Hüseyin Nihal Atsız -Bozkurtların Ölümü- Muhteşem Romanı

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XVII -


ŞÜPHE


Aradan iki yıl daha geçti. Ötükenliler yoksullukla pençeleşerek iki yaz, iki kış geçirdiler. Bir şeyler olacak gibiydi. Fakat bir şey olmuyordu. Ötükenlilerde, düşünde koşmak istediği halde koşamıyan kimselerin durumu vardı.

624 yılında bir gün, beğlerden biri Kara Kağan’ın otağına girerek yere diz vurdu. Kocamış Çin kağanının Türk akınlarından yıldığını, Türkler saldırmasın diye başkenti olan Siganfu’yu yıkmayı düşündüğünü, Çin kağanının oğlu Şemin’in bu düşünceye karşı geldiğini bildirdi.

Kara Kağan, tahta geçtiğinden beri kendisini yalnız bırakmıyan tereddütler içinde düşünüyordu. O, her şeyden önce İ-çing Katun’un tesirinde kaldığını biliyor, fakat bu tesiri silkip atamıyordu. Şen-king’in Ötüken’de kovuculuk (iftira) ve karıştırıcılık yaptığını da anlıyor, katunun hatırını kırmamak için buna da göz yumuyordu. Ötükenlilerin öfkesinin önüne geçmek için ara sıra Çin’e akınlar yapıyor, fakat bu akınlar umulduğu kadar doyum ve ulca getirmiyordu.

Bu tereddüt ve kararsızlık içinde bir ay geçti. Bir gün Tunga Tigin, kağan otağına girerek doyum için mutlaka Çin’e bir akın yapılması gerektiğini bildirdi. Kağan sordu:

-Tulu Han da bizimle birlikte akına gelir mi?
-Kağan buyurduktan sonra elbet gelecektir.
-Tulu Han’a haber salın. Beş güne kadar akına çıkacağız.

***

Bundan sonra üç günde kağan, beğleri üç defa beğleri otağına kabul ederek uzun boylu konuştu. Bu konuşmalarda İ-çing Katun ve tümenbaşı Şen-king de bulunuyordu. Aralarında neler konuşulduğunu kimse bilmedi. Fakat Kağan Çin’e akın yapılacağını açığa bütün Türklerin gözleri parladı.

Birkaç gün sonra Türk ordusu güneye doğru hızla ilerliyordu. Kür Şad, Tunga Tigin, Işbara Han ve Şen-king birer tümenin başında oldukları halde Kağanın buyruğunda idiler. Tulu Ham da öz çerisi ile geliyordu.

Bu ordu Çin’e korku ve ölüm saçarak Çin duvarına dayandı. Duvarı aşaral birkaç kola ayrılıp güneye doğru aktı. Sonra yine toplanarak Çin başkentine yöneldi. Çin halkı bucak bucak kaçıyor, Çin çerileri de kalelere sığınarak ölümden, tutsaklıktan kurtulmağa çabalıyordu.

Çin başkentinde korkunun doğurduğu bir karışıklık başlamıştı. Kimse ne yaptığını, ne yapacağını bilmiyordu. Sarayda da bir telâş baş göstermişti. Çin subaylarından soğukkanlığını kaybetmiyen yalnız Çin kağanının oğlu Şemin kalmıştı.

Kara Kağan, çerisinin en seçmelerinden ayırdığı 10.000 kişi ile Şemin’in üzerine yürüyordu. Bu seçme orduda hemen hemen bütün tümenbaşılar, binbaşılar, yüzbaşılar, onbaşılar bulunuyordu. Tulu Han da birlikte idi. Fakat o kadar çok yağmur yağıyordu ki hep sırılsıklam olmuşlardı. Yağmur bir türlü kesilmiyor, iliklerine işliyor, en kötüsü yaylarını gevşeterek kullanılmaz bir duruma getiriyordu.

Ordunun öncüsü olan 100 atlı “Yedi Ejder Tepesi”ne vardığı zaman Çin ordusunun bir bölümünü orada buldular. Türklerden o denlü yılmışlardı ki Türk öncüsünün gözükmesi Çin ordusunun sarmağa, kargaşalık uyandırmağa yetti.

Şemin, kendi çerisinin kaçacağını anladı. Bunu önlemek için olağanüstü bir şey yapmak gerekiyordu. Uzun uzadıya düşünecek zamanı olmadığı için yaverini çağırarak hemen birkaç yiğit subayla yüz kadar çeri ayırmasını buyurdu. Başka bir subayı da gerideki asıl Çin ordusuna koşturarak bu ordunun savaş dizi haline girmesini ve ağır ağır ilerlemesini söyledi.

Kendi ardına taktığı yüz kadar çerisiyle Kara Kağan’a doğru at sürdü. Üç tuğun dikilmiş olduğu yerde kağan yaklaştı. Türk ordusunda yüz elli adım kadar yaklaştı. Türk ordusunda çıt bile çıkmıyordu. Şemin yüz elli adımda bağırdı:

-Kara Kağan orada mı?

Dilmaç, bu sözleri yüksek sesle Türkçeye çevirdikten sonra kağanın buyruğu ile cevap verdi.

-Kara Kağan buradadır.
-Ben Çin kağanının oğlu ve Tsin beğlerbeği Şemin’im! Size hiçbir borcumuz yok. Neden ülkemizi yağma ediyorsunuz?

Susutu. Sözlerinin nasıl bir tepki yaptığını görmek istiyordu. Fakat dilmaç bu sözleri Türkçeye çevirirken başta kağan olmak üzere bütün Türklerin taş gibi durduklarını gördü. Aralarında hiçbir kıpırdanma olmamıştı. Atları bile sessiz ve hareketsiz duruyordu.

Şemin atının üstünden kalkarak geriye baktı. Büyük Çin ordusunu yavaş yavaş yaklaşıyordu. O zaman yeniden bağırdı:

-Savaşırsak çeriler ölecektir. Bu kadar suçsuzun kanını dökmekte ne fayda var? Bunun için karşınıza yüz atlıyla çıktım. Kağanla teke tek vuruşmağa geldim. Kim alt olursa o taraf yenilmiş olur!

Dilmaç bu sözleri de Türkçe’ye çevirdikten sonra kağanın yüzü değişti. Bir tuhaflaştı. Gülümsedi. Kara Kağan dirliğinde ilk defa gülümsüyordu. Kağan’ın kendisine cevap vermeğe tenezzül etmeyerek gülümsemesi Şemin’i öfkelendirmişti. Türk Kağanı kendisini aşağılıyor, ona gülüyordu. Fakat öfkeye kapılacak zaman değildi. Palavra ile davayı kazanamazsa Çin devleti yıkılabilirdi. Uzaktan tuğunu gördüğü Tulu Han tarafına doğru at sürdü. Şöyle bağırdı:

-Tulu Han! Sizinle ittifak etmiştik. Size yardım etmiştim. Yaptığınız andı unuttunuz mu? Benimle baş başa vuruşarak yenmek veya yenilmeği bu vuruşa bağlamak ister misiniz?

Tulu Han hiç cevap vermedi. Başını önüne eğdi. Kara Kağan’ın dirliğindeki ilk gülümseyişi son olmuş, şimdi kaşları çatılarak Tulu Han’a yönelmişti. Kara Kağan’ın yanındaki bütün beğler Tulu Han’a bakıyorlardı. Hele Kür Şad… Onun gözlerinden şimşekler çıkıyor, beyninde yıldırımlar çakıyordu. Demek ki kardeşi kendisine haber gönderdiği zaman doğru söylemiş, bu aşağılığı yapmıştı. Tulu Han susuyor, kimseye bakmıyordu. Niçin susuyordu? Kara Kağan’ın içine şüphe girmişti. Demek Tulu Han Çin kağanının oğluyla anlaşmıştı.

Beğlerin hiç biri bundan bir şey anlamamıştı. Yalnız Binbaşı Bögü Alp’ın kafasındaki bir düğüm çözülmüştü. O, Tulu Han’a yakın bir yerde bulunduğu için gözlerini ona dikmiş, inceliyordu. Yavaş yavaş beynindeki karanlık bir nokta aydınlanmağa başlamıştı. Dikkatle bakınca Tulu Han’ın gerisindeki bir binbaşıya gözleri takıldı. Bu, Kıraç Ata’nın yanından dönerken gördüğü, Onbaşı Burguçan’ın öldürülmesinden sonra karanlıkta çarpıştığı binbaşıydı. Bu alış veriş evinde gördüğü, daha sonra kendisini okla yaralıyan binbaşıydı. Demek Tulu Han’ın adamı olan binbaşı Çin kağanının oğluyla Tulu Han’ı birleştirmiş, arada elçilik, aracılık yapmıştı. Bu kötü işleri gizli gizli yaptığı için de önüne çıkanları yok etmeği tasarlamıştı.

Bögü Alp biraz daha geriye bakınca Onbaşı Pars’ı tanıdı. İşte artık karanlık nokta kalmamıştı. Daha çok emin olmak için gözleriyle Işbara Han’ı aradı. Işbara Lap kendisinden elli adım kadar ilerde duruyordu. Bögü Alp gürültü etmeden ona yaklaştı. İlerde, Tulu Han’ın arkasında duran beği göstererek tanıyıp tanımadığını sordu. Işbara Han bunun Binbaşı Çamur Beğ olduğunu söyledi. Daha geride duran, yüzü kılıç yaralı Onbaşı Pars’ı ise tanımadı.

Türk ordusunda derin bir sessizlik vardı. Kara Kağan düşünüyordu. Geriden gelen büyük Çin ordusunu görmüştü. Kendi büyük ordusu epey geride kalmıştı. Nice zamandır yağan yağmurlar yay kirişlerini gevşetmişti. Bu yaylarla ok atılmazdı. Ya Şemin’in sözleri?... Demek ki Tulu Han onunla anlaşmıştı. Tam bu sırada Tulu Han’ın yanındaki beğlere bir şeyler söylediği, biraz sonra da Tulu Han çerilerinin 200 adım kadar geriye çekilerek durdukları görüldü. Kara Kağan’ın hiç şüphesi kalmamıştı. Kendisi savaşa başlasa ağabeyle Tulu Han yardım etmiyecekti. Ötüken’den bu kadar uzakta, Çin’in içinde, ok atmıyan kirişlerle ve kalabalık Çin ordusuyla savaşmak… Kağan buna kıyışamadı. Tunga Tigin’e buyruk vererek Tulu Han’a gönderdi. Tulu Han, kağan tarafından elçi seçilerek Çin ordusuna yollanıyordu. Biraz sonra Tulu Han barış için Çin sarayına giderken Türk ordusu hızla kuzeye doğru çekiliyordu.

Çerilerin ağzını bıçak açmıyordu. Bu kadar yorgunluktan bu kadar emekten sonra yurtlarına eli boş dönüyorlardı. Beğlerin kaşları çatıktı. Kağanın kararsızlığına içerliyorlardı. Binbaşı Bögü Alp göğe bakarak boyuna ıslık çalıyor, “Tanrı galiba kağanın gözlerini kapadı. En önemli işini can düşmanına ısmarladı” diye düşünüyordu.

Çin kurtulmuştu…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XVIII -


ONBAŞI SÜLEMİŞ


Ötüken’de işler yine ters gitmeğe başlamıştı. Açlık yüz göstermişti. Bu kış en çok sıkıntı çekenlerden biri Onbaşı Sülemiş’ti. İki küçük kardeşi, anası, karısı, üç küçük çocuğuyla genç onbaşı hayli dertte idi. Bir türlü işleri yoluna girmiyor, açlıktan kurtulamıyordu. Çin yağmalarında eline geçen ne kadar değerli eşya varsa birer birer satıyor, karşılığında et, kımız, kurut bulup evini açlıktan öldürmemeğe çalışıyor, ara sıra da ava çıkıyordu. Evdeki son kırıntının bitmiş olduğu bir günde Onbaşı Sülemiş çadırından fırlıyarak yiyecek bulmak üzere ormana yöneldi. Talihsiz bir gündü. Akşama kadar ancak bir tavşan avlıyabilmişti. Bunu evine götürmek üzere dalgın dalgın dönerken birdenbire karşısına birisi çıktı. Boynunda asılı olan torbasında yiyecek dolu olduğu anlaşılıyordu:

-“Sen Onbaşı Sülemişsin, değil mi?” diye sordu.
-Evet!
-Evinde yiyeceğin yok, değil mi?
-Yok ya.
-Torbam yiyecek dolu. Sana söyliyeceklerimi yaparsan bu yiyecekleri sana veririm.

Onbaşı Sülemiş bıçağını okşıyarak gülümsedi:

-De bakalım. Bunlar nice iştir.
-Kolay işlerdir. Bu yiyeceklerden başka akça da alacaksın.

Onbaşı Sülemiş’le karşısındaki adam bakıştılar. İyi giyimli, iyi pusatlı bir bahadırdı.

-Akça senin olsun Ötüken’de mal yok ki akça geçsin. Şu torbada neler var?
-Kurutla kızarmış et dolu. Küçük bir çamçak da kımız var.
-İyi. Anlat bakalım, neymiş bu yapacağım iş.

İyi giyimli bahadır, Onbaşı Sülemiş’e biraz yaklaşarak sesini kıstı:

-Sen Işbara Han tümenindensin değil mi?
-Evet.
-Senden istediğim şu: Işbara Han tümeninde kaç çeri, kaç onbaşı, kaç yüzbaşı olduğunu öğrenip bana diyeceksin.

Sülemiş’in gözleri açıldı:

-Bu kadar er sayılır mı be?
-Sen teker teker sayacak değilsin.
-Ya nasıl sayacağım?
-Onbaşılardan, yüzbaşılardan kendi buyruğundaki erlerin sayısını öğrenceksin.

Sülemiş elini alnına attı. Bir şeyler düşündü. Sonra karşısındaki adama sordu:

-Sen kimsin? Neden kendin saymıyorsun da bana saydırmak istiyorsun?

Beriki güldü:

-Kim olduğumu sorma. Bu bilgiyi niçin istediğimi öğrenmeğe de kalkma. Yalnız bana söyle: Dediğimi kabul ediyor musun, etmiyor musun?

Sülemiş düşünmeğe başladı. Karşısındaki adamın niçin bunları öğrenmek istediğini, niçin kendisine bol keseden yiyecek ve akça vermeğe kalktığını anlıyamıyordu.

Onun bu kararsızlığını gören karşısındaki adam yeniden söze girişti:

-Onbaşı Sülemiş! Yüzbaşı olmak ister misin?
-İsterim.
-Öyleyse dediğimi yap.

Sülemiş şaşırdı:

-Bana bak! Işbara Han yahut Kür Şad gibi konuşuyorsun. Beni yüzbaşı yapmak senin elinde mi? Hem sen benim adımı nereden biliyorsun? Ben seni tanımıyorum…
-Ben seni tanıyorum. Kür Şad yahut Işbara Han değilim ama seni yüzbaşı yaptırabilirim…
-Nasıl yaptırabilirsin?
-Tulu Han’ın buyruğuna girersen hemen yüzbaşı olursun. Ama dediğim gibi Işbara Han tümeninin sayısını bana bildireceksin.

Sülemiş, durumu kavramıştı. Birden yüzü değişti:

-Sen Tulu Han’ın buyruğundasın değil mi?
-Evet!

Bir ara ikisi de sustular. Yabancı adam gülümsüyordu:

-Onbaşı Sülemiş dedi, Tulu Han yakında Türk kağanı olacak. Barış yapmak için Çin’e gittiği zaman Çin kağanı onu kendi tahtına oturtarak yan yana konuştu. Onu Kara Kağan’la denk tuttuğunu söyledi. Onbaşı Sülemiş! Gözlerini dört aç! Kara Kağan Türk budununu uçuruma götürüyor. Hem kağanlık Çuluk Kağan’dan sonra Tulu Han’ın hakkı idi. Kara Kağan katunun elinde oyuncaktır. Bizi ancak Tulu Han kurtarabilir.
-Dediklerini kabul ediyorum. Üç gün sonra sana istediğin bilgiyi getireceğim.
-İyi. Ondan sonra birlikte Tulu Han’ın ordusuna gideceğiz. Üç gün sonra seni yine burada, bu vakit bekliyeceğim. Atlar hazır olacak. Çoluk çocuğunu da birlikte getir…
-Olur.

Bilinmiyen adam yiyecek dolu torbasını Sülemiş’e uzattı. Bir kese de akça verdi. Ayrıldılar.

***


Üç gün sonra Onbaşı Sülemiş ormanın kıyısında buluşacakları yere gidiyordu. Onda kavşıta giden değil, yağıyı gözliyen adamın durumu vardı. Bakışlarıyla ileriyi ve yanları kolluyordu. Ormana yaklaşırken çok uzaktan birkaç atlı gözüne ilişti. Sülemiş, savaş uranı bağırmak üzere idi ki bir ok vızlıyarak kulağının dibinden geçti. O zaman genç onbaşı atı üstünde dikilerek geriye baktı ve savaş uranıyla haykırdı. Aynı anda aynı bağırışların işitilmesinden sonra öteden beriden atlılar dört nala saldırdılar. İkinci ve üçüncü oklar da onbaşının yanına düştü. O da sadağa el atmış, karşıya ok çekmeğe başlamıştı. Çok uzaktan oklaşıyorlardı. Geriden gelenler yaklaştıktan sonra Sülemiş onlarla birlikte ormana doğru saldırdı. Ormandakiler kalabalık saldırışı görünce artlarına ok çekerek kaçmağa başlamışlardı. Orman onları koruyordu. Akşamın basmağa başlıyan karanlığı da kaçanların işlerine yarıyordu. Tek tük oklar atılıyor, fakat uzaklık ve karanlık bunların hedefe varmasına engel oluyordu.

Nihayet kaçanlar kurtuldu. Kovalıyanlar yalnız bir at yakalıyabilmişlerdi. Işbara Han bu atın iyi koşumlu ve bakımlı durumuna bakarak:

-“Bu at Çin kağanının ahırından çıkmışa benziyor” dedi. Bögü Alp cevap verdi:
-“Tulu Han’ın da Çin kağanından farkı yok. Çerileri Çin beğleri gibi doyumlu ve giyimlidir”

Yamtar, atın üzerine bir göz attı. Atın üzerinde bir torba, torbanın içinde de yiyecek var mı diye bakıyordu.

Karanlıkta dönerlerken Bögü Alp , Kıraç Ata’nın kendisine söylediği hatırlıyordu. Dokuz yıla kalmaz, olan olur; Dokuz yıl daha geçer, katı kılıç kullanmak günü gelir. Kıtlık olunca ay parçalanacak. Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum. Aralarında sen de varsın. Yağmur yağıyor. Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz. Budun kurtuluyor. Adınız unutulmıyacak. 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz. Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak…

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XIV -


ONBAŞI ÜÇOĞUL


Işbara Han’ın onbaşılarından Üçoğul, açıkgöz bir onbaşıydı. Çinle barış olduğu zaman sınıra gidip alış veriş yapar, hattâ daha içerlere bile giderek kendisine kazanç sağlardı. Tulu Han elçi olarak Çin’e gidip Kara Kağan adına barış yaptıktan sonra sınırda alış veriş başlamış, bir çok Türkler, teker teker, yahut küme küme sınıra giderek alış verişe başlamışlardı. Ati sığır, koyun, kürk satıyorlar, pirinç, darı, kumaş alıyorlardı. Üçoğul birkaç kere Çin’e gidip geldiği için biraz Çince de biliyordu.

Arkadaşı Karabudak’ın kızkardeşiyle evlendikten sonra bir oğlu olmuş, verdiği söz gereğince adını Karabudak koymuştu. Başında çok kalabalık olmadığı için geçim darlığı çekmiyordu. Çinle barış yapılıp sınır açılınca satılacak iki atla beş koyunu önüne katarak sınıra ulaşmıştı.

Burada yer yer pazarlar kurulmuştu. Hararetli bir alış veriş yapılıyordu. Satılık malı olan Türkler mallarını dizip bekliyorlar, bir Çinli kendilerine yaklaşıp alış veriş teklif bekliyorlar, bir Çinli kendilerine yaklaşıp alış veriş teklif edince pazarlığa başlıyorlardı. Üçoğul atlarıyla koyunlarını bir arada serbest bırakıp önlerine biraz kuru ot verdikten sonra kendisi at üzerinde yemeğini yemeğe başladı. Alıcı Çinliler yavaş yavaş onbaşının yanına gelerek koyunlarını, atlarını gözden geçirmeğe başladılar. Birbirleriyle çabuk çabuk bir şeyler konuşuyorlardı. Üçoğul bu konuşmalardan pek bir şey anlamıyordu.

Epey bekledikten sonra koyunlara bir laıcı çıktı. Bir Çinli beş koyuna beş gümüş akça verdi. Üçoğul beş koyun için üç torba pirinç istiyordu. Çinli direniyor, pirinç olmadığı için akça verdiğini, bu akça ile dört torba pirinç bile alabileceğini söylüyordu. Onbaşının akça yerine pirinç istemekten şaşmadığını görünce yanına iyice sokularak arsız arsız sırıttı:

-“Sen uslu bir Türk’e benziyorsun. Sözümü iyi dinle: Bu akçaları alarak koyunları bana sat. Sonra doğru Siganfu’ya giderek iki atını da orada sat. İstediğin kadar pirinç alıp yurduna dön” dedi.

Bu düşünce Üçoğul’a pek yumuşak geldi:

-“Peki Çinli! Senin dediğin olsun” diyerek koyunları Çinliye verip beş gümüş akçayı aldı. Bu satıştan pek sevinçli olan Çinli göz kırparak:
-“Şimdi doğru Siganfu’ya… Ama kılıcını burada bir yere bırak. Seni kılıçla içeri bırakmazlar” dedi. Sonra da yılışarak: “Çünkü Türkler yaramaz olur” diye ekledi.

Artık Onbaşı Üçoğul için Çin’in başkentine yönelmekten başka iş kalmıyordu. İki atı yedeğine alarak atını yorgaya kaldırdı.

***


Ertesi akşam Üçoğul Siganfu’ya giriyordu. Keçeye sardığı kılıcını satılık atlardan birinin sırtına yerleştirmişti. Şehir kapısından girerken Çin karakolu kendisini kısa bir sorguya çekmiş, iki tanı satmak için geldiğini öğrenince bir akça toprak bastı vergisi alarak onu içeri koyuvermişti. Üçoğul önce kendisine bir konuk evi arayıp bulmuş, atlarını ahıra çekerek sırtındaki keçeyi alıp odasına getirmişti. Açık havaya alışmış olan onbaşıyla atlarına bu dar sokaklı Çin şehri ve ahır sıkıntı veriyordu ama yapılacak başka bir şey yoktu.

Akşam karanlığında Üçoğul, konuk evinin geniş avlusunda tahta bir sedire oturup kendisine yiyecek ısmarladı. Birkaç konuk daha vardı. Herkes birbiriyle konuşarak yemek yiyordu. Biraz sonra içeriye, kılığından subay olduğu anlaşılan biri, arkasından iki kişi olduğu halde girip konuk evi sahibine buyruklar verdi. O içeri girince Üçoğuldan başka herkes ayağa kalkıp onu Çin göreneğince selâmladı. Ev sahibi bu yeni gelene çok saygı gösteriyor, onunla hep “beğimiz” diye konuşuyordu. Bu Çin beği, Üçoğul’a şöyle bir baktıktan sonra beride bir yere oturup yanındakilerle birlikte yemek yemeğe başladı. Üçoğul ısmarladığı yemeği bekliyor, fakat bu yemek bir türlü gelmiyordu. Çünkü konuk evi sahibi ile iki yamağı boyuna yeni gelen Çin beğine hizmet ediyordu. Onbaşının canı sıkılmıştı. Yanından geçen yamağı kolundan yakalıyarak kendine çekti:

-“Bana bak yamak! Benden sonra gelenlerin yemeğini getirdin. Benimki ne oldu?” diye sert bir sesle sordu.

Üçoğul’un demir bilekle yakalayıp kendisine çektiği yamak korkudan titremeğe başlamıştı. Yavaş sesle: Bu yüce beğ, Çin veliahdi Kien-çing’in yaveridir” dedi. Onbaşı sesini yükseltti:

-Yaverse bana ne! Ben daha önce gelip yemek ısmarladım. Bu yemek hemen gelecek, anladın mı?

Bu sözleri söyledikten sonra hızla ittiği yamak birkaç adım fırladıktan sonra yere kapaklandı. Çinli yaver, Üçoğul’un pürüzlü bir Çince ile söylediği sözleri işitip onun Türk olduğunu anlamıştı. Yaverin kendisi de Çinli anadan doğmuş bir Türk’tü. Pek küçük yaşta Çin’e gelmiş olduğu için Türkçe’yi konuşamaz olmuştu. Yalnız biraz anlardı. Türlüğünü de unutmuş değildi. Karşısındakini görüp güçlü bir bahadır olduğunu anlayınca hoşuna gitmişti. Onbaşıya dönerek:

-“Yiğit! Sen kimsin?” diye sordu.
-Işbara Han tümeninden Onbaşı Üçoğul!

Işbara Han adı üzerine yaver doğruldu. Işbara Han’ı Çinliler bilirlerdi.

-Burada ne arıyorsun?
-At satmağa geldim.
-Kaç atın var?
-İki.

Yaver ilgilenmişti. Türk atlarına Çin’e herkes alıcı çıkardı:

-Şu atları getir de bir görelim.

Üçoğul ahura seğirtti. Satılık atlarını çözüp çıkarmak üzere iken demin yere savurduğu yamak telâşla ahırın kapısında gözüktü. Soluk soluğa “Aman bahadır! Sakın buradan çıkma! Şimdi Prens Şemin’in adamları da konuk evine geldiler. Her halde bir dövüş çıkar” dedi.

Onbaşı pek de bir şey anlamamıştı:

-“Ulan, ne diyorsun? Dövüş olan yerden kaçılır mı?” diye cevap verdi. Yamak ellerini ovuşturuyordu:
-Ah bahadır ah! Sen bilmezsin. Çin kağanının üç oğlu birbirine öyle düşmandır ki, adamları birbirlerini her gördükleri yerde öldürürler.

Üçoğul dinlemeden atlarıyla birlikte avluya geldi. Yine subay kılıklı birisiyle arkasında üç adamı demin kendisiyle konuşan yaverin karşısında duruyorlardı. Üçoğul bir Türk onbaşısı olduğu için burada bir dövüşün başlamak üzere olduğunu anlamıştı. Hiç şüphesiz bu dövüşte seyirci kalamazdı. İki taraftan birini tutmak gerekti. Tutmak gerekince de az önce konuştuğu yaverin yanını tutmak doğru olurdu. Hem onlar dörde karşı üç kişiydiler. Üstelik yaver kendisiyle arkadaşça konuşmuştu. Üçoğul fazla düşünmeğe lüzum görmeden odasına seğirtti. Keçesini hızla açarak kılıcını çıkaraıp kuşandı. Sonra valuya koştu. Savaş başlamıştı. Şemin’in subayı ile üç çerisi saldırmışlardı. Üçoğul yirmi adımlık yolu koşuncaya kadar Kien-çing’in yaveri, iki çerisi yıkıldığı için tek başına kalmıştı. Üçoğul, yaverin yanına gelince durum değişti. Birkaç denemeden sonra ilk vuruşuyla birini, biraz sonra ikincisini devirdi. Çin veliahdının yaveri bu beklenmedik yardımdan çok sevindiği için savaş naraları atarak vuruşuyordu. Avludakiler darmadağın olmuşlardı. Kimi kaçmış, kimi bir kıyıya ilişmiş, dövüşü seyrediyordu. Fakat bu çarpışma uzun sürmedi. Üçoğul, acemi bir çeri olan karşısındaki Çinli birkaç kılıç tokuşturduktan sonra Türkvari bir kılıç savurdu. Bu savuruşla Çinlinin başı gövdesinden ayrılıp yere düşmüştü. Karşı tarafta tek başına kalan ve Çin veliahdının yaveriyle vuruşan Çin subayı, Üçoğul’un da kendi karşısına geldiğini görünce kaçmaktan başka çıkar yol bulamadı. Büyük bir hzıla koşarak avlunun kapısından kayboldu.

Çin veliahdının yaveri, güler yüzle Üçoğul’a döndü:

-Yiğit! Artık Türk değilim desen de inanmam. Adın nedir?
-Üçoğul!
-Benim adım da Karakulan’dır ben de Türk’üm. Ama yıllardır konuşmaya konuşmaya Türkçe’yi unuttum. Anlıyorum da konuşamıyorum. Şimdi benim konuğumsun. Artık bu geceyi burada geçirmene razı olamam. Benim evime gideceğiz. Atlarını da Çin veliahdına satıp iyi akça alırsın. Buralarda satarsan seni aldatırlar…

***


Biraz sonra Üçoğul, Karakulan’ın evinde, atlarını onun ahırına çekmiş ve dirliğinde görmediği, göremeyeceği bir yemek yemiş olduğu halde, güzel bir yatakta uyuyor, Ötüken’de durup dinlenmeden geçen yirmi beş yıllık bir dirliğin yirmi beş yıllık yorgunluğunu çıkarıyordu.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XX -


KARAKULAN


Onbaşı Üçoğul bir aydır Karakulan’ın evinde konuk bulunuyordu. Karakulan onun atlarını iyi bir değerle Çin veliahdına satıp akçasını Üçoğul’a vermişti. Artık Üçoğul’la Türkçe konuşuyordu. Önce epey güçlük çekmiş, birkaç gün sonra alışmıştı. Yalnız ara sıra bazı kelimeleri hatırlamıyor, o zaman bunların yerine Çincesini söylüyordu.

Karakulan, konuk evinin avlusundaki dövüşte Üçoğul’un kendisine yaptığı yardımı unutamıyor, bunu ödemek için elinden geleni yapıyordu. Üçoğul olmasaydı Karakulan şimdi ölmüş bulunacaktı. Karakulan, Üçoğul’u Çin veiahdinin maiyetine almak için uğraşmış, fakat red cevabı almıştı. Çin veliahdı, Üçoğul’u kendi katına kabul etmiş, yaverini kurtardığı için teşekkürler ona güzel bir kılıç, bir gümüş kakmalı kemer ve bir kese altın akça vermişti. Bu kadar ağırlamadan sonra da Üçoğul hemen çekip gitmeğe utanıyor, Karakulan ısrar ettiği için onun evindeki konukluğunu uzatıyordu. Anası Çinli olduğu için Karakulan Türk’ten çok Çinli’ye benziyordu. Fakat kılıç kullanmakta, ata binmekte, yiğitlikte Çinliye değil Türk’e yakındı. Gün geçtikçe arkadaşlıkları, yakınlıkları artıyor, Üçoğul’a Çin sarayındaki dalavereleri anlatıyordu: Çin kağanın üç oğlu vardı. Biri veliaht Kien-çing idi ki Karakulan bunun yaveriydi. Biri en yiğitleri olan Şemin’di. Biri de Yüen-kie idi. Üçü de birbirini çekemiyor, fakat Şemin’e karşı öteki ikisi birlikte hareket ediyorlardı. Hattâ bir defa Şemin’i ağulamışlar, fakat o kurtulmuştu.

Karakulan bunları anlattıktan sonra Üçoğul’la birlikte şehir dışında ava çıkıyor, onu sıkmamağa çalışıyordu. Yine bir gün avdan dönerken Üçoğul’a büsbütün açıldı:

-Onbaşı! Bu kışı Siganfu’da geçirmeni çok istiyorum. Çünkü Çin kağanının üç oğlu birden birbirlerine karşı gizlice hazırlanıyorlar. Yakında mutlaka aralarındaki kozu kılıçla paylaşacaklardır. Bu işte senin gibi bir yiğidin yardımdan faydalanmak istiyorum. Sen aramızda olursan biz onları yeneriz.

Kendisinden yardım istedikleri için Üçoğul “Hayır kalamam” diyemiyordu. Fakat gönlü de, burada kalmağa hiç razı değildi:

-“Ötüken’de evim yurdum var. Beni beklerler” diye itiraz etmek istedi. Karakulan bunun da cevabını buldu.
-Ben Ötüken’e haber salıp senin yurduna bildiririm. Akça da gönderirim.

Bu parlak teklif karşısında Üçoğul direnemedi. Ötüken’e gidip gelmiş olduğu için orasını bilen bir Çinli, yanında iki pusatlı arkadaşı, bir kese akça, bir at yükü pirinç ve darı olduğu halde Üçoğul’un evine doğru yola çıkarken Üçoğul da Çin başkentinde bir kış geçirmek üzere Karakulan’ın evine iyice yerleşti.

Karakulan evli değildi. Fakat evinde bir çok genç kadınlar verdı. Üçoğul merak edip de bunların kim olduğunu o zamana kadar araştırmamıştı. Şimdi bazı akşamlar, Üçoğul Karakulan’la birlikte yemek yerken bu genç ve güzel Çin kızları çalgı çalıp şarkı söylüyorlar, oyun oynuyorlardı. Hattâ bu kızların giyimleri de bir tuhaftı. Kolları, göğüsleri oldukça çıplaktı. Üçoğul şimdiye kadar hiç böyle şey görmemişti. Karakulan’ın sofrasında kızıl renkli sücü bulunuyor, bunu içince Üçoğul dünyayı bir tuhaf görüyordu. Hattâ bu kansız cansız, çelimsiz Çin kızları bile hoşuna gidiyordu. Hele bu kızların bir güzel kokuları vardı ki yanına yaklaştıkça Üçoğul’un usunu başından alıyordu.

Geceler geçtikçe kızlar Üçoğul’a daha çok yaklaşıyorlar, kendi elleriyle sücü sunuyorlar yanına oturuyorlar, hattâ onu öpüyorlardı. Bir gün, yine başının dumanlı olduğu bir çağda Üçoğul da dayanamıyarak kızlardan en güzelini öptü. Sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi kaşları çatıldı. Karakulan’a sert bir sesle ve Türkçe olarak sordu:

-Karakulan! Bu kızlar kim? Bunlar evli mi?
-Hayır, niçin sordun?
-Niçin mi? bunalr evliyse Ötüken’de beni öldürürler be!
-Öldürürler mi? neden?
-Türk Türesini bilmiyor musun? evli kadına ilişen öldürülür.

Karakulan gülümsedi:

-Ötüken’den pek küçükken çıktım için Türk Türesini bilmiyorum. Ama bu kadınlara sen güçle bir şey yapmıyorsun ki... Onlar kendileri seni öpüyorlar.

Üçoğul acı acı gülümsedi:

-Onbaşı Karabudak’a öyle yapmışlardı. Ama yargucular dinlemediler.

Sustular... Üçoğul’un gözleri bunlandı. Belirsiz bir yere bakarak:

-“Zavallı Karabudak! Hem de bayağı kişiler gibi oka tutularak öldürüldü” dedi.
-Ya nasıl öldürülecekti?
-Bilmiyor musun? öyle ya... Elbette bilmezsin. Türk Türesince soy kişiler öldürülürken kanları toprağa akıtılmaz. Yay kirişiyle boğularak öldürülür. Karabudak’ı böyle öldürmediler. O benim kayın eçemdir. Oğlumun adı da Karabudak...

Çin kızları saz çalıp şarkı okurken Üçoğul bir tas sücü daha içip bir yemiş daha yedi:

-Karakulan! Bu kızlar nedir?
-Bunların hepsi kırnaktır. (Cariye)

Üçoğul kırnağın ne olduğunu eskiden işitmişti. Daha çok düşünmeğe lüzum görmedi. İşte Çin şehrinde, onlar gibi sücü içinde başı dönmüş, kendisinden geçmişti. Yanında kendisine kannış yapan ince yüzlü kızı tutup kendisine doğru çekti. Karakulan kahkahalarla gülüyordu. Türkçe olarak:

-“Üçoğul! Yalnız Türk kağanları bu Çin güzellerinden zevk alacak değiller ya. Biz de kendimize göre birer kağanız” dedi. Onun da kucağında bir Çin güzeli vardı.

Üçoğul’un sevgiyle kendisine doğru çektiği Çin güzeli yaman bir Çin güzeliydi. Onbaşı ertesi sabah ayılıp uyandığı zaman onu kendi odasında bulmuştu. Oraya ne zaman, nasıl geldiğini hiç hatırlamıyordu. Bu işe böylece devam ediyor ve Çin güzeli Onbaşı Üçoğul’a sahip çıkıyordu. Sanki onun karısıydı. Artık her gece onunla beraber kalıyor, ona bakıyor, bir kadının kocasına gösterdiği bütün özeni ona gösteriyordu. Üçoğul da ondan hoşlanmağa başlamıştı. Ötüken’deki karısını düşünüyordu. Karabudağ’ın bu güz elması yanaklı, ala gözlü, bouyly, çevik, pars bakışlı singili yanında bu Çin güzeli pek sönük kalıyordu. Ama bunda da anlaşılmaz, çekici bir şey vardı ki Üçoğul’u büyülüyordu. Ya hele o kokusu... En güzel çiçeklerde bile olmıyan bu kokuyu duydukça Üçoğul’un hep başı dönüyordu. Sonra onun çelimsiz, arık, güçsüz oluşu da Üçoğul’a bir tuhaf geliyordu. Ötüken’deki, o taşı sıksa suyunu çıkaracak olan kadın nerde, buradaki nazik, korkak kadın nerde idi? Fakat bütün bunlara rağmen bundan hoşlanıyor, ayrılmak istemiyordu. Karakulan’a nereden de söz vermişti? Kışı burada geçirmek için söz vermese şimdi Ötüken’de olacak; başına bu Çinli güzel belâ kesilmiyecekti.

Karakulan çok sevinçli gözküyordu: “Çin kadınları Türk kadınlarına benzemez ama bunların da kendilerine göre güzelliği vardır” diyor, sonra gülmekten katılarak : “Kişi her gün en güzel yemekleri yese bıkar, tatsız yemeklere can atar” diye sözünü bitiriyordu.

Karakulan hiç de kötü kişi değildi ama ahlâkı değişmişti. Ötüken yasasını hiç bilmiyordu. Bu Çin’de de başka türlü yapmak galiba kabil değildi.

Bazan Üçoğul’a Çin veliahdinin sarayında kalacağını söyliyerek eve gelmiyor, o zaman Üçoğul evin sahibi oluyordu. Çinli uşakların başı kendisine büyük saygı göstererek yine çalgı düzenini hazırlıyor, aşçıya güzel yemekler yaptırıyor, onun gününü gün ediyordu. Üçoğul’un sevgilisi artık onu öteki kızlardan kıskanmağa başlamıştı. Üçoğul ı-onlardan birine gülümsiyerek baksa ağlıyordu. Onbaşı kendi kendine “Bu yere batası Çin benim de ahlâkımı bozdu” diye söyleniyor, bir iki ay sonra Ötüken’e gidince bunlardan kurtulacağını düşünerek kendisini avutuyordu.

***


Kış geçip bahar gelmişti. Üçoğul nerdeyse Ötüken’e dönecekti. Bir gün Karakulan kendisine yaklaştı:

-Üçoğul! Çin kağanı üç oğlu arasındaki çekememezliğe bir son vermek üzere üçünü de yarın için saraya çağırdı. Yarın sarayda kan gövdeyi götürecek. Belki de veliaht Çin tahtına geçecek. Bu dövüşte bize yardım edeceksin, değil mi?” diye sordu.

Üçoğul zaten bu dövüşe karışmak için burada bekliyordu. “Elbet” diye cevap verdi. Karakulan sevincinden onun boynuna sarıldı. Yapılacak işleri anlattı. O gece saz faslını yapmadan erken yattılar.

Ertesi günü her şey hazırdı. Karakulan, Üçoğul’a bir yayla sadak vermiş, Üçoğul’u aralarına karışmıştı. Üç yüz savaşçı veliahtle birlikte sarayın avlusuna gelip durmuşlar, sonra veliaht yanıan yaverini alarak içeri girmişti.

Üçoğul bekliyordu. Yaya dövüşmek pek tatlı olmıyacaktı ama hiç yoktan yine iyi idi.

Çin kağanının öteki oğulları da saraya kendi çerileriyle gelmişlerdi. Neredeyse burada kavga şenliği başlıyacaktı.

Onbaşı Üçoğul birdenbire Karakulan’ın koşarak geldiğini gördü. Yaver, yaklaşınca Türkçe olarak : “Üçoğul ardımdan gel” diye haykırdı. Ok gibi fırlıyan Üçoğul ona yetişirken, Karakulan, koşu arasında durumu anlattı:

-Şemin tetik davrandı. Veliahdi de, Yüen-kie’yi de uzaktan okla öldürdü.

Üçoğul, yaveri omuzundan tutarak durdurdu:

-Nereye gidiyorsun? Öyleyse vuruşalım.
-Veliaht öldükten sonra vuruşmak para etmez. Bizim çeriler artık vuruşmaz.
-Biz ikimiz gidip vuramaz mıyız? Veliahdin öcünü alamaz mıyız?

Karakulan, Üçoğul’un kolundan çekerek yeniden koşmağa başladı:

-Sarayda binlerce çeri var. İkimiz ne yapabiliriz?

Karakulan’ın yanında koşmakta olan Üçoğul sordu:

-Şimdi nereye gidiyoruz?
-Canımızı kurtarmağa...
-Avluda bıraktığımız çeriler nolacak?
-Onlara bir şey olmaz. Onlar hemen Şemin’in çerileri olup ardımıza düşecekler.

Üçoğul sert bir küfür savurarak koşmakta devam etti. Yaverin evine gidiyorlardı. Sarayda olup bitenden kimsenin haberi olmadığı için herkes yavere saygı ile yol açıyordu.

Nihayet Karakulan’ın evine vardılar. Uşaklara buyruk vererek Üçoğul’la Karakulan’ın binek atları, iki de yedek at hazırlandı. Büyük bir çabuklukla pusat ve azıklarını aldılar. Karakulan birkaç kese altını da yanına almayı unutmadı. Şaşkınlıkla kendisine bakan baş uşağa birkaç güne kadar geleceklerini, kendisi gelinceye kadar evi bildiği gibi çevirmesini söyliyerek atına atladı. Üçoğul da öyle yaptı. Şehrin sokaklarından dört nala geçerek kapısına geldiler. Veliahdin yaveri burada tanındığı için bir şey sorulmadı. Kapıdan çıktılar. Kurtulmuşlardı.

O zaman Üçoğul’un aklına yaverin evinde bıraktığı Çinli sevgilisi geldi. Karakulan’a onların ne olacağını sordu. Beriki büyük bir kayıtsızlıkla:

-Evimi zaptedecekler. İçindekiler ya Şemin’in sarayına, yahut onun yaverinin evine gidecek...

Üçoğul az kalsın ağlıyacaktı:

-O kız beni seviyordu. Onu ne diye birlikte almadık?

Karabudak güldü:

-Siganfu kızını Ötüken kızı mı sandın? O seni unuttu bile. Belki şimdi yeni sevgilisiyle baş başadır.

Üçoğul bir küfür daha savurarak atını mahmuzladı. Sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi sordu:

-Sen nereye gidiyorsun?
-Ötüken’e... Anayurduma... toprak ana vefasız oğullarını da bağrına basmaktan çekinmez...

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXI -




KITLIK



Üç mevsim daha geçti. Kocalar öldü. Yeni bebekler doğdu. Bebekler yürümeğe, küçük çocuklar koça binmeğe alıştı. Kısraklar taylandı; inekler buzağıladı. Ormanda boz kurtların enikleri ava çıkmağa başladı. Yamtar, Sançar ve Üçoğul yüzbaşı oldu. Başlangıçsız, sonsuz zaman yürüdü. 627 yılının kış ayları geldi. Karakulan, Tunga Tigin’in buyruğunda bir yüzbaşı olmuştu. Çin’in iç yüzünü iyi bildiği için bilgisinden Kara Kağan faydalanıyordu. Karakulan’la Üçoğul Çin başkentinden kaçarken Çin kağanı olan Şemin “Tay-tsong” adını almış, Türklere sert davranmağa başlamıştı.

O yıl pek sert bastırmıştı. Kişi boyu kar yağıyor, fırtınalar Ötüken’i inletiyordu.


***



Üç günden beri ağzına bir lokma koymamış olan Yüzbaşı Yamtar, gün doğmadan ava çıkıp gün batımına kadar çabaladıktan sonra elleri boş olarak evinde döndüğü zaman gördüğü şey çok acıklıydı: Karısı açlıktan yatağa serilmiş, bir yaşındaki oğlu ölüm halinde idi. Ötekiler de perişandılar. Fakat küçük çocuk açlığa dayanamamıştı.

Yamtar dışarı fırladı. Ne yapıp yiyecek bir şey bulmalıydı. Birkaç adım atmıştı ki andası Gök Börü ile karşılaştı.

Onbaşı Gök Börü bu sefer öfkeli değil, kızgın hatta delirmiş gibiydi. Yamtar’a bağırdı:

-Yüzbaşı Yamtar! Bu kepazelik nedir? Bir tek atım, bir tek koyunum kalmadı. Hepsi öldü. Şimdi de eve küçük kızım açlıktan ölüyor. Sen ne yapıyorsun?
-Yapacak bir şey yok. Bir tek atım kaldı. Onu kesip yiyeceğiz. Gel sana da bir parça vereyim.

İki anda hızlı adımlarla Yamtar’ın ahırına yöneldiler. Albız alsın! Yamtar’ın son atı da dün gece ölmüştü. Çare yoktu. Ölü atı parçaladılar. Hemen orda ateş yakıp kızartmağa koyuldular. Ateş söndükten sonra paylaştıkları kızarmış etleri yiye yiye çadırlarının yolunu tuttular. Geç kalmışlardı. Çünkü evlerine girdikleri zaman Yamtar’ın oğlu, Gök Börü’nün kızı ölmüş bulunuyordu.

Yamtar, güçsüz, arık kalmış karısına et yedirerek onu kurtarmağa çabalıyordu. Üç gündür bir şey yemiyen, ondan önce de uzun zaman ağzına bir iki lokma atan bu zavallı genç kadının midesi ölmüş at etini kabul etmiyordu. Taze et, kımız istiyordu. Bu durum karşısında Yamtar çok düşünmedi. Çadırdan fırlıyarak Gök Börü’ye koştu, “ardımdan gel” dedi.

Gece idi. Soğuk derilerini sızlatıyor, yüzlerini donduruyordu. Yüzbaşı Yamtar iri gövdesiyle karanlıkta bir dev gibi yürüyor, bir yandan da Gök Börü’ye “Biz Ötüken’in sahipleri açlıktan ölürken tutsak Çinliler bolluk içinde yaşasınlar... Bu olur mu? Elleirnden güçle yiyecek alacağız. İ-çing Katun’la Şen-king yetmiyormuş gibi her gün birkaç Çinli beğ yahut bilgin daha çıkıyor. Kara Kağan’a verdikleri öğütlerle Ötüken’i karmakarışık ediyorlar. Bizim kağan da onlara inanıyor. Bu olur mu? Ben yüzbaşıyım. Sen hâlâ onbaşısın. Sonra elli adımdan koca Onbaşı Pars’ı vuramıyan Şen-king tümenbaşı... Bu olur mu?” diyordu.

Çinlilerin toplu bir halde oturdukları evlere gelmişlerdi. Yamtar, yaptığını bilen bir adam durumuyla Çinli evlerinden birine girdi. Bu evde, Ötüken’de zengin olmuş Çinlilerden biri oturuyor, karısı ve Çinli uşağıyla birlikte bolluk içinde yaşıyordu. İri bir Türk yüzbaşısıyla bir onbaşının sert bir yüzle içeri girdiklerini gören Çinlilerin benzi attı. Yamtar kükredi:

-Ulan Çinli tez davran! Ne kadar yiyecek varsa şuraya yığ!

Ev sahibinin şaşkınlığı geçmişti. Kafa tutmak istedi:

-Sizi Kara Kağan’a şikayet ederim. Şen-king benim dostumdur. Sonra...

Çinli sözlerini bitiremedi. Bir şakırtı oldu. Yamtar şimşek gibi bir hızla kılıcını çekerek savurup Çinlinin başını uçurmuştu.

Karısı ayakta duramıyarak yere yığılmıştı. Uşak titriyerek koşuyor, kımızları, kurutları taze etleri getiriyordu. Yamtar hepsini sırtladıktan sonra:

-“Haydi Gök Börü! Ardımdan gel” dedi.

Gök Börü biraz daha içerde kalmıştı. Sonra koşarak Yamtar’a yetişti:

-“Kalanları da ben hakladım. Yoksa İ-çing Katun’a şikâyet edip anamızı ağlatırlardı” dedi.

Yolda yiyecekleri paylaştılar. Herkes kendi çadırına koştu.

Yamtar, karısını ölümden kurtarmağa çalışıyordu. Fakat evde herkes açtı. Ölmüş atın etini övütecek kadar sağlam bir işkembesi olan Yamtar’dan başka herkes iyi yiyecek istiyordu. Kocamış ninesine o kadar aldırmıyordu ama yarın birer yiğit olarak savaşa girecek olan oğullarına baktıkça içi sızlıyordu. Küçük oğlu ölmüştü. Emzikli karısı da çok kötü durumda idi. Yamtar bunaldıkça Çinlilere düşman oluyor, “Tanrı bize Çinliler yüzünden öfkelendiği için böyle yapıyor” diye düşünüyordu.

Çinlinin evinden topladığı azık hemen hemen bitmişti. Yamtar için biraz bir şey kalmıştı. Yamtar bu güzelim yiyeceklere baktıkça acıkıyor, acıktıkça da ölmüş atın kızartmasından atıştırıyordu. Gözünü, ayrın için karısına ayırdığı çamçaktan bir türlü alamıyordu ki dışardan ayak sesleri işitildi. Kapı açılarak içeri Sülemiş girdi. Benzi sapsarı isi. Yanan çıranın ışığı yüzüne vurdukça büsbütün sarı gözüküyordu:

-“Yamtar! Açlıktan ölüyoruz. Evde diri olarak bir karım kaldı. Onun için bana biraz azık veremez misin?” diye yalvardı. Yamtar düşünmeksizin kımız çamçağına el attı. Yarısını kendi karısına ayırıp kalanını da Sülemiş’e uzattı. Yumruk kadar da kurut parçası verdikten sonra:
-“Al, bunları yengeme ver” dedi. Sonra ölmüş atın kızartmasından bir parça koparıp:
-“Bunu da sen ye” diyerek uzattı.


***



Ertesi sabah Yüzbaşı Sançar erkenden kalkarak elinde kalan son iki attan birini kesip güzelce kızarttı. Kendisine irice bir parça ayırdıktan sonra atına atlıyarak andalarının evlerine uğramağa başladı. Önce evi en kalabalık olan Yamtar’a uğradı. Koca Yamtar sülıyordu. Çünkü o gece hem ninesi, hem oğullarından biri, hem küçük kardeşi, hem de karısı ölmüşlerdi. “Gök başıma yıkıldı” diyip ah çekiyor, yanaklarından aşağıya yaşları boşanıyordu. Somurtkan ve söylemesini bilmiyen Sançar “Kalanları kurtarmağa bak” diyerek ona büyük bir parça et verdi. Ömrümde hemen hemen daima aç yaşamış olan Yamtar hayatında ilk defa olarak önünde bol yiyeceği varken aşa el sürmeden duruyordu. Dört yaşındaki kızıyla üç yaşındaki oğluna et vererek “yiyin” dedi. Sançar çıkıp gittiği zaman iştahla eti yiyen çocuklarına bakarak bağdaş kurmuş olduğu yerde duruyor, hiç ses etmiyor, fakat gözlerinden bol ve gür damlalar sanki yağıyordu.

Sançar ondan sonra Onbaşı Sülemiş’in evine uğradı. Sülemiş’in benzi sarı, gözleri kızarıktı. Acı acı gülümsüyordu. Sançar durumu kavradı: Sülemiş’in karısı ölmüştü. Sançar söyliyecek söz bulamadı. Oraya bir parça et bırakarak çıktı.

En sonra Gök Börü’nün evine girdi. Deli onbaşı evinde yoktu. Kocamış anası can çekişiyordu. Karısı halsiz, yatağında yatıyor, iki çocuğu açlıktan ağlaşıyordu. Sançar eti getirince iki küçük aç kurt gibi saldırdı.

Genç kadın gülerek doğruldu. İhtiyar nine de ise hiçbir hareket görülmedi.

Yüzbaşı Sançar kendi evine giderken birdenbire atını durdurdu: Yerde birisi yatıyordu. Yüzü görünmüyordu. Fakat Sançar yere atlayıp başını kaldırınca tanıdı. Bu Onbaşı Karpak’tı. Sançar ilkönce bunu donmuş sanarak yüzünü karla uvalamak istedi. Karpak donmuş değildi. Gözlerini açarak Sançar’a bakınca: “Boşuna uğraşma benim işim bitti” diyebildi.

-Yaralı mısın?

Karpağ’ın bakışları değişti.

-Yara da söz mü? Karımla dört çocuğum öldü. Ben dokuz gündür açım.

Sançar büyük bir emekle onu yerden kaldırarak atına yerleştirdi. Kendisi de güçlükle binerek evine doğru sürdü. Karpağ’ı yatağına yerleştirerek kendisine ayırdığı etten ince bir parça kesip ona verdi. Fakat Karpak almıyor, gözleri tuhaf bir şekilde parlıyordu:

-“İ-çing Katun’a müjde ver. Bir Türk onbaşısı daha ölüyor” dedi. Biraz sonra Karpak yoktu.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXII -


İSYAN


Korkunç kışı Kara Kağan’a göre daha iyi atlatan Tulu Han soğuk bir bahar gününde otağında otururken Binbaşı Çamur Beğ içeri girerek:

-“Tulu Han! Kara Kağan’dan ulak geldi. Seni görmek istiyor” dedi.

Han buyruk verdi:

-Gelsin!

Biraz sonra Kara Kağan’ın ulaklarbaşısı Börü Tarkan içeri girerek yere diz vurdu. Tulu Han kendisine gelenin Börü Tarkan olduğuna biraz şaşırmış gibiydi. İçinde öfkeli bir alay çınlaması bulunan sert bir sesle sordu:

-De bakalım Börü Tarkan! Yüce kağan başulağı yollamakla beni yargılamak mı diler?

Çok sert bir adam olan Börü Tarkan tok bir sesle karşılık verdi:

-Hayır Han! Kıtlık ve açlık Ötüken’de adam komadı. Sana yollıyacak başka ulak bulamadığı için beni gönderdi.

Tulu Han’ın yüzü sertleşti:

-Kağanın buyruğu nedir?
-Sırtarduşlar, Dokuz Oğuzlar, Bayırkular isyan ettiler.
-Evet?
-Yüce Kağan bu isyanı bastırmağa seni memur etti.
-Yalnız kendi çerimle mi?
-Hayır! Kür Şad ve Işbara Han tümenleri de senin buyruğunda olacak.

Börü Tarkan yancığından bir tahta çıkardı. Bu tahta Kara Kağan’ın yazdığı bitikti. Bunu saygı ile Tulu Han’a uzattı. Tulu Han bu ağır yumuştan hiç de kıvanmamıştı. Sırtarduşlar, hele Dokuz Oğuzlar gibi yiğit kişilerle çarpışmak, hem de hiç sevmediği amcası Kara Kağan’ın tahtı için çarpışmak hoşa gider şey değildi. Börü Tarkan’a keskin bakışlarla baktı:

-Neye isyan etmişler?
-Açlıktan. Kara Kağan Ötüken’i doyurmak için vergi istemişti.
-Kağan şimdi de bizden kan vergisi istiyor.

Börü Tarkan sustu. O da Tulu Han’a keskin bakışlarla bakıyordu. Yaşının verdiği tecrübe ile Tulu Han’ın gönlünden geçenleri anlıyordu. Onun bakışlarının ve sözlerinin arkasında kaybedilmiş bir tahtın acısı ve özlemi gizliydi.

Tulu Han, Börü Tarkan’ın bakışlarından rahatsız olarak sordu:

-Kür Şad ve Işbara Han tümenlerinin çerisi tamam mıdır?
-Hayır!
-Bu kadar çeriyle Dokuz Oğuzlar, yanlarında Sırtarduşlar Bayırkular da olduktan sonra yenilir mi?
-Bu kış Ötüken’de attan da kişiden de kırgın oldu. Kara Kağan’ın sana yollıyacağı çeriler yarı aç kişilerdir. Kendi çerini de katarak tepelemen kağanın buyruğudur.

Arada bir susuş daha oldu. Sonra Tulu Han’ın “Buyruk kağanındır” dediği işitildi. Fakat Tulu Han bu sözleri söylerken gülümsüyor, kağanı aşağılıyordu. Börü Tarkan öfkeden kıpkırmızı oldu.

***


Aradan on beş gün geçmişti. Tunga Tigin, kağanın otağına girerek yere diz vurduktan sonra:

-“İşler kötü kağan” dedi. Kara Kağan iki gündür zaten titizleniyordu. Beklediği haberin gecikmesini iyiye yormuyordu. “Tulu Han yenildi mi?” diye sordu. Tunga Tigin kederli bir sesle “evet” dedi. Sonra şu sözlerle haberi tamamladı:
-Çerimiz darmadağın oldu. Dokuz Oğuzlar çoğunu kırdılar. Tulu Han pek az çeri ile dönüyor!
-Kür Şad’la Işbara Han sağ mı?
-Sağ ama sağlam değiller.
-Gelince onları hemen buraya getir.
-Buyruk senindir...

***


Akşama doğru Tunga Tigin, Kağan’ın buyruğunu yerine getirerek Tulu Han’ı, Kür Şad’ı, Işbara Han’ı kağan otağına soktu. Üç başbuğ kağanı selâmladılar. Kara Kağan çok üzgündü. Sert bir ses sordu:

-Tulu Han! Savaş nice oldu?
-Kötü oldu kağan! Çünkü atlarımız arık, çerimiz yorgundu. Bize yiğit çeriler saldırmıştı.
-Bu kadar büyük bir bozgun için arık at, yorgun çeri, yiğit yağı bahane olabilir mi?

Tulu Han sustu. Bozgun gerçekten büyüktü. Kağan şimdi omuzundan ve kolundan yaralı olan Kür Şad’la konuşuyordu:

-Kür Şad! Bu bozgunun Gök Türk kağanlığını temelinden sarsacağını düşünmedin mi?
-Gök Türk kağanlığı Dokuz Oğuzlar’a yenilmekle temelinden sarsılmaz kağan! Çünkü Dokuz Oğuz bizim kendi budunumuzdur. Sonunda yola geleceklerdir. Gök Türk Kağanlığını temelinden sarsan şey başka şeydir.

Kara Kağan öfkeyle bakarak sordu:

-De bakalım: Kağanlığı temelinden sarsan şey nedir?
-Ötüken’deki Çinlileridir. Hele bu Çinlilerin iş başına geçenleridir.
-Ne demek istiyorsun? Şen-king’i mi anlatmak istiyorsun?
-Şen-king ve onun gibileri...
-Onu tümenbaşı yapan benim!
-Buyruk senindir kağan! Ama buyruğun senden gelmesi kağanlığın yıkılmasına engel olmaz!

Bu sert karşılık kağanın yüzünü kızartmıştı. Tokatlar gibi acı bir sesle sordu:

-Siz savaşta ödevinizi yaptınız mı?
-Yaptık! Dokuz Oğuzlar bora gibi, ateş gibi saldırıyorlardı. Güçsüz erlerimizin yay geren bilekleri titrerken onların her oku bir Gök Türk’ü deviriyordu. Bozgunun önüne geçmeğe imkan yoktu. Yüzbaşı Yamtar’la yumru adındaki er olmasaydı çerimiz büsbütün yok olacaktı.

Kağan meraklanmıştı. Yüzbaşı Yamtar’ı tanıyordu. Yumru’yu da hatırlamıştı. Sordu:

-Bunlar ne yaptılar da çeriyi kurtardılar?
-Sert akan bir deredeki yıkılmış köprüyü omuzları üstünde tutarak çerimizi geçirdiler.
-Bir tek köprüden çeri geçerken Dokuz Oğuzlar ne yaptılar?
-Saldırdılar. Biz onları okla karşıladık.
-Yanında kimler vardı?
-Işbara Han, Bögü Alp ve birkaç yüzbaşı!

Kara Kağan dikkatle Işbara Han’a baktı. Yüzünden ve göğsünden yaralıydı. Dimdik duruyordu. Kara Kağan bilmediği bir sebeple Işbara Han’ı seviyordu. Ona sordu:

-Işbara Han! Ok yağmuruyla dokuz Oğuzları geciktiren arkadaşlarınız kimlerdi?
-Yanımızda Binbaşı Bögü Alp’tan başka Yüzbaşı Sançar, Yüzbaşı Üçoğul, Yüzbaşı Yağmur, Onbaşı Sülemiş vardı. Hepimiz, Kür Şad’ın tek başına yaptığını yapmış değiliz.
-Yaraların derin mi?
-Bu yaralar beni öldürmez kağan! Yalnız içime işliyen başka bir yara var: Onbaşı Sülemiş savaşta can verdi.
-Işbara Han! Kişi evinde doğar, savaşta ölür. Bir Gök Türk onbaşısının ölümü sana neden bu kadar dokunuyordu?
-Çünkü onun ölümü herkesin ölümüne benzemiyordu kağan!

Işbara Han, gözlerini otağın bir ucuna dikmişti. Savaşın o anını yeniden görüyordu. Bu öyle yiğitçe bir manzara idi ki kişi bunu ölünceye dek unutamazdı: Gök Türkler kimi atlı, kimi yayan köprüye doğru kaçıyorlar, koca Yamtar’la Yumru’nun göğüslerine kadar suya girerek insan gücü üstünde bir erlikle omuzlarında tuttukları köprüden geçerek karşı kıyıya ulaşıyorlardı. Köprüden ancak yan yana iki kişi geçebiliyor, karşı kıyıya varan ölümden kurtuluyordu. Kür Şad, Işbara Han, Bögü Alp, Sançar, Üçoğul, Yağmur, Sülemiş köprünün sağında, solunda durarak uzaktan saldıran Dokuz Oğuzlara ok yağdırıyorlardı. Kür Şad o gün bir yıldırım parçasıydı. Ona artık Ötüken’in keskin nişancısı denemezdi. O şimdi ok Tanrısı gibi bir şeydi. Biçimine getiriyor, bir okla iki kişiyi birden deviriyordu. Atsız kalmış iki üç yaralı er, Dokuz Oğuzların attığı okları yerden toplayıp bunlara getiriyordu. Fakat Dokuz Oğuzlar ölümü hiçe sayarak öyle bir saldırıyorlardı ki biraz daha durdurulmazlarsa Gök Türk ordusunu yok edebilirlerdi. O zaman Bögü Alp’ın yanaşan Dokuz Oğuzlara at saldığı ve tek başına onları durduğu görüldü. Onun yaptığı bir şaşırtmaca, bir oyalama idi. Fakat Gök Türklerin karşı kıyıya geçmesini sağlıyacak kadar uzun sürmemişti. İşte o sırada oku biten Onbaşı Sülemiş atından atladı. Köprünün sol başındaki ince ağaca koşarak kemeriyle kendisini koltuklarının altından bu ağaca bağladı. Bu iş o kadar çabuk olmuştu ki Işbara Han’dan başka kimse görmemişti. Bögü Alp kan içinde yağının karşısından çekilirken Sülemiş kılıcını savurarak gür sesle Dokuz Oğuzlara bağırıyor. Onlara meydan okuyordu. Dokuz Oğuzlar onu görünce ok yağmuruna tuttular. Bir anda Sülemiş delik deşik olmuştu. Fakat bağlı olduğu için düşmüyor, hâlâ kılıcını savuruyordu. Yiğit Onbaşı Gök Türklere gereken zamanı kazandırmıştı. Sağ kalanların hepsi karşı kıyıya geçebilmişlerdi. Onun diriliğinde eğilmiyen başı sağa bükülmüş, tulgası başından düşmüş, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Gövdesinde kırk elli tane ok vardı. Onbaşı Sülemiş ölmüştü. Fakat kılıcını hâlâ sımsıkı tutuyor ve bu kadar ok yediği halde neden düşmediğini anlamıyan asi Dokuz Oğuzların dört nala saldırışı karşısında Gök Türk Kağanlığının kanlı sancağı gibi boynu bükük, bağrı deşik duruyordu.

Köprüden geçen son Gök Türk Işbara Han’dı. Sülemiş’in, toprağı bol bol sulıyan kanları Işbara Han’a “Ötüken’de Türk yasası yürüsün diye öldüm” diyor gibi gelmişti. Sonra Yamtar’la Yumru köprüye bırakıp karşı kıyıya geçmişler, arkadaşları tarafından çıkarılarak ata bindirmişlerdi.

Işbara Han bütün bu savaşı, bu yiğitliği yeniden görür gibi olmuştu. Kara Kağan’a bunları anlatırken o da ürpererek dinliyor, heyecanlanıyordu.

***


Konuşma bitmiş, üç başbuğ otağdan çıkmıştı. O gece bütün Ötükenlilerin içini karalar bürümüştü. Dokuz Oğuzlara yenilmek neyse ama Tulu Han’ın tevkif edilerek zincire vurulup hapsedilmesi yıldırım tesiri yapmış, Ötükenliler içlerinden kağana gücenmişlerdi.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXIII -


YÜZBAŞI YAĞMUR


Yüzbaşı Yağmur Beğ, yaralarını tımar ettirmek için utacıya uğradıktan sonra kendi çadırına dönmüştü. Yazın sonu geldiği halde, geçen Dokuz Oğuz savaşında aldığı yaralar iyileşmemişti. Utancı , yaraların tezden onarılması için iyi beslenmek gerktiğini söyleyip Yağmur ‘u güldürmüştü. Çünkü bütün Ötükenliler gibi Yüzbaşı Yağmur da kıtlıktan sıkıntı çekiyor , çok geceler aç yatıyordu. Anası, karısı,kızkardeşi, küçük oğlu hep birlikte kıtlığa dayanıyorlardı.


Buna bir çare bulmak gerekti. İlk önce, buyruğunda bulunduğu Tunga Tigin’e başvurarak kendisine biraz yiyecek verip yardım etmesini diledi. Tunga Tigin gülümsedi:

-“Bizi ölümden kurtaracak kadar daha çok bir şey bulabilirsen al” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yağmur atadan, dededen kalma birkaç bıçak, kamayı alarak atına atlayıp Çin sınırının yolunu tuttu. Bunları satıp biraz yiyecek getirmeğe karar vermişti.

Yola koyulduğunun akşamında kendisi gibi birçok Ötükenlilerin de Çin sınırına doğru akmakta olduklarını gördü. Tek giden azdı. Çoğu ikişer, üçer, dörder, beşer kişilik takımlar halinde gidiyorlardı. Ertesi gün Yağmur Beğ de üç kişiye katılarak dört kişilik bir takım yapmıştı. Yoldaşlarından biri Ötüken’in iyi bildiği Kara Ozan’dı. Kopuzu boynunda asılı idi. İkincisi Çalığ’ın oğlu Gümüş, üçüncüsü de yüzünde uzun bir kılıç yarası olan Onbaşı Pars’tı. Kara Ozan molalarda, gece konaklamalarında kopuzunu ele alıyor, onu imil imil inleterek güzel ezgiler çalıyor, bazan koşmalar düzüyordu.

Çin sınırına varmadan bir önceki konakta oturmuşlar, ayı seyrediyorlardı. Hiçbir azıkları kalmadığı için bol bol su içerek yere uzanmışlardı. Bir zaman tellere dokunduktan sonra bulmak istediği ezgiyi kavramış olacak ki bir yandan söylemeğe, bir yandan da çalmağa başladı:

Türk, atına atladı;

Çinin ödü patladı.

Silinmez damağından

Kılıcın kanlı tadı.


Yağmur, Pars ve Gümüş bir taş sessizliği ile dinliyorlardı. Kara Ozan söylüyordu:

Açlık eş oldu, gitmez;

Yoksulluğumuz bitmez.

Ahımız göğe çıktı,

Kara Kağan işitmez.


Uza günlerim uza,

Tanrım güç ver kopuza

Aç bırakıp yendirdin

Bizi Dokuz Oğuz’a


Kara Ozan birdenbire sustu. Başını öne eğmişti. Niçin sustuğunu hiç biri anlamamıştı. Yeniden başlayıp kendi gönüllerini dağlamasını bekliyorlardı. Ozanların sözünde ve kopuzunda büğü mü vardı, bilinmez. Fakat onlar çalıp söylerken Ötüken tek yürek gibi çarpardı. Şimdi Ötüken’den uzakta, Çin sınırının ucundaki bu Ötükenliler de Kara Ozan’ın ezgilerinde Tanrı’dan gelme bir yanıklık buluyorlar, bu yanıklığın hiç geçmemesini, bitmemesini istiyorlardı. Fakat Kara Ozan hâlâ başını kaldırmamıştı. Ne oluyordu? Bir şeye mi dalmıştı? Yoksa sayrı mı idi? Kendisine en yakın olan Yüzbaşı Yağmur, omuzuna el attı:

-“Ozan! Çalsana” dedi.

Genç yüzbaşı, ayın ışığı altında başını kaldıran Kara Ozan’ın yüzünü bunlu, gözlerini yaşlı gördü. Bu yaşlı gözlerde son kıtlığın yok ettiği bir ocağın üzüntüleri vardı. Ötüken’de her evden birkaç kişi alan kıtlık Kara Ozan’ın evini silip süpürmüş, karısı, baldızları, çocukları, kardeşleri, öksüz yiğenleri hep birden ölmüşlerdi. Kara Ozan’ın evinden on yedi kişi eksilmiş, yalnız kendisi kalmıştı.

O zaman Yağmur Beğ onun elinden kopuzunu çekip aldı. Teller üzerinde bir iki gidip geldikten sonra çalıp söylemeğe başladı:

Açlıktan inler obam,

Sırtımda yırtık abam.

Karım yaslı, oğlum aç;

Hey babam, aman babam!


Ötüken’in açları

Kemirir ağaçları.

Nerde Çin’in baçları?

Hey babam, aman babam!


Kılıç durur mu kında?

Tanrım bizi yakında

Bay kılıver akında.

Hey babam, aman babam!


Yağmur’un ozan olduğunu kimse bilmiyordu. O, kopuz çalıp deyiş söylemesini babasından öğrenmişti. Babası ona “hey oğul, aman oğul” diye deyişler söylerdi. O da şimdi, artık ölmüş olan babasını anarak hey babam, aman babam diye çalıyordu.

***


Dört yoldaş Çin sınırındaki pazarların birinde bir gün kalıp mallarını satarak yiyecek aldıktan sonra Ötüken’e dönmeğe başlamışlardı. İlk günü olaysız geçti. İkinci günü öğleyin mola verdikleri bir tepecikte dinlenirken kuzeyden bir tozun kalktığını, bir karaltının büyümeğe başladığını gördüler. Gözlerini oraya diken Ötükenliler bir atlı yığınının yavaş yavaş kendilerine doğru ilerlediğini anlamışlardı. Fakat bunun ne olduğunu kestiremiyorlardı. Böyle bir kalabalığın alış veriş için Çin sınırına yöneldiği görülmüş şey değildi. Keskin gözlerini gelen kalabalığa dikmiş olan Gümüş: “Aralarında arabalar da var” diye bağırdı. Yüzbaşı Yağmur buna “Ötüken’den göç mü oluyor” diye karşılık verdi. Bu söz hepsinin içinde bir sızı uyandırdı. Çünkü şimdi Ötüken Dokuz Oğuzlarla Sırtarduşlar’ın elinde idi...

Hiçbir şey anlamadan bekliyorlardı. Kafile biraz daha yaklaşınca Kara Ozan: “Bunlar hep Çinliler” diye söylendi. O zaman hepsi birden ayağa kalktı. Onbaşı Pars kılıcını okşadı. Yağmur bir sıçrayışta atına bindi.

Bu gelenler çeri değildi. Aralarında kadınlar,çocuklar da vardı. Fakat nereye gidiyorlardı?

Kafile yavaş yavaş dört Ötükenliye yaklaştı. En önde çeri kılıklı iki kişi vardı. Bunların omuzlarında sadakları, bellerinde kılıçları asılıydı. Arabalara kadınlarla çocuklar binmiş, eşyalar yüklenmişti. Tektük yaya gidenler de vardı ama çoğu atlıydı. İşin tuhafı yanlarında bir çok da sığır ve koyun götürmeleriydi. Türkeli açlıktan kırılırken bu Çinliler bu kadar hayvanı nereden bulmuşlardı? Yüzbaşı Yağmur, kafilenin kolbaşısına buyruk verir gibi bağırdı:

-Dur bakalım. Kimsiniz? Nereye gidiyorsunuz?

Kafilenin başındaki çeri kılıklı iki kişiden biri cevap verdi:

-Kara Kağan’ın buyruğu ve izni ile Çin’e dönüyoruz.
-Hepiniz Çinli misiniz?
-Hepimiz Türkeli’ndeki Çinlileriz.
-Çin’e niçin dönüyorsunuz?
-Türkeli’ndeki kıtlıktan ölmemek için...

Yüzbaşı Yağmur’un yüzündeki gülümseme birdenbire silindi. Kıtlıktan kaçtıklarını söyliyen Çinlilerin yanında bütün Türkeli’ni doyuracak kadar mal, davar, yılkı, azık vardı. Dört arkadaş bir bu mallara baktılar, bir de kıtlıktan ölen yakınlarını düşündüler. Birden hepsinin bozkurtluk damarı kaynadı. Yüzbaşı Yağmur’un bir işaretine bakıyorlardı. Genç yüzbaşı burada Kara Kağan türesinin değil, bozkır yasasının yürürlükte olduğunu düşünerek sert bir sesle sordu:

-Türkeli’nde kıtlık varsa siz bu kadar davarı nereden buldunuz?

Çinli sırıttı:

-Beğ yiğit! Biz bunları alım satımla kazandık.

Bütün Türkler gibi Yağmur’un aklı da alım satımla zengin olmağa bir türlü ermiyordu. Hele Türkler açlıktan kırılırken tutsak Çinlilerin alım satımla zengin olması dünyadaki en büyük haksızlıktı. Kendi kendine çabuk bir hesap yaptı. Sonra daha dik bir sesle Çinliye bağırdı:

-Yoldaşlarına söyle: Azık, mal, davar, at ne varsa dörtte birini bize ayırsınlar. Ondan sonra canınız sağ olup Çin’e gidebilirsiniz...

Çinlinin yüzü karmakarışık oldu. O da kendi kendisine bir hesap yapıyor ve dört kişiye karşı kendi çokluklarına güveniyordu:

-Hangi hakla bizim malımızı istiyorsunuz?
-Kılıcımız hakkı ile!
-Beğ yiğit! Kılıç bizde de var. Tatlılıkla isterseniz dördünüze birer koyun verelim. Ama bütün malımızın dörtte birini isterseniz vermeyiz.

Yüzbaşının gözleri kararmıştı:

-Şimdi senden malınızın dörtte birini istemiyorum. O biraz önceki isteğimdi. Şimdi yarısını istiyorum.

Çinli güldü:

-“Ben de dört koyunu biraz önce veriyordum. Şimdi bir oğlak bile vermem” dedi.

Yağmur Beğ hızla sadağından bir ok çekti ve Çinli davranmadan gezliyerek onu göğsünden vurdu. Çinli inliyerek atından yere düştü., bir iki debelendikten sonra hareketsiz kaldı. Ortalığa derin bir sessizlik düştü. Çinliler çok kalabalıktılar. Fakat pek azında pusat vardı. Karşılarındaki dört kişi ise tepeden tırnağa pusatlıydılar. İki taraf birbirine hırsla bakıştı. Sonra yüzbaşının buyruğu işitildi:

-Tez davranın! Neyiniz var, neyiniz yoksa yarısını bu yana ayırın. Yeniden tartışmağa kalkarsanız malınızın hepsini alırım. Haydi, çabuk!

Çinliler işin sarpa sardığını, bütün mallarının tehlikede olduğunu görünce ellerinde olanın yarısını ayırmaktan başka çıkar yol olmadığını anladılar. Kafilenin gerilerinde olanlar da önden arkaya yapılan seslenmelerle durumu kavramışlardı.

Yüzbaşının buyruğu ile Gümüş ileri atılmış, Çinlilerden alınan hayvanları sıraya , düzüne sokuyor, bu işi tek başına büyük bir ustalıkla başarıyordu. Derken bir gürültü koptu. Bir Çinli at sürerek Gök Türklerin yanına geldi. Öfkeli bir sesle haykırdı:

-Bana haksızlık oldu. İki koyun yerine üç koyun alındı.

Bu sözler Yağmur’a karşı söylenmişti. Sonra birdenbire Onbaşı Pars’ı gören Çinlinin gözleri parladı:

-“Onbaşı Pars! Şu arkadaşına söyle de koyunun birini geri versin” dedi.

Yağmur’la Kara Ozan bu Çinlinin düzgün bir Türkçe ile söz söylemesine ve kırk yıllık tanış gibi Pars’la konuşmasına şaşmışlardı.

Pars cevap vermiyordu. Çinli durmadan söylüyor, elleriyle işaret yapıyordu. Yüzbaşı Yağmur sert bir sesle Çinliyi susturdu:

-Yüzbaşı dururken onbaşıyla konuşulmaz!
-Onbaşı Pars benim kapı yoldaşımdır.
-Ulan Çinli! Kendini Türk beği mi sandın? Onbaşı Pars neden senin kapı yoldaşın oluyormuş? Sen kimsin?

Çinlinin hilekâr yüzünde kötü gülümsemeler dolaşıyordu. Bir Yağmur’a, bir Pars’a bakıyor, kötülük etmekten hoşlanan bir durum alıyordu:

-Yüce beğ, Ben Türk beği değilim ama Türk beğlerinin otağına çok girmişim. Tulu Han’la şölende çok oturmuşum. Tulu Han’ın çok buyruğunu yerine getirmişim. Bu Onbaşı Pars da Tulu Han ordusunda idi. Onun için benim kapı yoldaşımdır. Adım Çang-su’dur.

Yağmur’la Kara Ozan bakıştılar. Çinli, araya fit soktuğundan pek keyifliydi. Hattâ kafasının içinden şu Türkleri hemen oracıkta dövüştürüp alınan mallarını kurtarmak gibi yaman bir düşünce bile geçiyordu. Karşısındakileri birbirine katmak için sözlerine devam etti:

-Onunla çok yolculuk ettim. Yavuz bahadır olduğunu da bilirim. Hatta bir gün Ötüken’li bir yiğitle vuruşunu da uzaktan seyrettim. Kendisi yaralandığı halde karşısındakini öldürmüştü. Ölenin adını da söylemişti. Galiba Onbaşı Burguçan’dı...
-Onbaşı Burguçan mı?

Bunu Yağmur sormuştu. Demek kendi arkadaşını öldüren adam şimdi yanında bulunan Pars'’ı. Yağmur kılıcına el attı. Fakat hemen kendini toplıyarak Çinliye haykırdı:

-Susacak mısın? Yoksa susturayım mı?

Çinli susmuştu. Yüzbaşı son buyruğunu verdi:

-Haydi bakalım, dırlanmayı kesip yola koyulun! Çabuk...

Çinliler güneye doğru akıp gittiler. Dört Türk’e elli kadar atla birkaç yüz sığır ve koyun, torbalar dolusu da azık kalmıştı. Yüzbaşı Yağmur üleştirmeden önce Onbaşı Pars’ı sorguya çekmek istiyordu:

-“De bakalım Onbaşı! Benim yoldaşım Burguçan’ı öldüren sen misin?” diye dik bir sesle sordu. Pars olur olmaz şeylerden yıkılacak kişi değildi:
-“Evet, ben öldürdüm” diye cevap verdi.
-Er erle döğüşür ama senin şu suratsız Çinli ile yoldaşlığın iyi kişi olmadığını gösteriyor. Söyle bakalım, Burguçan’ı neden öldürdün?
-İkimizde Tulu Han ordusunda olduğumuz için Çinliye yoldaştım. Burguçan’a gelince o bana engel olduğu içim öldürdüm.

Burguçan’ı Pars’ın öldürdüğünü anladıktan sonra Yağmur’un daha çok konuşmağa niyeti yoktu. Öteki de daha çok hesap vermeğe hiç istekli gözükmüyordu. Kartal bakışlarıyla birbirlerini kolluyorlardı. Birdenbire kılıç çekerek birbirlerine saldırdılar. At üzerinde sert bir vuruş başladı.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXIV -


TANRI TÜRKLER’E KIZIYOR


Güneş Türkeli’ne yeni bir yaz daha getirmişti. Fakat artık Ötüken Gök Türkler’in değildi. Sıtarduşlar oraya hakim olmuşlar, hanları da Çur Bilge Kağan adı ile Gök Türkler’e rakip bir durum almıştı. O korkunç kıtlık geçmiş, ölen ölüp kalan kalmıştı. Yamtar, Sançar ve Gök Börü kımız içiyorlardı. Yamtar’ın karnı tok, sırtı pek olduğu için keyfi yerinde idi. Söz dönüp dolaşıp Tulu Han’a geliyordu. Tulu Han hapisten çıktıktan sonra Kara Kağan’ı tanımamış, Çin’e elçi gönderip yardım dilemişti. Gök Türk Kağanlığının tahtını dava etmekten bir türlü caymıyordu. Yamtar:

-“Çin kağanı bu kez Tulu Han’a yardım etmedi” dedi.

Gök Börü:

-“Tulu Han en iyi elçilerini yitirdi de ondan” diye cevap verdi.

Yamtar sordu:

-Bu iyi elçiler kim?

Gök Börü her zaman olduğu gibi sert sert ve öfkeli konuşuyordu:

-Baş elçisi Binbaşı Çamur Beğ’di. Tulu Han hapiste iken onu buğa süstü (boynuzladı). Bağırsakları dışarı uğrayıp öldü. Bir de onun yardımcısı Onbaşı Pars vardı.

Yamtar’ın gözleri açıldı:

-Ne Pars mı? Bizim Pars mı?
-Bizim Pars olur mu? Başka Pars. Onu da Yüzbaşı Yağmur Beğ öldürdü.

Yamtar ferahlamıştı. Bu ferahlıkla bir çamçak kımız daha içti. Gök Börü tamamladı:

-Bir de Çinli Çang-su vardı. Tulu Han Çin’e elçi gönderdikçe dilmaçlığı bu herif yapardı. Yüzbaşı Yağmur onu da, Gümüş’ü ardından gönderip temizletti.
-İyi olmuş. Şu yüzbaşıyı görürsem ona iki çamçak kımız vereyim.

Yamtar’ın çadırında idiler. Bir yandan kızarmış et yiyorlar, durmadan da kımız içiyorlardı. Bir aralık Yamtar elini sırtına götürerek sıvazladı. Sonra:

-Uykudan kalksam kış içindeyiz sanırdım. Soğuk mu var, nedir? Bu kadar kımız içtiğim halde üşüyorum. Yaz günü de böyle üşündüğünü kimseden işitmemişti.

Gök Börü ellerini uğuşturdu:

-Yahşı söz ettin. Benim de ellerim donmuş. Yoksa çok kımız içip esridik mi?
-Esriyen kişiye dünya sıcak gelir. Biz ise neredeyse donacağız.

Hiç söze karışmıyan Sançar’da üşüdüğünü anlamıştı. Yazın bu en sıcak ayında böyle soğuk nasıl olurdu? Bu işte elbet bir yanlışlık vardı. Sançar bunu anlamak için kalkıp kapıya yöneldi. Gün batmak üzere idi. Sırtları kapıya dönük olan Yamtar’la Gök Börü arkalarına soğuk bir rüzgârın değdiğini duyarak başlarını kapıya çevirilirlerken kapının dışındaki gürültüden Sançar’ın yere düştüğünü anladılar. Arkasından Sançar’ın o ünlü kahkahası ortalığı çınlattı. İki anda bir an için bakıştıktan sonra fırlayıp kapıdaki keçeyi araladılar. Aman ulu Tanrı!... Koca Yamtar’ın gözleri yuvasından uğrayıp ağzı açıldı. Yalnız “ vay, vay, vay!...” diye haykırabildi. Deli Gök Börü ise o kadar şaşırmıştı ki şaşkınlıktan yere yuvarlandı. Yazın ortasında kuşbaşı kar yağıyordu. Kapının önündeki kardan Sançar’ın ayağı kayarak yere düşmüştü. Bir yandan da katılıyor, bir yandan da:

-“Bizim çadırda kımız içerken dört ay geçip kış gelmiş de haberimiz olmamış” diye söyleniyordu. Bu sırada Yamtar’ın beş yaşındaki kızıyla dört yaşındaki oğlu karların arasında düşe kalka koşarak geliyorlardı. Yamtar onları görünce biraz toparlanarak sordu:
-Ulan, bu ne?

Sanki yazın ortasında kar yağmasından sorumlu olanlar küçük çocuklarmış gibi koca yüzbaşı onlara bakıyor, onları sorguya çekiyordu. Kız, korkulu ve şaşkın gözlerle babasına bakıyor, soğuktan titreyip dişleri birbirine vurarak söylüyordu:

-Baba! Biz kırda oynarken birdenbire kar yağmağa başladı. Çok üşüyoruz baba…

Fakat Sançar’ın kahkahaları bütün sesleri bastırıyor, konuşmağa imkan vermiyordu. Yamtar ne yapacağını şaşırmıştı. Sançar’ı susturmak için onu atının sırtına bağlayıp koşturmaktan başka çıkar yol yoktu. Halbuki Sançar’ın atı şimdi burada değildi. Hem de Sançar’la uğraşırsa çocuklarla kendisi de donacaktı. Yere düşmüş olan Gök Börü’yü bir davranışta kaldırarak bağırdı:

-Çabuk, Sançar’ı içeri getir!

Kendisi de çocukları yakalıyarak içeri girdi. Hemen onları bir keçeye sararak oturttu. Sırtına kışlık kürkünü geçirdi. Gök Börü’nün içeri getirip bıraktığı, katılmak üzere olan Sançar’ı kavrayınca Gök Börü’nün sırtına verdi. Savaşta buyruk veriyormuş gibi buyurdu:

-Çadırın içinde Sançar’ı koştur. Hem sen ısınırsın, hem de o katılıp soluğu kesilmeden kurtulur. Çabuk davran!

Sırtında Sançar olan Gök Börü çadırın içinde koşarken Yamtar hızla yedek çadır direklerini çıkarıp kırdı. Kavla tutuşturarak yaktı. Birdenbire gelen kıştan ölmemek için yapılacak başka iş yoktu. Çocukları ateşin başına getirdi. Sonra kürkünü çıkarıp yere atarak yorulmuş olan Gök Börü’nün sırtından Sançar’ı aldı. Ona kürkü giyip ateşin karşısına geçmesini söyledikten sonra kendisi çadırın içinde Sançar’ı koşturmağa başladı. Yamtar çok güçlü olduğu için çabuk yorulmıyacaktı ama çadır dar olduğu için döne döne koşmak mecburuiyeti başını döndürüyor, kpşarken sendeliyordu. Sançar ise gözlerinden yaşlar boşanarak kahkahaları atıyor, katılmak derecesine geliyor, bir yandan da: “Yamtar’a bak!... Kara Kağan’ın aygırlarından daha eşkin koşuyor” diye söyleniyordu. Böyle tuhaf bir şeyi ilk defa gören çocuklar da gülmeğe, kahkahalar savurmağa başlamışlardı. Deli Gök Börü ilk önce Sançar’a öfkeli öfkeli bakıyordu. Çocukların gülüşü ona gerçekten gülünecek bir şey olduğunu hatırlattı. Yamtar’ın kocaman kürkü içinde kendisinin bir çocuk kadar kalışı da tuhafına gitti. O da kahkahalarla gülmeğe başladı. Yamtar, hem sendeliyerek koşuyor, hem de alnından terler damlıyarak şöyle diyordu:

-İyi oldu. Kızıştım. Yoks asoğuktan donacaktım. Sizde amma gülüyorsunuz be!... Gülünecek ne var ki?.. Pek de yok değil ya…

Ve dayanamıyarak o da gülmeğe başladı. Kahkahalar atan Sançar sırtında olduğu halde o da gülüyor, kahkahalar savuruyor, bir yandan da çadırın içinde fır dolayı dönüyordu.

***


Yazın en sıcak çağında beş gün, Türkeli karakış varmış gibi soğuktan donup bunaldı. Hazırlığı olmıyanlardan donup ölenler, sayrı düşenler vardı. Herkesi bir korku bürümüştü. Bu, herhalde Tanrı’nın bir öfkesi olmalıydı. Türkeli’nin en kocamışları bile yaz ortasında böyle bir ne görmüşler, ne de kendi atalarından, dedelerinden işitmişlerdi. Evet, herhalde Tanrı öfkelenmiş, Türkler’e gücenmiş olacaktı. Herkes bunu düşünüyor, buna bir sebep arıyordu.

Tanrı elbette öfkelenirdi. Kara Kağan bir yerde durmuyor, oradan oraya göçüyordu. Türkler artık eskisi gibi ölülerini yakmıyorlar, gömüyorlardı. Kağan, Çinli İ-çing Katun’un szölerine kanmakla kalmıyor. Şen-king’i Türk beğleri gibi tümenbaşı yapıyordu. Tulu Han, durumu unutarak ayrı kağanlık kurmak davasının ardından koşuyordu. Çinlilerden gelen belâ yetmiyormuş gibi kağan şimdi de Çao-teyen adlı bir Çin bilgininin sözleriyle iş görür olmuştu.

Yamtar o geceyi nasıl atlattığına şaşıyordu. Hem Sançar’ı katılmaktan, hem de çocuklarla Gök Börü’yü donmaktan kurtarmıştı. Son kıtlıktan sonra kendilerini yeni yeni toparlamağa çalışırken bu beş günlük don yeniden bir çok hayvanları öldürmüş, kendilerini yine acınacak duruma sokmuştu. Soğuklar geçmişti ama budundaki ürküntü geçmemişti. İçlerinde anlaşılmaz bir acı, büyük bir korku vardı. Onlara gökten belâ yağacakmış gibi geliyordu.

Bir akşam Yüzbaşı Yamtar çocuklarıyla birlikte yemeğini yiyip kalkmıştı ki, birdenbire çadırın kapısı açıldı. Çıranın sönük ışığı altında Yamtar, Gök Börü’nün sapsarı benzini seçmekte güçlük çekmedi. Andasında bir olağanüstülük olduğunu anlıyan Yamtar, “Ne var Gök Börü” diye sorarken karşısındakinin titremekte olduğunu da gördü. Gök Börü söz söyliyemiyordu. Çeneleri birbirine çarpıyor ve kıpırdamadan Yamtar’a bakıyordu. Dirliğinde hiçbir şeyden korkmamış olan bu Ötüken delisini böyle titreden şey ne olabilirdi?

Bugünlerde Tanrı’nın öfkesi üzerlerine yağmakta olduğu için Gök Börü’nün korkusu yavaş yavaş Yamtar’a da bulaşıyordu. Omuzlarından tutarak onu sarstı: “Söylesene ne var” diye bağırdı. Gök Börü yine ağzını açmadı; yalnız Yamtar’ı kolundan tutarak onu çadırın kapısından dışarı çekti. Yine kar ve buz görecğini sanan, fakat böyle bir şey görmediği için ferahlıyan Yamtar’a göğü gösterdi. Yamtar bir irkildi; gözlerini uğalıyarak yine göğe baktı. Sonra Gök Börü’nün yakasına yapışarak ve korkudan titreyerek: “Bu da ne?” diye bağırdı. İki anda birbirlerine sarılarak titremeğe başlamışlardı. Çünkü gökte üç tane ay birden parlıyordu. Onlar böyle dururken birdenbire uzaktan bir haykırış işittiler. Sonra bir koşuşma, bir gürültü oldu. Biraz sonra bütün Türkeli ayakta idi. Bağrışıyorlar, kılıçlarıyla kalkanlarına vurarak gürültü yapıyorlar, göğe ok fırlatıyorlardı. Yamtar “Durmak olmaz” diyerek Gök Börü’yü çadıra çekip pusatların durduğu yere götürdü. Çabucak birer sadak takındılar. Birer kılıçla kalkan alıp dışarı fırladılar. Onlarda kılıçlarını kalkanlara vurmağa, göğe ok fırlatmağa başladılar. Kadın, erkek, çoluk, çocuk binlerce kişinin bağrışması korkunç bir gürültü yapıyor, köpekler uluyarak, atlar kişniyerek, inekler böğürerek bu gürültüyü arttırıyorlardı.

Üç ayın birleşmesini boşuna bekliyerek bağırıp yoruldular. Aylar, batıncaya kadar birleşmedi. Batıp ortalığı karanlığa bıraktıktan sonradır ki bu korkunç ve coşmuş insanların gönüllerine biraz su serpildi. Çadırlarına çekilip uyudular. Buna uyudular denemezdi. Yorgunluktan hepsi sızmışlardı.

***


Fakat bütün Elde uyumıyan bir kişi vardı. Binbaşı Bögü Alp sabaha kadar Kıraç Ata’nın sözlerini düşünmüştü. Bögü Alp’ın beynine işlenmiş olan bu sözler yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Kıraç Ata demişti ki: “Büyük günler geliyor… Kıtlık olunca ay parçalanacak… Kara Kağan’ı öldürmiyeceksin… Onu tasa öldürecek… Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum… Aralarında sen de varsın… Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmıyacak… Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak….”

İşte kıtlık olduktan sonra ay parçalanmıştı. Demek ki sıra Kara Kağan’ın tasadan ölmesine gelmişti. Bögü Alp, Kıraç Ata’nın sözlerini, o sözler söylendiği zaman bu kadar iyi kavrıyamamıştı. Şimdi, işler olduktan sonra, eskiden kavrıyamadığı o sözlerin ne büyük gerçekler olduğunu anlıyor, derin derin düşünüyordu. Bir ulu şehirde toplanmış olan kırk er caba kimlerdi? Bu ulu şehir neresi olabilirdi? Hele bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirilmek?...

Bögü Alp’ın gönlünde anlaşılmaz bir sıkıntı vardı. Tan yeri ağarmadan çadırından çıkmış, kırda, bayırda gezinmeğe başlamıştı. Nereye gittiğini kendisi de pek bilmiyordu. Ne yaptığının da farkında dğeildi. Bir aralık kendisine geldiği zaman bir tümseğe yaslanmış olduğunu, güneşin doğmak üzere bulunduğunu gördü. Birdenbire beyninde şimşek gibi bir düşünce çaktı: Acaba yine Kıraç Ata’ya gitse nasıl olurdu? Acaba Kıraç Ata sağ mıydı? Bögü Alp gitmeğe karar vermek üzere idi. Birdnebire gözleri ileriye takıldı. Tuhaf şey!... Topraktan kızıl duman çıkıyordu. Şimdiye kadar böyle bir şey görmemişti. Yazın kar yağdıktan, gökte üş ay görüldükten sonra şimdi de yerden kızıl bir buğunun fışkırması ne anlaşılmaz, ne inanılmaz şeydi.

Güneş yükselirken buğular da artıyor, dumanlaşıyordu. Adımları, Bögü Alp’ı evine doğru sürüklerken bir çok kişiler de şaşkınlık ve korku ile yeri kaplıyan kızıl dumana bakıyorlar, bir çokları da pusatlanarak çadırlarının kapısında bekleşiyorlardı. Hiç kimse olan işlerin iç yüzünü anlıyamıyordu. Ne kamlar, ne ozanlar, ne beğler, ne kocamışlar bu işlere bir kulp takamıyorlardı. Herkes başlarında bir felaketin dolaştığını sezip duruyor, buna karşı bir şey yapamamanın verdiği tevekkülle boynunu büküp susuyordu. Kış, kıtlık, açlık, sayrılık Türkeli’ni kasıp kavurmuş, çoğu ölmüş, kişiler ve atlar arık kalmıştı. Tanrı’nın öfkesi herhalde daha geçmemiş olacak ki şimdi de yaz ortasında don oluyor, ay üçe bölünüyor, yerden kızıl dumanlar fışkırıyordu.

***


Tanrı’nın Türkler’e öfkesi daha geçmemişti…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXIV -




TANRI TÜRKLER’E KIZIYOR



Güneş Türkeli’ne yeni bir yaz daha getirmişti. Fakat artık Ötüken Gök Türkler’in değildi. Sıtarduşlar oraya hakim olmuşlar, hanları da Çur Bilge Kağan adı ile Gök Türkler’e rakip bir durum almıştı. O korkunç kıtlık geçmiş, ölen ölüp kalan kalmıştı. Yamtar, Sançar ve Gök Börü kımız içiyorlardı. Yamtar’ın karnı tok, sırtı pek olduğu için keyfi yerinde idi. Söz dönüp dolaşıp Tulu Han’a geliyordu. Tulu Han hapisten çıktıktan sonra Kara Kağan’ı tanımamış, Çin’e elçi gönderip yardım dilemişti. Gök Türk Kağanlığının tahtını dava etmekten bir türlü caymıyordu. Yamtar:

-“Çin kağanı bu kez Tulu Han’a yardım etmedi” dedi.

Gök Börü:

-“Tulu Han en iyi elçilerini yitirdi de ondan” diye cevap verdi.

Yamtar sordu:

-Bu iyi elçiler kim?

Gök Börü her zaman olduğu gibi sert sert ve öfkeli konuşuyordu:

-Baş elçisi Binbaşı Çamur Beğ’di. Tulu Han hapiste iken onu buğa süstü (boynuzladı). Bağırsakları dışarı uğrayıp öldü. Bir de onun yardımcısı Onbaşı Pars vardı.

Yamtar’ın gözleri açıldı:

-Ne Pars mı? Bizim Pars mı?
-Bizim Pars olur mu? Başka Pars. Onu da Yüzbaşı Yağmur Beğ öldürdü.

Yamtar ferahlamıştı. Bu ferahlıkla bir çamçak kımız daha içti. Gök Börü tamamladı:

-Bir de Çinli Çang-su vardı. Tulu Han Çin’e elçi gönderdikçe dilmaçlığı bu herif yapardı. Yüzbaşı Yağmur onu da, Gümüş’ü ardından gönderip temizletti.
-İyi olmuş. Şu yüzbaşıyı görürsem ona iki çamçak kımız vereyim.

Yamtar’ın çadırında idiler. Bir yandan kızarmış et yiyorlar, durmadan da kımız içiyorlardı. Bir aralık Yamtar elini sırtına götürerek sıvazladı. Sonra:

-Uykudan kalksam kış içindeyiz sanırdım. Soğuk mu var, nedir? Bu kadar kımız içtiğim halde üşüyorum. Yaz günü de böyle üşündüğünü kimseden işitmemişti.

Gök Börü ellerini uğuşturdu:

-Yahşı söz ettin. Benim de ellerim donmuş. Yoksa çok kımız içip esridik mi?
-Esriyen kişiye dünya sıcak gelir. Biz ise neredeyse donacağız.

Hiç söze karışmıyan Sançar’da üşüdüğünü anlamıştı. Yazın bu en sıcak ayında böyle soğuk nasıl olurdu? Bu işte elbet bir yanlışlık vardı. Sançar bunu anlamak için kalkıp kapıya yöneldi. Gün batmak üzere idi. Sırtları kapıya dönük olan Yamtar’la Gök Börü arkalarına soğuk bir rüzgârın değdiğini duyarak başlarını kapıya çevirilirlerken kapının dışındaki gürültüden Sançar’ın yere düştüğünü anladılar. Arkasından Sançar’ın o ünlü kahkahası ortalığı çınlattı. İki anda bir an için bakıştıktan sonra fırlayıp kapıdaki keçeyi araladılar. Aman ulu Tanrı!... Koca Yamtar’ın gözleri yuvasından uğrayıp ağzı açıldı. Yalnız “ vay, vay, vay!...” diye haykırabildi. Deli Gök Börü ise o kadar şaşırmıştı ki şaşkınlıktan yere yuvarlandı. Yazın ortasında kuşbaşı kar yağıyordu. Kapının önündeki kardan Sançar’ın ayağı kayarak yere düşmüştü. Bir yandan da katılıyor, bir yandan da:

-“Bizim çadırda kımız içerken dört ay geçip kış gelmiş de haberimiz olmamış” diye söyleniyordu. Bu sırada Yamtar’ın beş yaşındaki kızıyla dört yaşındaki oğlu karların arasında düşe kalka koşarak geliyorlardı. Yamtar onları görünce biraz toparlanarak sordu:
-Ulan, bu ne?

Sanki yazın ortasında kar yağmasından sorumlu olanlar küçük çocuklarmış gibi koca yüzbaşı onlara bakıyor, onları sorguya çekiyordu. Kız, korkulu ve şaşkın gözlerle babasına bakıyor, soğuktan titreyip dişleri birbirine vurarak söylüyordu:

-Baba! Biz kırda oynarken birdenbire kar yağmağa başladı. Çok üşüyoruz baba…

Fakat Sançar’ın kahkahaları bütün sesleri bastırıyor, konuşmağa imkan vermiyordu. Yamtar ne yapacağını şaşırmıştı. Sançar’ı susturmak için onu atının sırtına bağlayıp koşturmaktan başka çıkar yol yoktu. Halbuki Sançar’ın atı şimdi burada değildi. Hem de Sançar’la uğraşırsa çocuklarla kendisi de donacaktı. Yere düşmüş olan Gök Börü’yü bir davranışta kaldırarak bağırdı:

-Çabuk, Sançar’ı içeri getir!

Kendisi de çocukları yakalıyarak içeri girdi. Hemen onları bir keçeye sararak oturttu. Sırtına kışlık kürkünü geçirdi. Gök Börü’nün içeri getirip bıraktığı, katılmak üzere olan Sançar’ı kavrayınca Gök Börü’nün sırtına verdi. Savaşta buyruk veriyormuş gibi buyurdu:

-Çadırın içinde Sançar’ı koştur. Hem sen ısınırsın, hem de o katılıp soluğu kesilmeden kurtulur. Çabuk davran!

Sırtında Sançar olan Gök Börü çadırın içinde koşarken Yamtar hızla yedek çadır direklerini çıkarıp kırdı. Kavla tutuşturarak yaktı. Birdenbire gelen kıştan ölmemek için yapılacak başka iş yoktu. Çocukları ateşin başına getirdi. Sonra kürkünü çıkarıp yere atarak yorulmuş olan Gök Börü’nün sırtından Sançar’ı aldı. Ona kürkü giyip ateşin karşısına geçmesini söyledikten sonra kendisi çadırın içinde Sançar’ı koşturmağa başladı. Yamtar çok güçlü olduğu için çabuk yorulmıyacaktı ama çadır dar olduğu için döne döne koşmak mecburuiyeti başını döndürüyor, kpşarken sendeliyordu. Sançar ise gözlerinden yaşlar boşanarak kahkahaları atıyor, katılmak derecesine geliyor, bir yandan da: “Yamtar’a bak!... Kara Kağan’ın aygırlarından daha eşkin koşuyor” diye söyleniyordu. Böyle tuhaf bir şeyi ilk defa gören çocuklar da gülmeğe, kahkahalar savurmağa başlamışlardı. Deli Gök Börü ilk önce Sançar’a öfkeli öfkeli bakıyordu. Çocukların gülüşü ona gerçekten gülünecek bir şey olduğunu hatırlattı. Yamtar’ın kocaman kürkü içinde kendisinin bir çocuk kadar kalışı da tuhafına gitti. O da kahkahalarla gülmeğe başladı. Yamtar, hem sendeliyerek koşuyor, hem de alnından terler damlıyarak şöyle diyordu:

-İyi oldu. Kızıştım. Yoks asoğuktan donacaktım. Sizde amma gülüyorsunuz be!... Gülünecek ne var ki?.. Pek de yok değil ya…

Ve dayanamıyarak o da gülmeğe başladı. Kahkahalar atan Sançar sırtında olduğu halde o da gülüyor, kahkahalar savuruyor, bir yandan da çadırın içinde fır dolayı dönüyordu.


***



Yazın en sıcak çağında beş gün, Türkeli karakış varmış gibi soğuktan donup bunaldı. Hazırlığı olmıyanlardan donup ölenler, sayrı düşenler vardı. Herkesi bir korku bürümüştü. Bu, herhalde Tanrı’nın bir öfkesi olmalıydı. Türkeli’nin en kocamışları bile yaz ortasında böyle bir ne görmüşler, ne de kendi atalarından, dedelerinden işitmişlerdi. Evet, herhalde Tanrı öfkelenmiş, Türkler’e gücenmiş olacaktı. Herkes bunu düşünüyor, buna bir sebep arıyordu.

Tanrı elbette öfkelenirdi. Kara Kağan bir yerde durmuyor, oradan oraya göçüyordu. Türkler artık eskisi gibi ölülerini yakmıyorlar, gömüyorlardı. Kağan, Çinli İ-çing Katun’un szölerine kanmakla kalmıyor. Şen-king’i Türk beğleri gibi tümenbaşı yapıyordu. Tulu Han, durumu unutarak ayrı kağanlık kurmak davasının ardından koşuyordu. Çinlilerden gelen belâ yetmiyormuş gibi kağan şimdi de Çao-teyen adlı bir Çin bilgininin sözleriyle iş görür olmuştu.

Yamtar o geceyi nasıl atlattığına şaşıyordu. Hem Sançar’ı katılmaktan, hem de çocuklarla Gök Börü’yü donmaktan kurtarmıştı. Son kıtlıktan sonra kendilerini yeni yeni toparlamağa çalışırken bu beş günlük don yeniden bir çok hayvanları öldürmüş, kendilerini yine acınacak duruma sokmuştu. Soğuklar geçmişti ama budundaki ürküntü geçmemişti. İçlerinde anlaşılmaz bir acı, büyük bir korku vardı. Onlara gökten belâ yağacakmış gibi geliyordu.

Bir akşam Yüzbaşı Yamtar çocuklarıyla birlikte yemeğini yiyip kalkmıştı ki, birdenbire çadırın kapısı açıldı. Çıranın sönük ışığı altında Yamtar, Gök Börü’nün sapsarı benzini seçmekte güçlük çekmedi. Andasında bir olağanüstülük olduğunu anlıyan Yamtar, “Ne var Gök Börü” diye sorarken karşısındakinin titremekte olduğunu da gördü. Gök Börü söz söyliyemiyordu. Çeneleri birbirine çarpıyor ve kıpırdamadan Yamtar’a bakıyordu. Dirliğinde hiçbir şeyden korkmamış olan bu Ötüken delisini böyle titreden şey ne olabilirdi?

Bugünlerde Tanrı’nın öfkesi üzerlerine yağmakta olduğu için Gök Börü’nün korkusu yavaş yavaş Yamtar’a da bulaşıyordu. Omuzlarından tutarak onu sarstı: “Söylesene ne var” diye bağırdı. Gök Börü yine ağzını açmadı; yalnız Yamtar’ı kolundan tutarak onu çadırın kapısından dışarı çekti. Yine kar ve buz görecğini sanan, fakat böyle bir şey görmediği için ferahlıyan Yamtar’a göğü gösterdi. Yamtar bir irkildi; gözlerini uğalıyarak yine göğe baktı. Sonra Gök Börü’nün yakasına yapışarak ve korkudan titreyerek: “Bu da ne?” diye bağırdı. İki anda birbirlerine sarılarak titremeğe başlamışlardı. Çünkü gökte üç tane ay birden parlıyordu. Onlar böyle dururken birdenbire uzaktan bir haykırış işittiler. Sonra bir koşuşma, bir gürültü oldu. Biraz sonra bütün Türkeli ayakta idi. Bağrışıyorlar, kılıçlarıyla kalkanlarına vurarak gürültü yapıyorlar, göğe ok fırlatıyorlardı. Yamtar “Durmak olmaz” diyerek Gök Börü’yü çadıra çekip pusatların durduğu yere götürdü. Çabucak birer sadak takındılar. Birer kılıçla kalkan alıp dışarı fırladılar. Onlarda kılıçlarını kalkanlara vurmağa, göğe ok fırlatmağa başladılar. Kadın, erkek, çoluk, çocuk binlerce kişinin bağrışması korkunç bir gürültü yapıyor, köpekler uluyarak, atlar kişniyerek, inekler böğürerek bu gürültüyü arttırıyorlardı.

Üç ayın birleşmesini boşuna bekliyerek bağırıp yoruldular. Aylar, batıncaya kadar birleşmedi. Batıp ortalığı karanlığa bıraktıktan sonradır ki bu korkunç ve coşmuş insanların gönüllerine biraz su serpildi. Çadırlarına çekilip uyudular. Buna uyudular denemezdi. Yorgunluktan hepsi sızmışlardı.


***



Fakat bütün Elde uyumıyan bir kişi vardı. Binbaşı Bögü Alp sabaha kadar Kıraç Ata’nın sözlerini düşünmüştü. Bögü Alp’ın beynine işlenmiş olan bu sözler yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Kıraç Ata demişti ki: “Büyük günler geliyor… Kıtlık olunca ay parçalanacak… Kara Kağan’ı öldürmiyeceksin… Onu tasa öldürecek… Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum… Aralarında sen de varsın… Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmıyacak… Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak….”

İşte kıtlık olduktan sonra ay parçalanmıştı. Demek ki sıra Kara Kağan’ın tasadan ölmesine gelmişti. Bögü Alp, Kıraç Ata’nın sözlerini, o sözler söylendiği zaman bu kadar iyi kavrıyamamıştı. Şimdi, işler olduktan sonra, eskiden kavrıyamadığı o sözlerin ne büyük gerçekler olduğunu anlıyor, derin derin düşünüyordu. Bir ulu şehirde toplanmış olan kırk er caba kimlerdi? Bu ulu şehir neresi olabilirdi? Hele bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirilmek?...

Bögü Alp’ın gönlünde anlaşılmaz bir sıkıntı vardı. Tan yeri ağarmadan çadırından çıkmış, kırda, bayırda gezinmeğe başlamıştı. Nereye gittiğini kendisi de pek bilmiyordu. Ne yaptığının da farkında dğeildi. Bir aralık kendisine geldiği zaman bir tümseğe yaslanmış olduğunu, güneşin doğmak üzere bulunduğunu gördü. Birdenbire beyninde şimşek gibi bir düşünce çaktı: Acaba yine Kıraç Ata’ya gitse nasıl olurdu? Acaba Kıraç Ata sağ mıydı? Bögü Alp gitmeğe karar vermek üzere idi. Birdnebire gözleri ileriye takıldı. Tuhaf şey!... Topraktan kızıl duman çıkıyordu. Şimdiye kadar böyle bir şey görmemişti. Yazın kar yağdıktan, gökte üş ay görüldükten sonra şimdi de yerden kızıl bir buğunun fışkırması ne anlaşılmaz, ne inanılmaz şeydi.

Güneş yükselirken buğular da artıyor, dumanlaşıyordu. Adımları, Bögü Alp’ı evine doğru sürüklerken bir çok kişiler de şaşkınlık ve korku ile yeri kaplıyan kızıl dumana bakıyorlar, bir çokları da pusatlanarak çadırlarının kapısında bekleşiyorlardı. Hiç kimse olan işlerin iç yüzünü anlıyamıyordu. Ne kamlar, ne ozanlar, ne beğler, ne kocamışlar bu işlere bir kulp takamıyorlardı. Herkes başlarında bir felaketin dolaştığını sezip duruyor, buna karşı bir şey yapamamanın verdiği tevekkülle boynunu büküp susuyordu. Kış, kıtlık, açlık, sayrılık Türkeli’ni kasıp kavurmuş, çoğu ölmüş, kişiler ve atlar arık kalmıştı. Tanrı’nın öfkesi herhalde daha geçmemiş olacak ki şimdi de yaz ortasında don oluyor, ay üçe bölünüyor, yerden kızıl dumanlar fışkırıyordu.


***



Tanrı’nın Türkler’e öfkesi daha geçmemişti…
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXV -


BOZGUN


Ertesi bahar, Türkeli’ne erkence geldi. Gökten inen türlü belâlarla bitkin hale gelen bu insanlar biraz doyum olmak için Çin’e akın etmekten başka hiçbir şeyin fayda vermiyeceğini düşünmekte birliktiler. Kağan ne tasarlıyordu da akın buyruğunu vermiyor, bunu bir türlü anlıyamıyorlardı. Akın buyruğu geciktikçe söylentiler, dedikodular artıyor, açıktan açığa kağan aleyhinde söylenmekten çekinmiyenler çoğalıyordu.

i-çing Katun, Çinli adamları yoluyla kağan ve kendisi aleyhinde kimlerin konutluğunu haber alıyordu. Bunların arasınd ağabeynbaşı Bögü Alp’ın da bulunduğunu işitince bunu önlemek gerektiğini, önlenmezse kötü bir sonuca varabileceğini düşündü. Bögü Alp’ın gözünü daldan budaktan sakınmaz bir bahadır olduğunu işitmişti. Üstelik Işbara Han’ın damadı idi. İ-çing Katun, Kara Kağan’a en sadık beğ olan Uluğ Tarkan’ı çağırtarak buyruklarını vermekte gecikmedi. Bögü Alp’ı herkes tanıyordu. Hele Batı Kağanı’na elçi gittikten sonra ünü, sanı büsbütün yayılmıştı. Uluğ Tarkan, binbaşıyı bulduğu zaman sert bir sesle sordu:

-Binbaşı Bögü Alp! Kağan ve Katun aleyhinde söz etmişsin, doğru mu?
-Doğrudur Tarkan!
-Öyleyse, kağanın buyruğunu beklemek üzere seni hapsedeceğim.
-Peki, gidelim!

Tam bu sırada atlı bir ulak gelerek yarın çerinin toplanması için Kara Kağan’ın verdiği buyruğu bildirip dört nala uzaklaştı. O zaman Bögü Alp işte bir yanlışlık olacağınız sezerek:

-“Uluğ Tarkan! Buraya gelmek için buyruğu kağandan mı aldın” diye sordu.
-Hayır! Katundan aldım.
-Öyleyse seninle beraber gelmem.
-Neden?
-Kara Kağan savaşa gitmek için beni orduya çağırırken İ-çing Katun beni deliğe tıkmak için sana buyruk veremez.
-İ-çing Katun bana bu buyruğu verdi
-Verse de değeri yok. Birazdan atıma bindikten sonra İ-çing Katun’un buyruğunu tanımam.

Uluğ Tarkan çok direnmedi. Çünkü Bögü Alp’ın haklı olduğunu görüyordu. Dirense de binbaşının dinlemiyeceğini anlıyor, onunla teke tek dövüşmek gerekeceğini görüyordu. Bögü Alp’la teke tek dövüştükten sonra da katunun buyruğunun yerine gelmesi ihtimali pek azdı.

Uluğ Tarkan geri döndü.

***


Binbaşı bögü Alp bunun ne biçim bir akın olduğunu anlıyamıyordu. Işbara Han ordusu akına gelmemişti. Kür Şad tümeni de yoktu. Tulu Han’a gelince, O Kara Kağan’la birlikte akın etmek şöyle dursun, ona yağı olmuş, Çin’le dostluğa girişmişti. Kara Kağan ordusu Çin’e yürürken Tulu Han’ı kendisine çekerek Çin’in güçlendiğibir çağda Kara Kağan iki tümenlik çeriyle akına çıkıyordu. Üstelik bu iki tümenden birinin başı da uygunsuz Çinli Şen-king’di.

Yürüyüşün ilk gecesinde, konakladıkları yerde Binbaşı Bögü Alp, Binbaşı Ay Beğ’le bunları konuşuyordu. Atlarını sonsuz bozkırda otlamağa bırakıp kendileri yere uzanmışlardı. At uşağı Yumru epey ilerde, borusu belinde olduğu halde bağdaş kurmuş, kılıcını biliyordu. Bögü Alp dedi ki:

-Ay Beğ! Niçin iki tümenle akın yapıldığını biliyor musun? Işbara Han’la Kür Şad’ın niçin akında bulunmadığını biliyor musun? Bu akında ne kazanacağımızı, yahut ne kaybedeceğimizi biliyor musun?

Ay Beğ acı acı gülümsedi:

-Bunu İ-çing Katun’la Şen-king’e sormalı. Bu kadar açlık çektikten sonra biz, kadınlarımız ve çocuklarımızla Çin’e yüklenmeliydik.

İki binbaşı kendilerine bir bilmece gibi gelen meseleyi konuşarak hararetli bir tartışmaya daldılar. İlk önce çok yavaş konuşuyorlardı. Sonra sesleri yükseldi. Yumru’nun işitebileceği kadar sertleşti. Yumru, basit bir çeri olduğu için akına giden çerilerin sayısı onu pek ilgilendirmiyordu. On tümenle saldırmak, yahut iki tümenle akın etmek arasında ayrıntı görmüyordu. O şimdiye kadar karşısında hep bir tek yağı görmeğe alışmıştı. O bir teki hakladıktan sonra başka tekler de çıkıyordu ama bundan Yumru’ya bir zarar gelmiyordu. Yağı, isterse yüz tümen olsun, yüz tümeni birden Yumru’nun karşısına çıkacak değildi ya… Bu yüz tümenin içindeki herhangi bir tümenden herhangi bir er kendisine gelecek, Yumru’da onu nasıl olsa tepeliyecekti. Onu tepeledikten sonra ötekiler de gelse aynı şeydi. Bu binbaşılar da ne diye oturup çeri sayısı yapıyorlardı? Yumru bunları düşünmeğe vakit bulmadı. Serin gece rüzgârının altında, toprağın üzerinde, yıldızlara bakarak tatlı ve rahat bir uykuya daldı.

Binbaşılar gece yarısını geçtiğini durmamışlardı. Hatta yavaş yavaş yaklaşıp arkalarında duran gölgeyi de sezinlememişlerdi. Daha doğrusu bunun farkına varmışlardı ama, gelip geçecek olan bir gece nöbetçisine bakmağa lüzum görmemişlerdi.

Fakat gölgenin baş uçlarında dikilip kalması sonunda binbaşıların dikkatini çekti. Başlarını kaldırıp öfkeyle nöbetçiye bakmalarıyla yerden fırlamaları bir oldu. Deminden beri nöbetçi diye aldırmadıkları bu gölge Kara Kağan’ın ta kendisiydi.

İki binbaşı yere diz vurdular. Kağan bunlu bakışlarla onları süzerek “Yanlış düşünüyorsunuz binbaşılar” dedi. Sonra onların taş gibi sessiz ve hareketsiz durduklarını görerek sözlerini tamamladı:

-Işbara Han’la Kür Şad’ın bütün çerisini toplasak bir tümen tutmaz. Bunun da yarısı atsızdır. Kendim de ancak iki tümen çeri çıkarabildim. Işbara Han’la Kür Şad bozuk düzen çerileri ve arık atlarıyla Türkeli’ni biz yokken herhangi bir saldırışa karşı koruyacaklardır. Son kıtlık ve açlıkta ne kadar insan, ne kadar hayvan öldü biliyor musunuz? Bilemezsiniz… Ben, Türk Kağanı Kara Kağan, bu orduyu donatmak için, binlerce attan kalan bir iki yüz atımı da çerilere dağıttım. Bindiğim tek eşkin atımdan başka bir şeyim yok.

Kara Kağan bu sözleri söyledikten sonra çabuk ve sert adımlarla uzaklaştı. İki binbaşının bu işe canları çok sıkılmıştı. Bögü Alp sabaha kadar uyuyamadı.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
İki gün sonra Gök Türk ordusu Uyang dağına vardığı zaman öncüler Çinlilerin göründüğünü bildirdiler. Öncülerle çaşıtların getirdiği bilgiye göre Çin ordusu iyi giyimli, iyi besili beş altı tümenden mürekkepti. Kara Kağan’ı en çok düşündüren şey Tulu Han’ın da karşı tarafta olup olmadığı idi. Tulu Han’ın ve çerilerinden kimsenin Çin ordusunda bulunmayışı Kara Kağan’ın biricik avuncu oluyordu. Yoksa yorgun ve arık iki tümenle üç kat üstün düşmana karşı çarpışmak o kadar kolay değildi.

Bögü Alp Türk ordusunun sağ kanadında geriye, yedek olarak konulmuştu. Oldukça yüksek yamaçtan bütün savaş alanına bakan bir yerde, binbaşı Çin ordusunun yürüyüş ve dizilişini dikkatle gözden geçiriyordu. Yağı üç sıra halinde sıkışık düzenle ilerliyordu. Öncü çıkarmamıştı. Kağan, tam orda üç tuğunu dikmiş ve Binbaşı Ay Beğ’i öncü olarak saldırışa yürütmüştü.

Ay Beğ, buyruğundaki bin kişiyle yorgaya kalktı. Sonra hızlandı. Yağıya beş yüz adım kala keskin bir boru alanda çınladı. O zaman dört nala kalktıkları görüldü. Savaş haykırışlarıyla Çinlilere doğru at teperlerken bir yandan da ok yağdırıyorlardı. İki yüz adım kalaya kadar böyle yarıştılar. Sonra bir boru daha öttü. Ay Beğ bininin birden geriye dönerek kaçmağa başladığını Bögü Alp’ın gözüne çarptı. Bu yapmacıktan kaçış tam sırasında yapılıyordu. Çünkü ilk sıradaki iki Çin tümeni Ay Beğ’i sarmak üzere sağdan soldan ileri atılmıştı. Ay Beğ tuzağa düşmemişti. Boru ile bütün çerisini sağa çektikten sonra yeniden yüz geri edip Çin tümenlerinden birine saldırdı. Kağan bu manevrayı beğenmiş, soldan ilerliyen Çin tümenine karşı da başka bir bin çıkarmıştı.

Ay Beğ şimdi Bögü Alp’ın bin adım kadar yakında dövüşüyordu. Karga sürüsüne doğan girer gibi yağıya dalmış, onları darmadağın etmişti. Soğukkanlılıkla yüksek bir yerden savaşı seyreden Bögü Alp yavaşça: “Kağan haklı” diye mırıldandı. Çünkü Türk atları her zamanki yıldırım hızıyla koşamıyor, Türk okları her zamanki şaşmaz uçuşlarla Çinli göğüsleri delemiyordu. Bin adım uzaklıktan bile Türk atlarının Çin atlarına göre ne kadar arıklamış olduğu seçiliyordu.

Ay Beğ yeniden sıyrılmış, geriye doğru kaçıyor, arkaya atılan oklarla Çinlileri hırpalamağa çalışıyordu. Bu sırada Bögü Alp’ın gözleri yakındaki Ay Beğ’den ayrılarak kağan yönüne çevrildi. Kağanın üç tuğunun havaya kalkmış ve iki ordunun bütün varlıklarıyla birbirine girmiş olduğunu gördü.

Kendisi kağandan buyruk almadıkça buradan kımıldamıyacaktı. Fakat Çinlilerin beş tümenle kağana karşı saldırmaları, onun da buna karşı durması artık kendisine buyruk veremiyeceğini gösteriyordu. Tekrar Ay Beğ’e baktı. Albız alsın!... Ay Beğ kılıç çekip Çinli’ye saldırırken ok yiyip devrilmiş, yarıya inmiş olan bini hızla çekilmeğe başlamıştı. Bögü Alp, biraz gerisinde duran Yumru’ya: “Saldır borusu çal!” diye bağırdıktan sonra yayına el attı. Boru çınlarken Bögü Alp’ın bin atlısı yıldırım gibi fırladılar. Bögü Alp, Ay Beğ’in kalan atlılarını da kendisine katarak dolu dizgin saldırdı. Kararını vermişti. Yapsa da, yapmasa da kararından dönmiyecekti.

Çinlilere doğru at koştururken ilk önce ok yağdırarak onların önde bulunanlarını sapır sapır yere döktü. Sonra boru ile çerisini toplıyarak yapabildikleri en hızlı koşu ile Çin ordusunun ardına sürdü. Bunu yapmak için büyük bir kavis çizmek ve Çinlilerden daha çok yol almak gerekiyordu. Ne olacağını anlamıyan Çinlilerin kısa bir anlık şaşkınlığından faydalanarak yıldırım gibi ilerledi. Çinliler durumu kavramışlar, kısa yoldan Bögü Alp’ı önlemeğe girişmişlerdi. O zaman binbaşının sesi gürledi:

-Yüzbaşı Yağlakar!...

Savaş ve at gürültüleri arasında yine o kadar sert bir ses karşılık verdi:

-Buyur!

Bögü Alp, kendi arkalarından gelen ve kendisinin, Çin ordusu gerisine düşmesini çalışan Çin atlılarını kılıçla göstererek buyruğunu verdi:

-Ben yağının ardına erişinceye kadar bu gelen Çinlileri oyala!
-Buyruk senindir.

Yüzbaşı Yağlaklar üç yaşında Ötüken’e getirilmiş bir Kırgız’dı. Kaç yıldır, bir fırsat bulup Kögmen Dağı’nı aşarak atasının yurduna gitmeği, baba ocağını görmeği tasarlıyor, fakat her yıl bir engel çıkıyordu. Bu buyruğu alınca artık Kögmen’i aşmak umutlarını bırakmak gerektiğini anladı. Çünkü kendi yüz atlısıyla bir tümen Çinliyi oyalamak pek yakında Uçmağa varmak demekti. Fakat pek yakında öleceğini düşünmek onu asla yüksündürmedi. Koca Kırgız yüzbaşı, içinde dirliğe veda etmenin garipliği de çınlıyan çok gür ve heybetli bir sesle erlerini çabucak çevresine topladıktan sonra yüz kişiyle on bin Çinliye daldı. Yağlakar, her kılıç vuruşta bir Çinli deviriyor ve : “Al! Kögmen Dağı aşkına...” diye bağırıyorduç erleri de coşmuşlardı. Onlar da Çinlileri ikiye biçen vuruşlarını “Ötüken aşkına”, “Kara Kağan aşkına”, “İ-çing Katun aşkına”, Şen-king aşkına” diye bağırarak yapıyorlar, bir yandan da güneş görmüş kar gibi eriyorlardı.

Yüzbaşı Yağlakar gerçekten Kögmen’e gidecekmiş gibi ilerliyor. Neredeyse Çin tümenini baştan başa yarıp geçecekti. Fakat atı vuruldu ve kendisini yerde buldu. Pek yakından atılan bir ok böğrüne saplandı. Dünya âlem gözüne karanlık oldu. Yüzlerce at üzerinden geçti. Fakat yiğit Kırgız ve yüz eri Bögü Alp’a istediği zamanı kazandırmıştı. Binbaşı, koyun sürüsüne kurt girer gibi Çin ordusuna ardından dalmıştı. Pek tuhaf savaş oluyordu. Beş Çin tümeni Kara Kağan’ın iki tümenini geriye doğru sürerken Bögü Alp da bu beş tümeni kovalıyor, onun ardından da kendisini kovalıyan Çin tümeni geliyordu.

Bögü Alp o gün yırtınırcasına dövüştü. Ok ve kılıçla yaralar aldı. Çok Çinliyi tatlı canından ayırdı. Yiğit erlerinden yüzlercesini feda etti. Fakat bozgunun önüne geçemedi. Binbaşı, Çinlilere verdirdiği büyük kayıplar dolayısıyla bozgunun, yok olma derecesine gelmesini önlemiş olmakla avunabilirdi. Nitekim Çinliler Türk ordusunun ardından gelememişler, kendileri de rahatça büyük çölü geçebilmişlerdi. Fakat avunamıyordu. Yüzbaşılarının hepsi, onbaşılarının çoğu savaş alanında yatıyordu. Bögü Alp’ın bini, üç yüz kişi kalmış, Kara Kağan’ın iki tümeni de çölü geçtiği zaman yarıya inmişti.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXVI -


ALDATMACA


Kür Şad, Gök Türkeli’nde kendi yerine börü Tarkan’ı bırakmış, güneye, kağan ordusuna doğru dört nala at sürüyordu. Ardında beş atlı daha vardı. Kağandan gelen ulak bozgun haberini getirdiği zaman öfkeyle kılıcına el atmış, fakat barış için Çin’e elçi yollanacağını işitince börkünü yere çalarak : “Barış mı?” diye deli gibi bağırmıştı. Kür Şad ne yapıp yapıp elçi gitmesine engel olmak için kağanın yanına koşmayı düşünmüş, gün görmüş Börü Tarkan’ı kendi yerine bıraktıktan sonra ona çok tetik olmasını, çünkü Çinlilerin şimdi fırsattan faydalanarak Türkeli’ne doğu-güneyden saldırmaları ihtimali olduğunu söylemiş; yanına ulakla birlikte bir yüzbaşı, iki onbaşı, bir de at uşağı alarak yola çıkmıştı.

Keskin gözleriyle hep ileriye bakıyordu. Fakat baktığı yeri görümüyor, çünkü beyninden şimşek hızıyla bin bir türlü düşünce geçiyordu. Kür Şad, kağanın kararsızlığına öfkeleniyor, bir savaş, bir barış yapmakla Türkeli’nin bir şey kazanmıyacağını biliyordu. Açlık ve kıtlıkla kırılmış, azalmış, arıklamış olmalarına rağmen eldeki bütün kuvvetlerini toplıyarak Çin’le çarpışılırsa doyum olacaklarına, başka çıkar yol olmadığına inanıyordu. Çok eski çağlarda, yüzlerce yıl önce atalarının yaptığını işittikleri gibi, ağırlıklarla kadın ve çocukları kuzeye yollıyarak toplayabildikleri bütün atlılarla Çin’e yıldırım gibi bir saldırış yapmak, sonra çekilerek kuzeye dönmek, artlarına düşecek Çinlileri kendi yurtlarından uzaklaştırdıktan sonra onlarla bir ölüm-dirim savaşına girişmek en doğru işti. Kağan’ın, Işbara Han’ın, kendisinin bütün atlılarını toplamak, hatta tulu Han ordusunun artıklarını derlemek gerekti. Bu yetişmezse batı kağanından da çeri istenebilirdi. Yapılacak her şey yapılmadan Çin’e barış için elçi yollamak... Bunu Kür Şad’ın aklı almıyordu.

***


Kür Şad ve beş atlısı gün kararırken Kara Kağan ordusuna vardılar. Orduda derin bir sessizlik vardı. Yarısını savaş alanında bırakmış olan bu ordunun yorgun, yaralı erlerinde bir bezginlik göze çarpıyordu. Akın için yurtlarından çıkarlarken yanlarında çok azıkları yoktu. Çin’i yağma edip mal ve azık bulacaklardı. Savaşı kaybettikten sonra bu umut suya düşmüş, yine açlık başlamıştı. Yurda dönüp ordaki az buçuk doymaktan özge yol yoktu. Kür Şad’ın gelişi birdenbire orduyu canlandırdı.

Kara Kağan, otağında yalnız başına oturmuş, üzüntülü bir yüzle düşünüyordu. Kür Şad’ın gelişi yüzündeki gerginliği dağıttı:

-“Kür Şad! Savaşı kaybettik” dedi.
-Birini kaybettikse ikincisini kazanabiliriz.

Kağan acı acı gülümsedi:

-Elimde yorgun argın, çoğu yaralı on binli atlı kaldı. Beğlerin çoğu öldü. Bu kadarlık bir çeri ile savaş kazanılır mı?

Kür Şad’ın gözlerinde kıvılcımlar parlayıp söndü:

-Buyruk verirsen şimdi yurda ve Işbara Han’a ulak salar, nice atlı varsa getirip bir daha talih deneriz.

Kara Kağan sert bakışlarla baktı. Sonra kendisinden umulmıyan yumuşak bir sesle sordu:

-Gök Türk Kağanlığı’nın geleceğini bir talih denemesine mi bırakacağız?

Kür Şad sert sert şöyle cevap verdi:

-Talih denemek barış yapmaktan yektir. Çünkü barışla geleceğimizin kararmış olmasını önceden kabul etmişiz demektir. Talih denersek kazanmak ihtimali vardır.

Kağan mütevekkil bir sesle: “Ben barış için Çin’e elçi yolladım” diye karşılık verdi.

Kür Şad’la bir bakıştılar. Kağanın bakışlarından keder sızıyordu. Ötekinde parlamak üzere olan bir ateşin kıvılcımları görülüyordu. Sesi gittikçe dikleşerek söylemeğe başladı:

-Barış için elçi göndermekle kötü ettin kağan! Şimdi Çinliler bizden çok şey istiyeceklerdir. Onların isteğini kabul etmek Çin’e tutsak olmakla denktir. Buyruk ver: Yurda ulak salıp bütün çerilerimizi burada toplıyalım. Bizimle adam gibi konuşurlarsa hoş! Konuşmazlarsa yeniden akın edelim. Burada bekleyip açlıktan ölecek miyiz? Ben gelirken Börü Tarkan’a hazır olmasını buyurdum. 2000 atlı yola çıkmak için buyruk bekliyor. Işbara Han da kendi çerisiyle gelirse Çinliler’e bir ders verebiliriz. Yenilirsek durumumuz şimdikinden daha kötü olacak değildir. Hiç olmazsa Türk kağanı baş eğdi diye övünç duyamazlar.

Kağan başını önüne eğmiş, düşünüyordu. Yine karasızlık içinde olduğu belliydi. Otağda derin bir sessizlik oldu. Sonra kağan başını kaldırdı. Kür Şad’ın gözlerinin içine bakarak: “Dilediğini yap” dedi. Kür Şad yere diz vurdu:

-Buyruk senindir kağan!

Hemen dışarı fırladı. Yurttan getirdiği iki onbaşıya kısa bir buyruk verdikten sonra birini Börü Tarkan’a, birini de Işbara Han’a yolladı. Bunlar onların bütün kuvvetleriyle gelmesini sağlamak için gidiyorlardı. Börü Tarkan’a giden onbaşı oradaki işini bitirdikten sonra daha kuzeye, Tulu Han’ın eline giderek oradan da çeri getirmeğe uğraşacaktı. Kür Şad bu iş olunca, yurttan getirdiği yüzbaşı ile kendi at uşağını çağırdı. Onlara gizlice bir buyruk verdi. Bu ikisi dört nala yola çıktıktan sonra ordunun arasına karışarak çerileri yakından görmek için yürüdü. Kür Şad delice bir iş görmüş, yüzbaşıyla at uşağını batı kağanına yollamıştı. Kara Kağan kendisine dilediğin gibi yap denememiş miydi? İşte o da dilediği işi görerek batı kağanına elçi göndermiş, en büyük hızla yardım dilemişti. Çok düşünecek, hazırlık yapacak zaman yoktu. Bu işin gizli kalmasını, kimsenin duymamasını istediği için yalnız bir yüzbaşıyı elçi diye yollamış, yanına da ancak kendi at uşağını verebilmişti. Elçinin yanına ne akça, ne azık, ne de yardımcı koşmuştu. Bunlar yapılırsa hem vakit kaybolur, hem de işitilip yayılırdı. Kısa sözlerle yüzbaşıya yapacağı işin büyüklüğünü ve ağırlığını anlatmış, yiyeceğini yolda bulmasını, çok hızlı gitmesini söylemiş ve batı kağanına varıncaya kadar aldıkları yumuş hakkında kimseye bir şey söylememesini buyurmuştu.

Kür Şad o gece hiç uyumadı. Ordunun durumu, sandığından daha acıklı görünüyordu. Yaralıların içinde ağır olanlar inliyor, bunların ağızlarına verecek bir yudum kımız bulunmuyordu. Nöbetçilerden biri yaralarından kan sıza sıza ölmüştü. Son savaşın kahramanı Bögü Alp yaralarını kızgın demirle dağladıktan sonra bayılmıştı. Orduda aşağı yukarı subay kalmamıştı. İki tümenbaşıdan biri olan Tunga Tigin er meydanında kalmıştı. Öteki tümenbaşı Şen-king’e bir şey olmamıştı. Kür Şad bu uğursuzluğu gördükçe kan beynine sıçrıyor, onu öldürmemek için kendini güç tutuyordu. Binbaşılardan bir Bögü Alp kalmıştı. O da bitik halde idi. Kür Şad sabaha kadar uğraşarak, sağlam kalmış olan üç onbaşıya bütün orduyu saydırdı. Çinli Şen-king’i adam yerine saymıyordu. Kağandan ve kendisinden başka 1 binbaşı, 4 yüzbaşı, 21 onbaşı, 9850 er kalmıştı. Bunların 600 tanesi savaşamıyacak kadar ağır yaralı idi. Börü Tarkan’la Işbara Han çerilerinden hangisi önce gelirse Kür Şad onların azığı ile bu 600 çeriyi doyurarak geriye yollayacaktı. Börü Tarkan’dan gelecek olan 2000 kişiyle, 11.300 e çıkacaklar, Işbara Han’ın çerisiyle daha da güçleneceklerdi. Fakat yazık!... Talih artık kendilerinden yüz çevirmiş olacaktı. Çünkü gün doğarken gelen onbaşı, Işbara Han çerisinin gelmekte olduğunu, fakat çok sayrı olduğu için Işbara Han’ın bu çerinin başında bulunmadığını bildiriyordu. Kür Şad kaşları çatılarak sordu:

-Gelen çeri kaç kişi?

Sonra içi sızlıyarak şu cevabı aldı:

-1400 kişi! Işbara Han kendi yanında işe yaramaz 20 er alıkoydu. Onların da atı yok.

Kür Şad hayal kırıklığı içindeydi. Işbara Han’dan bir tümen geleceğini sanarken 1400 kişiyle karşılaşmak onun umutlarını toprağa gömmekti. Fakat yiğit Kür Şad’ın iradesi sarsılmıyor, umutsuz olsa bile vazifeyi yapmaktan geri kalmıyordu. 600 ağır yaralıyı birkaç erin yanında geriye yollarken Börü Tarkan’ın yolladığı 2000 atlı da sökün etti. Bütün gece uyumamış ve çalışmış olduğu halde hiçbir yorgunluk duymadan orduyu düzene koymakla uğraştı. 12.700 kişilik bir ordu ile büyük Çin kuvvetlerine karşı ne yapabileceğini düşünüyordu. Bütün yapabileceği şey biraz daha zaman kazanmaktan ibaretti. Belki Tulu Han ordusundan biraz çeri gelir, biraz daha zaman kazanılsa belki batı kağanı da yardıma koşardı. Bu düşünce ile orduyu düzene koyup birçok yüzbaşıları binbaşı, onbaşıları da yüzbaşı yaptı. Çinli Şen-king’e bir tek çeri vermeyip onu yanına çağırtarak sert bir sesle:

-“Seni kağanın yaveri yaptım” dedi.

Şen-king hakarete uğramıştı. Çünkü kendisi gibi bir tümenbaşı olan Kür Şad onu çerisinin başından alıyor, kağan yaveri yapıyordu. Buna hakkı yoktu. Kağana şikâyet edecekti. Fakat Şen-king bu kararını tatbik edemeden orduda bir dalgalanma oldu, Çin kağanından elçi gelmişti.

***


Kara Kağan, yanında Kür Şad, Şen-king ve Binbaşı Bögü Alp olduğu halde Çin elçisini otağına kabul etti. Elçinin yanında Türkçe bilen bir Çin subayı dilmaçlık yapmak için gelmişti. Elçi pek güler yüzlü bir adamdı. Kağana çok saygı gösteriyordu. İlkönce, uğradığı bozgundan dolayı kağanı avundurarak savaşın bir talih işi olduğunu, nice değerli kağanların ve başbuğların da bozgun acısını tatmış olduklarını söyledi ve bununla Kara Kağan’ın değerinin asla azalmıyacağını sözlerine ekledi. Sonra barış yapmak için kağanın şartlarını sordu. O zaman Kür Şad atılarak:

-“Kağan! Buyruk verirsen bu işi daha önce kendi aramızda görüşelim” dedi. Kara Kağan, Çinlilerden çok ağır şartlar beklerken onların kendisine barış şartı sormalarından ferahlık duymuştu. Kür Şad’ın isteğini kabul ederek: “bunu yarın bildiririm” diye elçi ile olan konuşmaya son verdi.

Kür Şad da elçiden ağır şartlar bekliyordu. Fakat ağır bir şart görmeyince o, Kara Kağan gibi ferahlamamış aksine olarak içinde bir sıkıntı duymuştu. Bu sıkıntının nereden geldiğini bilmiyordu. Bir sezgi ile bu işte bir kötülük buluyor, yüreği bundan dolayı sıkılıyordu. Bögü Alp ise kansızlıktan sararmış yüzü ile hemen kağan otağından çıkmış, Çin elçisinin ardından bakakalmıştı.

Kür Şad da, Bögü Alp da bu konuşmada Şen-king’in bulunmasından kuşkulanmışlardı. Onu oldum olası kötü bildikleri için başlarına gelen her kötülükte, gelecek her belâda onun parmağını arıyorlardı. Çinli idi. Yalnız bu sebep onun kötü olması için yetip artardı bile. İkisi yalnızca konuştuktan sonra Şen-king’i göz altında bulundurmağa karar verip güvendikleri bir onbaşıyı onu gözetlemekle ödevlendirdiler.

Çin elçisi çadırını, oranın en yüksek yerine dikmişti. Yanında dilmaç subaydan başka iki er, bir de aşçı vardı. Böyle savaş zamanında ve alanında bile aşçı ile gezmek Türkler’e pek gülünç gözüktüğünden tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Aşçı akşama kadar iki defa aş pişirmiş, hatta oradaki yaralı iki Türk erine de biraz vermişti. Pek boşboğaz, pek konuşkan bir adamdı. Boyuna Çince bir şeyler söylüyor, Türkler de bunu anlamayınca dilmaçı çağırıyor, onun yardımı ile konuşmağa çalışıyordu.

-Bunlar güzel yemeklerdir. Gövdeyi güçlendirir. Yaralarınızı çabuk onartır.

Türkler’in karnı çok açtı. Ses etmeden verileni yediler. Fakat boşboğaz aşçı susmuyordu.:

-Yaralarınız derin mi?

Türk’ün biri cevap verdi:

-Kılıç çiziği...

Ve kanlı kaftanını aralıyarak göğsündeki dağlanmış yarayı gösterdi. Aşçı tuhaf bir çığlık attı:

-Ne çizgi? Oyuk, oyuk!... Bu yara bu kadar yemekle geçmez.

Bunu söyliyerek Türk’e biraz yiyecek daha getirdi. Çenesi yine işliyordu:

-Bütün yaralılara da vermek isterdim ama bilmem ki yeter mi? Kaç yaralınız var?
-Yarasız er olur mu? Hemen hepimiz yaralıyız...

Aşçı acınıyordu:

-Yazık!... Yazık... Ah bu savaş ne kötü şey! Bizim çeriden binlercesi öldü. Kalanı da bitik bir halde Çin’e döndü.

Türk bu sözleri garipsedi:

-Bizim de yarımız öldü. Bunda şaşacak ne var?

Çinli acıyan gözlerle Türk’e bakıyor, bir yandan da türlü türlü aşlarla onu ağırlıyordu:

-Siz de yarın yurdunuza dönüp dinlenirsiniz. Yaralarınız iyileşir.

Türk iyice kızmıştı:

-Yurda dönecek olsaydık yurtta kalanlar da buraya gelmezdi. Kişi çadırda doğar, çayırda ölür.

***


O gece Kür Şad’la Bögü Alp çeriler arasında gezinirken bir yandan da konuşuyorlardı. Şen-king’i gözliyen onbaşı onun kuşkulandırıcı bir hareketini görmemişti. Kür Şad uzun bir uykusuzluktan sonra yatmak için Bögü Alp’tan ayrılmak üzere idi. Birdenbire epey yakınlarında oldukça büyük bir ateş gördüler. Kür Şad od yakmağı yasak ettiği halde böyle büyük bir ateşin yakılması buyruğa karşı gelmekti. Hızla ateşe doğru yürüdüler. Çin elçisinin çadır kurduğu tümseğin önünde sert sesle konuşmalar oluyordu. Bir Türk nöbetçisi ateş yakmanın yasak olduğunu, hemen söndürmelerini ihtar ediyor, Çin elçisi de Çince bir şeyler söyliyerek karşılık verirken aşçı yemeğini pişirmekte devam ediyordu. Bu geç vakitte yemek pişirmek garip bir oburluktu. Kür Şad’la Bögü Alp oraya varınca nöbetçi yere diz vurdu:

-“Kür Şad! Bu herifler Türkçe anlamıyor” diye haykırdı. Kür Şad nöbetçiye buyruk verdi:
-Södür!

Nöbetçi ateşe doğru yürüdü. Önüne geçmek istiyen aşçıyı kavrayınca yere çaldı. Sonra kendi sırtından çabucak kaftanını çıkararak ateşin üzerine kapatıp söndürdü. O zaman ileriden koşarak gelen dilmaç elçiyle konuştuktan sonra Kür Şad’a bu hareketin sebebini sordu. Kür Şad küçümsiyen gözlerle elçiyi ve dilmaçı süzdükten sonra:

-“Sen çeri değil misin? Geceleyin orduda od yakılmayacağını bilmiyor musun” dedi.

Dilmaç yeniden elçiyle konuştu. Sonra çok saygılı bir durumla bağışlanmalarını diledikten sonra böyle bir buyruktan haberleri olmadığını söyledi.

***


Biraz sonra Kür Şad yorgunluktan, Bögü Alp yaralarının ağırlığından ötürü kara toprak üzerinde, birer ince keçeye sarınarak sızmışlarken Çin elçisinin otağında elçi ile dilmaç yavaş sesle konuşuyorlardı. Dilmaç şöyle diyordu:

-Yarıları öldüğüne göre demek buraya aşağı yukarı 10.000 kişi geldi. Gerideki kuvvetlerini de çağırdıklarına bakılırsa şimdi 15,000 kişi olmalıdır. Bizim aşçı görevini iyi başardı. Ateş işaretiyle Türklerin sayısını bizimkilere bildirdik. Yalnız, Kür Şad söndürtmeseydi çoğunun yaralı olduğunu da bildirecektik ama...

Elçi sözünü kesti:

-Bu kadarı yeter. Bizimkiler 60.000 kişiyle gelecekler. Baskın yapılacağı için Türkler’in hakkından geliriz.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXVII -


TUZAĞIN İÇİNDE


Bir ulak, dal uykuya yatmış olan Kür Şad’ı uyandırarak kağanın kendisini beklemekte olduğunu söylediği zaman güneş doğmuştu. Fakat bütün orduda bir uyku halsizliği ve sessizliği vardı. Işbara Han ve Börü Tarkan çerilerinin bir gün önce getirdikleri azık bütün orduya üleştirilmiş, bu sabaha bir lokma yiyecek kalmamıştı.

Kür Şad otağa girince Bögü Alp’la Şen-king’in gelmiş olduğunu gördü. İşe yaramaz kalp Şen-king ‘i kağan otağında , Türk kağanlığının en özlü işlerinden konuşacak kimseler arasında görünce birdenbire tasarladı. Bunu uğursuzluk saydı.

Kara Kağan, Çin elçisine verilecek cevabı konuşmak için toplantıyı kurmuştu. Kür Şad söz alarak, son savaşı Çinliler kazanmışken, barış yapmanın şerefsizliğini ileri sürdü. Kağanın kendisine vermiş olduğu yetkiye dayanarak Tulu Han ordusuna ve batı kağanına haber salıp yardım gelinceye kadar Çin elçisini oyalamak gerektiğini, bu da kabil olmazsa ellerindeki ordu ile bir savaş daha yapmanın şart olduğunu keskin sözlerle anlattı.

Batı kağanına haber salış kağan üzerinde bir yıldırım etkisi yaptı.

-‘’Ondan yardım geleceğini umar mısın’’ diye sordu.
-Biz gereğini yapmaktan geri kalmıyalım da ondan sonrasını Tanrı’ ya bırakalım.

Kağan, bu düşünceye karşı koydu:

-Çinliler barış için elçi yolladılar. Demek ki savaşmağa niyetleri yok. Bu yorgun argın durumumuzda, uyuyan yılanın kuyruğuna basmakta ne kazancımız var?
-Şerefimizi kazanacağız .

Otağda derin bir sessizlik oldu. Sonra Kür Şad sözlerini şöyle tamamladı:

-Yarıya indiğimiz yetmiyormuş gibi bir de Çinliler’e yenilmişiz olarak yurda dönersek artık Türk ellerinde adımız, sanımız yok olur.Hiç bir boy bizi tanımaz. Gök Türk kağanlığı kalmaz.

Kağanın, sorucu gözlerle kendisine baktığını gören Böğü Alp da:

-“Kür Şad doğru söylüyor... barış bir çoğumuzun canını kurtarır ama atalardan kalan ünümüzü öldürür’’diyerek Kür Şad’ ı destekledi.

Kara Kağan , Şen –king’e yöneldi:

-‘’Sen ne düşünüyorsun’’ diye sordu. Eğri özlü, eğri sözlü çinli gülümsedi:
-‘’Doğruyu sen bilirsin kağan’’ diye cevap verdi.

Bu sırada dışarda bir at koşması, bir şakırtı işitildi. Sert sesle bir şeyler konuşuldu. Sonra otağın kapısındaki nöbetçilerden birinin içeri girerek yere diz vurduğu görüldü:

-Yüce Kağan! Yüzbaşı Yamtar mutlaka seni görmek diliyor.

Kağan bu vakitsiz ziyarette kötü bir haberin saklı olduğunu sezmişti. “Gelsin” diye buyruk verdi. Biraz sonra koca Yamtar otağın içindeydi. Kağan, gök Türkler’in en iri gövdeli adamı olan yüzbaşıyı şöyle bir süzdükten sonra:

-“Yüzbaşı Yamtar! Diyeceğin nedir” diye sordu.

Yamtar’ın cevabı otağın içinde bir şaşkınlık havası estirdi:

-Çin elçisi yanındakilerle kaçtı.

Kür Şad’la Bögü Alp bakıştılar. Kağan yine sordu:

-Nöbetçiler görmedi mi?
-Nöbetçiler ağulanmış!
-Sen bu işin nasıl farkına vardın?
-Çok azıkları olduğunu işitmiştim. Biraz istemek için çadırlarına gittim. Kimse yoktu. Çevrede beş altı atlı Türk erinin yatmakta olduğunu gördüm. Hepsinin yanında türlü Çin yemekleri vardı. Ağuladıklarını anladım. Yiyecekler çok güzel olduğu halde ben de yemedim.

Yamtar sözünü bitirmeden dışarda bir at şakırtısı daha işitildi. Nöbetçiyi dinlemeden içeriye giren Yüzbaşı Yağmur, kağanı selâmladıktan sonra:

-“Çin ordusu güneyden hızla yaklaşıyor” dedi.

Kağan sert bir dikilişle ayağa kalkarak:

-“Tuğlar kalksın, borular savaş borusunu çalsın” buyruğunu verdi.

Yüzbaşı Yağmur otağdan dışarı fırlarken Yüzbaşı Selçik kağanın karşısında yere diz vurdu ve öfkeli bir sesle:

-“ Çinliler doğudan da, batıdan da gerimize doğru sarkıyorlar!” dedi.

Kür Şad’la Bögü Alp bir daha bakıştılar. Binbaşı: “Dün geceki ateşin ne demek olduğu anlaşıldı” diye mırıldandı.

Kağan herkesin kendi yerien geçmesini söyledikten sonra otağdan fırlamıştı. Borular çalıyor, Gök Türkler koşuşarak atlarına atlıyorlardı. Kür Şad’ın yaptığı düzenle ordu savaş durumuna giriyordu. Fakat atlarına binecek zamanı ancak bulabilmişlerdi. Çin elçisinin gece ateşle verdiği işaret üzerine Çin ordusu hızla yğrğyerek kağanı sarmış, Çin elçisi Türk ordusunda bulunduğu için bir saldırışa ihtimal vermiyen kağanı gafil avlamıştı.

Kür Şad, Gök Türk ordusunun en sağlam ve yıpranmamış erleri olan Işbara Han ve Börü Tarkan çerisini kendi buyruğuna alarak güneyden gelen Çinliler’e saldırırken Bögü Alp da kendi bini ile geriden gelen Çin tümenine at tepti. Kuşatılmış oldukların için manevra yapacak zamanları yoktu. Çek geçmeden iki ordu göğüs göğüse geldi. Şimdi yalnız kılıçlarla kargılar işliyordu.

Yağı, kağanın üç tuğuna doğru saldırıyor, onu tutsak etmek istiyordu. Kağan, çevresindeki at uşaklarıyla birlikte yaklaşan Çinliler’e ok yağdırıyor, Kür Şad ve Bögü Alp göğüs göğüse kılıç savaşı yapıyordu.

İlkönce Çinliler, Gök Türk ordusunu sarmış oldukları halde, başarılı bir iş göremediler. Öğleye kadar böylece boğuşuldu. Fakat öğleden sonra, Türkler büsbütün azalınca durum değişmeğe başladı. Kür Şad’la Bögü Alp yavaş yavaş gerileyip kağanın çevresine yaklaştılar. Yorgunluktan ölü gibiydiler. Zaten çoğu yaralı ve aç olan bu çeriler birer birer attan düşüyorlar, edebi bozkırı kanlarıyla süsliyerek can verip gidiyorlardı. Savaş alanında kılıçlarla kargıların kalkanlara, tulgalara çarparken, er gövdesine girerken çıkardığı sesler korkunç bir ahenk yapıyor, bu ahenge savaş uranları, sövmeler, yaralıların iniltisi de karışıyordu.

Binlerce Türk’le Çinli’nin yattığı alanda şimdi akşam oluyordu. Kılıçlarla bir çok yara alan, yüzü kan içinde kalan Kür Şad çevresine çabuk bir göz attı. Ancak iki üç bin kişi kalmışlardı. Kağan iyice kuşatılmış, kendini korumağa çalışıyordu. Dar bir yere sıkışmışlardı. Çevrelerini sarmış olan Çinliler kum gibi kaynaşıyordu. Kür Şad, kağanı kurtarmak gerektiğini düşündü. Bögü Alp’ı görmek için bakındı. Binbaşı görünürlerde yoktu. Çok düşünecek zaman kalmamıştı. Hızla kağana doğru at sürerek yaklaşırken gözüne Yumru ilişti. Ona “Toplan borusu çal!” buyruğunu verdi. Yumru toplan borusunu çalarken Kür Şad kağanın yanına gelmiş, ona:

-“Kağan! Biz yağıyı oyalarken sen de onları yarıp yurda ulaş. Çinlileri aldatmak için tuğların burada kalsın” diyordu.

Orada gözüne yüzbaşı Selçik’le Yamtar ilişmişti. Onlarla yanlarındaki birkaç çeriye buyruk verdi. Kağanı ortaya alarak Çin çerisini yarmağa, kağana yol açmaya başladılar. Kür Şad uzaktan onlara yardım ediyor, şaşmaz oklarıyla önleirne çıkan Çinlileri deviriyordu. Biraz sonra yardımını kesti. Çünkü yanında kalan birkaç yüz çeriyle Çinlileri tutmağa, oyalamağa mecbur olduğunu biliyordu.

Yumru da kağanın yanında idi. Gök Türkler’in en iri erleri olan Yamtar’la Yumru kılıçlarını yaman vuruşlarla Çinliler’in başına indiriyorlar, vurdukları Çinliler ses çıkarmadan cansız, düşüyorlardı. Yüzbaşı Selçik kargı kullanıyor, kağan da elinde yayı olduğu halde Selçik’e yardım ediyor, Çinlileri birer birer avlıyordu. Üç dört at uşağı kağanın arkasında bulunuyorlar, geriye ok çekerek yağıyı yaklaştırmamağa uğraşıyorlardı.

Güneş batmış, kağanla yanındakiler epey ilerlemişti. Çinliler kendilerini yarmağa uğraşan şu birkaç kişinin arasında kağanın da bulunduğunu bilselerdi başka türlü yaparlardı. Fakat Kür Şad, kağanın üç tuğunu kaldırarak savaştığı için onlar kağanı tutmak umudu ile asıl oraya saldırıyorlar, çeri harcamaktan çekinmiyorlardı.

Ortalık biraz daha karardı. Yumru ve at uşaklarından ikisi yaralanıp düştü. Kağanın oku bitmiş, kılıcı kırılmış, kargısı bir Çinli’nin göğsünde kalmıştı. Belindeki bıçaktan başka pusatı yoktu. Yamtar kan ter içinde bir Çinli’yi daha hakladıktan sonra Çinliler’in hemen hemen yarılmış olduğunu gördü ve : “Davran Kara Kağan” diye haykırdı. Bu haykırış çevrelerindeki Çinliler arasında bir dalgalanma yaptı. Herhalde içlerinde Türkçe bilenler vardı ki, bir şeyler bağırmağa, daha sert saldırmağa başladılar. Ne söyledikleri anlaşılmıyordu ama Yüzbaşı Selçik “Kieli Han! Kieli Han!” naralarından Çinlilerin, kağanın burada bulunduğunu sezdikten anladı. Çünkü şu it suratlı Çinliler, Kara Kağan demeğe dilleri dönmediği için kağana “Kieli Han” derlerdi. Yüzbaşı Selçik, kağanın tehlikede olduğunu görünce onu kurtarmak için başka yol da yoktu. Ah bu kötü yalan ah!... Dedesi yalan söylediği için Tanrının öfkesi uğrayıp ölmüş, babası da bütün dirliğinde bir yol yalan söylediği için Çuluk Kağan’ın buyruğuyla öldürülmüştü. Ne kötü talih ki şimdi de kendisi yalan söyliyecek ve yalan söylediği için Çinliler tarafından öldürecekti. Yüzbaşı Selçik:

-“Evet, Kara Kağan benim! Tanımadınız mı it Çinliler?” diye bağırdı. Sonra atını yüzgeri ettirerek onlara daldı. Çinliler arasında yeniden bir kaynaşma ve haykırışma oldu. Yüzbaşının üzerine hırsla saldırdılar. Selçik, Yağma boyundan olduğu için çok yakışıklı idi. Çinliler bu yüzden kağanlığı ona yakıştırmış olacaklar ki yakalamak için saldırıyorlar, fakat başedemiyorlardı. Çinlilerin bu yanlışından faydalanan kağan, ardında Yüzbaşı Yamtar’la bir at uşağı olduğu halde onları yarmış, kuzeye doğru at sürüyordu. Arkalarına sekiz on Çinli düşmüştü ama kağan olduğunu bilmedikleri için işi sıkı tutmuyorlardı.

Yüzbaşı Selçik bir yandan Çinlilerle vuruşurken bir yandan da haykırıyor, Çinliler sövüyor, onlarla alay ediyordu. Fakat bu alay uzun sürmedi. Önce atı vuruldu. kendisini sağlam olarak ele geçirmek istiyen Çinliler onun yaya kaldığı halde dövüşe devam ettiğini ve sağlam denecek durumda bulunmayıp yaralar içinde kana bulanmış olduğunu görünce ölüsünü tutmak için saldırdılar. Selçik bitkin, kan içinde, gücü kesilmiş olarak toprağa düşerken aklına yurttaki oğlu geldi: ”Dedem, babam ve benim gibi acaba oğlum da yalan söyliyerek mi ölecek” diye düşündü. Bu düşünce Yüzbaşı Selçiğin son düşüncesiydi.

Kara Kağan, Selçiğin kazandırdığı zamanla Çinlileri yararak at sürerken Çinliler durumu kavramışlar, aldandıklarını anlıyarak ardından at koşturmağa başlamışlardı. Kağanın atı bütün Türkeli’nde eşi olmıyan yaman bir eşkin attı. Onunla hiçbir at yarışamazdı. Yamtar koşamıyacağını biliyordu. Sadağında ok kalmamıştı. Yanlarında yarışan at uşağına oku olup olmadığını sordu. Onda da yoktu. O zaman kağana şöyle dedi:

-Kara Kağan! Biz yağıyı biraz daha oyalarken sen yurda ulaş, kağanı sağ oldukça Gök Türkeli yıkılmaz!...

Sonra at uşağına buyruk vererek geri döndü. Artık iyice kararan bozkırda ikisi birden, kendilerini kovalıyan Çinlilerin içine daldılar...

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- XXVIII -


SON GÜLÜŞ


Bozkırdan sanki bir belâ kasırgası esip geçmişti. Kim bilir kaç bin yıldan beri doğup batan güneş, hiçbir zaman ışıklarını böyle acıklı bir görünüşün üzerine serpmemişti. Dünyanın talihi mi değişmişti? Yoksa yeni bir çağ mı başlıyordu?

Savaş alanında on bin Türk cansız yatıyordu. Bunlar Gök Türkeli’nin timsali olan kağan kurtulsun diye ölmüşler, bu uğurda bir o kadar Çinli’yi de tatlı canlarından ayırmışlardı. Acaba kağan kurtulup budunun başına geçebilmiş miydi? Bu tasalı düşünceyi artık bu ölüler düşünemiyordu. Bunu düşünenler, şimdi yaralı olarak Çinliler’e tutsak olan iki üç bin kişiydi.

Sekiz yerinden delik deşik olmuş olan Kür Şad, ateş dolu gözlerle savaş alanına bakıyordu. On bin Türkle on bin Çinlinin kanı bozkırı kızartmıştı. Yalancı Çinlinin tuzağına düşerek yenilmişler, yok olmuşlardı. Kaç yıldır sürüp giden uğursuzluklar yüzünden koca Gök Türk ordusu bitmiş, kala kala şu kan içindeki iki üç bin tutsaktan ibaret kalmıştı. Kür Şad’ın gönlünde sonsuz bir acı, onulmaz bir sızı yanıyordu. Kağan kurtulmuştu. Fakat acaba Gök Türkeli’nin başına geçip devleti de kurtulabilecek miydi? Çinliler kağan soyundan olduğu için Kür Şad’ın atını almamışlardı. Yüksekçe bir yerden savaş arkadaşlarına bakıyordu. Kahraman Bögü Alp, kanlı giyimleriyle, tulgasız kalmış başı ve sapsarı benziyle bir yiğitlik anıtı gibi duruyordu. Beri yanda bir yüzbaşı, yerde dişlerini sıkarak sallanıyor, yeniyle alnından akan kanları siliyordu. Bu yüzbaşının bir bacağı kopmuştu. Dağlanmış sarılmış olmasına rağmen kanı dinmiyor, yağının yanında inlememek için dişini sıkıyor, acıyla başını sallıyor, kişi gücünün üstünde emek sarfederek çırpınıp duruyordu.

Onun yanında somurtkan yüzlü Yüzbaşı Sançar kıpırdamadan ayakta duruyor, bir eliyle göğsüne basıyordu. Eli ve elini bastırdığı yer kan içindeydi.

Kür Şad bakışlarını biraz daha uzağa çevirdi; yanağındaki kılıç yarasından kan sızan Yüzbaşı Yağmur’un her zaman, hatta savaşta bile gülümsiyen gözleri artık gülümsemiyor, bunlu bakışlarla Yamtar’a bakıyordu. Yüzbaşı Yamtar koca gövdesiyle toprağın üstünde yatıyor, yüzünü buruşturuyor, ara sıra yavaşça inliyordu. Alnında ve yanağında derin birer kılıç yarası vardı. Bir kargı sağ kolunu delmiş, bir kılıç da bacağını parçalamıştı. Bunlar o kadar çok bir şey değildi. İlle şu göğsünü delip küreğinden çıkan ok olmasa... Ok, dağ yüzbaşının gövdesine saplı duruyordu.

Yamtar’ın yanında Yüzbaşı Üçoğul bağdaş kurmuş, başını önüne eğmiş, dirseklerini dizlerine dayıyarak başını elleri içine almış, öylece duruyordu. Omuzu kan içindeydi. Çenesinden aşağıya kan sızıyor, bu kana göz yaşları karışıyordu.

Kaftanı parça parça olmuş olan Onbaşı Gök Börü diz çökmüş, eki elini birden sol gözüne bastırmış, belli olmıyan birisine sövüyordu. Gök Börü’nün sol gözü bir okla kör olmuş, avuçlarına kan doluyordu. Paramparça kaftanının altından gövdesi görünüyordu. Görünen her yerinde bir yara, en aşağı bir çizik vardı. Ötüken delisi atından düştükten sonra da dövüşmüş, kılıcı düştükten sonra bıçağına el tamış, bıçak tutan eline kılıç yedikten sonra yumrukla saldırmış, yediği kılıca aldırmamış, kargı dürtüşü ona vız gelmiş, fakat yandan gelen bir ok gözünü çıkarınca dayanamıyarak devrilmişti. Geriye kalan tek gözüyle çevresini görecek hali yoktu. Ne olduğunu bilmiyordu. Gök Türk ordusunun bittiğini, kendisinin tutsak edildiğini de bilmiyordu. Büyük bir acı duyuyor, söverek acısını azaltmağa çalışıyordu.

Biraz daha ilerde, Bögü Alp’ın at uşağı Yumru, ölmüş bir yüzbaşının göğsüne başına dayamış, korkunç gözlerle göğe bakıyor, kesik kesik inliyordu. Onun yanında, yaralara yüzü tanınmaz bir hale gelmiş olan bir çeri, yere uzanmış, yaraları sızladıkça ıslık çalarak başını kaldırıyor, sonra yine sırt üstü yatıyordu.

Kür Şad’ın keskin bakışları yarasız bir er aradı. Yoktu. Hafif yaralılar ağırlara yardım edeceklerdi. Başka hiçbir çare yoktu. On bin ölüyü birer birer tanımağa imkân yoktu ama Şen-king’in ölmediği de muhakkaktı. Acı acı gülümsedi. Her halde bu kırgından sağ ve sağlam olarak kurtulan tek kişi Şen-king’di. Kendileri can pazarında iken o korkak Çinli kim bilir nasıl yolunu bulup sıvışmıştı.

Çevrelerini kargılı, yaylı Çin çerileri çevirmişti. Bunlar tetikte, yaralı Türkleri kolluyorlardı. Daha uzakta asıl büyük Çin ordusu düzene girmeğe çalışıyor, yaralılarını kaldırıyordu.

Kür Şad atından güçlükle indi. Güçlükle yürüyerek Yamtar’a yaklaştı. Hafif yaralı bir eri çağırarak onun yardımıyla Yamtar’ın göğsüne saplı oku güçlükle çıkardı. Soluğu kesilmiş, Yamtar ise bayılmıştı. Ağır yaralıların kimisi ölüyor, kanı dinmiyen bazıları ölüm haline geliyordu. Kür Şad bir iki sağlamca eri çağırarak ölülerin kaftanlarından yırttığı parçaları onlara kavla yaktırıp Yamtar'’n göğsünden çıkan oku kızdırdı. Bununla Yamtar’dan başlıyarak çevresindeki yaralıların yaralarını dağlamağa başladı.

***


Gün batımına bir kargı boyu kalmıştı. Tutsaklar Çin atlılarının ortasında güneye doğru yürümeğe başladılar. Bekçilik eden Çin çerilerinin sağında, solunda asıl Çin ordusu yığın halinde gidiyordu. Kür Şad’ın dağlamalarıyla birçok yaralı ölümden kurtulmuş, verdiği buyruklarla da hafif yaralılar ağır yaralıların koluna girmişti. Kür Şad’dan başka hepsi yayan gidiyordu. Aç, susuz olarak; yaraları sızlıya sızlıya Çin’e kadar hep böyle yaya gideceklerdi. Çin ordusunun yarısı Türkeli’ne baskın vermek üzere ayrılmıştı. Kür Şad yurtta kalan kocamışlarla, kadınların, çocukların ne olacağını düşünüyor, içinden onları kurtarması için Türk Tanrısı’na yalvarıyordu.

Birdenbire gözleri Bögü Alp’a ilişti. Bitkin durumda olduğu halde sırtında birisini taşıyordu: Bu, bacağı kopmuş olan yüzbaşı idi. Kür Şad atından indi. Bögü Alp’la bakıştılar. Söz söylemiyorlar, bakışlarla konuşuyorlardı. Yüzbaşıyı ata bindirdiler. Kesik bacağından hâlâ kan akıyor, yüzü gitgide beyazlaşıyordu.

Sağlam kalan gözüyle de ortalığı iyi göremiyen Ötüken delisi, başka bir çerinin koluna tutunarak yürüyordu.

Koca Yamtar tek başına sürükleniyor, neler çektiğini de Tanrı ile kendisi biliyordu. Biraz geri kalanları Çinliler kargı ile saçıyorlardı. Yola çıkalı çok olmadığı halde aralarında sekiz on kişi böylece eksilmişti.

Bir aralık Kür Şad irkildi. Fatih ve akıncı olarak gittikleri Çin’e şimdi tutsak olarak götürülmek birdenbire yüreğine bir ağırlık verdi. Az kalsın yeri göğü inleten bir haykırışla bağıracaktı. Yüzü kızardı. Bögü Alp söz söylemeseydi belki kendinden geçecekti. Binbaşı, at üstündeki yüzbaşıyı göstererek : “Öldü. Bunu bırakıp yaşıyan birisini bindirelim” diyordu. Bacağı kesilmiş olan yüzbaşıyı indirip yere uzattılar. Kür Şad ata binmeğe en çok muhtaç birisini aramak için başını arkaya çevirmişti ki ortalığı çınlatan bir kahkaha önce tutsakları, onların ardından da Çinliler’i durdurdu: Yüzbaşı Sançar o ünlü kahkahasını savuruyor, yaralı göğsüne bastıra bastıra kanlara bulanmış olan ellerini böğürlerine dayıyarak sendeliyordu. Başka zamanda olsaydı Sançar’ın kahkahası bütün orduya da bulaşır, onları da kahkahalarla güldürürdü. Fakat şimdi gülmüyorlar, gülemiyorlar, içlerinde ince bir telin koptuğunu duyuyorlardı. Bütün tutsakların içine işliyen bu kahkaha iki kişiyi ürpertmişti. Sançar’ın nadası olan Yüzbaşı Yamtar’la Onbaşı Gök Börü o kahkaha atarken her zaman yaptıkları gibi artık onu atının sırtına bağlıyarak koşturamıyacaklarını anlayınca birdenbire içleri burkulmuştu. Gök Börü’nün tek gözü şimdi çevresini iyi görüyor, katılan Sançar’ı görüyor, yaya giden savaş arkadaşlarını görüyordu. Çevrelerindeki pusatlı Çinliler onun bütün delilik damarlarını kabarmıştı. Bozkırda gürleyip yayılan bir sesle “Sançar! Sançar! “ diye bağırdı. Sançar aldırmıyor, gülmekten yere diz çökmüş olduğu halde en gür, en şakrak kahkahalarla gülerek haykırıyordu:

-Tanrının işine bak. Tavşan sürüsü Bozkurtlar’ı tutsak etmiş götürüyor. Islak kargalar doğanları yendi be...

Yamtar, Kür Şad’ın boş atını gözüne kestirerek Sançar’ı bindirmek için izin almak için yaklaşırken kahkahalar arasında şu sözler tutsakların kulaklarında, beyinlerinde, yüreklerinde çınlıyordu:

-Gök Türkler’e bak!... Hepsi atsız kalmış... Bir tek atta da bacağı kopuk yzübaşı gidiyordu... Türkeli’ni bırakıp Siganfu’ya devlet kurmağa gidiyoruz diyeceğim ama içimizde Kara Kağan yok...

Sançar’ın kahkahaları üzerine bütün tutsakların, bütün Çin ordusunun durması Çinliler arasında bir kaynaşma yapmıştı. Çin muhafızlarının başbuğu eliyle Sançar’ı göstererek bir şeyler söyledikten sonra birkaç Çinlinin Sançar’a doğru koştuğu görüldü. Fakat beriki hiç oralı değildi:

-“Öküz kadar Yamtar’ı keçi kadar Çinli tutsak etmiş, götürüyor” diye katılarak bağırıyor, gözlerinden yaşlar akıyordu.

Çinliler’in Sançar’a doğru kötü bir istekle geldikleri belliydi. En öndeki, kargısıyla dürtüş yapmak üzereydi. Sançar’ın yanında duran Yumru kargıyı eliyle tutarak “Tekdur” diye bağırdı. Zavallı Yumru arkadan gelen ikinci Çinli’nin başına vurduğu bir vuruşla sendelerken öteki sert bir dürtüşle Sançar’ı kargılamıştı. Sançar yere kapaklandı. Fakat kahkahası kesilmedi:

-Yüzbaşı Sançar’a bak! Uyuz Çinli kendisini sançıyor da koca Gök Türk bir şey yapamıyor...

Sançar bunları söylerken gülüyor, gülüyor, katılıyordu. Başka bir Çinli onun hâlâ susmadığını görünce kılıcını Sançar’ın başına çaldı. Sançar bir daha kapaklandıktan sonra dizleri üstünde yine doğruldu. Yine gülüyor, kahkahalarla bağırıyordu:

-Ulan, kılıç öyle mi çalınır? Biz bu uyuz itlere mi yenildik be? Yazıklar olsun...

Gök Börü ile Yamtar, Sançar’ın çevresindeki Çinliler’e saldırmak üzere bir fırladılar. Bögü Alp bir eliyle birini, bir eliyle de ötekini tutarak durdurdu: “Çok geç” dedi.

Bu sırada Çinliler’den biri sadağından ok çekmiş, Sançar’ı arkadan vuruyordu. Sançar sırtından oku yiyince kahkahası bir an için kesti. Kaşları çatılarak dimdik ayağa kalktı. Sonra yine sendeliyerek kahkahalar atmağa, ortalığı çınlatmağa devam etti:

-Yüzbaşı Sançar sırtından ok yedi yiyecekler. Vuran da şu it eniği kılıklı Çinli...

Sançar bunları söyliyerek birkaç adım attı. Sonra sendeliyerek dizleri üstünde çöktü. Gülmesini kesmemişti. Sesi hâlâ o gür sesti. Bu sefer başka bir Çinli karşıdan ok çekerek göğsünden vurdu. Yüzbaşı yine ayağa fırladı. Yine gülüyordu:

-Çinli’nin de yiğidi varmış be! Hem de bizim tümenbaşı Şen-king’den daha keskin nişancı... Kara Kağan seni görse tarkan yapardı...

Son olarak omuzuyla boynu arasına bir kılıç vuruşu yiyen Sançar yan üstü yere düşmüştü. Göğsüne ve sırtına saplanan oklar onu böyle yan üstü tutuyordu. Üçüncü oku böğrüne yedikten sonra artık bir daha kalkamadı. Fakat kahkahaları hâlâ çınlıyor, yalnız her an biraz daha yavaşlıyor, zayıflıyor, sönüyordu. Çinliler nöbetleşe kılıç ve kargı ile vuruyorlar, Sançar güldükçe öfkelerinden kuduracak hale geliyorlardı.

Bu alaylı kahkahalar yavaş yavaş kesildi, bitti. Bozkırı derin bir sessizlik kapladı. Sonra tek ata Yamtar bindirilmiş olduğu ve Gök Börü’nün kolunda Bögü Alp olduğu halde tutsak kafilesi güneye doğru akıp gitti.

Bozkıra gece inmişti. Gökte parlak bir ay, havada serin bir rüzgâr vardı. Yüzbaşı Sançar’ın oklarla delik deşik, kılıç ve kargılarla paramparça olmuş gövdesi toprak ananın göğsünde yatıyordu. Yattığı yer kıpkızıl olmuştu. Güneye dönük olan yüzü hâlâ gülümsüyordu. Bu gülümsiyen yüzde Çinlilerle alay eden, kendi kötü talihlerini yeren, Kara Kağan’a kızan bir anlam vardı. Bu kahkahaların çınladığı yerden çok uzak bir yerde, kahkahaların göğe yükseldiği zamandan çok zaman sonra, bir yazıcı, Gök Türkler’in torunlarına bildirinceye kadar bu kahkahalar, bu şanlı alay ve şanlı ölüm unutulup gidecekti.

Gece, tutsaklar ufukta bile görünmez olduktan çok sonra, gökten melekler indiler. Ötüken’in, bu somurttuğu zaman söz etmiyen, güldüğü zaman dört yanı çınlatan hem asık yüzlü, hem şakrak yiğidinin, kahraman Yüzbaşı Sançar’ın topraktan yaratılmış gövdesini toprağa bırakarak çelikten ve ateşten yaratılmış ruhunu göğe yükselttiler. Şeref ve zafer ilahileri söyliyerek Uçmağa ilettiler.

Yüzbaşı Sançar Uçmağa varalı on üç yüz yıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hâlâ ıztıraplı kahkahalar ve şeref ilahileri işitilir. Bu ilahiler rüzgârın çıkardığı sestir. Onu herkes işitir. Fakat o ıztıraplı kahkahaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı’nın odu yanan gönüller sezer. Bu ıztıraplı kahkahalar Yüzbaşı Sançar’ın soyu, onun düştüğü yerde zafer töreni yapıncaya kadar yıllarca, belki yüzyıllarca sürüp gidecek...

- İkinci Bölümün sonu -

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Üçüncü Bölüm

- I -

BİR YIL SONRA


Kara Kağan, üzüntüden sararıp solmuş olan yüzüne daha acı bir anlam veren bunlu bakışlarını bir yere dikmiş, uzun zamanda beri kıpırdamadan duruyordu. Son yılda başından geçenler yıldırım hızıyla gözlerinin önünden uçup gidiyordu. Hepsini gönül sızılarıyla hatırlıyor, fakat üç aydır tutsak olduğu aklına geldikçe bu sızı dayanılmaz bir hal alıyordu. Pusatsız olarak tek başına Işbara Han’ın yanına geldiği zaman onu çadırında sayrı bulmuş, kendi yurduna dönmek istediği anda da, tebaası olarak elinde kalmış olan yüz bin çocuk, kadın ve kocamışın Çinlilere tutsak düştüğünü öğrenmişti. Işbara Han’ın yanında yirmi çeriyle üç dört bin kadın ve çocuk vardı. Bir tek atları kalmamıştı. Böyle bir durumda iken Çin ordusu çıkagelmiş, yirmi erle birkaç kadın ve çocuk Kara Kağan’la Işbara Han’ın başkanlığında uzun bir ok savaşı yapıp son oklarını attıktan sonra tutsak düşmüşlerdi.

Kara Kağan tutsak olarak Siganfu’ya nasıl geldiğini bir türlü hatırlıyamıyordu. Bir Türk Kağanının tutsak düşmesi nasıl oluyor da Tanrıyı öfkelendirmiyor ve gökten belâ yağmıyor diye şaşıyordu. Üç aydır her gün gururu kırılıyor, şerefine kamçı vuruluyor, içine ağu akıtılıyordu. Oturması için kendisine verilen konağın, Çin kağanının hademeler başının evi olduğunu öğrenince yıldırımla vurulmuşa dönmüş, geceleyin dili söz söylemez olmuş, kolu tutmamıştı. Sabaha kadar külçe halinde yattıktan sonra biraz kendine gelmiş, fakat kolu eski gücünü elde edememişti.

Bozkırda, sonsuz yaylada at koşturmağa, açık havada yaşamağa alışmış olan kağana Çin başkenti zindan gibi geliyordu. Oturduğu konağın büyük bahçelerine, süslü çiçeklerine, havuzlarına bakmıyordu bile. Yalnız derin derin, acı acı düşünüyordu.

Kara Kağandan hiç ayrılmayan Uluğ Tarkan, yetmiş yılın eğemediği, fakat tutsaklığın çökerttiği omuzlarıyla odaya girerek yere diz vurduğu zaman Kara Kağan elemli gözlerini ona çevirdi:

-“Uluğ Tarkan! Beni artık kağanmışım gibi selâmlama! Bir tutsağa saygı gösterilmez” dedi.

Koca Tarkan, kırışmış yüzünün ortasında hâlâ sert bakan gözlerini yere dikti:

-Zamanı Tanrı yaratmış, kişi oğullarını onun içine pusatsız atmıştır. Kılıç, kargı, ok... Bunlar ancak kişi oğullarına karşı işe yarar. Tanrı bize ölüm verdiyse, Türk budununu, kutsuz kıldıysa bunu önlemek için çalışalım. Tutsak da olsan sen yine Gök Türk Kağanısın. Ben de senin lalan ve Uluğ Tarkan’ım.

Kağan cevap vermedi. Kendisine geçmişi hatırlatan her şey içini kedere boğuyordu. Beyni iki nokta arasında yıldırım gibi işliyor, yüreğini oyuyor, onu ölüme götürüyordu: Gök Türk Kağanlığı ve tutsaklık...

Uluğ Tarkan yeniden söze başlamıştı:

-Çin kağanı, Tulu Han’a da özel çeri komutanlığı verdi. Fakat Tulu Han bunu beğenmedi. Çünkü Işbara Han’ın da özel çeri komutanı olduğunu, kendisinin ondan daha üstün bulunduğunu düşünüyor.

Kara Kağan, Uluğ Tarkan’a bakıyordu. Bakışlarında bir sorgu vardı. Tarkan devam etti:

-Tulu Han kağanlık umuyordu. Çin kağanı onun bu komutanlığa hiç kıvanmadığını görünce kendisine ayrıca Peping şehrinin beğliğini verdi. Yarın yola çıkacak.

Kara Kağan belli belirsiz gülümsiyerek sordu:

-Lala! Bunları bana niçin anlatıyorsun?
-Çünkü Türk kağanısın!
-Ordusuz, çerisiz, pusatsız, ülkesiz Türk kağanı...
-Çerin burada tutsak olmuş, seni bekliyor. Pusatların Çin depolarında. Ülkende de Sırtarduşlar oturuyor. Bir gün bunların hepsi kurt başlı sancağın gölgesinde birleşecektir.
-Biz o günü göremiyeceğiz.
-Oğullarımız görür. Oğullarımızda görmezse torunlarımız görür.

Kara Kağan birdenbire ayağa kalktı. Ötüken’de olsaydı bu kalkış büyük bir öfkeyi anlatırdı. Şimdi ise yalnız dayanılmaz bir acıyı gösteriyordu. Uluğ Tarkan bunu sezdi ve yağabildiği kadar sakin bulunmağa çalışarak şunları söyledi:

-Işbara Han’la Kür Şad seni görmeğe gelecek.

Kara Kağan, Işbara Han’ı çok severdi. Kendisine sonuna kadar sadık kalmış olan Işbara Han iyi ahlâkı, yiğitliği, yakışıklılığı ile her gittiği yerde kendisini sevdiren birisiydi. Nitekim Çinliler bile onu sevmiş, Çin kağanı kendi özel çerilerinin komutanı yapacak kadar güven göstermişti. Işbara Han bu rütbeyi kendi budununun aleyhine çalışmadan elde etmişti. Aykırıları bağdaştırmak her kişinin başaracağı iş değildi.

Kara Kağan, Kür Şad’a daima biraz çekingen davranırdı. Bu da galiba Tulu Han’ın kardeşi olduğu içindi. Kür Şad hiçbir zaman Tulu Han’la işbirliği yapmamış olduğu halde Kara Kağan nedense ona ısınamıyordu. Kür Şad, kağanlığı kurtarmak için büyük fedakârlıklar yapmıştı. Fakat Kara Kağan ona, Işbara Han’a güvendiği kadar güvenemiyordu.

İkisi birlikte geldiler. Onu, Ötüken’de kağanı selâmlar gibi selâmladılar. Sonra büyük bir ciddiyetle, Gök Türk kağanlığı varmış gibi konuşmağa başladılar. Bütün bunlar Kara Kağan’ı yaralıyordu. Acı bir sesle, artık bu gibi şeyleri konuşamıyacağını, çünkü üç aydan beri tutsak olmanın utancını hâlâ silemediğini anlattı.

Işbara Han, bu sözler üzerine, kağanın acısına saygı gösterip susmuş, Kür Şad ise yüzü kıpkırmızı olduğu halde ayağa kalkmıştı:

-“Sen üç aydır tutsak bulunuyorsun. Bizimki bir yıl oldu. Acıya kapılıp her şeyden elimizi çekersek kağanlığı kim diriltecek? Onun yıkılmasında hepimizin suç payımız var. Dirilmesinde de hepimizin emeği olmalıdır” dedi.

Kağan, bozgundan önce de yeğeni ile böyle bir tartışma yaptığını hatırladı. Sonuna kadar savaş taraflısı olan Kür Şad hep aşırı söyler, aşırı düşünür, aşırı iş yapardı. Kara Kağan ona söz etti:

-Kağanlığı yıkan Tulu Han olmuştur.

Bu sözlerde Tulu Han’ın kardeşi olan Kür Şad’a karşı da bir öfke kıvılcımı gizliydi. Kür Şad bunu anlamakta gecikmedi:

-Kara Kağan! Gök Türk Kağanlığını yıkmakta sen de Tulu Han’dan aşağı kalamdın!

Kağan, başına bir kılıç yeseydi, bu kadar sarsılmazdı. Sesini yükseltti:

-Kağanlık tahtı için Çinlilerle gizlice anlaşan senin kardeşin değil miydi?
-Çinlilerce anlaşan benim kardeşimdi. Babam kağanı ağulayan Çinli İ-çing Katunla evlenip, onun keyfince Türk ordusunu savaşa sürüp çıkaran da amcamdı.

Kara Kağan, Işbara Han, Kür Şad ve Uluğ Tarkan bakışarak sustular. Sonra Kür Şad, savaş günlerinde buyruk veren sesiyle söze devam etti:

-Şen-king serserisini tümenbaşı yapan sen değil misin? Ötüken’deki tutsak Çinliler kime güvenerek şımardılar? Tulu Han güçsüz ordusuyla yenildi diye onu neden zincire vurdurdun? Çin’le anlaştığı halde onu neden öldürtmedin?

Kağan elini kaldırarak “Yeter” diye bağırdı. Sonra ayağa kalkarak:

-“İ-çing Katun’la evlenişim Türk türesine uymak içindir. Ağa ölünce ini (erkek kardeş), yenge ile evlenir. Bilmiyor musun?” diye sordu.

Kür Şad karşılık verdi:

-Biliyorum. Kağanı öldürenin öldürüldüğünü de biliyorum.
-Kür Şad! Tulu Han’ın elçisi gibi konuşuyorsun.
-Hayır! Bozkurt soyundan bir Türk Şadı gibi konuşuyorum.

Kara Kağan’ın sesinde alaylı bir titreyiş belirdi.

-Onun için mi Çin kağanının Tulu Han’ın buyruğunda olan özel çerisinde subay oldun?
-Takındığım kılıç Çin kağanı için değil, Türk budunu için çekilecektir.
-Tulu Han’ın kardeşi olmasaydın bu sözlerine inanırdım.

Bu sözlerdeki aşağılama Kür Şad’ın yüzüne bir kılıç gibi çarptı. O anda şırak diye keskin bir ses işitildi: Kür Şad yıldırım hızıyla kılıç çekip kağana doğru bir adım atmıştı. Bu çabuk davranış Işbara Han’la Uluğ Tarkan’a kılıçlarına doğru el attırmış, Kara Kağan ise taş gibi kıpırdamadan olduğu yerde durmuştu.

Uzun bir an, Kür Şad’la kağan odlu gözlerle bakıştılar. Sonra Kür Şad bir adım daha atarak:

-“Senin Türk kağanı olduğunu unutmuşum” dedi. Kınından çektiği kılıcını, bütün dirliğinde ilk defa kana bulamadan yine kınına sokuyordu. Sonra çok yavaş bir sesle sözlerini tamamladı:
-zaman doğruyu da, eğriyi de gösterecek.

Kür Şad bunu söyliyerek çıkıp gitti. Susuyorlardı. Kağan bir şey söylemek istediği halde susuyor, Işbara Han bir şey saklıyarak susuyor, Uluğ Tarkan her şeyi bildiği için susuyordu.

Uzun zaman sustuktan sonra Kağan, yüzü bunlu olduğu halde oturup ötekilere de oturmalarını işaret etti. O zaman Işbara Han, gergin sinirleri biraz gevşeten şu sözleri söyledi:

-Bu sabah da Tulu Han’la tartışıp ona bıçak fırlattı. Tanrı’ya şükür ki Tulu Han kolundan aldığı küçük bir yara ile savuşturdu. Yoksa... Türkler birbirine girdiler diye Çinliler çok sevineceklerdi...

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- II -


CAN ACISI VE GÖNÜL ACISI


Yamtar, kemerini kastığı zaman iyice arıklamış olduğunu anladı. Ötüken’deki kıtlıkta bile bu kadar incelmemişti. Bir ağacın dibine bağdaş kurarak bunun niçin böyle olduğunu düşünmeğe başladı. İstediği kadar doymuyordu. Siganfu şehrinin çevresine yerleştirilmişlerdi. Çinliler kendilerine toprak vererek ekip biçmelerini söylemişlerdi. Yamtar ektiğini biçene kadar daha nice aylar geçecekti. Türkeli’nde de toprak ekerlerdi ama bütün yiyecekleri yalnız toprağa bağlı değildi. Av avlarlar, kuş kuşlarlar, kımız yaparlar, koyun, dana keserlerdi. Burada bunlar yoktu. Ağaçlardan yemiş topluyorlardı ama bir ağacın yemişi Yamtar’ı en çok iki gün besliyordu. Son savaşa girerken geride bıraktıkları çoluk çocukları da tutsak olarak Siganfu’ya getirilmişti. Şimdi Yamtar hem kendisini hem de sekiz yaşındaki kızı ile yedi yaşındaki oğlunu beslemeğe mecburdu. Bu üzüntü yetmiyormuş gibi bir de ağaçtan yapılmış Çin evlerinde oturmak ona pek ağır geliyordu. Bu Çinliler de ne biçim yaratıklardı! Canları yer değiştirmek istese de bu evler taşınmazdı ki götürsünler. Türkler’in o güzel derme evleri nerde, bu tahtadan çakılmış evler nerde? Çaresiz Yamtar da şimdi ağaç kurdu gibi bu ağaçtan yapma evin içinde yatmağa alışmak için uğraşıyordu. Hele ata binip kırlarda koşturamamak... Bunların hepsine dayanacaktı. İlle şu tutsaklık olmasa...

Tutsaklık pek gücüne gidiyordu. İt yerine koymadığı, bir yakalasa boynunu koparabileceği cılız, suratsız, karganmış Çinliler Yamtar’a buyruk veriyorlardı. Öteki Türkler gibi kendisine de bir tarla verdikleri zaman bir Çin subayı, yanında kocamış, bunak bir Çinli olduğu halde Yamtar’a gelip gûya tarlanın nasıl ekileceğini öğretmişti. Yamtar tarlanın nasıl belleneceğini; buğdayın, darının nasıl ekileceğini biliyordu. Çinlilere bu işi bildiğini söylediği zaman kendisiyle alay etmişler:

-“Bu iş barbar işi değil, ok atmağa benzemez. Hele akına hiç...” demişlerdi.

Saf yürekli Yamtar içinden : “Belki Çinlilerin ekip biçmesi başka türlüdür” diye düşünerek öğrenmeğe razı olmuş, “Peki, öğret de göreyim” demişti. Fakat Çinlinin tarlata bel vurması hiç de başka türlü değildi. Üstelik güçsüz kollarıyla, beli derine saplayamıyor, toprağı çabuk kaldıramıyor, hızlı iş göremiyordu. Yamtar “Ver bakalım şunu” diyerek beli Çinlinin elinden almış, onun fal taşı gibi açılan gözleri önünde ustalık ve çabuklukla tarlayı bellemeğe başlamıştı. Beli elinden bırakırken Çinli subaya:

-“Sen şu işi bırak da bana şu ağaçtan evde nasıl yatılacağını öğret” demiş; onunla çadır mı, tahta ev mi daha iyidir diye uzun bir tartışma yapmıştı.

Çin subayı giderken bu işe alıştıktan sonra Çin dilini öğreneceğini söyleyince Yamtar şaşırmış:

-“Ne? Çin dili mi? çin dili olur mu be?” diye haykırmıştı.

Yamtar o zamana kadar Çinlilerin ayrı bir dili olacağını düşünmemişti. Çinlilerle hiç yüz yüze konuşmamıştı. Şimdiye dek Çinlilerle kılıç ve ok diliyle konuşup ğek güzel anlaşmıştı. Şimdi ise karşısındaki kendisine Türkçe söylüyordu.

Yamtar’ın Çin dili olur mu diye haykırması üzerine Çin subayı da şaşırmıştı:

-Benimle eğleniyor musun? Elbette Çin dili olur.
-Çin dili varsa bana ne? Neden öğrenecekmişim?
-Çinlilerle konuşup anlaşmak için.
-Seninle konuşup anlaşıyorum ya.
-Ben Türkçe bildiğim için benimle anlaşıyorsun. Çinlilerin hepsi Türkçe bilmiyor ki...
-Canım! Ben de Çinlilerin hepsiyle konuşacak değilim ya. Sen yeter de artarsın bile.
-Başka bir Çinli ile konuşmak gerekirse?
-Bu da dert mi? sen gelip dilmaçlık yaparsın.
-Sen ne söz anlamaz kişisin ? Ben işimi gücümü bırakıp sana dilmaçlık mı edeceğim? Ya ben gidersem? Ya Türkçe bilmeyen bir subay gelirse?

Yamtar biraz düşünmüş, sonra Çin dilini öğrenmek pek gücüne gittiğinden:

-“Bana bak! Ben Çin dilini falan öğrenmem. Çinliler Türkçe öğrensinler” diye cevap vermişti.

İşte o günden beri aylar geçtiği halde Çince bir tek söz öğrenmemişti. Şu mendebur Çinceyi öğrenmek şöyle dursun, nerde ise ata binmeği, ok atmağı, güreşmeği de unutacaktı. Gök Türk ordusunda yüzbaşı olduğu halde burada bayağı kişiler gibi yalnız tarla bellemek, ürün satmak, elde ettiği akça ile başka şeyler almakla mı gününü geçirecekti? Yamtar bu kara düşünceler içinde bunalmakta iken yanına Gök Börü gelip çöktü. Son bozgunda gözünün birini kaybeden Ötüken delisi, kıtlıklardan artakalan iki çocuğundan birini de tutsaklık kargaşalığında yitirmiş; ölüsünden, dirisinden haber alamamıştı. Yedi yaşındaki oğluyla birlikte Yamtar’a komşu eve yerleşmiş tarlasını bellemeğe başlamıştı. Tek gözle dünyaya bakmak hiç de hoş değildi. Bir gün Yamtar’a:

-“Tek gözle kişi iyi göremiyor. Fakat bu pis Çin şehrinde tutsak olduğumuzu görmek için o bile fazla” demişti. Şimdi iki anda yanyana oturuyorlar, gönüllerinde bir duygu tepkisi, beyinlerinde düşünce çalkantısı olduğu halde konuşmadan dalgın gözlerle ileriye, belirsiz bir yere bakıyorlardı. Neden sonra Gök Börü, ağır bir yükü silkeler gibi söze başladı:
-Yamtar! Tulu Han’ın Peping’e giderken yolda öldüğünü işittin mi?
-Hayır!
-Azğından kan boşanıp ölmüş. 29 yaşında idi. Çin kağanı da Tulu Han’ın oğlu Urku’yu onun yerine Peping beği yaptı.

Yamtar, Gök Börü’nün yüzüne baktı. Gök Börü bu bakışın ne demek olduğunu anlamıştı:

-“Urku şimdi 14 yaşında ama gürbüz, yiğit bir tigin. Dedesi Çuluk Kağanı andırıyor” diye sözünü tamamladı.

Yeniden sustular. Birdenbire Gök Börü’nün oğlu çıkageldi. Üç :inlinin kendisini aradığını söyledi. Deminden beri sükûnetle konuşan Gök Börü’nün delilik damarları birdenbire kabarmıştı:

-“Albız alsın! Bu itler yine ne istiyorlar?” diye bağırdı. Sonra fırlıyarak hızla yürümeğe başladı. Yamtar bu gidişi hiç beğenmemişti. Yerinden kalkacak hali olmadığı halde isteksizlikle bir davrandı. O da ağır ağır Gök Börü’nün evine doğru gitmeğe başladı.

Deli Gök Börü öfkeyle evinin bahçesine gelince karşısındaki üç Çinliye sert sert baktı. Biri subay, biri erdi. Birinin de dilmaç olduğu anlaşılıyordu. “Ne istiyorsunuz” diye bağırdı. Dilmaç:

-“Gök Börü sen misin?” diye sordu.
-Benim! Ne diyeceksen çabuk de de yıkılıp git!

Gök Börü’nün bağırarak öfkeli öfkeli konuşması üzerine dilmaçla subay Çince birşeyler konuştular. Dilmaç:

-“Sen tarların hepsini bellememişsin. Subay beş güne kadar bellemen için sana buyruk veriyor” dedi.

Gök Börü şaşırmıştı. Sağına, soluna, gerisine baktı. Sonra dilmaca döndü:

-Anlamadım. Kim buyruk veriyor?
-Subay.
-Hangi subay?
-İşte bu, yanımızdaki subay.
-Ne buyruğu veriyor?
-Tarlayı bellemen için buyruk veriyor.
-Hangi tarlayı?
-Senin tarlanı.
-Ulan sen ne söylüyorsun? Benim tarlama bu keçi kılıklı subay ne karışıyor?

Dilmaç yeniden Çince bir şeyler konuştu: sonra:

-Subay diyor ki: Tarlaları Türkler’e biz verdik. Tutsak oldukları için de onlara istediğimiz buyruğu verebiliriz. Bundan başka subay dedi ki...


Çinli dilmaç sözünü bitiremedi. Sırıttı. Gülmeğe başladı. Gök Börü, Çinlinin gülmesine büsbütün kızarak bağırdı:

-Söylesene! Başka ne dedi?
-Dedi ki: Bu Türk tek gözüyle bu kadar yüksekten konuşuyor. Ya iki gözü de olsa acaba ne kadar yüksekten konuşacak?

Gök Börü en duygulu yerinden vurulmuştu. Birdenbire çılgına döndü. Çin subayına yönelerek:

-“Tek gözlü onbaşı Gök Börü’yü beğenmiyor musun?” diye bağırdı. Sonra kudurmuş gibi haykırışına devam etti:
-itlerin de iki göz var ama bu onları it olmaktan kurtarmıyor!

Dilmaç ürkmüştü. Bir adım geriledi. Subay kılıcına el atıp kınından dört parmak sıyırdı. Gök Börü kıpkırmızı kesilmişti:

-Tutsaklığımı ne diye başıma kakıyorsun? Senin gibi nice köpekleri tepeledim. Kılıç, kından öyle yarım yamalak sıyrılmaz uğru kılıklı!... Senin kılıcın tek gözlü Onbaşı Gök Börü’nün derisini kesmez, anladın mı?

Gök Börü’nün sesi çevrede çın çın ötüyordu. Birdenbire Çin subayının üzerine atıldı. O daha kılıcını çekmeğe vakit bulamadan sol yanağı üzerine çelik gibi tokadını indirdi. Türk usulü inen bu tokat Çin subayını yere sermeğe yetmişti. Dilmacın bağırtısı arasında öteden beriden bir sürü Çinli koşuşurken, yanlarındaki Çin eri de kılıcını Gök Börü’nün koluna indirip kan içinde bırakmıştı. Ötüken delisi, küçük bir çocuktan koluna çomak yiyerek biraz canı acıyan bir adam gibi Çinliye baktıktan sonra kendisine doğru gelen Çinlileri şöyle bir süzdü. Sonra:

-“İşte şimdi hepiniz birden epey bir şey edersiniz” diye haykırdı ve onlara doğru atıldı.

Arkadan gelmekte olan Yamtar yalnız tokadın sesini duymuş ve sesinden bunun bir Türk tokadı olduğunu anlıyarak Gök Börü’nün bir iş karıştırmakta olduğunu kestirip adımlarını hızlandırmıştı. Fakat Yamtar geç kalmıştı: Yedi sekiz Çinli, Gök Börü’yü yaka paça götürüyorlardı. Yamtar’ın gözlerine Çin subayının morarıp şişmiş yüzüyle burnundan kan boşanan bir Çinli, kulaklarına da Gök Börü’nün: “Bu, tek gözümün hakkı. Ötekini vermek için de on tanenizi tamuya gönderdim” diye haykıran sesi çarptı.

***
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
Gök Börü o geceyi kapkaranlık ve ıslak bir zindanda elleri bağlı ve aç geçirdikten sonra ertesi gün bir Çin kumandanının karşısına çıkarıldı. Bir gün önce dövüştüğü Çinlilerle dilmaç orada idiler. Kumandan, bir Çin subayına pusatla saldırmanın ölüm cezasıyla karşılık göreceğini bilip bilmediğini sordu. Gök Börü elleri çözülmeden bir şeye cevap vermiyeceğini kesin bir durumla anlattığından kumandanın buyruğuyla elleri çözüldü. Kılıç yarası almış olan kolu bütün gece bağlı kalmaktan uyuşmuştu. Gök Börü kolunu uğuşturarak cevap vermeğe başlamıştı:

-Bende pusat olsaydı bunların hepsini yok ederdim.

Kumandan asık bir yüzle sordu:

-Şu Çin subayının yüzüne bir pusatla, hiç olmazsa bir taş veya demirle vurduğun anlaşılıyor. Yalan söyleme. Doğruyu söylersen cezan azalır.

Gök Börü omuzlarını silkti:

-Ben onun yüzüne atadan gördüğüm gibi bir tokat vurdum o kadar...

Kumandan öfkelenmişti:

-“Yalan söyleme. Ben sana doğruyu söyletmesini bilirim” diye bağırdı.

Gök Börü de öfkelenmişti:

-Ulan! Ne direnip duruyorsun! İnanmıyorsan gel sesin de yüzüne bir tokat vurayım. Derini patlatıp avurdunu şişiremezsem Türk’üm diye gezmem!...

Dilmaç bu sözleri Çinceye çevirmeğe korktu. Gök Börü’ye bir adım daha yaklaşarak yumuşak ve edepli bir cevap vermesini söyledi. Ötüken delisi yalancılıkla suçlandırılmağa fena halde içerlemişti. En kısa bir anda şimşek gibi bir tokadın şakladığı ve dilmacın yere çarpılarak serildiği görüldü. Bayılmıştı.

Gök Börü Çin kumandanına dilmacın kanayan, şişen moraran suratını göstererek:

-“Gördün mü mankafa? Uğru kılıklı bir Çinlinin uğursuz yüzünü ezmek için pusat gerekir mi imiş?” diye bağırıyordu.

Kumandan kendisine yapılan bu saygısızlıktan dolayı büyük bir kızgınlığa kapıldı. Gök Börü’yü tutturarak yeniden bağlattı. Sonra dilmacı ayıltarak onunla Gök Börü‘ye şu korkunç kararı bildirdi:

-Çin kağanının buyruğunu dinlemiyerek tarlanı sürmediğin, Çin kağanının bir subayına el kaldırmak küstahlığında bulunduğun ve Çin kağanının saray kumandalarından birinin karşısında saray dilmaçlarından birine vurmak gibi büyük bir cüretkârlık yaptığından dolayı yüz kırbaç yiyecek ve öteki gözün de çıkarılmak suretiyle sana yakışan sonuca çarptırılacaksın!

Gök Börü bu sözleri ürpermeden dinledi. Sonra kumandan Çang-Çung’a :

-“Ben iki gözüm kör olduğu halde de sizin en yiğidinizin hakkından gelirim” dedi.


***



Onbaşı Gök Börü meydanlıkta bir kütüğe bağlanıp yarı beline kadar soyulduktan sonra kırbaçlanmağa başladı. Arkasında karşılıklı durmakta olan iki Çinli, kırbaçlarını olunca güçleriyle nöbetleşe indiriyorlar, toplanmış olanlar da bağırarak, haykırarak, söverek kırbaççıları kışkırtıyorlardı. Gök Börü ses çıkarmadan kırbaçları yiyor, sırtında kızıl izler oluyor, bu izlerden kan sızıyordu. Gök Börü ses çıkarmadıkça kırbaç vuranlar daha sert vurmağa çalışıyorlar, bakanlar ulur gibi bağırarak, yiğit Türk’e daha çok sövüyorlar, yumruk sıkıyorlar, onun dövülmesinden sevinç duyuyorlardı. Meydanlık çok kalabalıklaşmıştı.

Bu duygusuz kalabalık arasında yalnız bir kişi yaşlı gözlerle bu sahneye bakıyor, dudaklarını ısırıyor, bir yandan da inci gibi yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. Bu, gerilerde yüksekçe bir yere ilişmiş olan, Gök Börü’nün oğlu, yedi yaşındaki Sungur idi.

Yüz kırbaç bitmiş, Gök Börü gık dememişti. Sungur daha neler olacağını bilmiyordu. Yakılan ateşe bir takım demirlerin sokulup çıkarılmasından da bir şey anlamamıştı.

Fakat Gök Börü’ye son kırbaçlar vurulurken gelen Yamtar olacak işi anlamıştı. Sungur’un da bunu görmesini istemiyordu. Onu yakalıyarak kucağına aldı. Çocuk gitmek istemiyordu:

-“Eçe (Amca)! Kalalım” dedi.

Yamtar titriyen bir sesle cevap verdi:

-Kalmıyalım Sungur! Baban birazdan gelecek!

Sonra, gürbüz bir çocuk olduğu halde, kendi kucağında küçücük kalan Sungur’u kavrıyarak yürümeğe başladı. Sungur, yanağını Yamtar’ın yanağına dayamıştı. İkisin de yüzü ıslaktı.

O gece Yamtar, Sungur’u kendi evinde kendi çocuklarıyla bırakarak Gök Börü’nün evinde kaldı. Geceleyin Çin kumandanlığı yapısına giderek Gök Börü’yü almıştı. Artık dünyanın ışıklarına ve renklerine iki gözü de kapanmış olan andasının kolundan tutarak onun evine gelirken üzerine yıldırım düşmüş iri bir ağaca benziyordu. Kan kardeşinin yardımına koşamamış olmaktan doğan bir iç acısı, Gök Börü’nün gözünü kızgın şişle çıkaran acıdan aşağı değildi. Kendinden utanıyordu. Ay ışığı altında eğri büğrü sokaklardan sert adımlarla yürüyen bu iki kara bahtlıdan biri, iri ve gözleri gören Yamtar ağır bir manevi yük altında çökmüş gibi ilerlerken; öteki Ötüken’in kahraman delisi, baş eğmiyen Gök Börü, artık sonsuz karanlığa gömülmüş olan yiğit onbaşı, Tanrı’ya bakar gibi hafifçe göğe çevrilmiş olduğu halde dimdik, vekarlı ve heybetli adımlar atıyordu.
 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- III -


FİLOZOF ŞEN-MA


Yamtar şimdi daha ağır bir yük altında idi: Gök Börü’nün tarlasını ekip biçmek, andasına ve andasının oğluna bakmak da artık kendi görevleri arasına girmişti. İlk günlerde öteki Türkler’den epey süt, yoğurt, et bularak Gök Börü’yü beslemiş; çabuk iyileştirmeye çalışmıştı. Gök Börü birkaç gün yatıp bir yere çıkmamış, sonra her gün tarlasına çıkarak bir ağacın altında oturmayı âdet edinmişti. Hemen hemen hiç konuşmuyordu. Sırtını ağaca veriyor, başını ağaca yaslıyor; sabahtan akşama kadar öylece kalıp düşünüyordu. Pek az yemek yiyordu. Yalnız sık sık Sungur’u çağırıyor, ne yaptığını soruyor, Sungur yaptığı işi veya bir şey yapmadığını söyleyince “peki” diyip sessizliğe dalıyordu. Yamtar onun içinde ne büyük kasırgalar estiğini anlamıştı. Çok konuşmamanın, hattâ onu avundurmaya çalışıp öfkelendirmenin; içinin ince tellerine dokunmamanın doğru olacağını biliyordu. Günde üç dört kere yanına geliyor, yemeklerini Gök Börü ile yiyor, bu arada ona birkaç şey söylüyordu. Yamtar andasını sevindirecek haberler vermeğe çalışıyor, hoşlanmıyacağını sandığı şeyleri ondan saklıyordu.

Böylelikle bir yıl daha geçti. Gök Börü artık duygularıyla gözlerinin yokluğunu gidermeğe başlamıştı. Evinden tarlaya yahut Yamtar’ın evine giderken yolu pürüzsüz yürüyor, yaklaştığı yerde birisi olup olmadığını seziyordu.

Şimdi bütün zamanını oğlu Sungur’la Yamtar’ın oğlu Göktaş’a güreş dersi vermekle geçiriyor, onları güreştiriyor, onların birbirlerine yaptıkları oyunları, gözleri görmediği halde şaşılacak bir sezgi ile anlıyor, yanlışlarını düzeltiyordu. Bazan Yamtar da geliyor, o da derslere karışıyor; hatta küçüklerle elense ederek onların isteğini arttırıyordu. Küçük güreşçiler bir ayda işi ilerletmişlerdi. Gök Börü onlara ağaç dallarından iki kılıç yapıp vuruşmalarını da öğretmişti. Yamtar da deriden kalkan yapmış, işi tamamlamıştı. Göktaş’la Sungur akıllarına geldikçe güreşiyorlar, kılıç oyunu yapıyorlar, taş yarıştırıyorlardı.

Bir gün yine meraklı ve kendilerine göre çetin bir güreş yapıyorlardı. Babaları da göz ve gönülle onlara bakıyordu. Kendilerini güreşe o kadar kaptırmışlardı ki, yaşlı bir Çinlinin yanlarına yaklaştığını görmediler. Bunu ilk sezen Gök Börü oldu. Yamtar’ın omuzuna vurarak: “Sor bakalım, şu Çinli ne istiyor” dedi. Güreş durmuş, Yamtar’ın ağzı şaşkınlıktan açık kalmıştı. Gök Börü artık, yalnız birisinin yaklaştığını sezmekle kalmıyor, bunun Çinli olduğunu da anlıyordu. Yamtar şimdi iki çocuğu güreştiren iki yıllık tutsak Yamtar olmaktan çıkmış, Türk beği, Gök Türk ordusunun yüzbaşısı Yamtar olmuştu. Sert bir sesle:

-“De bakalım Çinli! Ne istiyorsun?” dedi.

Yaşlı Çinli belirsiz bir şekilde gülümsedi. Şaşılacak şey! Bu Çinli gülümsediği zaman öteki Çinliler gibi iğrenç ve aldatıcı bir yüz almıyor, aksine olarak sevimlileşiyordu. Yamtar buna bakıyor, çocuklar bunu seziyor, Gök Börü bekliyordu. Çinli oldukça düzgün bir Türkçe ile cevap verdi:

-Size birkaç öğüt vermek istiyorum.

Gök Börü’nün sağ elini, kemerinin soluna doğru attığı görüldü. Bu kılıç çekerken yapılan bir davranıştı. Fakat iki elinin birden aşağı düşmesi bir oldu. Kemer kayışının solunda artık eskiden olduğu gibi bir kılıç asılı değildi. Bir Çinlinin gelip de kendilerine öğüt vermek istemesi onu çileden çıkarmağa yeterdi. Yamtar’ın verdiği karşılık öfkelenmekte olan Gök Börü’nün içine birkaç damla su serpti:

-Bizim Çinli’den alacak hiçbir öğüdümüz yok!

Kocamış Çinli bu sözlere kızmadı. Biraz daha gülümsiyerek:

-“Bu küçük çocukları niçin güreştiriyorsunuz?” diye sordu.

Yamtar şaşırdı:

-İyi güreşmeği öğrensinler diye.
-İyi güreşip nolacak?
-Sen alık mısın, nesin? Bu çocuklar kırk yıl böyle çocuk kalacak değiller ya. Elbet büyüyüp er olacaklar.
-Er olunca güreş ne işlerine yarıyacak?
-Güreşmeden, dövüşmeden, ok atmadan, kılıç vurmadan, kargı sançmadan, at yarıştırmadan kişi er olur mu?

Çinli gülümsiyerek:

-“Türk felsefi...” dedi.

Yamtar bundan bir şey anlamamıştı. Sordu:

-Ne dedin?
-Türk felsefesi.
-Nedir o?
-Türkler’in derin düşüncesi.
-Türkleri’in derin düşüncesi mi dedin? Peki neymiş o?
-Demin söyledin ya: Güreşmek, döğüşmek, yarışmak...
-Bunlar kötü şeyler mi?
-Çok kötü!

Yamtar’ın gözleri açıldı:

-Ne? Ya iyi olan nedir?
-Bilimi felsefe.

Yamtar gülümsedi:

-Peki bu bilimle felsefe nedir, ne işe yarar?
-Doğruyu bulmaya yarar.
-Bana bak Çinli! Kocamışlık seni bunatmış mı ne? Böyle öğüt vereceksen çabuk buradan çekil de bizi öfkelendirme. Doğru ile eğrinin ne olduğunu biz biliyoruz.

Çinli yine gülümsedi:

-Bilmiyoruz.

Yamtar öfkelenmeğe başlamıştı:

-Doğruyu bilmiyorsam sana ne? Ne diye gelip bana kendi saçmalarını öğretmeğe kalkıyorsun?
-Çünkü herkese doğruyu öğretmek için hocama söz verdim.
-Hocan mı? Hocan kim?
-Hocam ünlü Çin filozofu Çao-lien. Ben de onun çırağı filozof Şen-ma. Hocamdan ayrılalı dört yıl oldu. Her yeri gezip insanlara doğruyu öğretmeğe çalışıyorum.

Yamtar merakla sordu:

-Sen dört yıl öncesine kadar çırak mı idin?
-Evet!

Yamtar acıyarak baktı:

-Bana bak Çinli! Seni kırmak istemem, sözlerime gücenme ama pek beyinsizmişsin.
-Neden?
-Sakalın ağarıncaya kadar çırak kalırsan sana uslu kişi denmez ya.
-Bilim ve felsefe çabuk öğrenilmez.

Yamtar yine güldü:

-Canım! Çin işinin güçlüğünden nolacak? Kılıç savurmaktan da daha güç değil ya...
-Daha güçtür.
-Daha mı güçtür? Öyleyse sen yaman bir bahadır olacaksın. İstersen gel seninle bir kılıçlaşalım. Ama şimdi kılıcım yok. En iyisi gel seninle güreşelim.
-Ben güreş bilmem.
-Bilim ve felsefe güreşten daha güçlü diyorsun. Kolayını bilmeden gücünü nasıl öğrendin?
-Çünkü güreş faydasızdır. Bilim kişiye çok şey öğretir

Yamtar’ın canı sıkılmıştı:

-Siz Çinliler her şeyi biliriz sanıyorsunuz. Tarla bellemeyi yalnız kendimiz biliriz sanırsınız. Bana bu işi öğretmek için de bilgili bir Çinli gelmişti ama ben ondan daha iyisini bildiğimi kendisine gösterdim. Senin bilim, felsefe dediğin de böyle saçma bir şey olacak. Ben iyi ok, attığım, ata bindiğim halde karınımı doyuramıyorum. Senin felsefe dediğin nesne benim açlığımı giderir mi? sen bana onu söyle.
-Elbette giderir.

Yamtar sevincinden bir irkildi. Çinliye doğru bir adım attı:

-Çabuk söyle: Şu felsefe nedir? Tez davran da şu yere batası açlıktan kurtulayım.

Çinli yine gülümsiyerek cevap verdi:

-Bu bir günde olacak iş değil. Bunun için uzun zaman ders almak, öğrenmek gerek.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- IV -


YAMTAR FİLOZOF OLUYOR


Yamtar o günkü konuşmadan sonra Çinli filozofun evine dadanmıştı. Filozof Şen-ma altmış beş yaşlarında bilgin bir ahlâkçı idi. Felsefesini yaymak, insanları doğru yola götürmek, öğüt vermek için çok yer gezmişti. Çin’in her yerini dolaştıktan başka, Tibet’e, Kora’ya Türkeli’ne, Hind’e kadar uzanmıştı. Bir çok dilleri bilirdi. Daha Çao-lien’ in çırağı iken bazan onunla birlikte, bazan onun izniyle yalnız olarak bu ülkeleri gezmeğe başlamış, her yerdeki insanların ahlâkı, âdetleri, düşünüşleri hakkında geniş bilgi edinmişti. Bir felsefeyi yaymanın çok güç olduğunu biliyordu. Hocası uzun ömründe yalnız kendisini yetişirebilmişti. Kendisi ise henüz kimseyi doğru yola getirememiş, fakat bundan yılgınlık duymamıştı. Elbet bir kişiyi aydınlığa çıkaracağım diye düşünüyor, çevresini dolaşarak öğütler veriyordu.

Kara Kağan’la birlikte yüz bin kadar Türk tutsak olarak Çin’e gelince bu bedbaht insanlar üzerinde bir defa deneme yapmak, düşüncelerini onlara açmak istedi. İlk önce Kara Kağan’a telkin yapmak istedi. Fakat o yanına kimseyi kabul etmiyordu. Bu işi başaramayınca kağandan sonra en ileri gelen Türkler’e yani Işbara Han’a, Kür Şad’a, Uluğ Tarkan’a başvurdu. Işbara Han kendisini uzun uzun dinledikten sonra bu düşüncelerin Türkler’e uygun gelmiyeceğini, Uluğ Tarkan ise Kara Kağan’ın kabul etmediği bir şeyi kabul edemiyeceğini bildirdi. Kür Şad’a gelince o, çok sert ve kesin bir durumla bir Çinlinin düşünceleri ne olursa olsun benimsemiyeceğini bildirerek işin içinden çıkmıştı. Böyle olduğu halde Şen-ma bezmemişti. Bu sefer Türkler’in halk tabakası içinde ders verecek kişi aramağa başlamıştı. Fakat tutsak oldukları halde gözleri yukarda olan Türkler’e söz anlatmak pek güçtü. Bir gün genç bir Türk’e felsefeden ve bilimden bahsedip felsefenin insan ruhunu güçlendirdiğini anlatırken Türk onun sözünü keserek : “Bu felsefeyi bir ata yedirsem beni Ötüken’e bir günde ulaştırır mı?” diye sormuş, felsefenin yenecek bir nesne olmadığını söyleyince de kendisine sert sert bakıp yanından uzaklaşmıştı. Şen-ma yine bıkmamış, tekrar beğlere başvurmağa başlayarak bu sefer Böğü Alp’ı yakalamış, ona ders vermeğe kalkmıştı. Bögü Alp kendisiyle, kısa bir tartışma yapmış sonra ona : “Bu felsefe dediğin nesne yarın ne olacağını bildirir mi?” diye sormuş, hayır cevabını alınca: “ Neye yarar? Kıraç Ata felsefenin ne olduğunu bilmiyordu ama yarın neler olacağını bana diyivermişti” diye filozofun önüne dikilmiş, yarını kimsenin bilemiyeceği hakkında Şen-ma’nın yaptığı bütün direnmelere rağmen: “Sana inanmam Çinli! Ben Kıraç Ata’nın sözünü kulağımla işitip dediklerinin doğru çıktığını gözümle gördüm” diye kestirip atmıştı.

Şen-ma yine usanmamıştı. Yine Türkler’in arasında dolaşmış, bu sefer de Yamtar’a çatmıştı. Çinli filozof barbarlıktan hoşlanmazdı. Fakat kendi felsefesini anlamak bakımından Türkler’i Çinliler’den daha kabiliyetli buluyordu. Bunlar içi, dışı bir olan doğru özlü, doğru sözlü kimselerdi. Gerçeği bulmak, felsefeyi kavramak için ilk şart doğru olmaktır diye düşünüyordu. İri gövdeli Yamtar karnı doymadığı için felsefe yolu ile açlığın tokluğa çevrileceğini umduğu için bu işe giriştiğini saklamamıştı. Şen-ma açlığın da, tokluğunda bizim birer kuruntumuz olduğunu ona anlatmağa çalışacak, böylelikle Yamtar’ı kazanacaktı. Yamtar’ın iri, yarı, güçlü kuvvetli olması da iyi idi. Çünkü iyi bir filozof olursa dağ, taş gezip düşüncelerini yayarken yorulmaz, yorgunluklara, güçlüklere katlabilirdi.

Yamtar’da bir değişiklik olduğunu Gök Börü de anlıyordu. Şimdi Gök Börü’ye verilen yemek daha çoktu. Bunun niçin böyle olduğunu düşünmüş, bir gün durup dururken:

-“Yamtar! Bizim azığımız mı çoğaldı” diye sorup hayır cevabını alınca : “Öyleyse sen az yemek yiyorsun” diye kesin bir sonuç çıkarmıştı. Doğru idi. Az yemek yiyor, kendi üleşinin yarısını Gök Börü ile çocuklara veriyordu. Yamtar, Gök Türk beği oludğu için yalan söyliyemezdi.
-Evet, dedi. Yiyeceğimin yarısını üçünüze üleştiriyorum. Gök Börü buna karşı koydu:
-Olmaz! Sonra açlıktan ölürsün.
-Ben acıkmam.
-Acıkmaz mısın?

Gök Börü bu sözleri büyük bir şaşkınlıkla söylemişti. Çünkü Yamtar diyince akla ilk gelen düşünce acıkmak, doymamak, çok yemek oluyordu. Bütün dirliğinde hemen hemen her gününü yarı aç geçirmiş olan Yamtar’ın şimdi “Ben acıkmam” demesi elbette şaşılacak işti. Arkadaşının sorusuna yine acıkmam diye cevap verince Gök Börü’nün içine kuşku düştü. Bir adım atarak Yamtar’ı tuttu. Elini onun omuzundan koluna doğru iterek:

-“Acıkmaz mısın? Yoksa sen Yamtar değil misin?” diye sordu.
-Yamtar’ım
-Yamtar olursun da acıkmaz olur musun?
-Acıkmam.
-Nasıl olur be?
-Ben artık filozof oldum.

Gök Börü kendi büyük derdi ve yarına ait düşünceleri arasında Çinli Şen-ma ile olan konuşmayı, hatta Şen-ma’nın kendisini bile unutmuştu. Az yemek yiyen andası acıkmadığını, çünkü filozof olduğunu söyleyince bunu bir hasatalık sandı:

-Sayrı mısın? Neren ağrıyor?

Yamtar da bu sayrılığın nerden kondurulduğunu anlamıştı:

-Bir yerimin ağrıdığı yok.
-Yok mu? Olduğunu söylediğin o zırıltı, bir çeşit sayrılık değil mi?
-Filozofluk mu?
-Evet.
-Ha!... O sayrılık değil.
-Ya nedir?
-O mu? O büyük bir iş.

Gök Börü bir şey anlamıyarak sordu:

-Yamtar! Sende bir başkalık seziyorum. Şu filozofluk mudur, nedir her ne ise bana anlat da bileyim
-Filozofluk derin düşünmektir. Her kişinin bilemediği bilgileri bilmektir.
-Filozof olan kişi acıkmaz mı?
-Acıkmaz.
-Neden?
-Neden mi? Çünkü toklukla açlığın farkı yoktur.
-Ne?
-Öyle değil. Yanlış söyledim. Çünkü açlık kişinin kendi kuruntusudur.
-Kuruntu mu?
-Evet! Kişi kendisini çok aç sanır. Çok yer. Halbuki az yese de olur.
-Sonra?
-Sevinmek, yerinmek boşunadır.
-Ya!... Neden?
-Çünkü yeryüzünde ne sevinecek ne de yerinecek olay yoktur.
-Yoksa neden kimine sevinip kimine yeriniyoruz?
-Kuruntu...
-Vay canına...

Yamtar övünmeğe başladı:

-Yalnız bu kadar değil, daha neler var, neler!
-Neler var?
-Ölüm yok.
-Ne?
-Ölüm yok.
-Ama herkes ölüyor.
-Onlar ölmüyor.
-Ya ne oluyor?
-Biçim değiştiriyor.

Gök Börü sustu. Uzun zaman düşündü. Her zamanki öfkeli sesine hiç benzemiyen yumuşak bir sesle:

-“Anlamıyorum. Bu filozofluk kişinin başından usunu alan bilmedik bir sayrılık olacak” dedi.

Sonra, filozofluğu anlatamadığı için sıkılan Yamtar’a acıyarak sözünü bitirdi:

-Anda! Utacıya git.

 

Ay Katun

New member
Katılım
12 Haz 2008
Mesajlar
1,753
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Ötüken Ormanı,Dişi Bozkurt Otağı
Web sitesi
www.kibris1974.com
- V -


KURUNTU


Yamtar, öğretmeni olan Şen-ma’nın tavsiyeleriyle fırsat buldukça Siganfu’yu gezmeye başlamıştı. Bu büyük şehrin sokaklarında gezip tozuyor; evlere yapılara, adamlara bakıyor, insanlar hakkında düşünce sahibi olmağa çalışıyordu. Fakat hâlâ Çinceyi öğrenememişti. Şen-ma uzun tartışmalardan sonra Çinceyi öğrenmenin gerekli olduğuna Yamtar’ı kandırmış, ona ders vermeğe başlamıştı. Fakat birkaç ay geçtiği halde kelime olarak ancak “ben”, “sen”, “o”; cümle olarak da “Karnım tok” ve “Yaşamak düş görmektir” demesini belliyebilmişti. Yamtar bütün saflığına rağmen ussuz kişi değildi. Çince öğrenememesinin sebebi Çinlilere karşı duyduğu tiksinti, bir de bu dilin güçlüğü idi.

Şen-ma ilkönce “ben” demesini öğretmişti. Bu sözün Çincesi “ vu’o ” idi. Öküz böğürmesine benziyen bu sözü tekrarlamak Yamtar’a pek güç gelmiş, günlerce “bo”, “bu”, “bô”, “ bû” diye hecelemişti. (Gök Türkçede “v” harfi olmadığı için Yamtar güçlük çekiyordu); hiçbirisinin doğru olmadığını Şen-ma’dan işittikçe öfkelenmiş, yapamadıkça inadı tutmuş, sonunda tıpkı Çinli gibi “ vu’o “ diyebilmişti. “Sen” kelimesinin Çincesi olan “ nî “ de epey tartışmaya yol açmıştı. Çünkü Yamtar “nî” demiyor, “ini” diyordu. (Gök Türkçede kelime başına “n” herfi pek nadir olarak geldiğinden Yamtar zorlanıyordu) Öğretmeni baştaki “i” nin lüzumsuzluğunu anlattıkça Yamtar şaşıyor, hele sözün sonunun “nî” diye uzatmaktaki sebebi bir türlü kavrıyamıyordu. (Çünkü Türk dilinin bir hususiyeti de sesli harflerin daima kısa oluşudur) Fakat ne de olsa bu söz “vu’o” demek kadar güç değildi. Çince “o” demek olan “ta” ise Yamtar’ın pek hoşuna gitmişti. Söylenmesi kolaydı. Bu beğenişini Şen-ma’ya:

-“Bak, işte bu, insan diline benziyor” demekle bildirmişti.

Böyle teker teker Çince sözleri öğrenmenin uzun süreceğini anlıyan Yamtar cümle öğrenmeğe kalkmış ve ilk önce Çince “Karnım tok” demesini ezberlemişti. Bunu bellemekten maksadı, öğrenmeğe başladığı felsefenin anaçizgileri üzerindeki bilgisini göstermekti. Nitekim “Yaşamak düş görmektir” cümlesini de aynı düşünce ile Şen-ma’ya sormuş, çalışmış, bin güçlükle öğrenebilmişti. İş böyle pürüzsüz gitseydi koca Yamtar, ağır aksak da olsa, yarım yamalak da olsa Çinceyi öğrenecek, konuşabilecek hale gelecekti. Fakat derslerin birinde öğretmenine Çince “büyük” nasıl denir diye sorup da “ta” cevabını alınca beyni allak bullak olmuş, büyük bir yorgunluk duymuştu. “Ta” hem “o” anlamına geliyor, hem de “büyük” demek oluyordu. Her ne kadar Şen-ma ikisinin söyleneşi arasında bir ayrıntı olduğunu söylemiş ve her ikisini bir çok defa tekrarlıyarak soluk tüketmiş idiyse de Yamtar ikisinin aynı olduğunu savunmada direnmiş, sonunda eline Çinlinin yazı fırçasını alarak Gök Türk yazısıyla iki “ta” yazarak:

-“Baksana! Bunların ikisi de birbirinin benzeri değil mi?” diye sormuştu. O zaman Şen-ma gülümsemiş ve:
-“Türk yazısıyla yazınca ikisi de birdir ama Çin yazısıyla yazınca ayrı oldukları anlaşılır” diye vermiş ve iki karışık, acayip şekil çizerek birinin “o” demek olan “ta” birinin de “büyük” demek olan “ta” olduğunu Yamtar’a açıklamıştı. Yamtar, Çin yazısını görünce büsbütün sıkılmış, içine baygınlık gelmişti. Çünkü Şen-ma ona, Çince öğrendikten sonra eski Çin yazısını da öğreteceğini söylemişti. Bu konuşma Yamtar için bir dönüm noktası olmuş, Çince ben, sen, o, karnım tok, yaşamak düş görmektir demekten başka ne öğrendiyse hepsini unutmuş; yeni bir şey öğrenmesine de imkân kalmamıştı.

Şen-ma buna üzülmüş, fakat bıkkınlık getirmemişti. Çinlilerle biraz daha çok düşüp kalkarak Çinceyi öğrenmesi için ona Siganfu sokaklarında dolaşmayı öğütlemişti.

Yazın ilk günlerinden bir gündü. Birden Yamtar’ın içi sızladı. Ah Ötüken ah!... Şimdi Türkeli’nde olsaydı yeşil yamaçlarda, sonsuz bozkırda nasıl at koşturur, dağlarda nasıl geyik avlardı. Bu Siganfu şehrinde ise tıpkı Çinliler gibi boğucu uyuşuk gezmekten başka yaptığı bir şey yoktu. O kalabalık aile ocağından kala kala bir kendi bir de oğlu Göktaş kalmıştı. Kızı, bu kapalı şehirde solmuş, ağzından kan boşanarak ölmüştü. Kendi yurdunda olsa neyse idi ama, yabancı yerde tutsak yaşamak başa düşünce kişi, eşini de, çoluk çocuğunu da yanında görmek istiyordu.

Yamtar artık iyice düşüncelere dalmıştı. Görmeden bakıyor, bilmeden yürüyordu. Bir aralık geniş bir alana geldiğini işittiği çalgı seslerinden anladı. Boyalı tahtalarla çevrilmiş bir bahçenin kapısında Çinli çalgıcılar çalgı çalıyor, acayip kılıklı bir Çinli bağırarak bir şeyler söylüyordu.

Yamtar yavaş yavaş yaklaştığı. Bağıranın çevresinde epey kişi toplanmıştı. Bazıları kapıdan içeri giriyordu. Galiba Çinlilerin bayramı var diye düşüncü. Yamtar, gittikçe artan kalabalık arasında, biraz sonra, farkına varmadan o bağırıp çağıran acayip kılıklı Çinli ile yüz yüze geldiğini gördü. Herif, Yamtar’a bir şeyler söylüyor, eliyle içerisini gösteriyor, fakat Yamtar bu Çinceden hiçbir şey anlamıyordu. Yalnız, çetrefil Çince sözler arasında kulağına bir “nî” çalınır gibi oldu. Anladığı bir söz geçtiği için sevindi. Onunla Çince konuşmağa karar vererek “ Vu’o Yamtar” dedi. “Ben Yamtar” demekle kendisini tanıtmış oluyordu. Geveze Çinli biraz susar gibi oldu. Yamtar bundan faydalanarak ve eliyle kendisini göstererek tekrarladı:

-Vu’o Yamtar!

Çinli galiba anlamıştı. Karşısındakini herhalde Çince bilen birisi sanmıştı. Eliyle Yamtar’ı göstererek söyledi:

-Nî Yang-ta!

Bir anda Yamtar’ın tepesi attı. Albız alsın! O uğursuz “ta” yine karşısına çıkmıştı. Alık Çinlinin dili Yamtar demeğe dönmüyor, Yang-ta diyordu. Bağırarak türkçe cevap verdi:

-Dilini yılan soksun! Yang-ta değil, Yamtar....

Çinli, yine Çince söylemeğe başlamıştı. O kadar çok, o kadar çabuk konuşuyordu ki Yamtar başında bir ağırlık duyuyordu. Anlamadığı için cevap vermedikçe Çinli daha çok konuşuyor, eliyle bol bol işaretler yapıyordu. Bu savruk el hareketleri arasında bir aralık herifin eli Yamtar’ın karnına değdi. Arkasından da bir sürü söz söyledi. Yamtar, bu Çinlinin karnına dokunmakla karnının aç olup olmadığını soruyor sanmıştı. İşte Çince konuşmak için iyi bir fırsat çıkmıştı. Yamtar hemen Çinceyi yapıştırdı:

-Karnım tok!

Bu cevap, konuşkan Çinliyi hemen susturmuştu. Hayretle Yamtar’ın yüzüne bakıyordu. Çevrelerinde olanlar da hayretle gözlerini dikmişlerdi. Yakınındakiler, sözlerine; uzaktaki uzun boyu ile iri gövdesine bakıp şaşıyorlardı. Acayip kılıklı Çinli yeniden söze başlıyarak el işaretiyle gözlerini gösterince Yamtar arkadaşça onun omuzuna vurdu. Herif, Yamtar’ın en yavaş dokunuşu olan bu vuruşla kırılma derecesine gelen omuzunun acısıyla kıvranırken o, Çince : “Yaşamak düş görmektir” dedi. Ortalıkta derin bir sessizlik oldu. Yamtar bu sessizliğin neden doğduğunu anlamak için sağına, soluna bakınırken koluna bir el yapıştı ve bir ses Türkçe:

-“Yamtar! Sen misin? Sana ne olmuş böyle?” diye bağırdı. Yamtar başını çevirdi. İlkönce gözüne bir börk çarptı. Sonra eski yoldaşı Yüzbaşı Üçoğul’u tanıdı. Üçoğul söylüyordu:
-Deminden beri sana sesleneceğim ama o kadar değişmişsin ki tanımakta güçlük çektim. Neden böyle arıkladın? Sayrı mısın?
-Sayrı değilim. Buradaki çalgının, gürültünün ne için olduğunu anlıyayım diye yanaştım. Boşboğaz Çinli tebelleş oldu.
-Buranın ne olduğunu biliyor musun?
-Hayır.
-Burası iyi bir kazanç yeri. Herkes hünerini gösterip akça alıyor. İstersen sen de hemen gir.

Yamtar hemen boynunu büktü:

-Benim ne hünerim var?

Üçoğul anlattı:

-Çinli hüneri gösterecek değilsin. Cambazlığı Çinliler yapıyor. Türkler de güreşe çıkıyor.
-Hüner buysa kolay. Ok atmak, kılıç oynamak da var mı?
-Şimdilik yok ama ilerde belki o da olur.

Üçoğul, Çinli ile Çince birşeyler konuştuktan sonra Yamtar’la içeri girdi. Büyücek bir bahçenin çevresine Çinliler oturmuşlar, orta yeri açık bırakmışlardı. Burada iki direğin arasına gerilmiş bir ip Yamtar’ın dikkatini çekmiş, bunun ne olduğunu sorarak ipin üzerinde Çinlilerin hüner gösterdiklerini öğrenmişti. Gerilerde ince ağaçlarla ayrılmış bir yere gelince Yamtar karşısında Yumru’yu buldu. Üçoğul:

-“Yamtar! Bu gün ikiniz güreşirsiniz. Buranın sahibi hüner gösterenlere akça veriyor” dedi.

Yumru’yu da buraya Üçoğul getirmişti. Çince bildiği için siganfu’da her yere girip çıkmı, burasını öğrenmiş, hattâ burada bir iki defa Çinli güreşçilerle güreşmiş, sonra Yumru’yu da bulup getirerek ona da bir kazanç sağlamıştı. Yumru bütün Çin güreşçilerini yendikten sonra nihayet Üçoğul’la güreşmiş, onu da yenerek seyirciler arasında ün salmıştı. Çinliler ona Türk buğası diyorlardı. Artık karşısına çıkacak kimse kalmadığı için şimdi iki Çin güreşçisiyle birden güreşiyor, bu güreşler Siganfu halkının pek hoşuna gidiyordu. Fakat yumru Çin güreşçilerini ikişer ikişer de yeniyordu. Yalnız bir defa biri Kıtay, biri Tibetli olan iki güreşçiyle yaptığı bir güreşte yenilmiş, fakat sonra bunları teker teker pek kolaylıkla alt etmişti. Bugün ise Yamtar’la tutuşacaktı. Yamtar gibi ünlü bir güreşçiyle yapacağı karşılaşma herhalde pek sert olacaktı.

Cambazlıklar, hokkabazlıklar yapıldıktan sonra sıra güreşe geldi. Eğlence bahçesinin sahibi Yamtar’ı seyircilere tanıttıktan sonra iki ünlü güreşçinin şimdiye kadar görülenlerden daha meraklı bir güreş yapacağını bildirdi.

Yamtar’la Yumru ortaya çıktılar. Fakat her gün hakemlik yapan Çinli, Yamtar’dan ürkmüş, bir türlü alana gelmiyordu. Bu iki dev gibi Türk’ün arasında ezilemem diyor, direniyordu. Halk mırıldanmağa başlamıştı. Eğlence bahçesinin sahibi, şimdiye kadar, kendisine epey kazanç sağlamış olan Üçoğul’a yalvardı, hakenliği ona kabul ettirdi. Üçoğul üç defa el çırpttı; Yamtar’la yumru el ense ettiler...

Yamtar daha uzun boylu, daha iri, daha yaşlı, daha usta idi. Fakat iki üç yıldır hiç güreşmemişti. Yumru ise son aylarda burada kırktan fazla güreş yapmış olduğu için idmanlı idi. İlk denemelerden sonra sert girişler başlayınca bahçedeki bütün sesler dindi, herkes göz kesildi. Çinliler için bukorkunç bir şeydi. Bu iki dev birbirlerine attıkları çelmeleri ağaca taksalar ağaç devrilirdi. Hele belden kavrayıp yere çalmaları pek yamandı. Başka biri olsa kemikleri kırılır, belki ölürdü. Ne akla gelmez oyunlar yapıyorlardı. Birkaç Çinli bu korkunç manzaraya daha fazla bakamadıkları için seyiri yarıda bırakıp sıvıştılar.

Güreş çok uzun sürdü. Yorulduğu için soluyarak kurt kapanına düşen Yamtar’ın sırtı yere geldiği zaman seyircilerden çoğu kaçmış, ancak birkaç yürekli kişi kalmıştı. Bu sonucu ne Üçoğul, ne de Yumru umuyordu. Üçoğul eski yoldaşının arıklamaktan doğan güçsüzlük yüzünden yenildiğini anlamıştı. Fakat yine çok üzülmüştü. Ona:

-“Yazık be Yamtar! Yenildin!” dedi

Yamtar gülümsedi:

-“Hayır! Ortada yenen, yenilen yok.

Üçoğul şaşırarak sordu:

-Ya sırtının bu toprağa değmesi nedir?

Yamtar, filozof durumuyla cevap verdi:

-Kuruntu!...
 
Üst