Hüseyin Nihal Atsız -Bozkurtların Ölümü- Muhteşem Romanı

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Gece yarısına doğru Ötüken’de yaman bir fırtına çıktı. Rüzgâr korkunç çığlıklarla uğulduyor, kar deli gibi yağıyordu. Ormandaki kurtların hep birden uluması işin korkunçluğunu arttırıyordu. Soğuk da artmıştı. Bora, tipi, fırtına, kar soğuk Ötüken’i yıllardır görülmemiş bir biçimde kasıp kavuruyordu.

Çalık yatağında inliyor, karısı bütün günün yorgunluğu içinde uyuyor, sonra fırtınadan uyanıyor, fakat davranamıyarak gene dalıyordu. Kaçıncı uyanıp dalışı idi? Bunu pek bilmiyordu. Bir aralık uyanışlarının birinde Çalığı’ın gölgesini ayakta gördü. Kadın yeniden gözlerini kapıyacaktı. Fakat o anda Çalığ’ın ne kadar sayrı olduğunu hatırladı. Gözlerini açtı. Çalık kapıya doğru yavaş adımlarla ilerliyordu. Karısı bu gizli gidişin sebebini anlıyamadı. Çalık kapıdan çıkarsa gene günlerce gelmiyecek ve belki başına daha büyük işler gelecek sandı. Birden seslendi:

-Çalık!

Çalık bu sesi duyunca kapının önünde dimdik durdu. Kımıldamadı ve ses etmedi. Fakat karısı artık iyice uyanmıştı. Yeniden bağırdı:

-Çalık, nereye gidiyorsun?

Bu sefer Çalık yavaşça cevap verdi:

-“Şimdi gelirim” diyerek kapıyı açıp fırladı. Bu konuşmadan Çalığ’ın anası da uyanmıştı. Gelinine sordu:
-Gelin, Çalık gitti mi?
-Gitti.
-Ayakta duramıyordu. Nasıl yürüyecek? Dışarısını tipi savuruyor.

Kadın bu sözlere cevap vermedi. Sonra telâşla kaynanasına bağırdı:

-Çabuk! Çabuk çıra yak!

Çalığ’ın anası yaşından umulmıyacak bir hızla fırladı. Çabucak çırayı yaktı. Çadır aydınlanmıştı. Yaşlı kadın çırayı Çalığ’ın yattığı yere tutunca donakaldılar. Gitti sandıkları Çalık yatağında idi. Fakat göğsüne sapına kadar bir bıçak saplanmış ve Çalık ölmüştü.

***


Işbara Alp, Sançar’a buyurdu:

-Onbaşı Sançar! Çince iyi okuyan iki Çinli bulup tez bana getir.
-Buyruk senindir.

Işbara Alp öfkeliydi. At uşağı Çalığ’ın öldürülmesi onu pek kızdırmıştı. Demek ki Çalığ’ın öldürdüğü Çin çaşıtı yalnız değildi ve arkadaşı öc almıştı. Sançar iki Çinliyi bulup getirinceye kadar binbaşı, çadırda bir aşağı, bir yukarı dolaştı.

Onbaşının getirdiği iki Çinliden biri durmdan sırıtan yaşlı ve kambur bir herifti. Öteki orta yaşlı ve düzgün kılıklı idi. Işbara Alp Çinlileri süzerek:

-“Çinceyi iyi okur musunuz?” diye sordu. Kambur, geveze bir adamdı.

Söze başladı:

-Elbette okurum beğimiz. Çin’de olsaydım şimdiye kadar...

Binbaşı onun sözünü kesti:

-Sana bunları sormadım. İyi okur musun dedim.
-Okurum beğimiz.
-Ya sen.
-Okurum.
-Şimdi size Çince bir mektup okutacağım. Eğer biriniz yanlış okursa kendini yok bilsin.

Sonra orta yaşlı Çinliyi göstererek Sançar’a buyruk verdi:

-Sen bunu al, dışarda beni bekle!

Sançar, Çinliyi alarak çıktı. Işbara Alp bitiği(mektubu) kambur Çinliye uzattı:

-Şunu oku bakalım. Sonra Türkçeye çevir. Doğru çevirmezsen ne olacağını biliyorsun.

Çinli uzatılan mektubu ilk önce kendi kendine bir okudu. Fakat okuyunca benzi sarardı. Elleri titremeğe başladı.

-Ne yazıyor?
-Beğimiz... Kötü şeyler... Çok yaman...
-Sen yahşılığına, yamanlığına karışma. Ne yazıyor?

Çinli biraz yutkundu. Kendini toparlamağa çalıştı. Sonra Türkçeye çevirmeğe başladı:

Yüce Çin Kağanına:

Sadık kullarınızdan May-tu-çing buraya gelerek buyruklarınızı bildirdi. Buyruklarınız yapılacaktır. Türk ülkesinde şimdi biraz açlık vardır. Bu yüzden ilkbaharda Çin’e akın edeceklerdir. Şen-king ve İ-çing Katun hâlâ Türk kağanını kandırmağa uğraşıyorlar. Kendi ailelerinin gene Çin’e kağan olabileceğini umuyorlar. Burada Kür Şad, Çinliler’e çok düşmanlık gösteriyor. Amcaları Kara Kağan, İ-çing ile evlendi diye Kür Şad ve Tulu Han, kağana düşmandırlar. Fakat bunu belli etmiyorlar. Bu fırsattan yararlanarak aralarına yağılık sokmak, Türkler’i ikiye bölmek sonra hepsini ezmek kabildir. Şen-king artık eski hareketini kaybetmiştir. Güzel bir Türk kızına vurulmuştur. Şimdi hep onun ardındadır. Bu yüzden bir Türk onbaşısı ile dövüşmüş, Kür Şad’dan dayak yemiştir. Bu bitiği ben sadık köleniz Van-zin-şan size May-tu-çing ile gönderiyorum.

Işbara Alp’ın yüzü pek sertleşmişti. İkinci Çinliyi çağırarak bir de ona okuttu. İki Çinlinin sözleri birbirine uyunca çadırından çıktı. Kendisi gelinceye kadar iki Çinliyi bir yere bırakmamasını Sançar’a söyledikten sonra atına atladı.

Binbaşı Alp, diz yere vurarak Kür Şad’ı selâmladığı zaman o, kendisine yeni verilmiş katı bir yayın denemelerini yapıyordu. Binbaşının yüzüne baktıktan sonra:

-“Işbara Alp! Sanırım kötü bir haber getirdin” dedi.
-İyi bildin Şad. Ötüken’in içine kadar çaşıt girmiş de haberimiz yok.
-Bu çaşıt Çinli, değil mi?
-Evet.
-Böyle olacağı belli idi. Kim imiş? Tuttunuz mu?

Işbara Alp, Çalığı’ın ortadan yok olmasından başlıyarak öldürmesine ve mektubun tercümesine kadar olan bütün işleri Kür Şad’a anlattı. Bitiği de kendisine verdi.

Kür Şad biraz düşündü. Sonra Işbara Alp’a şöyle dedi:

-Biz işi bildiğimiz gibi bitireceğiz. Ondan sonra kağana bildireceğiz.

Sonra, kapıda nöbet bekliyen eri çağırarak yasavulbaşının hemen bulunmasını buyurdu.

Yasavulbaşı Bağa Tarkan çabuk geldi. Üçü birden atlanıp yola koyuldular. Kür Şad işi Bağa Tarkan’a söylediği zaman koca yasavulbaşı dişlerini gıcırdattı.:

-“Bu yabancıların günün birinde Ötüken’i satacaklar da haberimiz olmayacak” diye mırıldandı.

Üç atlı Van-zin-şan’ın çadırına uğrayıp onun Şen-king’in yanında olduğunu öğrendikleri zaman gülümsediler. Oraya varmaları uzun sürmedi.

Kür Şad, arkadan Işbara Alp ve Bağa Tarkan çatık yüzlerle Şen-king’in çadırına girerek şaşkınlık ve telâşla ayağa kalktılar. Şen-king, Kür Şad’dan, Van-zin-şan da Işbara Alp’tan fena halde ürkmüşlerdi. Öteki Çin subayı ise kendilerinin de üç kişi olduğunu düşünerek bu üç Türk’ün kendileriyle dövüşmeğe geldiğini sanmış, yüreği çarpmıştı. Türkler’in uafak bir şeye kızdıkları zaman dövüşmeğe geldiklerini biliyordu.

Kür Şad, bitiği Şen-king’e fırlatarak:

-Şunu oku, dedi.

Çin beği bir şey anlamadan mektubu yerden aldı. Açtı Van-zin-şan mektuba göz atıp tanıyınca büsbütün sarardı. Hatta biraz sendeledi. Şen-king ise mektubu okuyup bitince şaşkınlıkla elinden düşürdü. Sonra Van-zin-şan’a :

-“Alçak!” diye haykırarak kılıcına davrandı. Kür Şad bir adım attı:
-“Hemen pusata el atma. Bizim onunla daha konuşacaklarımız var” dedi. Sonra Van-zin-şan’a döndü:
-Çaşıt başı! Foyan meydana çıktı. Şimdi bize doğru söyle. Işbara Alp’ın at uşağını sen öldürdün değil mi? bizi boşuna yorma. Sen öldürmedinse bir arkadaşın var, o öldürdü demektir. Yasavulbaşı seni kırbaçla söyletmeden önce kendin doğruyu söyle!

Van-zin-şan, Kür Şad’ın şakaya gelmez yiğit olduğunu biliyordu. Korku ve ter içinde:

-“Ben öldürdüm!” diye bildi.
-Bu kancıklığı neye yaptın? O yatakta yaralı yatıyordu.
-Beni ele vermesin diye.
-Senin çaşıt olduğunu biliyor mu idi?
-Hayır, fakat May-tu-çing’i tanımış. Sonra onu öldürüp döndüğünü öğrendim. Belki May-tu-çing’den benim adımı duymuştur diye işkillendim.
-Gebermeğe hak kazandın çaşıtbaşı! Fakat biz sizin gibi alçak değiliz. Sana kendini korumak hakkını veriyoruz. Çabuk ol. Kılıcını çek!

Kür Şad’ın son sözleri büyük bir sertlikte söylenmişti. Kür Şad kılıcını çekmişti. Çinlinin tereddüdünü görünce bağırdı:

-Sana kılıcını çek diyorum. Kişi gibi ölmesini bil!

Van-zin-şan bir an ümitlendi. Hattâ kötü kötü gülümsedi. Sonra kılıcını çekti. Şen-king’in büyük otağının içinde bir kılıç döğüşü başladı. Çinli canını kurtarmak için canla başla çarpışıyor, hattâ bazan hücuma bile geçiyordu. Fakat döğüş uzun sürmedi. Koluna yaman bir dürtüş yiyen Van-zin-şan kılıcını düşürürken yıldırım hızıyla inen Kür Şad’ın kılıcı çaşıt Çinlinin başını gövdesinden ayırıverdi. Işbara Alp’la Tarkan aldırış etmiyen gözlerle bakarken Çinlileri yaman bir heyecan sarmıştı. Kür Şad kılıcını kınına soktuktan sonra Bağa Tarkan’a buyruk verdi:

-Yasavulbaşı! Bu herifin malı, akçası, davarı, nesi varsa hepsini alıp Çalığ’ın evine götür, karısına, çocuklarına ver!
-Buyruk senindir Şad!
-Sana gelince Çin beği! Bu sana ders olsun. Bizim işlerimize karışmaktan vazgeçmezsen günün birinde işin neye varacağını unutma. Yoldaşlarını da özü doğru er kişilerden seç.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIII -


BUDUN KIZGIN


Işbara Alp, Şad’dan ayrılınca alış veriş evine uğradı. Bugün burası çok kalabalıktı. Fakat bu kalabalık alış veriş yapmıyor, Çuçu’nun kopuzunu dinliyordu. Çuçu hem çalıyor, hem okuyordu:

Çok kötü zaman oldu,

Acun ne yaman oldu.

İş başarmak dilerken

İşimiz duman oldu.


***


Yirmi değilken yaşı,

Işbara Alp yoldaşı,

Çinli yüzünden gitti

Karabudak onbaşı.


***


Albızın eli midir?

Beğler hep deli midir?

Burası Ötüken mi

Yoksa Çin Eli midir?


***


İ-çing katun kardaşı,

Çinli köpekler başı

Kılıcıyla vuruldu

Kahraman Pars Onbaşı


***


Çinli karın ağrısı

Kişilerin yarısı

Bizden artık ötüyor,

Çinlilerin borusu


***


Budur gönül yarığı:

Öldürdüler Çalığ’ı

Hepimizi Aldattı

Çinlinin en alığı!


Dinleyiciler coşmuşlardı. Hep birden oynuyorlar, bağırıyorlardı. Oynarken kılıç çekip çarpıştıranlar da vardı. Sıçrayıp çökerek ve hep birden adım atarak coşuyorlar, âdeta kaynıyorlardı. Arada sövüp saymalar da işitiliyordu. Işbara Alp bu oyunu biraz seyrettikten sonra çıktı ve yalnız kalıp düşünmek için ormana doğru at sürdü.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIV -

AKIN

Aradan dört ay geçti. İlkbahar, Ötüken’i cennet gibi güzelleştirmişti. Bozkırlar yeşermiş, karların erimesiyle kabaran sular hızlanmıştı. Çin’e akın vardı. Yüz bin kişilik bir Türk ordusu hazırlanmış, Kara Kağan’ın buyruğunu bekliyordu. Tulu Hana yirmi bin kişilik ordusu ile gelip Kağanın buyruğuna girmişti. Kür Şad ve Tunga Tigin kendi tümenlerinin başına geçmişlerdi. Kağan da altmış bin kişilik öz çerisi ile geriden gelecekti. Binbaşı Işbara Alp, Kür Şad’ın tümeninde idi. Batı Kağanının elçileriyle Çin beği Şen-king, Kara Kağan’ın ordusunda bulunuyorlardı.

622 yılının güzel bir gününde yürüyüş buyruğu verildi. Kür Şad’ın tümeni öncü idi. 100.000 atlı bir yol bile ardına bakmadan atlarını mahmuzladı. Akın oldu mu, savaş başladı mı, Türkler ata bindi mi artık onların gözleri yalnız ileriyi görür, geride bıraktıkları çocukları, karıları, anaları akıllarına gelmezdi.

Bu koca ordu dört nala yürüyüşlerle beş günde Çin sınırını aşmış, büyük Çin duvarının önüne gelmişti.

Çinliler hemen ateş yakarak Türk ordusunun geldiğini gerilere bildirmişler, Çin seddinin kapılarını iyice kapıyarak kulelerde toplanmışlardı.

Öncü tümenin başbuğu olan Kür Şad, Binbaşı Işbara Alp’ı çağırarak şöyle dedi:

-Işbara Alp! Bu duvarı çabuk aşmalıyız. Bunun için de ben bir şey düşündüm. En keskin nişancılardan on kişi seçeceksin. Bizim ikimizle birlikte bu on kişi duvarın en uygun yerini oka tutarak oradaki Çinlileri devirirken yine en seçme bahadırlardan, iyi kılıç kullananlardan on kişi de merdivenle duvara tırmanıp aşağı inerek kapıyı bize açacaklar.

Işbara Alp söz etmedi. Yalnız “buyruk senindir” diyerek geri döndü. Pek az sonra yirmi kişiyle Kür Şad’ın karşısına dikildi. Bunların onu keskin nişancı, onu da yaman kılıççı idi. Onbaşılardan Yamtar, Pars, Sülemiş ve Sançar okçuların arasında idi. Arık Buka, Gök Börü ve Üç Oğul ise kılıççıların içindelerdi.

Kür Şad’ın seçtiği birkaç yüzbaşı kendi erleriyle birlikte Çin duvarının ötesine berisine yalandan saldırışlar yaparak Çinlileri oyalarken asıl tümen burada bekleyecek ve on fedai kapıyı açınca içeri saldıracaktı.

Kür Şad’ın buyruğu üzer,ne saldırış başladı. Kür Şad, Işbara Alp, Yamtar, Pars, Sançar, Sülemiş ve altı er at üzerinde ilerliyerek Çin duvarının hücum edilen kulesindeki Çinlileri oka tuttular.

Onbaşı Arık Buka, Gök Börü, Üç Oğul ile yedi er ise yaya olarak merdiveni sürüp duvara dayadılar.

Kür Şad’la yanındakiler öyle ok yağdırıyorlardı ki kuledekiler göz açamıyorlar, birer birer vurulup düşüyorlardı. Merdiven dayanmıştı. En önde Ötüken’in deli onbaşısı Gök Börü olmak üzere on fedai merdivene tırmanıyorlardı. Onbaşı, kalkanını siper etmiş çıkıyor, arkasından Üç Oğul geliyordu. Çinliler tehlikeyi anlamışlardı. Başlarını çıkarıp ok atamadıkları için içerden taşlar fırlatıyorlardı. Bu iri taşlardan kimisi Onbaşı Gök Börü’nün kalkanına geliyor, merdiveni sarsıyordu. Fakat aşağıdan merdiveni iki tane pehlivan gibi Gök Türk eri tutuyor, Gök Börü’nün çelik kollarıyla tuttuğu kalkanına ise bir şey olmuyordu.

Kür Şad’la Işbara Alp’ın ve ötekilerin yağmur gibi yağdırdığı oklar Çinlileri sapır sapır yere sererken Onbaşı Gök Börü bir adımını Çin seddinin üstüne atarak kılıcını sıyırdı ve havada yaman bir döndürüş döndürdü. Bu döndürüş sırasında Çinlilerin bir adım gerilemeleri Onbaşı Üç Oğul’un da duvara çıkması için kâfi gelmişti. İkisi kılıç savurmağa başlayınca öteki sekizi de içeri atladılar. Sert bir kılıç savaşı başladı. Burada on Türkler Çinliler göğüs göğüse gelince aşağıdakiler ok kesmeğe mecbur oldular. Kür Şad duvara çabuk bir göz gezdirdi. Duvarın üstünde bir ölüm dirim çarpışması başladığını, on Türk’ün bir çok Çinli tarafından sarıldığını, sağdan soldan da bir çok Çinlilerin koşarak yardıma geldiğini görünce fedailerin baskını tutturamadıklarını anladı. Bu sıkışık durumda işler çabuklukla çözülebilirdi. Kür Şad yanındakilere kılıçla duvarı göstererek “davranın!” diye haykırdı. Sonra atından atlıyarak merdivene seğirtti. Işbara Alp, onbaşılar ve erler de öyle yaptılar. Kür Şad bir solukta duvara çıkmıştı. İş tehlikeliydi. Ya bir yol bulup buradan aşağı inerek kapıyı açacaklar, yahut da 22 kişi burada öleceklerdi. Kendi yanından da bir o kadar Çinli daha koşarak geliyorlardı. Kür Şad, kulenin en yüksek yerine çıkarak Işbara Alp’ı yanına çekti ve ona buyurdu:

-Işbara Alp! Ben buradan gelenleri okla durduracağım. Sen de öteden gelenleri durdur. Çerilerinden en iyilerine buyruk ver; Biz okla iş görürken kılıçla yağıyı yarıp mutlaka açsınlar!

Işbara Alp bağırdı:

-Onbaşılar! Kılıçla Çinlileri yarıp aşağı inin. Hepiniz ölseniz bile kapıyı açın. Ordu içeri saldıracak. Çabuk!

Kür Şad sağa, Işbara Alp sola ok yağdırır ve 13 er karşılarındaki 50-60 Çinli ile kılıç tokuştururken Işbara Alp’ın yedi onbaşısı yani Yamtar, Pars, Sülemiş, Sançar, Gök Börü, Arık Buka ve Üç Oğul kılıçla Çinlilrin arasına daldılar. Işbara Alp soldan gelen 50-60 kadar Çinlinin her atışta en önde olanını vuruyor. Kür Şad daha çabuklukla sağda aynı işi yapıyordu. On üç er ise birer birer kırılıyor, fakat canlarını da pahalıya satarak bir yandan da Çinlileri kırıyordu.

Onbaşılar Çinlilere yaman dalmışlardı. En önde iri Yamtar koca kalkanıyla siper alarak yürüyor, kılıcını hiç kullanmıyordu. Koçların arasına dalmış buğa gibi yalnız yürüyüşüyle Çinlileri eziyordu. Tulgası ile demir göğüslüğüne gelen kılıçlara aldırış bile etmiyordu. Yamtar’ın sol gerisinde Pars kıvrak ve uslu oyunlarıyla adım adım yürüyor, etrafı da kolluyordu. Gök Börü’nün ardında Sülemiş, Pars’ın arkasında da Arık Buka vardı. Sançar en geride bulunuyor, böylelikle bu altı onbaşı bir daire teşkil ediyorlardı. Sançar Yamtar’la arka arkaya dönmüştü. Yamatar adım adım ilerledikçe o da adım adım gerileyerek bu dairenin gerisini koruyordu: Onbaşı Üç Oğul ise dairenin tam ortasında topaç gibi dönüyor, aksıyan, yadım istiyen arkadaşı hesabına bir iki kılıç dürtüşü yaparak durumu düzeltiyordu.

Onbaşıların işi yolunda gidiyordu. Çünkü Kür Şad’la Işbara Alp yardıma gelen Çinlileri uzaktan okla devirerek çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına engel oluyorlardı. Fakat bu iyi durum uzun sürmedi. Çünkü Kür Şad’la Işbara Alp ‘ın okları bitmiş, önlerinde çarpışan on üç erden de ayalta yalnız beş kişi kalmıştı.

Işbara Alp, erlerden birine buyruk vererek merdivenlerden gene aşağıya inerek ok getirmesini söyliyecekti. Fakat merdiven devrilmiş ve parçalanmıştı. Artık çıkar yol yoktu. İş burada bitirilecekti. Kür Şad’la Işbara Alp beş erin arasına karışarak kılıçlarını çektiler. Arkalarını duvarın burçlarına vermişler, kendilerinin on misli Çinli ile vuruşuyorlardı. Işbara Alp bu Çinlileri yarmak, onbaşıların yardımına koşmak için saldırış yaptı. Fakat Albız alsın! Bu gün işler dikine gidiyordu. Tam Çinlileri sağa sola yarıp birkaçını devirmişken kılıcı kırıldı ve Işbara Alp yaralı olarak gene Kür Şad’ın yanına geldi. O sırada binbaşının yanındaki bir er vurulmuş, düşünüyordu. Işbara Alp tam zamanında onun kılıcını elinden kaparak yarılmakta olan sıralarını gene düzeltebildi. Yoksa darma dağınık olacaklardı.

Kür Şad’la Işbara Alp’ın boşa gitmeyen okları kesilip de yol bulan Çinlilerden bir bölük yedi onbaşıya saldırınca ağır ağır ilerliyen onbaşılar neye uğradıklarını anlıyamadılar. İlk önce bir sarsılır gibi oldular. Sonra Yamtar küfürle karışık haykırdı:

-Hay albız alsın! Bunlar Çinlilere para ile çerilik eden Kıtaylar... İt oğlu itler gelecek çağı buldular!...

İyi çeri olan bu Kıtaylar zaten yorgun ve kendilerinden çok yağı ile sarılmış olan onbaşılara çatınca iş değişmişti. Bununla beraber kapının önüne kadar da gelmişlerdi. İşte çekse kapı açılacak, Gök Türkler içeri dolacaktı. Bunu ilk gören deli onbaşı Gök Börü haykırdı:

-Haydi kımıldanın! Karşımızda az kişi kaldı. Şu işi becerelim!

Gök Börü’nün az kişi dediği gene kendilerinin ik üç misli idi. Kılıçlar öyle bir sertlikle kalkıp iniyordu ki, biraz sonra hiç birinden hayır kalmadı.

Bu ne yaman bir çarpışma, ne korkunç vuruşma idi. Şu ufacık yerdeki birkaç kişi acunun en sert savaşını yapıyordu. Bu; er kişilerin, çelik kollu, demir yürekli çerilerin işiydi. Bunun için biraz sonra meydanda Çinlilerden kimse kalmamış, meydan Gök Türklerle Kıtaylara kalmıştı.

Yedi Gök Türk onbaşısı ile on beş Kıtay...

Savaşçılar yavaş yavaş yoruldu. Geniş geniş soluyorlardı. Yorgun kollarla vurulan ve demir tulgalara , zırhlara inen kılıçlar kırılıp çentildikleri için bırakılmış, bıçaklara el atılmıştı. Kimisi bir, kimisi iki yağı ile uğraşıyordu. Yamtar ise tek başına dört Kıtayla boğuşuyordu. Kıtaylar onun çok güçlü pehlivan olduğunu anlamışlar, dördü birden üzer,ne çullanmışlardı. Artık yukarda neler olduğunu da bilmiyorlardı.

Yukarıya gelince: orada üç kişi kalmışlardı. Ortada bir çeri iki eliyle tuttuğu iki kalkanla savurlan kılıçlara karşı duruyor, onun sağında Kür Şad, solunda Işbara Alp on on beş Çinliye karşı dövüşüyordu.

Savaşın en can alacak yeri aşağıda idi. Bir aralık Onbaşı Üç Oğul bir yandan bir Kıtayla sarmaş dolaş yuvarlanırken, bir yandan da bağırdı:

-Yazık bize be! Yalnız kendi kötü canımızı korumakla mı uğraşacağız? Haydi fırlıyalım. Birimiz şu mandalı çevirsin, binbaşının buyruğunu yapmadan mı gebereceğiz be?

Bu son söz üzerine onbaşılar bir silkinip davrandılar. Fakat boşuna... İşte artık yeniliyorlardı. Damarlarında güç kalmamıştı. Soluyorlar, çabalıyorlar, lâkin bir şey yapamıyorlardı. Her yerlerinden kan sızıyordu. Bıçaklar da kırılmıştı. Kendileri de, yağıları da zırhlı olduğu için bıçakların çoğu iş göremeden düşmüş, atılmıştı. Onbaşılar ölümün yaklaştığını seziyorlar, böyle olduğu halde kapının mandalını unutamıyorlardı. Hepsi bir an için karşılarındaki yağıdan kurtulup kapıya koşmak, mandalı açmaktan başka bir şey düşünmüyordu.

Bu işi ilk deniyen Yamtar oldu. Son bir gayretle kalkarak bir Kıtay’ı iki eliyle yakalayıp kaldırdı ve karşısındakilere fırlattı. Karşısındakiler sendeleyip düşerken kapıya doğru koştu. Fakat tam mandalı çevirirken vınlıyan ok küreğine saplanarak koca Yamtar’ı diz üstü çökertti. Yaralı Kıtaylardan biri okunu tam zamanında kullanarak bu işe engel olmuştu. Yamtar, canının yanıp yanmadığını anlıyamadan yeniden bir Kıtayın saldırışına uğradı; birlikte yere yuvarlandılar.

Bu sefer Pars fırladı. Fakat iri bir Kıtay hemen ardından koşarak onu belinden kavrayıp yere çaldı.

Üçüncü olarak Sançar saldırdı. Karşısındaki iki Kıtaydan birini çelme, birini de yumrukla devirdikten sonra mandala koştu. Fakat demin Yamtar’ı yaralıyan yaralı Kıtay çerisi bu sefer de Sançar’ı kolundan vurdu. O zamana kadar da Sançar’ın payına düşen iki yağı yetişerek üzerine atıldılar.

Yedi onbaşı ile on beş Kıtay artık yerde boğuşuyorlardı. Kalkanı, yaralı Kıtay okla vuruyordu. Bu Kıtay çerisi kendilerinden otuz kırk adım ilerde yere düşmüştü. Bacağına kılıç yemiş olduğu için kalkamıyor, fakat sağlam kollarıyla iyi iş görüyordu.

Onbaşı Arık Buka’nın payına bir yağı düşmüştü. Fakat bu iri yarı ve çok güçlü bir çeri olduğundan Arık Buka kendisini güçlükle koruyordu. Onbaşı birkaç defa kendisini boğuşmaktan güç kurtarmıştı. Arık Buka kan içinde kalmış olduğu halde mandala en yakın kendisi olduğunu biliyor ve biraz da ileride de yerde bir bıçak bulunduğunu görüyordu. Bu, kırılmamış uzun bir bıçaktı. Kıtaylardan birinin olacaktı. Elini ona değdirebilse işi bitirebileceklerdi. Arık Buka boğuşma arasında çevresine bir göz attı. Dört beş adım ileride Onbaşı Üç Oğul iki Kıtayla boğuşuyordu. Zavallı Üç Oğul alta düşmüştü. Âdeta can çekişiyordu. Arık Buka ona haykırdı:

-Üç Oğul! Ayağının ucunda bıçak var. Tepip bana fırlatırsan kurtulacağız!

Üç Oğul, çevresini görmeden ayağıyla bir iki defa tepti. Bıçak Arık Buka’ya yanaşmış, o da son bir davranışla onu kavrayabilmişti. Onbaşı, bıçağı iri Kıtayın karnına saplarken Üç Oğul boğuk boğuk bağırdı:

-Yetiş! Geberiyorum...

İki Kıtaydan birisi ona sarılarak kollarını yakalamış öteki de boğazını sıkıyordu.

Arık Buka, Üç Oğul’u düşünecek çağda değildi. Yalnız bir taşla iki kuş vurmak istedi. Kalkarak kapıya doğru fırlarken Üç Oğul’un boğazını sıkan Kıtay’ın yüzüne yaman bir tekme savurdu. Bu tekme Üç Oğul’un gırtlağındaki baskıyı gevşetmiş, ona soluk aldırmıştı. Aynı zamanda Arık Buka mandala el attı.

Fakat yaralı Kıtay ok kirişte bekliyordu. Hemen gezliyerek okunu fırlattı. Bu seferki hepsinden daha yaman oldu. Çünkü ok Arık Buka’nın tam ciğerini delerek göğsünden çıkmıştı. Koca Onbaşı sarsılarak yere düşerken kendini topladı. Gene kalkarak mandala sarıldı. Kendisine ok atanı görmüştü. Onbaşıyı vuran onun gene kalkabileceğini ummadığı için yayına yeniden ok koymakta acele etmemişti. Göğsü yarıldığı halde kalkıp son bir gayretle mandala yapıştığını görünce hızla yayına bir ok yerleştirdi. Fakat geç kalmıştı. Onbaşı mandalı çevirmiş, kapıyı açıyordu. Yaralı Kıtay’ın fırlattığı ikinci ok Arık Buka’nın göğsüne saplandı.

Koca onbaşı kapıyı açmaktan doğan sevinçle acı acı gülümsiyerek haykırdı:

-Okla kancık oğlu okla!... Arık Buka’yı devirmekle iş biterse bir de benim için çek!...

Onbaşı sustu. Ayakta gözleri kapanıyordu. Dimdik yere düştü. Yiğit alnı toprağa kapanarak öylece kaldı.

Dışarıda kapının açılmasını bekliyen Gök Türk atlıları doludizgin haykırışlarla saldırırken, artık iş işten geçtiğini anlıyan Kıtaylar kaçmaktan başka çıkar yol bulamadılar. Hepsi birden; öldürmeğe, boğmağa çalıştıkları yorgun onbaşıları bırakarak kaçmağa davrandılar. Geç kalmışlardı. Yıldırım gibi içeri dalan atlılar bir saldırışta hepsini devirerek içeri doldular. Birkaçı da yukarı yönelerek Kür Şad’la Işbara Alp’ın yardımına koştular. Tam çağında yetişmişlerdi. Çünkü burada kırışa kırışa Kür Şad’la Işbara Alp yalnız kalmışlardı. Yere serdikleri Çinlilerden arta kalan sekiz on kişi iki kahramanın işini bitirmeğe uğraşıyorlardı.

Kür Şad son buyrukları vererk binbaşı ile birlikte kapının yanına indikleri zaman yiğit onbaşı Arık Buka’nın ölüsü çevresinde yorgun argın oturan altı onbaşıyı birbirlerinin yaralarını bağlarken buldular.


***



Gün batarken Türk ordusu dört yerden Çin duvarını aşmış, kapıları tutmuş ve Çin sınırları içinde çadır kurmuştu.

Kara Kağan’ın otağında beğler toplanmışlardı. Batı Kağanının başelçisi Kül Er Tigin de konuşmaları dinliyordu. Kısa bir konuşmadan sonra kararlar verildi: Yarın, tan atmadan yürüyüşe geçilecek, Tulu Han en doğudan saldıracaktı. Onun batısında Kür Şad’ın tümeni bulunacak, daha da batıda da Kara Kağan’la Tunga Tigin yürüyeceklerdi. Yıldırım hızı ile Çin’e saldırılacak, yetişecek kadar ulca (ganimet) alınırsa Çin ordularının gelmesi beklenmeden dönülecekti. Yalnız Kür Şad’ın canını sıkan bir şey olmuştu. O da Kara Kağan’ın Şen-king’i binbaşı yaparak kendi buyruğuna vermesiydi. Fakat Kür Şad bunun da kolayını buldu: Geceleyin kendi buyruğundaki binbaşılara ulak yollıyarak gece yarısı yola çıkılacağını bildirdi. Yalnız Şen-king’e ulak gitmemişti. Uzun yürüyüşlerle yorulmuş olan Şen-king geceleyin çadırında derin derin uyurken Kür Şad tümenini almış, Çin’in içine dalmıştı.

Kür Şad’ın öncüsü Işbara Alp’tı. O da onbaşı Pars’ı ileri çıkarmıştı. Pars dünkü boğuşmada ufak tefek yaralar, bereler almış olmakla beraber gene onbaşıların en sağlamı idi. Kendi buyruğundaki on erle karanlıkları kollıyarak, tetikte ilerliyordu. Gün ağarırken uzaktan Çinlileri gördüler. Pars’ın şimdilik yapacak başka işi yoktu. Geri dönerek, beş yüz adım geriden gelen Işbara Alp’a Çinlilerin göründüğünü bildirdi. Binbaşı boru çaldırarak çerisini yayarken Çinliler de Gök Türkleri görmüşler, savaşa hazırlanmışlardı.

Işbara Alp’ın bin kişisi iki sıra halinde dizilmişti. Binbaşı ortada ve önde bulunuyordu. At uşağı boruyu öttürünce bin kişi birden korkunç savaş haykırışlarıyla Çinlilere doğru at saldılar. Daha üç yüz adımdan ok çekerek yaklaşan bu çeriler pek yaman geliyorlardı. Fakat birdenbire ne oldu, bilinmez... Çinlilere elli adım kala durdular. Biraz daha ok yağdırdıktan sonra hızla yüzgeri ettiler. O ne? Türkler kaçıyordu.

Çinlilerin başbuğu bu fırsatı kaçırmak istemedi. Verdiği buyrukla Gök Türklerin ardına düştü. Türkler hem kaçıyorlar, hem de artlarına ok çekiyorlardı. Bu ok çekişler o kadar düzgündü ki kendilerini kovalıyan Çinlileri yaban ördeği gibi vurup attan düşüyordu.

Birden, gene nasıl olduğunu anlaşılmadan keskin bir boru daha öttü. Borunun ötmesiyle Türklerin yüzgeri etmesi bir oldu. Çin başbuğu sağa sola bakınca sarıldıklarını anladı. Türkler kaçıyor gibi görünerek Çinlileri arkalarına düşürmüşler, ortaları fazla koşarak Çinlileri arkalarına düşürmüşler, ortaları fazla Çinlileri içeri almış, iki kıskacın iki ağzı gibi Çinlileri kıstıracak durumu hazırlamıştı. Şimdi Türkler yüzgeri edince Çinliler bu kıskacın işinde kalmış oluyorlardı. Çin başbuğu kuşatıldıklarını görünce “budalaca aldandık!” diye bağırdı. Sonra çerilerine kılıç çektirdi. Okla iş görseler Türklerin kendilerini bitireceklerini biliyordu. Belki kılıçla bu kuşağın bir yerini yarıp geçebilirlerdi.

Çinlilerin kılıç çektiğini görünce Işbara Alp bağırdı:

-Kılıç çek!...

Bu buyruk Yüzbaşılar ve onbaşılar tarafından söylene söylene en uzaktaki çerilerin kulağına kadar gitti. Sonra buyruk vermeğe lüzum görmiyen Binbaşı dört nala Çinlilere at sürdü.

Yıldırım gibi kılıç çekmiş olan Gök Türk atlıları da onun gibi keyifli bir nesne idi. Çinliler de aşağı yukarı kendileri kadar olduğu için teke tek dövüşüyorlar ve bu çarpışmayı at üzerinde yapıyorlardı.

Savaş uzun sürmedi. Biraz sonra Çinlilerin hepsi yere serilmiş, başbuğları da yaralı olarak tutsak edilmişti.

Çinlilerin çabucak yok edildiğini gören Işbara Alp artık ulca toplamak çağı geldiğini anlıyarak kılıcı ile ilerdeki köyü gösterdi.

-Haydi köyü yağma edeceğiz. Dolu dizgin!...


Gök Türk çerileri yıldırım gibi köye saldırdılar. Zaten beride savaş başlarken sonunun ne olacağını kestiren köydeki Çinliler atlara atlıyarak kaçmışlardı. Atı olmıyanlar da tabana kuvvet koşuyorlardı. Gök Türkler köye girerken orada hemen hemen kimse kalmamıştı. Zaten çerilerin de onlara baktığı yoktu. Onlar koyun, davar, mal topluyorlardı.

 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XV -


ŞEN-KİNG’İN ÖFKESİ


Şen-king sabahleyin uyanıp da Kür Şad’ın çoktan gittiğini öğrenince köpürdü. Çevresindeki erlere bağırıp çağırdı. Sonra kendi buyruğundaki bin eri alarak Kür Şad’ın izinden dört nala at sürdü. Fakat nedense başka zaman yıldırım gibi uçan bu atlılar bu gün aksıyorlardı.

Şen-king hem Kür Şad’a kızıp sövüyor, hem de korkuyordu. Niçin geç kaldın diye Kür Şad’ın kendisine bir oyun etmesinden çekiniyordu.

Çin beği böyle kuşku içinde at süre süre öğleyi etti. Güneş tepelerine çıktığı zaman Şen-king bir savaş alanına gelmiş bulunuyordu. Burada bir savaş olduğu, yerde yatan ölülerden belli idi. İşte yüzlerce Çinli serilmiş yatıyordu. Aralarında Türkler de bulunuyordu. Şen-king ilk önce alana şöyle bir baktı. Sonra gözüne yerde bir Türk yaralısı ilişti. Gözleri kapalı, kesik kesik alıyordu. Çin beği atından atlıyarak yaralıya yaklaştı. Yüksek sesle ona sordu:

-Yaralı! Savaş nice oldu? Bizimkiler nerede?

Yaralı Türk yavaş yavaş gözlerini açtı. Şen-king’i görünce başını çevirdi. Sona gene ona bakarak şöyle dedi:

-Biz sizi yendik. Sizinkiler hep kızıl tamuya gitti.

Çin beği kızardı. Yaralı Türk eri kendisini yağı Çinli sanmıştı. Şen-king bir şeyler söylemek gerektiğini seziyordu. Dik bir sesle:

-Çeri! Beni tanımadın mı? Ben Kara Kağan binbaşılarından, İ-çing Katun kardeşi Şen-king beğim, diye bağırdı.

Yaralı yine gözlerini açarak fısıldadı:

-Biz sizi yendik. Git yurdunu kurtar!

Çin beğinin eli kılıcına gitmişti. Başını kaldırıp çerilerine baktı. Kendisine dikilen bu gözlerde sert bir meydan okuma, bir sövme duyar gibi oldu. Ölmek üzere olan yaralıyı bırakarak atına atladı. Bin atlısının ardına takarak sürdü.

Köye vardıkları zaman Işbara Alp erleri köyü yağma ediyorlardı. Şen-king bir ara yağmaya baktı. Işbara Alp’ın çerileri evlere giriyorlar, bulduklarını alıp yedek atlara yüklüyorlardı. Bir takımı da öteden beriden koyunları topluyor, sürüp getiriyordu. Çin beği kendi erlerini de yağmadan istifade ettirmek için arkasına döndü. Düzgün sıralar halinde duran erlerine bağırdı:

-Haydi, siz de yağma edin!

O, buyruk üzerine erlerin sevinçle dağılacaklarını sanmıştı. Kimsenin yerinden kıpırdamadığını görünce şaşırdı. Yeniden bağırdı:

-Anlamadınız mı? Yağma edin diyorum!

Fakat ortalıkta en küçük bir kıpırdanış bile olmadı. Şen-king öfkelenmişti. Bu da ne demek oluyordu? Hangi cüretle kendi buyruğuna karşı geliyorlardı? Bu sefer öfkeden zangır zangır titriyerek yine bağırdı:

-Size söylüyorum! Yağma edin!

Çin beği nerdeyse kuduracaktı. Yoksa kendisine isyan mı ediyorlardı? İşte beride, çok iyi tanıdığı Onbaşı Pars bir torbanın içine doldurduğu ulcaları alıp gelirken kendisinin buyruk verip bağırdığını, erlerinin de aldırış etmediğini görmüş, gülümsemişti. Şen-king daha çok rezil olmak istemedi. Sıraların en önünde bulunan yüzbaşılardan birini çağırdı:

-Yüzbaşı, buraya gel!

Yüzbaşı at sürüp geldi.

-Neden buyruğuma kulak asmıyorsunuz? Niçin yağma etmiyorsunuz?
-Yağma hakkımız yok!
-Neden?
-Köyü Binbaşı Işbara Alp almıştır. Hak onundur.
-Ben size buyruk veriyorum.
-Olmaz; türeye uymaz.

Şen-king türe sözünü işitince durdu. Türk türesinin ne yaman şey olduğunu, ona baş eğmeyen kişi Kağan olsa ve büyük bir kahraman olup Türklere zaferler kazandırmış bulunsa bile gene ezeceklerini Şen-king iyi biliyordu. Onun için yüzbaşı “Türeye uymaz” deyince sözü kesmişti. Şimdi artık ne yapacağını pek bilmiyordu. Yüzbaşıya kendisi gelinceye kadar beklemelerini söyliyerek köye girdi.

Işbara Alp’ı arıyordu. Kür Şad kendisine buyruk vermeden çekildiği için ne yapması gerektiğini Işbara Alp’tan soaracaktı. Hem de durumu bilmiyordu. Kür Şad ortada görünmüyordu. Bunları öğrenecekti.

Köyün içinde atı ile yavaş gidiyordu. Evlere çeriler giriyorlar, işlerine yarıyan ne bulurlarsa alıp çıkıyorlardı. Burası büyücek ve oldukça zengin bir köy, hattâ bir kasaba idi.

Şen-king giderken küçük bir meydana rasladı. Burada birkaç çeri ayak üzerinde konuşuyorlardı. Bir ötekine yüksek sesle bir şeyler anlatıyor, öbürleri dinliyordu. Anlatan şöyle diyordu:

-Herif açık gözün biri imiş. Bizim aldığımız köyü kendi çerilerine yağma ettirmek istiyordu. Daha Türk Türesini öğrenememiş. Çin aklı... Çeriliğe yatışmaz ama çaşıtlık olursa ona erer.

Şen-king kendisinden bahsolunduğunu anlamıştı. Arkası kendisine dönük olan çeriye doğru at sürdü. Kırbacı ile başına vuracaktı. Fakat bu çeri at sesini işitince geri döndü. O zaman Çin beği duraksadı. Çünkü bu, Onbaşı Pars’tı. Şen-king bağırdı:

-Onbaşı! Çizmeden yukarı çıkma!
-Çizmeyi aştığım yok. Senin beceriksizliğini söylüyorum.
-İleri gitme...
-Zaten gitmiyorum. Yerimde duruyorum.
-Sana haddini bildiririm.
-Kılıçla mı?
-Neyle olduğunu sonra görürsün!

Şen-king bu sözü söyliyerek uzaklaştı. Pars’ın yanındakiler de gülerek birer birer gidiyorlardı. Pars, aklına bir şey gelmiş gibi birden dönerek gitmekle olan Çin beğine bağırdı:

-Yoksa Kür Şad’ın kamçısı ile mi?

Şen-king bunu işitince atını durdurdu. Kan beynine sıçramıştı. Yayına bir ok yerleştirerek gezledi. Yeniden arkasına dönüp önündeki torba ile uğraşmakta olan Pars’a fırlattı. Ok vınlıyarak uçtu ve Onbaşının tam bir karış sağında toprağa saplandı. Pars ağır ağır başını çevirip oku kimin attığını aramağa koyulurken keskin, şakrak bir kahkaha köyü çınlattı. Bu kahkahayı işitince hemen evlerden bir çok çeriler fırlıyarak olanı biteni anlamak istediler. Sançar kıyıda, atının üstünde yana doğru eğiliyor, Şen-king’e bakarak katılacak gibi gülüyor, hem de söyleniyordu.

-Ulan herif hâlâ ok atmasını öğrenememişsin be... Elli adımdan Pars’ı vuramadı. Acaba dokuz adımdan öküzü vurabilir mi?...

Bu sözler ve Pars’ın yanında saplı duran ok, elli adım ötede kudurmuş gibi bakarak atının üstünde duran Şen-king çerilere meseleyi anlatmıştı. Sançar’ın kahkahasını işittikleri her zamanda olduğu gibi hepsi birden katılarak gülmeğe başladılar.

Sançar atının yelesine kapanmış, gülüyor ara sıra başını kaldırarak çevresine bakıyor, gözlerinden şıpır şıpır yaş akıyor, sonra gene atın üzerine eğiliyordu.

Şen-king, Ötüken’de ok attığı gündekinden daha fena olmuştu. Çünkü o zaman ancak bir konuktu. Şimdi ise Gök Türk ordusunda binbaşı olduğu halde gene kendisini saymıyorlar, gülüyorlardı.

Dört çevreyi uğuldatan bu gülme birdenbire kesilince Çin beği başını kaldırdı. Işbara Alp’ın ortada görünüşü herkesi susturmuştu. Yalnız bir kişi, atından aşağı yuvarlanmış olan Sançar hâlâ kırılasıya gülüyordu. Binbaşı sağa sola bakındı. İki onbaşı koşarak bir kucaklayışta Sançar’ı atına bindirip yelesine bağladılar. Sonra atı kırbaçlıyarak koşturdular. Sançar gülmeğe başladı mı başka çaresi bulunmazdı. Her zaman böyle yaparlardı.

Şen-king, bu fırsattan istifade ederek Binbaşı Işbara Alp’a soracağı şeyleri sormak istedi. Atını ona doğru sürmek isterken bir şakırtıdır koptu. Köyün ilerisinden Kür Şad, arkasından birkaç binbaşı ve yüzbaşı olduğu halde gözüktü. Dolu dizgin geliyorlardı. O denlü hızlı geliyorlardı ki Çin beği kendisini çiğniyecekler sanarak korktu, kıyıya çekildi. Halbuki dört nala gelen o atlılar daha kendisine varmadan, Işbara Alp’ın önünde zınk diye durdular. Kür Şad yüksek sesle şunları söyledi:

-Işbara Alp! Çin Kağanından elçi geldi. Bizimle barış yapmak için birçok mal, darı, kumaş, akça, hayvan veriyor. Kara Kağan razı oldu. Geriye dönüyoruz.

Şen-king bu sözleri işitince başından aşağı kaynar su giymiş gibi oldu. O ne umuyordu, ne çıkmıştı? Demek ki Kara Kağan Çin’i alarak kendi ailesini Çin tahtına geçirmeği hiç tasarlamamıştı. Çin beği bunları düşünürken Kür Şad ona döndü. Şöyle dedi:

-Senin çerilerin bir şey yağma edemediler. Ötüken’e elleri boş dönecek değiller ya! Köyün dışında onlar için biraz mal bıraktırdım. Hemen yağmalat!

Şen-king kendi buyruğundaki çerilere bu yağma buyruğunu verdiği zaman onları pek isteksiz buldu. Hattâ yüzbaşılardan biri yerinden bile kıpırdamadı. Çin beği ona niçin gitmediğini sorunca şu cevabı verdi:

-Yağma, kılıç hakkı olmalı. Biz kılıcımızla bir iş görmedik ki.

Yüzbaşı bu sözleri söyliyerek ıslık çalmağa, atını okşamağa başladı. Şen-king bu gün bütün aksiliklerin kendine geldiğini düşünerek dişlerini sıktı. Yüzbaşının yanından uzaklaştı.

***



Ertesi günü bütün Gök Türk ordusu Çin’den aldıkları bol ulca ile karınları tok ve keyifleri yerinde olduğu halde Ötüken’e dönüyordu. Koca ordunun içinde halinden memnun olmıyan iki kişi vardı. Bunlardan biri Çin beği Şen-king’di. İkincisinin kim olduğunu okuyucular ilerde öğreneceklerdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
İkinci Bölüm


- I -


KIRAÇ ATA


Selenge ırmağı sessiz akıyordu. Ortalıkta bir ölüm sessizliği vardı. Karşıki tepede seyrek çam ağaçları görünüyor, üstte güneş parlıyordu. Burası Selenge’nin Baykal gölüne yaklaştığı bir yerdi.

Selenge’nin aktığı yola yönelmiş yorgun bir atlı yavaş yavaş ilerliyor, gözleriyle durmaksızın ileriyi kolluyordu. Bu, Ötüken’den gelen bir yolcu idi. Üstünde kılıç, yay ve sadağından başka bir şey yoktu. Durumundan, gidişinden yüce bir bahadır olduğunu anlaşılıyordu. Fakat kendi de, atı da o kadar yorgundu ki gün batımına kadar yürüyebilecekleri şüpheliydi.

Irmağın bir dirseğini aşınca birdenbire atlının gözleri parladı. İlerde, solda yalın bir tepe görünüyor, tepenin üstünde üç sivri kaya sıralanıyordu. Yorgun yolcu atını mahmuzladı. Üç Kayalar’a doğru dizgin boşalttı. Biraz sonra tepenin eteğine varmıştı. Burası hiç de uzaktan göründüğü gibi değildi. Pek sarp olduğu yaklaşınca anlaşılıyordu. Yolcu atından atlıyarak kayaların arasından sızan billur suya eğildi. Kana kana içtikten sonra başını kayalara kaldırdı. Bir zaman gözleriyle bir şeyler aradıktan sonra tırmanmağa başladı. Yorgun yolcunun yorgun atı ağır ağır yürüyerek sıska otlarla karnını doyurmağa çalışıyordu.

Yolcu epey tırmanıp yükseldikten sonra bir düzlüğe vardı. Burada, nereye gideceğini bilemiyerek durdu. Çünkü bu düzlüğün kenarında mağara gibi dört oyukbulunuyor ve oyuklardan bir tanesinin de içerde kule gibi yükseldiği görülüyordu. Yolcu bir müddet klaşınca anlaşılıyordu. Yolcu atından atlıyarak kayaların arasından sızan billur suya eğildi. Kana kana içtikten sonra başını kayalara kaldırdı. Bir zaman gözleriyle bir şeyler aradıktan sonra tırmanmağa başladı. Yorgun yolcunun yorgun atı ağır ağır yürüyerek sıska otlarla karnını doyurmağa çalışıyordu.

Yolcu epey tırmanıp yükseldikten sonra bir düzlüğe vardı. Burada, nereye gideceğini bilemiyerek durdu. Çünkü bu düzlüğün kenarında mağara gibi dört oyuk bulunuyor ve oyuklardan bir tanesinin de içerde kule gibi yükseldiği görülüyordu. Yolcu bir müddet oyuklara baktıktan sonra kendisine en yakın olan sağdakine doğru ilerledi. Bir insanın eğilmeden girebileceği büyüklükteki kapıdan adımını attı. Fakat öylece kaldı. İçerde, yüksekçe bir yerde çok iri dört doğan atılmağa hazır bir halde kendisine bakıyorlardı. Zaten buraya girmekte de bir fayda yoktu. Çünkü bu dört doğanın durduğu yer kapalı bir taş odadan başka bir şey değildi.

Yolcu geri çekilerek yine düzlüğe çıktı. Aşağıdaki kaynağın okşayıcı şırıltısından, kayalara çarpan ince rüzgârın üfleyişinden ve kendi ayak seslerinden başka hiçbir şey işitilmiyordu. Acaba yanlış mı gelmişti?

Bu sefer yine aynı yavaş adımlarla oyuğa doğru ilerledi. Bu oyuk kapkaranlık bir delikti. Adımını içeri atıp biraz durdu. Sessiz ve karanlıktı. Birdenbire ilerde iki kor peyda oldu. Sonra bunların yanına iki kor daha geldi. Korlar büyümeğe başladılar. Yolcunun keskin gözleri de karanlığı delmek ister gibi bakıyordu. Korlar adım adım kendisine yaklaşırken o da gözlerini karanlığa alıştırmış, içerdekilerin ne olduğunu anlamıştı: Bunlar büyük iki kurttu. Yolcu gözlerini oyuktan ayırmıyarak adım adım geriledi ve “ Doğanlarla kurtlar birlikte yaşadığına göre burası olacak, yanılmamışım” dedi. Şimdi ne yapmalıydı? Geriye kalan iki kovuktan iri bir ayı çıkarak homurtularla kendisine doğru yürümeğe başlamıştı. Ayı ağır ağır yürüyor, yolcu da düzlükte ağır ağır geriliyordu. Bu yolcunun belinde kılıcı, bıçağı; sırtında da yayı ve sadağı olduğu halde pusata davranmayıp ayıyı böyle oyalaması tuhaftı. Üstünde bulundukları düzlüğün aşağıya inilecek yalnız bir tek yeri vardı. Yolcu o tek yerden düzlüğe çıkmış, şimdi ise oradan oldukça uzaklaşmıştı. Hem de kendisinde, bu aşağı inilecek biricik yere doğru gitmek için bir teşebbüs yoktu. Bilakis dik kayalara doğru geriliyordu. Biraz sonra kayaların sırtına dokunduğunu duydu. Artık gerileyerek yer kalmamış, ayıyla yüz yüze gelmişti. Ayağa kalkan ayı bir buçuk insan boyunda idi. Yolcu ile aralarında iki adım ya var ya yoktu. Fakat yolcuda hiçbir telâş yahut korku görülmüyordu. Kendisine atılmak üzere olan ayıya sessiz ve hareketsiz bakıyordu.

Ayı, kendisinden hiç umulmıyan bir hızla bu iki adımlık yoldan yolcunun üzerine atıldı. Fakat atılmasıyla yaylanmış gibi itilerek geri fırlayıp yere düşmesi bir oldu. Sırtını kayalara veren yolcu ayının karnına vurduğu tekme ile onu top gibi geriye atmıştı. Bu yorgun yolcunun yaman bir bahadır olduğu anlaşılıyordu.

Yere düşen ayı acı acı böğürdü yolcu hiç istifini bozmadı. Ayıya:

-“Canın yaktımsa bağışla. Yoksa sen benim canımı çıkaracaktın” dedi.

Bu sırada, üstünde bir kule olan dördüncü kovuktan ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyar çıkarak ayıyı deviren yolcuya baktı. Sonra, ayağa kalkarak yine atılmak istiyen ayıya bağırdı:

-Evine gir, sesini kes!

Yolcunun şaşkınlıktan açılan gözleri önünde koca ayı bu sözleri anlıyarak ve homurtusunu keserek çıktığı kovuğa girince bahadır yolcu, ihtiyara dönerek:

-“Üç günlük yoldan geliyorum. Kıraç Ata sen misin?” diye sordu.

İhtiyar başıyla evet işareti yaptı. O zaman yabancı elini göğsüne basarak baş eğip onu selâmladı ve bir iki adım atarak kendisini tanıttı:

-Bana Yüzbaşı Böğü Alp derler. Kara Kağan ordusundanım. Senden bahtımı okumanı dilemek için geldim. Okur musun? Yoksa şimdiye dek olduğu gibi kendi bildiğim gibi mi iş göreyim?

İhtiyar, gözlerini Böğü Alp’ın gözlerine dikti. Sonra onun elini tuttu. Gözlerini hiç kırpmadan ağır ağır şunları söyledi:

-Yüzbaşı Böğü Alp! Otuz iki yaşındasın. Yüce birisini öldürmek istiyorsun... Dokuz yıla kalmaz, olan olur... Dokuz yıl daha geçer, katı kılıç kullanmak günü gelir... Ondan ötesini de Gök Tanrı bilir...

İhtiyar, gözlerini Böğü Alp’tan ayırınca genç yüzbaşı bir irkildi. Bir şey söylemek istiyordu. Fakat ona söz bırakmadan beriki şöyle dedi:

-Bu gece bende konuk kal. Gece yarısı bahtına bakar, sana öğüt veririm. Şimdi biraz dinlen. Aşağıdaki atını da düşünme, yiyecek bulur. Kimse de ona ilişmez.

Sonra belindeki örme kemerden bir düdük çıkararak dört defa üfledi. Bu keskin sese içeriden dört doğan karşılık verdi. Oyuklardan birer birer çıkan doğanlar Kıraç ata’nın tam karşısında durarak kanatlarını açtılar. Böğü Alp bu kuşlara beğenerek bakıyordu. Kam, sol kolunu ufkî tutunca doğanlardan bir tanesi sıçradı. İhtiyar “konuğa av kuşları getir” diyerek onu uçurdu. Öteki üç doğanı da öyle yaptı. Kuşlar ok gibi fırlayıp uzaklaştıktan sonra ikisi, üstü kuleli kovuğa doğru ilerlediler. Burası öteki kovuklar gibi karanlık değildi. Kulenin üstünde birkaç delik olduğu için ışık alıyor, merdiven biçiminde olan kıyısındaki taşlarla da üstüne kadar çıkılıyordu. Kovuğa girince Böğü Alp’ın ilk gözüne çarpan şey yerdeki büyük bir post ve yığın hayvan kemiği oldu. Bunlar hep kürek ve aşık kemikleri idi. Kıraç Ata kemiklerin yanındaki çamçağı göstererek:

-“Kımız doludur. İçebildiğin kadar iç” dedi.

Buradaki her şeye şaşan yüzbaşı çamçaktaki kımızı da şimdiye değin tatmadığı bir biçimde tadına şaşarak dikti. Yarısını içtikten sonra bırakarak:

-“Bu kımız Tanrı kısraklarının sütüyle yapılmış olmalı” dedi.

Bu sırada kamın doğanları birer birer dönüyor, avladıkları kuşları kovuğun önüne bırakarak çekiliyorlardı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- II -




YÜZBAŞI BÖGÜ ALP



Gün batarken Kıraç Ata kulenin en üstüne çıkıp Tanrı’ya yakarışını yapmış, sonra doğanların getirdiği kuşları, yaktığı ateşte kızartarak Böğü Alp’ı ağırlamıştı. Kendisini pek az yiyordu. Yüzbaşı gece yarısına kadar vaktin nasıl geçeceğini bilemiyordu. Görünüşte bir şey olmamakla beraber içinden sabırsızlanıyordu. Bir şey söylemiş olmak için:

-“Kıraç ata! Bu kurtlarla ayı bir şey yemezler mi” diye sordu.
-Her gece kurtlardan biri gidip bir geyik avlar. Onu bölüştürürüm, yerler. Bana da pay çıkar.
-Demek ayı burada boşuna duruyor.
-Hayır, boşuna değildir. Geceleyin burasını bekler.
-Ya kurtlar? Onlar beklemez mi?
-Kurtla doğan soy hayvanlarıdır. Onlar herkesle dövüşmezler. Gerektiğinde dövüşürler ama iyi dövüşürler.
-Kıraç Ata! Sen bu hayvanları nasıl alıştırıp adamcıl yaptın?
-Tanrı sırrıdır oğul, sorulmaz.
-Bilemedim. Bağışla!

Yarımay ufka doğru yaklaşıyordu. Rüzgâr sivri kayalara çarptıkça korkunç sesler çıkarıyordu. Böğü Alp sadağını, yayını çıkarak posta uzanmıştı. İşte şu karşısındaki adam, biraz sonra ona bahtını okuyacak, ilerisini söyliyecekti. Yüzbaşı, şu anda, şimdiye kadar hiç düşünmediği şeyleri düşünüyordu. O kendini bildi bileli savaştan, ordudan, kağandan, yağıdan, çadırdan, attan başka bir şey düşünmemişti. Şimdi, aklından öyle şeyler geçiyordu ki kendisi bile aydın olarak anlıyamıyordu. Hattâ onu buraya getiren duygu bile belli belirsiz bir şeydi. Buraya nasıl gelmiş, Kıraç Ata’yı nasıl bulmuştu? Şimdi sırasıyla bunları hatırlamağa uğraşıyordu:

Babasını hiç tanımamıştı. Ne olduğunu bilmiyordu. Sormağa da lüzum görmemişti. Ya savaşta ölmüş, ya tutsak olmuş olmalıydı. Hangi savaşta ölmüş olmasının da fazla bir değeri yoktu. Savaşın ve yağının hepsi bir değil miydi?

Kendisini dedesi büyütmüştü. Dedesi seksenlik bir koca idi. Öyle olduğu halde genç yiğitlerden bile onun sırtını yere getirecek kimse pek bulunmazdı. Elli altmış yıl önce Gök Türklerin büyük kağanı olan İstemi Kağan’ın karşısında ak Dağ’da bütün güreşçileri yenerek İstemi Kağan’dan altın kakmalı bir kılıç aldığını kendisine anlatmıştı. İşte o kılıç şimdi torunu Böğü Alp’ın belinde idi. Koca dedesi ona daha ilk binicilik dersleri verirken:

-“Türk ata bindi mi, gözü öz atasını bile görmemeli. Oğul! Gerektiğinde kişi canını bile verir. Ama at, avrat, pusat; bu üçü verilmez” demişti.

Böğü Alp, Ötüken’in temiz havası içinde büyürken dedesi ona eski kağanları, yabguları anlatır, öğütler verirdi. Dedesinin çok bilgiç kişi olduğunu şimdi şimdi anlıyordu. O kadar uzun yaşıyan, bu kadar kişi tanıyan, bu denlü dünya kavgası gören kimse elbet bilgiç olurdu.

Dedesi ona Tanrı’yı, onun gökte çok uzak ve çok yüksek bir yerde oturduğunu anlatırken yeryüzünde de Tanrı ile konuşan Tanrı erenleri olduğunu söylemiş ve bir gün:

-Oğul! Başın darda kalırsa Tanrı erenlerinden Kıraç Ata’ya başvur. Yukarda, Selenge sonlarında, Üç Kayalar’dadır.

Böğü Alp on dört yaşında iken dedesi öldüğü zaman artık kimsesiz kalmıştı. Kızkardeşleri evlenip gitmişler, dayıları savaşta ölmüşlerdi. Dedesi ona ok atmasını, kılıç ve kargı kullanmasını, ata binmesini, güreşmesini öğretmişti. Kişi oğlunun bu acuna vuruşmak, savaşmak için geldiğini de biliyordu. Türk Eline, Türk budununa kötülük eden kim olursa olsun tepelemeği de yine dede öğüt etmişti. Kişilerin en alçağı Çinli olduğunu da bir çok hikâyelerle örnek göstererek anlatmıştı. Artık bu bilgilerle Böğü Alp için orduya katılarak savaşa atılmaktan başka iş kalmamıştı. O da kılıç yediği, gövdesine ok battığı halde ölmemişti. Ama yine bahtı kapalı idi. Kapalı olmasa şimdiye dek üç defa evlendiği halde üç karısı da ölür müydü? Böğü Alp’ın çocukları da yaşamamıştı. Kim bilir, belki de yer yüzünde bir oğul bırakmadan göçecekti.

O, bu güne kadar hiç böyle uzun düşünmemişti. Şimdi kavgasız bir yerde, bir Tanrı erenin konuğu olarak kendisi de her zamankinden çok Tanrı’ya yakın duruyor, bu uzun düşüncelerin ondan geldiğini sanıyordu. Kıraç Ata daha ilk bakışta kendi gönlünü okuyuvermişti. Dedesi galiba Kıraç Ata ile akraba olduklarını da söylemişti. Yanılmıyorsa üçüncü veya dördüncü göbek babaları birleşiyordu. Ne iyi etmişti de buraya gelmişti. Vaktiyle İstemi Kağan’ın da neler yapacağını önceden bildiren Kıraç Ata’yı bu gün bütün Türkler arasında pek az kişi biliyordu. Onun oturduğu yeri bilenler ancak ölürken oğullarına söylerlerdi. Oğullarına söyliyemeden ölenler çok olur, böylelikle Kıraç Ata’yı bilenler azalırdı. O, Gök Türk devletinin kurulduğu yıllardan kalan biricik yadiğârdı. Bütün eski kağanları, savaşları, her şeyi bildiğini, dedesi Böğü Alp’a söylemişti. Düşündükçe dedesinin söyledikleri aklına geliyor, bir çok şeyler hatırlıyordu.

Yüzbaşı böyle düşüne dururken ufuktaki yarımay battı. Yeryüzü karanlığa gömüldü. Yıldızlar parlayıp sönüyor, rüzgâr hafifliyordu. Böğü Alp dirliğinde ilk defa olarak yaşamanın tatlı olduğunu duydu.


***



Bu güzelliğin ortasında dal uyluya dalan yüzbaşı, kamın:

-“Konuk kalk! Gece yarısındayız” diyen sesiyle uyandı. Başka zamanda ve başka yerde olsaydı böyle apansız uyanışlarda kılıca el atarak fırladı. Halbuki şimdi Tanrı ereninin evinde güvenerek yattığı için güvenerek uyanıyor, sonra da yıldırım gibi hızla değil, yavaş yavaş kalkıyordu. Kıraç Ata çakmak taşıyla taeşi yakmış, bir kürek kemiği seçiyordu. Böğü Alp sadağını takarken o da bir kıyıdan uzun, yassı bir taş getirmiş, ateşin aydınlığında bu taşın üstündeki yazıları okuyordu. Okumasını bitirdikten sonra taşı, aldığı yere dikkatle koydu. Yüzbaşı ateşin karşısına geçmesini işaret ederek kürek kemiği ateşe tuttu. Onun bahtını okumağa başladı:
-Böğü Alp! Sıkıntın nedir? Buraya neden geldin?
-Ben yüce arı soydan gelmişim. Kağan benim başıma binbaşı olarak Şen-king’i dikti. Ötüken’de bu Şen-king ile İ-çing Katun yüzünden Türkle Çimli farksız oldu. Kara Kağan bunlara göz yumuyor. Kağanı öldürürsem işler düzene girer mi, girmez mi? sana bunu sormağa geldim!

Kamın bakışları değişmişti. Ateşe islenen, yanan kürek kemiğine bakıyor, ağır ağır söylüyordu.

-Büyük günler geliyor... Kıtlık olunca ay paralanacak... Kara Kağan’ı öldürmiyeceksin... Onu tasa öldürecek... Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum... Aralarında sen de varsın... Yağmur yağıyor... Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz... Budun kurtuluyor... Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz... Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak...

Kam heyecanlanmıştı. Ağzı köpürüyor, sert hareketler yapıyordu. Birdenbire elindeki kürek kemiğini fırlatarak yere düştü. Ellerini göğe kaldırarak Tanrı, Tanrı d,ye inlemeğe başladı. Karşıki kovukta kurtlar uluyor, doğanlar haykırıyordu. Kamın bütün sözlerini ezber eden Böğü Alp ayakta kaskatı kalmıştı. Bin üç yüz yıl sonra dirilmek?... Kara Kağan’ı öldürmeden işler nasıl düzelecekti? Şen-king yine kendisine buyruk verecek olduktan sonra kendisi nasıl yaşıyacaktı? Ay nasıl parçalanacaktı? İçinde bir isyan duygusu kabarıyor gibi idi. Fakat yine bu anda dedesinin bir sözünü hatırlamıştı: Dedesi ona Tanrı erenleri hiç yanılmazlar, onların sözlerinden çıkmak doğru değil, diye öğretmişti... Kim bilir, belki bu işlerde de bir hikmet vardı.

Böğü Alp’ın beyninde düşünceler birbirini kovalarken birdenbire aklına Şen-king gelmişti. Çin’e yapılan son akında beceriksizliği yüzünden kendi erlerine hiçbir şey kazandıramayınca Kür Şad onlara bir kısım mal ayırtmış, yağmalayın diye de Şen-king’e buyruk vermişti. Böğü Alp o gün Şen-king’e o kadar kızgındı ki yağmaya iştirak etmemiş, hattâ Şen-king kendisine niçin mal yağmalamadığını sorduğu zaman: “Yağma kılıç hakkı olmalıdır” diye cevap vermişti. O gün Şen-king’le çok kötü bakışmışlar ve içlerinden yağılık duymuşlardı. Koca ordu Ötüken’e dönerken malsız, akından memnun olmıyarak dönen bir Böğü Alp vardı. Bereket versin dünyada tek başına yaşıyordu. Yoksa çoluk çocuğu aç kalacaktı.

İşte şimdi de bu ünlü kam, iki dokuz yıl daha bekledikten sonra yavuz işler olacağını haber veriyordu. Çaresiz bekliyecekti. Yarın tan atıncaya kadar Kıraç Ata’nın konuğu olduğu için artık yapacak iş kalmamıştı. Kuleye doğru yürüyüp postun üzerine uzandı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- III -


DÖNÜŞ


Böğü Alp, Ötüken’e yorgun argın dönüyordu. Karnı toktu. Yaralı da değildi. Fakat içinde bir eziklik, yüreğinde isteksizlik duyuyordu. Kıraç Ata’nın sözlerinden sonra geceleyin uyuduğu zaman düşünde hep korkunç şeyler görmüştü. Şimdi neler gördüğünü pek iyi hatırlıyamıyordu. Fakat içindeki duygu artık gökten belaların yağacağını ona söylüyor gibiydi. Tan atarken uyandığı zaman Tanrı’ya ısmarladık demek için Kıraç Ata’yı aramış, fakat bulamamıştı.

Üç sivri kayadan aşağı inince ıslıkla atını çağırmış, at diri bir halde koşarak gelmişti. Yüzbaşı atına atlayınca dört nala kalkmış, ardına bakmadan Sivri Kayalar’dan uzaklaşmıştı. İşte artık öğle oluyordu. Selenge’nin kıyısındaki şu ağaçlığın altında dinlenmek ne kadar hoş olurdu.

Atını ağaçlığa çevirdi. Ağaçların sıklaştığı bir yere gelip indi. Selenge’den su içip gölgeliğe uzandı. Yorgun at da bir iki ot yolduktan sonra ağaçların arasında yere çöktü. Yüzbaşı hayretle atına baktı. Demek ki at fena halde yorgundu. Başını toprağa dayıyor, halsiz gözlerle Böğü Alp’a bakıyordu. Güneş tepeye çıktığı zaman sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı. Yüzbaşı, güneş batmadan yola çıkmam diye düşündü. Elinde kala kala bir tek atı kalmıştı. Ona da bir şey olursa yeryüzünde sipsivri kalacaktı. Nasıl olsa acelesi yoktu. Geceleyin yola çıkar, ay batıncaya kadar yol alabilir, böylelikle atını yormamış olurdu. Bu kararı verince uyumanın iyi bir şey olacağı aklına geldi ve uyumağa çalıştı. Uyuyor mu idi? Dalgın mı, yoksa baygın mı idi, belli değildi. Uzaktan duyulan takırdılarla gözlerini açtı. Akşam oluyordu. Birkaç atlının geldiği takırdılardan anlaşılıyordu. Kulağını yere dayadı. Bir ara dinlendikten sonra “Buraya doğru geliyorlar” dedi. Atı da başını kaldırmış, kulaklarını dikmişti. Kalkacak gibi bir durumu vardı. Böğü Alp bir iki ıslıkla atına rahat durmasını anlatınca başını yere uzattı, öylece kaldı.

Nal sesleri yaklaşıyordu.

Biraz sonra dört atlı Böğü Alp’ın ilerisine kadar gelerek durdular. Yüzbaşı bunları uzanmış olduğu yerden, yapraklar, otlar arasından görüyordu. Onlar kendisini görmüyorlardı. Görmeleri için önüne kadar gelmeleri gerekti. İçlerinden birinin bir yüzbaşı yahut binbaşı olduğu anlaşılıyordu. Bir tanesi de Çinli idi. Başları olduğu anlaşılan yüzbaşı yahut binbaşı dördüncüsüne dönerek: “Sen burada bizden ayrılacaksın” dedi. Sonra birbirlerine yaklaşarak bir şeyler konuştular. Bu gizli konuşma Böğü Alp’ın gözlerini açtı. Bu sonsuz, ıssız bozkırda bu dört kişi neden gizli konuşuyorlardı? Hele içlerinde bir de Çinli olunca konuşmadan Yüzbaşı Böğü Alp büsbütün işkillenmişti. Konuşmaz kızışıyordu. Hepsinden çok söyliyen de Çinli idi. Başkanları olan adamın sert bir işaretinden sonra Çinlinin de sinirli sinirli “Olmaz, Tulu Han kızar” diye bağırması Böğü Alp’ın beyninde bir ışık gibi çaktı: Bu dört kişi Tulu Han’ın adamlarıydı. Fakat aralarındaki Çinliye ne oluyordu? Burada neye böyle konuşuyorlardı?

Birdenbire dört atlıdan üçü atlarını sürdüler. Güneye doğru gitmeğe başladılar. Sonra yine birdenbire başkaları durup döndü. Böğü Alp’ın biraz ilerisinde atı üstünde durarak atının yelesini okşıyan atlıya bağırdı:

-Onbaşı Pars! Biz ufukta kaybolmadan yola çıkmıyacak ve dört ayı geçirmeden de hanın yanına dönmüş olacaksın!

Adının Onbaşı Pars olduğu anlaşılan atlı yere zıpladı. Diz yere vurarak: “Buyruk senindir” diye cevap verdi. Öteki üçü dört nala kalkarak uzaklaştılar. Böğü Alp yattığı yerden onbaşıya ve atına baktı. Onbaşı iyi giyimli, iyi pusatlı, atı da güzel ve besili idi. Gülümsedi:

-“Tulu Han ordusu Kara Kağan ordusundan daha giyimli” diye mırıldandı. Onbaşının torbasında da iyi yiyecek olduğu şişkinliğinden belli idi. Böğü Alp bu şişkin torbayı görünce acıkır gibi oldu, imrendi. Peki ama bu adamlar ne diye birbirlerinden ayrılmışlardı? Kötü bir dilekleri mi vardı? Yüzbaşı ufka baktı. Güneş batıyordu. Tam bu sırada Onbaşı Pars da atını mahmuzlamış, güneye uçuyordu. Böğü Alp yerinden kalkmadan baktı: Onbaşı dörtnal gidiyor, yiyecek torbası da eskisinden daha büyüymüş gibi görünüyordu. Yine gülümsedi : “Aç buzağı ak bulutu ana memesi sanır” dedi.

***


Gece, Böğü Alp dört nala yol alıyordu. İnce ay bozkırı oldukça aydınlatıyor, yolu gösteriyordu. Rüzgâr da onun yardımcısı idi. Yüzbaşı keskin gözleriyle hep ilerisini kollıyarak uçuyor, bir yandan da şu Onbaşı Pars’tan biraz yiyecek istemediği için, kendi kendisine için için yanıyordu. Sonra aklına Kıraç Ata’nın sözleri geldi: Kıtlık olunca ay parçalanacak dememiş miydi? Öyle ise en iyisi kendini şimdiden açlığa alıştırmaktı. Açlığa alışırsa kıtlıkta fazla sıkıntı çekmezdi. Fakat sonra yine güldü: “Bizim budunun boğazı tok olduğu zaman var mı? Biz hep böyle açız, hep böyle yoksuluz” diye düşündü. Sonra yine aklına akşam gördüğü dört atlı geldi. Aralarındaki Çinli içini bulandırdı. “Sakın Tulu Han Çin’e Kara Kağan’dan elçi göndermesin” diye söylendi. Bütün Türkler biliyorlardı. Kağan da onlardan kuşkulanıyor, İ-çing Katun’a bağlı bulunuyordu. Acaba Tulu Han, kağan olmayı mı tasarlıyordu? Bu dört atlının yanında bir de Çinli olmasaydı Böğü Alp bu işe hiç aldırış etmiyecekti. Fakat ara yerde Çinli olunca işte muhakkak dalavere ver demekti. Onun için üç atlının gidişini, Onbaşı Pars’ın geride kalışını hiç beğenmemişti.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- IV -




BÖGÜ ALP’IN YENİ YUMUŞU (VAZİFESİ)



Yüzbaşı Böğü Alp çadırından içeri girip de kalın bir keçeden ibaret olan yatağına kendini attığı zaman son lokma yemeğini yiyeli epey olmuş ve yeniden acıkmıştı. Nasıl edip de biraz yiyecek bulmak gerektiğini düşünürken aklına Onbaşı Pars’ın dolu torbası geldi. Derken o dört atlıyı hatırladı. Bu işte buduna gelecek bir kötülük olsa gerek diye düşündü. Sonra bunu kağana duyurmayı tasarladı. Tabiî, önce binbaşısına gitmeliydi. Böğü Alp birdenbire yatağından fırladı. Sanki baskına uğramış gibi dikildi ve kılıcına el attı. Binbaşısının Şen-king olduğu aklına gelmiş ve yüzbaşı kudurur gibi öfkelenmişti. Sonra birdenbire duraksadı: “Binbaşım Çinli Şen-king’se tümenbaşım Kür Şad sağ olsun” diye düşündü. Fakat yine birdenbire yüzünü buruşturdu. Gördüklerini Kür Şad’a anlatırken Tulu Han’ın adını da söyliyecekti. O zaman Tulu Han’dan şüphelendiğini de anlatmalıydı. Fakat Kür Şad’a kardeşini şikayet etmek doğru olur muydu? Yüzbaşı, kararsızlıkla yine yatağına uzanıp uzun uzun düşündü.

Kapısı açlıp da içeriye bir ulak girdiği zaman zihninde Kıraç Ata’nın sözlerini tekrarlıyordu. Ulak, yüzbaşıyı selâmladıktan sonra :

- “Yüzbaşı Böğü Alp! Kağan semni hemen otağında görmek diler” diye aldığı buyruğu bildirdi. Yüzbaşı saygı durumu aldı:

-Buyruk kağanındır.

Sonra birlikte çadırdan çıktılar. Atlarını kağanın otağına doğru koşturdular. Otağın çevresi kalabalıktı. İki kapısı ardına kadar açılmıştı. Nöbetçiler ortalığa başka bir manzara veriyordu. Ulak, otağın kapısında Yüzbaşı Böğü Alp’ı ulaklar başı olan Börü Tarkan’a tanıttı. Börü Tarkan, kağana doğru yürüdü. Biraz gerisinde Böğü Alp yürüyordu. Tarkan ve yüzbaşı yere diz vurarak kağanı selâmladılar. Yüzbaşı Böğü Alp kağana ve sağında, solunda olanlara bakarken Tunga Tigin’in, Kür Şad’ın ve öteki tiginlerle beğlerin yanında Şen-king’i de görerek kan tepesine çıkmıştı. İ-çing Katun bugün kağanın yanında pek güzel ve sevinçli görünüyordu. Böğü Alp kağanın işaretiyle ayağa kalkınca Tarkan onu kağana tanıttı:

-Kür Şad tümeni yüzbaşılarından Yüzbaşı Böğü Alp!

Kara Kağan, Kür Şad ve Şen-king gözlerini Böğü Alp’a diktiler. Şen-king, Çin akınında kendi buyruklarına kulak asmıyan sonra yağmağa iştirak etmiyen dikbaşlı yüzbaşıyı tanıdı:

Kağanın gir sesi ortalıkta yükseldi:

-Yüzbaşı Böğü Alp!

Yüzbaşı yine yere diz vurdu:

-Buyur Kağan!
-Seni Batı Kağanı’na üçüncü elçi seçtim. Yarın Tunga Tigin’in buyruğunda yola çıkacaksınız. Gereken at, giyim, azık çadırına gönderilecektir.
-Buyruk senindir!
-Bir diyeceğin, diliyeceğin var mı?
-Dileğim sağlığındır!
-Yarın güneş doğarken otağın önünde hazır bulunacaksınız. Şimdi git, hazırlan!


Böğü Alp yere diz vurarak dokuz adım geriledi. Sonra, kağanı bir daha selâmlıyarak geri dönüp hızlı adımlarla otağdan çıktı.

Kendi çadırına girdikten biraz sonra da kapısının önünde at sesleri işitildi. Bir ulak, Yüzbaşı Böğü Alp’ı selâmlıyor ve kağanın kendisine gönderdiği üç atlı sırmalı giyimleri, bir torba azığı ve bir kese akçayı kendisine veriyordu.

Ulak, kağanın gönderdiklerini verince son buyruklarını bildirdi:

-Yarın gün doğmadan takımların ve erlerinle otağın önünde bulunacaksın. Kağan hepinizi gözden geçirecek.
-Buyruk kağanındır!
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- V -


YUMRU


Yüzbaşı Böğü Alp ilk önce kağanın gönderdiği üç ata baktı. İkisi yük, biri binek atı idi. Kesenin içinde epey akça vardı. Bunlarla her şeyden önce kendisini ve atları doyurmak gerekti. Böğü Alp çadıra girip birkaç pusatla bir iki keçeden ibaret eşyasına baktıktan sonra kararını verdi. İki binek atından birine çadırını, birine eşyalarını yükliyecek, kağanın gönderdiği binek atını da yedek olarak kullanacaktı. Yanına da yalnız at uşağı Yumru’yu alacaktı. Üçüncü elçi bile olsa buyruğunda yalnız bir tek er götürmek o kadar yakışık almıyacaktı ama bu yoksullukta bundan daha ilerisi de yapılamazdı.

Yüzbaşı kararını verince atına atladı. Yumru’nun çadırına vardı. Yumru, çadırın önünde atını tımar ediyordu:

-Yumru!
-Buyur!
-Yarın batı kağanına doğru yola çıkıyoruz. Benimle geleceksin!
-Yedek çadırın var mı?
-Yok.

Böğü Alp, kağandan gelen keseyi açtı. Aşağı yukarı dörtte birini çıkararak Yumru’ya uzattı:

-Yarına kadar kendine bir çadır, bir yük atı, bir de iyi giyim al. Kalanını da eve bırak. Yarın tan atmadan gelip benim atları tımar et. Dört at tımar edeceksin. Ona göre davran.
-Buyruk senindir!

Atını mahmuzlıyan Böğü Alp’ın arkasından Yumru ilk önce avucundaki akçalara baktı. Yüzbaşı, Çin kağanının hazinesini mi yağma etmişti? Etmemişse bu kadar bol akçayı nereden bulmuştu? Fakat vakit geçirmeğe gelemezdi. Bir sıçrayışla atına atlayarak alış veriş evine doğru sürdü.

Yük atını kolayca buldu. Çadır bulmak için biraz sıkıntı çekti. Kendisine güzel bir giyim ile yepyeni bir de börk aldı. Geriye beş gümüş kaça kalmıştı. Onu da anasına vererek kendisi dönünceye kadar başının çaresine bakmasını söyledikten sonra çekip gitti.

Yumru, altı kardeşin en büyüğü idi. 17 yaşında idi. Fakat bütün Ötüken’de ondan daha iri ancak Yamtar vardı. Doğduğu zaman üç aylık bir çocuk kadar büyük olduğu için Yumru adını takmışlardı. Babası, Çuluk Kağan zamanında savaşta ölmüştü. Anası, Çalığın karısının kızkardeşiydi. Güleç yüzlü bir yiğit olan Yumru, anasıyla birlikte kardeşlerine bakmak için çalışır, kardeşlerinin iki büyüğü de de kendisine yardım ederdi. Böyle olduğu halde aç yattığı akşamlar çok olurdu. Ama o hiç şikâyet etmezdi. Yüzüne bakanlar onu hep gülümsüyor sanırlardı. Yaşına göre çok güçlü idi. Ama Yamtar gibi usata bir güreşçi değildi. Çok gür sesli idi. Bunun için Yüzbaşı Böğü Alp onu at uşağı seçmiş, boru çalmasını da öğretmişti.

Kendisine pek büyük gözüken serveti, Böğü Alp’tan alıp işini bitirdikten sonra akrabalarıyla vedalaşmağa gitti. Önce amcasına gitti. Sonra teyzesine uğradı. Teyzesinin büyük oğlu Gümüş de orada hazırlıkla uğraşıyordu. Yumru daha ağzını açmadan teyzesi Yumru’ya izahat verdi.

-Binbaşı Işbara Alp yarın batı kağanına ikinci elçilikle gidiyor. Babasından sonra Gümüş’ü at uşağı aldı. Gümüş de gidecek.
-Ben de Yüzbaşı Böğü Alp’la gidiyorum.
-Böğü Alp’ın buyruğunda başka kimler gelecek?

Bunu Gümüş soruyordu. Yumru’nun bir şeyden haberi yoktu. Sustu. Gümüş:

-“Binbaşı Işbara Alp ikinci elçi olduğu için benden başka iki onbaşı ile beş er daha götürüyor” dedi.

Vedalaşıp çadırına geldiği zaman ortalık kararmıştı. Bu gece hepsi birden karınlarını iyice doyuracak kadar yiyecek bulmuşlardı. Yumru hiçbir zaman bu kadar tatlı bir uyku isteği duymamıştı. Tokluk insanları galiba uyutuyordu. Gideceği yerlerde de karnını iyice doyuracağını düşünerek tatlı bir uykuya daldı.

***


Erkenden gözlerini açınca hemen fırladı. Böğü Alp’ın dört atını tımara gidecekti. Atına binerek yüzbaşısının çadırına vardığı zaman onu da uyanmış gördü. Yüzbaşı çadırını yıkmış, yük atına yüklemek için dürüyordu. Yumru tımara başladı. Ustalık ve çabuklukla dört atın da tımarını bitirdikten sonra yüzbaşıya işin bittiğini bildirdi. Böğü Alp, Yumru’nun yardımıyla çadırını bir ata, eşyalarını öteki ata yükledikten sonra Yumru’ya buyruk verdi:

-Sen de gidip yeni giyimlerini giy. Çadırını yükleyip tezden buraya gel!

Ortalık ışırken Yüzbaşı Böğü Alp ve at uşağı Yumru hazırlanmışlardı. Kağanın buyruğu gereğince otağın önünde bulunmaktan başka iş kalmamıştı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- VI -




ELÇİLER



Böğü Alp, Yumru ve atlarla kağanın otağına yaklaştığı sırada çevresinde bir canlılık olduğunu sezdi. Gözleriyle ulaklar başı Börü Tarkan’ı arıyordu. Aksi gibi gözlerine Börü Tarkan’dan başka herkes ilişiyordu. Biraz ilerde Tunga Tigin’i görür gibi oldu. Sonra yine ileriye doğru bakınırken Börü Tarkan’ın kendi önünde dikildiğini gördü:

-Böğü Alp! Şurada duracaksınız. Işbara Alp’ın yanında… Kağan sizi gözden geçirecek.

Binbaşı Işbara Alp atının üstünde kımıldamadan duruyordu. Ardında, yine at üstünde, eski at uşağı Çalığın oğlu olan, şimdiki at uşağı Gümüş vardı. Gümüş’ün ardında Onbaşı Yamtar’la Onbaşı Sançar duruyorlardı. Beş er, onbaşıların arkasında yer almışlardı. Bunların gerisinde de yüklü atlar sıralanmıştı. Işbara Alp’ın ilerisinde, kağan otağına daha yakın olan bir yerde Tunga Tigin at üzerinde duruyordu. Ardında iki at uşağı, onların arkasında da dört onbaşı ile on er vardı. Yedek atları da epey çoktu. Yüzbaşı Böğü Alp daha beride, Tunga Tigin ve Işbara Alp’la aynı hizada durdu. Yumru atlarla arkasında yer almıştı.

Üç elçinin karşısında kağanın çerilerinden kırk kadar er yer almışlardı. Çok beklemediler. Keskin bir boru sesi havayı çınlatırken kağan otağının kapıları açıldı. Kağan gözüktü. O anda elçiler ve erleri ile karşılarında duran çeriler atlarından inerek yere diz vurup kağanı selâmladılar.

Kağanın ardından Kür Şad ile bir beğ ve Şen-king geliyordu. Otağın kapısına en yakın Tunga Tigin olduğu için kağan ilk önce onun önünde durdu. Keskin bakışlarla Tegin’i ve ardındaki erleri süzdü, Tunga Tigin’i zaten Ötüken’de herkes biliyordu. Ardındaki erlerin de durumunu ve kılığını beğenmişti. Bunlar batı kağanının katında kendi yüzünü ak edecek kişilerdi. Birinci elçiye söz etti:

-Tunga Tigin!
-Buyur kağan!
-Bu bitiği batı kağanına vereceksin. Sana söylediğim şeyleri de onunla konuşup dediklerimi yapacaksın.
-Buyruk senindir.

Tunga Tigin, kağanının uzattığı bitği aldı.

-Batı kağanına verecek ne armağanın var?

Bu soru üzerine birdenbire Böğü Alp’ın kaşları çatıldı. Fakat hemen yüzü düzelerek gözlerinin sevinçle parladığı görüldü. Tunga Tigin batı kağanına vereceği armağanları sayıyordu:

-Altın kakmalı bir kılıçla dört avcı doğan götürüyorum. İki top da Çin ipeği var.
-İyi. Bir dileğin var mı?
-Dileği sağlığındır!

Kağan biraz yürüyerek Işbara Alp’ın önünde durdu. Onu ve erlerini gözden geçirdi:

-Işbara Alp!
-Buyur Kağan!
-Batı kağanına götürecek ne armağanın var?
-Altın işlemeli bir kemerle gümüş kakmalı bir bıçak, bir de ak doğan götürüyorum.
-İyi. Erlerin arasında iyi kılıççı, keskin nişancı, yavuz binici, güçlü güreşçi var mı?
-Var kağan.

Kağan gerideki erlere ve onbaşılara bakıyordu. Gözleri Yamtar’a takılmıştı. Eliyle onu gösterip yine söze başladı:

-Şu onbaşıyı gözüm ısırıyor. Güreşçi midir?
-Evet Kağan!
-Kağanlık şenliğinde yenilmişti. Batı kağanının önünde de yenilmesin.
-O zaman açlıktan yenilmişti. Şimdi aç değildir.
-Bir dileğin var mı?
-Dileğim sağlığındır.

Kağan, birkaç adım daha atarak Yüzbaşı Böğü alp’ı bir tek at uşağı ile görünce kaşlarını çattı:

-Yüzbaşı Böğü Alp! Bir erle mi gidiyorsun?
-Evet Kağan!

Kağanın sesi dikleşti:

-Batı kağanının yanında doğu kağanının ününü böyle mi koruyacaksın?
-Kağanın ününü yüceltmek için böyle gidiyorum.

Kağan öfkeyle baktı:

-Bunu anlamadım!
-Yanıma başka erler de alsaydım doyurup giydiremezdim.
-Sana bir kese yollamıştım. Almadın mı?
-Aldım kağan! Bütün bu hazırlıklar o kese ile yapıldı, çünkü hiçbir şeyimiz yoktu.
-Hiçbir şeyin neden yoktu? Çin akınından yeni döndük. Sen bir şey yağmalamadın mı?
-Hayır kağan!

Kağan bir duraksadı. Öfkesini yenmeğe çalışıyordu. Sordu:

-Neden yağmalamadın?
-Biz geride kalmıştık. Yağmaya yetişemedik.
-Nasıl olur? Sen kimin buyruğunda idin?
-Çinli konuğun buyruğunda idim.
-Konuk mu? O artık konuk değil. Onun tümenbaşı olduğunu bilmiyor musun?
-Bilmiyordum kağan!

Kağan, Şen-king’e döndü:

-Sen bir şey yağmalamadın mı?

Şen-king Böğü Alp’a kötü kötü bakarak cevap verdi:

-Bu yüzbaşı yağma için buyruk verdiğim halde yağmalamadı. O zaman da böyle dikbaşlılık etti.
-Öyle mi Böğü Alp?
-Yalandır kağan! Yağma kılıç hakkı olur. Kür Şad yağmaladığı malın bir takımını acıyarak bize bırakmıştı. Biz kendimiz kimseyi vurup malını almadık. Biz bu akında yağının yüzünü görmedik.

“Yalan” sözü Şen-king’in yüzünde tokat gibi patlamıştı. Kür Şad, kağana “ Bu yüzbaşı doğru söylüyor” diyince bu tokat bir kırbaç olmuştu. Şimdi kendisi de Kür Şad gibi bir tümenbaşı idi. Fakat susmayı daha doğru buldu.

Kağan öfkesini yenmeğe uğraşarak Böğü Alp’a sordu:

-Batı kağanının katında ok atılsa kim atacak?
-Ben atacağım.
-Kılıç oyunu olsa?
-Ben oynıyacağım.
-At yarıştırılsa?
-Ben yarışacağım.
-Güreş yapılsa?
-Ben güreşeceğim.
-Böyle yavuz bahadırsın da neden senin adını şimdiye değin işitmedim?
-Taş yerinde ağırdır kağan!
-Batı kağanına götürecek armağanın var mı?
-Var kağan!
-Nedir?
-Bir ok!
-Batı kağanına götürmek için bu yaman bir ok olmalı.
-Evet kağan! Bu okla bir Çinli beni gezlemişti. Tulgamın alnına vurup bana değmedi. Sonra ben bu okla on dört Çinliyi okladım. Hepsinin de tulgası delindi, ok alınlarından içeri girdi; beyinleri patladı.
-Armağan olmak için bu kadarı yeter mi?
-Yetmez kağan. Bu ok Çin’de yapılmıştır. Üzerine yapıldığı yılın, günün tarihini atmışlar. Yüz yıllık bir ok. Bu kadar eski bir ok görülmemiştir.
-Peki. Bir dileğin var mı?
-Dileğim sağlığındır.

Elçileri gözden geçirme işi bitince kağan geriye döndü. Otağının kapısı önünde atına bindi. Kür Şad ve ötekiler de atlanarak kağanın ardında durdular. Borular, davullar çalmağa başlamıştı.

Elçiler artık yola çıkıyorlardı. İlk önce birinci elçi Tunga Tigin, arkasında kendi erleri olduğu halde geçti. Kılıçlarını çekmişlerdi. Kağanın önünden geçerken kılıçlarını eğerek onu selâmlıyorlardı. Sonra ikinci elçi Işbara Alp ve erleri geçti. En geride de üçüncü elçi Böğü Alp ve at uşağı Yumru geliyordu. Yumru’nun sevimli ve güleç yüzü kağanı yumuşattı. Elçi alayı, kağanın önünden birkaç yüz adım açıldıktan sonra atlar mahmuzlandı. Hızlanan atların nallarından kalkan tozlar havaya yükseldi. Atlılar ufukta küçüldüler. Biraz sonra görünmez oldular.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- VII -




YOLDA



Ötüken’den uzaklaştıktan sonra yürüyüş düzeni değişti. Savaş yürüyüşlerinde olduğu gibi en önde iki öncü bulunuyor, bunlar kafileden birkaç yüz adım ileride gidiyorlardı. Kafilenin en önünde, iki yanında Işbara Alp ve Böğü Alp olduğu halde Tunga Tigin yer alıyor, bunların ardından Işbara Alp’ın ve Tunga Tigin’in onbaşıları geliyordu. At uşakları, yedeklerindeki atlarla birlikte onbaşıların arkasında idiler. En geride erler vardı. Arada bir, onbaşılardan biri kafileden ayrılıyor, dört nala sağa, yahut sola giderek ufukları gözetledikten sonra yine kafileye yetişip sırasına giriyordu.

Üç elçi de pek az konuşuyorlardı. Tunga Tigin’le Işbara Alp eskiden biraz tanışıyorlardı. Böğü Alp’ı ise yalnız orduda görmüşlükleri vardı. Zaten o da konuşmağa pek niyetli değildi. Birinci, ikinci elçilerin aklında hep Böğü Alp’ın kapanla konuşması vardı. Üçüncü elçi ise kağanla konuşurken ne diye bir sırasını getirip şu Onbaşı Pars’ı anlatmadım diye yazıklanıyordu.

Tunga Tigin’in dört onbaşısı iyi giyimli, iyi yapılı, iyi durumlu yiğitlerdi. Bunlardan ikisi, Onbaşı Karpak’la Onbaşı Burguçan kardeştiler. Kardeşlikleri benzeyişlerinden de belliydi. Uzun boylu, yeşil gözlü, kumral saçlı bahadırlardı. Karpak, alnındaki ve yanağındaki kılıç yarası izleriyle çok savaşlara girip çıkmış olduğunu gösteriyordu. Burguçan ise sol gözünden şakağına doğru uzıyan çizgi ile ölümcül bir ok yemiş olduğunu anlatıyordu. Burguçan’ın sol gözü iyi görmezdi.

Onun için eskiden keskin nişancı olan onbaşı şimdi herkes kadar ok atabilirse Tanrı’ya şükrediyordu.

Onbaşı Alka, bir noktaya diktiği çakır gözleriyle daima bir şey düşünüyormuş duygusu veren bir yiğitti. Anası Uygurdu. Onun için onu Ötüken’de çok defa Uygur Alka diye çağırırlardı. Çok çevikti. At üzerinde yapmadığı ustalık bağlı olduğu halde bir sıçrayışta bir ata binmiş, Ötüken’e kadar aç ve susuz olduğu halde elleri bağlı, bu atla gelebilmişti.

Daha yeni onbaşı olan Yağmur ise ötekilere benzemiyordu. Esmer yuvarlak yüzünün ortasında kara gözleri hep gülümsüyordu. On yedi yaşında idi. Dolgun yanakları vardı. Bu yüzden, ona ilk bakanlar karşılarındaki çok şişman sanırlardı. Halbuki Onbaşı Yağmur şişman değildi. Orta boylu, ağır hareketli idi. Fakat umulmadık zamanlarda çok çevik ve sert hareketler yapar, mesela okunu yaya yerleştirdikten çok ağır davranır da sonra yayı çekip gezliyerek ok salarken pek çevik olur, bunları da hep gülümsiyerek yapardı.

Işbara Alp’ın onbaşılarından Yamtar’la Sançar hep yan yana gidiyorlardı. Sançar asık yüzü ile ileriye bakarak susuyor, hattâ arada bir Yamtar’ın söylediği sözlere de ya tek sözle cevap veriyor, yahut bunu da yapmıyordu.

At uşaklarından Gümüş’le Yumru da yan yana gidiyorlar ve galiba bütün kafile arasında da en çok bunlar konuşuyorlardı. Gümüş, tıpkı babası Çalığ’a benziyordu. Yumru ise anasına bıraktığı dört gümüş akçanın onları uzun zaman daha doyuracağından emin olduğu için her zamankinden daha güler yüzlü idi. İki teyze oğlu, ömürlerinin en kaygısız günlerinde idiler. Konakladıkları yerlerde çadır kurmak, ateş yakmak, at tımar etmek, gün doğmadan kalkıp çadır sökmek onlar için işten bile değildi. Hele evlerine pek büyük bir servet bırakmış olmaları gönüllerini sevinçle dolduruyordu.

Gün batarken bir su başında konakladılar. Çadırlar kuruldu. Ateşler yakıldı. Tunga Tigin’in buyruğu ile iki er nöbete durdular. Gece ortasına doğru nöbetçiler değişecek, onbaşılardan biri de nöbetçileri kontrol edecekti.


***



O gece, gün doğumuna doğru nöbette bulunan Gümüş, uzaktan atlı bir gölgenin çok yavaş ve sessizce yaklaştığını görünce yayına bir ok yerleştirerek atını sürdü. Yirmi otuz adım yaklaşınca yayını gererek bağırdı:

-Dur bakalım! Kimsin?

Atlı gölge, Gümüş’e tanış gelen bir sesle cevap verdi:

-Yabancı değil, Ötüken’den geliyorum.

Gümüş atını sürerek yanaşınca sırtındaki sadak, belindeki kılıçtan başka; atın terkisine asılmış kopuzu ile Ötüken’in ünlü ozanı Çuçu’yu tanıdı. İkisi arasında otuz adımdan yapılan sert konuşma konak yerindekilerin hepsini uyandırmıştı. Çünkü hepsi tetikte idiler. Gelen yabancı olmadığı için de yeniden uykuya dalabilirlerdi. Fakat gelenin Çuçu olması hepsini kaldıracak kadar kuvvetli bir tesir yapmıştı. Tunga Tigin ona doğru yürüyerek gülümsedi:


-De bakalım Çuçu! Seni ardımızdan buraya atan şey nedir? Yoksa kağan seni de dördüncü elçi mi seçti?

Çuçu atından atlıyarak Tunga Tigin’i selâmladı:

-Hayır Tigin! Atamın, anamın öz yurdunu özledim. Batı kağanının eline gidersem doğduğum yerleri, kocamış anamı bir daha görürüm diye geldim. Umarım ki beni aranızda çok görmezsiniz.
-Seni aramızda görmekle kıvanır, övünürüz. İçimizde ozan yok. Batı kağanının katında ozanlar karşılaşması olursa sen de Doğu Türkleri için çıkar mısın?
-Buyruk senindir Tigin! Batı elinde doğdum ama günümün çoğu doğuda geçti. Doğulu da sayılırım. Zaten benim için Türk’ün doğulusu, batılısı olmaz. Türkleri doğulu, batılı diye ayırmak kağanların, tiginlerin işidir. Ozanların değil…

Tunga Tigin yeniden gülümsedi:

-Yorulmuş olacaksın!

Sonra at uşaklarından birine seslendi:

-“Çuçu’ya kımız sunup et verin!”

Çuçu geldikden sonra kimse yeniden uyumak isteğini duymamıştı. Zaten tan yeri de ağarıyordu. Yürüyüş düzeni kurulduğu zaman Tunga Tigin, Çuçu’ya seslendi:

-Çuçu! Yürüyüşte dilediğin yerde bulunabilirsin.

Böylece, elçi alayı günleri gece, geceleri gün ederek yola koyuldu. Her iş düzeninde gidiyor, ara sıra av avlanmasından başka bir değişiklik görülmüyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- VIII -


BATI KAĞANI


Bir ulak, otağın kapısını çarak: “Doğu kağanının elçileri kağanı selâmlar” diye bağırdı zaman, en önde Tunga Tigin, sonra Işbara Alp ve Böğü Alp, en geride de birkaç onbaşı olduğu halde Kara Kağan’ın elçileri içeriye girdiler. Batı Türklerinin kağanı olan Tüng Yabgu Kağan altından bir taht üzerinde oturuyordu. Yanınsa Yarkın Katun, sağ ve solda da tiginler, Tarkanlar, beğler vardı. Tarkanlar arasında ak sakallı Dede Korkut göze çarpıyordu. Doğu kağanından gelen elçiler bu batı beğlerinin kendilerinden çok üstün baylığını daha ilk görüşte kılıklarından anlamışlardı.

Üç elçi ve onbaşılar tahta kadar yaklaşarak yere diz vurup kağanı ve katunu selâmladılar. Aynı zamanda üç elçinin birden yüreklerinde acı bir şey sızladı. Çünkü üçü de hediye getirirken yalnız kağanı düşünmüşler, katunu hesaba katmamışlardı. Kendi kağanlarının katunu, hiç sevmedikleri Çinli İ-çing Katun olduğu için batıda Türk kanından gelme bir Yarkın Katun bulacakları nedense hiç birinin aklına gelmemişti. Yalan söyliyemezlerdi. Çaresiz bu ilk acemiliği bağırlarına çekeceklerdi.

Tüng Yabgu Kağan ayağa kalktı:

-“Doğu Türkleri kağanı, soydaşım Kara Kağan’ın elçileri bize ün verip otağımızı şenlendirdiler” dedi.

Elçiler ve onbaşılar kalktılar. Tunga Tigin söze başladı:

-Doğu Türkleri Kağanı Kara Kağan’ın birinci elçisi Tunga Tigin’im. Kağanımdan yüce batı kağanına bir bitik getirdim. Ayrıva söyliyeceklerim de var. Yüce kağana armağanlarımı sunuyorum.

Tunga Tigin arkasına dönerek Onbaşı Karpağın taşıdığı altın kakmalı kılıcı aldı ve:

-“Nice şanlı savaşlar görmüş olan bu kılıcın yüze kağana uğur getirmesini dilerim” diyerek ulaklardan birine uzattı.

Sonra Onbaşı Burguçan’la Alka’nın kollarında duran dört avcı doğanını birer birer alarak ulaklara verirken:

-“Yüce kağanın yavuz avcı olduğunu işittiğimizden bu avcı doğanları da sunuyoruz” dedi.

En sonra Onbaşı Yağmur’un tuttuğu iki top Çin kumaşını verirken:

-“Son akınımızda Çin’den aldığımız kumaşlardır. Yüce kağan da pek yavuz bir bahadırlar olduğunu bildiğimiz çerilerini bizimle birlikte Çin’e saldırtırsa daha pek çok ulcalar bulabileceğimizden emin olabilir” diyerek elçilik yumuşunun gereklerini daha şimdiden yapmağa başladı.

Tunga Tigin sözlerini bitirince Işbara Alp kendisini tanıttı:

-Kara Kağan’ın ikinci elçisi Binbaşı Işbara Alp’ım. Yüce kağana altın işlemeli bir kemerle gümüş kakmalı bir bıçak, bir de ak doğan getirdim.

Işbara Alp’ın arkasında duran Yamtar’la Sançar’dan hediyeleri alarak kağanın ulaklarına verdi.

Son olarak Böğü Alp ilerleyip yere diz vurdu:

-Kara Kağan’ın üçüncü elçisi Yüzbaşı Böğü Alp’ım! Yüce kağana bir hatıra olarak şu yüz yıllık oku sunuyorum.

Tüng Yabgu’nun otağında derin bir sessizlik oldu. Kağan, katun ve bütün beğler gözlerini dikkatle Böğü Alp’a dikerlerken tunga Tigin’le Işbara Alp kızararak başlarını öne eğdiler. Böğü Alp otağda esen havayı sezmişti. Durumunu hiç bozmadan sözlerine devam etti:

-“Yüce Kağan! Senin gibi ulu bir kağana bu kadarcık bir armağanla gelmekteki yakışıksızlığı biliyorum. Doğu Türk Elinde, aramıza iş karıştırıcı Çinliler katılmasaydı, ülkemizde uğursuzluk olup kıtlık olmasaydı sana yarar armağanlar getirebilirdik. Yoksulluğumuz için bizi bağışla!”

Tüng Yabgu Kağan bu açık yüreklilikten hoşlanmıştı. Üçüncü elçiye söz etti:

-Yüzbaşı Böğü Alp! Yoksulluk iyi bir şey değildir. Ama korkulacak yoksulluk gönül ve yürek yoksulluğudur. En büyük baylık pek yürekli, katı kollu, yılmaz gözlü olmaktır. Doğu Türklerinde senin gibi açık sözlü yiğitler varken onlara yoksul denemez. Doğu Türk’ü, batı Türk’ü bir ağacın iki dalıdır. Kökümüz birdir. Birimizin baylığı hepimizin baylığı, birimizin yoksulluğu hepimizin yoksulluğudur.

Böğü Alp bu sözlere şöyle karşılık verdi:

-Yüce Kağan! Senin ordun da bizimle birlikte Çin’e akın ettiği gün Ötüken’den yoksulluk kalkacaktır!

Tunga Tigin ve Işbara Alp başlarını kaldırdılar. Bu sözü beğenmişlerdi.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- IX -


TÜNG YABGU’NUN ÇERİLERİYLE KARŞILAŞMA


Kara Kağan’ın elçileri ertesi gün Tüng Yabgu tarafından yapılacak bir teftişte bulunmağa çağrılmışlardı. Kağan, ordusunu gözden geçirecek ve elçilere de bunu gösterecekti.

İlk önce yaya olarak kılıç talimi yapan bahadırları gördüler. Karşılıklı onar kişi bir davulcunun davula vurduğu ahenkli tokmak sesine uyarak kılıçla vuruşuyorlardı. Tokmağın bir inişinde bir taraf karşıkilere kılıç indiriyor, karşıkiler de hep birden kalkanla siper alıyorlardı. Tokmağın ikinci vuruşunda berikiler saldırışa geçiyor, öncekiler siper alıyordu. İyi giyimli, çelik zırhlı olan bu çeriler iyi kılıç vuruyorlardı. Tüng Yabgu Kağan, vuruşan bu yirmi bahadırı elçilere tanıttı:

-Bu on kişi Türgiş bahadırlarıdır. Karşılarındakiler de Oğuzlardır. Hepsi de yüzbaşı ve onbaşılardır. Savaşta sınanmış seçme çerilerdir.

Kara Kağan’ın üç elçisi bu kılıç talimine zevkle bakıyorlardı. Davul “güm! güm! güm!” diye öttükçe kılıçlarla kalkanlardan “şırak! şırak! şırak!” diye ahenkli ve hoş bir ses çıkıyordu.

Bu güzel vuruştan sonra elli kadar atlının iki takım halinde yaptığı kargı talimini seyrettiler. Bunlar da büyük bir ustalıkla karşılıklı kullanan Çigil ve Yağma çerileriydi. Daha ötede birbirlerinin rakibi olan Argu ve Tuhsı nişancıları ok talimi yapıyorlardı. Tüng Yabgu Kağanın ordusunda bütün uruklarda, boylardan çeriler vardı, Tunga Tigin çevresine bir daha bakındıktan sonra kağana sordu:

-Yüce Kağan! Ordunda iyi çeriler olduğu görülüyor. Her boyun bahadırları burada toplanmış. Yalnız aralarında Suğdakları göremiyorum.

Kağan gülümsedi:

-Suğdaklar çerilik etmez. Onlar yalnız alış veriş etmesini bilirler. Suğdaklar Türk değildir.

Sonra üç elçinin yüzlerindeki sorguyu görerek ilave etti:

-Batı Türk Elindeki Suğdaklar, Doğu Türk Elindeki Çinliler gibi zararlı değildir. Hem sayıları azdır; hem de ayrı devletleri yoktur.

Tüng Yabgu Kağan elçilere kendi ordusunu gösteriyor, bir çok şeyler anlatıyordu. Bir aralık durarak sordu:

-Tunga Tigin! Benim çerilerimle kılıç oynamak, ok atmak, güreşmek, yarışmak ister misiniz? Çin’e yaptığınız akını Kül Er Tigin’den dinledim Yüce bahadır kişiler olduğunuz anlaşılıyor.

Tunga Tigin yere diz vurdu:

-“Buyruk senindir kağan!”

***


Ertesi günü, Tüng Yabgu Kağan’ın otağı önünde iki kağanın bahadırları karşılaştılar. Dede Korkut, Tanrı’ya yakarış yaptıktan sonra oyunlara başlandı. Batı Türklerinden üç bahadıra karşı Tunga Tigin, Işbara Alp ve Bögü Alp çıkarak kılıçla vuruştular.

Tunga Tigin’e karşı, Tüng Yabgu Kağan’ın yeğeni Börü Tigin görülmemiş bir hızla kılıç kullanıyordu. Uzun bir çarpışmadan sonra Tunga Tigin ile yenişemediler.

Işbara Alp’a karşı Tümenbaşı Bugaç Beğ çıktı. Onlarda yenişemediler.

Bögü Alp’a karşı Arslan Tarkan çıktı. Yalnız Tüng Yabgu ile beğlerin değil, doğu kağanı elçilerinin de şaşırmış gözleri önünde Yüzbaşı Bögü Alp, hiç umulmıyan bir ustalıkla çarpışarak Arslan Tarkan’ı yendi. Hiçbir yerden ses çıkmamış, kimse bir söz söylememişti. Yalnız Yumru kendi kendine: “Taş yerinde ağırdır” dedi.

Sıra ok atmağa gelmişti. Kara Kağan ordusundan Işbara Alp, Bögü Alp, Yamtar, Gümüş ve başka iki er ok atacaklardı. Batılılardan on kişi çıkmıştı. Yakından başlıyarak uzak hedeflere doğru ok atılıyor, biraz aksıyanlar karşılaşmadan çıkarılıyordu. Doğuluların umudu Işbara Alp’ta idi. Batı Türklerini bu kadar keskin bulacaklarını hiç ummamışlardı. Tunga Tigin’in aklından hep Kür Şad geçiyordu. Zaman geçip atışmalar güçleştikçe nişancılar birer birer meydandan ayrılıyordu. Doğululardan yalnız Işbara Alp’la Bögü Alp kalmıştı.batılılardan altı kişi vardı. Bu sekiz kişi her hedefe her oku şaşmadan değdiriyorlardı. Nihayet kıpırdıyan hedeflere ok atmağa başlamışlardı. Batılılar her hedefi vuruyor ve nişancılığı kazanacağa benziyordu. Nitekim öyle oldu. Uzun atışlardan sonra ancak bir tanesi ortadan çekilerek beş kişi kaldılar ve bu beş kişi nişancıyla Işbara Alp ve Bögü Alp bir türlü yenişemediklerinden atıcılığa son verildi.

Bu sefer “taş yerinde ağırdır” diyen yalnız Yumru değildi. Tunga Tigin de aynı şeyi mırıldanıyordu.

Şimdi güreşler yapılıyordu. Doğululardan Bögü Alp, Yamtar ve Gümüş çıktılar. Batılılardan bir çok güreşçi çıkmıştı. Fakat kağanın buyruğuyla en usta olan üç tanesi kalarak öbürleri çekildiler. Doğuluların umudu Yamtar’da idi. Fakat Yamtar bütün gücüne ve ustalığına rağmen uzun bir güreş sonra yenilince Doğuluların canı sıkıldı. Hele Işbara Alp çok üzüldü. Çünkü karnı tok olan Yamtar’ın bu sefer yenilmeyeceğini Kara Kağan’a söylemişti. Gümüş pek çabuk yenildi. Fakat Yamtar’ı yenen ve ondan daha iri olan Karluk güreşçisi ile tutuşmak hiç de kolay olmadı. Tuttuğu yeri koparan bu Karluk yiğidi yalnız güçle değil, ustalıkla da iş görüyordu. Koca Yamtar’ın bileğini inciten bu korkunç güreşçi Bögü Alp’ın bir yerini kırar diye Doğuluların içine ürküntü girmişti. Fakat yüzbaşı onun boyuna, ağırlığına, gücüne hiç aldırmadan başa baş çetin bir güreş yapıyordu. Herkes Bögü Alp’ı beğenmişti. Onun eşsiz, yavuz bir güreşçi olduğunu herkes anlamıştı. İri Karluk bir defa Bögü Alp’ı belinden kavradığı halde kaldırıp yere çalamamış, aksine bir defa Bögü Alp onu yere çarpmıştı. Güreş uzadıkça hızlanıyordu, hızlandıkça sertleşiyordu. Yamtar, bileğinin acısını unutmuştu. Şimdiye dek Ötüken’de Yüzbaşı Bögü Alp ne diye güreşlere çıkmazdı diye düşünüyordu. Tunga Tigin’le Işbara Alp yan yana durmuşlar, içlerinden heyecan duyarak seyrediyorlardı. Umulmadık bir anda Bögü Alp’ın, koca Karluk güreşçisini kavrayarak yere attığını ve omuzlarını yere değdirerek güreşi kazandığını gören Binbaşı Işbara Alp, Tunga Tigin’e döndü. Gözlerinin içi gülerek ona:

-“Taş yerinde ağırdır tigin”dedi.

Sıra at yarışlarına gelmişti. Kağanın otağı önünden kalkacak olan atlılar dört beş bin adım ilerde dikilmiş olan tuğları kaparak yeniden otağa gelecekleri. Batılılardan yirmi kişi atlı yarışa giriyordu. Doğululardan en önde Bögü Alp çıkmış, ardından Onbaşı Sançar, Onbaşı Alka, Onbaşı Yağmur ve üç er gelmişti. Tunga Tigin, Batılıların ünlü atlarına karşı yarışı kaybedeceklerini sanıyor, yalnız Onbaşı Alka’dan bir şeyler umuyordu. Yumru ise Yüzbaşı Bögü Alp’ın bu yarışı kazanacağına emindi.

Atlılar dizildiler. Davulun tokmağı üç defa kalkıp indi. Üçüncü gümleyişten sonra 27 atlı kamçılarını şaklattılar. 27 at yıldırım gibi fırladı. Bir müddet, talim yapıyormuş gibi hepsi aynı hızda koştular. Sonra yavaş yavaş geride kalanlar oldu. Batılılar arasında Tüng Yabgu Kağan’ın oğlu Türe Tigin de vardı. Önce Onbaşı Sançar’la Onbaşı Alka ve Batılılardan dört kişi en önde gidiyorlar, bunların biraz ardından da Türe Tigin’le Onbaşı Yağmur geliyordu. En geride Batılılardan bir binbaşı yarışıyor, Yüzbaşı Bögü Alp bunun bir at boyu ilerinde bulunuyordu. Yolun yarısına doğru Alka hepsini geçti.

Sançar kendisi ile birlikte koşan dört Batılı’yı geçirmemek için uğraşıyor, fakat başaramıyordu. Dört Batı atlısı yavaş yavaş kendisini geçiyorlardı. Türe Tigin’le Onbaşı Yağmur at başı beraber koşuyorlar ve Sançar’a yetişiyorlardı. Bögü Alp âdeta yırtınıyor ve birer birer önündekileri geçiyor, ardındaki Batılı binbaşı da onu kovalıyordu. Şimdi Doğuluların üç erinden ikisi arkada kalmışlardı.

Tuğlara yaklaşırken Onbaşı Alka en önde idi. Alka, tuğlardan birini kaparken bir uğursuzluk oldu: Kavradığı tuğu yere düşürdü. Ötüken’in en iyi binicisi olduğu için hemen atından yere sıçrıyarak düşürdüğü tuğu kaptı. Fakat bu sırada ikinci olarak gelen batılı bahadırın atı ile çarpışarak yere düştü. Başı hızla bir taşa vurdu, bayıldı.

Atlılar birer birer tuğları kapıp döndüler. Son gelen yarışçı Doğulu idi. Kendi umutları olan Onbaşı Alka’yı yerde görünce atından atladı. Ayıltmak için yüzüne kamçısıyla yavaşça vurduktan sonra onu kucaklayıp atına bindirdi. Eline tuğu ve kamçıyı vererek haykırdı:

-Onbaşı! Yarışı kaybediyoruz. Yarışı kazandıktan sonra istersen öl ama şimdi bayılma!

Ve Alka’nın atına kırbaçla sert bir vuruş yaptı. Yarı ayılmış olan Alka dolu dizgin koşmağa başlarken kendisi de hiç umudu olmadığı halde atına binerek yarışa devam etti.

Dönüşte yarış kızışmıştı. Şimdi en önde Batılı atlı koşuyor, bunların ardından da Onbaşı Yağmur’la Sançar ve Türe Tigin geliyordu. Daha geride Bögü Alp beş Batılı ile çekişiyor, bunların hemen arkasından da Onbaşı Alka canını dişine takarak yarı baygın bir halde uçuyordu. En geride Alka’yı ata bindiren yiğit at koşturuyordu. Yolun yarısına varırken Yüzbaşı Bögü Alp ve Alka ötekilerini birer birer geçmeğe başladılar. Bögü Alp korkunç bir hal almıştı. Yağmur’la Türe Tigin de Sançar’ı geride bırakmışlardı. Biraz sonra Onbaşı Yağmur’un Tigin’i ve önündekilerin hepsini geride bırakarak başa geçtiği görüldü. Yüzbaşı Bögü Alp da ötekileri geçiyor, Onbaşı Alka ise onun hemen ardından geliyordu. Bunların ardında Batılılar hemen hemen bir hizada koşuyorlardı. Sançar çok geride kalmıştı. Doğulu üç er en geride kalmamak için birbirleriyle sıkı bir yarışa tutuşmuşlardı. Birdenbire Yüzbaşı Bögü Alp’ın atı ile birlikte yuvarlandığı görüldü: At çatlamıştı.

Alka yavaş yavaş Yağmur’a yetişiyordu. İki Doğulu onbaşı en önde at başı beraber gidiyorlar, arkalarından Tigin’le öteki Batılıları geçirmemeğe uğraşıyorlardı. Bir aralık Yağmur, Alka’nın kamçısını düşürdüğünü ve atının yelesine doğru kapandığını gördü. Alka’nın atına sert bir kamçı vururken bağırdı:

-Alka! Tuğu sıkı kavra! Bayılmamağa çalış!

Alka’nın atı, sahibi idare etmediği halde yıldırım gibi koşuyordu. Alka başını atın yelesinden kaldıramıyor, fakat tuğu sımsıkı tutuyordu. Tüng Yabgu Kağan’ın oğlu çok yaklaşmıştı. Fakat bir türlü arayı kapatamıyordu. Tigin’in ardından 19 Batılı geliyordu. Bütün Doğulular arkada kalmışlardı. Bögü Alp ise yalnız geride kalmış değil, yaya kalmıştı. Sançar, geride kalmış olan Doğuluların en önünde idi. Hiç olmazsa bir Batılıyı geçmek için atını kamçılıyor, her şeyi yapıyor, fakat geçmek şöyle dursun, aradaki açıklığı bile koruyamıyordu. Yarışın bitmesine üç dört yüz adım kalmıştı. Yağmur’la Alka hâlâ at başı gidiyorlardı. Tigin hemen arkalarında idi. Yağmur yorulmuş, bunalmıştı. Fakat yüzü her zaman olduğu gibi gülümsüyordu. Bir aralık Alka’nın yana doğru kaykıldığını gördü. O ne? Alka, Ötüken’in en iyi binicisi olan Alka, kolları arkadan bağlı olduğu halde Çin’den Ötüken’e kadar attan düşmeden kaçan Alka şimdi atından mı düşüyordu? Onbaşı Yağmur, at üstünde yıldırım gibi gittikleri halde Alka’yı omzundan kuvvetle tutarak kaldırıp atının yelesine bıraktı. Alka’nın çakır gözleri kapanmıştı. Bayılmış olduğu anlaşılıyordu. Yağmur yeniden haykırdı:

-Tuğu sıkı kavra!

Yarış bitiyordu. Türe Tigin iki Doğulu onbaşıyı geçememişti. İkisi birden aynı hizda birinci olarak yarışı bitirmişlerdi. Onbaşı Yağmur hemen atından atlıyarak kağanın karşısında yere diz vurdu. Birincilik tuğunu dikti. Tigin de atından atlamıştı. Üçüncülük tuğunu dikmek için Alka’nın gelip ikincilik tuğunu dikmesi bekleniyordu. Dördüncü, beşinci ve sonrakiler de hep gelmişlerdi. Fakat Alka hâlâ atından inmemiş, başını da kaldırmamıştı. Tuğu sıkı sıkı tutuyordu. Tunga Tigin’le Işbara Alp yanına gidip attan inmesi buyruğunu verdikleri zaman hiçbir cevap alamadılar. Yolda düşüp yaralandığını en son atlıdan öğrenince tuğunu dikmek üzere elinden almak istediler. Fakat Alka o kadar sıkı tutuyordu ki, alamadılar. Tunga Tigin ayıltmak, kımız vermek için başını kaldırmak istedi. Yarışı kazanan Alka’nın daima dalgın bakan çakır gözleri şimdi eskisinden daha dalgın bakıyordu. Akla’nın gözleri artık Tunga Tigin’i görmüyordu. Onbaşı Alka yarışı kazandığını da bilmiyordu.

Onbaşı Alka Doğulular ün kazansın diye ölmüştü.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- X -




YAMTAR’IN TARTIŞMASI



Doğu kağanının elçileriyle elçilerin maiyetine çok konukseverlik gösteriliyordu. Her gün toya çağırılıyorlar, arada bir Tüng Yabgu Kağan şölen veriyordu. Hatta bir şölenin sonunda Binbaşı Işbara Alp Batı binbaşılarından Barman Beğ’le and içerek kan kardeşi olmuştu. Barman Beğ, Tüng Yabgu Kağan’ın eniştesi olduğu için Batıda sözü geçen, sayılan bir bahadırdı.

Batılıların konukseverliğinden en çok sevinen ve faydalanan Onbaşı Yamtar’dı. “Kırk gün böyle doyduktan sonra güreş tutsaydım sırtım yere gelmezdi ama neyleyim ki güreşler erken yapıldı” diye kendi kendine söyleniyordu. Burada en yakın arkadaşı ve andası Onbaşı Sançar olduğu için ondan hiç ayrılmıyor, toylarda onunla yan yana oturuyor, tok gözlü olan Sançar’ın payına düşenin yarısını da kendisi yiyordu. Kımızın, ayranın, etin, kurutun, yemişin sayısı yoktu. Doğrusu bu Batı Türkler bay kişilerdi.


***



Bir sabah Yamtar’la Sançar kendilerini konuklayan Onbaşı Derse ve gezerken ulu bir ağacın altında bir kalabalık gördüler. Aksakallı iki koca bozuk bir Türkçe ile çevrelerinde toplanmış olanlara bir şeyler anlatıyorlardı. Yamtar, Derse’nin yüzüne baktı. Bozuk dille konuşan bu garip kılıklı adamlardan bir şey anlamamıştı. Onbaşı Derse:

-“Bunlar Rum ülkesinden gelmiş papazlardır” dedi.

Ne Yamtari ne de Sançar bir şey anlamamışlardı:

-Rum ülkesi mi? Şimdiye dek böyle bir ülke duymamıştım.
-Rum ülkesi batıda büyük bir ülkedir. Çevresinde büyük denizler varmış. Bizans diye bir şehirleri varmış ki içindeki kişilerin sayısını kimse bilmezmiş.
-Papaz ne demek?
-Papaz onların saygı gören kişilerine derler. Bizim kamlar gibidir. Kendi Tanrılarının buyruğunu bildirir.

Onbaşı Yamtar çok ilgilenmişti. Papazlara yaklaştılar.

Onlar çevrelerindeki Türkler’e Tanrı’dan, İsa Yalavaç’tan (peygamberden), Meryemden bahsediyorlar, Türkler de hiç ses çıkarmadan merakla bu sözleri dinliyorlardı. Yamtar bir müddet dinlendikten sonra merakı büsbütün artmış olduğu halde papazlardan birine sordu:

-Bana bak koca! Yalavaç diyip duruyorsun. Yalavacın ne demek olduğunu bana söylesene…
-Yalavaç, Tanrının elçisidir.

Yamtar’ın şaşkınlıktan gözleri açıldı:

-Ne? Tanrımın elçisi mi? Tanrı, kağan mı ki elçisi olsun?
-Tanrı bütün yerlerin, göklerin, insanların, hayvanların kağanıdır!

Yamtar biraz daha şaşırdı:

-“Bizim Tanrımızın elçi gönderdiğini hiç işitmedim” dedi. Sançar’a dönerek sordu:
-Sen işittin mi?
-Hayır!

Rum papaz ağır ve yavaş bir sesle cevap verdi:

-Sizin Tanrınız, bizim Tanrımız diye ayrı ayrı Tanrılar yoktur. Tanrı birdir. O da bütün insanların Tanrısıdır.

Yamtar büsbütün şaşırarak sordu:

-Tanrı bir midir? Bizim Tanrımızla Çinlilerin Tanrısı bir midir?

Papaz gülümsiyerek “evet” cevabını verdi. Yamtar’ın aklı bu işlere bir türlü yatmıyordu:

-Öyle ise biz Çinlilerle savaşırken bu Tanrı hangimize yardım eder?
-Tanrı savaşanlara yardım etmez. Çünkü bütün insanlar kardeştir. Kardeşini öldüreni Tanrı sevmez.
-Ne dedin? İt sürüsü kadar Çinlilerin hepsi benim kardeşim mi? Ulan sen delirdin mi? Bu kadar kardeşi hangi ana doğurabilir?
-İnsanlar kardeştir. İsa öyle söylüyor.
-İsa da kim oluyor?
-Tanrının elçisi ve oğlu!

Yamtar az kalsın yere yuvarlanacaktı. Bir müddet söyliyecek söz bulamıyarak yanağını kaşıdı. Sonra papaza sordu:

-Bu İsa senin yalavaç dediğin adam mı?
-Evet!
-Tanrının oğlu olduğuna göre çok ulu kişi olsa gerek.
-Elbette.
-Boyu elli kulaç var mıydı?
-Hayır! İsa yalavaç da senin gibi benim gibi bir kişidir.

Yamtar, papaza keskin keskin baktı. Bu ak sakalı koca doğru mu söylüyordu? Bunu bir türlü anlıyamıyordu. Yeniden sordu:

-Tanrı hangi katunla evlendi de bu İsa Yalavaç doğdu?
-Tanrı hiçbir katunla evlenmez.

Artık Yamtar’ın canı sıkılmıştı. Bu bön koca neler söylüyordu? Bağırarak sordu:

-Bana bak koca! Benimle doğru konuş. Tanrı evlenmediyse bu yalavaç anasız mı doğdu?
-Hayır anası vardı. Onu Meryem doğurdu.
-Bu Meryem, Tanırının katunu değil miydi?
-Değildi.
-Ama İsa’yı doğurdu, değil mi?
-Doğurdu.
-İsa da Tanrının oğlu…
-Evet!

Yamtar yüzünü göğe kaldırıp söylenmeğe başladı: “İsa Tanrının oğlu. İsa’yı Meryem doğurdu. Ama Meryem, Tanrının katunu değil. Tanrı, İsa’nın babası… İsa’nın anası, babası var. Babası Tanrı… Anası Meryem… ama Meryem, Tanrının katunu değil… İsa….”

Onbaşı Yamtar sözlerini bitiremedi. Gık demeden tartışmayı dinliyen Onbaşı Sançar, bu mantıksızlıkla sinirleri bozularak meşhur kahkahasını savurmuştu. Papazlarla çevrelerindeki Türklerin gözleri birden Sançar’a çevrildi. O, her zaman yaptığı gibi böğürlerini tutarak, gözlerinden yaşlar akarak katılıyor, kahkaha arasında da kesik kesik şöyle bağırıyordu:

-Tanrı ile Meryem evlenmeden bu yalavaç nasıl doğar be? Herhalde bu bunağın Tanrısı Meryem’in otağına gizlice girdi de Kara Kağan duymasın diye bizden saklıyor. Yoksa onun sonucu da Karabudağ’ın sonucuna benzerdi…

Yamtar, bu gürliyen kahkahalar arasında yine yere düşmüş olan Sançar’ı, Onbaşı Derse’nin yardımıyla bir ata bindirip bağlamağa çalışırken bağırdı:

-Bana bak, koca papaz! Türk Tanrısı, Türk Türesine aykırı iş yapmaz. Sizin Tanrınız Ötüken’e gelirse işi yamandır.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XI -




ÖTÜKEN YOLUNDA



Kara Kağanın elçileri, Batı Elinde iki ay kaldıktan sonra Ötüken’e dönüyorlardı. Tunga Tigin, batı kağanıyla üç defa gizli görüşme yapmış, kendi kağanına götürmek üzere bir de bitik almıştı. Batı Elinde çok büyük konukseverlik görmüşler, Batı Türkleriyle kaynaşmışlardı. Gerek kağan, gerek katun, gerekse beğler hem Kara Kağan’la İ-çing Katun’a hem de kendilerine çok büyük hediyeler vermişlerdi. Batıdan Ötüken’e, bir çok atlara yüklenmiş değerli hediyeler götürüyorlardı. Fakat Onbaşı Alka’yı, dalgın bakışlı Uygur Alka’yı orada bırakmışlardı.

Kılıçta, güreşte, yüzlerini ak eden Yüzbaşı Bögü Alp’ın değeri aralarında değeri artmıştı. Tunga Tigin de yarışı kazanan Onbaşı Yağmur’a iyi koşumlu güzel bir at bağışlamıştı. At uşağı Yumru, yine yan yana gittiği Gümüş’e at çatlatmamış olsaydı Bögü Alp’ın mutlaka yarışı da kazanacak olduğunu söylüyor, Gümüş ise Alka ile Yağmur’a yetişmesine imkân olmadığını, ancak üçüncü gelebileceğini ileri sürüyordu.

Aylı bir gecede, konaklamış oldukları su başında dinleniyorlardı. Tunga Tigin, Işbara Alp otlara bağdaş kurmuşlar, konuşuyorlardı. Konu Ötüken’le Batı Elinin ölçüştürülmesi, iki Türk kağanının birleşmesi ve Ötüken’in bu yıllarda çekmekte olduğu sıkıntı ve yoksukluktu. Söz döne dolaşa kendi evlerine geldi. Sonra bir aralık, Tunga Tigin’in bir sorusu üzerine Işbara Alp kendi onbaşılarını anlatmağa koyuldu. Onların erdemlerini birer birer saydıktan sonra: “Ben Onbaşı Pars’ı ötekilerden üstün görürüm. Uslu erdir. İyi düşünür” dedi. Tunga Tigin’le Bögü Alp aynı zamanda “Onbaşı Pars mı” diye sordular.

Onbaşı Pars adı Tunga Tigin’i de, Bögü Alp’ı da çok ilgilendirmişti. Tunga Tigin, Şen-king’le vuruşan Pars’ın adını işitmişti. Bögü Alp ise, Kıraç Ata’nın yanından dönerken gördüğü dört atlıyı ve onların arasındaki Onbaşı Pars’ı hatırlamıştı. Tulu Han’ın yanından gelen bu dört kişiden birinin Çinli olduğunu yüzbaşının aklına gelince, yeniden, içini bir kurdun kemirmekte olduğunu duydu. Beyninden yıldırım hızıyla düşünceler geçiyordu. Şu işi Tunga Tigin’le Işbara Alp’a açmalı mı, açmamalı mı? Buna karar veremiyordu. Açmanın doğru olacağını bildiği halde içinden gelen bir ses ona açmamasını buyuruyor, bundan da Bögü Alp bunlanıyordu:

-Binbaşı! Bu Onbaşı Pars’a güvenin çok mudur?” diye sordu.

Işbara Alp böyle bir soru ile karşılaşacağını hiç düşünmemişti:

-“Güvenim çoktur. Ötüken’e dönünceye kadar evimi Onbaşı Pars’a ısmarladım” diye cevap verdi.

Arada bir sessizlik oldu. Sonra Işbara Alp birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi sordu:

-Onbaşı Pars’ı tanır mısın?
-Bir defa uzaktan gördüm.

Bögü Alp düşünüyordu: Acaba Tulu Han, Kara Kağan’a karşı bir isyan mı hazırlıyordu? Onbaşı Pars, Işbara Alp’ın buyruğunda olduğuna göre acaba Işbara Alp da bu işin içinde mi idi? Tulu Han böylece tuğ kaldırırsa acaba iyi mi olurdu, kötü mü? Şu Çinli İ-çing Katun’la Şen-king, Kara Kağan’ı yanlış yola doğru yürüttükleri için acaba Tulu Han tarafını tutmak Ötüken için yerinde olmaz mıydı?

Sonra birdenbire Kıraç Ata’nın sözlerini hatırladı. Kıraç Ata “Kara Kağan’ı tasa öldürecek” demişti. Bögü Alp başını göğe kaldırdı. Kıraç Ata’yı yeniden görüyor gibiydi. 1300 yıl sonra dirileceksiniz demişti. Adınız dünya batıncaya kadar unutulmıyacak demişti. Bir ırmağın kıyısında dövüşeceksiniz demişti. Büyük günler yaklaşıyor demişti.

Bu sözler aklına gelince yüzbaşı heyecanlanır gibi oldu. Sonra birdenbire ötekilere : “Kıraç Ata adını işittiniz mi” diye sordu. Bu sorguya Tunga Tigin evet, Işbara Alp hayır diye cevap verdiler

Sonra, pek uzun bir susma oldu. Üç elçi birbirinden başka şeyler düşünüyorlardı. Üçünün de düşündüğü şeyler kötü şeylerdi. Ayrı yollardan aynı sonuca varıyorlardı. Üçünün de bilmediği tek şey şuydu: Hepsi bu kara düşüncelerde kendisini yalnız sanıyor, arkadaşlarının da beyninden korkunç şeylerin geçtiğini bilmiyordu. Susuyorlardı. Güzel aya, parlak yıldızlara hiç bakmıyorlardı. İleriye dalmış olan gözlerinin de bir şey gördüğü yoktu. Yalnız düşünüyorlardı. Nöbetçi olan onbaşı ve erlerden başkaları ise otlara uzanmışlar, uyuyorlardı. Yan yana uzanmış olan Yumru ve Gümüş, batı kağanı önünde yapılan oyunlar için uzun uzun konuşmuşlar, yorularak dalmışlardı. Bir aralık Yumru gözlerini yarı açarak Gümüş’e döndü:

-“At çatlamasaydı Yüzbaşı Bögü Alp birinci gelecekti” dedi.

Gümüş hafif uykusu arasında bu sözleri duymuştu. Gözlerini açmadan cevap verdi:

-Hayır! Atı çatlamasaydı Yağmur’la Alka’dan sonra üçüncü gelirdi…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XII -

ALMILA


Ötüken’in en güzel kızı olan Almıla bir çok gönülleri kendisine bağlamıştı. Hele Onbaşı Pars’la birlikte Çinlilerle çarpışarak bir Çinliyi öldürdüğü duyulalıdan beri ünü artmış, gönülleri çoğalmıştı. Artık tümenbaşı olan Şen-king de gönlünü ona kaptıranlar arasında idi. İ-çing Katun’a dayanarak Ötüken’de borusunu öttüren bu Çinliyi Türklerden kimse sevmediği halde kağan, anlaşılmaz bir direnme ile onu tutmakta devam ediyordu. Şen-king, Almıla ile evlenmeği aklına koymuştu. Işbara Alp’ın Ötüken’de çok sevildiğini, hatta uzaktan kağan ailesine mensup olduğunu öğrenmiş, Almıla’ya karşı duyduğu sevgi artmıştı. Fakat Ötüken’deki işler Çin’de olduğu gibi yürümüyordu. Almıla soylu bir aileden olmasa bile onu evlenmek için razı etmek gerekiyordu. Kaldı ki hem Binbaşı Işbara Alp’ın kızı kolay kolay erkek beğenmiyecek olan yiğit bir kızdı. Şen-king’in yanında, Çin’den getirdiği üç subaydan ancak bir tanesi kalmıştı. Şen-king kendisini Türklere ısındırmak için yanına bir iki Türk subayı almak istemiş ise de, başaramamıştı. Bütün bu işler Almıla’nın gözüne girmek için yapılıyordu. Fakat Almıla’nın gülmez yüzü Şen-king’e bakmıyor, yalnız Onbaşı Pars’ı gördüğü zaman biraz gülümsüyordu. Şen-king gönlünü öyle kaptırmıştı ki neredeyse kendinden geçecekti.

Sonunda bu işin kendisini bitireceğini anlıyarak kızkardeşi İ-çing Katuna başvurup yol göstermesini diledi. İ-çing Katun her şeyden önce bu evlenmeden kendi ailesine bir fayda gelir mi, ailesi yine Çin’de kağanlık tahtına çıkar mı diye düşündü. Şen-king, Almıla ile evlenirse Işbara Alp’ın da yardımını elde edecekleri muhakkaktı. İ-çing Katun Türk göreneğince Şen-king’in üç gece üst üste Almıla’nın çadırına girerek onunla konuşmasını, kendisiyle evlenmeğe kandırmasını öğütledi. Şen-king böyle bir Türk göreneği olduğunu bilmiyordu.

-“Çadırına girersem bana bir şey demezler mi?” diye sordu.
-Demezler. Zaten geç vakit gireceksin.
-Almıla beni istemiyor. Çadırına alır mı?
-Türk göreneği böyledir. Kız seni istemese de bir şey demez. Sen tatlı dille kızın gönlünü kazanmağa çalışacaksın.
-Ya kazanamazsam?
-Üç gece üst üste gidip kazanmağa uğraşırsın. Kazanamazsan artık dördüncü gece gidemezsin.
-Bu Türkler çok tuhaf!
-Şunu da sakın unutma: Geceleyin karanlıkta çok ciddi olacaksın. Sakın albıza uyup taşkınlık etmeğe kalkma, öldürürler.

Şen-king’in benzi attı. Türklerin işine bir türlü akıl erdiremiyordu.

Böyle olduğu halde o gece korkarak, yüreği çarparak Almıla’nın çadırına girdi. Anası ve kardeşleriyle birlikte Almıla’nın yattığı çadıra girmek Şen-king’in sinirlerini bozmuştu. Karanlıkta Almıla’nın nerede olduğunu göremiyor, zangır zangır titriyordu. Gözleri karanlığa alıştıktan sonra Almıla’yı seçti. Kalın bir keçenin üzerinde yatıyordu. Baş ucunda bir bıçak vardı. Bu bıçak Şen-king’in subayını öldüren bıçaktı. Onu görünce Şen-king’in bacakları titremeğe başladı. Dikkatle Almıla’nın yüzüne bakınca onun da uyanmış olup kendisine bakmakta olduğunu gördü. Yavaşça “Almıla” diyebildi. Almıla yerinden kalkmadan “Ne istiyorsun” diye sordu. Şen-king heyecanla Almıla’nın yanına diz çökmüştü. Gözleri karanlığa büsbütün alışmış olduğu için onun ışıl ışıl gözlerini görüyor, ne diyeceğini şaşırıyordu. Çadırdakilerin hepsi uyanıp durumu gördükten sonra yeniden gözlerini kapamışlardı.

Şen-king tan atıncaya kadar Almıla’ya yalvardı. Fakat yumuşamak bilmiyordu. Kendisi için bir tehlike olmadığını gördükten sonra Şen-king’e biraz güven gelmiş olduğu halde Almıla’nın gözleri kendisine baktıkça şaşıyor, yeniden titremeğe başlıyordu. İ-çing Katun, güzel sözler söyliyerek kızın gönlünü almasını söylemişti. Halbuki o ne söyliyeceğini bilmiyor, yalnız yalvarıyor, yalvarıyor, sonra ağlıyor, fakat yanındaki kız bir dünya güzeli olduğu için Şen-king bundan da büyük bir bahtıyarlık duyuyordu.

Almıla hep yatıyordu. Çin beği yalvardıkça “Sende gönlüm yok” diye kestirip atıyor, “Seni almak için ne yapayım” diye sordukça Boşuna uğraşma” diye cevap veriyordu. Şen-king’in gönlü umutsuzlukla dolmuştu: Almıla’nın kendisinden tiksindiğini anlamıştı. Katunun kardeşi, bir Çin tigini ve Türk ordusunda tümanbaşı olduğu halde bu kız kendisini istemiyordu. Fakat Türk göreneğine uyarak onu çadırından kovmuyor, onunla konuşuyordu.

Sabah oluyordu. Oratalık ağarmağa başlamıştı. Şimdi Almıla’yı daha iyi görebiliyordu. Hey ulu Tanrı! Bu ne güzellik, ne göz kamaştırıcı yakışıklılıktı! İnsan onun gözlerine bakamıyor, yanında bulunmaktan heyecana düşerek titriyordu! Şen-king ona baktıkça eriyeceğini sanıyordu. Beynine gelen bir şüpheyi açığa vurmaktan kendisi alıkoyamadı:

-Yoksa başka birinde gönlün mü var?

Almıla bu soruya cevap vermiyerek sert sert baktı. Çin beğinin yüreği titremişti. Kendisini toplıyarak ilave etti:

-Söyle de her kimse onun hakkından geleyim!

Şen-king bu sözleri ta gönlünden duyarak, içinden gelerek söylüyordu. Almıla yine başını çevirerek baktı. Fakat bu sefer keskin değil, gülümsiyerek bakıyordu. Bu gülümseyiş Şen-king’i bitirdi. Ağlamaklı oldu. Ne söyliyeceğini şaşırdı. Almıla’nın gülümseyişi geçmişti. Fakat gözlerinin içinde hâlâ bir gülümseme var gibiydi. Yavaşça: “Tanyer ağardı” dedi. Şen-king anlamıştı. Bitkin bir halde çadırdan çıktı.

Bundan sonra üst üstte iki gece daha Almıla’nın çadırına girdi. Fakat gönlünü edemedi. Büyük bir umutsuzluk içinde İ-çing Katun’a giderek olanı biteni anlatıp ondan yardım istedi. Şen-king derin bir aşka tutulduğunu anlıyor, gözü Almıla’dan başka bir şey görmüyordu. Onun uğrunda her şeye katlanabilecekti. Tümenbaşılıktan, günün birinde Çin kağanı olmak hülyasından vazgeçecekti. Ama Almıla’dan dünya yıkılsa vazgeçemeyeceğini İ-çing Katun’a anlatıyordu. Katun ise bu işi başka bakımdan görüyordu. Ona göre, kendi kardeşinin Almıla ile evlenmesi kurduğu planların gerçekleşmesine yardım edecekti. Çünkü Işbara Alp ile akraba olacaklar, kağan soyundan olan Işbara Alp’ın bahadırlığından, nüfuzundan faydalanacaklardı.

İ-çing Katun kendi nüfuzunu kullanmağa karar verdi: Bir gün bir ulak Işbara Alp’ın çadırına gelerek Katun’un Almıla’yı kendi katına çağırdığını bildirdi. Almıla niçin çağrıldığını aşağı yukarı anlamıştı. Katun’un otağına gidip yere diz vurduğu zaman İ-çing Katun onu gülerek karşıladı. Fakat isteğe girmeden önce bir çok sorular sordu. Sonra Almıla’nın güzelliğini övdükten sonra birdenbire ciddileşerek kendisini, kardeşi Şen-king’e almak istediğini söyledi. Güzel Almıla hiç tereddütsüz: “Ben onu istemiyorum” diye cevap verdi. Bu sert cevap üzerine Katun biraz duraksadı:

-“Katunun kardeşi olan bir beğ, bir tümenbaşı reddolunur mu?” diye sordu.

Katun kendi mevkiinin ağırlığı ile Almıla’yı alt edeceğini sanıyordu. Halbuki o:

-“Ben de Işbara Alp’ın kızıyım” diye cevap verdi.

İ-çing Katun’un kaşları çatıldı. Kardeşinin maiyetindeki Çinli subaylardan birini öldüren bu kıza bir ders vermek gerekiyordu:

-“Ben sana buyruk veriyorum. Şen-king ile evleneceksin” dedi.

Almıla yere diz vurdu:

-Buyruk senindir. Ama benim de şartım var. Ben, benden oğlak kapan, yarışta beni geçen erle evleneceğim. Türk Türesine göre bir kız böyle bir şart koşabilir.

İ-çing Katun öfke ile baktı. Işbara Alp’ın kızı kendisine akıl öğretiyordu. Ortaya Tür Türesini atmakla kendini kıskıvrak bağladığını anlamıştı. Katun türeye aykırı söz söyliyemez, buyruk veremezdi. Fakat ne de olsa katunluk gücü örselenmişti. Çuluk Kağan’ı ağulayıp öldüren, Kara Kağan üzerinde bu kadar sözü olan kendisine karşı şu genç kızın kafa tutması onu öfkelendiriyordu. Neylesin ki yapacak başka bir şey de yoktu:

-“Peki! At yarıştırıp oğlak kapışırsınız” diye sözünü bitirdi.

İ-çing Katun, oğlak kapmacada Şen-king’in Türklerle boy ölçüşemiyeceğini biliyordu. Bu oyunda bir erkeğin, kendisini istemiyen kızın elinden oğlağı kapmasının çok güç olduğunu da biliyordu. Çünkü kız istemediği erkeğin yüzüne kırbaçla vurabilirdi. Almıla gibi güçlü ve bahadır bir kızı bu yarışta, daha doğrusu vuruşta elde etmek her ere nasip olur işlerden değildi. Katun bunu önlemek için Ötüken’de korkunç bir söylenti yayıyordu: Almıla Şen-king’le evlenecek, başka birisi oğlağı kaparsa katun tarafından öldürülecek diye… Bu söylentiyi en çok Çinliler yayıyor, gizli gizli herkese fısıldıyor, Almıla’nın da gönlü olanlar her şeyi işitmişlerdi. Gözleri yılmak şöyle dursun, Şen-king’in adını işitince kan beyinlerine sıçramıştı. Onbaşı Pars’tan başkası bunun yalan olduğunu bilmiyordu. Yalnız Pars, Işbara Alp’ın buyruğu ile onun otağına bakmağa memur olduğundan olup biteni öğrenmiş, Şen-king’e olan yağılığı artmıştı.

Oğlak kapma günü Ötüken için sayılı bir gün olmuştu. Almıla ile evlenmek istiyenler yüz kişiden çoktular. Bir kızı isteyenlerin bu kadar kalabalık olduğu şimdiye dek görülmemişti. Almıla’yı almak istiyenlerin çoğu yüzbaşı ve onbaşılardı. İçlerinde en büyük rütbelisi tümenbaşı Şen-king’di. Fakat o da bu kadar Türk atlısı arasında ne yapacağını şaşırmış, heyecandan benzi sararmıştı. Yalnız rütbesine ve katunun kardeşi olmasına güveniyordu. Fakat İ-çing Katun’un ortaya attığı korkunç söylentiye rağmen bunca yiğidin Almıla’yı istemekten çekinmeyişi onun umutlarını kırmıştı.

Atlılar saf halinde alana dizildiler. Diziliş rütbe sırasına göre olduğundan Şen-king en başta bulunuyordu. Yanında iki binbaşı vardı. Sonra yüzbaşılarla onbaşılar geliyordu. Onbaşı Pars sonlara doğru idi. Şen-king’in atı kağan ahırından çıkmış iyi bir at olduğu için Almıla’ya çabuk yetişeceğini umuyordu. Fakat mesele oğlağı onun elinden almakta idi. Şen-king bu işe girişirken karşısındakini bir kız olarak görüyor, kız diyince de aklına çelimsiz ve nazik Çin kızları geliyordu. Türk kızlarının, hele Almıla gibi boylu boslu, güçlü kuvvetli ve yılmaz bir kızın elinden oğlak kapmak, hele bunu Almıla istemediği halde yapmak… Bunları düşündükçe Şen-king’in içine baygınlık geliyordu. Alanda çıt çıkmıyordu. Şen-king’e öyle geliyordu ki bu sessizliği bozan şey yalnız kendi yüreğinin çarpıntısıdır.

Biraz sonra güzel Almıla gözüktü. Kır bir ata binmiş kucağına kesilmiş bir oğlak almış olduğu halde alana doğru at sürüyordu. Bütün bakışlar ona çevrildi. Bu bakışlarda anlatılmaz acayip bir sertlik, korkunç bir anlam vardı. Almıla’yı sevenlerin bakışlarındaki bu sertlik ona değil, onu haksızlıkla kendilerinden koparmak istiyen değersiz Şen-king’e ve Şen-king ablası, yani İ-çing Katuna’a karşı idi.

Almıla, atlıların önünden geçerek bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, kendisini bekliyenlere dikkatle bakıyordu. Şen-king’den başka herkes bırakmış, dünya güzeline bakarken Çinli beğ dizginleri sıkı kavramış olduğu halde tetikte duruyordu. Almıla, atlıların önünden, onlarla yirmi otuz adım aralığı olarak yeniden geçiyordu. Onbaşı Pars’ın önünden geçerken gözlerinin içinden gülümsemesi, bu gülümsemeyi görenlerin içini sızlatıp yakmıştı. Onlar Onbaşı Pars’ın beğenildiğini, istendiğini anlamışlardı. Fakat sonuna kadar çekişmekten caymıyacaklardı.

Bu aralık kimsenin beklemediği bir şey oldu: Almıla at sürerek dizinin başına geldiği zaman bir davul gümledi ve tetikte duran Şen-king’in, Almıla’ya doğru hızla at koşturduğu görüldü. Davul vakitsiz gümlemişti. Almıla, atlıların önünden dokuz defa geçmeden ve kaçmağa başlamadan önce davul vuramaz, atlılar onu kovalıyamazdı. Almıla’nın Şen-king’e yakın olduğu bir anda davulun gümlemesinde bir düzenbazlık olduğu muhakkaktı. Nitekim davula bakanlar, onun başında kağanın at uşaklarından bir Çinlinin bulunduğunu görmüşler, bu işin içinde katun tarafından hazırlanmış bir kurnazlık olduğunu anlamışlardı.


Almıla da şaşıranlar arasında idi. Fakat Şen-king’in kendisine doğru hızla yaklaştığını görünce atını yüz geri ettirip dört nala kaçmağa başladı. Artık düzen, türe, yasa kalmamıştı. Göz göre göre Almıla’yı Çinli’ye kaptıracak değillerdi ya… Hepsi birden atlarını mahmuzlayarak fırladılar. Koca alanı bir at takırtısıdır kapladı. Bütün atlılar birden aynı hedefe doğru koştukları için biraz sonra sıkışıp daraldılar. Bunun önüne geçmek için bazıları öteki atlıların dışından büyük bir kavis çizmeğe başladılar. Onbaşı Pars ise önündeki atlıları sürüp yararak doğru Almıla’ya koşuyordu.

Almıla, kucağındaki oğlaklahızını alamamış olduğu için önceleri çok hızlı gidemedi. En iyi ata binip herkesten önce fırlamış olan Şen-king ise ona epey yaklaştı. Almıla ile aralarında sekiz on adımlık bir açıklık kalmıştı. Bu da yavaş yavaş kapanıyordu. Almıla ardına baktı: Çinli beğ kendisine yaklaşırken ötekiler de ona yaklaşıyorlardı. Gözleriyle arkasını bir süzdü: Onbaşı Pars’ı görmüştü. Göz göze geldikleri zaman sanki ikisinin gözlerinden birer gizli ışık çıktı ve bu ışıklar ok gibi giderek ötekinin yüreğine yerleşti.

Almıla telâş etmiyordu. Şen-king yetişmiş, sağ gerisinden kendisiyle aynı hizaya girmeğe çalışıyordu. Sonunda bu işi başardı. Şimdi sıra oğlağı kapmağa gelmişti. Geridekilerin en önde olanları ise daha onlardan on beş adım kadar uzakta idiler. Onbaşı Pars, gözlerini keskin bakışlarla ikisine dikmiş, ha bire at koşturuyordu. Nihayet heyecanlı an geldi: Şen-king oğlağı kapmak için Almıla’nın atına doğru eğildi. Fakat eğilmesiyle geriye çekilip kendi atına kapanması bir oldu. Almıla kırbacıyla onun yüzüne sert bir vuruş vurmuş, neye uğradığını bilmiyen Şen-king de can acısıyla atının yelesine kapanmıştı. Bununla Almıla’yı kaybetmiş oluyordu. Çünkü hiç idare edemediği atı onu yarış alanından dışarı çıkarmış, meydanı öbürlerine bırakmıştı.

Binbaşı Ay Beğle, Onbaşı Pars, Almıla’ya çok yakındılar. Ay Beğ Almıla ile Pasr’ın arasında bulunuyor, Pars’ı yanaştırmamağa çalışıyordu. Diğer bütün atlılar sağa, sola geçerek Almıla’nın önüne çıkmağa çalışıyorlardı. Çok çevik olan Ay Bağ, Almıla’ya yaklaşarak oğlağa el attı. Şimdi ikisi yan yana koşuyorlar, oğlağı çekiştiriyorlardı. Ay Beğ, yavaş yavaş oğlağı alır gibi oluyordu. Fakat Almıla bırakmadı. Kırbacıyla onun eline vurmağa başladı. Birinci vuruşta oğlak Almıla’nın elinden kağılmaktan kurtuldu. İkinci vuruşta Ay Beğ’in eli kan içinde kalarak baskısını gevşetti. Üçüncü, dördüncü vuruşlardan sonra oğlağı bıraktı. Pars bir iki adım geride ve yine Ay Beğ’in solunda idi. Almıla çevresini çabuk bir bakışla süzdükten sonra birdenbire atını şahlandırarak geri dönüp dört nala sürdü. Bütün atlılar da aynı şeyi yaptılar. Şimdi geldikleri yere doğru bir koşu başlamıştı. Almıla’nın biraz sağ gerisinden Ay Beğ gidiyor, Pars da onu sağ gerisinden kovalıyordu. Almıla’nın solundakiler biraz daha geride kalmışlardı. Bu yüzden Almıla atını sola doğru çarkettiriyordu. Onbaşı Pars artık öfkelenmeğe başlamıştı. Kaşları çatıktı. Çünkü tehlikeli kararını vermişti. Bunun için emektar atına güveniyordu. Atını delice mahmuzlıyarak son hızını verdi ve Ay Beğ’in atına yaklaşırken onu birdenbire sıçrattı. Bu yaman bir sıçrayıştı. At inanılmaz bir şekilde hoplıyarak Ay Beğ’in üzerinden aştı ve Almıla’nın yanına düşerek koşuya devam etti. Şimdi Almıla ile yan yana gidiyorlardı. Pars oğlağa el attı. Almıla hiç aldırmıyor, yalnız atını daha çok hızlandırıyordu. Biraz sonra oğlak Onbaşı Pars’ın kucağında idi. Koşuya başladıkları yere kadar yan yana geldiler. Bütün atlılar artlarında idi. Yalnız Şen-king ortadan kaybolmuştu.

Almıla ile bütün atlılar atlarından indiler. Pars, Almıla’yı iki omzundan tutarak kendine doğru çekti. Yanaklarından öperek:

-“Nişanımız kutlu olsun, Işbara Alp’ın kızı” dedi.

Binbaşı Ay Beğ gülümsüyordu. Kanıyan elini göstererek:

-“Almıla! Beni elsiz koyacaktın” dedi.

Şakacı bir yüzbaşı söze karıştı:

-Almıla’yı alamadığım için yerinsem bile, onun kamçısını yemediğim için sevinirim. Onbaşı Pars’ın çekeceği var!

Sonra hepsi birden Almıla’nın, Onbaşı Pars’ın şerefine haykırdılar, uğur ve kut dilediler.

 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIII -




İ-ÇİNG KATUN



Katun, yapılan hileye rağmen kardeşinin kazanamadığını işitince içerlemişti. Almıla’nın Pars’la evlenmesine mutlaka engel olmalıydı. Yoksa kurduğu planlar suya düşecek, Işbara Alp gibi büyük bir kozu kaybedecekti. Yakında elçiler batıdan gelince Işbara Alp’ın tümenbaşı olacağını biliyordu. Işbara Alp gibi bir tümenbaşının yardımından uzak kalmak ödenmez bir kayıp olacaktı. Bundan dolayı İ-çing Katun her çareye başvurarak Almıla’yı kendi kardeşine almaın yollarını bulmak istiyordu. Kağanın at uşağı olup kendisine çaşıtlık eden Çinliler Onbaşı Pars’la Almıla’yı takip ediyorlar, gittikleri yeri, yaptıkları işi günü gününe İ-çing Katun’a bildiriyorlardı.

Bir gün katun at uşaklarına buyruk vererek bir gezintiye çıkacağını bildirdi. Kendisine çok süslü ve güzel bir at hazırlandı. Yanında bir binbaşı ile yedi sekiz çeri olduğu halde gezmeğe çıktı. Kimse nereye gideceğini bilmiyordu. Katun ağır ağır at sürüyor, ardından gelen binbaşıyı ara sıra yanına çağırarak bir şeyler konuşuyordu. Bugün Katun’un dudaklarında albızca bir gülümseme vardı. Kafasından neler geçtiğini kimse bilmiyordu. Böylece gide gide bir ağaçlığ vardılar. İki nişanlı atlarını bırakmış, konuşuyorlardı Katunu görünce yere diz vurarak onu selâmladılar. Katun doğrudan doğruya Pars’a söz söyledi:

-Onbaşı Pars sen misin?
-Evet Katun!
-Almıla ile evlenecek misin?
-Evet Katun!
-Almıla’dan vazgeçmek için benden ne dilersin?

Onbaşı Pars’ın kaşları çatıldı. Gözleri yalazlandı. Sesi toklaştı:

-Katun! Bana Çin kağanlığını versen yine Almıla’dan vazgeçmem!

Öfkelenmek sırası İ-çing Katuna gelmişti:

-Onbaşı! Katun’un buyruğuna karşı mı geliyorsun? Ben sana buyruk veriyorum: Almıla’yı bırakacaksın!
-Hayır Katun! Almıla’yı bırakmayacağım!
-Buyruğuma karşı mı geliyorsun?
-Evet!

İ-çing Katun’un istediği olmuştu. Binbaşıya dönerek: “Bunu tutun” diye son buyruğunu verdi. Binbaşısan Pars’ın yakalanması için buyruk alan çeriler atlarından inerek onu tutmak için üstüne yürürken onbaşı kılıcını çekerek: “Davranmayın” diye haykırdı. Erler kılıç çekmek için bir an duraksarken Almıla bir sıçrayışta atına atladı. Kamçısını şaklatarak, sahipleri inmiş olan atların üzerine saldırarak onları kırbaçlamağa, kovalamağa başladı. Pars durumu kavramıştı. O da büyük bir çeviklikle atına sıçrıyarak yaya kalmış olan çerilere daldı. Bir iki kılıç vuruşuyla onları dağıttı. Birkaçını yaraladı. O zaman Binbaşı, Pars’la vuruşmanın kendisine düştüğünü görerek Pars’a doğru at sürdü. At üstünde çarpışmağa başladılar. Almıla, erlerin atlarını sürüp dağıttıktan sonra yeniden dövüş yerine gelmişti.

Yaya erlerin üzerine at sürüyor, onların Pars’a saldırmalarına engel oluyordu. İ-çing Katun, gözünün önünde yapılan, fakat hiç de kendi isteğince olmıyan vuruşmayı öfke, kin ve korku ile seyrediyordu. Ah şu karganmış (Mel’un) Almıla! Bu işe o karışmasaydı şimdiye kadar Pars yakalanmış olacaktı. Katun, bu çok güzel, çok becerikli kahraman kıza karşı içinden hem öfke, hem kıskançlık duyuyor, bu iki aykırı duygu onu adamakıllı üzüyordu.

Pars da, binbaşı da yaralanmıştı. Katun, durumun kötü olduğunu görünce buyruk vererek vuruşu durdurmasını binbaşıya bildirdi. Ayrıldılar. Pars soluyor ve katuna sert sert bakıyordu. Katun:

-“Katunun buyruğuna baş eğmemenin sonucunu göreceksin” diye haykırdı.

Pars gülümsedi:

-Bütün sonuçlar yağız yere girmektir. Ha bir gün önce, ha bir gün sonra…

Katun bir işaretiyle binbaşıyı ardına takarak dönerken yaya kalan erler ıslıkla atlarını çağırmağa başladılar. Pars’da Almıla’yı yanına alarak yola koyuldu.


***



Bu haber Ötüken’e yayılmadan önce Batı kağanına giden elçilerin döndüğü haberi yayılmış, gün batımına doğru da elçiler dönmüşerdi. Almıla, bugün olup bitenleri babasına anlatmış, Işbara Alp da Onbaşı Pars’ı çağırarak bir şeyler konuşmuştu. Elçilerin gelmesinden doğan hareket arasında , ortalık kararırken, kağan Onbaşı Pars’ın yakalanması için buyruk verdiği zaman yasavullar onu bulamamışlardı. Çünkü Pars’la Almıla yanlarına iyi pusatlarla iki yedek at almış oldukları halde Batı kağanının ülkesine, Işbara Alp’ın andası Binbaşı Barman beğin yanına kaçıyorlardı.

Pars’ın kaçışı, Yüzbaşı Bögü Alp’ın kafasındaki düğümün biraz daha sıklaşmasına sebep olmuştu. Çünkü Ötüken’e geldiklerinin ertesi günü, Bögü Alp, Binbaşı Işbara Alp’ın çadırına gelerek Almıla’yı istediği zaman, Onbaşı Pars’la nişanlandığı cevabını almış, Onbaşı Pars’ın adını işitince de Kıraç Ata’dan dönerken gördüğü Onbaşı Pars aklına gelmişti. Birdenbire bütün eski şüpheleri yeniden canlanınca binbaşıya sordu:

-Onbaşı Pars nerede? Kendisini hemen göremez miyim?
-Onbaşı Pars Almıla ile kaçmıştır.

Bögü Alp aylardan beri Almıla’yı düşünüyordu. Batı kağanının önünde yapılan oyunlardan sonra Işbara Alp’ın kendisine kızını vereceğini, Almıla’nın da kendisini reddetmiyeceğini umuyordu. Fakat şimdi?... Bütün umutları bir anda kırılmış, üstelik şu Onbaşı Pars’ı da bir iyice görememişti. Bögü Alp kendinde şimdiye kadar duymadığı bir yorgunluk duydu. Sonra Işbara Alp’la bir şeyler konuşarak çadırdan çıktı.


***



Birkaç gün sonra Yüzbaşı Bögü Alp, Işbara Alp’ın ikinci kızı Gün Yaruk’la evlenmişti…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIV -

BOZKIR YASASI


Güz gelmişti. Ötüken’de serin, hatta sert rüzgârlar esiyordu. Dört andalar, yani Yamtar, Sançar, Sülemiş ve Gök Börü, Onbaşı Sülemiş’in çadırında toplanmışlar, kımız içiyorlardı. Artık aralarında bulunmıyan arkadaşlarını, selde boğulan Onbaşı Buğra’yı, idam olunan Onbaşı Karabudağ’ı, Çin seddinde ölen Onbaşı Arık Buka’yı, kaçan Onbaşı Pars’ı anıyorlardı. Hele Pars’ın eksikliği kendini çok belli ediyordu. Nereye gittiğini kesin olarak bilmiyorlardı. Yamtar, Binbaşı Işbara Alp batıda Binbaşı Barman Beğ’le anda olduğu için oaraya gitmiş olacağını mümkün görüyordu.

Sülemiş:

-“Pars’ın Almıla ile kaçışı korkarım bizim binbaşının tümenbaşı olmasına engel olmasın” dedi. Onbaşı Gök Börü her zamanki öfkeli durumu ile:
-“Olabilir. Dizginler İ-çing Katun’un elinde” diye cevap verdi.

Onbaşı Yamter, bu kış da Ötüken’de kıtlık olur mu diye düşünüyordu. Ham de bu yıl Ötüken’de güreş tutup yenilerek tavşanını Yamtar’a verecek bir Çalık da yoktu. Batı elinde yediği bol ve tatlı yemeklerin hayali zavallı Yamtar’ı daha şimdiden perişan ediyordu. Sançar ise âdeti olduğu üzere asık yüzle oturuyor, söze karışmıyor, pek az kımız içiyordu. Bu sırada bir atın ayak sesleri işitildi. Sülemiş kim olduğunu anlamak için dışarı fırladı. Biraz sonra Onbaşı Burguçan’la birlikte içeri girdi. Burgaçan gülümsüyordu:

-“Size sevineceğiniz bir haber getirdim. Bilin bakalım nedir?” dedi.

Sülemiş atıldı:

-Çin’e akın mı var?
-Değil.

Yamtar sordu:

-Çin kağanından yiyecek hediye mi geldi?
-Değil.

Gök Börü söze karıştı:

-Yoksa İ-çing Katun mu öldü?
-Bilemedin.

Sançar yine susuyordu. Yamtar ona döndü:

-“Sançar! Biz bielmedik. Sen bil bakalım” dedi.

Sançar ters ters cevap verdi:

-Banan ne be!

Burguçan meraklarını giderdi:

-Işbara Alp tümenbaşı oldu. Bundan sonra kendisine Işbara Han denecek.

Bu söz üzerine Sançar’dan başka hepsinin yüzleri hülümserken Burguçan devam etti:

-Yüzbaşı Bögü Alp binbaşı oldu. Onbaşı Yağmur da yüzbaşı oldu.

Yamtar bir çamçak kımızı daha bir dikişte içtikten sonra düşüncesini söyledi:

-Hepsi yerinde. Üçü de bunu hak etmişlerdi. Yalnız eksik bir şey kalıyor.
-Eksik kalan nedir?
-Bende bir tok onbaşı olmak isterdim.
-Tokluk rütbe değil ki kağan sana versin.
-Kağan bana tokluk vermezsa bir sürü “toklu” (kuzu) da veremez mi? Bu kış açlıktan kurtulurdum.

Bu haber gerçekten hoşlarına gitmişti. Kımızlar boyuna içiliyordu. Burguçan bir çamçaktan arık içmemiş, onların yanından çıkarak atına atladığı gibi kuzeye doğru sürmüştü. Bu sürüş sebepsiz değildi. İki yıldır gönül çektiği bir kızı almağa gidiyordu.

Onbaşı Burguçan atını dört nala sürdü. Sonra tırısladı. Varacağı yere gece olurken erişecekti.

Yolun yarısında mola vermek için ilerde gözüken ağaçlığı elverişli bulup oraya doğru at sürerken ağaçlığın boş olmadığını orada gördüğü atlardan anladı. Genç bir kadınla bir erkek atlarından inmiş, galiba dinleniyorlardı. Epey uzakta da yine birkaç kişi daha gözüküyordu. Burguçan yanlarına varınca erkek güvensiz gözlerle ona baktı. Be gelişten hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Burguçan atından inerken yabancı dik bir sesle sordu:

-Kimsin? Burada işin ne?
-Bana Burguçan derler. Sen kimsin?
-Onbaşı Pars!

Burguçan sözü kısa kesip dinlenmek üzere yere uzanmak istiyordu. Fakat beriki, işi uzatıyordu:

-Buraya neye geldin?
-Kız almağa…
-Adama kolay kolay kız vermezler.

Burguçan gülümsedi:

-Ben almasını bilirim.

Bunun üzerine Onbaşı Pars birdenbire kükredi:

-Çaşıtsın değil mi? Nice gündür ardımda olduğunu bilmiyor değilim. Onbaşı Pars’ı kovalamanın ne demek olduğunu sana göstereceğim. Çabuk davran, yoksa geberirsin!

Pars, yıldırım hızıyla kılıç çekti. Burguçan da öyle yaptı. Kılıçlar birbirine değdi. Genç kadın kıyıya çekilmiş vuruşu seyrediyordu.

Bu sonsuz bozkırda şimdi bir ölüm dirim savaşı oluyordu. Bozkırın değişmez yasasına göre iki er burada bir ülkü, bir düşünce, bir eğlence yahut bir hiç için savaşıp vuruşacaklar, sonunda biri, belki her ikisi, bir daha kalkmamak üzere düşecek, doymaz bozkır düşenin gövdesini kendisine gıda yaparak sessiz yaşayışına devam edecekti.


Kılıçlar birbirine çarptık şimşek çakıyor, vuruşçular saldırış yaparken savaş uranı bağırıyor, genç kadın dövüşenlere korku ile bakıyordu. Burguçan, karşısındakinin bir saldırışını önledikten sonra sert bir kılıç savurdu. Kılıç bu sefer yerini bulmuş, Pars’ın sağ şakağından çenesine kadar derin bir yara çizmişti. Kanlar giyimine akıyor, fakat o hiç aldırış etmeden dövüşe daha büyük hızla devam ediyordu. Burguçan dövüşe yorgun argın başladığı için kesilmeğe, solumağa başlamıştı. Pars’ın bir vuruşu göğsüne değip kanlar sızmağa başladıktan sonra daha çok yoruldu. Bir aralık soluk aldılar. Sonra yeniden birbirlerine saldırarak vuruşmağa devam ettiler. Geniş alanda sere serpe çarpışıyorlar, ileri geri sıçrıyorlardı. Vuruşun en sert anında Burguçan’ın elinden kılıcının düştüğü, Burguçan’ın bir adım geriye hoplıyarak bıçağa el attığı görüldü. Bıçak sert bir çekişle kınından sıyrıldı ve üç adım ilerdeki Pars’a fırladı. Pars bıçağı göğsüne yiyerek diz üstü çökmüştü. Fakat büyük yiğitlikle sol elini bıçağın sapına getirdiç kavrayıp çıkardıktan sonra Burguçan’a fırlattı. Omzuna saplanmış olan bıçağın acısıyla sendeliyen Burguçan’ın üzerine saldırarak kılıçla yaman bir dürtüş yaptı. Onbaşı Burguçan kütük gibi bir yıkılışla toprağa serildi. İki eliyle göğsünü tutarak inledi.

Onbaşı Pars ayakta güç duruyor, sendeliyordu. Kanlı kılıcını kınına güçlükle soktuktan sonra atına doğru yürüdü. Ses çıkarmadan dövüşü seyretmiş olan genç kadını saygı ile ata bindirdikten sonra kendisi de atına atladı. Kan içinde olduğu halde, ilerde gözüken adamlara doğru yol aldı. Bir zaman sonra hepsi birden ufukta kayboldular.

Akşam oluyordu. Bir atlı, Burguçan’ın yattığı yere doğru geliyordu. Uzaktan keskin gözlerle bakarak bir atın binicisiz durduğunu, biraz yaklaşınca da yerde birisinin yattığını görmüştü. O zaman dört nala ilerlemiş, Burguçan’ın yanında yere atlamıştı. Bu gelen atlı, Binbaşı Bögü Alp’tı. Baygın yatan yaralıya bakınca Onbaşı Burguçan’ı tanıdı. Yaralının başını eliyle tutup kaldırarak seslendi:

-Onbaşı! Onbaşı! Ne oldun?

Burguçan inliyerek gözlerini açtı. Bögü Alp’ı tanımıştı:

-Bozkırın yasasına uydum Tanrı’ya gidiyorum binbaşı.
-Burada ne işin vardı?
-Sevdiğim kıza gidiyordum.
-Neden vuruştun?
-Bilmiyorum…

Bögü Alp’ın kaşları çatıldı. Burguçan galiba sayıklıyordu. Yeniden sordu:

-Seni kim yaraladı?
-Onbaşı Pars.
-Ne? Onbaşı Pars mı?
-Evet.
-Şu onbaşıyı bana tarif edebilir misin?

Burguçan sararıyordu. Kan, damarlarından çekiliyordu. Gözlerini kapadı. Bögü Alp sorusunu tekrarladı. Onbaşı gözlerini güçlükle açabildi:

-Yüzüne uzun bir kılıç yarası açtım. Şakağından çenesine kadar…

Onbaşının gözleri tekrar kapandı. Sesi yavaşlıyarak: “Sevdiğim kız artık beni beklemesin” dedi, Bögü Alp, kolundaki yaralının gülümsediğini, bir şeyler mırıldandığını gördü. İşitebildiği biricik söz “ bozkır yasası” olsu…


***



Yasa, yasaya baş eğen oğullarından Burguçan’ı almıştı…

O gece üç atlı Selenge boyundan kuzeye doğru gidiyordu. Bunlardan biri Binbaşı Çamur Beğ’di. Yanında bulunan Onbaşı Pars’la konuşuyordu:

-Onbaşı! Ardımıza kimsenin düşmediğini iyi biliyor musun?
-Biliyorum Binbaşı!
-Ardımıza düşerler de savaşmak gerekirse durumumuz iyi olmaz. Geçen sefer biz o kadar kalabalık olduğumuz halde bir tek Bögü Alp içimizden üçünü öldürmüştü.
-Doğrudur. Selenge kıyısındaki ağaçlıkta beni nasıl gördüğüne de aklım ermiyor.
-Bögü Alp Kür Şad’ın adamı olmasa ondan işkilleneceğim ama değil. Kür Şad, Tulu Han’ın teklifini kabul etmedi.
-Kür Şad, Tulu Han’ın teklifini kabul etmese bile bunu kağana söylemiyecektir. Kağanı o da sevmiyor.

Üşütücü bir geceydi. Rüzgâr sert esiyordu. Binbaşı Çamur Beğ gülümsiyerek Pars’a baktı:

-Bögü Alp’ın seninle neden bu kadar ilgilendiğini biliyor musun?
-Hayır.
-Seni bacanağı olan Onbaşı Pars’la karıştırıyordu. Işbara Han’ın onbaşılarından bir Pars var ki, Işbara Han’ın büyük kızı Almıla ile evlenmiş, sonra da batıya kaçmıştır. Bögü Alp bu Pars’ı hiç görmemiştir. Senin adını nereden duyduysa duymuş, seni kendi bacanağı sanmıştır. Böyle sanmasaydı işin bitikti.
-Bögü Alp şimdi gerçek durumu öğrenmiş midir?
-Öğrenmiştir ama artık iş işten geçmiştir.
-Neden?
-Çünkü şimdi yaralı olarak otağında yatmaktadır!

Pars bir şey anlamıyarak Çamur Beği’in yüzüne baktı. Binbaşı bilmeceyi çözdü:

-Seni kaybettikten sonra aramağa başlayıp izine düştü. O zaman benimle karşılaştı. Beni de tanıyacaktı. O gece birbirimize kılıç savururken yüzyüze gelmiştik. Beni tanımak ister gibi yüzüme bakarken hemen bir ok çekip gezledim. Devrildiğini görünce de artık beklemeden sizi bulmağa geldim.

 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XV -


TULU HAN


Tulu Han otağından oturmuş, düşünüyordu. Karşısında bir beğ ayakta duruyor, Tulu Han’ın soluk ve kederli yüzüne bakıyordu. İki yıldır Doğu Türkeli’nin kuzey bölgelerini idare eden Tulu Han’da amcası Kara Kağan’a karşı bir kin başlamış, büyümüş, dayanılmaz bir hal almıştı. Babasını öldüren İ-çing Katun ceza görmemişti. Üstelik amcası bu kadını alarak tahta geçmiş, kendi kağanlık hakkını gaspetmişti. Tulu Han bunu bir türlü bağışlıyamıyordu. Kağanlık tahtını elde etmeğe karar vermiş, yapacağı işleri tasarlamıştı.

Bir aralık gözlerini yerden kaldırarak karşısındaki beğe “Geç kaldılar” dedi. Beğ, bir saygı durumu aldıktan sonra: “Biraz önce ulak daha gönderdim. Neredeyse haber alırız” diye karşılık verdi. Sonra sıkı bir sessizlik içinde uzun bir zaman geçti.

Tulu Han şimdi otağın içinde geziniyordu. Canının çok sıkıldığı anlaşılıyordu. Yanındaki beğe hiç bakmadan onunla konuşuyordu:

-Ötüken’den haber var mı?
-Var. Elçiler batı kağanının yanından döndüler.
-İki kağan anlaşmışlar mı?
-Bunu kimse bilmiyor.

Bu sırada dışardan at sesleri işitildi. Tulu Han başını kaldırarak baktı. Beğin gözleri parladı:

-Geldiler.

İçeriye bir ulak girerek yere diz vurdu:

-Çinli hanım geldi Han!

Tulu Han yanındaki beğe buyruk verdi:

-Hanımı kendisi için hazırlanan otağa al. Çamur beğle Çang-su buraya gelsin.

Binbaşı Çamur Beğ, Çuluk Kağan’ın en gözde beğlerindendi. O öldükten sonra oğlu Tulu Han’a sadık kalmış. Tulu Han kağan olamadı diye adamakıllı içerlemişti.

Biraz sonra Çamur Beğ’le Çinli Çang-su, Han’ın karşısında idiler. Han’ın soluk yüzünde bir ışıltı vardı. Aylardır ilk defa gülümsüyordu:

-“Anlat bakalım Çamur Beğ, nice oldu?” dedi.

Binbaşı, koynundan bir bitik çıkarıp Han’a sunduktan sonra anlattı:

-Her şey buyruğunca oldu Han! Çin veliahdiyle konuştuk. Sana akrabasından bir hanımı konçuy (Zevce/Eş) olarak gönderdi. Ötüken kağanı olman için yardım edeceğini bildirdi. O da gerektiğinde senden yardım isteyecek.

Han, Çinliye döndü:

-Sen de söyle bakalım!

Çang-su sırıtarak eğildi:

-Çin veliahdi Şemin size 10 kese akça gönderdi. Ağırlık olup göze çarpmasın diye başka hediye yollamadı.
-Yolculuk nasıl geçti?
-Birkaç tehlike atlattık. Çinli uşaklardan ikisi öldü.
-Nasıl?
-Baskına uğradık.

Tulu Han, Çamur Beğ’in yüzüne baktı. Binbaşı yüzünü buruşturdu:

-Çinli uşakların öldüğü bir şey değil. Bizim erlerimizden birisi öldü. Hemen hepimiz yaralandık.

Tulu Han hayret etti:

-Büyük bir savaş mı yaptınız?
-Hayır Han! Yavuz bir bahadıra çattık. Geceleyin vuruştuk.
-Bu kadar işi bir tek bahadır mı yaptı?
-Evet Han!
-Kimmiş bu yavuz bahadır?
-Öğrenemedik. Geceleyin bize saldırdı. Okla, kılıçla vuruştuk. Aramızdan üçünü öldürdü; bir çoğumuzu yaraladı. Güçlükle püskürttük.
-Sizden ne istiyordu?
-Bilmiyoruz.

Tulu Han biraz düşündükten sonra:

-Bir dileğiniz var mı?

Çamur Beğ yere diz vurdu:

-Dileğim sağlığındır.

Çang-su da yere diz vurdu:

-Tulu Han! Konçuyu getirmek için yardım edenlere akça adamıştım. Bana bu akçayı vermeni dilerim.

Tulu Han, Çinliye bir kese fırlattı.

***


Tulu Han Çamur Beğ’i oatağına çağırttı:

-Binbaşı! Babam kağana yaptığın gibi bana da çok hizmet ettin. Elbet günün birinde bunu öderim. Şimdi senden yeni bir hizmet daha bekliyorum.
-Buyruk senindir.
-Ötüken’e giderek kardeşim Kür Şad’la görüşecek ve bu bitiği ona vereceksin.

Tulu Han, elindeki bitiği Çamur Beğ’e uzattı:

-Ötüken tahtı için savaşa gireceğimi, kendisinden yardım istediğimi de söyliyeceksin.
-Buyruk senindir.
-Her şeyin hazırlandığını, Çinli bir konçuyla evlendiğimi, Çin veliahdi Şemin’den yardım göreceğimi de anlatacaksın. Sonra ondan aldığın cevabı bana en çabuk bir zamanda ulaştıracaksın.
-Buyruk senindir.
-Bu işi başarmak için yanına, konçuyu getirmeğe giderken aldığın adamlardan en iyilerini al. Bu kese de gereken yerde harcaman içindir.

Tulu Han, dolu keseyi Çamur Beğ’e uzattı. Binbaşı keseyi aldıktan sonra yere diz vurdu:

-“Buyruğun yerine gelecektir” diyerek otağdan çıktı.

***



Biraz sonra üç atlı Ötüken yolunda dört nala uçuyorlardı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XVI -


ÇÖZÜLEN BİLMECE


Binbaşı Bögü Alp, Tunga Tigin’in verdiği toydan dönerken alış veriş evine uğramıştı. Tunga Tigin toy sonunda konuklarına beşer gümüş akça vermiş olduğundan Bögü Alp bu akça ile karısı Gün Yaruk’a bir şeyler almak istiyordu. Fakat bir türlü yarar bir nesne bulamamıştı. Bögü Alp alacak bir şey bulamdığı için alış veriş evinden çıkmak üzere idi ki, gözleri ilerde birisine takıldı. Onu tanıyor gibi oldu. Fakat tanıyamadı. Bahadır kişi olduğu kılığından anlaşılan o adam da kendisinden önce alış veriş evinden çıkmıştı. Bögü Alp da dalgın dalgın oradan çıkıp kendi çadırına yürüdü. Tam çadırına yaklaşırken karşılaştığı birisi Bögü Alp’ın şiddetle dikkatini çekti. Bu adamda hiçbir olağanüstülük yoktu. Yalnız sağ şakağından çenesine kadar yeni açılmış bir yaranın göze çarpan izleri vardı. Bögü Alp birdenbire Onbaşı Burguçan’ın sözlerini hatırladı: Burguçan, Onbaşı Pars’la vuruştuğunu ve Pars’ın yüzünde, şakağından çenesine kadar derin bir yara açmış olduğunu söylemişti. Pars’ın adı zihninden geçince Bögü Alp dikkatini onun üzerine yığdı ve Kıraç Ata’dan dönerken gördüğü Onbaşı Pars’ı hatırladı. Ta kendisiydi. Yalnız biraz arıklamış ve yorulmuştu. Fakat Onbaşı Pars burada ne arıyordu? Onun katuna karşı geldikten sonra Ötüken’den kaçtığını herkes duymuştu. O halde?...

Bögü Alp, çadırının önüne gelmişti. Hızla içeri girerek Gün Yaruk’u çağırdı:

-Gün Yaruk! Enişten Onbaşı Pars’ı tanırsın değil mi?
-Tanırım.
-Bak çadırın önünden geçiyor. Yüzünde büyük bir kılıç yarası var.

Gün Yaruk seğirtti. Çadırın keçesini aralayıp baktı. Yüzü yaralı adamı görmüştü:

-“ Bu benim eniştem Pars değil” dedi.

Bögü Alp şaşırmıştı; sordu:

-İyi gördün mü?
-Gördüm.

Çadırından fırlıyarak yüzü yaralı adamın arkasından ilerledi, yetişti:

-“Sen Onbaşı Pars değil misin?” diye sordu.

Yüzü yaralı adam birdenbire duraksadı. Şüpheli gözlerle Bögü Alp’a baktıktan sonra : “Evet” diye cevap verdi.

-Biz bacanağız.
-Benim bacanağım yok.
-Sen Işbara Han’ın onbaşılarından değil misin? Karın Almıla değil mi?
-Hayır!

Bögü Alp şaşırmıştı. Bir müddet bakıştılar. Söze yine Bögü Alp başladı:

-Öyle ise söyle bakalım: Onbaşı Burguçan’ı neye öldürdün?
-Onbaşı Burguçan mı?
-Evet.
-Tanımıyorum.
-Nasıl tanımazsın? Senin yüzüne şu yarayı açan Burguçan’ı tanımaz olur musun?

Yüzü yaralı adam irkilir gibi oldu. Sertleşerek:

-“Sen kimsin? Bana niçin soru sorup duruyorsun?
-Ben binbaşı Alp’ım. Senden şüpheleniyorum. Sen Tulu Han’ın adamı değil misin? Selenge boyunda, sivri kayalar yanında iki Türk ve bir Çinli ile geçen Onbaşı Pars sen değil misin?

Onbaşı Pars kılıcına el attı. Tam bu sırada ilerden dört nala bir ulağın geldiği görüldü. Ulak yol açıyordu. Çünkü arkasından kağanla maiyeti hızla geliyorlardı. Bögü Alp’la Pars acele yol açmak mecburiyetinde kaldılar. Fakat biri bir yanda, öteki öbür yanda kalarak birbirlerinden ayrılmışlardı.

Kağan, arkasında birkaç beğ ve ulak olduğu halde geçiyordu. Yolda olanlar yere diz vurarak onu selâmladılar. Kağan çekildikten sonra Bögü Alp karşı yana baktı: Onbaşı Pars ortadan kaybolmuştu.

***

 
Üst