde avam geldi avam gidiyor, sayenizde yetişkin hale gelemedi, sayenizde bilinçlenemedi, en sert ekonomik sorunlar dururken, elde yalınkılıç palalar Selahaddin Eyyübi naralarıyla Şam’a saldırdınız, tamı tamına ayaktakımı yalanları. Çünkü avam’ın gücü çok büyüktür, çünkü avam bir insanı desteklerse, onun yolsuzluklarına gaddarlığına hiç bakmaz, avam, vursun kırsın çalsın yeter ki yönetsin ister, müslümanın kellesini kessin ister kimyasal kullansın, yeter ki İlker Başbuğ gibi Esad’ı da demir kafesler içine alsın.
Avam açık seçik güç ister, demokrasisine hukuk’una bakmaz, yazarları tümü birden, ne eleştiri, ne uyarı, ne öğüt, ne yol göstericilik hiç yok, herkes GÜÇ istiyor, Tayyip Bey, bu son saldırılardan kurtulsun da nasıl kurtulursa kurtulsun.
Bugün Tayyip taraftarları açık seçik Tayyip’in gücünü istiyor, avamın tiksindirici basit siyaseti işte budur.
Dikkat edin Tayyip Bey nerede ne zaman diktatörleşti? Avam’ın gücünü arkasında hissettiğinde diktatörleşti. Ve bizler bu gücü ‘koyun, sürü’ kitleler olarak metaforlaştırmayı çok severiz. Oysa bunlar ‘koyun’ değil, sinsi, çıkarcı, kolaycı, kurtçuk, örümcek. Bir lidere ‘baba’ deyiver bir de büyük oy gücünü arkasına koy.
Sosyolojiyi iyi okuyun bu hukuksuz katliamların önünü açanlar ‘koyun’ kadar masum sessiz ve zavallı değildir. Bu sessiz ve zavallı yaratıkları ortaya çıkartan siyasi ve sosyal yorgunluktur, ve bundan endişe etmesi gereken medya, akademi, siyaset, aksine bu ayaktakımının ‘gücüne’ muhtaçtır.
Birgün Sarıgül gibi biri işte bu ayaktakımının oyunu alıyorum deyince, bu ayaktakımı, sizin de iftihar kaynağınız önderiniz yol göstericiniz olur, bu siyasi kaostan tek kurtuluşunuz haline geliverir.
Peki bizim şansımız var mı? Çok çok az. Çünkü bizler diktatörü yıkabilecek tek güç’ün ‘avam’ın köleliğini fark etmesiyle ortaya çıkabileceğini öğrendik, biz buna ‘bilinçlenme’ deriz. Oysa avamın bilinçlenmesi için yola çıkan sosyal partiler şimdi avamın bilinçlenmesi değil, Tayyip gibi onlar da ‘avam’ın oy’una talip… Yani Tayyip’ten çıkmak için Tayyip’in metodlarını kullanmak zorundasınız.
Yani facia, Tayyip değil, asıl büyük felaketin çaresizlik içinde sosyal partilerin de ‘avamlaşmakta’ olduğunu görüyoruz.
KURALSIZLIK HAKLILARI ZAYIF, HAKSIZLARI GÜÇLÜ HALE GETİRDİ
Bu medya düzeni ve bu medya yazarlarıyla avam’ın bilinçlenmesi uyanması irkilmesi kendine gelmesi mümkün mü? Hayır?
Üçüncü hatırlatmak istediğim şudur, insan terbiyesiyle ilgilidir.
Bilginizdedir anarşistler emir kural iktidar tanımaz.
Bu ütopyaları için devlet dışı iktidar dışı başka bir alanda emirsiz komutasız iktidarsız ortak komün gibi yaşayacakları evler inşa ettiler, ve birlikte yaşamaya başladılar.
Sorunlar şöyle başladı, içlerinden biri bulaşıkların yıkanmasına hiç yardımcı olmuyor, içlerinden bir diğeri gizlice dolaptan atıştırıyor, içlerinden bir diğeri evin temizlenmesine hiç yardımcı olmuyor. Sonuç, pek tabii bir diğeri de çıkıp, sen niçin hiç katkıda bulunmuyorsun diyor, verdiği cevap, anarşist yapıyı kökünden deviren bir cevap: sen bana karışamazsın, sen bana emir veremezsin.
Oysa bu komün yaşamında eşitliği sağlamanın bir yolu vardır, o da, komün içindeki bireylerin kimse onlara müdahale etmeden kendi içlerinde bir düzen olması, yani emir ve kurallar dışarıdan değil kendi içlerinde bir terbiye bir insanlık ahlakı olarak oturmuş olması gerekiyor…
Mesela iki sevgili böyledir, mesela, bir ekip çalışmasında böyledir, maça çıkan takım böyledir, dağa tırmanan arkadaş grubu böyledir, kurallar koyulmamıştır ama birbirlerinin hakkına tecavüz etmeden eşitlik ve bölüşümü kendileri sağlamaya çalışır.
Ama birliktelik beş-altı sene kadar uzayınca, ama asıl koyulan hedef aradan çekilince ‘komün’ dağılır, bu yüzden kafaya oynayan takım puan farkını matematiksel olarak kaçırırsa takımdaki ortaklık birbirinin hatasını yanlışı görmeme anlayışı dağılır.
Bu örneklem önemlidir. Çünkü bu avam tayfasının hepsi ‘müslüman’ olduğu iddiasındadır.
Müslümanlık önce bir iç terbiyedir, bir haddini bilmek, bir kadir şinaslık, bir diğerkamlık bir vefakarlıktır, bir adanmışlık.
Bir iç terbiyeleri olsaydı bu ‘komün’ dağılmazdı.
Şeyhim ve ben, liderim ve ben, çıkarlarım ve ben, acıkmış karnım ve ben, arzularım ve ben, diyen insanlar hiçbir örgütte barınamaz hiçbir toplu çalışmada yer alamaz. Çünkü dünyanın en büyük ve tek örgütü, ‘Allah ve ben’dir. Allah ve ben, deyip kendi iç hesabını arzularını egosunu Allah’la (vicdanla) arasında muhteşem bir örgüt kurmamış hiç kimse, ekip, takım, örgüt, komün çalışmasında BAŞARILI UYUMLU yol alamaz.
Toplumdan aileden sokaktan örgütten her şeyden önce ‘Allah ve ben’ ‘vicdanım ve ben’ diyen bir normal insan gelir, yani kendi iç dengesini terbiyesini düzenini kuramamış insanlar, ayaktakımına dahildir, çıkarcıdır, sinsidir, taraftardır.
Velhasıl bürokraside hukukda sokakta Allahsızlık ve vicdansızlık’ın büyük bir kuralsızlık oluşturup kitlelerini gün gittikçe daha da büyüttüğünü gördüm. Bu son vahşi hukuksuzluklar yaşanırken hatta Taha Akyol gibi yazarlar da dahi insafsızlığı şaşkınlıkla gırla bolca gördüm. Ve bu kuralsızlığın haklıları zayıf, haksızları güçlü hale, yani kaosa sürüklediğini izlemekten ben de yoruldum.
En tepedekilerin ‘götünün gılı’ gibi avamlaşması, bilimkurgu filmleri gibi, taşın altında solucan, taşı kaldırırken taşın kendisinin daha büyük solucan olduğunu görmek, hatta taşın kaldıran ellerin de başka tür solucansı canavar olduğunu görmek, dehşet veren, avamlığın altı üstü kalmadı, perdenin arkası önü kalmadı, gizlisi saklısı kalmadı.
Dördüncü söyleyeceğim şey.
Çocukken anne baba dayağından korkarız, ama yaşımız otuzu geçince boyumuz posumuz anne babamızı geçince, hatta yaşlanmış eli ayağı tutmayan ninemize bakıp yahu bu zavallı kadının dayağından nasıl da korkuyormuşuz, deriz.
Annemiz babamız çocukken dayağıyla otoritemiz olur, ama bizler büyüyünce dayak yerini ‘saygıya’ bırakır. Dayak yeme ihtimalimiz olmadığı halde anne babamıza ‘saygı’ duyarız.
Görüyorum ki bu avam yazarları hala ‘dayaktan’ korkuyor, ve liderlerine ve şeyhlerine hala bir ‘saygı’ inşa edemediler.
Bunun başka sebebi de var, dayak yemek onları aynı zamanda başkalarından dış dünyanın tehlikelerinden koruyan da bir şeydir.
Yani ‘dayak’ arzulanan bir şeydir, beni dövsün ama beni de düşmanlara karşı korusun.
Eşek kadar adam oldular ama dayakla terbiye olunan çocukluklarını aşamadılar, avamın huyu suyu zekası hep dayak yedikçe babasına tapınan çocuktur.
İşte bu adamların varlığı ‘avam’ı yaratandır. Bir toplum dayaktan korkuyorsa o toplumu bir arada tutacak hiçbir güç kalmaz. Tam tersine dayaktan hiç korkmadığı halde kendinden zayıflara saygı ve değerler inşa eden insanların varlığı bir toplumu ayakta tutar, bu medeni yurttaşlık bilgilerini benden mi öğrenecektiniz?
Ve bugün artık muhalefet köpek’i aday koysa köpek dahi seçilir bir hale yine geldik, çünkü avam yerinde kaldıkça köpek eşek domuz düve fark etmez, kardeşlerim, daha çok konuşacağız.
Ayaktakımı düzeyinde avam dediğimiz herkes yorulduktan sonra ortaya çıkar, Hitler 1. dünya savaşı yorgunluğundan sonra çıktı, Taliban uzun iç savaş sonrası çıktı, Saddam, on yıl süren yorucu İran-Irak savaşından sonra çıktı, Cezayir’de iç savaş, herkes yorulduktan sonra.
İşte birkaç güne varmaz Tayyip de devrilir, ama filmin sekansı bitmez.
Baba lider kurtarıcı ‘imgesi’yle yaşayan yorgun kalabalıklar, yolumuza bir başka Tayyip’i çıkartır.
Çünkü ülkemizde asıl iktidar katmanı: yorgunluk ve çaresizlikten ayaktakımına dönüşmüş kitlelerin ta kendisidir.
Avam’ın yorgunluğu hiçbir belaya benzemez, iç savaşların katliamların soykırımların hukuksuzlukların kapılarını ardına kadar açan onlardır…
Daha dün sizi müslümanı müslümana öldürdüğü savaşa sürükleyen kimdi, işte bu büyük tarifsiz güçtü…
Şimdi, HERKES YORULDUKTAN SONRA ORTAYA ÇIKACAK GÜÇ, kim olacak?
Yorgun kitleler melek şeytan iyi kötü güzel çirkin ayırt edemez.
Yorgun kitleler çok geçmez eline sarılı güllü bir baltayı geçirir.
Daha korkunc daha önce yaşanmamıştı, dersiniz.
Aynı ayaktakımı yazarları aynı liderine toz kondurtmayan medyası, aynı varsın yesin, varsın yakıp yıksın, diye kudurmuş durdurulamaz kitlesiyle…
Yani, genç yazar kardeşlerim,
Son sayfasına yaklaştıkça roman, bitmeyen bir hikaye gibi.
Daha yeni başlıyor hikaye.
Bu zalim yıllarda Demirel’i dahi aradığımız gibi, o sarı baltalı günler geldiğinde köşe bucak eski gaddar zalim engizisyon yargıçlarını dahi aramaya başlarsınız, o da medyasını inşa eder o da hakimlerini arkasına alır… Çünkü yorgunluğu hepimizin üstünden atacak bir iş, bir atelye, bir proje, bir çalışma, bir ekmek’i düşünme hiçbir yerlerinde yazmıyor.
İtiraz da edemezsin çünkü bu sefer bu sarı baltayı senin umutsuz günlerinden bir çıkış diye senin hayallerin senin acılarındanYONTMUŞLARDIR…
Önceki ayaktakımının vahşileri şehre bağımsızlığa saldırmışlardı, şimdi sarı baltalar, iç kalene, senin içine ruhuna saldırıp seni yok edecek, şimdi küfrettiğiniz iğrendiğin yandaş ve liberallerin suratlarına tıpatıp benzeyeceksin.
Bitmeyen ve başa saran hikaye, hep aynı hikaye gibi, YENİDEN MAKARAMIZ BAŞA BAĞLASIN:
Bu liberal ve yandaş yazarların Tayyip öncesi günlerine gidin, nasıl ezik çaresiz çıkışsız yılları olmuş, ki, şimdi sizlerin Sarıgül’e sarıldığı gibi onlar da BİR VAKİTLER TAYYİP’E AYNI perişanlıkla TESLİM OLMUŞLARDI…
Ve yarınlarda da bugünkü gibi YAŞAMLARIMIZA HÜKMEDECEK liderlere itiraz edemeyecek kadar sık boğaz edip susturup konuşturmayıp DAHA BUGÜNDEN BİZİ DAHİ YORDUNUZ.
Ey muhalefet, bilinçlendiremediğin kitlelerle yola çıkma.
Nihat Genç
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=ic-savasi-beklerken-0301141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Dış mihrakların büyüğü heybede Erdoğan Davutoğlu Lahey'e doğru

Esad kazandı derken aslında belirtmiştik; Esad kazandı, Tayyip kaybetti.
Yani tüm bu Emevi Camii’nde namaz kılma hikayeleri ters tepti.
ABD ve İsrail’in gazıyla Esad’ı devirelim derken, başlarına uluslararası bir davayı sarma durumundalar.
Yenilginin faturası birilerine kesilmek üzere.
Sınırdaki illerde kurulan ve asker tarafından gizlenen kamplarda desteklenen ve silah yardımı yapılan ÖSO gibi oluşumların ötesinde, El Kaide türevlerine fazlasıyla arka çıkılması giderek bardağı taşırdı.
Bir de olayların doğrudan savcılık soruşturmalarına yansıması, yani devletin resmi belgelerine girmesi açık kanıt niteliği kazandı.
Son yakalanan silah yüklü tır bunun somut örneği.
Ama sadece o da değil.
Kamplarda kalan Suriyeli miiltan ve komutanlarının çeşitli tarihlerdeki itiraf niteliğindeki beyanatları zaten gazete ve TV’lerde haber olarak yer alıyordu.
Suriye de, yakaladığı selefi/vahabi El Kaide/El Nusra/Irak Şam İslam Devleti militanlarının itiraflarını ve ölü ele geçen Türk vatandaşı El Kaidecilerin kimliklerini her fırsatta yayınlıyordu.
Dış basında pek çok kez gündeme gelen iddialara göre bu militanlar Türk Devleti’nin koordinasyonu ile Suriye topraklarına sokuluyordu.
İskenderun limanına gelen silah yüklü gemiler, Katar ve Suudi Arabistan’dan maaşlı, Libya, Tunus, Yemen, Afganistan, Çeçenistan vesaire ülkelerden gelen El Kaideci militanların katar katar Suriye’ye gönderilmesi, tüm bunların gözler önünde cereyan etmesi bilinen bir gerçek.
28 Mayıs 2013’te Adana’daki El Kaide operasyonunda ele geçen ve sarin gazı olduğu ileri sürülen kimyasal silahların savcılık iddianamesine yansıması önemli bir olaydı.
Zaten Rusya bunun üzerine acilen BM Güvenlik Konseyi’nde suç duyurusunda bulunmuştu.
Savcının 132 sayfalık iddianamesinde şu ifadeler çok açık:
“Ahrar-ı Şam ve El Nusrah/Nusra Cephesi'ne bağlı mensuplarca kullanıldığı anlaşıldığından, El Kaide terör örgütü ile kimyasal silahlar/kimyasal maddeler aralarındaki bağlantı görülmektedir.”
Zaten BM Suriye Bağımsız Soruşturma Müfettişi Carla Del Ponte de, kimyasal saldırılarla ilgili olarak El Nursa teröristlerini suçlamış ve Esad yönetimini aklamıştı.
7 Kasım 2013’te Adana’da bir uyuşturucu ihbarı sonrası yapılan operasyonda, bir tırda 1200 adet roket başlığı bulunması yine sorulara yol açmıştı.
Son olarak Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde MİT’e ait olduğu Valilik yazısıyla belgelenen bir tır konvoyunun silah ve mühimmat yüklü olduğunun ortaya çıkması zaten sıcak suları iyice ısıttı.
ABD ve İsrail’in hedefindeki İHH ve MİT’in Suriye’deki militanlara silah göndermesi ve bunun net bir şekilde belgelenmesi önemli bir gelişme.
SUÇ DUYURULARI YAĞIYOR
Zaten bu yönde resmi girişimler de başladı.
Şam yönetimi 30 Aralık’ta, teröristlerin Suriye’ye girmesini destekleyen ve onlara silah yardımı yapan Türkiye ve diğer ülkelerin sorumlu tutulması için BM Güvenlik Konseyi’ne resmi başvuruda bulundu.
Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar Caferi başvurudan sonra şunları söyledi,
“Türkiye hükümeti, Bab El Havva, Fauz, Ayn El Bayda,Hırbet El Coz, Reyhanlı, Gazali ve Atima bölgelerinden sistematik olarak terörist ve silah geçişlerini sağlıyor. Türkler, Suriye halkına, devlet kurumlarına ve altyapı tesislerine her gün terör saldırısı yapan grupları destekliyor. Teröristler, hastane, okul, Müslüman ve Hıristiyanların kutsal ibadet mekânları, diplomatik temsilcilikler ve hatta okuldaki ve okul araçlarındaki çocuklara bile saldırmaktan çekinmiyor”.
Suriye Daimi Temsilcisi Caferi, mektubun ekine Türkiye-Suriye sınırını geçen 546 Yemenli teröristin ismi kayıtlı bir liste koydu.
Bundan önce de Cenevre -2 konferansı için uzlaşan ABD ve Rusya, Türkiye’yi El Kaide unsurlarına destek vermemesi yönünde defalarca uyardı.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) tarafından yayınlanan geçen yıl yayınlanan raporda, radikal İslami grupların Suriye’ye Türkiye üzerinden giriş yaptıkları ve bu gruplara Türkiye tarafından silah ve taktiksel destek verildiği açık bir şekilde ifade edildi.
Hollanda’da da muhalefetteki aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) Suriye'deki "terörist örgütleri desteklemekle" suçladığı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında, Lahey’de bulunan Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi’nce soruşturma açılmasını istedi.
Son darbe de Suriye muhalefetinden geldi.
Suriye Ulusal Koordinasyon Komitesi’nin (NCC) ülke dışındaki lideri Heysem Menna, 11 insan hakları örgütünün, Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) ''teröre destek vermek ve terör gruplarıyla işbirliği yapmak'' suçlamasıyla şikayete hazırlandığını açıkladı.
Menna, bazılarına kendisinin de üye olduğu bu örgütlerin Türkiye'yi, Suriyeli olmayan kendi ifadesiyle ''terörist'' grupların Suriye'ye girişine kolaylık sağlamak, bunlarla işbirliği yapmak ve bu grupların Türkiye sınırları içinde eğitim görmesine izin vermekle suçladıklarını belirtiyor.
Global Network for Rights and Development / Haklar ve Kalkınma için Küresel Ağ (GNRD) , International Coalition Against War Criminals / Savaş Suçlularına Karşı Uluslararası Koalisyon (ICAWC), Arab Commission for Human Rights / İnsan Hakları Arap Komisyonu (ACHR) adlı örgütlerin de bu 11 yapı arasında bulunduğunu kaydeden Menna'ya göre, Türkiye'den bazı insan hakları grupları da suç duyurusuna destek veriyor.
Bizce bu işin varacağı yer, Türk hükümetine yönelik Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi’nde kapsamlı bir dava açılmasıdır.
Bu davanın yapı taşları her geçen gün ve her yönden pey der pey oluşturulmakta.
Yani içerdeki ayakkabı kutusu operasyonuna dış mihrak diyen Başbakan, asıl dış mihrakı pek yakında görebilir.
Hüseyin Vodinalı

Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=dis-mihraklarin-buyugu-heybede-0401141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

PKK ile işbirliği formülü: "Milletvekillerine özgürlük"

Bireysel çare, Atlantik sistemine hizmet karşılığında uygulanıyor. Bedava çare olur mu? Bunu da herkes biliyor.

04 Ocak 2014 Cumartesi 15:14

pkk_ile_isbirligi_formulu_milletvekillerine_ozgurluk_h20440.jpg
"Barış Açılımı"na hizmet ederek tahliyeye kavuşmanın Ergenekon Davasında iki formülü vardı:

Birincisi, "Gazetecilere özgürlük!"

İkincisi, "Milletvekillerine özgürlük!"

KCK ve benzeri soruşturmalarda, "gazeteci" olarak adlandırılan tutukluların sayısı 60 çevresindeydi.

Tutuklu milletvekilleri içinde altısı BDP üyesiydi ve PKK yandaşı olduklarını her zaman açıkça belirtiyorlar.

"Gazetecilere ve milletvekillerine özgürlük" sloganının iki pratik sonucu vardı: Tutuklu PKK yandaşı gazetecilerin ve tutuklu PKK milletvekillerinin serbest bırakılması. "Barış Açılımı", PKK'nın gazeteciler ve milletvekilleri üzerinden yasallaştırılmasını öngörüyordu. PKK, Mecliste yasal olarak yer alacak ve Meclis grubu güçlendirilmiş olacaktı.

Ergenekon ve Balyoz'da Atlantik ayarı

"Gazetecilere ve milletvekillerine özgürlük" sloganı, Ergenekon tutukluları arasındaki üç-beş gazeteci ve üç milletvekili ile PKK'lı gazeteci ve milletvekillerinin kaderini birleştiriyordu. Ama asıl önemlisi, onların kaderini Türkiye'nin ve Cumhuriyet devriminin geleceğinden koparıyordu.

Zaten bu formülü, Türkiye gündemine sokan ABD Büyükelçisi Ricciardione ve diğer Atlantik sözcüleri oldu. Formül, Ergenekon-Balyoz vb. davalarında Atlantik ayarlamasını öngörüyordu.

Ergenekon Davasında Millî Orduya "kumpas kurulduğunu", altı yıl önce, 22 Mart 2008 günü avukatlarımız aracılığıyla kamuoyuna açıkladık. Ancak kumpas yalnız Millî Orduya kurulmadı; İşçi Partisi Gladyo operasyonunun merkezindeki hedefti. Bunu Savcı Zekeriya Öz, 23 Temmuz 2008 günü ATV televizyonu ana haber bülteninden kamuoyuna ilan etti. Bugün AKP yöneticileri tarafından "Paravan Devletin görevlisi" olduğu belirtilen Savcı, "Ergenekon Operasyonunun merkezinde İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal var" demecini verdi.

'Paravan devlet'in 'gazeteciyim' sloganı

"Gazetecilere ve milletvekillerine özgürlük" sloganı, "Paravan devlet"in, daha doğru deyişle Gladyo'nun sloganıydı. Yurtseverlere kumpas kurulacak ve PKK yasallaştırılacaktı. Abdullah Gül'ün itiraf ettiği ABD Dışişleri Bakanı Powell ile "2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşma"nın bir maddesi de, PKK'nın yasallaştırılması idi. "Barış Açılımı" denen uygulamanın da özü budur.

Biz, bütün gazeteci ve milletvekili arkadaşlara, cezaevi koridorlarında ilk rastladığımız günlerden beri hep ısrarla şunu belirttik: "Ergenekon ve benzeri soruşturmalar; Türkiye'ye, Cumhuriyete, Atatürk'e, ülke bütünlüğüne karşı bir Gladyo tertibidir. Bu soruşturmada hakikat yoktur, yalnız kurgular vardır. Bu nedenle bu davaların sanıkları arasında tek bir suçlu yoktur. Burada kastedilen suçsuzluk kuşkusuz, iddianamedeki suçlamalarla ilgilidir, yoksa insanların hayatları boyunca ne yaptığını bilemeyiz. Gazeteciyim diye kendinizi diğer tutuklulardan ayırmanız yanlıştır..."

Söylemekle kalmadık, "Ricciardione'nin gazetecileri" gibi uyarıcı başlıklarla defalarca bu köşede yazdık.

'Barış Açılımı'nın 'milletvekillerine özgürlük' sloganı

2011 Genel Seçiminden bir süre sonra bu kez "Milletvekillerine özgürlük" formülü gündeme getirildi. İçerde tutukluların yaptığı toplantılarda, Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal dostlarımıza, bu formülle kendilerini tutuklulardan ayırdıklarını, Cumhuriyete, Orduya ve vatan bütünlüğüne yönelen tertibi göğüslemediklerini, hatta o tertibe yarayan bir plana katıldıklarını açık açık ve çok sert ifadelerle belirttik. Bütün tutuklular bu konuşmalarımızı dinlediler ve bize tek tek gelerek doğru söylediğimizi de belirttiler.

2013 Halk Hareketine destek bildirisini imzalamayanlar

2013 yılı Haziran ayında "Gezi Olayları" başladığı zaman, Halk Hareketini destekleyen ve Orduyu AKP iktidarının emriyle halka şiddet uygulamaması için uyaran bir ortak bildiri hazırlandı. İşçi Partisi üyeleri, devrimci aydınlar ve Emekli korgeneraller dahil askerler, bu bildiriyi imzaladı ve bildiri basına verildi (Aydınlık, 19 Haziran 2013).

Bildiriyi iki milletvekili, Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay, CHP yönetiminden gelen talimatla imzalamadı. Milletvekilleri Cumhuriyet aydınlarından koptular.

Mustafa Balbay kardeşimiz, Gezi Olaylarının 2013'ün en önemli olayı olduğunu yazıyor ama halk hareketi yaşanırken, halk hareketinin üzerine askerin sürülmesine karşı tavır alınmasına katılmadı. İki milletvekili diğer tutuklulardan ayrı durmayı seçtiler. Nedenlerini yazarlarsa burada yayınlamaya hazırız. Aydınlık'tan ricamız, o bildiriyi ve imzalayanları tam metin olarak yayınlamalarıdır.

AKP, BDP, CHP ve MHP arasındaki anlaşma

Proje herkes tarafından biliniyordu. CHP ve MHP, "Barış Açılımı"nı yürüten AKP ile milletvekillerini serbest bırakacak bir anlaşma peşindeydi ve elbette PKK/BDP de bu anlaşmanın içindeydi. "Darbeciler temizlensin" sloganı, AKP, PKK, CHP ve MHP'nin ortak sloganı değil miydi? Darbecilerin arasına yanlışlıkla karıştırılan gazeteciler ve milletvekilleri ayıklanmalı, kumpas tam hedefine varmalıydı!

Mustafa Balbay, Sincan Cezaevi'nde Avrupa Heyeti ile görüştükten sonra, "Barış Açılımı" çerçevesinde, açıkça ve altını çizerek "herkesi ama herkesi kapsayacak bir genel af planını" açıkladı. Hemen iki-üç gün sonra AKP liderleri, Abdullah Öcalan'ı da içine alacak bir "genel affın" işaretlerini verdiler. Paslaşmalar çok açıktı. Gol atılacak kale ise, Türkiye kalesiydi.

Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay arkadaşlarımızın tahliyeleri kuşkusuz hepimizi sevindirdi. Ancak tahliyeden sonra Mustafa Balbay'ın yazılı ve görsel basına yaptığı açıklamalar, KCK, BDP tutuklularına selam mesajlarıydı (Aydınlık, bunları toplayıp haber yapabilir). Bu plan başından beri "Gazetecilere ve milletvekillerine özgürlük" söylemiyle yürütülmüştü zaten.

Bireysel çare neyin çaresi

Uygulamayı yıllardan beri kuşkusuz bütün Ergenekon ve Balyoz tutukluları yaşadılar. Büyük çoğunluk, bu planın anlamını biliyordu. Tuzağa düşen kimi gazeteciler ve milletvekilleri ise, bu söyleme bireysel çare olarak sarıldılar. Bunu bu köşede en az on kez yazdık. Gelen gazeteci heyetlerine açık açık söyledik. Gazetecilik, bir duruş, bir kimlik değildi. O kimlik gazetecileri Ali Kemal ile birleştiriyordu ama askerlerden ve Cumhuriyet aydınlarından ayırıyordu. Duruşmalarda 20 metre uzaktan bağıra bağıra da belirttik. Ziyaretimize gelen milletvekillerine de kaç kez anlattık.

Bireysel çare, Atlantik sistemine hizmet karşılığında uygulanıyor. Bedava çare olur mu? Bunu da herkes biliyor.

Hizmetin tanımı da bellidir: PKK ve BDP'nin yasallaşmasına, özgürleşmesine bir formülünü bulup destek olacaksın. Örneğin PKK'yı öven kitap yazabilirsin veya Rojava'da PKK'nın halkın namusunu kurtardığını öven yazılar döktürürsün veya BDP ve KCK tutuklularına özgürlük mesajları verirsin.

Ayağa kalkan halkın çözümü

Sistemin çarelerinde rol üstlenen üstlendi. Ama bugün yürüyen çözüm, ayağa kalkan halkın çözümüdür. Halk, AKP iktidarına ve F Gladyosuna karşı savaşa savaşa en sonunda büyük gerçeği dayattı: Kumpas! Tertip! Orduya ve İşçi Partisi'ne çuval geçirilmek istendi!

Halkın büyük çözümüne güvenenler, kendilerini kumpasa uğrayan Cumhuriyetten, komutanlardan ve İşçi Partisi yöneticilerinden ayırmadılar. Duvarları yıkarak başı dik çıkmanın tek çaresi buydu çünkü.

Doğu Perinçek
Aydınlık/Rota


http://www.ulusalkanal.com.tr/gunde...ormulu-milletvekillerine-ozgurluk-h20440.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Köylüye neden toprak verilmiyor

Dünya yaşama geçirilen tarım politikaları ile küçük ve orta ölçekli işletmelerle gerçekleştirilen aile çiftçiliği yok edilmeğe çalışılıyor. Onların yerine tekelci gıda ve tarım şirketleri tarafından, endüstriyel tarım, bir başka deyişle büyük dev işletmelerle yapılan şirket tarımcılığını ve sözleşmeli tarım modeli öne çıkarılmak isteniyor. Bu modelle bir yandan endüstriyel tohum, ilaç ve kimyasal gübre gibi girdilere sürekli pazar yaratıyorlar, bir yandan da kendilerine bağlanan büyük tarımsal işletmelerin ürünlerini işleyip pazarlıyorlar. Bu durum, çok uluslu şirketlerin gelişmekte olan ülkeleri toplumsal ve siyasal açıdan kolaylıkla denetlenmelerine de olanak sağlıyor.
TARIMDAKİ KÜÇÜK İŞLETMELER, TARIMIN ZAAFI DEĞİLDİR!
Türkiye’de de benzer politikalar sahneye konuluyor. Tarımla doğrudan ilgisiz iyi niyetli kişiler ve hatta mürekkep yalamış kimi sağ ve sol okumuşlar bile,Türkiye’de tarımsal sorunlarının nedenini “Tarımda Küçük İşletmeler ya da Aile Çiftçiliği"ne bağlıyorlar.Bu yaklaşımın sorgulanması gerekiyor.
Aslında,Türkiye’nin tarımda en büyük zaafı, ülkesel anlamda bir tarım politikası olmayışından kaynaklanıyor. İkinci zaafı, çiftçi örgütlerinin güçsüzlüğüdür. Bu bağlamda tarımın zaafı küçüklüğünden değil, ekonomik olarak örgütlenmenin neredeyse olmayışından ileri geliyor.
Dev tarımsal işletmeler ile aile çiftçiliği arasında yapılan karşılaştırmalarda,verimlilik katsayısını öne çıkaranlar var.Bununla birlikte uzmanlar, işletmelerin verimlilik açısından karşılaştırılmasında,salt işçiliği dikkate alan verimlilik katsayısı yerine, toplam etmen verimliliğinin dikkate alınması gerekliliğini dile getiriyorlar. Toplam etmen verimliliği ise katma değer ya da net gelirin sosyal fırsat maliyetleri ile değerlendirilmiş olan üretim etmenlerinin toplamına bölünmesiyle bulunuyor. Gelişmekte olan ülkelerde emek daha bol, dolayısıyla fırsat maliyeti daha düşük olmasına ek olarak toprak ve sermayede daha düşük maliyetlidir. Bu nedenle küçük işletmeler daha yüksek bir toplam verimliliğe sahip olmaktadırlar .
Diğer yandan küçük işletmelerin ölçek sorunu, kamu yatırım ve hizmetlerinin sağlanması ve kooperatifleşme ile aşılabilmektedir. Örneğin, devlet sulama tesisleri, girdilerin tamamında desteklemeler, yine girdi ve çıktıların değerlendirilmesinde kooperatifleşme, ortak makine parkları gibi.
KÖYLÜLERİN TOPRAK EDİNME HAKKI ENGELLENMEMELİ!
Sırası gelmişken bir tartışmayı da burada yapmak gerekiyor; Tarımda işletme büyüklüğü ve mülkiyetin kime ait olması konusunda doğru seçenek nedir?
Geçmişte reel sosyalist ülkelerde de kapitalist işletme modeli, kapitalizm ile yarışmada temel alınmıştı. Bu anlamda sovhoz ya da kolhoz denilen büyük işletmeler devreye sokuldu, küçük ve orta ölçekli işletmeler dışlandı. Anılan işletmelerde, endüstriyel tarımın sakıncaları yanında, ortaya çıkan en önemli konu, tarım işçilerinin yabancılaşması oldu. Çünkü işletmelerin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi yaklaşımı, köylülerin toprak edinme hakkı ve isteğinin önüne geçemedi.
Özce,ister kapitalist, ister reel sosyalist ülkelerde dev işletmeler modeli yerine, insanlara toprak edinme hakkı sağlayan ve aile işgücünün egemen olduğu küçük ve orta ölçekli işletmeler modeli, insan doğasına şimdilik daha uygun bir model olarak ortadadır.
Türkiye gibi ülkelerde, sorunun toplumsal yanı da vardır. İşin bu yanı ihmal edildiği için kırlar boşalmakta, kentlere gelen insanlara sanayi ve hizmetler sektöründe yeterli iş yaratılmadığı için işsizlik ve yoksulluk artmaktadır. "Tarımda Küçük İşletme Kalmasın” diyenler bütün bunları düşünmek zorundadır.
İşletme ölçeği ile ilgili iki anımsatma yaparak yazımı bitireceğim. Bunlardan birincisi AB’ de işletme büyüklüğü ile bilgilerin saptırılmasıdır. Bu konuda bir art niyet olduğu görülmektedir. AB’de dev işletmeler yaygın değildir. Örneğin süt inekçiliği açısından büyük işletme olarak kabul edilen 100 baş ve üzeri işletmelerin payı Fransa’da %1, İtalya’da %4, Almanya’da %3,8, Polonya’da binde 1’dir. Bu ülkelerde Türkiye’ye göre biraz daha büyük, ancak Türkiye’deki gibi aile işletmeleri egemendir. Sorunlarını, kooperatifleşme ile çözmüşlerdir. İkincisi şudur; Türkiye’de süt sığırcılığında kriz olduğunda kapananlar önce büyük işletmeler olmaktadır. Köylü işletmelerin hayvan sayıları azalmakla birlikte, varlıklarını devam ettirmektedirler.
Prof.Dr.Mustafa Kaymakçı
[email protected]
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=koyluye-neden-toprak-verilmiyor--0501141200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Köylüye neden toprak verilmiyor

Dünya yaşama geçirilen tarım politikaları ile küçük ve orta ölçekli işletmelerle gerçekleştirilen aile çiftçiliği yok edilmeğe çalışılıyor. Onların yerine tekelci gıda ve tarım şirketleri tarafından, endüstriyel tarım, bir başka deyişle büyük dev işletmelerle yapılan şirket tarımcılığını ve sözleşmeli tarım modeli öne çıkarılmak isteniyor. Bu modelle bir yandan endüstriyel tohum, ilaç ve kimyasal gübre gibi girdilere sürekli pazar yaratıyorlar, bir yandan da kendilerine bağlanan büyük tarımsal işletmelerin ürünlerini işleyip pazarlıyorlar. Bu durum, çok uluslu şirketlerin gelişmekte olan ülkeleri toplumsal ve siyasal açıdan kolaylıkla denetlenmelerine de olanak sağlıyor.
TARIMDAKİ KÜÇÜK İŞLETMELER, TARIMIN ZAAFI DEĞİLDİR!
Türkiye’de de benzer politikalar sahneye konuluyor. Tarımla doğrudan ilgisiz iyi niyetli kişiler ve hatta mürekkep yalamış kimi sağ ve sol okumuşlar bile,Türkiye’de tarımsal sorunlarının nedenini “Tarımda Küçük İşletmeler ya da Aile Çiftçiliği"ne bağlıyorlar.Bu yaklaşımın sorgulanması gerekiyor.
Aslında,Türkiye’nin tarımda en büyük zaafı, ülkesel anlamda bir tarım politikası olmayışından kaynaklanıyor. İkinci zaafı, çiftçi örgütlerinin güçsüzlüğüdür. Bu bağlamda tarımın zaafı küçüklüğünden değil, ekonomik olarak örgütlenmenin neredeyse olmayışından ileri geliyor.
Dev tarımsal işletmeler ile aile çiftçiliği arasında yapılan karşılaştırmalarda,verimlilik katsayısını öne çıkaranlar var.Bununla birlikte uzmanlar, işletmelerin verimlilik açısından karşılaştırılmasında,salt işçiliği dikkate alan verimlilik katsayısı yerine, toplam etmen verimliliğinin dikkate alınması gerekliliğini dile getiriyorlar. Toplam etmen verimliliği ise katma değer ya da net gelirin sosyal fırsat maliyetleri ile değerlendirilmiş olan üretim etmenlerinin toplamına bölünmesiyle bulunuyor. Gelişmekte olan ülkelerde emek daha bol, dolayısıyla fırsat maliyeti daha düşük olmasına ek olarak toprak ve sermayede daha düşük maliyetlidir. Bu nedenle küçük işletmeler daha yüksek bir toplam verimliliğe sahip olmaktadırlar .
Diğer yandan küçük işletmelerin ölçek sorunu, kamu yatırım ve hizmetlerinin sağlanması ve kooperatifleşme ile aşılabilmektedir. Örneğin, devlet sulama tesisleri, girdilerin tamamında desteklemeler, yine girdi ve çıktıların değerlendirilmesinde kooperatifleşme, ortak makine parkları gibi.
KÖYLÜLERİN TOPRAK EDİNME HAKKI ENGELLENMEMELİ!
Sırası gelmişken bir tartışmayı da burada yapmak gerekiyor; Tarımda işletme büyüklüğü ve mülkiyetin kime ait olması konusunda doğru seçenek nedir?
Geçmişte reel sosyalist ülkelerde de kapitalist işletme modeli, kapitalizm ile yarışmada temel alınmıştı. Bu anlamda sovhoz ya da kolhoz denilen büyük işletmeler devreye sokuldu, küçük ve orta ölçekli işletmeler dışlandı. Anılan işletmelerde, endüstriyel tarımın sakıncaları yanında, ortaya çıkan en önemli konu, tarım işçilerinin yabancılaşması oldu. Çünkü işletmelerin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi yaklaşımı, köylülerin toprak edinme hakkı ve isteğinin önüne geçemedi.
Özce,ister kapitalist, ister reel sosyalist ülkelerde dev işletmeler modeli yerine, insanlara toprak edinme hakkı sağlayan ve aile işgücünün egemen olduğu küçük ve orta ölçekli işletmeler modeli, insan doğasına şimdilik daha uygun bir model olarak ortadadır.
Türkiye gibi ülkelerde, sorunun toplumsal yanı da vardır. İşin bu yanı ihmal edildiği için kırlar boşalmakta, kentlere gelen insanlara sanayi ve hizmetler sektöründe yeterli iş yaratılmadığı için işsizlik ve yoksulluk artmaktadır. "Tarımda Küçük İşletme Kalmasın” diyenler bütün bunları düşünmek zorundadır.
İşletme ölçeği ile ilgili iki anımsatma yaparak yazımı bitireceğim. Bunlardan birincisi AB’ de işletme büyüklüğü ile bilgilerin saptırılmasıdır. Bu konuda bir art niyet olduğu görülmektedir. AB’de dev işletmeler yaygın değildir. Örneğin süt inekçiliği açısından büyük işletme olarak kabul edilen 100 baş ve üzeri işletmelerin payı Fransa’da %1, İtalya’da %4, Almanya’da %3,8, Polonya’da binde 1’dir. Bu ülkelerde Türkiye’ye göre biraz daha büyük, ancak Türkiye’deki gibi aile işletmeleri egemendir. Sorunlarını, kooperatifleşme ile çözmüşlerdir. İkincisi şudur; Türkiye’de süt sığırcılığında kriz olduğunda kapananlar önce büyük işletmeler olmaktadır. Köylü işletmelerin hayvan sayıları azalmakla birlikte, varlıklarını devam ettirmektedirler.
Prof.Dr.Mustafa Kaymakçı
[email protected]
Odatv.com


http://www.odatv.com/n.php?n=koyluye-neden-toprak-verilmiyor--0501141200
 
Üst