Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya Chrome kullanmalısınız.
Aradan iki yıl daha geçti. Ötükenliler yoksullukla pençeleşerek iki yaz, iki kış geçirdiler. Bir şeyler olacak gibiydi. Fakat bir şey olmuyordu. Ötükenlilerde, düşünde koşmak istediği halde koşamıyan kimselerin durumu vardı.
624 yılında bir gün, beğlerden biri Kara Kağan’ın otağına girerek yere diz vurdu. Kocamış Çin kağanının Türk akınlarından yıldığını, Türkler saldırmasın diye başkenti olan Siganfu’yu yıkmayı düşündüğünü, Çin kağanının oğlu Şemin’in bu düşünceye karşı geldiğini bildirdi.
Kara Kağan, tahta geçtiğinden beri kendisini yalnız bırakmıyan tereddütler içinde düşünüyordu. O, her şeyden önce İ-çing Katun’un tesirinde kaldığını biliyor, fakat bu tesiri silkip atamıyordu. Şen-king’in Ötüken’de kovuculuk (iftira) ve karıştırıcılık yaptığını da anlıyor, katunun hatırını kırmamak için buna da göz yumuyordu. Ötükenlilerin öfkesinin önüne geçmek için ara sıra Çin’e akınlar yapıyor, fakat bu akınlar umulduğu kadar doyum ve ulca getirmiyordu.
Bu tereddüt ve kararsızlık içinde bir ay geçti. Bir gün Tunga Tigin, kağan otağına girerek doyum için mutlaka Çin’e bir akın yapılması gerektiğini bildirdi. Kağan sordu:
-Tulu Han da bizimle birlikte akına gelir mi?
-Kağan buyurduktan sonra elbet gelecektir.
-Tulu Han’a haber salın. Beş güne kadar akına çıkacağız.
***
Bundan sonra üç günde kağan, beğleri üç defa beğleri otağına kabul ederek uzun boylu konuştu. Bu konuşmalarda İ-çing Katun ve tümenbaşı Şen-king de bulunuyordu. Aralarında neler konuşulduğunu kimse bilmedi. Fakat Kağan Çin’e akın yapılacağını açığa bütün Türklerin gözleri parladı.
Birkaç gün sonra Türk ordusu güneye doğru hızla ilerliyordu. Kür Şad, Tunga Tigin, Işbara Han ve Şen-king birer tümenin başında oldukları halde Kağanın buyruğunda idiler. Tulu Ham da öz çerisi ile geliyordu.
Bu ordu Çin’e korku ve ölüm saçarak Çin duvarına dayandı. Duvarı aşaral birkaç kola ayrılıp güneye doğru aktı. Sonra yine toplanarak Çin başkentine yöneldi. Çin halkı bucak bucak kaçıyor, Çin çerileri de kalelere sığınarak ölümden, tutsaklıktan kurtulmağa çabalıyordu.
Çin başkentinde korkunun doğurduğu bir karışıklık başlamıştı. Kimse ne yaptığını, ne yapacağını bilmiyordu. Sarayda da bir telâş baş göstermişti. Çin subaylarından soğukkanlığını kaybetmiyen yalnız Çin kağanının oğlu Şemin kalmıştı.
Kara Kağan, çerisinin en seçmelerinden ayırdığı 10.000 kişi ile Şemin’in üzerine yürüyordu. Bu seçme orduda hemen hemen bütün tümenbaşılar, binbaşılar, yüzbaşılar, onbaşılar bulunuyordu. Tulu Han da birlikte idi. Fakat o kadar çok yağmur yağıyordu ki hep sırılsıklam olmuşlardı. Yağmur bir türlü kesilmiyor, iliklerine işliyor, en kötüsü yaylarını gevşeterek kullanılmaz bir duruma getiriyordu.
Ordunun öncüsü olan 100 atlı “Yedi Ejder Tepesi”ne vardığı zaman Çin ordusunun bir bölümünü orada buldular. Türklerden o denlü yılmışlardı ki Türk öncüsünün gözükmesi Çin ordusunun sarmağa, kargaşalık uyandırmağa yetti.
Şemin, kendi çerisinin kaçacağını anladı. Bunu önlemek için olağanüstü bir şey yapmak gerekiyordu. Uzun uzadıya düşünecek zamanı olmadığı için yaverini çağırarak hemen birkaç yiğit subayla yüz kadar çeri ayırmasını buyurdu. Başka bir subayı da gerideki asıl Çin ordusuna koşturarak bu ordunun savaş dizi haline girmesini ve ağır ağır ilerlemesini söyledi.
Kendi ardına taktığı yüz kadar çerisiyle Kara Kağan’a doğru at sürdü. Üç tuğun dikilmiş olduğu yerde kağan yaklaştı. Türk ordusunda yüz elli adım kadar yaklaştı. Türk ordusunda çıt bile çıkmıyordu. Şemin yüz elli adımda bağırdı:
-Kara Kağan orada mı?
Dilmaç, bu sözleri yüksek sesle Türkçeye çevirdikten sonra kağanın buyruğu ile cevap verdi.
-Kara Kağan buradadır.
-Ben Çin kağanının oğlu ve Tsin beğlerbeği Şemin’im! Size hiçbir borcumuz yok. Neden ülkemizi yağma ediyorsunuz?
Susutu. Sözlerinin nasıl bir tepki yaptığını görmek istiyordu. Fakat dilmaç bu sözleri Türkçeye çevirirken başta kağan olmak üzere bütün Türklerin taş gibi durduklarını gördü. Aralarında hiçbir kıpırdanma olmamıştı. Atları bile sessiz ve hareketsiz duruyordu.
Şemin atının üstünden kalkarak geriye baktı. Büyük Çin ordusunu yavaş yavaş yaklaşıyordu. O zaman yeniden bağırdı:
-Savaşırsak çeriler ölecektir. Bu kadar suçsuzun kanını dökmekte ne fayda var? Bunun için karşınıza yüz atlıyla çıktım. Kağanla teke tek vuruşmağa geldim. Kim alt olursa o taraf yenilmiş olur!
Dilmaç bu sözleri de Türkçe’ye çevirdikten sonra kağanın yüzü değişti. Bir tuhaflaştı. Gülümsedi. Kara Kağan dirliğinde ilk defa gülümsüyordu. Kağan’ın kendisine cevap vermeğe tenezzül etmeyerek gülümsemesi Şemin’i öfkelendirmişti. Türk Kağanı kendisini aşağılıyor, ona gülüyordu. Fakat öfkeye kapılacak zaman değildi. Palavra ile davayı kazanamazsa Çin devleti yıkılabilirdi. Uzaktan tuğunu gördüğü Tulu Han tarafına doğru at sürdü. Şöyle bağırdı:
-Tulu Han! Sizinle ittifak etmiştik. Size yardım etmiştim. Yaptığınız andı unuttunuz mu? Benimle baş başa vuruşarak yenmek veya yenilmeği bu vuruşa bağlamak ister misiniz?
Tulu Han hiç cevap vermedi. Başını önüne eğdi. Kara Kağan’ın dirliğindeki ilk gülümseyişi son olmuş, şimdi kaşları çatılarak Tulu Han’a yönelmişti. Kara Kağan’ın yanındaki bütün beğler Tulu Han’a bakıyorlardı. Hele Kür Şad… Onun gözlerinden şimşekler çıkıyor, beyninde yıldırımlar çakıyordu. Demek ki kardeşi kendisine haber gönderdiği zaman doğru söylemiş, bu aşağılığı yapmıştı. Tulu Han susuyor, kimseye bakmıyordu. Niçin susuyordu? Kara Kağan’ın içine şüphe girmişti. Demek Tulu Han Çin kağanının oğluyla anlaşmıştı.
Beğlerin hiç biri bundan bir şey anlamamıştı. Yalnız Binbaşı Bögü Alp’ın kafasındaki bir düğüm çözülmüştü. O, Tulu Han’a yakın bir yerde bulunduğu için gözlerini ona dikmiş, inceliyordu. Yavaş yavaş beynindeki karanlık bir nokta aydınlanmağa başlamıştı. Dikkatle bakınca Tulu Han’ın gerisindeki bir binbaşıya gözleri takıldı. Bu, Kıraç Ata’nın yanından dönerken gördüğü, Onbaşı Burguçan’ın öldürülmesinden sonra karanlıkta çarpıştığı binbaşıydı. Bu alış veriş evinde gördüğü, daha sonra kendisini okla yaralıyan binbaşıydı. Demek Tulu Han’ın adamı olan binbaşı Çin kağanının oğluyla Tulu Han’ı birleştirmiş, arada elçilik, aracılık yapmıştı. Bu kötü işleri gizli gizli yaptığı için de önüne çıkanları yok etmeği tasarlamıştı.
Bögü Alp biraz daha geriye bakınca Onbaşı Pars’ı tanıdı. İşte artık karanlık nokta kalmamıştı. Daha çok emin olmak için gözleriyle Işbara Han’ı aradı. Işbara Lap kendisinden elli adım kadar ilerde duruyordu. Bögü Alp gürültü etmeden ona yaklaştı. İlerde, Tulu Han’ın arkasında duran beği göstererek tanıyıp tanımadığını sordu. Işbara Han bunun Binbaşı Çamur Beğ olduğunu söyledi. Daha geride duran, yüzü kılıç yaralı Onbaşı Pars’ı ise tanımadı.
Türk ordusunda derin bir sessizlik vardı. Kara Kağan düşünüyordu. Geriden gelen büyük Çin ordusunu görmüştü. Kendi büyük ordusu epey geride kalmıştı. Nice zamandır yağan yağmurlar yay kirişlerini gevşetmişti. Bu yaylarla ok atılmazdı. Ya Şemin’in sözleri?... Demek ki Tulu Han onunla anlaşmıştı. Tam bu sırada Tulu Han’ın yanındaki beğlere bir şeyler söylediği, biraz sonra da Tulu Han çerilerinin 200 adım kadar geriye çekilerek durdukları görüldü. Kara Kağan’ın hiç şüphesi kalmamıştı. Kendisi savaşa başlasa ağabeyle Tulu Han yardım etmiyecekti. Ötüken’den bu kadar uzakta, Çin’in içinde, ok atmıyan kirişlerle ve kalabalık Çin ordusuyla savaşmak… Kağan buna kıyışamadı. Tunga Tigin’e buyruk vererek Tulu Han’a gönderdi. Tulu Han, kağan tarafından elçi seçilerek Çin ordusuna yollanıyordu. Biraz sonra Tulu Han barış için Çin sarayına giderken Türk ordusu hızla kuzeye doğru çekiliyordu.
Çerilerin ağzını bıçak açmıyordu. Bu kadar yorgunluktan bu kadar emekten sonra yurtlarına eli boş dönüyorlardı. Beğlerin kaşları çatıktı. Kağanın kararsızlığına içerliyorlardı. Binbaşı Bögü Alp göğe bakarak boyuna ıslık çalıyor, “Tanrı galiba kağanın gözlerini kapadı. En önemli işini can düşmanına ısmarladı” diye düşünüyordu.
Çin kurtulmuştu…
- XVIII -
ONBAŞI SÜLEMİŞ
Ötüken’de işler yine ters gitmeğe başlamıştı. Açlık yüz göstermişti. Bu kış en çok sıkıntı çekenlerden biri Onbaşı Sülemiş’ti. İki küçük kardeşi, anası, karısı, üç küçük çocuğuyla genç onbaşı hayli dertte idi. Bir türlü işleri yoluna girmiyor, açlıktan kurtulamıyordu. Çin yağmalarında eline geçen ne kadar değerli eşya varsa birer birer satıyor, karşılığında et, kımız, kurut bulup evini açlıktan öldürmemeğe çalışıyor, ara sıra da ava çıkıyordu. Evdeki son kırıntının bitmiş olduğu bir günde Onbaşı Sülemiş çadırından fırlıyarak yiyecek bulmak üzere ormana yöneldi. Talihsiz bir gündü. Akşama kadar ancak bir tavşan avlıyabilmişti. Bunu evine götürmek üzere dalgın dalgın dönerken birdenbire karşısına birisi çıktı. Boynunda asılı olan torbasında yiyecek dolu olduğu anlaşılıyordu:
-“Sen Onbaşı Sülemişsin, değil mi?” diye sordu.
-Evet!
-Evinde yiyeceğin yok, değil mi?
-Yok ya.
-Torbam yiyecek dolu. Sana söyliyeceklerimi yaparsan bu yiyecekleri sana veririm.
Onbaşı Sülemiş bıçağını okşıyarak gülümsedi:
-De bakalım. Bunlar nice iştir.
-Kolay işlerdir. Bu yiyeceklerden başka akça da alacaksın.
Onbaşı Sülemiş’le karşısındaki adam bakıştılar. İyi giyimli, iyi pusatlı bir bahadırdı.
-Akça senin olsun Ötüken’de mal yok ki akça geçsin. Şu torbada neler var?
-Kurutla kızarmış et dolu. Küçük bir çamçak da kımız var.
-İyi. Anlat bakalım, neymiş bu yapacağım iş.
İyi giyimli bahadır, Onbaşı Sülemiş’e biraz yaklaşarak sesini kıstı:
-Sen Işbara Han tümenindensin değil mi?
-Evet.
-Senden istediğim şu: Işbara Han tümeninde kaç çeri, kaç onbaşı, kaç yüzbaşı olduğunu öğrenip bana diyeceksin.
Sülemiş’in gözleri açıldı:
-Bu kadar er sayılır mı be?
-Sen teker teker sayacak değilsin.
-Ya nasıl sayacağım?
-Onbaşılardan, yüzbaşılardan kendi buyruğundaki erlerin sayısını öğrenceksin.
Sülemiş elini alnına attı. Bir şeyler düşündü. Sonra karşısındaki adama sordu:
-Sen kimsin? Neden kendin saymıyorsun da bana saydırmak istiyorsun?
Beriki güldü:
-Kim olduğumu sorma. Bu bilgiyi niçin istediğimi öğrenmeğe de kalkma. Yalnız bana söyle: Dediğimi kabul ediyor musun, etmiyor musun?
Sülemiş düşünmeğe başladı. Karşısındaki adamın niçin bunları öğrenmek istediğini, niçin kendisine bol keseden yiyecek ve akça vermeğe kalktığını anlıyamıyordu.
Onun bu kararsızlığını gören karşısındaki adam yeniden söze girişti:
-Onbaşı Sülemiş! Yüzbaşı olmak ister misin?
-İsterim.
-Öyleyse dediğimi yap.
Sülemiş şaşırdı:
-Bana bak! Işbara Han yahut Kür Şad gibi konuşuyorsun. Beni yüzbaşı yapmak senin elinde mi? Hem sen benim adımı nereden biliyorsun? Ben seni tanımıyorum…
-Ben seni tanıyorum. Kür Şad yahut Işbara Han değilim ama seni yüzbaşı yaptırabilirim…
-Nasıl yaptırabilirsin?
-Tulu Han’ın buyruğuna girersen hemen yüzbaşı olursun. Ama dediğim gibi Işbara Han tümeninin sayısını bana bildireceksin.
Sülemiş, durumu kavramıştı. Birden yüzü değişti:
-Sen Tulu Han’ın buyruğundasın değil mi?
-Evet!
Bir ara ikisi de sustular. Yabancı adam gülümsüyordu:
-Onbaşı Sülemiş dedi, Tulu Han yakında Türk kağanı olacak. Barış yapmak için Çin’e gittiği zaman Çin kağanı onu kendi tahtına oturtarak yan yana konuştu. Onu Kara Kağan’la denk tuttuğunu söyledi. Onbaşı Sülemiş! Gözlerini dört aç! Kara Kağan Türk budununu uçuruma götürüyor. Hem kağanlık Çuluk Kağan’dan sonra Tulu Han’ın hakkı idi. Kara Kağan katunun elinde oyuncaktır. Bizi ancak Tulu Han kurtarabilir.
-Dediklerini kabul ediyorum. Üç gün sonra sana istediğin bilgiyi getireceğim.
-İyi. Ondan sonra birlikte Tulu Han’ın ordusuna gideceğiz. Üç gün sonra seni yine burada, bu vakit bekliyeceğim. Atlar hazır olacak. Çoluk çocuğunu da birlikte getir…
-Olur.
Bilinmiyen adam yiyecek dolu torbasını Sülemiş’e uzattı. Bir kese de akça verdi. Ayrıldılar.
Üç gün sonra Onbaşı Sülemiş ormanın kıyısında buluşacakları yere gidiyordu. Onda kavşıta giden değil, yağıyı gözliyen adamın durumu vardı. Bakışlarıyla ileriyi ve yanları kolluyordu. Ormana yaklaşırken çok uzaktan birkaç atlı gözüne ilişti. Sülemiş, savaş uranı bağırmak üzere idi ki bir ok vızlıyarak kulağının dibinden geçti. O zaman genç onbaşı atı üstünde dikilerek geriye baktı ve savaş uranıyla haykırdı. Aynı anda aynı bağırışların işitilmesinden sonra öteden beriden atlılar dört nala saldırdılar. İkinci ve üçüncü oklar da onbaşının yanına düştü. O da sadağa el atmış, karşıya ok çekmeğe başlamıştı. Çok uzaktan oklaşıyorlardı. Geriden gelenler yaklaştıktan sonra Sülemiş onlarla birlikte ormana doğru saldırdı. Ormandakiler kalabalık saldırışı görünce artlarına ok çekerek kaçmağa başlamışlardı. Orman onları koruyordu. Akşamın basmağa başlıyan karanlığı da kaçanların işlerine yarıyordu. Tek tük oklar atılıyor, fakat uzaklık ve karanlık bunların hedefe varmasına engel oluyordu.
Nihayet kaçanlar kurtuldu. Kovalıyanlar yalnız bir at yakalıyabilmişlerdi. Işbara Han bu atın iyi koşumlu ve bakımlı durumuna bakarak:
-“Bu at Çin kağanının ahırından çıkmışa benziyor” dedi. Bögü Alp cevap verdi:
-“Tulu Han’ın da Çin kağanından farkı yok. Çerileri Çin beğleri gibi doyumlu ve giyimlidir”
Yamtar, atın üzerine bir göz attı. Atın üzerinde bir torba, torbanın içinde de yiyecek var mı diye bakıyordu.
Karanlıkta dönerlerken Bögü Alp , Kıraç Ata’nın kendisine söylediği hatırlıyordu. Dokuz yıla kalmaz, olan olur; Dokuz yıl daha geçer, katı kılıç kullanmak günü gelir. Kıtlık olunca ay parçalanacak. Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum. Aralarında sen de varsın. Yağmur yağıyor. Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz. Budun kurtuluyor. Adınız unutulmıyacak. 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz. Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak…
- XIV -
ONBAŞI ÜÇOĞUL
Işbara Han’ın onbaşılarından Üçoğul, açıkgöz bir onbaşıydı. Çinle barış olduğu zaman sınıra gidip alış veriş yapar, hattâ daha içerlere bile giderek kendisine kazanç sağlardı. Tulu Han elçi olarak Çin’e gidip Kara Kağan adına barış yaptıktan sonra sınırda alış veriş başlamış, bir çok Türkler, teker teker, yahut küme küme sınıra giderek alış verişe başlamışlardı. Ati sığır, koyun, kürk satıyorlar, pirinç, darı, kumaş alıyorlardı. Üçoğul birkaç kere Çin’e gidip geldiği için biraz Çince de biliyordu.
Arkadaşı Karabudak’ın kızkardeşiyle evlendikten sonra bir oğlu olmuş, verdiği söz gereğince adını Karabudak koymuştu. Başında çok kalabalık olmadığı için geçim darlığı çekmiyordu. Çinle barış yapılıp sınır açılınca satılacak iki atla beş koyunu önüne katarak sınıra ulaşmıştı.
Burada yer yer pazarlar kurulmuştu. Hararetli bir alış veriş yapılıyordu. Satılık malı olan Türkler mallarını dizip bekliyorlar, bir Çinli kendilerine yaklaşıp alış veriş teklif bekliyorlar, bir Çinli kendilerine yaklaşıp alış veriş teklif edince pazarlığa başlıyorlardı. Üçoğul atlarıyla koyunlarını bir arada serbest bırakıp önlerine biraz kuru ot verdikten sonra kendisi at üzerinde yemeğini yemeğe başladı. Alıcı Çinliler yavaş yavaş onbaşının yanına gelerek koyunlarını, atlarını gözden geçirmeğe başladılar. Birbirleriyle çabuk çabuk bir şeyler konuşuyorlardı. Üçoğul bu konuşmalardan pek bir şey anlamıyordu.
Epey bekledikten sonra koyunlara bir laıcı çıktı. Bir Çinli beş koyuna beş gümüş akça verdi. Üçoğul beş koyun için üç torba pirinç istiyordu. Çinli direniyor, pirinç olmadığı için akça verdiğini, bu akça ile dört torba pirinç bile alabileceğini söylüyordu. Onbaşının akça yerine pirinç istemekten şaşmadığını görünce yanına iyice sokularak arsız arsız sırıttı:
-“Sen uslu bir Türk’e benziyorsun. Sözümü iyi dinle: Bu akçaları alarak koyunları bana sat. Sonra doğru Siganfu’ya giderek iki atını da orada sat. İstediğin kadar pirinç alıp yurduna dön” dedi.
Bu düşünce Üçoğul’a pek yumuşak geldi:
-“Peki Çinli! Senin dediğin olsun” diyerek koyunları Çinliye verip beş gümüş akçayı aldı. Bu satıştan pek sevinçli olan Çinli göz kırparak:
-“Şimdi doğru Siganfu’ya… Ama kılıcını burada bir yere bırak. Seni kılıçla içeri bırakmazlar” dedi. Sonra da yılışarak: “Çünkü Türkler yaramaz olur” diye ekledi.
Artık Onbaşı Üçoğul için Çin’in başkentine yönelmekten başka iş kalmıyordu. İki atı yedeğine alarak atını yorgaya kaldırdı.
Ertesi akşam Üçoğul Siganfu’ya giriyordu. Keçeye sardığı kılıcını satılık atlardan birinin sırtına yerleştirmişti. Şehir kapısından girerken Çin karakolu kendisini kısa bir sorguya çekmiş, iki tanı satmak için geldiğini öğrenince bir akça toprak bastı vergisi alarak onu içeri koyuvermişti. Üçoğul önce kendisine bir konuk evi arayıp bulmuş, atlarını ahıra çekerek sırtındaki keçeyi alıp odasına getirmişti. Açık havaya alışmış olan onbaşıyla atlarına bu dar sokaklı Çin şehri ve ahır sıkıntı veriyordu ama yapılacak başka bir şey yoktu.
Akşam karanlığında Üçoğul, konuk evinin geniş avlusunda tahta bir sedire oturup kendisine yiyecek ısmarladı. Birkaç konuk daha vardı. Herkes birbiriyle konuşarak yemek yiyordu. Biraz sonra içeriye, kılığından subay olduğu anlaşılan biri, arkasından iki kişi olduğu halde girip konuk evi sahibine buyruklar verdi. O içeri girince Üçoğuldan başka herkes ayağa kalkıp onu Çin göreneğince selâmladı. Ev sahibi bu yeni gelene çok saygı gösteriyor, onunla hep “beğimiz” diye konuşuyordu. Bu Çin beği, Üçoğul’a şöyle bir baktıktan sonra beride bir yere oturup yanındakilerle birlikte yemek yemeğe başladı. Üçoğul ısmarladığı yemeği bekliyor, fakat bu yemek bir türlü gelmiyordu. Çünkü konuk evi sahibi ile iki yamağı boyuna yeni gelen Çin beğine hizmet ediyordu. Onbaşının canı sıkılmıştı. Yanından geçen yamağı kolundan yakalıyarak kendine çekti:
-“Bana bak yamak! Benden sonra gelenlerin yemeğini getirdin. Benimki ne oldu?” diye sert bir sesle sordu.
Üçoğul’un demir bilekle yakalayıp kendisine çektiği yamak korkudan titremeğe başlamıştı. Yavaş sesle: Bu yüce beğ, Çin veliahdi Kien-çing’in yaveridir” dedi. Onbaşı sesini yükseltti:
-Yaverse bana ne! Ben daha önce gelip yemek ısmarladım. Bu yemek hemen gelecek, anladın mı?
Bu sözleri söyledikten sonra hızla ittiği yamak birkaç adım fırladıktan sonra yere kapaklandı. Çinli yaver, Üçoğul’un pürüzlü bir Çince ile söylediği sözleri işitip onun Türk olduğunu anlamıştı. Yaverin kendisi de Çinli anadan doğmuş bir Türk’tü. Pek küçük yaşta Çin’e gelmiş olduğu için Türkçe’yi konuşamaz olmuştu. Yalnız biraz anlardı. Türlüğünü de unutmuş değildi. Karşısındakini görüp güçlü bir bahadır olduğunu anlayınca hoşuna gitmişti. Onbaşıya dönerek:
-“Yiğit! Sen kimsin?” diye sordu.
-Işbara Han tümeninden Onbaşı Üçoğul!
Işbara Han adı üzerine yaver doğruldu. Işbara Han’ı Çinliler bilirlerdi.
-Burada ne arıyorsun?
-At satmağa geldim.
-Kaç atın var?
-İki.
Yaver ilgilenmişti. Türk atlarına Çin’e herkes alıcı çıkardı:
-Şu atları getir de bir görelim.
Üçoğul ahura seğirtti. Satılık atlarını çözüp çıkarmak üzere iken demin yere savurduğu yamak telâşla ahırın kapısında gözüktü. Soluk soluğa “Aman bahadır! Sakın buradan çıkma! Şimdi Prens Şemin’in adamları da konuk evine geldiler. Her halde bir dövüş çıkar” dedi.
Onbaşı pek de bir şey anlamamıştı:
-“Ulan, ne diyorsun? Dövüş olan yerden kaçılır mı?” diye cevap verdi. Yamak ellerini ovuşturuyordu:
-Ah bahadır ah! Sen bilmezsin. Çin kağanının üç oğlu birbirine öyle düşmandır ki, adamları birbirlerini her gördükleri yerde öldürürler.
Üçoğul dinlemeden atlarıyla birlikte avluya geldi. Yine subay kılıklı birisiyle arkasında üç adamı demin kendisiyle konuşan yaverin karşısında duruyorlardı. Üçoğul bir Türk onbaşısı olduğu için burada bir dövüşün başlamak üzere olduğunu anlamıştı. Hiç şüphesiz bu dövüşte seyirci kalamazdı. İki taraftan birini tutmak gerekti. Tutmak gerekince de az önce konuştuğu yaverin yanını tutmak doğru olurdu. Hem onlar dörde karşı üç kişiydiler. Üstelik yaver kendisiyle arkadaşça konuşmuştu. Üçoğul fazla düşünmeğe lüzum görmeden odasına seğirtti. Keçesini hızla açarak kılıcını çıkaraıp kuşandı. Sonra valuya koştu. Savaş başlamıştı. Şemin’in subayı ile üç çerisi saldırmışlardı. Üçoğul yirmi adımlık yolu koşuncaya kadar Kien-çing’in yaveri, iki çerisi yıkıldığı için tek başına kalmıştı. Üçoğul, yaverin yanına gelince durum değişti. Birkaç denemeden sonra ilk vuruşuyla birini, biraz sonra ikincisini devirdi. Çin veliahdının yaveri bu beklenmedik yardımdan çok sevindiği için savaş naraları atarak vuruşuyordu. Avludakiler darmadağın olmuşlardı. Kimi kaçmış, kimi bir kıyıya ilişmiş, dövüşü seyrediyordu. Fakat bu çarpışma uzun sürmedi. Üçoğul, acemi bir çeri olan karşısındaki Çinli birkaç kılıç tokuşturduktan sonra Türkvari bir kılıç savurdu. Bu savuruşla Çinlinin başı gövdesinden ayrılıp yere düşmüştü. Karşı tarafta tek başına kalan ve Çin veliahdının yaveriyle vuruşan Çin subayı, Üçoğul’un da kendi karşısına geldiğini görünce kaçmaktan başka çıkar yol bulamadı. Büyük bir hzıla koşarak avlunun kapısından kayboldu.
Çin veliahdının yaveri, güler yüzle Üçoğul’a döndü:
-Yiğit! Artık Türk değilim desen de inanmam. Adın nedir?
-Üçoğul!
-Benim adım da Karakulan’dır ben de Türk’üm. Ama yıllardır konuşmaya konuşmaya Türkçe’yi unuttum. Anlıyorum da konuşamıyorum. Şimdi benim konuğumsun. Artık bu geceyi burada geçirmene razı olamam. Benim evime gideceğiz. Atlarını da Çin veliahdına satıp iyi akça alırsın. Buralarda satarsan seni aldatırlar…
Biraz sonra Üçoğul, Karakulan’ın evinde, atlarını onun ahırına çekmiş ve dirliğinde görmediği, göremeyeceği bir yemek yemiş olduğu halde, güzel bir yatakta uyuyor, Ötüken’de durup dinlenmeden geçen yirmi beş yıllık bir dirliğin yirmi beş yıllık yorgunluğunu çıkarıyordu.
Onbaşı Üçoğul bir aydır Karakulan’ın evinde konuk bulunuyordu. Karakulan onun atlarını iyi bir değerle Çin veliahdına satıp akçasını Üçoğul’a vermişti. Artık Üçoğul’la Türkçe konuşuyordu. Önce epey güçlük çekmiş, birkaç gün sonra alışmıştı. Yalnız ara sıra bazı kelimeleri hatırlamıyor, o zaman bunların yerine Çincesini söylüyordu.
Karakulan, konuk evinin avlusundaki dövüşte Üçoğul’un kendisine yaptığı yardımı unutamıyor, bunu ödemek için elinden geleni yapıyordu. Üçoğul olmasaydı Karakulan şimdi ölmüş bulunacaktı. Karakulan, Üçoğul’u Çin veiahdinin maiyetine almak için uğraşmış, fakat red cevabı almıştı. Çin veliahdı, Üçoğul’u kendi katına kabul etmiş, yaverini kurtardığı için teşekkürler ona güzel bir kılıç, bir gümüş kakmalı kemer ve bir kese altın akça vermişti. Bu kadar ağırlamadan sonra da Üçoğul hemen çekip gitmeğe utanıyor, Karakulan ısrar ettiği için onun evindeki konukluğunu uzatıyordu. Anası Çinli olduğu için Karakulan Türk’ten çok Çinli’ye benziyordu. Fakat kılıç kullanmakta, ata binmekte, yiğitlikte Çinliye değil Türk’e yakındı. Gün geçtikçe arkadaşlıkları, yakınlıkları artıyor, Üçoğul’a Çin sarayındaki dalavereleri anlatıyordu: Çin kağanın üç oğlu vardı. Biri veliaht Kien-çing idi ki Karakulan bunun yaveriydi. Biri en yiğitleri olan Şemin’di. Biri de Yüen-kie idi. Üçü de birbirini çekemiyor, fakat Şemin’e karşı öteki ikisi birlikte hareket ediyorlardı. Hattâ bir defa Şemin’i ağulamışlar, fakat o kurtulmuştu.
Karakulan bunları anlattıktan sonra Üçoğul’la birlikte şehir dışında ava çıkıyor, onu sıkmamağa çalışıyordu. Yine bir gün avdan dönerken Üçoğul’a büsbütün açıldı:
-Onbaşı! Bu kışı Siganfu’da geçirmeni çok istiyorum. Çünkü Çin kağanının üç oğlu birden birbirlerine karşı gizlice hazırlanıyorlar. Yakında mutlaka aralarındaki kozu kılıçla paylaşacaklardır. Bu işte senin gibi bir yiğidin yardımdan faydalanmak istiyorum. Sen aramızda olursan biz onları yeneriz.
Kendisinden yardım istedikleri için Üçoğul “Hayır kalamam” diyemiyordu. Fakat gönlü de, burada kalmağa hiç razı değildi:
-“Ötüken’de evim yurdum var. Beni beklerler” diye itiraz etmek istedi. Karakulan bunun da cevabını buldu.
-Ben Ötüken’e haber salıp senin yurduna bildiririm. Akça da gönderirim.
Bu parlak teklif karşısında Üçoğul direnemedi. Ötüken’e gidip gelmiş olduğu için orasını bilen bir Çinli, yanında iki pusatlı arkadaşı, bir kese akça, bir at yükü pirinç ve darı olduğu halde Üçoğul’un evine doğru yola çıkarken Üçoğul da Çin başkentinde bir kış geçirmek üzere Karakulan’ın evine iyice yerleşti.
Karakulan evli değildi. Fakat evinde bir çok genç kadınlar verdı. Üçoğul merak edip de bunların kim olduğunu o zamana kadar araştırmamıştı. Şimdi bazı akşamlar, Üçoğul Karakulan’la birlikte yemek yerken bu genç ve güzel Çin kızları çalgı çalıp şarkı söylüyorlar, oyun oynuyorlardı. Hattâ bu kızların giyimleri de bir tuhaftı. Kolları, göğüsleri oldukça çıplaktı. Üçoğul şimdiye kadar hiç böyle şey görmemişti. Karakulan’ın sofrasında kızıl renkli sücü bulunuyor, bunu içince Üçoğul dünyayı bir tuhaf görüyordu. Hattâ bu kansız cansız, çelimsiz Çin kızları bile hoşuna gidiyordu. Hele bu kızların bir güzel kokuları vardı ki yanına yaklaştıkça Üçoğul’un usunu başından alıyordu.
Geceler geçtikçe kızlar Üçoğul’a daha çok yaklaşıyorlar, kendi elleriyle sücü sunuyorlar yanına oturuyorlar, hattâ onu öpüyorlardı. Bir gün, yine başının dumanlı olduğu bir çağda Üçoğul da dayanamıyarak kızlardan en güzelini öptü. Sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi kaşları çatıldı. Karakulan’a sert bir sesle ve Türkçe olarak sordu:
-Karakulan! Bu kızlar kim? Bunlar evli mi?
-Hayır, niçin sordun?
-Niçin mi? bunalr evliyse Ötüken’de beni öldürürler be!
-Öldürürler mi? neden?
-Türk Türesini bilmiyor musun? evli kadına ilişen öldürülür.
Karakulan gülümsedi:
-Ötüken’den pek küçükken çıktım için Türk Türesini bilmiyorum. Ama bu kadınlara sen güçle bir şey yapmıyorsun ki... Onlar kendileri seni öpüyorlar.
Üçoğul acı acı gülümsedi:
-Onbaşı Karabudak’a öyle yapmışlardı. Ama yargucular dinlemediler.
Sustular... Üçoğul’un gözleri bunlandı. Belirsiz bir yere bakarak:
-“Zavallı Karabudak! Hem de bayağı kişiler gibi oka tutularak öldürüldü” dedi.
-Ya nasıl öldürülecekti?
-Bilmiyor musun? öyle ya... Elbette bilmezsin. Türk Türesince soy kişiler öldürülürken kanları toprağa akıtılmaz. Yay kirişiyle boğularak öldürülür. Karabudak’ı böyle öldürmediler. O benim kayın eçemdir. Oğlumun adı da Karabudak...
Çin kızları saz çalıp şarkı okurken Üçoğul bir tas sücü daha içip bir yemiş daha yedi:
-Karakulan! Bu kızlar nedir?
-Bunların hepsi kırnaktır. (Cariye)
Üçoğul kırnağın ne olduğunu eskiden işitmişti. Daha çok düşünmeğe lüzum görmedi. İşte Çin şehrinde, onlar gibi sücü içinde başı dönmüş, kendisinden geçmişti. Yanında kendisine kannış yapan ince yüzlü kızı tutup kendisine doğru çekti. Karakulan kahkahalarla gülüyordu. Türkçe olarak:
-“Üçoğul! Yalnız Türk kağanları bu Çin güzellerinden zevk alacak değiller ya. Biz de kendimize göre birer kağanız” dedi. Onun da kucağında bir Çin güzeli vardı.
Üçoğul’un sevgiyle kendisine doğru çektiği Çin güzeli yaman bir Çin güzeliydi. Onbaşı ertesi sabah ayılıp uyandığı zaman onu kendi odasında bulmuştu. Oraya ne zaman, nasıl geldiğini hiç hatırlamıyordu. Bu işe böylece devam ediyor ve Çin güzeli Onbaşı Üçoğul’a sahip çıkıyordu. Sanki onun karısıydı. Artık her gece onunla beraber kalıyor, ona bakıyor, bir kadının kocasına gösterdiği bütün özeni ona gösteriyordu. Üçoğul da ondan hoşlanmağa başlamıştı. Ötüken’deki karısını düşünüyordu. Karabudağ’ın bu güz elması yanaklı, ala gözlü, bouyly, çevik, pars bakışlı singili yanında bu Çin güzeli pek sönük kalıyordu. Ama bunda da anlaşılmaz, çekici bir şey vardı ki Üçoğul’u büyülüyordu. Ya hele o kokusu... En güzel çiçeklerde bile olmıyan bu kokuyu duydukça Üçoğul’un hep başı dönüyordu. Sonra onun çelimsiz, arık, güçsüz oluşu da Üçoğul’a bir tuhaf geliyordu. Ötüken’deki, o taşı sıksa suyunu çıkaracak olan kadın nerde, buradaki nazik, korkak kadın nerde idi? Fakat bütün bunlara rağmen bundan hoşlanıyor, ayrılmak istemiyordu. Karakulan’a nereden de söz vermişti? Kışı burada geçirmek için söz vermese şimdi Ötüken’de olacak; başına bu Çinli güzel belâ kesilmiyecekti.
Karakulan çok sevinçli gözküyordu: “Çin kadınları Türk kadınlarına benzemez ama bunların da kendilerine göre güzelliği vardır” diyor, sonra gülmekten katılarak : “Kişi her gün en güzel yemekleri yese bıkar, tatsız yemeklere can atar” diye sözünü bitiriyordu.
Karakulan hiç de kötü kişi değildi ama ahlâkı değişmişti. Ötüken yasasını hiç bilmiyordu. Bu Çin’de de başka türlü yapmak galiba kabil değildi.
Bazan Üçoğul’a Çin veliahdinin sarayında kalacağını söyliyerek eve gelmiyor, o zaman Üçoğul evin sahibi oluyordu. Çinli uşakların başı kendisine büyük saygı göstererek yine çalgı düzenini hazırlıyor, aşçıya güzel yemekler yaptırıyor, onun gününü gün ediyordu. Üçoğul’un sevgilisi artık onu öteki kızlardan kıskanmağa başlamıştı. Üçoğul ı-onlardan birine gülümsiyerek baksa ağlıyordu. Onbaşı kendi kendine “Bu yere batası Çin benim de ahlâkımı bozdu” diye söyleniyor, bir iki ay sonra Ötüken’e gidince bunlardan kurtulacağını düşünerek kendisini avutuyordu.
Kış geçip bahar gelmişti. Üçoğul nerdeyse Ötüken’e dönecekti. Bir gün Karakulan kendisine yaklaştı:
-Üçoğul! Çin kağanı üç oğlu arasındaki çekememezliğe bir son vermek üzere üçünü de yarın için saraya çağırdı. Yarın sarayda kan gövdeyi götürecek. Belki de veliaht Çin tahtına geçecek. Bu dövüşte bize yardım edeceksin, değil mi?” diye sordu.
Üçoğul zaten bu dövüşe karışmak için burada bekliyordu. “Elbet” diye cevap verdi. Karakulan sevincinden onun boynuna sarıldı. Yapılacak işleri anlattı. O gece saz faslını yapmadan erken yattılar.
Ertesi günü her şey hazırdı. Karakulan, Üçoğul’a bir yayla sadak vermiş, Üçoğul’u aralarına karışmıştı. Üç yüz savaşçı veliahtle birlikte sarayın avlusuna gelip durmuşlar, sonra veliaht yanıan yaverini alarak içeri girmişti.
Üçoğul bekliyordu. Yaya dövüşmek pek tatlı olmıyacaktı ama hiç yoktan yine iyi idi.
Çin kağanının öteki oğulları da saraya kendi çerileriyle gelmişlerdi. Neredeyse burada kavga şenliği başlıyacaktı.
Onbaşı Üçoğul birdenbire Karakulan’ın koşarak geldiğini gördü. Yaver, yaklaşınca Türkçe olarak : “Üçoğul ardımdan gel” diye haykırdı. Ok gibi fırlıyan Üçoğul ona yetişirken, Karakulan, koşu arasında durumu anlattı:
-Şemin tetik davrandı. Veliahdi de, Yüen-kie’yi de uzaktan okla öldürdü.
Üçoğul, yaveri omuzundan tutarak durdurdu:
-Nereye gidiyorsun? Öyleyse vuruşalım.
-Veliaht öldükten sonra vuruşmak para etmez. Bizim çeriler artık vuruşmaz.
-Biz ikimiz gidip vuramaz mıyız? Veliahdin öcünü alamaz mıyız?
Karakulan, Üçoğul’un kolundan çekerek yeniden koşmağa başladı:
-Sarayda binlerce çeri var. İkimiz ne yapabiliriz?
Karakulan’ın yanında koşmakta olan Üçoğul sordu:
-Şimdi nereye gidiyoruz?
-Canımızı kurtarmağa...
-Avluda bıraktığımız çeriler nolacak?
-Onlara bir şey olmaz. Onlar hemen Şemin’in çerileri olup ardımıza düşecekler.
Üçoğul sert bir küfür savurarak koşmakta devam etti. Yaverin evine gidiyorlardı. Sarayda olup bitenden kimsenin haberi olmadığı için herkes yavere saygı ile yol açıyordu.
Nihayet Karakulan’ın evine vardılar. Uşaklara buyruk vererek Üçoğul’la Karakulan’ın binek atları, iki de yedek at hazırlandı. Büyük bir çabuklukla pusat ve azıklarını aldılar. Karakulan birkaç kese altını da yanına almayı unutmadı. Şaşkınlıkla kendisine bakan baş uşağa birkaç güne kadar geleceklerini, kendisi gelinceye kadar evi bildiği gibi çevirmesini söyliyerek atına atladı. Üçoğul da öyle yaptı. Şehrin sokaklarından dört nala geçerek kapısına geldiler. Veliahdin yaveri burada tanındığı için bir şey sorulmadı. Kapıdan çıktılar. Kurtulmuşlardı.
O zaman Üçoğul’un aklına yaverin evinde bıraktığı Çinli sevgilisi geldi. Karakulan’a onların ne olacağını sordu. Beriki büyük bir kayıtsızlıkla:
-Evimi zaptedecekler. İçindekiler ya Şemin’in sarayına, yahut onun yaverinin evine gidecek...
Üçoğul az kalsın ağlıyacaktı:
-O kız beni seviyordu. Onu ne diye birlikte almadık?
Karabudak güldü:
-Siganfu kızını Ötüken kızı mı sandın? O seni unuttu bile. Belki şimdi yeni sevgilisiyle baş başadır.
Üçoğul bir küfür daha savurarak atını mahmuzladı. Sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi sordu: