Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.
Hasdal'ın dağlarında çiçekler açar
16 Ekim 2013, 15:02
Halil Nebiler
BİR BAYRAM SABAHINDA BİRBİRİNİN BAYRAMI OLMAK...
Arabayı tam annemin evinin önünde durdurdum. Vitesi boşa aldım, el frenini çektim, kontağı kapatmadan telefon çaldı. Açtım:
- Halil bey, müsaitseniz bekliyoruz.
Bu benim beklediğim haberdi. Hasdal Askeri Cezaevi'nde bayram görüşüne girebilecektim. İzin çıkmıştı. Kontağı kapatmadan arabadan indim. Deniz elimi öperken, "Baba, yoksa gidiyor musun?" diye sordu. Geleceğimi söyledim. Harçlığını verdim. Seda'ya, "Anneme durumu anlat, akşama gelip elini öpeceğimi söyle" dedim, öptüm, arabaya bindim. Saat 09.30... Görüş saat 10.00'da. Otobana çıktım. Zaman ilerliyor. Baktım olmayacak, güvercin donuna girdim, Hasdal'a doğru uçarak gidiyorum. Kentin binalarından uzaklaşıp ormana vurdum. Altımda ağaçlar, ağaçlar. Kulaklarımda Quinn Margot filminin müziği. Biraz sonra kışla, kışlanın içinde cezaevi göründü.
Bir futbol sahasının çeyreği kadar bir alanda toplanmıştı insanlar. 25-30 masanın çevresine oturmuşlar konuşuyorlar, yeni gelenler birbirlerine sarılıyor, gülüşüyor ya da ağlaşıyorlardı. Alanın bir kenarına kondum. Güvercin donundan çıkarken ilk Abdullah Paşa gördü beni. Abdullah Gavremoğlu. Açık mavi bir gömlek, sırtına atıp boynuna bağladığı bordo renkli ince bir kazak, çakı gibi bir paşa. Yüzü gülerek karşıladı. Öptü. Hoş geldin dedi. Ben geçmiş olsun mu yoksa iyi bayramlar mı demeyi kararlaştıramamışken kafamda, "Sıkma kendini, biz iyiyiz, önemli olan artık sizin daha iyi olmanız" diye moral verdi bana. Gülüştük.
Biz ayak üstü sohbet ederken karşıdan bol ve uzun saçlı, profesör sakallı, çık renkli kareli bir gömlek ve bol tebessümlü biri, kollarını açmış hızla yaklaşıyordu. "Hoş geldin hocam, hoş geldin" diyordu. Sarıldık. Gencecik bir adam... Gülen, kahkaha atan biri. Kendini tanıttı: Can Amiral ben...
Tutamadım kendimi. "Bahriye bu kadar genç insanları mı Amiral yapıyor?" diye sordum. Bir kahkaha daha Can Amiral'den. Ellibir yaşındayım hocam, dedi. Benden bir yaş küçük. Nasıl yani? Gülüşüp duruyoruz. Başka bir ortamda olsak, "Aslan parçası, bi gelsene" diye çağırabileceğim kadar genç duruyor. Yargıtay kararlarıyla ilgili birşeyler söylüyor. Tahmin edebilirsiniz, tekrar etmeyeyim. Yanımıza küçük kızı, eşi geliyor.
GAZETELERDE BU SABAH BİR FOTOĞRAF VAR... CEZAEVİNDE BAYRAM GÖRÜŞMESİ
(Önce ortamı anlatayım. Cezaevine demir kapıların ardından demir parmaklıklı kapıların koruduğu bir yerden giriyorsunuz. Koridordan girince soldaki ilk salonda 4-5 masa var. Hemen kapının dibinde SAT'çı Kemalettin Yakar komutan, küçük kızı ve eşiyle oturuyor. Ortadaki masada "bizim genelkurmay başkanı" Mehmet Ali Çelebi, babası, annesi, nişanlısı, ağabeyi, amcaoğlusu ve diğer akrabaları, 8-10 kişi olmuşlar konuşuyorlar.
Koridorun ortasından bahçeye çıkılıyor. Dediğim gibi, bir futbol sahasının çeyreği kadar bir alan. Parklardaki ağaç masalar ve sıralar. Masalara, eşlerin getirdiği rengarenk, pırıl pırıl örtüler serilmiş. Hepsinin üstüne plastik ya da kağıt tabaklar konmuş. Tabakların içinde dolmalar, mücverler, köfteler, börekler, tatlılar. Özenle hazırlanmış ev yemekleri hepsi. Aileler birbirilerine, diğer ailelere sarılıyorlar.
Hemen yan tarafta zannederim tenis kortu, ya da benzeri amaçlı bir alan var. İki ucunda iki basket potası olduğuna göre spor sahası olarak kullanılıyor. Çocuk her yerde çocuk. Çocuklar bu alanda top oynuyor koşuşturuyor. Daha küçük çocuklar, ailelerinin hemen elinin altındaki çocuk arabalarında uyuyor. Dünya umurlarında değil. Ne Yargıtay, ne müebbet, ne 16 yıl hapis. Uyuyorlar. Dağlarca yazmış ya: Çocuklar korkunç Allah'ım/ Elleri, yüzleri, saçları/ Bebek yaparlar haçları/Kıvrılmış uyuyorlar/Yok sana ihtiyaçları... İşte öyle)
Naci Paşam, Emekli General Naci Beştepe mihmandarlık yapıyor bana. Bir masaya yaklaşıyoruz. Üç kişi oturmuş. Pembe, pespembe giyinmiş sapsarı bir kız çocuğu elinde topu, babasının elini çekiştiriyor. Babası Şirinyer'den yeni gelmiş Hasdal'a. Jandarma Hamza Kaya. Eşi ve kayınpederi oturuyor. Hamza komutan bize durumun anlatıyor. Şirinyer'de ifadesini vermiş. Duruşmalardan vareste tutulmayı isteyip buraya gelmiş. Eşi kanser. Hamza Kaya anlatacak ama, kızı Damla sürekli çekiştiriyor. Oynamak istiyor çocuk. Görüyorum. Haydi oyna Hamza, diyorum, ben yine gelirim sana. Hamza, birkaç metre ileriye gidiyor. Damla topu yere koyuyor ve babaına doğru vuruyor küçücük ayağıyla. Yüzünde güller açıyor. Babasıyla oyun oynuyor ya, mutluluk bu. Hamza da öyle. Bense, ağlamamak için ufak ufak kaçıyorum yanlarından. Buradaki çocuklardan kim bilir kaçına aynı yalan söylenmiştir.
- Babanın işyerine, oyun oynamaya gidiyoruz yavrum.
ÖZLÜK HAKLARI, YENİ CEZAEVLERİ, GENELKURMAY'IN TAVRI
Bizimle de kendi aralarında da genellikle bu konuları konuşuyorlar. Emeklilik hakları ne olacak? Genelkurmay, Yargıtay kararından bir gün sonra bazı formlar dağıtmış. Emeklilik hakları dolanlar hemen emekli olsun, hakları kaybolmasın diye. Bazıları büyük tepki gösteriyorlar. Sen bizi sahipsiz bırak, sonra hakkımı savunuyormuş gibi form gönder, istemiyorum senin emekliliğini, diyenler bile var. Hemen hepsi, Hasdal'dan bir, birbuçuk ay sonra değişik cezaevlerine dağıtılacaklarını biliyorlar. Tercih yapmaya çalışıyorlar. Ailelerine neresi daha yakın, neresi daha uygun olur diye cezaevinden cezaevi beğenmeye çalışıyorlar. Hiç biri Silivri'ye gitmek istemiyor. Mahkeme anıları ağır basıyor çünkü.
Ve hemen hepsi, Genelkurmay'ın, üst komutanlığın tavrını çeşitli dozlarda eleştiriyorlar. Silah arkadaşlığından meslektaşlığa bir sıralama yapıyorlar ve üst komutanlığın, Atatürk'ün mirası üniformayı taşıyamadığını söylüyorlar.
REDDİ HAŞİM HAKKIMI KULLANIYORUM...
Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, bütün haşmetiyle gülümsüyor karşımda. Yahu bu adamlar nasıl bu kadar müthiş gülümseyebiliyor. Hayret ediyorum. Türkşen, şu Kardak kahramanı. Sarılıyor, öpüyor, anlatıyor. Sözünü kesiyorum.
-Nasıl çıktınız kayalıklara komutan? Hani şu Özcan Deniz'in filmi var. Kayalıkların bir ucundan Yunanlı subay çıkıyor, bir ucundan siz. Öyle mi?
- Yok, hayır diyor. O hikayeyi yeni kitabımda anlattım. Bir aya kadar yayınlanacak Kaynak Yayınları'ndan.
Müthiş. Başlıbaşına film. Dayanamayıp, "Kitap çıkmadan okumanın çaresini" soruyorum. Gülüyor. Sonra başlıyor anlatmaya:
"Yargıtay kararının akşamı. Eş, dost, akraba, arkadaş kalabalığı akşam saatlerinde Hasdal'ı terk ettikten ve özgürlüklerine kavuşan arkadaşlarımızı alkışlar eşliğinde Hasdal'dan uğurladıktan sonra, Balyoz darbe planının yalın gerçeği, fiziki olarak da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sağım denizci, solum denizci olunca gayri ihtiyari şu soruyu soruyorum en yakınımdaki arkadaşlarıma: -Yahu, hiç mi karacı kalmadı aramızda?
Ne zannettin, diyorlar. Meğer günün telaşı içinde fark edememişim. Sadece Hasdal değil, diğer cezaevlerinde de tek bir muvazzaf karacı kalmamış meğer. Hasdal'da kala kala Balyoz davası hükümlüsü 43 denizci iki de jandarma subayı, 45 kişi kalmışız. Yani darbeyi Deniz Kuvvetleri ve Hava kuvvetleri yapmış. Dünyada bir ilk."
Ali Türkşen, Akif Beki'nin bir yazısına atıfta bulunarak, kendi durumuna da açıklık getiriyor:
"Akif Beki ve benzeri Allah'tan korkmaz, kuldan utanmazlar. Allah öncelikle hepinize akıl fikir versin. Madem bir yalanın peşinde sürükleneceksiniz, biraz zeka parıltısı gösterin de inandırıcılığınız artsın. Siz bana, yargılamanın ilk gününden bu yana resmi belgeyle ispatlanmasına karşın, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen'in TRT kameraları kayıttayken ve bütün gün dalıştayken, nasıl dijital veri hazırlamış olabileceğini, bu şekliyle de 16 yıl hapis cezasını almaya nasıl hak kazandığını bir anlatıverin önce de ondan sonra memlekete nasıl demokrasi gelecek, hep beraber bir yol bulalım."
ALLAHTAN O TARİHTE KANSERİM, HASTANEDE YATIYORUM!..
Aslında Türkşen'in gerçeğine benzeyen çok öykü var burada. Bir komutan özetle, "Düzenlediğim iddia edilen dijital belgenin oluşturulma gün ve saatinde ben allahtan kanserim ve hastanede yatıyorum, buna rağmen mahkum oldum" diyor.
Suçsuzluğunu kanıtladığı için kanser olup hastanede yattığına şükredebilmek nasıl bir kara mizahtır, muhataplarını Nasrettin Hoca'ya havale ediyorum.
Bir başka komutan, Deniz Kurmay Albay Aykar Tekin, hikayesini anlattığı süre boyunca iki elimi elleriyle tutarak, ayakta, gözlerimin içine bakıyor. Keşke herkes herkesin gözlerinin içine böyle rahat bakabilse. İlk tutuklandığında Somali'ye yardım götüren geminin komutanı. Hani Başbakan, Başbakan'ın eşi, Ajda Pekkanlar filan gitmişti. Hatırladınız mı? Gemide, devletin beş buçuk milyon doları var. Mogadişu limanına yanaştıklarında öğreniyor tutukluluğu. Elinin altında beşbuçuk milyon dolar. Dünyanın hiç bir devleti, beşbuçuk milyon doları olan adamı iade etmez. Bu, görevini yapıyor. Dağıtılmayan iki milyon dolar kadar bir parayla birlikte Türkiye'ye dönüp tutuklanıyor.
İkinci tutukluluğunu Hint okyanusunda öğreniyor. Denizaltı bir limana yanaşıyor. Tekin komutan telefonla biletlerini ayarlıyor. Yola çıkıyor. Yolda kum fırtınası. Herkes arabayı sağa çekmiş. Kiraladığı aracın şöförü, "Sör, uçağa yetişeceksiniz ama, kum fırtınası var, çekelim mi sağa?" diyor. Hayır. Devam ediyorlar. Uçağa yetişiyor. Türkiye'ye geliyor. Tutuklanıyor.
Kaçamazdım Halil Bey, diyor komutan. Benim babam dedemin diktiği zeytini yedi, ben babamın, benim çocuklarım benim diktiğim zeytinleri yiyecek. Bu topraklar böyle topraklar. Vatanım benim burası.
Tekin komutanın masasında annesiyle babası. Baba daha önce kalp ameliyatı olmuş. Kanser. Oğlunu o güne kadar görevde sanıyor. Bayramdan bir gün önce söyleyebiliyorlar Aykar Tekin'in durumunu. Baba ve anne öyle vakur. Anne, ellerime sarılıyor, ama rica etmiyor, yalvarmıyor. Dimdik. "Gazeteci oğlum, benim oğlum suçsuzdur, beni konuşturacaksın Ulusal Kanal'da" diyor. Baba, cezaevinden ayrılırken oğluna, diğer hükümlülere, Naci Beştepe Paşa'ya ve bana hep aynı şeyi söylüyor. Tek cümle:
- Dirayetli olun.
CEZAEVİNDE BAYRAM HARÇLIĞI VERDİM
Kırk altı hükümlünün kendisini ve ailesinin birelerini dinleyin, 4 yüzden fazla film, bir o kadar roman, bir o kadar tiyatro oyunu çıkar. Levent Kırca dışında, bu ülkenin sanatçıları neyle uğraşır anlamam. Deniz Albay Zafer Murat Sarı, Aksaray'lı. Aslan gibi iki oğlu var. Kırmızı kafalı olanı Umutcan, karakafalı olanı Uğurcan. Eşi Sevda dimdik duruyor kocasının yanında. Zafer komutan en feci hukuki sonucu bile Edith Piaf gibi yumuşacık, gülerek anlatıyor. Diyarbakır'ın meşhur burma kadayıfını yiyoruz beraber.
Saçlarını arkada at kuyruğu yapmış, güneş gözlüklerini çıkartınca yakışıklılığı daha bir belirginleşen SAT Binbaşı Eren Günay'ın üç yaşındaki yeğeni Sarp, ortalığı kırıp geçiriyor. Ön sol ayağı sarılıp bantlanmış siyah bir köpek var yakınımızda. Sarp, cezaevinin dikenli tellerini gösteriyor. Köpeğin ayağına dikenli tellerin battığını dili döndüğünce anlatıyor. Gerçekten de öyleymiş. Önceleri yerde, kapı altlarında da dikenli teller varmış. Köpek ayağını orada yaralamış. Her gün gelir, bir görevlinin önüne durur, ön sol ayağını uzatır, pansuman yapılmasını beklermiş hayvan. Çocuk, cezaevinin dikenli tel gerçeğini kavramış, bize anlatıyor.
Ee, bu gün bayram. Sarp da çocuk. Eren binbaşı mıydı, yakınlarından biri mi, beni göstererek, "Sarp, amcanın elini öpmeyecek misin?" diye soruyor. Küçücük eliyle elimi tutuyor Sarp, öpüp alnına götürüyor. Bir alkış. Dilerim, Sarp'a verdiğim harçlık, bir çocuğa cezaevinde verdiğim ilk ve son bayram harçlığı olur.
Bayramda insanlar birbiriyle bayramlaşır, değil mi? Öyledir. Ya da ben de öyle sanıyordum. Öyle değilmiş. Öyle bir bayram sabahı yaşadım ki Hasdal'da...
Bayramlaşmadı insanlar o sabah. Birbirinin bayramı oldular.
Haydi bakalım. Bütün bunlardan sonra.
Şimdi.
Bayramınız kutlu olsun...
http://www.ulusalkanal.com.tr/hasdalin-daglarinda-cicekler-acar-makale,1655.html