Begendiğiniz köşe yazıları.

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Para Sayma Makinesi Ve Kuran

26 Aralık 2013, 11:59

yilmazyunakfoto.jpg
Yılmaz Yunak

Bir insanın evinden para sayma makinesi çıkar mı?
Çıkar!
Ne var bunda!
Adamın parası çok, eliyle sayamıyor, makine kullanıyor, gayet normal.
Peki, aynı adamın evinden 6 adet kasa çıkar mı?
Çıkar!
Parası çok, koyacak yer bulamıyor; herkes gibi o da ayakkabı kutusunun içine mi saklamalıydı yani!
Bunların hepsi normal.
Belki normal olmayan, bu tip adamların, daha dünün çulsuz bedevileri olması.
Birdenbire öyle zengin olmuşlar ki ve zenginlikleri öylesine bir karaparadan oluşuyor ki, bankaya koyup iz bırakmak istemiyorlar.
Bu sistem içinde, buraya kadar her şey gayet normal.
Kim olsa aynı şeyi yapar.
Peki, normal olmayan ne?
Bakalım…

*** *** ***

Bu fakirin ötedenberi altını kalın kalemle çizerek beyan ettiği bir şey var:
Namaz kılan adamdan kimseye zarar gelmez.
Çünkü namaz kılan adam bunu tertemiz iradesiyle yapmakta ve kendiniYaratıcı’sına teslim etmektedir.
Hırsızlık bu adamın aklından bile geçmez; çünkü sonuçlarının ne olacağını gayet iyi bilir.
Kaldı ki kamu malından çalmak…
İşte, bu son olaylarda normal olmayan, anormal olan bu:
Paralarını ayakkabı kutusunda saklayan veya evinde para sayma makinesi ile 6 adet para kasası çıkan bu adamlar namaz kılıyorlar ve Allah’ı ağızlarından düşürmüyorlar.
Bu garip!
Yoksa değil mi?
Bakalım…

*** *** ***

Rüşvete ve yolsuzlukta “kamu hakkı gaspı” mevcuttur.
Yani gasp edilen şey kamunun hakkıdır.
Yoksula, yetime, işsize, fakir fukaraya gitmesi gereken şey, yani kamunun hakkı gasp edilmekte, tüm halkın alın teri birkaç sülüğün cebinde, daha doğrusu kasasında birikmektedir.
İşte gariplik buruda başlamaktadır.
Yukarıda, namaz kılan adamdan kimseye zarar gelmez, dedik.
Peki, bunlar, yani bu namaz kılanlar bunu nasıl ve neden yapmaktadırlar ve bunun göksel bir yaptırımı var mıdır?
Vardır!
Kuran bunu tespit etmiştir!
Bunun, yani bu namaz kılanların kamunun parasını gasp etmeleri, “dini yalan saymaları”ndan kaynaklanmaktadır. (Mâûn Suresi, 1. ayet)
Din yalan sayıldığında ise, kılınan namaz namaz olmaktan çıkmakta, bir gösteriş aracına dönüşerek mukaddes hüviyetini kaybetmektedir.
Din yalan sayıldığında, namaz kılan insanların halkın alın terini gasp etmeleri gayet normaldir.
Bunlar, servet arzusu yüzünden öylesine katıdırlar ki (Âdiyât, 8), bu uğurda yetimi dahi itip kakmakta hiçbir sakınca görmezler. (Mâûn Suresi 2. ayet)
Bunlar, yoksulu doyurmayı özendirmezler; sadece kendilerine pay aktarırlar. (Mâûn Suresi, 3. ayet)
Peki, Allah bunların namazlarını kabul eder mi sizce?
Tabii ki hayır!
Allah, bırakın bu namazları kabul etmeyi, bunların namazlarına lanet okumaktadır. (Mâûn Suresi, 4. Ayet)
Bunlar namaz kılmaktadırlar, ama bu namazlarından gaflet içindedirler. (Mâûn Suresi, 5. Ayet)
Bunlar, bu namazlarıyla riya yapmakta, bunu bir gösteriş aracı kılmakta (Mâûn Suresi, 6 ayet), kitleleri Allah ile aldatmaktadırlar. (Fâtır Suresi, 5. ayet)
Ve en önemlisi, Allah, bu namaz kılan adamların kamu hakkının yerine ulaşmasına engel olduklarını tespit etmektedir. (Mâûn Suresi, 7. Ayet)

*** *** ***

Çok iyi bilinen bir vakıadır.
Allah’ın Elçisi, kamu hakkından çalanların cenaze namazını kılmazdı.
Ve bunu da Âli İmran Suresi’nin 161. Ayetiyle temellendirirdi.
“Her kim hıyanet eder, kamu malından bir şey aşırırsa, aşırdığını kıyamet günü yüklenip getiririr.”
Ne diyor ayet.
“Hainlik edip!”
Allah’a hıyanet eden adamın namazı kabul olur mu; bu adam namaz kılıyor sayılabilir mi!

*** *** ***

Demek ki bu işte hiçbir gariplik yok.
Size, bana garip gelebilir, ama Kuran ve Sünnet bunu tespit etmiş ve zapturapt altına almış.
Kamu malından bir şey aşıranların bu gösteriş namazları kendilerine lanet olarak dönmekten başka hiçbir işe yaramaz.
Evet, bunlar hem namaz kılmakta, hem de aşırdıkları paraları saymak için evlerinde para sayma makinesi bulundurmaktadırlar.
Kuran’a göre bunda hiçbir gariplik yoktur.
Bunlara bu kamu hakkı talanını bu sistem yaptırmaktadır.
Peki, kamu hakkından aşırmayı olanaksız hale getiren, bunu pratikte dahi geçersiz kılan bir sistem kurmak mümkün müdür?
Kuran bunu tespit etmiş; şimdi sıra Türk halkındadır.
Hiç kuşkunuz olmasın; basiret galebe çalacaktır.
Ortalığı kaplayan bu toz dumanın ardında devrimin ışığı belirmeye, ayak sesleri duyulmaya başlamıştır.
Kutlu günler yakındır.
Allah’a emanet olun…


Yılmaz Yunak
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/para-sayma-makinesi-ve-kuran-makale,1891.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Uygar yaşam ve eğitimde gericilik

25 Aralık 2013, 11:22

hgunes.jpg
Hasan Güneş

Uygarlık, bir halkı başka halklardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan, yaşayış biçimlerinin, kullanılan aletlerin çalışma biçiminin yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal etkinliklerin, sayısal ve toplumsal örgütlenme biçimi olarak bilinmektedir. Uygar topluluk içinde gelişme yolunda hayli ilerlemiş; ideal ölçülere çok yaklaşmış bir topluluk olarak anlaşılmaktadır.

Uygarlık yaratılırken, eğitim en az diğer toplumsal kurumlar kadar önem taşımaktadır. Kurum olarak eğitim, toplumsal, ekonomik ve ekonomik işlevleriyle çağdaş yaşama katkı sunmaktadır.

Eğitim alanı, bilinçli tüketiciler yetiştirerek ekonomik, bilinçli seçme seçilme yaşantıları sağlayarak, toplumsal normları aktararak toplumsal düzeni sağlama ve yenilikçi bireyler yetiştirerek çağdaş yaşama katkı sağlamaktadır. Cumhuriyet değerlerini koruma ve çağdaş uygarlığı sürdürmede, eğitim sistemimiz, Atatürk dönemi hariç, genel olarak muhafazakâr hükümetler döneminde darbe almıştır.

Atatürk, cumhuriyetin ilk yıllarında, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmada, var olan toplumsal kurumların ve yapının yenilenmesine inanmıştır. Atatürk bu nedenle,toplumsal, ekonomik, siyasi kurumlara ek olarak eğitimde yenilenmenin, önem taşıdığını, uygulamalarıyla gösterdiği görülmektedir. Süreç içerisinde, geleneksel özü karşısında devrimci, ilerici bir kimlik kazanmıştır. Atatürk dönemi sonrası, genel olarak, muhafazakâr hükümetler döneminde, eğitim açısından, uygarlık adına ne varsa bilinçli olarak, adım adım yok olduğuna tanık olmaktayız.

Uygarlık yolunda, eğitimde gerici hareketlerin, 1950-1960 tarihleri arasında fiilen Demokrat Parti(DP) döneminde başlatıldığı, yapılacak bir inceleme sonucu ortaya çıkabilir. Gerçekten de bu dönemde, imam-hatip okullarına hız verilmesi, Halkve Odaları gibi Türkiye cumhuriyetinin kök salmasına ve devamına yönelik bu kurumlar kapatıldığını görmekteyiz. Yine, bu dönemde, Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Eğitimde yaşanan olumsuzlukların en acı gerçeği, ülkemizin toplumsal ve ekonomik yaşamına uygunbir model olan köy enstitülerinin kapatılmasıdır.

1960 Askeri yönetim döneminde birtakım olumlugelişme hariç, özellikle 1980 sonrası muhafazakâr hükümetler döneminde de, eğitimde olumsuz gelişmeler, görülmektedir. Dini eğitimin yaygınlaştırılması, denetim dışı kuran kurslarının açılması, uygar yaşamın temel ekseni olan laikliğin içini boşaltılması, yoğunluklu olarak bu döneme rastlamaktadır.

Diğer taraftan, AKP döneminde, diğermuhafazakar hükümetler döneminde görülmeyecek kadar eğitimde gerileşme hareketleri kendini göstermiş ve devam etmektedir. Bu eğitimsel gerici hareketlerin olumsuz sonuçları, uygarlık adına sorgulanmış, eleştirilmiş ve eleştirilmeye devam edilmektedir.AKP hükümetleri döneminde, çağdaş yaşam açısından eğitimsel gerileşme hareketleri kitap/kitapları kapsayacak içeriktedir.. Bu nedenle, izleyen satırlarda bu eğitimsel değişmelerin belli başlılarına değinilmektedir.

Eğitimde dinselleştirme uygulamaları, AKP döneminin dinselleştirme uygulamaları bu dönemin temel özelliklerinden biridir. Yine, pedagojik açıdan çok ciddi sakıncaları bulunan kuran kurslarında, yaş sınırı kaldırılmıştır. Yine, AKP Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, dini kitaplarıyla tanınan yazarların kitapları, öğrencilerin alıp okumaları özendirilmiştir. Kutlu doğum haftası, geçtiğimiz yıllardan itibaren, Milli Eğitim genel gesyle uygulanarak dini siyasete alet edilmiştir. İlköğretim e başlama yaşında, çocuğun zihinsel gelişimi yanında, fiziksel, toplumsal ve psikolojik gelişmesi dikkate alınmayarak ilköğretime başlama yaşı öne çekilmiştir. Başka bir ifadeyle, bilimsel gerçekler bilinçli olarak göz ardı edilmiştir.

Soruyorum? Özellikle muhafazakar partilerin oluşturduğu bu ortamda, çağdaşlık adına yeterli ölçüde bilinçli, üretici, tüketici, seçmen ve seçilen olabilir mi? Başka bir ifadeyle, uygar yaşam için çaba gösteren bireyler olabilir mi? Yine de yasaklamalara rağmen Mersin, Mezitli’deki Muhittin Develi İlköğretim okulundaki çocukların,23 Nisan’da Atatürk tişörtleri ve bayraklarla yürüyen öğrencileri görünce geleceğimiz için çağdaşlık uygarlık adına umudumuzu yitirmeyelim diyorum.

Hasan Güneş
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/uygar-yasam-ve-egitimde-gericilik-makale,1886.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Bir ‘Kaset Diktatörlüğü’nün sonu

23 Aralık 2013, 13:02

mehmetbedrigultekin.jpg
Mehmet Bedri Gültekin

Gizli servis şefi Montesinos’un eski karısı Trinidad Becerra’nın evine yapılan baskında, Montesinos’a ait 2000’den fazla video kaydı ortaya çıktı. Anlaşıldı ki Montesinos, bürokrasi ve iş çevrelerini yönetebilmek için tüm yolsuzlukları kayda almıştı. Devletin tüm yüksek memurları, ordu da dahil bu kirli mekanizmanın içindeydiler.

Sahte CD’ler üzerine bina edilen siyasal davalar, özel hayatlara ilişkin kasetlerle yeniden düzenlenen siyasal partiler, akla gelebilecek her türlü yasadışı yöntemlerle boyun eğdirilen iş dünyası vb, vb... Türkiye’nin son altı yedi yılına bunlar damgasını vurdu.

Ama öte yandan biliyoruz ki açıklananlar, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Esas açıklanmayanlar var ve hiç şüphe yok ki muhatapları o CD ve kasetleri biliyorlar. Yasadışı merkez, daha doğrusu Gladyo; açıkladığı ve alenen değerlendirdiği CD ve kasetlerle topluma korku saldı ama “depo”da muhafaza edilen ve açıklanmayan CD ve kasetlerle siyasi parti, sendika, kitle örgütü yöneticilerini ve işadamlarını tehdit etti, “hizaya soktu.”
Şimdi bütün bu yasadışı işlere başvuranların, iktidara tek başına hâkim olma heveslerinden dolayı birbirlerine düştüklerini ve birbirlerinin “kirli çamaşırlarını” ortalığa saçmaya başladıkları günlere adım attık.

Peki, bütün bunlar sadece Türkiye’de mi oldu? Hiç şüphe yok, hayır. ABD etkili olduğu her yerde benzer yöntemleri bizzat kendisi veya işbirlikçileri eliyle uyguladı. Çarpıcı bir örnek 1990’lı yıllara Latin Amerika ülkesi Peru’da yaşandı.

Özgür Uyanık, Aydınlık’ın eski çalışanlarından. Şimdi Arjantin’de yaşıyor. Latin “Amerika’nın Gizli Tarihi” adıyla hazırladığı kitap yakında Kaynak Yayınlarından çıkacak.

1990’ların Peru’su ile 2000’lerin Türkiye’si arasında çarpıcı benzerlikler var. Alberto Fujimori’nin iktidar hikâyesini okuduğunuz zaman sizler de bu benzerliği göreceksiniz.

Hiç şüphe yok ki okur, gizli servis şefi Montesinos-Abimael Guzman ilişkisine baktığı zaman Hakan Fidan-Apo ilişkisini de hatırlayacaktır.
Özgür Uyanık’tan okuyoruz:

Diktatörlük, popülizm ve şovenizm

28 Temmuz 1990’da “Değişim 90” hareketinin adayı Alberto Fujimori, İkinci aşamada diğer muhalefet partisi APRA’nın da desteğini alarak başkan seçildi. Peru tarihinin en kanlı uygulamaları bu dönemde gerçekleşti. Yargıç ve savcıların maskeli olarak yargılama yaptıkları antiterör mahkemeleri kuruldu.

Fujimori, yeni Anayasayı yapacak Kongre seçimlerini -muhalefetin katılmadığı koşullarda- 22 Kasım 1992’de gerçekleştirdi. Yeni Anayasa, terör suçlarına ölüm cezası getiriyor, Başkana kolaylıkla Meclisi dağıtma yetkisi veriyordu.

Fujimori’nin diktatörlüğü popülizmle otoritarizmin bir bileşimiydi. Kendi çıkar çevresi dışında kalan tüm kesimleri komplo ve şiddetle bastıran Fujimori, kırsaldaki şiddetten şehirlere kaçan barınaksız ve işsiz kitlelere kısmi yardımlarda bulundu. Diğer yandan hâkimiyet kurmak için, devletin yapmakla yükümlü olduğu en temel hizmetlerin daha önce ulaşmadığı yerlere gitti. Bu da Fujimori’ye bir kitle tabanı sağladı.

6 Nisan 1995 genel seçimleri yaklaşırken komşu ülke Ekvador’la, nasıl olduğu anlaşılmayan bir şekilde sınır çatışması başladı. 17 Şubat’ta Rio de Jenerio’da varılan ateşkese kadar süren hava savaşında birkaç uçak ve her iki taraftan 20 kadar helikopter düşürüldü.

Fujimori, kendine uygun bir anayasa ve kontrolü altındaki bir mecliste, savaş koşullarında girdiği seçimi, ilk turda yüzde 64 oyla kazandı.

Fujimori-Montesinos

Fujimori’yi iktidara taşıyanlardan -ve sonrasında bu iktidarın sürmesindeki- etkenlerden en önemlisi, Viladimiro Montesinos’tu. Montesinos’u gölge iktidar olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Bürokrasi, ordunun bir kısmı ve en önemlisi istihbaratı Fujimori iktidarına hazırlayan Montesinos olmuştu.
1966 Chorrillos Askeri Okulu mezunu Viladimiro Montesinos, Panama Amerikalılar okulunda eğitim aldıktan sonra ordu istihbaratında görev yapmaya başladı. Montesinos yüzbaşı rütbesindeyken 21 Eylül 1976 tarihinde izinsiz olarak ABD’ye gitti. Başta Pentagon olmak üzere Rant Corporation ve CIA ile görüşmeler yaptı. Bir tesadüf eseri ona rastlayan General Angel de la Flor tarafından Genelkurmay’a bildirilince dönüşünde tutuklandı.

Peru’daki ABD Büyü-kelçisi Robert W. Dean askeri yönetime yazdığı bir mektupla Montesinos’la 1974’ten beri ilişkide olduklarını itiraf etti.

Eldeki tüm delillere rağmen Montesinos vatana ihanetten ceza almadı, 1978’de salıverildi.... Fujimori iktidara gelince Montesinos da SIN’in (Peru Gizli Servisi) başına geçti. 5 Mayıs 1993’te General Rodolfo Robles Espinoza ordu içinde bir cinayet şebekesi olduğunu ifşa etti. Katliamların, gizli servisin başındaki Montesinos’un sorumluluğunda gerçekleştiğini açıkladı. General Espinoza bundan sonra ailesinin ve kendisinin ölüm tehdidi altında olduğunu söyleyerek Arjantin’e sığınmak zorunda kaldı.

Basının ele geçirilmesi

Fujimori-Montesinos diktatörlüğü ülkedeki diğer ekonomik odaklarla çatışmaya başladı. Gazeteler Fujimori taraftarlarının eline geçiyor, TV’ler satın alınıyordu. Kabul etmeyenler ise tehditle sindiriliyordu.

28 Temmuz 2000’de Alejandro Toledo’nun başını çektiği muhalefet sokağa döküldü. Eylem Montesinos’un ajanları tarafından provoke edildi. Devlet Bankasının ateşe verilmesiyle bankanın 6 koruması hayatını kaybetti. Bu olay Fujimori’nin eline protestoları bastırma kozu verdi.

Kasetler üzerine kurulan iktidarın kasetlerle yıkılması

Fujimori, kurduğu tüm denetime, muhalefeti parçalayarak kendini alternatifsiz hale getirmesine ve üçüncü kez üst üste “seçim kazanarak” yönetime gelmesine rağmen tek bir video onun için sonun başlangıcı oldu. Seçim zaferinin altıncı haftasında 14 Eylül 2000 günü Montesinos’un, Fujimori’ye muhalif CCN kanalını nasıl satın aldığını gösteren bir kaset yayınlandı. Videoda SIN’in şefi kanalın alınmasına aracılık eden General Delgado Arenas’la bir çanta parayı sayarken görülmekteydi.

Ayrıca Montesinos, General Arenas’a, Askeri Yüksek Mahkeme’nin başına getirileceği sözünü veriyordu ki kaset ortaya çıktığı sırada bu çoktan gerçekleşmişti.

Aynı günlerde Montesinos’un eski karısı Trinidad Becerra’nın evine yapılan baskında Montesinos’a ait 2000’den fazla video kaydı ortaya çıktı. Anlaşıldı ki Montesinos, bürokrasi ve iş çevrelerini yönetebilmek için tüm yolsuzlukları kayda almıştı. Devletin tüm yüksek memurları, Ordu da dahil bu kirli mekanizmanın içindeydiler.

Kaçınılmaz son

Fujimori 13 Kasım’da APEC toplantısına giderken yanında kırk kasa ve 70 bavul dolusu belgeyi götürdü. APEC sonrası Japonya’ya geçen Fujimori, 19 Kasımda istifasını faks yoluyla gönderdi.

Viladimir Montesinos 24 Temmuz 2001’de kaçtığı Venezuela’da yakalandı ve Chavez hükümeti tarafından derhal Peru’ya gönderildi. Yargılandı ve mahkûm oldu.

Fujimori 22 Eylül 2007’de Şili Yüksek Mahkemesi tarafından Peru’ya gönderildi, yargılandı ve 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Peru’nun Öcalan’ı: Abimael Guzman

1970 başında Ayacucho Bölge Komitesi, Peru Komünist Partisi’nden ayrılarak “Aydınlık Yol”u (PCP-SL) kurdu. Bu tarihte lideri Abimael Guzman’a göre, Ayacucho’da 12 olmak üzere tüm ülkede 51 militanı bulunuyordu. Guzman, nüfusunun 2/3’ü kırsal kesimde yaşayan Peru’da köylülerden kurulacak bir halk ordusu ile devrimin gerçekleştirilebileceği fikrine sahipti.

Aydınlık Yol ilk eylemlerine kurulduğu kent olan Ayacucho’da, 1980’den itibaren başladı. Ocak 1983’te sekiz gazeteci Ayacucho kırsalında öldürüldü ve bu tarihten başlayarak askeri çatışma dönemine girildi.

Ocak 1991’de PCP-SL’nin genel arşivi ele geçirildi. Bu tarihte PCP-SL’nin 25 bin dolayında silahlı militanı vardı.

12 Eylül 1992’de Aydınlık Yol lideri Abimael Guzman, Lima’nın merkezinde bir evde sekiz Merkez Komite üyesiyle birlikte ele geçirildi.

PCP-SL’nin Peru kırsalındaki etkinliği ideolojik ya da örgütsel gücünden kaynaklanmıyordu. Üstelik hareketin elindeki silah ve mühimmat sayısı çok yetersizdi. Gerçek neden, arazi yapısının zorluğu ve sık ormanlar nedeniyle Peru devletinin orada olmamasıydı. Köylüler eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden de yoksundular. Aydınlık Yol özellikle köy öğretmenleri aracılığıyla sempati topladı ve gittiği her yerde kendi okul ve mahkemelerini kurdu.

Ayrıca örgütlenmede aşırı derecede pragmatikti. Adı her ne kadar “Parti” de olsa hareketin örgütlenmesi yukarıdan aşağıya bir disiplin içinde değildi.

Daha çok bölgelerde kendiliğinden oluşmuş ve denetimsiz grupların ittifakına dayanıyordu. Suç çeteleri gibi davranan bu gruplar başta MRTA (Tupac Amaru Kurtuluş Hareketi) gibi sol örgütler olmak üzere diğer partilere saldırıyor, paramiliter çetelere benzer suçlar işliyordu.

Örgütlenmedeki bu pragmatizmin Guzman’ın politik yaklaşımı olduğu, ele geçirildikten sonraki tavrında ortaya çıktı. PCP-SL lideri hemen İstihbarat Başkanı Montesinos’la anlaşmaya vardı. 3 Aralık 1993’te diğer dokuz PCP-SL Merkez Komite üyeleriyle okuduğu “Barış Bildirisi” ulusal televizyonlarda yayınlandı. Guzman bunun dışında TV’lerden yayınlanan iki uzun konuşma daha yaparak hareketin binlerce üyesinin daha teslim olmasını sağladı.

Mehmet Bedri Gültekin
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/bir-‘kaset-diktatorlugunun-sonu-makale,1877.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

'Milleti zilletten kurtardın, sağol'

Eski CHP TBMM Grup Başkanvekili, yazar Kemal Anadol, AİHM’de zafer kazanan Doğu Perinçek’e gönderdiği telgrafta, “Soykırım iftirasına karşı milletti zilletten kurtardın, sağol” dedi.

29 Aralık 2013 Pazar 08:55

milleti_zilletten_kurtardin_sagol_h20123.jpg
Kemal Anadol, Doğu Perinçek’in AİHM’de kazandığı zaferle ilgili olarak yaptığı açıklamada, “Bu karar uluslar arası hukuk alanında Türkiye Cumhuriyetinin kazandığı büyük bir zaferdir. Artık dünyanın çeşitli parlamentolarında Türkiye aleyhine peşpeşe alınan kararların hiçbir anlamı kalmamıştır. Karar Türk milletini rahatlatmıştır” dedi.

'Halk gerçeği görüyor'
Kararın açıklanmasından sonra Silivri Cezaevinde tutsak olan Doğu Perinçek’e bir kutlama telgrafı çektiğini kaydeden Anadol, telgrafında, “Soykırım iftirasına karşı milletti zilletten kurtardın, sağol” dediğini bildirdi. Türkiye’ye zafer kazandıran Perinçek’in hapiste olmasını da “Her şey açık. Halk gerçeği görüyor” şeklinde değerlendirdi.

Aydınlık

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/milleti-zilletten-kurtardin-sagol-h20123.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

'Soykırım' siyasi hedeflere hizmet amacıyla kullanıldı'

Cambridge Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin yayın organlarından 'Uluslararası ve Karşılaştırmalı Hukuk Dergisi' AİHM'nin İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek lehine verdiği kararla ilgili bir yazı yayımladı

29 Aralık 2013 Pazar 09:39

soykirim_siyasi_hedeflere_hizmet_amaciyla_kullanildi_h20125.jpg

Dünyaca bilimsel çalışmalarıyla bilinen Cambridge Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin yayın organlarından “Uluslararası ve Karşılaştırmalı Hukuk Dergisi” AİHM'nin İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek lehine verdiği kararla ilgili bir yazı yayımladı. Derginin resmi internet sitesinde yer alan haberde, kararın İsviçre kurumlarının “tek fikir diktatörlüğü” yaratan yaklaşımının sorunlu olduğu vurgulandı. Üç ayda bir yayımlanan dergi, yıllık özel sayısıyla önceki yargı yılında alınan kararları eleştirel bir şekilde değerlendirerek okurlara sunuyor.

'İsviçre'nin yaklaşımı sorunluydu'
“Perinçek-İsviçre Davası’nda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı: Soykırım kavramını hukukla sınırlama” başlıklı makalede davanın özetine yer verildi.
Yazının “Yorumlar” başlıklı sonuç bölümünde ise şu ifadelere yer verildi: “Mahkemenin (AİHM) kararı son derece haklıdır. İsviçre kurumlarının 'tek fikir diktatörlüğü' yaratan yaklaşımı gerçekten sorunluydu. Tek bir fikri diğer tüm fikirlerin üzerine yerleştiren, farklı fikirleri suç ilan eden ve her türlü tartışmayı önleyen bir sistemdi. Mahkemenin doğru bir şekilde hatırlattığı gibi, rahatsız eden veya şoke edici fikirler de yasaların tam korumasını hak ediyor. Temelsiz, uygunsuz ya da değersiz saysak bile fikirler tartışma konusu olmalıdır, kör bir baskı uygulamasına maruz kalmamalıdır.

'Soykırım siyaset silahı olarak kullanıldı'

“Gerçekten, Mahkeme’nin devamlı vurguladığı gibi, 'Bu, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereğidir. Bunlar olmaksızın ‘demokratik toplum’ olamaz.' Mahkeme bize aynı zamanda 'soykırım kavramını hukukla sınırlama' gerekliliğini hatırlatmıştır. 'Soykırım' kavramı, farklı hedeflere hizmet amacıyla ve bir propaganda ve siyaset silahı olarak kullanılmıştır. Kötüye kullanılmış, istismar edilmiş ve lekelenmiştir. Unutulmamalıdır ki, 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile tanımlanan soykırım suçu ‘bir milli, etnik, ırki veya dini bir grubu, tümüyle veya kısmen yok etme niyeti’ gerektirmektedir.

'Nefret söylemi oluşturulmamalı'

Bir suçun boyutu ya da iğrençliği, onun soykırım oluşturduğunu kanıtlamaya yeterli değildir. Soykırıma dair hukuki tespit bundan bağımsız yapılmalıdır. Ermeni halkı tarafından acı bir şekilde yaşanan ve 'Büyük Suç' olarak adlandırılan olaylar soykırım olabilir. Bu tespiti yine de bir mahkeme yapmalıdır. Bu durumda dahi, bu tespitin geçerliliği hakkında fikir ayrılıkları hoşgörülebilmelidir. Sınır, nefret söylemi oluşturulmamalıdır. Soykırım, her şeyin ötesinde hukuki bir yorumdur.”

Aydınlık

http://www.ulusalkanal.com.tr/gunde...eflere-hizmet-amaciyla-kullanildi-h20125.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Üniversite, bölüm seçmek ve iktisat-işletme okumak

17 Temmuz 2013, 16:53

melihbas.jpg
Melih Baş

Lise mezunu öğrenciler Lisans Yerleştirme Sınav (LYS) sonuçları açıklandıktan sonra iktisadi yaşamda üstlenecekleri role temel oluşturacak mesleklerini seçme sürecine girerler. Süreç esasen 18 Temmuz'da bitmiyor, ek yerleştirmeler var, sonra bölüm değiştirmeler var. Bu kararların alınması çok değişkenli karmaşık bir konudur. Yoksa genetik bilimi ya da mekatronik okuyalım, geleceğin mesleği demek kolaydır! Öğrenciler 18 Temmuz'a dek tercihlerini yapacaklar.

Meslek (uğraş) seçimi

Önerimiz öncelikle kimi testler yapılarak karakter, mizaç ve yetenek üçlüsünden oluşan kişiliğe ve ilgiye uygun meslek seçilmesi.
Öğrenci kişiliğine uygun meslek seçiminden sonra, hem yazılı kaynaklardan hem de o meslekten kişilerle yapılan görüşmelerle o mesleği tanımalı.
Meslek seçiminde geleceğin mesleklerine mutlaka bakılmalı, ama çok da takılmamalı. Geleceğin mesleği değil meslekte gelecek daha önemlidir. Kişiliğiniz bir mesleğe uygun olmayabilir, ülkemizde fazla talebi yoktur veya istenilen düzey ve yan yetenekler çok fazla olabilir. İş yaşamında her işgörenden her meslekte beklenen üç unsur vardır: bilgi, beceri, deneyim. Bilgilenebilirsiniz ama beceriniz yoktur veya bir türlü geliştiremeyebilirsiniz.
Her mesleğin buzdağı gibi suyun altında kalan kısımları da incelenmelidir. Örnekse, bir satış yöneticisinin, müşteri şirketin satın alma müdürüne rüşvet vermesinin doğal görülebilmesi gibi.

Disiplinlerarası gelişme mesleklerdeki dönüşümün ana eğilimlerinden biridir. Örnekse, mekatronik (makine+elektrik+elektronik) mühendisliği.
Birçok meslekte bilişim teknolojisi ve yabancı dil(ler) yetkinliği olmazsa olmazlardan oluverdi.

Meslekte yaşamını kazanma olanakları konusuna gelelim. Başarının çok para kazanmak ile ölçülmesi biçimindeki kapitalist mantık tuzağına düşülmemelidir. Her meslekte iyi olunursa yaşamını sağlayacak bir iş bulabilme ve kabul edilebilir bir yaşam standardıyla geçinebilme olanaklıdır. İyi olmak için, iyi bir mesleki eğitim almanın gerekli koşulu öğrencinin öğrenmeyi öğrenmiş olmasıdır. Bunun yeterlik koşulu da okulun öğrencinin kendini yetiştirmesi için uygun akademik, idari, sosyal alt yapı yeterliliğidir. Elbette öğrencinin bu alt yapıyı etkin kullanmayı istemesi ve becerebilmesi koşuluyla. Örneğin, 4 yıl boyunca kütüphaneyi sadece internette eğlenmek, uyuklamak için kullanan öğrenciler vardır.
Üniversite ve bölüm tercihi

Sınavda alınan puanın önemi bizce fazla değildir. Üniversite öğrencinin kendi kendine öğrenmeyi becerebileceği bir ortamdır. Karar bu düşünceye uygun alınmalıdır.

İstenilen daldaki üniversiteler ve bölümler sıralamasında alınan puana en uygun yere girebilmenin olanakları araştırılmalıdır. Sonra da üniversite ve bölüm tercihindeki maddi (barınma, burs vd.) ve gayrimaddi (öğretim kadrosunun kalitesi vd.) unsurlara bakılmalıdır. İyi üniversite mi yoksa iyi bölüm mü ikileminde ikincisini tercih etmek daha yararlı olabilir. Teori-pratik dengesi, yatay geçiş, çift anadal, uluslararası değişim olanakları, mezunlarına iş olanağı da önemli unsurlardandır.

Meslek eğitimi yabancı dille yapılırsa, ayrıksı örnekler dışında ne tam yabancı dil bilen, ne de tam mesleki bilgi öğrenmiş kişiler ortaya çıkabilmektedir. Yabancı dil öğrenimi, ders öğrenirken deyim yerindeyse boğuntuya getirilecek bir konu değildir. Ayrıca mesleki İngilizce’nin yanısıra Çince, Rusça gibi destekler gündeme geldi.

4 yıllık üst düzey mi, 2 yıllık orta düzey elemanlık mı seçimi de çok önemlidir.
Üniversitede işletme-iktisat okumayı seçmek

Diyelim, iktisat (ekonomi) ya da işletme okuyacaksınız, peki nasıl olmalı bu?
İktisatçılar daha çok makro düzeyle (uluslararası, ulusal ve sektörel ekonomi) ilgilenirler. İşletmeciler ise daha çok mikro düzeyle (kâr amaçlı işletmeler veya kâr amacı gütmeyen kuruluşlar) ilgilenirler.

İşletme mezunları ve iktisat mezunlarının birbiri yerine istihdam edilebildiği de bir gerçek. Gerek üniversitede ders seçimleriyle gerek yüksek lisans ve doktorada uzmanlaşırken de aynı dalda uzmanlaşmak daha akılcıdır. Sözgelimi, iktisat lisansından sonra kamu maliyesi ; işletme lisansının ardından ise lojistik işletmeciliği gibi işletmeciliğin dallarından biri veya insan kaynakları gibi işletmenin örgütsel işlevlerinden biri yüksek lisans olabilir. Lisans okurken de çalışılmak istenilen sektöre uygun bir dal seçilebilir.

Çalışma

İktisat okursanız, sözgelimi Maliye Bakanlığı’nda bir bürokrat veya bir işçi sendikasında iktisat uzmanı olabilirsiniz. İşletme okursanız, sözgelimi bir şirkette muhasebeci, insan kaynakları uzmanı, pazarlama-satış personeli olarak çalışabilirsiniz. Eğer işletmeci olarak çalışacaksanız iktisat değil de işletme okumak daha akılcıdır. Meslekî yaşamda daha rahat edebilirsiniz. Bir işçi sendikasında çalışma iktisadı uzmanı olarak çalışmak için gerekli bilgi işletme eğitiminde pek alınmazken, iktisat eğitiminde yönetim muhasebesi ayrıntılı öğrenilmemektedir. Alt-ara eleman olarak çalışacaksanız, meslek yüksek okullarında okuyabilirsiniz.

İlgili fakültelerde yan-alt bölümler

Kimi iktisadi ve idari bilimler fakültelerinde özgül dal ve bölümler açılmaktadır. Örnekse, uluslararası ticaret ve finans, bankacılık, sigortacılık, lojistik, turizm, sağlık idareciliği bölümleri gibi. Bu dallar çalışacağınız kesimi baştan titizce belirlemenize olanak sağlamaktadır. Bu altyapı -maalesef not ortalaması açısından yaklaşılan- seçmeli derslerle de sağlanabilir.

Eğitim süreci için ipuçları

Okutulan ders kitabıyla hele hocanın sunum notlarıyla yetinilmemelidir. Okul başka hayat başka değildir, yeter ki siz okulda kendinizi hem kuramsal hem de uygulama anlamında yetiştirmeye odaklanın. Kayıtiçi ve de kayıtdışı iktisadı siyasal iktisat bağlamında öğrenmek bir gerekliliktir. Destekler bağlamında okuliçi ve okuldışı kurslara (hızlı okuma, SAP vb. ERP kursları, mesleki yabancı dil kursu gibi) gidilebilir. Okul içi ve dışı yaşamların dengesine özen gösterirseniz, ilerde de iş yaşamı-aile yaşamı dengesini kolayca kurabilirsiniz. Unutmayın, dersler üç evrede öğrenilir: dersten önce hazırlık-derste etken katılım- dersten sonra tekrar ve genişletme. Liberal iktisat ve işletmecilik tutsağı olmak zorunda değilsiniz, halkçı iktisadı savunup mezun olunca da bir tarım kooperatifinde çalışabilirsiniz. Eğitim sürecinde meslekî bilginin yanısıra temel yetkinliklerinizi de (uzgörürlük, yaratıcılık vd.) geliştirmeniz çok önemlidir.

Sonsöz

Eğitiminiz boyunca kişiliğinizde (mizacınıza uygun biçimde karakterinizde ve yeteneklerinizde) 'Matematik,Bilgisayar- Yabancı Dil- Felsefe' üçgenini iyi inşa ederseniz işsizliği yazgınız olmaktan çıkarabilirsiniz. Geç kapitalizmde 'çalışma hakkı' yerini 'çalıştırılabilme potansiyeli' gerçeğine bıraktı, ne yazık ki!
Kuşkusuz konulara disiplinlerarası (teknik-sosyal-iktisadî-ekolojik boyutları kapsayan) bütüncül bakış ve sistem kuramını kavrayarak uygulayabilir hale gelmek koşuluyla!

http://www.ulusalkanal.com.tr/universite-bolum-secmek-ve-iktisat-isletme-okumak--makale,1418.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Küresel Hesaplaşma

11 Eylül 2013, 13:21

mbori.jpg
Mehmet Bori

Bugün 11 Eylül’ün yıldönümü. 12 Yıl önce kaçırılan yolcu uçaklarıyla ABD’nin ekonomik ve askeri gücünü sembolize İkiz Kuleler ve Pentagon’a saldırılmıştı. Dünyanın dehşetle izlediği görüntüler, Beyaz Saray’a hâkim olan Neokonların dünyayı sermayenin elinde küresel bir köy haline getirmek için ABD’yi bir silah olarak kullanmalarına yardımcı oldu. ABD o günden beri neredeyse aralıksız savaşıyor. Bu saldırgan stratejinin Washington’a ne kazandırıp ne kaybettirdiğine bir bakalım.

Amerika demokrasisi “öcü” oldu
İşe bahse konu stratejinin bir parçası olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) coğrafyasında neler yaşandığını kısaca hatırlayarak başlayalım. ABD, 2001’de Afganistan’ı, 2003’de Irak’ı işgal etti. Amaç diktatörleri devirmek ve bu ülkelere demokrasi, barış ve özgürlük getirmekti. Arkasından aynı amacı güden “Arap Baharı” başladı; Bin Ali ve Mübarek devrildi, Libya’ya askeri müdahale yapıldı, Kaddafi linç edildi, Suriye bölünmek isteniyor.
Sonucu hepimiz görüyoruz: Özgürlük, barış ve demokrasi adına yapılan müdahaleler bölge ülkelerinin tamamına kan, gözyaşı ve istikrarsızlık getirdi. Acaba ABD kaş yapıyım derken göz mü çıkarmıştı? Yoksa bu kötü tabloyu bilerek ve isteyerek mi hazırlamıştı? Bu soruların cevabını vermeden önce bir tespit yapalım.
12 yıldır sürdürülen bu saldırgan strateji nedeniyle, Soğuk Savaş döneminde yaratılan “Komünizm Öcüsü”nün yerini bu gün bomba olup yağan “Amerikan Demokrasisi” aldı. Sahip olduğu büyük askeri güç ve El-Kaide gibi kullandığı taşeron örgütler vasıtasıyla ülkeleri sürekli tehdit eden ABD’nin kendisi “öcü”ye dönüştü. Sonuçta Washington, en büyük silahı olan yumuşak gücünü kaybetti.

Washington Müslüman ülkeleri kaybetti
Bu saatten sonra BOP coğrafyasındaki hiçbir ülke, istikrar kazandığında, iktidardaki gücün politik görüşüne bakmaksızın, ABD ile gönüllü olarak işbirliği yapmak istemeyecektir. Borç batağında olan ABD, bölge ülkelerine kredi açacak durumda da değildir. Bölge ülkeleriyle ticaretini arttırmaya çalışsa, bölgede petrolden başka alacak mal olmadığı gibi, ABD’nin silahtan başka bölgeye satacak malı da yoktur. Bölgeye yatırım yapmaya çalışsa, ABD imalat sanayinden uzaklaştığı için enerji sektöründen başka bir sektöre de yatırım yapamaz.

BOP coğrafyasının yeni talibi Çin
Çin’in bölgedeki pozisyonu ise ABD’nin tam tersidir. Çin dünyanın en büyük üreticisi haline gelmiştir. Üretimini devam ettirebilmesi için enerji, hammadde ve pazara ihtiyacı vardır. Çin, BOP coğrafyasındaki ülkelerin istikrar bulması durumunda, bölgenin yeniden inşası için ihtiyaç duyulan her türlü yatırımı yapabilecek, sahip olduğu servetle bölge ülkelerine kredi açabilecek (zaten elindeki dolarlardan kurtulmak istiyor), bölgenin her türlü hammadde ve enerji kaynağını satın almaya talip, ABD gibi yıpranmamış, “öcü” haline gelmemiş küresel bir güçtür. Anlayacağınız BOP coğrafyasında istikrarsızlık devam etmezse, Çin bölge ülkelerinin tamamıyla yakın işbirliğine girerek gücüne güç katacak, aynı zamanda ABD’nin dünyadaki etki alanını iyice daraltarak onu köşeye sıkıştıracaktır.

BOP bir istikrarsızlaştırma projesidir
Şimdi sıra geldi yukarıda sorduğumuz soruların cevabına. 11 Eylül saldırılarından sonra Washington yaptığı operasyonlarla belki de gerçekten BOP coğrafyasındaki ülkeleri Türkiye modeli bir demokrasiyle Batı’nın kapitalist sistemine dâhil edebileceğini zannetmişti. Fakat bunun öngörülebilir bir gelecekte mümkün olmayacağı anlaşılıyor. Çin’in ise bölgeye talip olduğunu ve büyük bir avantaj yakaladığını yukarıda açıklamıştık. Değişen şartlar Washington’u strateji değişikliğine yönlendirmiş olabilir veya belki de asıl stratejisi buydu; bilemiyoruz. Ama gözüken şu: ABD, “bana yar olmayanı başkasına da yar etmem” mantığıyla BOP coğrafyasını bilerek ve isteyerek istikrarsızlaştırmak istemektedir.
Dünyadaki asıl mücadele Çin ile ABD arasında geçmektedir. Washington, bu mücadele için geliştirdiği “Asia Pivot” stratejisi kapsamında, ağırlığını Asya-Pasifik’e kaydırmaya başlamıştır. Aslında bu strateji, bir anlamda Çin ve Rusya’nın kuşatılması amacını gütmektedir. Amaç, Çin’in ulaşabileceği pazar, enerji ve hammadde kaynaklarını kısıtlayarak Pekin’i zayıflatmaktır. Bu mantık çerçevesinde Çin’i kontrol altına alana kadar Washington, BOP coğrafyasının istikrara kavuşmasını önlemek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Bu kapsamda Suriye müdahalesinde geri adım atması, bir anlam ifade etmemektedir. ABD bir yolunu bulup istikrarsızlaştırma operasyonlarına devam edecektir.

Neokonlar ne umdu ne buldu?
Gelelim 11 Eylül ile başlayan bu saldırgan stratejinin sonucuna. ABD geçen 12 yıl zarfında önemli ölçüde zayıflamış, 2007’den beri devam eden ekonomik kriz nedeniyle küresel sermaye erimeye yüz tutmuş ve planlananın tam aksine Çin kuşatılacağına ABD yalnızlaşmaya başlamıştır.


Mehmet Bori
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/kuresel-hesaplasma-makale,1542.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

'Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek daha iyidir'

12 Ekim 2013, 10:56

ars.jpg
Arslan Kılıç

Ve müdüriyette her kalkışında sopanın altından (yanaklarında parçalanmış gözlüğü ve tabanlarında ayıpladığı bir sızı)

yüreğinde fakat hiçbir şey söylememiş

hiç kimseyi ele vermemiş olmanın rahatlığı...(1)

Başlıktaki söz, Türkiye sosyalist hareketinin önderlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı'ya ait. Kıvılcımlı 22 Ekim 1954'te kurduğu Vatan Partisi'nin kuruluş "Gerekçe"si olarak yazdığı Kuvayımilliyeciliğimiz (2) broşürüne böyle girmişti.

Hikmet Kıvılcımlı, kanser hastalığının pençesinde 12 Mart faşizminin sürek avından kaçarken, 11 Ekim 1971'de Yugoslavya'da ölmüştü. 42. ölüm yıldönümünde Hikmet Kıvılcımlı'yı, çalışmalarında altını kalın çizgilerle çizdiği görüşleri ile anacağız.

Kıvılcımlı'nın ömür boyu zor koşullarda ürettiği 50 cildi aşan yapıtlarının ana eksenini, önemle vurguladığı iki sorunu aşma çabası oluşturmuştur.

Birincisi, Türkiye devriminin özgül program ve siyasetlerini üretmek... Bu programı daha 1954'te "Kuvayımilliyeciliğimiz" olarak netleştirmişti. 27 Mayıs'tan sonra bu programı "İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz" olarak güncelleştirdi.

İkincisi ise, Türkiye'nin bütün sol ve ilerici güçlerini öncü bir partide birleştirmek ve örgütlü mücadeleye sokmak... Bu nedenle ölümünden bir yıl önce 1971 yılına girerken sola çağrısı, "Anarşi yok, büyük derleniş!" olmuştu.

'Kuvayımilliyeciliği-miz'

"Demokrasimizin bugünkü temeli, Kuvayımilliyeci geleneğimizin son yadigârı olan Anayasamız'dır [1945 Anayasası]. Gelişigüzel değiştirilmekten ziyade, ilk ruhuna sadık kalınarak uygulanmasını bekleyen Anayasamıza göre:

Milliyetçiyiz: Mukadderatımıza [kaderimize] tek yabancı karıştırmayacağız.

Devletçiyiz: Pahalı devletin yerine, vatandaşa iş bulmayı birinci vazife bilen ucuz devleti geçireceğiz.

İnkılâpçıyız [Devrimciyiz]: Her türlü maddi sömürüyü kaldıracağız.

Laikiz: Her türlü manevi sömürüyü kaldıracağız.

Halkçıyız: Osmanlı artığı bezirgân ve hacıağa oligarşisinin önderliği yerine, çalışan çoğunlumuzun önderliğini tutacağız.

Cumhuriyetçiyiz: Halk tarafından, halk için İdare, Adalet ve Kültür sistemleri kuracağız."(3)

Bir "Altı Ok" özetlemesi olan bu programdaki "Milliyetçiyiz" ilkesine takılanlar için 1967'de şöyle söylemişti: "Türkiye'nin en az 40 yıllık yanılgısı ve yenilgisi, MİLLİYETÇİLİK sözcüğünün SOSYALİZM'den başka hiçbir anlama gelmeyeceğinin bir türlü kavranılmak istemeyişinden doğmuştur. Bu denklemi tersine çevirince de aynı sonucu buluruz." (4)

"Olabildiğince genişliğine-heterojen devrimci güçler cephesi oluşturmak"

Türkiye solunun 1971'e girerken gösterdiği örgütsel manzarayı şöyle çiziyordu Kıvılcımlı:

"Bir yanda ülkücü sosyalizm kardeşliğini yaratamamış, her biri dikenli kabuğu içinde kirpileşmiş yuvarcıklar (mahviller), bir yanda da, Türkiye sosyalizminin iyi kötü birikiminden eleştiri şartlarıyla dahi yararlanmaya karşı sürü sürü katırlıklarla yaklaşımlar."

Çare: "Bir elin sesi çıkmaz. Finans kapital önünde 'sol devrimcilerimiz', İsrail önünde Arap Devletlerine döndüler. Yuvarcık'ların (mahvillerin) yağdırdıkları suçlamalar, kinden, dağınıklıktan, bozgundan başka bir şey getirmez oldu."

İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz ve köklü sosyalist gelenek etrafında birleşmek..." Türkiye'nin sol cephesinde bir uyanış devrimi, 'dehşetli bir inkılâp (devrim) lazım', bir derleniş ihtilali gerek."

Ve Kıvılcımlı uyanış-derleniş-birleşi için bir yol ve bir biçim teklif eder: Hesaplaşmalar yalnız ülkenin ve halkın objektif-somut konu ve koşullarında mihenk taşına vurulmalıdır.

'Kişi mülkü denecek hiçbir şeyim yok'

Giderayak yazdığı yol anılarında şu satırlarla veda etti halkına: "İşte ölüm dört başı mamur kurallarıyla, her yanıma, doğal yanıma da, sosyal yanıma da iyice yapışmış bulunuyor. Hiç değilse trajedimle kalayım, diyorum. Komediye gelemiyorum. Gelecek kuşaklar hesabını sorsun.

"Öyle görünüyor ki, bu satırlara 'vasiyetim' diyemeyeceğim. Kişi mülküm denecek hiçbir şeyim yok. 'Trajedim'den başka bırakacak bir şeyim yok.

"Şu sözlerin mezar taşıma yazılmasını isterim: 'İnsanım! İnsancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalmaz!"(5)

Arslan Kılıç

Dipnotlar:


1- Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Adam Yayınları, 11. Basım, Temmuz 1994, İstanbul, s. 260.

2- Bkz: Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayımilliyeciliğimiz (Gerekçe) ve İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz, Sosyal İnsan Yayınları, 2007, İstanbul.

3- "Vatan Partisi Programı, Kısım I: Hürriyet" maddesi; Hikmet Kıvılcımlı, Vatan Partisi Tüzük ve Programı, Sosyal İnsan Yayınları, Nisan 2011, İstanbul, s. 39.

4- "Türkiye'de Sosyalist Konferansı İçin Çağrı", Sosyalist gazetesi, 7 Şubat 1967.

5- Hikmet Kıvılcımlı, Yol Anıları, Derleniş Yayınları, 1998, İstanbul, s. 343.

http://www.ulusalkanal.com.tr/vatan...elmektense-olmek-daha-iyidir-makale,1643.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

TKP’nin “Ay-yıldızlı Bayrak” Açılımı Üzerine

16 Ekim 2013, 12:23

utkureyhan.jpg
Utku Reyhan

İşçi Partisi’ni çıkarırsanız, Türkiye Solu ile Türk Bayrağı arasındaki sorun kronik bir sorundur. Ya da şöyle söylersek daha doğru olur: Türkiye’de kendisini solcu olarak tarif eden kitleler kendisini Türk Bayrağı – ekseriyetle Atatürklü bayrak – ile ifade etmektedir ancak kendisini solcu ya da sosyalist olarak tarif eden örgütler – İşçi Partisi hariç – Türk Bayrağı’nı faşizan bir nesne olarak görmektedir.

TKP’NİN BAYRAK ÇIKIŞLARI

TKP, özellikle Haziran Ayaklanması ile birlikte Bayrak ile arasındaki buzları eritme yoluna girdi. Tebrik ediyoruz, olumlu bir adım. TKP’nin bayrakla barışma sürecinin kronolojisi aşağı yukarı şöyle:

4 Haziran 2013, TKP Merkez Komitesi açıklamasından:
“12 Eylül faşist darbesiyle birlikte emekçi halka, sola, Kürtlere karşı gerici ve şoven saldırıların aracı olarak kullanılmak istenen ay-yıldızlı bayrak, halkımız tarafından faşizmin elinden alınmış, bir kez daha Deniz Gezmiş’lerin, yurtsever halkın elindeki bayrağa dönüşmüştür.”
28 Haziran 2013, TKP’nin fiili lideri Kemal Okuyan’ın eline Türk Bayrağı alarak İzmir’de yaptığı konuşmadan:
“Türkiye solunun ay-yıldızlı bayrakla derdi, haklı sebeplere dayanıyordu. 12 Eylül faşizmi işkence için kullandı, Kürt sorununda bu bayrak ırkçı bir sopa haline getirilmek istendi. Dünyada bile, ne yazık ki gericiliğin, karanlığın sembolü olarak gösteriliyordu. Ancak bu bayrak faşizmin elinden alınacak demiştik. Bu bayrak artık Türkiye devrimcilerinin, Türkiye halkının bayrağıdır. Şimdi dünyada da bu böyle algılanıyor. 20 günde bir ayda neler değişti”.

20 Eylül 2013, TKP Merkez Komitesi açıklamasından:
“Ay yıldızlı bayrağın Haziran direnişinde tuttuğu yeri bir arıza, bir bilinç eksikliği olarak görmek sadece direnişi anlamamak değil, direnişe sırt çevirmektir. Bayrakla simgelenen görüş, komünist şairimizin dizesinde saklı: Bu memleket bizim! Bu görüşten vazgeçmek ülkeden, halktan vazgeçmektir. Ülke aydınının, sosyalist hareketimizin, özgürlük ve eşitlik neferlerinin artık bu umutsuz ruh halinin eşiğinden bile geçmeye hakkı yoktur.”
Eğer özetlersek TKP şunu demektedir: Ay-yıldızlı bayrak aslında faşizmin sembolüydü. Haziran’da halk bu bayrağı faşizmin elinden aldı. Yeniden devrimcilerin bayrağı oldu.

KOMÜNİSTLER VE MİLLİ BAYRAK
TKP, bayrağın devrimciliğini yeni keşfetmiş görünüyor. Tarihe her zamanki tepeden bakışlarıyla “hah, şimdi bayrak devrimci oldu” demektedir. Halbuki o bayrak 95 yıl önce de devrimciydi. Anadolu ve Rumeli’nin bütün ihtilalcileri o bayrağı taşırdı. Emperyalizme karşı savaşın bayrağı o bayraktı. Bugün de bayrak emperyalizmin hedefindedir ve hala devrimcidir.
TKP, bayrağın niteliğini kimin tarafından kullanıldığına bırakmaktadır. Devlet kullanıyorsa “faşist”, halk kullanıyorsa “eh”.
Hâlbuki bütün dünya komünistleri kendi milletlerinin bayrağını mutlaka taşırlar. Örneğin İtalya Komünist Partisi (PCI) . Logosunda bile İtalyan Bayrağını kullanan PCI, aşağıda görünen afişinde “Cumhuriyet için” oy istemektedir.
pci2.jpg

TKP’nin sürekli “enternasyonal dayanışma” içerisinde olduğu Yunanistan Komünist Partisi’ni (KKE) ele alalım. Aşağıdaki resimlerden görüleceği üzere KKE’nin Genel Merkezi’nin önünde dev bir Yunanistan bayrağı dalgalanmaktadır. KKE’nin eylemlerinde de Yunanistan Bayraklarına rastlıyoruz.
kke.jpg

kke2.jpg

Fransa Komünist Partisi (PCF) de farklı değil. PCF aşağıda görülen bir afişinde Fransız Bayrağı’nın renklerini kullanmış ve halkı “Cumhuriyeti savunmaya” davet etmiştir. Afişteki cumhuriyet kalesinin önündeki Fransız Bayrağı da dikkat çekmektedir.
pcf.jpg

pcf2.jpg

Bir Avrupa geleneği midir bu? Hayır. Söz gelimi Brezilya Komünist Partisi (PCdoB). Onlar da toplantılarında ve kutlamalarında mutlaka Brezilya Bayrağı’nı kullanırlar.
PCdoB.jpg

PCDOB5.png

Örnekleri uzatmak mümkündür Güney Afrika’dan, Suriye’ye kadar bu böyledir.
Kaldı ki dünyada benzer örnekler olmadığını düşünelim. Yine de Türk Bayrağı’nın bu ülke ve halk için özel bir yeri olduğunu kabul etmek gerekiyor. O, 1919’da emperyalistlere başkaldırının simgesi olduğundan beri ilericidir. Haziran’da yine emperyalistlere ve onun diktatörüne karşı ayaklanmanın sembolü oldu. Dağa çıkan Yatağan İşçilerinin de Güneydoğulu topraksız yoksul köylünün de elinde aynı bayrağı görmekteyiz. İsyan eden, isyan derdi olan onu balkonuna camına asmaktadır. Dünya üzerinde hangi ulusal bayrak bu derece iktidar karşıtlığının sembolü olmuştur acaba?

TKP’NİN TAKTİK ADIMI
TKP’nin “Ay-yıldızlı” bayrak açılımını olumlu karşılayabiliriz. Fakat Türk Bayrağına Türk Bayrağı diyememesinden konumlandığı yerin taktik olduğunu anlayabiliriz. “Türk” kavramının her boyutuyla taarruz altında olduğu bir dönemde Türk’e Türk diyememesi TKP’nin stratejik olarak hala yanlış noktada olduğunu göstermektedir. Kaldı ki TKP’nin şu ana kadar geldiği en ileri nokta şudur: “Ay-yıldızlı bayrak taşıyanlar eylemlerimize gelebilir ama biz taşımayız.”
TKP, Haziran Ayaklanması’ndan dersini almıştır. Türk Bayrağı olmadan devrimci mücadele yürütülemeyeceğini anlamıştır. Ama kendisini konu bayrak olunca hala deplasmanda görmektedir. Kemal Okuyan “Bu bayrak artık devrimcilerin bayrağıdır” dese de TKP’li devrimcilerin elinde henüz bayrağa rastlanılmadı. O halde ya bayrak gerçekten devrimci değil ya da TKP’liler? Kemal Okuyan ne der buna acaba? Bayrak hakkındaki güzel sözler “Boyun Eğmeyenleri” tavlamanın bir taktik yöntemi değilse gereği neden yapılmaz?

Dahası Türk Bayrağı’nı “Ay-yıldızlı” bayrak diye geçiştirince “Kürt” siyasetinin kuyruğunda yer alan “diğer” solcular nezdinde kirlenmeyeceğini hesap etmektedir. TKP, çocukça taktikler izlemektedir.

CUMHURİYETLE CEBELLEŞMEK
Sosyal medyada “29 Ekim’de çark-çekiç ile ay-yıldız yan yana Kadıköy’de olacak” diye bir paylaşım görünce sevindim. “Boyun Eğmeyenler” (TKP’nin müstear ismi!) 29 Ekim’de Kadıköy’de buluşacakmış. Eylemin metinlerini okuyunca çark-çekiç ile ay-yıldızın yan yana geleceği görüşünün yalnızca saf bir yurttaşın temennisi olduğunu anladım.

TKP, “Cumhuriyeti kutlama” gibi bir niyetinin olmadığını söylüyor. “Ne Kemalizm ne AKP” diyor. “Cumhuriyeti kuranların sınıfsal tercihlerinin AKP’yi yarattığını” söylüyor. Kendilerinin “gelecekte kuracakları” Cumuriyet’i kutlamak üzere toplanacaklarını belirtiyorlar.

TKP’nin “Ne Mustafa Kemal, Ne Tayyip” biçiminde özetlenecek tutumunun aslında “Tayyip” demek olduğunu belki başka bir yazıda uzun uzun tartışabiliriz. Burada ilginç olan içeriğinde “Kemalizm’de aslında öldü” olan bir etkinliğin 29 Ekim’de yapılıyor olması. TKP, Kasaba politikacısı taktikleri izlemektedir. Cumhuriyet’i kutluyormuş gibi yapıp Cumhuriyetçileri etkileyecek, “Vallahi cumhuriyeti kutlamıyorum” diyerek de “Kürt” Hareketine hesap verecek. Böyle yaparak da aslında hiçbir şey yapmamış olmaktadır.

TKP, yalpalamaktadır. Ne yardan ne de serden geçmektedir. 29 Ekim Mustafa Kemal Devriminin adıdır. “Cumhuriyet iyiydi hoştu ama bir halta da yaramadı” türünden mesajlarınız olabilir. Hakkınızdır. Ama neden 29 Ekim?

TKP’nin bayrak ve cumhuriyet konusundaki tutumları “taktiksel” olsa da sevindiricidir. 10 yıldır bir sancı halindedirler ve bayağı da yol kat ettiler. Ama taktikseldir, bunu da kimse göz ardı etmesin. TKP, stratejik olarak hala Milli Demokratik Devrim mevziisinden uzaktadır.

E-posta: [email protected]
Twitter: @utku_reyhan

http://www.ulusalkanal.com.tr/tkpnin-“ay-yildizli-bayrak”-acilimi-uzerine-makale,1654.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Hasdal'ın dağlarında çiçekler açar

16 Ekim 2013, 15:02

halilnebiler.jpg
Halil Nebiler

BİR BAYRAM SABAHINDA BİRBİRİNİN BAYRAMI OLMAK...



Arabayı tam annemin evinin önünde durdurdum. Vitesi boşa aldım, el frenini çektim, kontağı kapatmadan telefon çaldı. Açtım:
- Halil bey, müsaitseniz bekliyoruz.
Bu benim beklediğim haberdi. Hasdal Askeri Cezaevi'nde bayram görüşüne girebilecektim. İzin çıkmıştı. Kontağı kapatmadan arabadan indim. Deniz elimi öperken, "Baba, yoksa gidiyor musun?" diye sordu. Geleceğimi söyledim. Harçlığını verdim. Seda'ya, "Anneme durumu anlat, akşama gelip elini öpeceğimi söyle" dedim, öptüm, arabaya bindim. Saat 09.30... Görüş saat 10.00'da. Otobana çıktım. Zaman ilerliyor. Baktım olmayacak, güvercin donuna girdim, Hasdal'a doğru uçarak gidiyorum. Kentin binalarından uzaklaşıp ormana vurdum. Altımda ağaçlar, ağaçlar. Kulaklarımda Quinn Margot filminin müziği. Biraz sonra kışla, kışlanın içinde cezaevi göründü.
Bir futbol sahasının çeyreği kadar bir alanda toplanmıştı insanlar. 25-30 masanın çevresine oturmuşlar konuşuyorlar, yeni gelenler birbirlerine sarılıyor, gülüşüyor ya da ağlaşıyorlardı. Alanın bir kenarına kondum. Güvercin donundan çıkarken ilk Abdullah Paşa gördü beni. Abdullah Gavremoğlu. Açık mavi bir gömlek, sırtına atıp boynuna bağladığı bordo renkli ince bir kazak, çakı gibi bir paşa. Yüzü gülerek karşıladı. Öptü. Hoş geldin dedi. Ben geçmiş olsun mu yoksa iyi bayramlar mı demeyi kararlaştıramamışken kafamda, "Sıkma kendini, biz iyiyiz, önemli olan artık sizin daha iyi olmanız" diye moral verdi bana. Gülüştük.
Biz ayak üstü sohbet ederken karşıdan bol ve uzun saçlı, profesör sakallı, çık renkli kareli bir gömlek ve bol tebessümlü biri, kollarını açmış hızla yaklaşıyordu. "Hoş geldin hocam, hoş geldin" diyordu. Sarıldık. Gencecik bir adam... Gülen, kahkaha atan biri. Kendini tanıttı: Can Amiral ben...
Tutamadım kendimi. "Bahriye bu kadar genç insanları mı Amiral yapıyor?" diye sordum. Bir kahkaha daha Can Amiral'den. Ellibir yaşındayım hocam, dedi. Benden bir yaş küçük. Nasıl yani? Gülüşüp duruyoruz. Başka bir ortamda olsak, "Aslan parçası, bi gelsene" diye çağırabileceğim kadar genç duruyor. Yargıtay kararlarıyla ilgili birşeyler söylüyor. Tahmin edebilirsiniz, tekrar etmeyeyim. Yanımıza küçük kızı, eşi geliyor.

GAZETELERDE BU SABAH BİR FOTOĞRAF VAR... CEZAEVİNDE BAYRAM GÖRÜŞMESİ


(Önce ortamı anlatayım. Cezaevine demir kapıların ardından demir parmaklıklı kapıların koruduğu bir yerden giriyorsunuz. Koridordan girince soldaki ilk salonda 4-5 masa var. Hemen kapının dibinde SAT'çı Kemalettin Yakar komutan, küçük kızı ve eşiyle oturuyor. Ortadaki masada "bizim genelkurmay başkanı" Mehmet Ali Çelebi, babası, annesi, nişanlısı, ağabeyi, amcaoğlusu ve diğer akrabaları, 8-10 kişi olmuşlar konuşuyorlar.
Koridorun ortasından bahçeye çıkılıyor. Dediğim gibi, bir futbol sahasının çeyreği kadar bir alan. Parklardaki ağaç masalar ve sıralar. Masalara, eşlerin getirdiği rengarenk, pırıl pırıl örtüler serilmiş. Hepsinin üstüne plastik ya da kağıt tabaklar konmuş. Tabakların içinde dolmalar, mücverler, köfteler, börekler, tatlılar. Özenle hazırlanmış ev yemekleri hepsi. Aileler birbirilerine, diğer ailelere sarılıyorlar.
Hemen yan tarafta zannederim tenis kortu, ya da benzeri amaçlı bir alan var. İki ucunda iki basket potası olduğuna göre spor sahası olarak kullanılıyor. Çocuk her yerde çocuk. Çocuklar bu alanda top oynuyor koşuşturuyor. Daha küçük çocuklar, ailelerinin hemen elinin altındaki çocuk arabalarında uyuyor. Dünya umurlarında değil. Ne Yargıtay, ne müebbet, ne 16 yıl hapis. Uyuyorlar. Dağlarca yazmış ya: Çocuklar korkunç Allah'ım/ Elleri, yüzleri, saçları/ Bebek yaparlar haçları/Kıvrılmış uyuyorlar/Yok sana ihtiyaçları... İşte öyle)
Naci Paşam, Emekli General Naci Beştepe mihmandarlık yapıyor bana. Bir masaya yaklaşıyoruz. Üç kişi oturmuş. Pembe, pespembe giyinmiş sapsarı bir kız çocuğu elinde topu, babasının elini çekiştiriyor. Babası Şirinyer'den yeni gelmiş Hasdal'a. Jandarma Hamza Kaya. Eşi ve kayınpederi oturuyor. Hamza komutan bize durumun anlatıyor. Şirinyer'de ifadesini vermiş. Duruşmalardan vareste tutulmayı isteyip buraya gelmiş. Eşi kanser. Hamza Kaya anlatacak ama, kızı Damla sürekli çekiştiriyor. Oynamak istiyor çocuk. Görüyorum. Haydi oyna Hamza, diyorum, ben yine gelirim sana. Hamza, birkaç metre ileriye gidiyor. Damla topu yere koyuyor ve babaına doğru vuruyor küçücük ayağıyla. Yüzünde güller açıyor. Babasıyla oyun oynuyor ya, mutluluk bu. Hamza da öyle. Bense, ağlamamak için ufak ufak kaçıyorum yanlarından. Buradaki çocuklardan kim bilir kaçına aynı yalan söylenmiştir.
- Babanın işyerine, oyun oynamaya gidiyoruz yavrum.

ÖZLÜK HAKLARI, YENİ CEZAEVLERİ, GENELKURMAY'IN TAVRI

Bizimle de kendi aralarında da genellikle bu konuları konuşuyorlar. Emeklilik hakları ne olacak? Genelkurmay, Yargıtay kararından bir gün sonra bazı formlar dağıtmış. Emeklilik hakları dolanlar hemen emekli olsun, hakları kaybolmasın diye. Bazıları büyük tepki gösteriyorlar. Sen bizi sahipsiz bırak, sonra hakkımı savunuyormuş gibi form gönder, istemiyorum senin emekliliğini, diyenler bile var. Hemen hepsi, Hasdal'dan bir, birbuçuk ay sonra değişik cezaevlerine dağıtılacaklarını biliyorlar. Tercih yapmaya çalışıyorlar. Ailelerine neresi daha yakın, neresi daha uygun olur diye cezaevinden cezaevi beğenmeye çalışıyorlar. Hiç biri Silivri'ye gitmek istemiyor. Mahkeme anıları ağır basıyor çünkü.
Ve hemen hepsi, Genelkurmay'ın, üst komutanlığın tavrını çeşitli dozlarda eleştiriyorlar. Silah arkadaşlığından meslektaşlığa bir sıralama yapıyorlar ve üst komutanlığın, Atatürk'ün mirası üniformayı taşıyamadığını söylüyorlar.
REDDİ HAŞİM HAKKIMI KULLANIYORUM...
Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, bütün haşmetiyle gülümsüyor karşımda. Yahu bu adamlar nasıl bu kadar müthiş gülümseyebiliyor. Hayret ediyorum. Türkşen, şu Kardak kahramanı. Sarılıyor, öpüyor, anlatıyor. Sözünü kesiyorum.
-Nasıl çıktınız kayalıklara komutan? Hani şu Özcan Deniz'in filmi var. Kayalıkların bir ucundan Yunanlı subay çıkıyor, bir ucundan siz. Öyle mi?



- Yok, hayır diyor. O hikayeyi yeni kitabımda anlattım. Bir aya kadar yayınlanacak Kaynak Yayınları'ndan.
Müthiş. Başlıbaşına film. Dayanamayıp, "Kitap çıkmadan okumanın çaresini" soruyorum. Gülüyor. Sonra başlıyor anlatmaya:
"Yargıtay kararının akşamı. Eş, dost, akraba, arkadaş kalabalığı akşam saatlerinde Hasdal'ı terk ettikten ve özgürlüklerine kavuşan arkadaşlarımızı alkışlar eşliğinde Hasdal'dan uğurladıktan sonra, Balyoz darbe planının yalın gerçeği, fiziki olarak da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sağım denizci, solum denizci olunca gayri ihtiyari şu soruyu soruyorum en yakınımdaki arkadaşlarıma: -Yahu, hiç mi karacı kalmadı aramızda?
Ne zannettin, diyorlar. Meğer günün telaşı içinde fark edememişim. Sadece Hasdal değil, diğer cezaevlerinde de tek bir muvazzaf karacı kalmamış meğer. Hasdal'da kala kala Balyoz davası hükümlüsü 43 denizci iki de jandarma subayı, 45 kişi kalmışız. Yani darbeyi Deniz Kuvvetleri ve Hava kuvvetleri yapmış. Dünyada bir ilk."
Ali Türkşen, Akif Beki'nin bir yazısına atıfta bulunarak, kendi durumuna da açıklık getiriyor:
"Akif Beki ve benzeri Allah'tan korkmaz, kuldan utanmazlar. Allah öncelikle hepinize akıl fikir versin. Madem bir yalanın peşinde sürükleneceksiniz, biraz zeka parıltısı gösterin de inandırıcılığınız artsın. Siz bana, yargılamanın ilk gününden bu yana resmi belgeyle ispatlanmasına karşın, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen'in TRT kameraları kayıttayken ve bütün gün dalıştayken, nasıl dijital veri hazırlamış olabileceğini, bu şekliyle de 16 yıl hapis cezasını almaya nasıl hak kazandığını bir anlatıverin önce de ondan sonra memlekete nasıl demokrasi gelecek, hep beraber bir yol bulalım."

ALLAHTAN O TARİHTE KANSERİM, HASTANEDE YATIYORUM!..

Aslında Türkşen'in gerçeğine benzeyen çok öykü var burada. Bir komutan özetle, "Düzenlediğim iddia edilen dijital belgenin oluşturulma gün ve saatinde ben allahtan kanserim ve hastanede yatıyorum, buna rağmen mahkum oldum" diyor.
Suçsuzluğunu kanıtladığı için kanser olup hastanede yattığına şükredebilmek nasıl bir kara mizahtır, muhataplarını Nasrettin Hoca'ya havale ediyorum.
Bir başka komutan, Deniz Kurmay Albay Aykar Tekin, hikayesini anlattığı süre boyunca iki elimi elleriyle tutarak, ayakta, gözlerimin içine bakıyor. Keşke herkes herkesin gözlerinin içine böyle rahat bakabilse. İlk tutuklandığında Somali'ye yardım götüren geminin komutanı. Hani Başbakan, Başbakan'ın eşi, Ajda Pekkanlar filan gitmişti. Hatırladınız mı? Gemide, devletin beş buçuk milyon doları var. Mogadişu limanına yanaştıklarında öğreniyor tutukluluğu. Elinin altında beşbuçuk milyon dolar. Dünyanın hiç bir devleti, beşbuçuk milyon doları olan adamı iade etmez. Bu, görevini yapıyor. Dağıtılmayan iki milyon dolar kadar bir parayla birlikte Türkiye'ye dönüp tutuklanıyor.
İkinci tutukluluğunu Hint okyanusunda öğreniyor. Denizaltı bir limana yanaşıyor. Tekin komutan telefonla biletlerini ayarlıyor. Yola çıkıyor. Yolda kum fırtınası. Herkes arabayı sağa çekmiş. Kiraladığı aracın şöförü, "Sör, uçağa yetişeceksiniz ama, kum fırtınası var, çekelim mi sağa?" diyor. Hayır. Devam ediyorlar. Uçağa yetişiyor. Türkiye'ye geliyor. Tutuklanıyor.
Kaçamazdım Halil Bey, diyor komutan. Benim babam dedemin diktiği zeytini yedi, ben babamın, benim çocuklarım benim diktiğim zeytinleri yiyecek. Bu topraklar böyle topraklar. Vatanım benim burası.
Tekin komutanın masasında annesiyle babası. Baba daha önce kalp ameliyatı olmuş. Kanser. Oğlunu o güne kadar görevde sanıyor. Bayramdan bir gün önce söyleyebiliyorlar Aykar Tekin'in durumunu. Baba ve anne öyle vakur. Anne, ellerime sarılıyor, ama rica etmiyor, yalvarmıyor. Dimdik. "Gazeteci oğlum, benim oğlum suçsuzdur, beni konuşturacaksın Ulusal Kanal'da" diyor. Baba, cezaevinden ayrılırken oğluna, diğer hükümlülere, Naci Beştepe Paşa'ya ve bana hep aynı şeyi söylüyor. Tek cümle:
- Dirayetli olun.

CEZAEVİNDE BAYRAM HARÇLIĞI VERDİM

Kırk altı hükümlünün kendisini ve ailesinin birelerini dinleyin, 4 yüzden fazla film, bir o kadar roman, bir o kadar tiyatro oyunu çıkar. Levent Kırca dışında, bu ülkenin sanatçıları neyle uğraşır anlamam. Deniz Albay Zafer Murat Sarı, Aksaray'lı. Aslan gibi iki oğlu var. Kırmızı kafalı olanı Umutcan, karakafalı olanı Uğurcan. Eşi Sevda dimdik duruyor kocasının yanında. Zafer komutan en feci hukuki sonucu bile Edith Piaf gibi yumuşacık, gülerek anlatıyor. Diyarbakır'ın meşhur burma kadayıfını yiyoruz beraber.
Saçlarını arkada at kuyruğu yapmış, güneş gözlüklerini çıkartınca yakışıklılığı daha bir belirginleşen SAT Binbaşı Eren Günay'ın üç yaşındaki yeğeni Sarp, ortalığı kırıp geçiriyor. Ön sol ayağı sarılıp bantlanmış siyah bir köpek var yakınımızda. Sarp, cezaevinin dikenli tellerini gösteriyor. Köpeğin ayağına dikenli tellerin battığını dili döndüğünce anlatıyor. Gerçekten de öyleymiş. Önceleri yerde, kapı altlarında da dikenli teller varmış. Köpek ayağını orada yaralamış. Her gün gelir, bir görevlinin önüne durur, ön sol ayağını uzatır, pansuman yapılmasını beklermiş hayvan. Çocuk, cezaevinin dikenli tel gerçeğini kavramış, bize anlatıyor.
Ee, bu gün bayram. Sarp da çocuk. Eren binbaşı mıydı, yakınlarından biri mi, beni göstererek, "Sarp, amcanın elini öpmeyecek misin?" diye soruyor. Küçücük eliyle elimi tutuyor Sarp, öpüp alnına götürüyor. Bir alkış. Dilerim, Sarp'a verdiğim harçlık, bir çocuğa cezaevinde verdiğim ilk ve son bayram harçlığı olur.
Bayramda insanlar birbiriyle bayramlaşır, değil mi? Öyledir. Ya da ben de öyle sanıyordum. Öyle değilmiş. Öyle bir bayram sabahı yaşadım ki Hasdal'da...
Bayramlaşmadı insanlar o sabah. Birbirinin bayramı oldular.
Haydi bakalım. Bütün bunlardan sonra.
Şimdi.
Bayramınız kutlu olsun...

http://www.ulusalkanal.com.tr/hasdalin-daglarinda-cicekler-acar-makale,1655.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Ergenekon'un 'gerekçeli karar'ı neden yazılamıyor?

10 Aralık 2013, 10:04

hik1.jpg
Hikmet Çiçek

13. Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon kararını verirken büyük bir suç işledi. Mahkeme, MGK'nın 2004 kararı ve bunun eki belgelere bakmadan mahkûmiyet kararı verdi. Elinin altındaki devletin resmi belgelerini görmezden geldi, çeşitli devlet kurumlarından gelen yanıtları sakladı, bu belgeleri sanıklardan ve kamuoyundan gizledi. En hafif deyimle görevini kötüye kullandı.

Başbakan Erdoğan'ın "ıslak imzasının" bulunduğu 2004 MGK kararı ve bu karara dayanarak Genelkurmay'ın hazırladığı "İrticai Faaliyetlerle Mücadele Ek Eylem Planı" dava klasörlerinde bulunuyordu. Buna rağmen mahkeme, bu belgeleri "yok hükmünde" sayarak karar verdi. Bu belgelere ilişkin ayrıntılı bilgi Deniz Yıldırım'ın "Erdoğan'ın bittiği plan" (Aydınlık, 30 Kasım 2013) ve "İrtica İktidarda" (Aydınlık, 5 Aralık 2013) başlıklı yazılarında olduğu için tekrar etmiyoruz.

Ergenekon davasında karar 5 Ağustos 2013 günü verildi. Veli Küçük ve Muzaffer Tekin'e ikişer kez olmak üzere 10 sanık ağırlaştırılmış müebbet, 9 sanık müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 275 sanıktan sadece 21 kişi hakkında beraat kararı verildi. Ölen üç kişinin dosyası düştü, firarda dört kişinin dosyası ayrıldı, 13 kişi hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Diğer sanıklar hakkında 1 yıl 4 ay ile 49 yıl arasında hapis cezalarına hükmedildi.

MİT mensubunun dosyası

Ergenekon sanıklarından MİT yöneticisi (önce MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı, daha sonra İzmir Bölge Başkanı) Özel Yılmaz'ın dosyası, mahkemenin kararından önce davadan tefrik edilmişti. AKP'nin, Müsteşar Hakan Fidan'ı kurtarmak için MİT yasasında yaptığı değişiklik nedeniyle Yılmaz'ın yargılanabilmesi için başbakanın izni gerekiyordu. Bir süre önce bu izin çıktı ve Yılmaz 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin karşısına çıkarıldı. Mahkeme, savcıdan mütalaa istedi. Savcı Mehmet Ali Pekgüzel, Ergenekon'un gerekçeli kararından sonra mütalaa vereceğini söyledi, duruşma 17 Aralık'a ertelendi.

Özel Yılmaz ile ilgili bu gelişmeden dolayı Ergenekon sanıkları ve avukatları, gerekçeli kararın 17 Aralık'tan önce çıkabileceği yorumunu yapıyorlardı. Karardan dört ay sonra gerekçenin yazılması olağan kabul ediliyordu. Balyoz'da da böyle olmuştu.

Durum öyle değil!

Aydınlık'a, Silivri mahkemesi çevrelerinden ulaşılan bilgilere göre gerekçeli kararın yazılmasına daha 4- 5 ay var! Yani gerekçeli karar 2014'ün nisan ayından önce açıklanmayacak!
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da MGK kararına ilişkin 3 Aralık günü Silivri'den yaptığı açıklamada, "Söylentiler, gerekçeli kararın çıkması için bir dört ay daha geçeceğini göstermektedir" dedi. Başbuğ'un avukatı İlkay Sezer de 4 Aralık akşamı CNN Türk 'Tarafsız Bölge'de aynı görüşü tekrarladı.

Gerekçeli karar neden yazılamıyor?

Kıdemli hukukçu Hüsamettin Cindoruk'a önceki hafta Silivri'ye yaptığı ziyaretinde bu gelişmeleri anlattığımızda şunları söyledi:

"Yassıada mahkemesinin gerekçeli kararı, karardan bir ay sonra açıklandı. Eğer Ergenekon mahkemesi bu işi bu kadar uzatıyorsa, kararına yazacak gerekçe arıyor, bulmakta zorlanıyor demektir!"
Gerekçe bulmakta mı zorlanıyor, yoksa bu gecikmenin nedeni şimdi açıklanan 2004 MGK kararı ve diğer belgeler mi?
Ancak bildiğimiz bir şey var. Mahkeme gerekçeli kararını yazamıyor!

Hikmet Çiçek
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/-ergenekonun-gerekceli-karari-neden-yazilamiyor-makale,1835.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Fethullah-Tayyip kapışmasıyla netleşen resim Gladyo rejimi çöküyor

21 Aralık 2013, 00:41

fiko.jpg
Fikret Akfırat

Türkiye'deki çürümüş Gladyo iktidarı mekanizmasını açığa çıktı. Yargı-emniyet-istihbarat mekanizmasının Erdoğan ve Gülen'in elinde kalan parçaları, beraber işledikleri suçları birbirlerinin üstüne atıyor.


Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Fethullah Gülen... ABD-İngiltere-İsrail tezgahıyla sahnelenen 2002 darbesinin ardından iktidara getirilen ve 11 yıl boyunca Atatürk Cumhuriyeti'ni aşama aşama yıkan iktidar koalisyonunun üç temel aktörü. Koalisyon dağıldı, şimdi Hükümet'in yıkılışı süreci içindeyiz.
Ortalık toz duman, herkes birbirini suçluyor. Erdoğan cephesi, operasyonun arkasına MOSSAD'ı yerleştiriyor, Fethullahçılar 11 yıldır Cumhuriyet'in yıkımında kol kola görev üstlendiği AKP'nin yolsuzluk batağında olduğunu vurgulayan bir propagandaya girişiyor.

Suçlardan arınma çabası


Son operasyon ve karşılıklı suçlamalar, Türkiye'deki çürümüş Gladyo iktidarı mekanizmasını açığa çıkardı. Daha önce ortak düşmana karşı ortak mücadelenin aracı olan yargı-emniyet-istihbarat mekanizması Erdoğan ve Gülen'in elinde kalan parçalarıyla, birbirine karşı savaşıyor. Beraber işledikleri suçları birbirlerinin üstüne atıyorlar. Aba altından sopa gösterme aşamasından sıcak savaşa geçiliyor.
Tayyip Erdoğan devlet içinde devletten, dış bağlantılı çetelerden bahsediyor. Erdoğan'ın medyadaki adamları, Emniyet'te 30 kişilik bir özel ekibin yönetiminde aşağılara kadar yüzlerle ifade edilen bir yapının olduğunu yazıyor (Cem Küçük, Yeni Şafak 19 Aralık 2013). Fethullahçıların adamı Emre Uslu'nun köşesinde yer verdiği, Ergenekon operasyonunu yürüten polislerle yaptığı konuşma tertip davalarıyla ilgili önemli bir ifşaatı içeriyor (Taraf, 16 Aralık 2013). Uslu, Ergenekon operasyonunun her aşamasında operasyonu yürüten polis ve savcıların ellerindeki dosyalarla Tayyip Erdoğan'dan onay aldıklarına ilişkin örnek olaylarla anlatımlarına yer veriyor. Polis ve savcılar, kendilerini suçlayan Tayyip Erdoğan'ın, işin başındaki kişi olduğunu ilan ediyorlar.

Mafya-Tarikat-Gladyo rejiminin resmi

Bir devletin üç temel organı olan yasama, yargı, yürütmenin nasıl çürüdüğü, pisliğe battığı her gün yeni bir olayla açığa çıkıyor. Bu, mafya-tarikat-gladyo rejiminin resmidir. Bu resim artık gizlenemez.
Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının “emniyet-yargı cuntası” olarak adlandırdığı bu “yapılanma”yı Fethullah tarikatıyla Tayyip Erdoğan, Atlantik ötesinin talimatıyla Hükümet gücünü kullanarak beraber oluşturdu. Milli devleti yıkım sürecini, başında ABD'den gelen 35 kişilik CIA-Pentagon heyetinin bulunduğu bu “yapılanma”yı kullanarak tertiplerle hayata geçirdiler.

Türkiye için güvenlik sorunu

Hükümet'in başında AKP vardır, ancak ipler kısmen elindedir. Türkiye'de NATO üyeliğinin başından beri işleyen mekanizma şu şekilde özetlenebilir: Süper NATO'nun istemediği, Hükümet olamaz ama işler Hükümet mekanizmasıyla yürütülür. AKP iktidarının ilk günlerinde de, eski döneme göre Gladyo biraz daha etkin konumda olsa da durum böyleydi. Daha sonra ipler büyük ölçüde Gladyo mekanizmasının eline geçti.
Mafya-tarikat-gladyo rejimi, Cumhuriyeti yıkmıştır, Türkiye'yi bölmektedir. Devletin yasal güvenlik güçleri, yasadışı işlere boğazına kadar batırılmıştır. Çete savaşı, yasadışı uygulamalar temel yöntem haline gelmiştir. Türkiye, komşularıyla düşman, ABD'nin elinde zavallı, oyuncak bir kukla devlet haline getirilmektedir.

Hükümet seçeneği

AKP-Fethullah koalisyonun dağılması ve iktidarın yıkılışı süreci, yeni iktidar seçeneklerini gündeme getirmektedir. CHP ve MHP, AKP'ye operasyon yapan kesimlerin yanında konumlanıyor. Bu ortamda Kılıçdaroğlu, ABD Büyükelçisi'yle yemek yiyor. MHP, Cemaat'e kol kanat geren açıklamalar yapıyor.
İktidar bloğu dağılınca, hemen yeni ittifakların zemini için kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor.
19 Mayıs 2012'den itibaren dalga dalga büyüyen halk hareketi Haziran'da ve arkasından 29 Ekim ve 10 Kasım'da Yeniden Atatürk Türkiyesini kurma azmiyle sahneye çıktı. İktidarın yıkılışı oradan başlamıştır ve bugün yaşadığımız iktidar bloğundaki dağılmayı sağlayan güç işte budur. Bugünün görevi, yeniden Atatürk Türkiyesi iradesiyle sahneye çıkan milyonların önüne bir milli hükümet seçeneği koymaktır. Türkiye'yi mafya-tarikat-gladyo bataklığından kurtarıp, aydınlık yarınlara ulaştırmak sadece bir seçenek değil zorunluluk haline gelmiştir. Üstelik bunun için koşullar ve zemin de son derece uygundur.


Fikret Akfırat
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/fethu...-resim-gladyo-rejimi-cokuyor-makale,1870.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Temiz Türkiye

23 Aralık 2013, 10:03

teoman-alili.jpg
Teoman Alili

Pisliği deliği süpürmek için ‘süpürge’ lazım yani enstrüman. Süpürge olmaya niyeti olanlar varsa kendileri bilir ama mutlaka kullanıcı kadar süpürebileceklerini de bilsinler. Ayrıca sadece süpürmek kokuyu ve izi temizlemez. Zaten süpürgeyi kullanan da ne kadar kullanacağını baştan ilan etti. Sadece deliğe kadar kaba pisliği süpürecek ama akarı kokarı kalacak.

Su Lazım

Oysa bizim pisliklerden kurtulmamız için doğal bir gücümüz var: Su. Su temizdir, su berraktır, su hayattır ve su temizler. Su geçtiği yeri hızıyla yıkar iz koku bırakmaz tertemiz yapar. Benzetmeleri bırakıp asla geçelim. Süpürme tehdidini yapan kim di? ABD... Washington süpürge arıyor niyetlisi makama gitti bile ama esas temizleyici baraj duvarlarını yıktı geliyor. Deliğe süpürülme işlemi aşama kaydetmiştir. Türkiye Gençlik Birliği’nin kutlu 19 Mayıs eylemiyle başlayan süreç artık iziyle, kokusuyla pisliği tamamen deliğin en kör karanlığına atacak aydınlık bir su taşıyor. Gezi’yor su, su güçlü, su tazyikli,su dinamik… Temiz Türkiye için gürül gürül geliyor su, duymuyor musunuz barajlar yıkılıyor. Bu çatırdama, bu enkaz sesi yıkılan duvarların sesidir.

Teoman Alili
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/temiz-turkiye-makale,1874.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Åsgård’taki Tokur Ogur

İki aydır gişe rekorları kıran Thor filmine ne yazık ki, işlerimin yoğunluğu nedeniyle gidemedim. Ama Dr. Begümşen Ergenekon gitti. Kuşkusuz çoğu okurumuz izledi Thor’u. Ama Dr. Begümşen Ergenekon farklı: ODTÜ Modern Diller Bölümünde öğretim üyesi. Sosyolog ve Sosyal Antropolog.

29 Aralık 2013 Pazar 12:18

asgardtaki_tokur_ogur_h20130.jpg

Türk uygarlığı, kültürü ve dilinin kökenleri üzerinde çalışıyor. 1977-1989 yılları arasında 12 yıl Norveç’te çalışmış, Norveççe biliyor. O nedenle Thor filmini farklı bir gözle izlemiş.
Verdiği bilgiler, bana öyle mutluluk verdi ki, kendime saklayamazdım. Mutluluk paylaştıkça çoğalıyor. Söz Dr. Begümşen Ergenekon’un.

Og ve verar
Önce Thor hakkındaki yazınızı okudum sonra da filmine gittim. Size izlenimlerini ve Norveççe ve Türkçe arasındaki bağlar hakkındaki görüşlerimi yazıyorum.
Daha önceki yazılarınıza istinaden kısaca size “og” ve “ vear” kelimelerinin Norveççede de bulunduğunu söylemek istiyorum. İlki “ve” (birleştirici, bütünleştirici, kaynaştırıcı, bağlayıcı), ikincisi ise “ol”, eğer “a veare” (a’nın üzerinde küçük bir yuvarlak var ve mastardır) yazılırsa fiil haliyle “olmak” anlamlarına geliyor.

Tor ve Åsgård
Ankara’da Bambu isminde bir dergi çıkarıyoruz birkaç üniversiteli ile birlikte (Dost, İmge ve Tarhan’da, İstanbul’da ise Mephisto’da satılıyor. Bu ay 4. Sayısını çıkarttık. Orada film eleştirileri de var. O nedenle tam da Norveç’te tanıştığım (!) Thor’un filmini görmeye karar vermiştim ki bugünkü (13 Kasım 2013) yazınızı okudum. Dersten çıkar çıkmaz 19.00 seansına koştum.
İşte size seyrederken aldığım notları aktarıyorum. Öncelikle Thor Norveç Mitolojisinde bir tanrı olarak biliniyor. (Tabii 1905’teki ayrılmalarından evvel İsveç Kraliyetinin ondan önce de Dan Krallığının bir eyaleti.)


Thor Heyerdahl de Norveçli bir biyolog ve deneysel arkeoloji ile uğraşmış bir kaşif. Thor tanrının İngilizce yazılışı. Noveççe Tor olarak da yazılıyor ve halen erkek çocuklarına verilen bir isim.
Åsgård Norveççe yazılışı ilk ve ikinci a’lar üzerinde birer yuvarlak vardır ve harfin ‘o’ olarak okunmasını sağlar. Bu yazılışlarıyla ås = tepe, gård = çiftlik anlamına gelir. İkinci kelimenin birinci anlamları mülk, tımar, malikhane, köşk anlamlarına da geliyor (Haugen, 1976, s. 107). İkinci anlamları ise çit/engel, parmaklık ve etrafını çalı ile çevirmek. Dolayısıyla yerleşim, şehir veya vatan da olabilir. Yani Thor’un vatanı Tepe Çiftliği veya Tepe Yerleşimi anlamına gelebilir. Örneğin Norveç Vikinglerine göre İstanbul’un Doğu Roma (Bizans) zamanındaki adı Miklagård’dur. Isveç vikipedisine göre Mikla = Büyük / Koca; gård = ticaret yeri veya Azametli Şehir anlamlarını taşır (http://sv.wikipedia.org/wiki/Miklagård).
Filme geri dönersek åsgård yeryüzü gibi ama olmayan ve güneşin sürekli tutulması nedeniyle alacakaranlık bir gök cismindeki bir vahadadır. Uzun bir köprüden dik kayalık yamaçlar/dağlarla çevrilmiş, ortası krater gölü olan, çevreleyen dağlarla göl arasında ise yoğun yerleşim binaları bulunan (kurgu tasarımlı) bir yerdir (Bu haliyle “Ergenekon’u” hatırlatır). İçerisi aydınlık, dışarısı karanlıktır. Dışarıda Kara Elv denen yaratıklar yaşar. Ortasında bir saray bulunur. Onunda dışında iç içe geçmiş dokuz dünya vardır. Bu dünyalardan birinde insanlar, diğerlerinde diğer yaratıklar yaşar. Sarayın etrafındaki halk Asya’daki Türk-Moğol çadırları “yurt”larda oturur şekilde canlandırılmıştı filmde. Odin karısı Frigg(a) (Ana/yer tanrıça) ile birlikte Sarayında yaşar. Oğulları Loki’nin iktidar hırsı ile insan kurban etme taraftarı olmayan Odin’le arasındaki şiddetli geçimsizlik filmin konusudur.

“Dokuz Dünya” Tokuz Oğuz olabilir mi?
Eğer Kral olacaksa Thor, dokuz dünyaya da barış getirmesi lazımdır. Bunun için kötülük ve onun Tanrı katındaki temsilcisi olan erkek kardeşi Loki’yi etkisizleştirir. Dokuz dünyadan bahsedilirken bir Hogun kelimesi geçer (?).
O sırada, şimdiki zamanda Londra’daki bir bilim adamı Stonehenge’de çıplak gösteri yapar. Amacı evrendeki (güneş sistemi?) her cismin tek sıra halinde aynı hizaya gelmesine dikkat çekmektir. Yeryüzünde Jane, Åsgård’da ise Sif olan aynı kadın Thor ile birlikte bir o, bir de bu dünyaya gidip gelir. Filme göre kötülüklerin anası Aether denen kızıl siyah akışkan bir maddedir (tıpkı petrole benzer). Bir insan vücuduna girerek damarlarında dolaşabilir. Film’de geçen isimlerden birisi Kursed’dir (Ne olduğu anlaşılamadı).
Odin’in başındaki boynuzlu miğfer insana Çatalhöyük evlerinin duvarlarına asılmış boynuzlu boğa kafataslarını hatırlatır. Yer yer bu boynuzlar hilale benzer. Thor’un elindeki çekiç daha çok devasa bir balyozu andırır. Burada Türklerin demircilikleri gelir akla. Odin’in sarayına Aether’i arayan ve Thor’un hasmı olan Elf ve Savartalfheim’lerin kralı Lanetli Malekith gelir (İngiliz Wikipedia’sına göre bu kişilik 1984 yılında Walt Simonson tarafından yaratılmıştır http://en.wikipedia.org/wiki/Malekith_the_Accursed) Cumhuriyetin başında tasarlanan yerli uçağımız Uçan kanat benzeri uçağı ile tıpkı 11 Eylülde ikiz kulelerin içine yapılan dalış gibi Odin’in sarayına girer. Kötülük maddesi Aether’in peşindedir. Ama Ana Kraliçe-Tanrıça Frigga bunu hizmetçisinin bedeninde saklamaktadır ve onu teslim etmez. Bunun üzerine Malekith tarafından Frigga öldürülür. Odin kahrolur. Norveç ölü gömme adetlerine uygun olarak naşı bir Viking kraliyet kayığına konarak su üzerinde ateşe verilerek yakılır. Odin sanki Muhteşem Yüzyıl dizisindeki gibi bir balkondan bu cenaze merasimini seyretmektedir. O sırada sahne tekrar Londra’ya iner ve Stonehenge’de olay çıkartan İngiliz fizik alimi 5.000 yılda bir “Dokuz diyarın” (Güneş sisteminin dokuz gezegeni misali) tek hizada birleşmesinin yaklaştığını söyler. Malekith adeta bu birleşmeyi önlemek istemektedir. Bilgin o durumda 10.000 Åsgård’un onun üstüne düşeceğini söyler. Bu sırada Thor, Loki’yi tutsak eder ve uçan bir Viking kayığıyla Åsgård’dan çıkar. Bu ihanet demektir. Thor ellerini bağladığı kardeşini serbest bırakınca, Loki onun sağ kolunu keser. Bu sırada Malekith, Loki’ye saldırır. Her nasılsa kolu yerine gelen Thor kardeşini korumaya çalışır ama Loki ölür. Thor, Åsgård’a dönüp babasına, oğlunun kahramanca öldüğünü haber verir. Halbuki ölen Odin’dir. Maskesini ve giysilerini çıkartınca altından Loki çıkar. Jane’in (Sif) peşinden Thor Londra’ya döner. Tabii bu bir Hollywood yorumudur ve araya “Tanrı Amerika’yı korusun” gibi bir söz de sıkıştırılmıştır.

Thor ve Ur
Thor ile ilgili yazınızda birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bu isim Germanik dillerde (İngilizce, İskandinav ve Hollanda dilleri, Almanca) haftanın Perşembe gününe de adını veriyor. Bu anlamda kullanılan kelime torsdag.
Ur kelimesi Norveç’ce de bir şeyin “ilk hali”, “aslı “yani köken anlamına gelir (Haugen, 1976, s. 415). Burada söylemek isterim ki, ay tanrılarının baş tapınma yerlerinden olan Türkiye’de Urfa, Irakta Ur ve Uruk (Irak) eski yerleşimlerinin isimlerindeki benzerlik dikkat çekici. Bu yerlerde bulunan tapınakların üstünde hilal bulunmaktadır. Mardin ve Halep ve Şam müzelerinde Ay anlamına gelen tanrının karşılığı “Sin’in kabartma dikilitaşları mevcuttur. İngilizce Urban kelimesinin Ur’u şehir anlamında bu kentlerden alınmış olmalıdır.
Taht kelimesinin Norveç’cesi ise “trone”. Norveççe “Od” kelimesinin ise İngilizce karşılığı “excited, wild, in heat” (Haugen, 1976, s. 243). “Odd” kelimesi ise “sivri bıçak, kılınç ucu” demek (s. 243).

Hordaland ve Ordu
Turkaland kadar Norveç’in güneyinde bulunan “Hordaland” vilayetinin de adı ilginç. Horda = Ordu [Türkçe asıldan geliyor, İngilizce sözlüklerde de kelimeyi aynı anlamda ve Türk kökenli olarak verir (Henüz kaynak bulamadım. Yanımda olmayan bir Norveççe ansiklopedide yazıyordu)].
Hordaland’ın başkenti Bergen, Berg = Dağ, Berge=dağlar arasında, dağlık; Bergen = bilinen dağ (sondaki en =the). Bu haliyle Sarp Dağ geçidi/Dağlık yer anlamına gelen Ergenekon’la da ilişki kurulabiliyor.) Hordaland vilayetinin anlamı Ordu’lar Ülkesidir. Bazı Norveçliler bunu gülerek Türklerin yerleştiği yer olarak ifade ederlerdi.

Kaynak:
Haugen, Einar, 1976, Norsk Englesk Ordbok, Universitetsforlaget, Oslo, Gröndahl & Sön.

Önemli ipuçları
Sayın Dr. Begümşen Ergenekon, Odin’in Asyalı kökenine ilişkin yeni ipuçları getiriyor. Bunlardan en önemlisi, “Dokuz Dünya” ve Türk-Moğol yurtları (çadırları). Bir de Kursed var!
- Dokuz Oğuz’un o tarihlerde Kuzey Karadeniz’deki adı neydi?
- Odin’in kızının adını biliyor musunuz?
- Kursed’in başındaki kur ne olabilir?
Gelecek haftaki yazının anahtar sözcükleri belli oldu: Utrigur, Jord, Gur.

Doğu Perinçek
Aydınlık/Rota

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/asgardtaki-tokur-ogur-h20130.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Bazı komutanlar Gül-Gülen'i mi destekliyor?

28 Aralık 2013, 14:56

rafetballi12_1.jpg
Rafet Ballı

İslamcı muhatabımla epeydir oturmamıştık.
Gündem hızlandı ya. Buluştuk.
Onu dinlemem lazım.
Tespitlerini hep önemli bulurum.
Bilgileri içeriden, yorumları keskindir.
Son 2 yıldaki öngörüleri şaşmadı.
Özellikle son bir yılda.
Nokta atışlı tahlil yapıyor.
Sanki "saha"yı planlayan odur.
* * *
Pek kabul etmez. Ama notunun kıt olduğu..
Yanıldığı başlıca alan: Atatürkçülüktür...
Bir ara "öldü" demişti.
Aydınlık da sempati menzilinde sayılmaz.
Ama haklarını teslim eder.
Ona göre: Direndiler ve meşruiyet kazanıyorlar.
* * *
Kürt hareketini ise hep kayırır.
İmralı dahil... Sahayı neredeyse içeriden izler.
"PKK Türkiye için şanstır."
Not: Etnik kökeni Kürt değildir.
* * *
Mensubiyet anlamında... Cemaatçi de değil, Erdoğancı da.
Tercihi: Gül-Gülen cephesi.
Nedenleri "şahsi" değil.
"Hesab"a değil, "kitab"a dayanıyor.
* * *
Oturduk.
"Söyleyeceklerim bilgi değil, yorum" dedi.
Ben "bilgi"li "yorum" anladım.
İşte ilk tespitleri.
Zamanlama: "Aslında sonbaharda başlamalıydı."
Erdoğan'ın kaderi: "Kaybediyor."
Çıkış yolu: "Görünmüyor."
Nereye gidiyoruz: "Yeni bir Türkiye kurulacak."
* * *
Operasyonun İslamcı tabandaki etkileri:
"Erdoğan'ın örtme çabası, tepkiyi büyüttü."
"Karadeniz mitinglerindeki diline tepki var."
"Sürekli saydı. Şunu verdik, bunu verdik diye."
"Firavun diliyle konuşuyor."
* * *
Operasyonun seçimlere tesiri ne olur?
Olacağı değil... Kendince olması gerekeni dillendiriyor.
"Bütün bunlara rağmen... AKP'nin tekrar % 50 alırsa!"
"Böyle bir Türkiye sürdürülemez."
"Diğerlerinde 'biz de gelebiliriz' umudu bulunmalı."
"Aksi takdirde... Türkiye Suriye'den beter olur."
Sezgi: CHP'ye iktidar hediye edilmeyeceğine göre... Koalisyon öngörülüyor galiba.
* * *
"Kuvvet" mevzilenmesini tarif etti .
"Gül + Anayasa Mahkemesi + HSYK + TSK'da bir eğilim..."
"Hizalandılar. Aynı çizgide buluştular."
"Bu bir fırsattır."
Sonuç: Bunlar... Gül-Gülen cephesinin "temel" kuvvetleri.
* * *
Kuvvetlerin rolü:
Gül: Yeni iktidar projesinin merkezindeki isim.
Yargı: Gül-Gülen cenahının iktidar manivelası:
TSK'da bir eğilim: Komuta kademesiyle kısmen eşgüdüm sağlanmış (mı?).
En azından bir kesimin... Pasif "rıza"sından değil... Aktif katılımından söz ediliyor.
İki kritik soru:
Bir: "TSK'daki bir eğilim"... ABD' nin olmadığı projeye "evet" der mi?
İki: TSK'nın ana gövdesi... Yukarının "evet"ini tanır mı?
* * *
TSK'daki "yeni eğilim"le neyi kastetti?
"Orduların savaş anlayışı değişiyor. Yeni dalga savaş dönemine girildi."
"Büyük ordu/düzenli savaş geçmişte kaldı."
"Düzenli olmayan birliklerin savaşı öne çıktı."
Yani: Gayri nizami savaş. Düzenli ordunun özel savaş için düzenlenmesi.
"Hizbullah yardım etmeseydi... Suriye ordusu otoritesini zor korurdu."
Soru: TSK'ya biçilen rol.. "Terör"le mücadele mi?
* * *
"Yeni Türkiye"de "Ulusalcılar"a da yer verdi.
"Hapis yattılar. Direndiler. Bedel ödediler. Dinamik bir güç."
"Ama sayıca fazla değiller."
Yanlış seçim: "Erdoğan'la birlikte hareket ederlerse, yenilirler."
Doğru seçim: "Kendi kimliğini koruyarak yeni Türkiye'de yer alırlar."
Uyardı: "Şimdiden Erdoğan'a meyledenler var."
Benden hatırlatma: İkisine de karşı çıkarlar.
* * *
İtiraz ettim:
Bir: Bu cephenin merkezinde Cemaat var.
İki: Atatürkçüler Cemaat'i Gladyo biliyor. Erdoğan'dan beter diyorlar.
Üç: ABD'de Cemaat'le konuştuğumda sordum. Ergenekon davalarına ne diyorsunuz diye. Katı göründüler. Olması gereken oldu dediler.
* * *
Cevapları.
Bir: "Erdoğan'ın hamleleriyle Cemaat budanmış olacak. Zayıflayacak."
İki: "Cemaat eskisi gibi kalamaz. Dönüşmek, demokratikleşmek zorunda. Dönüşmezse yok olur."
Üç: "Seninle buluşmaları önemli. Söyledikleri değil."
Devam edeceğim.

ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/bazi-komutanlar-gul-guleni-mi-destekliyor-makale,1897.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Mursi korkusu Mübarek'e yarar

28 Aralık 2013, 15:53

MehmetAliGuller.jpg
Mehmet Ali Güller

Yolsuzluk operasyonu üzerinden yaşanan iktidar mücadelesi oldukça karışık bir süreç… Hele de tarafları Türkiye’nin milli cephesi ve iç çarpışma yaşayan Gladyo cephesi diye sınıflandıramadıysanız, durum iyice karışacaktır.
Çünkü o zaman geriye sadece kavga eden Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen kalır! Yakınlık durumuna göre de birinin arkasına Amerika’yı takar ve siyasi yöneliminize uygun olarak ikisinden birini hedef alırsınız. Hatta bu durumu Mısır’la karşılaştırırsak, iş, Mursi gelir endişesiyle Mübarek’i desteklemeye kadar varır!
Nitekim basında yavaş yavaş bu görüşler belirmeye başladı. Asıl tehlikenin Cemaat olduğuna dikkat çekip, AKP’yi tahkim edecek bir çizginin izlenmesi gerektiğini savunan yazılarla karşılaşıyoruz.

Ana hedef İran değil!
Olayı “Fethullah Gülen’in arkasında ABD var, Erdoğan’a operasyon yapıyorlar” diye koyduğunuz anda kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlar çıkarırsınız.
Nesnel tablo şöyledir: ABD’nin etkili olan kanadıyla AKP bir tarafta, ABD’nin daha az etkili kanadı, İsrail ve Gülen Cemaati ise diğer taraftadır.
Yani ABD devlet aygıtı da bölünmüştür, Türkiye’deki Gladyo da…
Üstelik bu kez ABD, mutlak belirleyen de değildir!
Bu tabloyu görmediğiniz anda sanki tüm olan biten İran içinmiş gibi bir algı oluşur. Operasyonun ana hedefi İran sanılır.
Emperyalizm, sırf İran’ı cezalandırabilmek için Türkiye’deki iktidar yapısını darmadağın edecek kadar akılsız değildir. Hedef Türkiye’dir, İran değil!
Üstelik Halk Bankası üzerinden yapılan İran alışverişi ABD’nin uzun yıllardır bilgisi ve hatta teşviki dâhilindedir. Washington yanlış ellerde olacak bir paranın böylece kontrol edilebileceğini düşünmüştür hep. Dahası Washington 24 Kasım’da İran’la anlaşmış ve Tahran’a yönelik ambargoyu gevşetme kararı almıştır. Hatta şu anda da Tahran ile Afganistan konusunu müzakere etmektedir.

Erdoğan'ı tahkim etme sorunu
Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Orduya kumpası Cemaat kurdu” sözleri, daha önce bu köşede belirttiğimiz gibi çaresizlik içindeki AKP’nin aynı zamanda TSK’ye ittifak çağrısıdır. Ama tuzaktır!
Nitekim gerçeği gizleyemeyenler, üstelik bu siyasi çağrıya rağmen, “Ergenekon’u yıktığımız gibi Cemaati de yıkacağız” demektedir. Hatta Ergenekon ile Cemaatin ABD’nin iki ayrı kolu olduğunu iddia etmektedirler.
Ergenekon tertiplerinde Cemaatin daha sorumlu olduğunu belirterek bu çağrıya kulak vermek, görülmeye başladığı gibi Erdoğan’ı tahkim edecek bir duruşu getirir.
Bu duruş AKP karşıtı çevrelerde hâkim olmaya başlarsa 2007’deki hata yapılır. AKP’nin yıkıldığına inanılır, ABD’nin CHP-MHP koalisyonu kurduğu varsayılarak AKP’ye değil, bu sanal koalisyona vurulur!
Sonuç? Erdoğan, Cemaatin savcısına özel yetkili mahkeme kurarak İşçi Partisi’ne ve TSK’ye çok ağır bir operasyon yapmıştır!

Hele bir Erdoğan yıkılsın!
Aynı hata tekrarlanmamalıdır. Zira Erdoğan bu sefer de yıkılmazsa, Ergenekon tertiplerini aratacak operasyonlara imza atacaktır!
O nedenle Mursi gelir endişesi taşımadan Mübarek’e yüklenmeye devam edilmelidir.
Önce Erdoğan yıkılmalıdır! Yerini kimin dolduracağı yarının sorunudur. Kuşkusuz bugünden yarının sorunu için hazırlık yapılmalıdır ama yerini daha kötüsü doldurabilir diyerek Erdoğan’a asla yardım eli uzatılmamalıdır.
Mübarek yıkıldığında en örgütlü yapı İhvan olduğu için bir yıllığına iktidarı devrim cephesinin elinden çalabilmiştir ama Türkiye bu konuda daha avantajlıdır.
Milli bir güç birliği ile bu süreç, “ara rejimsiz” atlatılır. Haziran ruhuna ve Aslanlı Yol programına güveniyoruz.

Mehmet Ali Güller
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/mursi-korkusu-mubareke-yarar-makale,1898.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

'Bağımsızlık' ve 'ülkenin geleceği'

“Özelleştirmeye karşı Emek ve Bağımsızlık Mitingi!”

28 Aralık 2013 Cumartesi 15:13

bagimsizlik_ve_ulkenin_gelecegi_h20098.jpg

Hüseyin Karanlık
Parlak beyaz kumaştan pankartlar üzerine kırmızıyla yazılmış bu sözler, Yatağan, Milas, Muğla merkez ve Muğla’nın diğer ilçe ve yerleşim merkezlerindeki meydanları, işlek yolları süslüyor.

“Özelleştirmeye karşı Ülkemizi ve Geleceğimizi savunmak için, Miting!"

Yine bu sözler de, Muğla il ve ilçelerindeki “bilbord” adı verilen camekanlardaki afişlerde yer alıyor. Estetik ve göz alıcı bir tasarım. Yatağan, Yeniköy, Kemerköy santralleri ve maden ocaklarında çalışan işçilerimizin önceki eylemlerinden özenle seçilmiş fotoğraf kareleri kullanılmış.

Pankartlar ve afişlerdeki imza, TES-İŞ ve Türkiye Maden-İş sendikalarımıza ait. Bu iki sendikamızın Pazar günü Milas’ta özelleştirmeye karşı düzenledikleri mitingi duyurmak üzere asılmış.

Bilinç sıçraması
Son yarım yüzyıldır, ülke çapında etkili bütün içi eylemlerinin içinde bulunuyoruz. “Bağımsızlık” ve Ülkeyi savunmak” kavramları, bu ölçekteki bir sınıf eylemine ilk kez resmi olarak başlık oluyor, isim oluyor. Eylemin ana hedefi ve kimliği haline geliyor.

Bu kavramlar ve sloganlar sayısız işçi eyleminde kullanılmıştır, alanlarda atılmıştır. Örneğin “Kahrolsun İMF Bağımsız Türkiye” vb sloganlar Türk-İş’in yüz binlerce işçinin katıldığı mitinglerinde ve 1 Mayıslarda sıkça tekrarlanmıştır. Ancak eyleme adını vermesi ve kimliğini tanımlaması bir ilktir.
Türkiye’deki İşçi sınıfı hareketinde yeni bir aşamayı, yeni bir bilinç sıçramasını yansıtmaktadır.

Emekçi hareketi ekseninde milli cephe
Yatağan işçi mücadelesi, dikkat çekici bir gelişmeye daha imza attı. MHP dahil, bütün siyasal partileri aynı alanda, aynı amaç etrafında ve birleştirdi. “Özelleştirmeye karşı emeği, vatanı ve ülkeyi savunmak” amacı etrafında. Şimdiye kadar MHP ve ülkücüler, işçi eylemlerinde bulunuyorlardı. Ancak sendika pankartları altında ve işçiler olarak. Parti kurumsal kimliğiyle katılım yeni oluyor.

Düzenleyici sendikaların çarşamba günü gerçekleştirdiği toplantıya sendikalar, meslek kuruluşları ve demokratik kitle örgütleri, belediye başkanları yanı sıra AKP dışındaki partilerin temsilcileri de katıldılar. Miting ve yürüyüş düzeniyle ilgili kuralların belirlenmesine ortak oldular.

Öncülerle buluşma
Bu tabloyu tamamlayacak bir gelişmeye daha dikkat çekmek yerinde olacaktır. İşçi hareketinde, sıcak eylem sürecinde ivme kazanan bilinçlenmeye paralel olarak, ileri kesimler içinde öncü siyasal örgütlenme arzusunda da hissedilir bir yükseliş gözlenmektedir. Önderler, öyle bugüne kadar olduğu gibi teker teker değil, gruplar halinde öncü partisiyle buluşma girişimlerine başlamış bulunuyorlar.

Mafya tarikat diktatörlüğünün tuzla buz olduğu koşullarda, halk hareketine ivme ve moral kazandıracak mitinge doludizgin hazırlanan Muğla, yakın dönem siyasal geleceğe iz bırakacak gelişmelere de ön ayak oluyor. Milli Meclis ve Milli Hükümetli Türkiye’nin önünü açıyor.

Aydınlık

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/bagimsizlik-ve-ulkenin-gelecegi-h20098.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

AKP TÜRKİYE’Yİ NASIL PAZARLIYOR?

Cihan Dura
28.1.2013
ozellestirme-haritasi.jpg
Ben bu ülkeyi pazarlamakla mükellefim
.​
RTE​

AKP iktidarının en büyük başarısı özelleştirmeler…,yani Cumhuriyet’in 80 yıllık birikimini üç otuz paraya önüne gelene satmak, peşkeş çekmek… Bunu ben demiyorum, bizzat AKP iktidarının Maliye Bakanı Mehmet Şimşek söylüyor: “AK Parti hükümetleri olarak 10 yılda toplam 38 milyar dolar özelleştirme geliri elde ettik. 1986 yılından bu yana toplam 45,1 milyar dolar tutarında özelleştirme gerçekleştirildiği göz önünde tutulursa, bu alandaki başarımız daha net olarak ortaya çıkacaktır.”
AKP’den ön*ce*ki hü*kü*met*ler*den hiç*bi*ri, Ata mi*ra*sı*nı, Cumhuriyetimizin birikimlerini böy*le*si*ne vah*şi bir iş*tah*la sa*tıp sa*vur*ma*mış*tı, hal*kın sır*tın*dan hem havadan, hem gü*nü kur*ta*rı*cı böy*le*si*ne hazır kay*nak*la*ra ka*vuş*ma*mış*tı.* Özelleştirmeler AKP’nin finansman sıkıntısını hafifletiyor, ekonomik krizi bir süre daha erteleme, ayakta kalma imkânı tanıyor ona. Fakat aynı zamanda iktidarını siyasî bakımdan da güvenceye alıyor; çünkü AB’nin, ABD’nin isteklerini yerine getirmiş oluyor. Çünkü bu emperyalist ülkeler –daha doğrusu onlara hâkim küresel şirketler- devletçi politikalar istemiyor, Türkiye’de açık ekonomi olsun, talan ekonomisi olsun istiyorlar.

I) AKP NEDEN SATIYOR?
a) AKP hükümeti -kendisi açısından havadan- sadece 38 milyar dolar kazanmak için, 10 yıl içinde hangi kuruluşlarımızı, Cumhuriyet’in hangi birikimlerini piyasaya sürmedi, açık artırmaya çıkarmadı ki! Sadece son birkaç ay içinde elden çıkarılan ya da o noktaya getirilenleri hatırlatmam, bir fikir sahibi olmamız için yeterli olacak. İşte, Sayın Uğur Dündar’ın deyişiyle “Yağ*ma Ha*sa*n’*ın bö*re*ği*” mi*sa*li ka*pış ka*pış giden ve gi*de*cek ba*zı ka*mu mal*la*rı: İz*mir Li*ma*nı*’n*da*ki Te*ke*l’*e ait gay*ri*men*kul*ler ve ma*ki*ne*ler… Ke*mer*köy Li*man Sa*ha*sı, Ha*mi*ta*bat San*tra*lı, oto*yol*lar ve köp*rü*ler… 17 akar*su san*tra*li, 1 ter*mik san*tral, 2 Bo*ğaz köp*rü*sü, 8 oto*yol*dan olu*şan, top*lam 10 var*lı*ğın da*hil ol*du*ğu “o*to*yol pa*ke*ti*”… Bu pa*ke*tin için*de*ki en bü*yük var*lık oto*yol*lar... Ak*de*niz Elek*trik, Bo*ğa*zi*çi Elek*trik, Ge*diz Elek*trik de git*ti gi*di*yor! Sa*tış sı*ra*sın*da Baş*kent Do*ğal*gaz da var… Halk Ban*ka*sı*’n*da*ki ka*mu his*se*si ise hal*ka, par*don pa*ra ba*ba*la*rı*na arz*da! Onu Va*kıf*ban*k’*ta*ki ka*mu his*se*si*nin sa*tı*şı iz*le*ye*cek. Türk Te*le*ko*m’*da*ki ka*mu his*se*le*ri de sa*tı*la*cak. TCDD’*ye ait İz*mir Kru*va*zi*yer Li*ma*nı da, 46 yıl sü*rey*le iş*let*me hak*kı ve*ri*le*rek özel*leş*ti*ri*le*cek.”http://cihandura.com/ekonomi-yazilari/176-akp-tuerkyey-nasil-pazarliyor.html#_edn1
b) AKP hükümeti neden bu kadar teşne milletimizin mallarını satmaya?
Birkaç sebebi var bunun: Bir kere AKP yönetimi Atatürk Türkiye’sine düşman, onun her şeyine düşman, sinsi bir düşman... Genel siyasetleri, Türkiye’de Cumhuriyet’e ait, Atatürk’e ait ne varsa, onları hatırlatan ne varsa, silip yok etme hedefine dayalı görülüyor; tabii Cumhuriyet’in ekonomi politikasını da, yani devletçiliği de...
İkincisi, AKP iktidarı Batı’ya, Avrupa Birliği’ne (AB) ve ABD’ye muhtaç bir partidir, varlığını önemli ölçüde onlara borçludur. İktidarına dış desteği bu emperyalist merkezler sağlıyor. Söz konusu merkezlerin taleplerinden biri de budur, özelleştirme yapmaktır. “Desteğimizi istiyorsanız, AB’ye girmek istiyorsanız, bütün kamu kuruluşlarını elden çıkaracaksınız” diyorlar. AKP hükümeti de bu emri, boynu bükük, tam bir teslimiyetle yerine getiriyor. Özelleştirme, dünyada kapitalizmin kalesi olan ABD’nin de AKP’den ve benzeri partilerden beklediği bir politikadır. Gerçekten, özelleştirme yapmayı, hem de somut hedefler göstererek AB’ye taahhüt etmiştir AKP hükümeti, örneğin 2008 Ulusal Programı’nda yaptığı gibi… Bu programda: Halk, Ziraat ve Vakıflar bankalarının özelleştirileceği, şans oyunları, elektrik dağıtımı, petro-kimya sanayii, hava ve deniz ulaşımı, lokomotif ve vagon üretimi, et-balık ürünleri piyasası, şeker-tütün ve çay ürünlerinin işlenmesi, İMKB, altın borsası, otoyol-köprü işletmeciliği, iletişim, sağlık, eğitim ve radyo-TV yayıncılığı, doğal gaz piyasası, kömür ve bazı önemli madenlerin özelleştirilme kapsamına alındığı yer almıştır.[ii]
Bir diğer sebep de doğrudan doğruya AKP yöneticilerinin iktidar hırsının mâli yönü ile, finansman ihtiyacı ile ilgilidir. Uğur Dündar, yukarda zikrettiğim yazısında şöyle açıklıyor bu sebebi: “AKP büt*çe açık*la*rı*na kay*nak bul*mak zo*run*da. Do*ğal*ga*za zam yap*tı*lar yet*me*di, elek*tri*ğe yük*len*di*ler kes*me*di, iğ*ne*den ip*li*ğe her şe*yin fi*ya*tı*nı artır*dı*lar, yi*ne de büt*çe*nin iki ya*ka*sı bir ara*ya gel*me*di! O hal*de ge*ri*ye ne kal*dı? Gel*sin Cum*hu*ri*ye*t’*in 80 yıl*lık bi*ri*ki*mi… On*la*rı sat*mak*tan baş*ka ça*re yok! Yılso*nu*na ka*dar mil*le*tin bir yı*ğın var*lı*ğı da*ha sa*tı*la*cak. Ya*ni ik*ti*dar eko*no*mi*nin de*ğir*me*ni*ni, yi*ne ta*şı*ma suy*la dön*dü*re*cek.”

II) BİR ÖRNEK: HALKBANK’IN ÖZELLEŞTİRİLMESİ
“Türkiye Halk Bankası kalıcı bir ekonomik kalkınma, sosyal denge ve toplumsal barışın korunması için uygun koşullarla esnaf-sanatkâr ve küçük meslek sahibine kaynak aktarmak ve sermaye birikimini başlatmak amacıyla kurulmuştur. Temelinde Büyük Önder Atatürk'ün ‘Küçük esnafa ve büyük sanayi erbabına muhtaç oldukları kredileri kolayca ucuza verecek bir teşekkül vücuda getirmek ve kredinin normal şartlar altında ucuzlatılmasına çalışmak da çok lazımdır’ ve ‘Siz sanatkârların ufak dükkânları yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, mutluluğum en yüksek derecesini bulacaktır’ fikirleri önemli bir yer tutar ve her zamanki gibi kılavuz olur.”
Böyle yazıyor, bundan 75 yıl önce kurulan, bugünse AKP’nin parça parça kurda kuşa yem ettiği Halkbank’ın, Internet sayfasında yer alan tarihçesinde… En son olarak, bundan kısa bir süre önce sermayesinin yüzde 23.92’sini temsil eden hisse senetleri de “halka arz usulü” (!) ile elden çıkarıldı. Daha önce sermayesinin yüzde 24.94’ü yine “halka arz” yoluyla özelleştirilmişti. Netice olarak bankanın halka açıklık (!) oranı yüzde 48.86’ya yükselmiş oldu, geri kalansa şimdilik devletin elinde.
a) Halkbank’ın satışının dikkat edilmesi gereken önemli bir yönü var, insanı asıl düşündüren de o: Satışa sunulan hisse senetlerinin yüzde 80’i yabancılara, yabancı kapitalistlere tahsis edildi. Peki geri kalan hisseler?... Sadece yüzde 10’u yerli kurumsal yatırımcılara (bankalara, sigorta şirketlerine, yatırım fonlarına) ve yine sadece yüzde 10’u yerli bireysel yatırımcılara!... Satış sonunda kamunun kasasından çıkıp giden hisse senetlerinin yüzde 80’ine 159 yabancı büyük yatırımcı sahip oldu. Yüzde 10’unu içeriden 268 banka, şirket, yatırım fonu satın aldı. Kalan yüzde 10‘unu da 29 bin 869 küçük yatırımcı paylaştı. Halka arza gelen 11 milyar liralık talebin yüzde 55’i İngiltere, yüzde 20’si ABD, yüzde 9’u Singapur ve yüzde 3’ü Avrupa ve diğer ülke kaynaklı… Halkbank’ın halka arz öncesinde borsada işlem gören hisselerinin yüzde 90.76’sı yabancıların elinde idi. Tanınan bu son ayrıcalık sayesinde yabancıların payı yüzde 95.28’e yükselmiş oldu. Böylece AKP iktidarı borsada yabancı hâkimiyetini biraz daha pekiştirmiş oldu. Özelleştirmelerin, çoğu zaman dikkatten kaçan muzır bir etkisi de bu.
Şimdi sormak gerekmez mi bu marifetin sahiplerine: Bu sizin yaptığınızın neresi halka arz? Halkbank hisselerini halka değil, aslında yabancılara arz etmişsiniz; hem de sınırlı sayıda yabancıya, büyük olasılıkla –insanlığın baş düşmanı haline gelen- küresel şirketlere arz etmişsiniz. Yahu şuna “Halkbank’ın yabancılara arzı, küresel şirketlere arzı” desenize, dürüst olsanıza! Bir de Müslüman geçiniyorsunuz.
Peki, Halkbank’ın satışa çıkarılan hisselerinin, neden yüzde 80’inin yabancılara tahsisi gerekli görüldü? Verilen yanıt şu: Yabancı satın almamış olsa idi, 4.5 milyar TL.lık hisse senedinin içeride, bu fiyattan satışı mümkün olamazdı. Şimdi ben ne diyebilirim buna? Hayatı paradan ibaret görüyorlar. Madem paraya ihtiyacınız var, neden önceden sağlam gelir kaynakları oluşturmadınız? Siz halkın malını av olarak görüyor ve ille birileri avlasın istiyorsunuz. Müsait yerden uçuruyorsunuz ki işinin ehli, usta avcılar onları kolayca avlasınlar. Burada aklıma hiç unutmadığım bir söz geldi, şöyle: “Türkiye dahil birçok ülkede yatırım için fırsat kolluyoruz. İyi bir avcı silahı dolu bekler. Yukardan ne zaman kuş geçeceği belli olmaz. Biz de öyle yapıyoruz.” Söyleyen, Elektrolux Türkiye Genel Müdürü Nevio Pollesel... Doğru mudur söylediği Mr. Pollesel’in? Ne yazık ki doğru, ne yazık ki Nevio Pollesel doğruyu söylüyor. Türkiye özellikle AKP kadrolarının, AKP milletvekillerinin çıkardığı yasalarla bir avlak alanına döndü. Kanıt mı istiyorsunuz? O kadar çok ki!... Bugün Türkiye’deki yabancı sermaye iştiraklı şirket sayısı 26 000’i geçmiş bulunuyor. Bu sayı AKP iktidarının ilk yıllarında sadece 15 000’di. Türkiye resmen satışta, Türkiye gerçekten pazarlanıyor.[iii]
b) Acaba yabancılar neden satın alıyor şirket hisselerini? Verilen yanıt şu: IMKB'de değerlendirmek, temettü gelirinden yararlanmak için! Şu anda Halkbank’ın hisselerinin yüzde 51.14’ü Hazine’ye ait. Dolayısıyla kamu bankası statüsü değişmedi. Yabancı ve yerli hisse senedi sahipleri yönetimde söz sahibi olamıyor. Halkbank’ın yönetimini eskisi gibi Hükümet belirlemeye devam edecek. Ancak bu, halihazırdaki durum; böyle devam edebilecek mi? Çeşitli engeller var. Meselâ güçlü bir veya birkaç parababası, hisseleri elinde toplayarak bankanın yönetiminde etkili olabilir. İkincisi hükümet bu açıdan sabıkalı: Sıkışınca yeni hisseleri de halka (!) arz edebilir, kamu payı yüzde 50’nin altına düşerek bankanın yönetimi devletin elinden çıkabilir.
Örnekleri var bunun: Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon şirketi Türk Telekom’un yönetimi yabancı bir şirkete (Oger Telecom’a) aittir. Hisselerin sadece yüzde 31.68’i kamunun elindedir. O da çok görüldü ki kamu payının özelleştirilmesi için çalışmalar yapılıyor bugün. Özelleştirme için danışmanlık ihalesi açıldı, ihaleyi aralarında Garanti Yatırım ve Barclays’in de yer aldığı bir konsorsiyum kazandı. Bir trajik örnek de Denizbank’tır. Denizbank’ı önce özel sektör satın almıştı; sonra elden ele dolaştı, şimdi Rusların malı. Banka’nın yüzde 99.85 hissesini 3.5 milyar dolara Rus Sberbank satın aldı. Ruslar bu başarılarını, gece tertipleyerek, dünyaca ünlü şef Valery Gergiev yönetimindeki Mariinsky Tiyatrosu Senfoni Orkestrası’nın “performans”ı ile kutladılar! [Cumhuriyet,5.12.2012]. Herhalde bizim aklıevveller de katılmıştır kutlamaya.
c) Yukarda belirttim, Maliye bakanımız adeta sevinçten uçuyor, Halkbank’ın özelleştirilmesini büyük bir başarı olarak niteliyor, şöyle diyor: '' Bu başarıda ulusal ve uluslararası yatırımcıların ülkemize güveni büyük rol oynadı. Tabii ki Halk Bankamız Türkiye'nin en güzide, en başarılı, en kârlı, en köklü bankalarından bir tanesi.''
Özelleştirmelerde ve benzeri uygulamalarda âdet oldu, hep bu argüman ileri sürülüyor; efendim neymiş, yabancılar Türkiye’ye güven duyuyormuş. Vatan topraklarına kıyarken de aynı argümanı ileri sürerler. Oysa bir yabancı bir ülkeye neye güvenir? O ülke emperyalizm tarafından, IMF ve Dünya Bankası tarafından “dizayn” edilmiştir de ondan! Gayet rahat bir şekilde oradan tatlı kazançlar elde edecek, kendi ülkelerine transfer edebileceklerdir. Halkımıza artık çok daha kolayca, esaslı kazıklar atacaklardır. Güven dedikleri işte budur.
Halkbank’ın hisseleri satılırken “halka arz” yöntemine başvurulmuştur. Oysa uygulama hiç de böyle değildir, yukarda açıkladım, Türk halkına ayrılan pay son derecede azdır. Başarılı bir bankanın biriken kârları, hisseleri ellerine geçiren yabancı sermayedarlara gitmiştir, gidecektir. Oysa, İngiltere’de ve bazı diğer Avrupa ülkelerinde özelleştirme süreçlerinde halka arz böyle yapılmaz. Hisselerin, önce özelleştirilen kurumlarda çalışanlar, sonra küçük tasarruf sahiplerince satın alınmasına öncelik tanınır. Bu sayede sermayenin halka yayılması sağlanır, kısacası gerçekten halka arz yapılır. Peki Türkiye’de neden tersi oluyor? Sebebi, yukarda “AKP neden satıyor” sorusuna verdiğim yanıtta bulunabilir. Ancak bunlara, halkımızın kendi çıkarlarına sahip çıkamaması, millî egemenliğini, siyasî tercihi sonucu, kendini düşünmeyen, iradesini saptıran şahıslara devretmesi olgusu ile, –başta “parafesör”ler- aydınların bu konulardaki iflah olmaz duyarsızlığı da bir sebep olarak eklenebilir.

http://cihandura.com/ekonomi-yazilari/176-akp-tuerkyey-nasil-pazarliyor.html#_ednref1 Uğur Dündar, AKP Türkiye’nin Varlıklarını Seçim Kazanma Uğruna Satıyor!” Sözcü, 21.11.2012.
[ii] Mustafa Erkal, 2012 “AB İlerleme Raporu ve Özelleştirmeler”, Yeniçağ, 14.10.2012.


http://cihandura.com/ekonomi-yazilari/176-akp-tuerkyey-nasil-pazarliyor.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

SORUYORUM BABACAN EFENDİYE: HALK BANKASI BU KADAR DEĞERLİYDİ DE NEDEN SATTINIZ?

Cihan Dura
25.12.2013
halkbank_logo.jpg
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan son 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu vesilesiyle şunları söylemiş [Milliyet, 23.12.2013]: "Dışarıda 100 haber çıktıysa bunun 95’i yolsuzluktan öte, siyasi istikrarla ilgili kısmına vurgu yapıyor. Bir siyaset mühendisliği vurgusu var özellikle dış basında. Bu açıdan baktığımızda ister istemez şunu düşünüyorsunuz; Hedef ne? Hedef gerçekten yolsuzlukla mücadele mi? Bir yolsuzluğu ortaya çıkartmak mı? Yoksa hükümete, iktidar partisine, dolayısıyla devlete, bu millete, Türkiye’ye zarar vermek mi?
Arkadaşlarımızla ilgili en ufak bir şüphemiz olamaz. Ta ki mahkemelerin sonucuna kadar... Ama bakıyorsunuz şu dönemde, son 1 haftada halka açık şirketlerimizin değeri tam 20 milyar dolar düşmüş. Sadece Halk Bankası’nın değer kaybı 1 milyar 625 milyon dolar. Halk Bankası’nın toplam hisse senedi değeri 9,5 milyar dolardan 7,9 milyar dolara düştü. Bu operasyonun zamanlaması, içeriği ve yöntemi yolsuzlukla mücadeleden öte Türkiye’nin istikrarını hedef almış bir görüntü veriyor bize”

‘***’
Ali Babacan kamu mallarının küresel şirketlerce yağmalanmasının baş sorumlularından biridir. Sayesinde, elden çıkarılmış olan pek çok milli servetin adlarını burada sayacak değilim. Gezi olayları sebebiyle de, işin özünü kamufle ederek dikkati birtakım mahiyeti belirsiz, zarar ziyan hesaplarına çekmeye çalışmışlardı. Bu kez aynı marifet –yukarda okuduk- son yolsuzluk ve rüşvet olayları konusunda da sergileniyor. O zaman, ben de soruyorum Babacan Efendi’ye:
-Siz Cumhuriyet’in 80 yıllık birikimini üç otuz paraya önüne gelen fırsatçıya satmadınız mı, peşkeş çekmediniz mi? Bu peşkeş ne mühendisliğidir peki? Bunlar kayıp değil midir, zarar değil midir?
-“Halka açık şirketlerimiz”den dem vuruyorsunuz; siz Halk Bankası’nı, asla halka değil, tamamen yabancı para babalarına açık şirket haline getirmediniz mi?
-“Halka arz ediyoruz” yalanı ile, Halkbank’ın hisse senetlerinin yüzde 80’ini zalim kapitalistlere, insanlığın başına bela kesilen küresel şirketlere tahsis etmediniz mi? Bu Türkiye açısından bir kayıp değil midir, bir zarar değil midir?
-Sayenizde kamunun kasasından çıkıp giden hisse senetlerinin yüzde 80’ine 160’a yakın Amerikalı, İngiliz ve benzeri yabancı sömürgen yatırımcılar sahip olmadı mı?
- Halka arz öncesinde Halkbank’ın borsada işlem gören hisselerinin yüzde 91’i yabancıların elinde idi. Tanıdığınız ayrıcalık sayesinde yabancıların payı yüzde 95’e yükselmiş oldu. Böylece iktidarınız sayesinde borsada yabancı hâkimiyetini biraz daha pekiştirmiş oldunuz. Bu, Türkiye’nin, Türk halkının çıkarına mıdır? Bu da sizin siyaset mühendisliğiniz değil midir?
- Önümüzdeki yıllarda güçlü bir veya birkaç para babası küresel şirket, bankanın hisseleri elinde toplayarak Halk Bankası’nın yönetiminde de etkili olamaz mı? Sizden beklenir, sıkışınca yeni hisseler de arz edersiniz halka (!). Böylece kamu payı yüzde 50’nin altına düşerek, bankanın yönetimi devletin elinden çıkarak, tamamen yabancı şirketlerin eline geçebilir. Bu tehlikeli olasılığı yaratan da siz değil misiniz? Bu bir zarar değil midir, kayıp değil midir?
-Bu başarılı bankamızın biriken kârları, yaptığınız satışla hisselerini ele geçirmiş bulunan yabancı sermayedarlara gitmiştir, gitmektedir. Bunlar kayıp değil midir? Bu da sizin mühendisliğiniz değil midir Babacan Efendi?
‘***’
Değerli okur, Ali Babacan’a yönelttiğim bu soruların dayanaklarını, diğer hususlar hakkında ayrıntılı açıklamalarımı, yaklaşık bir yıl önce yayınladığım –aşağıya yeniden aldığım- “AKP Türkiye’yi Nasıl Pazarlıyor? “ başlıklı makalemde okuyabilirsin.
‘***’

AKP TÜRKİYE’Yİ NASIL PAZARLIYOR?



Ben bu ülkeyi pazarlamakla mükellefim. RTE
AKP iktidarının en büyük başarısı özelleştirmeler…,yani Cumhuriyet’in 80 yıllık birikimini üç otuz paraya önüne gelene satmak, peşkeş çekmek… Bunu ben demiyorum, bizzat AKP iktidarının Maliye Bakanı Mehmet Şimşek söylüyor: “AK Parti hükümetleri olarak 10 yılda toplam 38 milyar dolar özelleştirme geliri elde ettik. 1986 yılından bu yana toplam 45,1 milyar dolar tutarında özelleştirme gerçekleştirildiği göz önünde tutulursa, bu alandaki başarımız daha net olarak ortaya çıkacaktır.”
AKP’den ön*ce*ki hü*kü*met*ler*den hiç*bi*ri, Ata mi*ra*sı*nı, Cumhuriyetimizin birikimlerini böy*le*si*ne vah*şi bir iş*tah*la sa*tıp sa*vur*ma*mış*tı, hal*kın sır*tın*dan hem havadan, hem gü*nü kur*ta*rı*cı böy*le*si*ne hazır kay*nak*la*ra ka*vuş*ma*mış*tı.* Özelleştirmeler AKP’nin finansman sıkıntısını hafifletiyor, ekonomik krizi bir süre daha erteleme, ayakta kalma imkânı tanıyor ona. Fakat aynı zamanda iktidarını siyasî bakımdan da güvenceye alıyor; çünkü AB’nin, ABD’nin isteklerini yerine getirmiş oluyor. Çünkü bu emperyalist ülkeler –daha doğrusu onlara hâkim küresel şirketler- devletçi politikalar istemiyor, Türkiye’de açık ekonomi olsun, talan ekonomisi olsun istiyorlar.
I) AKP NEDEN SATIYOR?
a) AKP hükümeti -kendisi açısından havadan- sadece 38 milyar dolar kazanmak için, 10 yıl içinde hangi kuruluşlarımızı, Cumhuriyet’in hangi birikimlerini piyasaya sürmedi, açık artırmaya çıkarmadı ki! Sadece son birkaç ay içinde elden çıkarılan ya da o noktaya getirilenleri hatırlatmam, bir fikir sahibi olmamız için yeterli olacak. İşte, Sayın Uğur Dündar’ın deyişiyle “Yağ*ma Ha*sa*n’*ın bö*re*ği*” mi*sa*li ka*pış ka*pış giden ve gi*de*cek ba*zı ka*mu mal*la*rı: İz*mir Li*ma*nı*’n*da*ki Te*ke*l’*e ait gay*ri*men*kul*ler ve ma*ki*ne*ler… Ke*mer*köy Li*man Sa*ha*sı, Ha*mi*ta*bat San*tra*lı, oto*yol*lar ve köp*rü*ler… 17 akar*su san*tra*li, 1 ter*mik san*tral, 2 Bo*ğaz köp*rü*sü, 8 oto*yol*dan olu*şan, top*lam 10 var*lı*ğın da*hil ol*du*ğu “o*to*yol pa*ke*ti*”… Bu pa*ke*tin için*de*ki en bü*yük var*lık oto*yol*lar... Ak*de*niz Elek*trik, Bo*ğa*zi*çi Elek*trik, Ge*diz Elek*trik de git*ti gi*di*yor! Sa*tış sı*ra*sın*da Baş*kent Do*ğal*gaz da var… Halk Ban*ka*sı*’n*da*ki ka*mu his*se*si ise hal*ka, par*don pa*ra ba*ba*la*rı*na arz*da! Onu Va*kıf*ban*k’*ta*ki ka*mu his*se*si*nin sa*tı*şı iz*le*ye*cek. Türk Te*le*ko*m’*da*ki ka*mu his*se*le*ri de sa*tı*la*cak. TCDD’*ye ait İz*mir Kru*va*zi*yer Li*ma*nı da, 46 yıl sü*rey*le iş*let*me hak*kı ve*ri*le*rek özel*leş*ti*ri*le*cek.”http://www.cihandura.com/ekonomi-yazilari/176-akp-tuerkyey-nasil-pazarliyor.html#_edn1
b) AKP hükümeti neden bu kadar teşne milletimizin mallarını satmaya?
Birkaç sebebi var bunun: Bir kere AKP yönetimi Atatürk Türkiye’sine düşman, onun her şeyine düşman, sinsi bir düşman... Genel siyasetleri, Türkiye’de Cumhuriyet’e ait, Atatürk’e ait ne varsa, onları hatırlatan ne varsa, silip yok etme hedefine dayalı görülüyor; tabii Cumhuriyet’in ekonomi politikasını da, yani devletçiliği de...
İkincisi, AKP iktidarı Batı’ya, Avrupa Birliği’ne (AB) ve ABD’ye muhtaç bir partidir, varlığını önemli ölçüde onlara borçludur. İktidarına dış desteği bu emperyalist merkezler sağlıyor. Söz konusu merkezlerin taleplerinden biri de budur, özelleştirme yapmaktır. “Desteğimizi istiyorsanız, AB’ye girmek istiyorsanız, bütün kamu kuruluşlarını elden çıkaracaksınız” diyorlar. AKP hükümeti de bu emri, boynu bükük, tam bir teslimiyetle yerine getiriyor. Özelleştirme, dünyada kapitalizmin kalesi olan ABD’nin de AKP’den ve benzeri partilerden beklediği bir politikadır. Gerçekten, özelleştirme yapmayı, hem de somut hedefler göstererek AB’ye taahhüt etmiştir AKP hükümeti, örneğin 2008 Ulusal Programı’nda yaptığı gibi… Bu programda: Halk, Ziraat ve Vakıflar bankalarının özelleştirileceği, şans oyunları, elektrik dağıtımı, petro-kimya sanayii, hava ve deniz ulaşımı, lokomotif ve vagon üretimi, et-balık ürünleri piyasası, şeker-tütün ve çay ürünlerinin işlenmesi, İMKB, altın borsası, otoyol-köprü işletmeciliği, iletişim, sağlık, eğitim ve radyo-TV yayıncılığı, doğal gaz piyasası, kömür ve bazı önemli madenlerin özelleştirilme kapsamına alındığı yer almıştır.[ii]
Bir diğer sebep de doğrudan doğruya AKP yöneticilerinin iktidar hırsının mâli yönü ile, finansman ihtiyacı ile ilgilidir. Uğur Dündar, yukarda zikrettiğim yazısında şöyle açıklıyor bu sebebi: “AKP büt*çe açık*la*rı*na kay*nak bul*mak zo*run*da. Do*ğal*ga*za zam yap*tı*lar yet*me*di, elek*tri*ğe yük*len*di*ler kes*me*di, iğ*ne*den ip*li*ğe her şe*yin fi*ya*tı*nı artır*dı*lar, yi*ne de büt*çe*nin iki ya*ka*sı bir ara*ya gel*me*di! O hal*de ge*ri*ye ne kal*dı? Gel*sin Cum*hu*ri*ye*t’*in 80 yıl*lık bi*ri*ki*mi… On*la*rı sat*mak*tan baş*ka ça*re yok! Yılso*nu*na ka*dar mil*le*tin bir yı*ğın var*lı*ğı da*ha sa*tı*la*cak. Ya*ni ik*ti*dar eko*no*mi*nin de*ğir*me*ni*ni, yi*ne ta*şı*ma suy*la dön*dü*re*cek.”
II) BİR ÖRNEK: HALKBANK’IN ÖZELLEŞTİRİLMESİ
“Türkiye Halk Bankası kalıcı bir ekonomik kalkınma, sosyal denge ve toplumsal barışın korunması için uygun koşullarla esnaf-sanatkâr ve küçük meslek sahibine kaynak aktarmak ve sermaye birikimini başlatmak amacıyla kurulmuştur. Temelinde Büyük Önder Atatürk'ün ‘Küçük esnafa ve büyük sanayi erbabına muhtaç oldukları kredileri kolayca ucuza verecek bir teşekkül vücuda getirmek ve kredinin normal şartlar altında ucuzlatılmasına çalışmak da çok lazımdır’ ve ‘Siz sanatkârların ufak dükkânları yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, mutluluğum en yüksek derecesini bulacaktır’ fikirleri önemli bir yer tutar ve her zamanki gibi kılavuz olur.”
Böyle yazıyor, bundan 75 yıl önce kurulan, bugünse AKP’nin parça parça kurda kuşa yem ettiği Halkbank’ın, Internet sayfasında yer alan tarihçesinde… En son olarak, bundan kısa bir süre önce sermayesinin yüzde 23.92’sini temsil eden hisse senetleri de “halka arz usulü” (!) ile elden çıkarıldı. Daha önce sermayesinin yüzde 24.94’ü yine “halka arz” yoluyla özelleştirilmişti. Netice olarak bankanın halka açıklık (!) oranı yüzde 48.86’ya yükselmiş oldu, geri kalansa şimdilik devletin elinde.
a) Halkbank’ın satışının dikkat edilmesi gereken önemli bir yönü var, insanı asıl düşündüren de o: Satışa sunulan hisse senetlerinin yüzde 80’i yabancılara, yabancı kapitalistlere tahsis edildi. Peki geri kalan hisseler?... Sadece yüzde 10’u yerli kurumsal yatırımcılara (bankalara, sigorta şirketlerine, yatırım fonlarına) ve yine sadece yüzde 10’u yerli bireysel yatırımcılara!... Satış sonunda kamunun kasasından çıkıp giden hisse senetlerinin yüzde 80’ine 159 yabancı büyük yatırımcı sahip oldu. Yüzde 10’unu içeriden 268 banka, şirket, yatırım fonu satın aldı. Kalan yüzde 10‘unu da 29 bin 869 küçük yatırımcı paylaştı. Halka arza gelen 11 milyar liralık talebin yüzde 55’i İngiltere, yüzde 20’si ABD, yüzde 9’u Singapur ve yüzde 3’ü Avrupa ve diğer ülke kaynaklı… Halkbank’ın halka arz öncesinde borsada işlem gören hisselerinin yüzde 90.76’sı yabancıların elinde idi. Tanınan bu son ayrıcalık sayesinde yabancıların payı yüzde 95.28’e yükselmiş oldu. Böylece AKP iktidarı borsada yabancı hâkimiyetini biraz daha pekiştirmiş oldu. Özelleştirmelerin, çoğu zaman dikkatten kaçan muzır bir etkisi de bu.
Şimdi sormak gerekmez mi bu marifetin sahiplerine: Bu sizin yaptığınızın neresi halka arz? Halkbank hisselerini halka değil, aslında yabancılara arz etmişsiniz; hem de sınırlı sayıda yabancıya, büyük olasılıkla –insanlığın baş düşmanı haline gelen- küresel şirketlere arz etmişsiniz. Yahu şuna “Halkbank’ın yabancılara arzı, küresel şirketlere arzı” desenize, dürüst olsanıza! Bir de Müslüman geçiniyorsunuz.
Peki, Halkbank’ın satışa çıkarılan hisselerinin, neden yüzde 80’inin yabancılara tahsisi gerekli görüldü? Verilen yanıt şu: Yabancı satın almamış olsa idi, 4.5 milyar TL.lık hisse senedinin içeride, bu fiyattan satışı mümkün olamazdı. Şimdi ben ne diyebilirim buna? Hayatı paradan ibaret görüyorlar. Madem paraya ihtiyacınız var, neden önceden sağlam gelir kaynakları oluşturmadınız? Siz halkın malını av olarak görüyor ve ille birileri avlasın istiyorsunuz. Müsait yerden uçuruyorsunuz ki işinin ehli, usta avcılar onları kolayca avlasınlar. Burada aklıma hiç unutmadığım bir söz geldi, şöyle: “Türkiye dahil birçok ülkede yatırım için fırsat kolluyoruz. İyi bir avcı silahı dolu bekler. Yukardan ne zaman kuş geçeceği belli olmaz. Biz de öyle yapıyoruz.” Söyleyen, Elektrolux Türkiye Genel Müdürü Nevio Pollesel... Doğru mudur söylediği Mr. Pollesel’in? Ne yazık ki doğru, ne yazık ki Nevio Pollesel doğruyu söylüyor. Türkiye özellikle AKP kadrolarının, AKP milletvekillerinin çıkardığı yasalarla bir avlak alanına döndü. Kanıt mı istiyorsunuz? O kadar çok ki!... Bugün Türkiye’deki yabancı sermaye iştiraklı şirket sayısı 26 000’i geçmiş bulunuyor. Bu sayı AKP iktidarının ilk yıllarında sadece 15 000’di. Türkiye resmen satışta, Türkiye gerçekten pazarlanıyor.[iii]
b) Acaba yabancılar neden satın alıyor şirket hisselerini? Verilen yanıt şu: IMKB'de değerlendirmek, temettü gelirinden yararlanmak için! Şu anda Halkbank’ın hisselerinin yüzde 51.14’ü Hazine’ye ait. Dolayısıyla kamu bankası statüsü değişmedi. Yabancı ve yerli hisse senedi sahipleri yönetimde söz sahibi olamıyor. Halkbank’ın yönetimini eskisi gibi Hükümet belirlemeye devam edecek. Ancak bu, halihazırdaki durum; böyle devam edebilecek mi? Çeşitli engeller var. Meselâ güçlü bir veya birkaç parababası, hisseleri elinde toplayarak bankanın yönetiminde etkili olabilir. İkincisi hükümet bu açıdan sabıkalı: Sıkışınca yeni hisseleri de halka (!) arz edebilir, kamu payı yüzde 50’nin altına düşerek bankanın yönetimi devletin elinden çıkabilir.
Örnekleri var bunun: Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon şirketi Türk Telekom’un yönetimi yabancı bir şirkete (Oger Telecom’a) aittir. Hisselerin sadece yüzde 31.68’i kamunun elindedir. O da çok görüldü ki kamu payının özelleştirilmesi için çalışmalar yapılıyor bugün. Özelleştirme için danışmanlık ihalesi açıldı, ihaleyi aralarında Garanti Yatırım ve Barclays’in de yer aldığı bir konsorsiyum kazandı. Bir trajik örnek de Denizbank’tır. Denizbank’ı önce özel sektör satın almıştı; sonra elden ele dolaştı, şimdi Rusların malı. Banka’nın yüzde 99.85 hissesini 3.5 milyar dolara Rus Sberbank satın aldı. Ruslar bu başarılarını, gece tertipleyerek, dünyaca ünlü şef Valery Gergiev yönetimindeki Mariinsky Tiyatrosu Senfoni Orkestrası’nın “performans”ı ile kutladılar! [Cumhuriyet,5.12.2012]. Herhalde bizim aklıevveller de katılmıştır kutlamaya.
c) Yukarda belirttim, Maliye bakanımız adeta sevinçten uçuyor, Halkbank’ın özelleştirilmesini büyük bir başarı olarak niteliyor, şöyle diyor: '' Bu başarıda ulusal ve uluslararası yatırımcıların ülkemize güveni büyük rol oynadı. Tabii ki Halk Bankamız Türkiye'nin en güzide, en başarılı, en kârlı, en köklü bankalarından bir tanesi.''
Özelleştirmelerde ve benzeri uygulamalarda âdet oldu, hep bu argüman ileri sürülüyor; efendim neymiş, yabancılar Türkiye’ye güven duyuyormuş. Vatan topraklarına kıyarken de aynı argümanı ileri sürerler. Oysa bir yabancı bir ülkeye neye güvenir? O ülke emperyalizm tarafından, IMF ve Dünya Bankası tarafından “dizayn” edilmiştir de ondan! Gayet rahat bir şekilde oradan tatlı kazançlar elde edecek, kendi ülkelerine transfer edebileceklerdir. Halkımıza artık çok daha kolayca, esaslı kazıklar atacaklardır. Güven dedikleri işte budur.
Halkbank’ın hisseleri satılırken “halka arz” yöntemine başvurulmuştur. Oysa uygulama hiç de böyle değildir, yukarda açıkladım, Türk halkına ayrılan pay son derecede azdır. Başarılı bir bankanın biriken kârları, hisseleri ellerine geçiren yabancı sermayedarlara gitmiştir, gidecektir. Oysa, İngiltere’de ve bazı diğer Avrupa ülkelerinde özelleştirme süreçlerinde halka arz böyle yapılmaz. Hisselerin, önce özelleştirilen kurumlarda çalışanlar, sonra küçük tasarruf sahiplerince satın alınmasına öncelik tanınır. Bu sayede sermayenin halka yayılması sağlanır, kısacası gerçekten halka arz yapılır. Peki Türkiye’de neden tersi oluyor? Sebebi, yukarda “AKP neden satıyor” sorusuna verdiğim yanıtta bulunabilir. Ancak bunlara, halkımızın kendi çıkarlarına sahip çıkamaması, millî egemenliğini, siyasî tercihi sonucu, kendini düşünmeyen, iradesini saptıran şahıslara devretmesi olgusu ile, –başta “parafesör”ler- aydınların bu konulardaki iflah olmaz duyarsızlığı da bir sebep olarak eklenebilir.
http://cihandura.com/ekonomi-yazilari/176-akp-tuerkyey-nasil-pazarliyor.html

http://www.cihandura.com/ekonomi-yazilari/176-akp-tuerkyey-nasil-pazarliyor.html#_ednref1 Uğur Dündar, AKP Türkiye’nin Varlıklarını Seçim Kazanma Uğruna Satıyor!” Sözcü, 21.11.2012.
[ii] Mustafa Erkal, 2012 “AB İlerleme Raporu ve Özelleştirmeler”, Yeniçağ, 14.10.2012.
[iii] Cihan Dura, “Silah Elde bekleyenler,” http://www.cihandura.com/eski/index.php?option=com_content&task=view&id=255&Itemid=60


http://www.cihandura.com/ekonomi-ya...nkasi-bu-kadar-deerlyd-de-neden-sattiniz.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Arslan BULUT​

5.gif

Önce kendimizi değiştireceğiz ki...


Tayyip Erdoğan, Demirci konuşmasında, “Toplumlar layık olduğu idareyle idare olunurlar. İnşallah biz size layık olmaya çalıştık. Bizim rotamızı siz çizdiniz, o rota istikametinde gideceğiz” dedi.
Bu söz, bir ayetten alınmadır. Rad suresinin 11’inci ayetinin anlamı ise şöyledir;
“Herkesin önünde, ardında, birbiri ardınca gelip giden melekler var, onu, Allah’ın emriyle koruyup gözetirler. Şüphe yok ki bir topluluk, ahlâkını değiştirmedikçe Allah o topluluğu değiştirmez. Allah, bir topluluğun kötülüğünü dilerse o kötülüğü geriye atmaya imkân yoktur ve onlara, ondan başka bir yardımcı da bulunamaz.”
Bu ayet, Türkiye’nin bugünkü durumunu da yansıtıyor. Zira, Türkiye bugünlere, halkın oyları ile gelmiştir!


***


Bugün yolsuzluk ayyuka çıkmışsa, bunda toplumun “bal tutan parmağını yalar” anlayışı birinci derecede etkilidir. Bir siyasi iktidar, yolsuzluktan suçüstü yakalandığı halde hâlâ kendisini toplum önünde savunabiliyor ve tek bir alkış bile alıyorsa, o topluluk başına gelecekleri hak etmiş demektir.
Başına ne gelecek diye sorulabilir... Paranın işe yaramadığı, malın mülkün hiçbir kıymetinin olmadığı zamanlara doğru gidiyoruz. O zaman biriktirdikleri altınların veya yabancı paraların kendilerini kurtaramayacağını anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak...
Bela, gökten indirilmez! Tarihte öylesi de olmuştur ama bugün insanlar canavarı kendi elleriyle besliyor, büyütüyor, sonra da o canavarın bir pençesi ile darmadağın oluyor! Bir Başbakan, devlet içinde devlet oluşmasına bizzat zemin hazırladığı halde, “Devletin içinde paralel devlet kurmaya gayret edenler bilsinler ki karşılarında bizi bulacaklardır” diyor. Yani Tayyip Erdoğan, kendi gölgesi ile savaşıyor!


***


İçişleri Bakanı Efkan Ala ise “Yolsuzluk, hırsızlık, üç kâğıtçılık, nüfuzu kötüye kullanma, bizim literatürümüzde bunun meselâsı bile yoktur. Pirüpak şekilde bu ülkeyi yönetmeye çalışıyoruz. Ama biz kimsenin suç işlemeyeceğini garanti etmiyoruz topluma, edenin cezasını veririz diyoruz. Bakın 11 yıllık uygulamalara yüzlerce örneğini görürsünüz” diyor.
Ben Efkan Ala’nın sadece bir icraatını hatırlatacağım.
Diyarbakır’da 2004 yılı eylül ayında PKK’nın bir polis noktasına saldırısı ile iki polisin şehit olması üzerine şehirde Hevsel Bahçeleri denen bölgeye operasyon yapılmıştı. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir bu bölgeye girmek istemiş, ancak Emniyet Müdürü Orhan Okur buna izin vermemişti. Bu sebeple vali ile de tartışmıştı.
Sonunda Emniyet Müdürü Orhan Okur izne ayrılmış ve Çanakkale Emniyet Müdürlüğü’ne atanmıştı. Aradan yedi ay geçtikten sonra, Diyarbakır Valisi Efkan Ala, Orhan Okur hakkında usulsüz olarak bir soruşturma açtırmış ve Orhan Okur’a “Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü göreviniz sırasında devletin resmi aracını eşiniz için kullandığınız doğru mudur?” diye sordurmuştu!
PKK ile boğuşan bir Emniyet Müdürü, kendi ailesinin güvenliğini sağlamadan toplumun güvenliğini sağlayabilir miydi? Efkan Ala’nın adalet anlayışı budur!


***


AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ise “Yargıtay’da ‘cemaatin imamı’ diye nitelendirilen kişi, ismi bende saklı, kendisini tanıyorum; bir holdingin başında bulunan kişinin dosyasıyla ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu, dosyanın kısa özetiyle Pensilvanya’ya göndermiştir” diye bir skandalı açıkladıktan sonra “Maalesef bizim yargımızda da emniyetimizde de böyle bir yapı oluştu” diyor.
Burada 12 Eylül 2010 referandumunu hatırlayalım. O oylamada evet diyenler, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının değiştirilmesine evet dediler. Mezardakileri bile kaldırıp oy verdirdiklerine göre, şimdi başlarına geleni hak etmiştirler!
“Toplumlar layık olduğu idareyle idare olunurlar” demiyor muyuz?



http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=29277
 
Üst