Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Sinan MEYDAN

cc.jpg



Özgeçmiş

1975 yılında Artvin Şavşat'ta doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini Şavşat'ta (Vahdettin Yıldız Ortaokulu-Şavşat Lisesi), yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde tamamlamıştır.(1993-1997). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Ana Bilim Dalı'nda master yapmıştır.

1997 yılından beri Ön Türk Tarihi, Cumhuriyet Tarihi ve Atatürk üzerine araştırmalar yapmaktadır. Çalışmalarının odak noktası Atatürk'tür.
Bir ara "tarih hocalığı" yapan Sinan MEYDAN, kitapları dışında çok sayıda yazı yazmış, (ODATV'de ve kendi Web sitesinde) yurt genelinde çok sayıda konferans vermiş; birçok televizyon programına katılmıştır. (İki yıl kadar KANAL 99'da "SAKLI TARİH" adlı haftalık bir program yapmıştır.)
Sinan MEYDAN şu sıralar bir taraftan kitap çalışmalarına ve konferanslarına devam ederken, diğer taraftan BÜTÜN DÜNYA DERGİSİ'nde yazmaktadır.
ÖZLEM AKKOÇ ile evli olan Sinan MEYDAN, İDİL MAYA adlı bir kız çocuk babasıdır.
15 yıldan fazla bir süredir ATATÜRK üzerine çalışan MEYDAN, Atatürk'ü şu üç sözcükle tanımlamaktadır: Tam bağımsızlık (antiemperyalizm), Çağdaşlaşma (muasırlaşma), Ulusal egemenlik (demokrasi).
Yayınlanmış eserleri şunlardır :
1. ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2002; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010
2. SARI PAŞAM, "Mustafa Kemal, İttihatçılar ve II. Abdülhamit", Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.
3. ATATÜRK VE KAYIP KITA MU, C.1,Truva Yayınları, İstanbul, 2005; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2008.
4. SARI LACİVERT KURTULUŞ, "Kurtuluş Savaşı'nda Fenerbahçe ve Atatürk", Truva Yayınları, İstanbul, 2006; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.
5. SON TRUVALILAR, "Truvalılar Türk Müydü", Truva Yayınları, İstanbul, 2006; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2011.
6. NUTUK'UN DEŞİFRESİ, "Atatürk'ü Doğru Anlamak İçin", Truva Yayınları, İstanbul, 2006; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2009
7. KÖKEN "Atatürk ve Kayıp Kıta Mu",C.2, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2008.
8.PAROLA NUH, "Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planları"", İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2009
9. ATATÜRK VE TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ, "Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezi'ne", Truva Yayınları, İstanbul, 2007; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.
10. CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 1.Kitap, "Yoksa Siz de Mi Kandırıldınız?", İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2011.
11. CUMHURiYET TARİHİ YALANLARI, 2. Kitap, "O yalanları artık söyleyemeyecekler", İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2011.
12. AKL-I KEMAL, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", 4 Cilt, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012.


http://sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=188&Itemid=226
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

VAHDETTİN HAİNDİR: ÇÜNKÜ

ddd.jpg


Hainin Dibi: VAHDETTİN

1. Vahdettin Atatürk'ü "Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için değil de, tam tersine başlamış olan yerel direnişleri sonlandırması, Mondros Ateşkes Antlaşması'na uygun olarak dağıtılmamış orduları dağıtması, silahları toplaması için" Anadolu'ya göndermiştir. (Bunu Vahdettin'den, 21 Nisan 1919 tarihli bir notayla İngilizler istemiştir,o da İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir.Nitekim Atatürk İngiliz vizesiyle Anadolu'ya geçmiştir) Paris Barış Konfernası'nın devam ettiği günlerde diğer Osmanlı yöneticileri gibi Vahdettin de Mondros Ateşkes Antlaşması'na uygun davranmamız, özellikle İngiltere'yi kızdırmamamız gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle İngilizlerin isteğine uygun olarak biran önce Karadeniz'deki Türklerin Rumlara karşı direnişlerinin önlenmesi gerekiyordu. Vahdettin'in kurtuluştan anladığı İNGİLİZLERİN MERHAMETİNE SIĞINMAKTIR. Bu nedenle Samsun'a hareket etmeden önce Atatürk'e "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin!" derken aslında"İNGİLİZLERİN DEDİKLERİNİ YAPARSAN, MONDROS'U EKSİKSİZ UYGULARSAN, ONLARI MEMNUN EDERSEN devleti kurtarısın!" demek istemiştir. Bunu, sonraki gelişmeler doğrulamıştır. Ayrıca Vahdettin, daha sonra yazdığı "Beyannamesinde", "Atatürk'ü Samsun'a ben göndermedim, hükümetin kararına uydum." demiştir.
2. Vahdettin öyle bir İngilizcidir ki, İzmir'i İngilizlerin işgal edeceklerini sanarak Nisan 1919'da bir Heyeti Nasiha (Nasihat Heyeti) oluşturup Ege bölgesine göndermiş, bu heyetle halkı işgale hazırlamış, dahası İzmir'de direnişi örgütleyen Nurettin Paşa'yı görevden alıp İngilizci İzzet Paşa'yı İzmir'e atamıştır. Amacı İngilizler İzmir'e çıkınca herhangi bir direniş gerçekleşmemesidir. Böylece İngilizlere yaranacağını sanmıştır. Ancak İzmir'e Yunanlılar çıkmıştır bilindiği gibi. Dahası İzmir'in Yunanlılarca işgal edileceğini bir gün önceden öğrenmesine karşın İngilizlerin tepkisinden çekinerek işgale seyirci kalmış, hatta bir gün önceden İzmir'deki asker sivil yetkililere gönderdiği emirle "İşgale karşı direnilmemesini" istemiştir.
3. Rauf Orbay, Mütareke döneminde Vahdettin'in huzuruna çıkıp "milletin düşmana karşı direnişten yana olduğunu" söylemesi üzerine Vahdettin yarı kapalı gözlerini hafif aralayarak şöyle demiştir: "BİR MİLLET VAR KOYUN SÜRÜSÜ, ONA BİR ÇOBAN LAZIM O DA BENİM!"


945346_10151735054448777_852674391_n.jpg
4. Atatürk, Anadolu'ya geçip Vahdettin'in kendisine verdiği görevin (9 Ordu Müfettişliği: Orduları dağıtma, silahları toplama, asayişi sağlama) tam tersine Kurtuluş Savaşı'nı başlatır başlatmaz Vahdettin Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmış, Atatürk gelmeyince onu görevden almış (Bu yüzden Atatürk askerlikten istifa edip sine-i millete dönmüştür).
5. Vahdettin, Anadolu'daki asker, sivil yöneticilere Atatürk'ün tutuklanması talimatını verenlere ses çıkarmamıştır.
6. Vahdettin Kurtuluş Savaşı sırasında ülkenin bütün yönetimini fiili olarak İngilizlere bırakmıştır, İngilizlerin işini kolaylaştırmıştır, İngilizlerle yaptığı gizli görüşmelerde Atatürk'e hakaretler ederek Atatürk'ün ortadan kaldırılmasını istemiştir.
7. Vahdettin, Türkiye'nin yönetimini 15 yılığına İngilizlere bırakan bir anlaşma imzalatmıştır.

8. Vahdettin, Kurtuluş Savaşı yazışmalarını çaldırıp İngilizlere teslim etmiştir.
9. Vahdettin, İngilizlerin isteği doğrultusunda Atatürk'ü TBMM içinde yapılacak bir darbeyle devirmek için Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi Atatürk'ün yakın silah arkadaşlarıyla temas kurup, onları Atatürk'e karşı kışkırtmıştır. Bu kışkırtma kısmen sonuç vermiştir.

10. Vahdettin, Büyük Taarruz'dan bir hafta önce bile İngilizlerle görüşerek Anadolu'daki milli harekete karşı, Atatürk'e karşı İngilizlerin desteğini istemiş, İngilizleri milliyetçilere saldırtmaya çalışmıştır.
11. Vahdettin, İngiliz kuklası hain Damat Ferit'i beş defa sadrazam yapmıştır.
12. Vahdettin, Saltanat Şurası kurup, Türkiye'yi parçalayan SEVR ANTLAŞMASI'nı imzalatmayı kabul etmiş, (Bu şurada vahdettin dahil bütün Osmanlı yöneticileri Sevr'e "evet" demiş, bir tek Topçu Feriki Ali Rıza Paşa "hayır" demiştir.) kurduğu bir heyete, Anadolu'da Türklere sadece iç Anadolu'da birkaç ilde yaşama hakkı tanıyan Anadolu'yu Kürdistan, Ermenistan, İyonya bölgesi diye parçalara bölen, kapitülasyonları ağırlaştıran İDAM FERMANI Sevr Antlaşması'nı imzalatmıştır
13. Vahdettin, Anadolu'da Haçlı emperyalizmine karşı mücadele eden Kuvayı Milliye'ye karşı Haçlı emperyalizmine destek olmak için paralı KUVAYI İNZİBATİYE (HALİFELİK ORDUSU)'nu kurup Anadolu'ya göndermiştir.
14. Vahdettin, hain Damat Ferit Hükümeti ile birlikte Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını "dinsiz-zındık" ilan eden fetvanın yayınlanmasına ses çıkarmamıştır.
15. Vahdettin, Atatürk'ün idam fermanını ımzalamıştır.
16. Vahdettin, Atatürk'ün rütbelerini-nişanlarını söktürmüştür.
17. Vahdettin, Damat Ferit'le birlikte Anadolu halkını kışkırtıp Anadolu'da "İÇ SAVAŞ" başlatmıştır.(isyanlar vs.), Anzavur'u paşa yapıp milliyetçilere saldırtmıştır.
18. Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra "Hicret ediyorum" diyerek HALİFELİK sıfatıya İngilizlere sığınarak kaçmıştır. Böylece Vahdettin İngilizlerin Halifeliği kullanmalarına olanak yaratmıştır.İngilizler Vahdettin'i kendi kontrolleri altında "kukla" bir halife haline getirip, sömürgeleri Hindistan'daki Müslümanların isyanını önlemeyi düşünmüşlerdir. Ancak Atatürk, kaçak Halife Vahdettin'in "halifelik" yetkilerini alıp Abdülmecit Efendi'ye verince sıradanlaşan Vahdettin'in artık İngilizler için hiçbir anlamı kalmamıştır. İngilizler Vahdetin'i yine de bazı İslam ülkelerinde gezdirip Müslümanların Vahdettin hakkındaki görüşlerini öğrenmek istemişler, ancak Müslümanların Vahdettin'i hiç önemsemedikleri, hatta tanımadıkları, tanıyanların da "nefret ettiğini" görmüşlerdir. Bunun üzerine artık Vahdettin'i kullanamayacaklarını anlayan İngilizler amiyane tabirle Vahdettin'e tekmeyi yapıştırmışlardır. Böylece Vahdettin'in sefalet yılları başlamıştır. İlahi dalet mi desek!
19. Vahdettin'in kaçarken hazineyi soymamasının nedenleri ise şunlardır: Birincisi zaten yurtdışında kendisine fazlasıyla yetecek kadar birikmiş parası ve maaşları vardır. İkincisi, İstanbul 1922 Ekim'inin başında Ankara Hükümeti temsilcisi Refet Paşa tarafından İngilizlerden teslim alınmış, İstanbul kurtarılmış ve Ankara Hükümeti'nin kontrolüne geçmiştir. Topkapı Sarayı'nın, Yıldız Sarayı'nın, Dolmabahçe Sarayı'nın önünde ve hazine de artık Atatürk'ün askerleri nöbet tutmaktadır. Yani Vahdettin istese de hazineyi, sarayı soyacak durumda değildir. Üçüncüsü de Vahdettin, İngilizlere sığınırken yaptığı pazarlık gereği, "Ben size HALİFELİK sıtafımla sığınacağım, sizin kotrolünüzde bir halife olacağım" diye sığınmıştır. Bunun karşılığında İngilizlerin kendisini krallar gibi yaşatacağını, paraya pula ihtiyacı olmayacağını düşünmüştür. Ayrıca 1924'te ABD Başkanı'na yazdığı mektuptan anladığımıza göre Vahdettin "geçici olarak ülkeyi terk ettiğini" düşünmüş, bir gün İngilizlerin ve ABD'nin desteğiyle Atatürk'ü aşağı indirip yeniden Türkiye'de Halife olacağı hayaline kapılmıştır. Bu nedenle bir gün geri döneceğine göre malı mülkü yanında götürmeyi düşünmemiştir. Ayrıca hazineyi soymaması veya soyamaması "hırsız" olmadığını gösterir, biz de zaten Vahdettin'e "hırsızdır" demiyoruz, "haindir" diyoruz. Her hainin aynı zamanda "hırsız" olacağı şeklinde bir kural da yoktur! Vahdettin'in yurt dışında sefalet içinde ölmesinin nedeni de "parasızlık" değil, lüks yaşama orada da devam etmek istemesi ve özellikle bazı akrabalarının (Örneğin meşhur Zeki) ölçüsüz harcamalarıdır. Hazıra dağ dayanmaz, gün gelmiş beş parasız kalmıştır!

20. Vahdettin Türkiye dışında "firari" olduğu zamanlarda sürekli Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanlarıyla temas kurarak Atatürk'e ve Türkiye'ye yönelik haince planlar içinde olmuştur.
21. Vahdettin 1924'te ABD Başkanı'na yazdığı mektupta Atatürk'e ve Atatürk'ün peşine takılan Türk milletine ağır hakaretler etmiştir, ABD Başkanı'ndan, Türkiye'de yeniden tahta geçmesi için kendisine yardım etmesini istemiştir. Halifeliğin kaldırılmasının emperyalist ülkeler için hiç de iyi olmayacağını belirterek kendisinin yeniden halife olmasına yardım edilmesini istemiştir. Yani hainliğine yurt dışında da devam etmiştir.
Özetle VAHDETTİN HAİNİN DİBİDİR.
Vahdettin'in bu ihanetleri nedeniyle TBMM daha 1920 yılında yaptığı bir gizli oturumda Vahdettin'e "HAİN" damgasını yapıştırmıştır. Vahdettin'e çok sonraları Kemalistler "hain" dememiş, daha 1920'de TBMM "HAİN" demiştir. Zabıt Cerdeleri incelenecek olursa bu gerçek görülecektir. Atatürk de 1920'de TBMM'de gizli oturumlarındaki konuşmalarında "HAİN VAHDETTİN" ifadesini kullanmış, 1927'de kaleme aldığı NUTUK'ta ise Vahdettin'e hem "HAİN" hem de "SOYSUZLAŞMIŞ YARATIK" demiştir.
Vahdettin'e hiç kimse "hain" demese bile tarih "hain" demiştir. Hainden kahraman olmaz, olsa olsa "çakma kahraman" olur.
ABD'nin BOP'una uygun olarak tarihi yeniden yazanların hainleri kahraman, kahramanları hain yapmasına şaşırmamak gerekir. AKP bu duruma çanak tutmaktadır. Nitekim AKP döneminde İskilipli Atıf gibi, Şeyh Sait gibi, Seyit Rıza gibi başka hainler de "kahraman" ilan edilmiştir. Anlayacağınız AKP sayesinde çok sayıda "çakma kahramanımız" oldu!
MERAKLISINA NOT: Biraz daha ayrıntı için işte VAHDETTİN'İN İHANET DOSYASI (Buraya tıklayınız) Ayrıca bu yazıdaki bütün iddiaların kaynaklarına/belgelerine benim CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 1. CİLT adlı kitabımdan ulaşabilirsiniz.

Sinan MEYDAN- 20 Mayıs 2013

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ettn-handr-cuenkue&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

VAHDETTİN DOSYASI (İşte Çakma Kahraman Vahdettin Gerçeği)

ddd.jpg





Vahdettin Dosyası (1): Vahdettin Hain Değildir Tezinin Kaynağı Yakın tarihin en çok "tartışılan" ve "çarpıtılan" figürlerinden biri son padişah Vahdettin' dir. "Vahdettin vatan haini midir?" sorusu, yakım tarihin "en kışkırtıcı" sorularından biridir, işte Vahdettin Dosyası, bu kışkırtıcı soruya "belgelerle" cevap vermek için hazırlanmıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikaları nedeniyle 1922 yılında TBMM tarafından resmen "vatan haini" ilan edilen Padişah Vahdettin, kendisinin bile tahmin edemeyeceği şekilde, zaman içinde parlatılarak, bugün neredeyse "Kurtuluş Savaşı kahramanı" haline getirilmiştir. Özellikle 1950 sonrasındaki "Karşı devrim" sürecinde Atatürkçülüğün karşısına Vahdettincilik çıkarılmıştır.

"Vahdettin vatan haini değildir" tezinin temelinde "halife hain olamaz" inancı ve "Atatürk'e düşmanlık" dürtüsü yatmaktadır.

Vahdettin Dosyası'nı hazırlarken, bir taraftan yerli ve yabancı arşivlerdeki belgeler ışığında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikalarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymayı, diğer taraftan Vahdettinci yazarların çarpıtmalarını gözler önüne sermeyi amaçladım. Durum böyle olunca, ortaya çok kapsamlı ve özgün bir araştırma çıktı.

Yakın tarihi eğip bükerek Atatürk'e ve çağdaş cumhuriyete saldırmayı alışkanlık haline getirenleri bir hayli rahatsız edecek olan Vahdettin Dosyası'nı bir "yazı dizisi" halinde siz Bütün Dünya okurlarına sunmanın derin hazzını yaşadığımı belirtmeliyim.

Vahdettin Hain Değildir Tezinin Kaynağı

“Vahdettin vatan haini değildir” tezi, ilk kez 1929 yılında Mevlanzade Rıfat tarafından ortaya atılmıştır. Mevlanzade Rıfat, 1929 yılında Halep'te basılan ve 1933'te Türkiye'de yayınlanan "Türkiye inkılabının İçyüzü" adlı kitabında, "Vahdettin'in, Mustafa Kemal'i, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiğini" iddia etmiş ve bu iddiasını, Vahdettin'in 14 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal'e verdiği, sözüm ona, bir fermana dayandırmıştır. 1 Ancak şimdiye kadar böyle bir fermana rastlanmamıştır.

Peki ama kimdir bu Mevlanzade Rıfat?

fZoD7.jpg
Mevlanzade Rıfat, daha Atatürk Samsun'a çıkmadan önce, 24 Mart 1919'da Hukuk-i Beşer adlı gazetede, I. Dünya Savaşı'na katılan komutanlara İttihatçıların vagon vagon altın dağıttıklarını ileri sürmüş ve komutanlara, "Büyük alçaklar ve haydut başları..." diye hakaret etmiştir. Bunun üzerine Atatürk, Harbiye Nezareti'ne bir dilekçeyle başvurarak, bu yazıyı kaleme alan Mevlanzade Rıfat'm cezalandırılmasını istemiştir. Atatürk, Mevlanzade Rıfat'a "O sefil iftiracı.." diye hitap ettiği dilekçesinin bir örneğini de Vakit, Alemdar ve Yeni Gün gazetelerine göndermiştir. 2 Atatürk, Mevlanzade Rıfat'ın Türk ordusunun şerefli komutanlarına hakaret etmesine çok bozulmuştur. Türk ordusunun, "namuslu" ve "yurtsever" komutanlarını "haydut başı" diye suçlamanın "büyük bir ahlaksızlık ve sefil bir vicdansızlık" olduğunu belirterek bu "namussuzca iftirayı ve sahibini lanetlemiştir." Ancak Atatürk'ün Harbiye Nezareti'ne gönderdiği "şikayet dilekçesi" dikkate alınmadığı gibi Mevlanzade Rıfat, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Atatürk'e dava açmıştır.

"Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat'ın, Padişah Vahdettin'le ise arası çok iyidir. Padişah Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonra San Remo'ya gitmiştir. Kaçak padişahın San Remo'daki ziyaretçilerinden biri de Mevlanzade Rıfat'tır. Mevlanzade Rıfat, San Remo'ya ilk defa 1922'de bir Yunan albayla birlikte gitmiş ve Vahdettin'e, Ankara'ya karşı Yunanistan'la anlaşma teklif etmiştir. Bu görüşmede Vahdettin Mevlanzade Rıfat'a para vermiştir. 3

Mevlanzade Rıfat, Vahdettin'i San Remo'da bir kez daha ziyaret etmiştir. Bu kez de Vahdettin'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı "Kürtleri isyana teşvik etme" önerisinde bulunmuştur. 4 Mevlanzade, Türkiye'deki bütün önemli Kürt isyanlarında rol almış, kelimenin tam anlamıyla "bölücü" bir politikacı-yazardır. 5

Kurtuluş Savaşı öncesi Atatürk'e ve vatansever Türk subaylarına, "büyük alçaklar ve haydut başlan" diyen, yurt dışında iki kez Vahdettin'i ziyaret eden, onu Atatürk'e ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı harekete geçirmek isteyen ve Vahdettin tararından çok iyi ağırlanan Mevlanzade Rıfat, bir süre sonra kaleme sarılarak "Cumhuriyet tarihi yalancılarının" ana kaynağı durumundaki 'Türkiye inkılabı'mn İçyüzü" adlı kitabı yazmış ve bu kitabında Vahdettin'i adeta "Kurtuluş Savaşı kahramanı" ilan etmiştir. Mevlanzade'nin bu kitabı daha sonra Atatürk'e ve cumhuriyete aldırmak isteyenlerin ana kaynağı olmuştur: Necip Fazıl Kısakürek, Nihal Atsız, Tarık Mümtaz Göztepe, Vehbi Vakkasoğlu, Kadir Mısıroğlu, Abdurrahman Dilipak, Hasan Hüseyin Ceylan, Yalçın Küçük, Burhan Bozgeyik ve Mustafa Armağan gibi tarihçi ve yazarlar, hep Mevlanzade Rıfat'ın "Türkiye inkılabı'ın İçyüzü" adlı kitabım kaynak olarak kullanmışlardır. Örneğin, Mevlanzade Rıfat'ın, "Vahdettin hain değildir!" tezinden yola çıkan şair Necip Fazıl Kısakürek, çok daha ileri giderek Vahdettin'i "Büyük vatan dostu!" ilan etmiştir. 6 Kısakürek, söz konusu kitabında, belge ve bilgiye dayanmadan, sadece türlü kurnazlıklar yaparak, bütün Kurtuluş Savaşı'nın Vahdettin'in eseri olarak göstermiştir. Dahası, eski başbakanlardan Bülent Ecevit de 6 Ağustos 2005 tarihinde, "Vahdettin vatan haini değildir!" demiştir.

"Vahdettin vatan haini değildir!" tezini incelemeden önce Vahdettin'i birazcık tanıyalım:

Vahdettin'in Hayatı ve Karakteristik Özellikleri

Vahdettin 1861 yılında doğmuştur. Babası Abdülmecit Efendi, annesi Gülistu Hanım'dır. Abdülmecit'in 30 çocuğundan 23'üncüsüdür. Dört aylıkken babası ölmüş, çocukluğu ve gençliği kapalı bir ortamda geçmiştir.

Vahdettin, çocukluğunda ve gençliğinde saray entrikalarına, hatta cinayetlerine tanık olmuştur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V. Murat ve II Abdülhamit'in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz'in öldürülmesi Vahdettin'i derinden etkilemiştir. Vahdettin korku içinde olduğunu Adliye Nazırı İbrahim Bey'e şöyle ifade etmiştir: "Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiçbir şeyden korkmam. Fakat pek ağır bir vazife üstlendim. Allah'tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır. Siz böyle şeyleri anlarsınız. Odaların birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam yahut kardeşime bir şey olmuş. Elhasıl biri feci, biri ruhperver... Bunları gördükçe korkuyorum..." 7

I8ErI.jpg
Veliaht Yusuf İzzettin Efendi'nin intihar etmesi üzerine 1916 yılında veliaht olan Vahdettin, veliahtlığı sırasında Almanya ve Avusturya'ya seyahatler yapmıştır. 8 Bu seyahatleri sırasında ona Mustafa Kemal eşlik etmiştir.

Dört kez evlenen Vahdettin'in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendi,den Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan adlarında iki kızı olmuştur. İkinci eşi, Müveddet Kadınefendi'den de Şehzade Ertuğrul Efendi adlı bir oğlu dünyaya gelrniştir. 9

Mutlakiyetçi, İttihat ve Terakki düşmanı, Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne yakın, Alman karşıtı ve çok koyu bir ingilizci olan Vahdettin'in belli başlı karakteristik özellikleri şunlardır:

1 - Hastadır: Bedenen ve ruhen çok sağlıklı değildir. Çocukluğundan beri türlü hastalıklar geçirrniştir. Romatizmasından dolayı fazla yürüyememektedir. Birkaç defa baygınlık geçirmiştir. Doktoru Reşat Paşa'nın bildirdiğine göre sinirleri de zayıftır.

2 - Heyecanlıdır: Başkatibi Ah Fuat Bey, Meclis Başkam Vekili Hüseyin Kazım Bey ve Amiral de Robeck Vahdettin'in çok heyecanlı olduğunu belirtmişlerdir.

3 - Kuşkucudur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V. Murat ve II. Abdülhamit'in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz'in öldürülmesi nedeniyle Vahdettin de özellikle öldürülmekten korkmaktadır. Bu nedenle cebinde tabanca bulundurmaktadır. 10

Vahdettin'in kuşkuculuğuna tanık olanlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk'tür.

xBCRN.jpg
4 - Muhbirdir: Gençliğinde Abdülhamit'e "jurnalcilik" yaptığı çok yaygın bir dedikodudur. Baş mabeynci Lütfi Simavi Bey, Vahdettin'in bu özelliğinden, "Abdülhamit zamanındaki kötü şöhreti" diye söz etmiştir. Madrid'teki İngiliz elçisi Lord A Harding, İngiltere Dışişleri Bakanı'na gönderdiği 9 Temmuz 1918 tarihli yazıda Vahdettin'in, "Sultan II. Abdülhamit'in faal bir casusu olduğunu" belirtmiştir. 11

5 - Eğitimi zayıftır: Çocukluğunda ve gençliğinde geçirdiği rahatsızlıklardan dolayı yeterince iyi eğitim alamamıştır. Başkatibi Ali Fuat Bey, Vahdettin'in “fıkıhla” ilgilendiğini belirtmiştir.

6 - Konuşması iyidir: Başkâtibi Ah Fuat Bey, konuşması, yazması ve imlasının düzgün olduğunu belirtmiştir. Almanya gezisi sırasında Vahdettin'e eşlik eden Mustafa Kemal Atatürk de Vahdettin'in düşüncelerini çok düzgün bir şekilde ifade ettiğini belirtmiştir.

t0S0S.jpg
7 - Kurnazdır: Başkatibi H. Ziya Uşaklıgil Vahdettin'i, "Yaradılışında, hileye, entrikaya, gizli düzenlere, karışık girişimlere düşkün'' olarak tanımlamıştır. Adına gelen mektupların açılmadan kendine verilmesini istemesi, hükümetle haberleşmesinde başkatibi Ali Fuat Bey yerine adamı Refik Bey'i kullanması, bazı kimselerle gizlice özel dairesinde görüşmesi, onun "kurnaz ve entrikacı" biri olduğunu göstermektedir. Atatürk de Vahdettin'le yaptığı görüşmelerden sonra onun "kurnaz" ve "entrikacı" biri olduğunu düşünmüştür.

8 - Rol yapar: M. Fuat Bey ve Lütfi Simavi Bey, Padişahın eski sadrazam Ahmet izzet Paşa'ya "hasta rolü" yaptığına bizzat tanık olmuşlardır. Ayrıca, Mazhar Müfit Kansu'yla yaptığı görüşmede, "Kuvayı Milliye tacımın pırlantasıdır! Mustafa Kemal Paşa nasıldır, afiyettedir inşallah! Ne zaman dönecek!" gibisinden sözler söyleyen Vahdettin'in yine rol yaptığı açıktır. Çünkü o günlerde Osmanlı yönetimi bir taraftan Kuvayı Milliye'yi yasaklarken, diğer taraftan da Mustafa Kemal'i etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Vahdettin "rol yaparak", Mazhar Müfit Bey'in ağzından laf almaya çalışmıştır.

9 - Paraya düşkündür: Bilinenin aksine Vahdettin paraya çok düşkündür. II. Abdülhamit'in kızı Sadi ye Osmanoğlu'nun anıları ve Lütfi Simavi'nin "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında yazdıkları, Vahdettin'in paraya çok önem verdiğini göstermektedir.

10 - Vahdettin, ayrıca iyi bir baba ve ağlayacak kadar duygulu bir insandır. 12


Vahdettin ve Geleneksel Değerler

1helm.jpg
Vahdettin'e, Osmanlı padişahı ve halife olduğu için "dindardır", "geleneksel değerlere bağlıdır'' diye sahip çıkanların bilmedikleri çok önemli bazı gerçekler vardır. Evet! Vahdettin dindardır, ama onun dindarlığı "Batı kültürü ne" sonuna kadar açık, "bağnaz" olmayan bir dindarlıktır.

Vahdettin, geleneklerin aksine sakal bırakmamıştır. Yavuz'dan sonra sakal bırakmayan ikinci Osmanlı padişahı Vahdettin'dir. Sakal bırakmamasının nedenini, "Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim" diyerek açıklamıştır! 13

Vahdettin zaman zaman içki içen ve içkili toplantılarda ve ziyafetlerde eline şarap kadehi almaktan çekinmeyen biridir. Örneğin, Tütüncübaşı Şükrü Bey, Padişah Vahdettin'in, kendisine "daima konyak aldırdığını" belirtmiştir. 14

Malta'dayken, 20-30 Kasım 1922 tarihleri arasında. Vahdettin ve yakınlarının şarap masrafı, 5 İngiliz lirasıdır. 15 Vahdettin, Almanya ziyareti şuasında verilen ziyafette, imparatorun şerefine şampanya kadehi kaldırmıştır. 16

San Remo'da ikamet ettiği köşkün alt katındaki misafir odasının duvarında büyükçe bir çıplak kadın tablosu asılıdır. Halifelik iddiasında bulunan Vahdettin, misafirlerini bu tablonun altında ağırlamıştır. 17 )

Vahdettin, aile hayatında da son derece moderndir. Örneğin, gelenek gereği Osmanlı hanedanına mensup kızların düğünden önce bile kocaları tarafından görülmeleri yasakken, Vahdettin, düğünden önce damadı İsmail Hakkı'yı davet ederek, kızı Ulviye Sultan'la görüştürmüştür. 18

51XDT.jpg
O buluşmayı, "Son Padişah Vahdettin" kitabının yazarı Yılmaz Çetiner, belgeler ışığında şöyle anlatmıştır: "İsmail Hakkı Beyefendi'ye Harbiye Nezareti'nden resmi bir yazı geldi... Veliaht Vahdettin Efendi, Çengelköy'de köşküne çağırıyordu. İsmail Hakkı'yı bir korku aldı! Acaba kızıyla buluştuğunu haber aldı da buna kızacak, danlacak mı endişesi içinde salonda beklerken Vahdettin Efendi girdi içeriye... Selamlaştıktan sonra oturdu hiç konuşmadan. Bir sigara içti ve birden ayağa kalkıp çıktı odadan... Garip bir durumdu bu ve İsmail Hakkı'nın yüreği küt küt atıyordu! Az soma bir de baktı ki, Vahdettin, yanında kızı Ulviye Sultan'la beraber tekrar içeriye giriyor. İşte kızım müstakbel kocan!" 19

Vahdettin'in eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının başı açıktır. Vahdettin ailesine mensup kadın hanedan üyelerinin yurtdışında çekilmiş fotoğraflarına bakılacak olursa başların açık olması bir yana, padişahın eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının son derece modern, hatta dekolte batılı kıyafetler giydikleri görülecektir. Örneğin, Vahdettin'in torunu Neslişah Sultan, Hümeyra Sultan, Hanzade Sultan ve Hibetullah Necla; kızları Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan ile ikinci eşi Müveddet Kadınefendi başları açık, modem giysiler içinde adeta batılı kadınlardan ayrılamayacak şıklıkta Avrupa'da arzı endam etmişlerdir. 20

jE66y.jpg
Vahdettin kadınlara çok düşkündür. İlk eşi Nazikeda Sultan'la evlenirken ona "üzerine başka bir kadınla nikahlanmayacağı" sözü vermiştir. Evet! Vahdettin 7 yıl boyunca sözünü tutmuş, başka bir kadınla evlenmemiştir, ama bu sürede gizlice başka kadınlarla birlikte olmuştur. "Vahdettin Efendi, tıpkı babası Sultan Abdülmecit ve Ağabeyi Sultan Abdülhamit gibi kadınlara düşkündü... Yemin ettiği için bir başka kadını nikahına alamıyordu, ama gizli gizli kısa süreli aşklar yaşıyordu..."

Beste yapan, içki içen,şampanya kadehi kaldıran, misafir odasında çıplak kadın resmi bulunduran, sakal bırakmayan, evlenmeden önce kızım damat adayıyla bizzat görüştüren, gizlice başka kadınlarla birlikte olan ve eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının başları açık olan Padişah Vahdettin'e "halifedir" diye sadece "dinsel gerekçelerle" sahip çıkanla şapkalarını önlerine koyup düşünmelerini öneririm.

Vahdettin: "Şaşırmış bir haldeyim"

7Xyls.jpg
Ağabeyi Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918'de padişah olan Vahdettin, tahta çıktığında 58 yaşındadır. Vahdettin, padişah olmaya istekli ve hazır değildir. Tahta çıktıktan hemen sonra Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'ye, "Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layıkıyla tahsil edemedim. Yaşım kemâle erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle (Abdülmecit Efendi) hangimizin evvel gideceğimiz (öleceğimiz) belli olmadığından bu makamı beklememekteydim. Fakat takdiri ilahi ile bu ağır vazifeyi üstüme aldım. Şaşırmış bir haldeyim. Bana dua ediniz!" demiştir. 22

Vahdettin'in "şaşkınlık içinde olması" sadece iyi eğitim almamasından ve bu makama hazır olmamasından kaynaklanmamıştır; onun şaşkınlık içinde olmasının asıl nedeni, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durumdur. I. Dünya Savaşı sona ermiş, çok ağır bir yenilgi alan Osmanlı Devleti, elindeki toprakların büyük bir kısmını kaybetmiş ve devlet uçurumun kenarına gelmiştir. İşte o günlerde Vahdettin, başmabeyni Ah Fuat'a, "Ben sonucu iyi görmüyorum, ah şu işin içinden az zararla çıkabilsek!" demiştir. 23

Vahdettin, I. Dünya Savaşı'na girilmiş olmasından hiç memnun değildir. 20 Kasım 1918'de, Daily Mail gazetesine verdiği demeçte, "Eğer ben I. Dünya Savaşı çıkmadan önce tahta çıkmış olsaydım, Osmanlı Devleti'nin tarafsızlığını mutlaka korurdum." demiştir. Bu nedenle tahta çıkar çıkmaz bir an önce ateşkes antlaşması yapılmasını istemiştir. 24 Vahdettin'in I. Dünya Savaşı karşıtlığının temel nedeni, bu savaşta Osmanlının karşısındaki en büyük düşmanın İngiltere olmasından kaynaklanmaktadır. Vahdettin, Almanya'ya karşı İngiltere'ye yakınlaşma taraflısıdır. İttihatçılarla ve Enver Paşa'yla ayrılığının temelinde de bu vardır.

Emperyalizmle, özellikle de İngiliz emperyalizmiyle kuşatılmış bir devletin basma geçen Vahdettin'in tek düşüncesi, mümkün olduğunca İngilizlerle yakınlaşmaktır.

"Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim" diyen Vahdettin, evet belki sakalını kimseye kaptırmamıştır, ama, bütün vücudunu İngilizlere ve İngilizci sadrazam Damat Ferit'e kaptırmıştır."



1 Mevlanzade Rıfat, Türkiye inkılabı'nın İçyüzü. İstanbul, 2000, s. 215)
2 Vakit, Yeni Gün, Alemdar gazeteleri, 25 Mart 1919).
3 Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1968, s. 159: Turgut Özakman, Vahdettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, 6.bs , Ankara, 2007,s. 75).
4 Özakman, age, s.75).
5 Uğur Mumcu, Kürt-îslam Ayaklanması, 5.bs , İstanbuU993s. 11,16,59,184,186).
6 N. Fazıl Kısakürek, Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu S. Vahdettin, İstanbul, 1975).
7 Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C.IV, İstanbul, 1982, s.2096).
8 Özakman, age, s.30).
9 Yılmaz Cetiner, Son Padişah Vahdettin, 7.bs , İstanbul, 1993).
10 İnal, age, s. 2101).
11 İngiliz Arşiv Belgeleri, FO,371/3410/12379; Hardinge'den Balfour'a gizli yazı, Madrid, 9.7.1918; Salahı, R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savası, Ankara, 2007, s.x).
12 Özakman, age, s.31).
13 Enver Behnan Şapolyo, Osmanlı Sultanları Tarihi, İstanbul, 1961, s.460,461).
14 Yakın Tarihimiz, C.3,388).
15 FO, 371/9118/E.172: Colonial Office'ten Fpreigen Office yazı, Bilal N. Şimşir, "Vahdettin'in Kaçışı ve Sonu", Cumhuriyet gazetesi, 28 Kasım 1973; Özakman, age, s.31.dipnot 67).
16 Rıza Tevfik Bölükbaşı, Biraz da Ben Konuşayım, İstanbul, 1993, s.32),
17 Göztepe, age, s. 147: Özakman, age, s.31)
18 İ. Hakkı Okday, Yarıya'dan Ankara'ya, 2.bs , İstanbul, 1994, s.206).
19 1. Hakkı Okday, Yanya'dan Ankara'ya, 2,bs , istanbul, 1994, s.206).
20 Fotolar için bkz. Cetiner, age, s. 381 vd).
21 Çetiner, age, s.52).
22 İnal, age, s.2095).
23 Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin, Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1969, s. 15),
24 Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı'nın Son Günleri, Hz. Ş. Kutlu, İstanbul, 1978, s.445,446).
Vahdettin Dosyası (2): Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı

Mevlanzade Rıfat'ın 1929'da "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını" ileri sürmesinden sonra "dinci sağ" hemen harekete geçerek "kurmaca bir tarih" yazmaya başlamıştır.

Bu kurmaca tarihe şöyle birkaç örnek vermek mümkündür: Necip Fazıl Kısakürek, "Milli şahlanış hareketinin fikirde yaratıcısı ve bu amaçla Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya gönderen, doğrudan doğruya Vahdettin'dir..." demiştir.

Nihal Atsız, "(Vahdettin), Osmanlı padişahlarının en talihsizidir. Bu yüzden kendisine hain damgası vurulmuştur. Fakat hain değil, bütün Osmanlı padişahları gibi vatanperverdir..." demiştir.

Kadir Mısıroğlu, "Sultan Vahdettin, ufukta beliren vahim tehlikelere karşı Anadolu'da bir direniş hareketi düşünüp, bunu tepesindeki işgal kuvvetlerine rağmen en dikkatli şekilde planladı. Bu cümleden olarak yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa'yı geniş yetki ve imkanlarla donatarak Anadolu'ya gönderdi..." demiştir.

Vahdettin'i aklamaya, hatta "Kurtuluş Savaşı kahramanı" yapmaya yönelik bu iddialar ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Bu soruya cevap vermek için Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nın başından sonuna kadar nasıl bir politika izlediğine bakmak gerekecektir.

"Önce ben" diyen bir padişah

I. Dünya Savaşı sonlarına doğru padişah olan Vahdettin, bu savaşa bir an önce son verilmesini istemiştir. Padişah Vahdettin, Osmanlı Devleti'nin, I. Dünya Savaşı'ndan çekilmesini sağlayacak olan Mondros Ateşkes Antlaşması'nı kayınbiraderi Damat Ferit'in imzalamasını istemiştir. Ancak Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, "Bu adam mecnundur! Bu kadar önemli görev kendisine nasıl verilebilir?" diyerek Damat Ferit'in görevlendirilmesine karşı çıkmıştır. Buna rağmen Padişah, "Biz onu idare ederiz!" diyerek kararında ısrar etmiş ve Ahmet İzzet Paşa'nın Damat Ferit'le görüşmesini istemiştir. Bunun üzerine Ahmet İzzet Paşa, Damat Ferit'le Ayan Meclisi'nde bir görüşme yapmıştır:

mr8Tg.jpg
"Mütareke konusunda neler yapılabileceğini, karşı karşıya oturup konuştular... Damat Ferit anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlıyordu... Üstelik, kafasızdı bu adam!.. Ne devletler arası politikadan, ne siyasetten haberi vardı!

Damat Ferit şunları söylüyordu sadrazama: 'İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kesin ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa, derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra'ya gideceğim... İngiltere kralına, ben senin baban olan kralın eski dostuyum!

Arzularımın kabulünü senden beklerim, diyerek barış tekliflerimizi kabul ettireceğim!..' Yanıma özel katip olarak da Rum Patrikhanesi katibi Kara Yeodori'yi alacağım...' Sadrazam İzzet Paşa, bu sözler üzerine donmuş kalmıştı... Bu mevkiye gelmiş bu adam nasıl olurdu da, hala devletlerin yüce menfaatlerinde böyle dostlukların sökmeyeceğini bilmezdi? Üstelik, İngiltere kralının babasıyla hiçbir dostluğu filan da yoktu!.."


Ahmet İzzet Paşa ve birçok bakan, eğer bu görev Damat Ferit'e verilirse istifa edeceklerini belirtmişlerdir.

07QsT.jpg
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başkanlığına Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'i atamıştır. Padişah Vahdettin, bu atamayı bazı şartlar ileri sürerek kabul etmiştir. İşte tam da bu noktada Padişah Vahdettin'in tahtını, tacını ve politik geleceğini vatanından üstün tuttuğu anla-sumaktadır. 1918 Kasımı'nda Padişah Vahdettin'in "önce kendini" düşündüğünün iki önemli kanıtı vardır:

1- Vahdettin, ülkesinin geleceğini ilgilendiren çok önemli bir antlaşmayı imzalayacak heyetin başkanlığına Damat Ferit gibi aklı bir karış havada, ne yaptığını bilmeyen, Ahmet İzzet Paşa'nın deyimiyle "mecnun" birini atamak istemiştir: Vahdettin, bu önemli göreve atadığı kişinin niteliklerine değil, kendisine bağlı olmasına önem vermiştir. Basiretsiz ve niteliksiz bir maceracı olan Damat Ferit, Vahdettin'in ablası Mediha Sultan ile evlidir, dolayısıyla Vahdettin'le akrabadır. O günlerde tahtını kaybetmekten korkan Vahdettin, bu göreve akrabası Damat Ferit'i getirerek bir anlamda kendisini güvenceye almıştır. Fakat kendisini güvenceye alırken ülkesinin geleceğini hiçe saymıştır.

Mondros Ateşkes Antlaşması'yla Osmanlı Devleti, çok ağır şekilde yenildiği I. Dünya Savaşı'ndan çekilecektir. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi emperyalist devlerle masa başında bir boğuşma yaşanacağı kesindir. Türkiye'nin geleceği bu antlaşmaya bağlıdır. İşte böyle bir ortamda Padişah Vahdettin'in kafasındaki tek şey, "Diğer yenilen ülkelerde olduğu gibi acaba ben de tacımı ve tahtımı kaybeder miyim?" endişesidir. Bu endişe nedeniyle, sadece kendini düşünerek, bu önemli göreve eniştesi Damat Ferit'i getirmek istemiştir.

2- Vahdettin, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'nın ve diğer bakanların "istifa ederiz!" tehdidi üzerine Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başına Bahriye Nazırı Rauf Bey'in atanmasını zoraki kabul etmiştir.

Ancak iki şartı vardır: Bu şartlardan ilki, Vahdettin'in yine vatanından çok kendini düşündüğünü göstermektedir.

1-
Hilafetin, saltanatın ve Osmanlı hanedanlığı hukukunun tamamının korunması,
2. Herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse bunun siyasi değil idari (yönetsel) olmasının istenmesi.

Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya göre Vahdettin'in öne sürdüğü bu şartların antlaşma ile hiçbir ilgisi yoktur. Padişah, savaş yenilgisinin yaratmış olduğu kargaşa içinde Osmanlı hanedanlığının devam etmemesinden korkmuştur ki, bu da Padişah'ın kendi tahtını kurtarmaktan başka bir şeye önem vermediğini göstermektedir.
Turgut Özakman, bu durumu, Vahdettin'in "yalnız kendini ve tahtını düşündüğünün ilk somut ve belgeli davranışı" olarak değerlendirmiştir.

Padişah Vahdettin'in, Türkiye'nin geleceğini ilgilendiren çok önemli bir antlaşma imzalayacak heyetin başkanından ilk isteğinin, "Hilafetin, saltanatın ve hanedanın haklarını koruyacaksın!" olması, Vahdettin'in önce vatan değil, "önce ben!" dediğini kanıtlamaktadır.

Soruyorum şimdi: Önce vatan değil, "önce ben!" diyen bir padişaha ne diyeceğiz?

Geleceği göremeyen padişah

I. Dünya Savaşı'nda yenilen ülkelerde rejim değişikliklerinin olması, kralların tahtlarını ve taçları kaybetmeleri Vahdettin'i kaygılandırmıştır. Bu nedenle Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başkanı Rauf Bey'den, önce "hanedan hukukunu" korumasını istemiştir. Ancak çok geçmeden kaygılanmasına gerek olmadığı görülmüştür. Çünkü emperyalistlerin Doğu'da saltanat rejimini tercih ettikleri anlaşılmıştır. Bir hüküm darla onun kullarını idare etmek, demokratik rejimle yönetilen özgür bir yurttaşlar topluluğunu idare etmekten çok daha kolaydır.

Bu nedenle başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere Türkiye'yi işgal eden tüm emperyalistler, Atatürk'ün etrafında gelişen halk hareketini boğmaya çalışarak, kendi kontrolleri altındaki padişahı ve monarşiyi desteklemişiler, onu güçlendirmeye çalışmışlardır.

Nitekim, İstanbul'un işgali üzerine İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'nın yayınladığı bildiride, Kuvayı Milliyeciler, Padişahın emirlerine uymadıkları için suçlanmış ve herkes Padişah ve hükümetin vereceği emirleri dinlemeye çağrılmıştır.

Gf0gC.jpg
Vahdettin, 4 Ekim 1918'de, ajanı Rüştü Bey'i İsviçre'nin başkenti Bern'de bulunan İngiliz elçisi Sir Horace Rumbold'la görüşmeye göndertmiş ve kafasındaki barış koşullarını İngilizlere önceden sunmuştur. Vahdettin'in barış koşullarına bakılacak olursa, yaşanan gelişmeleri doğru okuyamadığı anlaşılmaktadır; Çünkü, Vahdettin, Osmanlının dağılıp parçalandığını ve Anadolu'nun tehdit edildiğini göremeyerek, hala Hicaz'da, Filistin'de ve Mezopotamya'da hak iddia etmeye kalkmıştır. Rauf Bey ve delegeler kurulu, 30 Ekim1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayıp yurda döndüğünde Padişah Vahdettin, Rauf Bey'in başkanlığındaki delegeler kurulunu kabul etmemiştir. Vahdettinci yazarlar bu durumu, Vahdettin'in Mondros Ateşkes Antlaşması'nı beğenmediğine kanıt olarak göstermişlerdir. Ancak bu değerlendirme doğru değildir. Vahdettin'in delegeler kurulunu kabul etmemesinin nedeni, Padişahın, Rauf Bey'in başkanlığındaki bu kurulun Mondros'a gitmesini zoraki kabul etmiş olmasındandır.

Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı şöyle yorumlamıştır: "Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere'nin Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkar siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz..."

Aslında bu sözler de Vahdettin'in ufuksuzluğunu olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir: Çünkü Vahdettin, İngiltere'nin Doğu'daki emperyalist politikalarını, onların Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkar siyaseti olarak görmüş ve dahası, İngiliz emperyalizminin hoşgörüsünün elde edilebileceği yanılgısına düşmüştür. Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikası, bizzat kendi ağzından açıkladığı gibi, İngilizlerin hoşgörüsünü elde etmektir. Bunun dışında söylenen her şey palavradır!

İngilizlere yaranma politikası

Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından hemen sonra İngilizlere yaranma politikasını uygulamaya koymuştur. Bu amaçla önce Ahmet İzzet Paşa Hükümeti istifa ettirilmiş, yerine İngilizci Tevfik Paşa Hükümeti kurdurulmuştur.

N2wR8.jpg
Bu hükümet değişikliğinde Padişah'ın parmağı olduğunu bizzat Ahmet Rıza Bey ifade etmiştir. Tevfik Paşa'nın, İngilizci ve Vahdettin'in dünürü olması, padişahın onu tercih etmesinde etkili olmuştur. Sina Aksin, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti'nin istifa ettirilip yerine Tevfik Paşa Hükümeti'nin kurdurulmasını, "Vahdettin'in, Osmanlı Devleti'nin kaderini belirleyecek olan İtilaf devletlerine göre bir kabine istemesine" bağlamıştır. Tevfik Paşa Hükümeti'nde İngiliz dostları dışında bazı Fransız dostlarının da bulunması Akşin'i doğrulamaktadır.

Padişah Vahdettin, genelde İtilaf devletlerini, özelde İngilizleri memnun etmek için iki önemli adım atmıştır:

1-
Meclis-i Mebusan'ı dağıtmıştır,
2- Damat Ferit Paşa'yı sadrazam yapmıştır.

Anadolu'nun yer yer işgal edilmesi üzerine sesini yükselten Meclis-i Mebusan, İngilizleri rahatsız etmeye başlamıştır. Meclisi kontrol etmektense, padişahı kontrol etmenin daha kolay olacağını düşünen İngilizler, Padişah Vahdettin'e baskı yaparak meclisin kapatılmasını sağlamışlardır.

Vahdettin, 21 Aralık 1918'de anayasanın 7. maddesine dayanarak yayımladığı bir iradeyle meclisi dağıtmıştır. Vahdettin, Meclisi dağıtarak aklınca İngilizlerden hayat güvencesi aldığını düşünmüştür. Bu konuda başkatibi Ali Fuat'a, "Ecnebiler; 'Siz hayat hakkınızı korumak için çalışmalısınız. Eğer gereken çalışmayı yapmazsanız, hayat hakkınızı da tehlikeye atmış olursunuz.' diyorlar" demiştir.

Kendi hayatını düşünerek ulusal iradeye son veren Vahdettin'e ne diyeceğiz? "Büyük vatan dostu sultan Vahdettin mi" diyeceğiz?

Vahdettin, Tevfik Paşa'nın yeterince İngilizci olmadığını düşünerek çok koyu bir İngilizci olan eniştesi Damat Ferit'i göreve getirmiştir. Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'na yönelik politikasını biçimlendiren Damat Ferit Paşa hükümetleri olacaktır.

Damat Ferit ve Vahdettin'in ortak paydası: Akrabalık ve İngilizcilik.

Vahdettin'in kız kardeşi Mediha Sultan'la evli olan Damat Ferit, padişahın akrabasıdır ve tahtını, tacını, hatta hayatını kaybetme korkusu taşıyan Vahdettin'in temel politikası akrabalarını iktidara getirmektir.

Padişah Vahdettin, Milli Hareketi başından itibaren boğmaya çalışan, hain Damat Ferit'i tam 5 kere sadrazamlığa getirmiştir. Padişah Vahdettin'in ısrarla Damat Ferit'i sadrazam yapmasının nedeni, Ferit'in "İngilizci" ve "akrabası" olmasındandır. Vahdettin, bir taraftan Damat Ferit'in İngilizciliği sayesinde İngiltere'ye yaklaşmaya çalışırken, diğer taraftan akrabalığı sayesinde onu çekip çevirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Damat Ferit hükümetlerinin, Atatürk'ün önderliğindeki Milli Hareketi yok etmek için attığı "ihanet adımlarını", Padişah Vahdettin'den habersiz atılmış adımlar olarak görmek olanaksızdır.

Nitekim, Damat Ferit hükümetlerinin Atatürk'e ve Milli harekete yönelik bir çok kararının altında doğrudan Padişah Vahdettin'in imzası vardır. Örneğin, Milli hareketi "eşkıya" hareketi olarak gören bildirinin yayınlanması, Atatürk'ün görevden alınması, Divanı-harp'ta idama mahkum edilmesi, rütbe ve nişanlarının geri alınması, Hilafet ordusunun kurulması gibi kararların altında doğrudan padişahın imzası vardır.

Damat Ferit, Padişah Vahdettin'in sözcüsü gibidir. Örneğin, 9 Mart 1919'da İngiliz Yüksek Komiseri Yardımcısı Richard Webb'i ziyaret ederek, Efendisi Padişahla kendisinin ümitlerinin Tanrı'ya ve İngiliz yönetimine dayandığını" bildirmiştir.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında doğrudan Padişah Vahdettin'e gönderdiği telgraflarla, Damat Ferit Hükümeti'ni iktidardan uzaklaştırmasını istemiştir.

Damat Ferit'in ikinci kez sadrazamlığa getirilmesine karşı çıkan Meclisi Mebusan Başkanı Hüseyin Kazım Bey'in, bunun memleket ve saltanat için felaket olacağını söylemesi üzerine Vahdettin sinirlenerek, "Ben istersem Rum Patriği'ni de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı'nı da getiririm" demiştir. Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.

Vahdettin eğer gerçekten Anadolu'daki Milli hareketten yana olsaydı, tam 5 kere "vatan haini" Damat Ferit'i sadrazamlığa getirir miydi?

Kurtuluş Savaşı sırasında Damat Ferit'ten bir türlü vazgeçmeyen Padişah Vahdettin, daha sonra Avrupa'dayken Refi Cevat'a, "Damat Ferit bir yalancıydı!" demiştir.

Vahdettin'in İngilizlerle olan "şaşırtan" ilişkilerine diğer bölümde devam edeceğiz.
Vahdettin Dosyası (3): İngilizlere Yalvaran Bir Osmanlı Padişahı: Vahdettin

"Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri" adlı kitabın yazarı Gotthard Jaeschke, VI. Sultan Mehmet Vahdettin'in İngiliz dostluğunu kazanmak için "İngilizlere yalvarıp yakardığını" belirtmiştir. Sina Aksin de, "İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele" adlı kitabında Vahdettin'in İngilizlerle ilişkilerini anlatırken, "Yalvaran Bir Padişah" başlığını kullanmıştır.

Belgeler, G. Jaeschke'nin ve S. Akşin'in bu değerlendirmelerini doğrulamaktadır.

Akşin, Vahdettin'in aşın İngilizciliğini, "Saray, kurtuluşu İngiliz İmparatorluğu ile bütünleşmekte görüyordu; çünkü halife sıfatı ancak bir Müslüman imparatorluk camiası içinde anlam ve değer taşıyabilir, dolayısıyla saygı görebilirdi" diye açıklamıştır.

Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti ile İlişkileri

Padişah Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için öncelikle iki aracıdan yararlanmıştır. Bunlardan biri, beş defa sadrazamlığa getirdiği İngilizci Damat Ferit, diğeri de İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu İngilizci Sait Molla'dır.

Vahdettin'in sıkı ilişki içinde olduğu Sait Molla, İngiliz casusu Rahip Frew'le birlikte Milli hareketi yok etmek için türlü entrikalar çevirmiştir. Rahip Frew, İngiliz Haber Alma Servisi'nin önemli bir üyesidir. Frew, ayrıca, İngiltere'deki "British Red Crescnef'ın (Britanya Kızılay Derneği'nin) İstanbul'daki temsilcisidir. Bu demek, Türkiye'deki İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle sıkı ilişki içindedir.

Rahip Frew, Anadolu'daki Milli hareketi bitirmek için Sait Molla aracılığıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti'ne para yardımı dahil her türlü yardımı yapmıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da çıkarılan 21 ayaklanmanın arkasında Rahip Frew, Sait Molla işbirliği ve İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin çalışmaları olduğu anlaşılmıştır.

Sait Mola ve Rahip Frew arasındaki yazışmalar ele geçirilmiştir.

Atatürk Nutuk'ta Sait Molla'nın Rahip Frew'e gönderdiği 12 mektubu yayınlamıştır. Bu 12 mektup incelendiğinde "molla" ve "papazın" işgalci İngilizlere nasıl uşaklık ettikleri çok açık bir şekilde görülmektedir.

cWcxe.jpg
Bu 12 mektup incelendiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

1- Anadolu halkım Atatürk'e karşı ayaklandırmak için paralı ajanlar kiralanmış ve bu ajanların propagandaları sonunda Anadolu'da çok sayıda isyan çıkmıştır.
2- Sadrazam Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler ile İçişleri Bakanı Ali Kemal, Polis Müdürü Nurettin Bey ve Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipleri Cemiyeti'yle ilişkileri vardır.
3- Kürt Teali Cemiyeti ile yakın ilişkiler içindedir.
4- Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemeye yönelik gizli girişimlerde bulunmuştur.

Padişah Vahdettin, özellikle Hazine-i Hassa Müdürü Refik Bey, aracılığıyla randevu alan yabancı gizli servis elemanlarıyla, özellikle de İngiliz Muhipler Cemiyeti temsilcileriyle sıkça görüşmüştür. Meclis Başkanı Halil Menteşe'nin anıları bu gerçeği doğrulamaktadır: "O günlerde Vahdettin, rahatsızlığı nedeniyle Hareme çekilmiş, arzu etmediği ziyaretçileri kabul etmiyordu; fakat harem kapısından geceleri Papaz Frewleri hoca Sabrileri, Ali Kemalleri kabul ediyordu."

Yusuf Hikmet Bayur, Vahdettin'i, Rahip Frew gibi İngiliz ajanlarının kışkırttığım ileri sürmüştür: "Papaz Frew gibi İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin habis ruhu durumunda olan İngiliz casuslarıyla gizlice ve sık sık görüşen Vahdettin'in... onlarca kışkırtıldığı da güvenle düşünülebilir."

Neşit Hakkı Uluğ, Padişah Vahdettin'in, İngiliz casusu Rahip Frew'le nasıl ilişki kurduğunu şöyle anlatmıştır:

"Saray ile İngiltere arasında bir haberleşme aracı olacak... bu alçaklığı yapacak, üstlenecekler vardı. Bunlar, bir 'Sultanzade' ile Rahip Frew denilen kimseler olsa gerekir. Çünkü, Sultanzade Sami, Vahdettin'in kız kardeşinin oğlu olup, kendisi gençliğinde bir İngiliz mürebbiyesinin eline verilmiş, veya bir İngiliz öğretmen tarafından yetiştirilmiş, olmasından dolayı daima işin içine İngilizleri karıştırırdı. Rahip Frew denilen şahsı saraya dolandırmak da bu Sultanzade'nin ilgisi vardır. Bazı kişilerin telkinleri, Sultanzade ile Rahip Frew'in teşvikleri Vahdettin'e pusulayı şaşırtmıştır..."

Fethi Tevetoğlu, "Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar" adlı kitabında, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin doğrudan Sultan Vahdettin olduğunu belirtmiştir:

"Türkiye İngiliz Muhipler Cemiyeti, başta Padişah VI. Mehmet Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Adil, Mehmet Ali ve Saadettin Beylerle, Ayan'dan Hoca Vasfi efendi olmak üzere, İngilizlerin idareye biran önce el koymasını isteyen ve İngiliz himayesi projesini hazırlayan, milli güç ve güvenden yoksun, umudunu yitirmiş gafiller, korkaklarla, bir takım satılmışlar tarafından, İngilizlere muhabbet ve taraftarlık, kendilerine çıkar sağlamak için, Milli Mücadele'ye karşı kurulmuş bir ihanet şebekesidir."

Gotthard Jaeschke, "İngiliz belgelerine" dayanarak, Padişah Vahdettin'in, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla ile çok sıkı bir ilişki içinde olduğunu, "Sultanın İngiliz dostluğuna kur yapmak için kullandığı baş şahıs Sait Molla idi." diyerek ifade etmiştir.

Ruslar bile Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişkide olduğunu anlamışlardır. Bolşeviklerin Ankara Büyükelçisi Aralov, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin Padişah Vahdettin olduğunu belirtmiştir:

"İngiliz Muhipler Cemiyeti, İstanbul'da, İngiliz intelligence Service teşkilatının temsilcisi Rahip Frew'in para desteği ile Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından kurulan gerici bir teşkilattır. Bu derneğin başında o zamanlar çıkmakta olan gerici (Yeni İstanbul) gazetesinin sahibi Sait Molla bulunmaktaydı."

Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı sırasında kendisine ulaşan haberlerden Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin iki ajanı, Rahip Frew ve Sait Molla ile sıkı ilişki içinde olduğunu anlamıştır. Mazhar Müfit Kansu anılarına göre Atatürk, bir gece İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle Padişah Vahdettin arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır:

"Bir gece Mustafa Kemal Paşa'nın yatak odasında birkaç arkadaşla görüşmekte ve durumu Paşa bize anlatmakta iken, birdenbire Paşa ayağa kalktı: 'Siz Rahip Frew'e yalnız devlet mi para veriyor da bu teşkilatı yapıyor zannediyorsunuz? Ben Padişah'ın da buna yardımda bulunduğunu zannediyorum. Siz ne fikirdesiniz?'dedi. Biz de 'ihtimaldir' dedik ve sonra Paşa, 'Dahası var, bu Rahip Frew, benim aldığım özel bilgiye göre hükümetin de en sevgilisi. Görüyorsunuz ya, bir papaz hayatımızla, istiklalimizle nasıl oynuyor. O papaz, memleketinin Türkiye üzerinde nüfuz ve hakimiyetine çalışıyor.

Ulemadan Sait Molla da Türkiye'nin hakimiyetini kaybederek İngiliz hakimiyeti altına girmesi için çalışıyor' diye çok öfkelendi. Hüsrev Sami de bu sıra, 'Ya Padişah?' dedi.
Mustafa Kemal Paşa, 'Evet o da Sait Mollayı evvel (Sait Molla'nın öncüsü). Fakat arkadaşlar, bu millet hiçbir zaman, bir hain Padişahın, bir Rahip Frew'in, bir Sait Molla'nın esiri, eğlencesi olamaz. Cihanı başlarına toplasınlar da gelsinler, iş kalabalıkta değil, hak ve hakikattedir. Hak ve hakikat ve millet rehberimizdir. Mutlaka biz muvaffak olacağız. Şimdiye kadar olduğu gibi bütün engelleri aşacağız. Vakit yaklaştı. Pek yalanda tam istiklal ve hakimiyetimize kavuşacağız' diyerek, bizim de yeniden manevi kuvvetimizi arttırdı."


PVQVc.jpg
Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için, Türkiye'yi İngiliz emperyalizmi yararına bölüp parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişki kurmak istemiştir. Padişah bu amaçla Rahip Frew ve Sait Molla gibi İngiliz casuslarıyla "sıkı fıkı" olmuştur. Bu zararlı cemiyetin içinde bizzat padişahı temsil eden Sadrazam Damat Ferit, İçişleri Bakam Ali Kemal ve Adil Bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zeynel Abidin ve Hoca Vasfi gibi kişiler yer almıştır.

Özetle, Necip Fazıl'm, "Büyük vatan dostu" dediği Padişah Vahdettin, vatanı parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin faal bir üyesi gibidir.

Vahdettin: İngiliz Milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularım vardır.

Vahdettin, kelimenin tam anlamıyla bir "İngilizsever"dir. Bu gerçeği birçok kere bizzat kendisi ifade etmiştir. Jaeschke'nin dediğine göre, "Padişahın İngiltere'ye karşı sevgi tezahürlerinin uzun serisi, The Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile 24 Kasım 1918'de yaptığı mülakat ile başlar." Vahdettin bu mülakatta İngiliz gazeteciye şunları söylemiştir:

"Eğer ben tahtta olsaydım, bu esef verici olay olmazdı, İngiltere'de öteden beri Türklere karşı mevcut dostluk duygulan savaş başladığı zaman hemen yok olmuş değildi. Fakat Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler... kalbimi yaralamıştır... Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır, İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı'nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit'ten miras aldım. Şimdi...bu sebepten, memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım..."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin İngiltere'ye "şirin" görünmek için laf arasında "Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler... kalbimi yaralamıştır... Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır" diyerek Ermeni soykırım iddialarım da kabul etmiştir.

Vahdettin'in sürekli İngilizlerden yardım dilenmesi

Padişah Vahdettin, güvendiği adamlarını İngiliz yetkililere göndererek bıkıp usanmadan "İngiliz yardımı" dilenmiştir.

Bu amaçla yapılan ilk girişim, 1918 Kasımının sonlarında olmuştur. Sadrazam, İngiltere'yi ve Osmanlı'yı çok yalandan ilgilendiren bir sorunu görüşmek üzere, Padişahın isteği doğrultusunda, Londra'ya gizli bir temsilci göndermek istediğini bir haberciyle İngiltere Yüksek Komiseri'ne bildirmiştir. Padişah ve sadrazam İngiliz Hükümeti'yle "siyasi ve ekonomik konulan" görüşmek istemiştir.

General Milne, 16 Aralık 1918'de İngiltere'ye gönderdiği raporda, "Padişahın Sami Bey'i Ordu Genel Karargahı'na gönderdiğini, Türkiye'nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için Britanya Hükümeti'nden istirhamda bulunduğunu, bansın beklenilmesi halinde geç kaimmiş olacağım söylediğini, Britanya memurlarının kontrol maksadıyla memleket içine gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarım rica ettiğim" bildirmiştir.

Görüldüğü gibi Padişah, Sami Bey'i, İngiltere'nin, Türkiye yönetimine el koyması için yalvarmakla görevlendirmişti.

Padişah Vahdettin, İngilizlere üçüncü kez yalvarmak için, uzun yıllardır Türkiye'de oturan bir "İngiliz centilmeninden" yararlanmak istemiştir. Söz konusu İngiliz, Padişah Vahdettin'in anlattıklarını Calthorpe'a iletmiştir. Vahdettin Calrhorpe'a gönderdiği mesajda, her zaman İngilizci olduğunu, bunu zor koşulların baskısı allında söylemediğini, bunun gerçek olduğunu bu nedenle 1908'den beri hep İttihat ve Terakki casuslarıyla çevrildiğini ve bu yüzden de çok çektiğini belirtmiştir. Vahdettin ayrıca, şimdi bütün ümidinin İngilizlerde olduğunu, 11 0cak'tan önce kabineyi değiştirmek istediğim, Türkiye'nin o sıradaki acılarından sorumlu bildiği İttihat ve Terakki'ye karşı elinden gelen her şeyi yapacağım ve İngilizlerin, kırımları yapanlar (Ermenilere yapılanlardan söz ediyor) kadar İngiliz esirlerine kötü davrananları da cezalandırmasını ve dahası İngilizlerin istedikleri her bir kişinin tutuklanıp cezalandırılmasını sağlamaya hazır olduğunu bildirmiştir.

Ancak bir de korkusu vardır: Çok sert davranırsa kendisine karşı bir ayaklanma, ihtilal çıkabileceğini bu nedenle tahtan indirilip öldürülebileceğini düşünmüştür. Muhaliflere karşı şiddetle harekete geçtiğinde İtilaf devletlerine, özellikle de İngiltere'ye güvenip güvenemeyeceğini öğrenmek istemiş, ayrıca doğrudan İngiliz Yüksek Komiserliği'yle ilişki kurmak istemiştir. Oradan gelecek herhangi bir işarete göre hareket etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Vahdettin daha sonra da sözü Hilafet konusuna getirmiştir. Sina Akşin'in dediği gibi, "Onun iki silahı, İngiltere'nin yardımı ve Hilafettir". İngiltere'nin, kendisini Halife olarak desteklemeyeceğini öğrenmek istemiştir.

Nitekim, 10 Ocak 1919'da İstanbul'daki İngiliz temsilciliğinden, Balfour'a gönderilen özel mektupta, Padişahın iyi bir İngiliz dostu olduğu ve İngiliz Yüksek Komiserliği ile ilişki kurmak için herhangi bir yol olup olmadığım merak ettiği ve İngiltere'nin kendisine halifelik makamında destek olup olamayacağını sorduğu belirtilmiştir. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Calthorpe, 22 Ocak 1919' da İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği gizli bir telgrafta, Vahdettin'in, Sadrazam Damat Ferit'i Tom Hohler'e göndererek Ermenilere kötü davranan savaş esirlerini cezalandırmak arzusunda olduğunu ve yeterince enerjik davranmayan kabine üyelerinin yerine daha aktif üyelerden oluşacak bir kabine kurmayı düşündüğünü bildirdiğini belirtmiştir. Padişah, kendisine karşı olay çıkmasından kaygılandığım ve bir olay çıkarsa İngiltere'nin tutumunun ne olacağım sormuştur. Calthrope, Hohler'in, Padişaha herhangi bir yardım sözü vermediğini belirterek, kendi görüşünü, "Padişaha planını gerçekleştirmede yardımcı olacağımıza güvence vermeliyiz" biçiminde açıklamıştır.

Vahdettin, her fırsatta İngilizlerden yardım dilenmektedir. Ne yapacağını şaşırmış bir halde, İngilizlerin hoşuna gidecek bir şeyler yaparak, onlardan güvence almaya çalışmaktadır. Bu sefer de Ermenilere ve İngiliz esirlere kötü davrananları cezalandırarak İngilizlerin kendisini korumalarım istemiştir.

Sina Aksin, Padişah Vahdettin'in İngilizlerden bu isteklerini şöyle yorumlamıştır:

"İngilizciliği şaşılacak bir şey olmamakla birlikte, bu derece de İngilizlerin emrine hazır olduğunu bildirmesi şaşırtıcı olabilir. İngilizlere, istediği her bir kişiyi tutuklatıp cezalandırma taahhüdü, Yüksek Komiserliğin herhangi bir 'işaretine' baktığım söylemesi, bir Osmanlı Padişahı için 'pek yüz karası' bir 'ajanlık' önerisidir ve aynı zamanda harp divanlarının nasıl buyruğuna baktığını gösterir."

İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb, 19 Ocak 1919'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılarından Sir Ronald Graham'a gönderdiği özel mektupta Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır:

"Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valilerim atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara aldırmadan serbest bırakıyoruz... Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz... Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor... Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz... Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor..."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, İngilizlerin elinde değerli bir oyuncak haline gelmiştir. Ülkenin yönetimini tamamen İngilizler ele geçirmiştir. Richard Webb'in mektubundaki son cümle her şeyi açık seçik ortaya koyacak niteliktedir: "Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor..."

21 Mart'ta İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, İngiltere Dışişleri Bakanı Yardımcısı Lorda Curzon'a gönderdiği özel ve gizli telgrafta, Padişahın sadrazam aracılığıyla gönderdiği çağrıda İngiliz yetkililerinden Tom Hohler'i özel bir görüşmeye davet ettiği, ancak İngiltere'nin müttefiklerinin bu davetten rahatsız olacaklarım düşünerek Hohler'e, Curzon'dan talimat almadan Padişahın bu çağrısına olumlu yanıt vermemesini söylemiştir.

Çanakkale Olayı adlı kitabın yazan David Walder bu durumu, "Yenik Türkler o derece işbirlikçi idiler ki, bundan dolayı işgal güçleri güç durumda kalıyordu" diyerek açıklamıştır.

Padişah Vahdettin'in "basiretsizlik" ve "çaresizlik" içinde İngilizlere yalvarıp yakarması, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliği'nden Tom Hohlar'in dikkatini çekmiştir. Hohler, 5 Aralık'ta, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston'a yazdığı bir mektupta bu durumdan yararlanılmasını istemiştir:

"Burasının (İstanbul'un) Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmazsa çok yazık olacaktır. Bu kenti, sözünü edebileceğimiz herhangi bir yönetim altında görmeye hazırım; yeter ki bu Türk yönetimi olmasın; çünkü bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte değillerdir. Türkler büsbütün yenilmiş olduklarım iyi biliyorlar... Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır; kendileri ise sefalet içindedir... İstanbul, işgal günleri yaşıyor. Buradaki yönetim, her İngilizi tiksindirecek kadar aşağıdır."

İşte Vahdettin, çok aşağılık bir şekilde, "Türklerin bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte olmadıklarını" düşünen bu İngilizlerin "hoşgörüsünü" kazanacağını düşünmüştür.

Ne yaman düşünce!




Vahdettin Dosyası (4): Vahdettin'in Türkiye'yi İngilizlere Bırakma Önerisi

Vahdettinci yazarlar ve onların takipçisi liberal tarihçiler, “Canım hiç bir padişah kendi ülkesini satmak ister mi?” diye mantıksal bir çıkarım yaparak “Padişah Vahdettin’in Türkiye’yi İngilizlere bırakmak istediği” tezine karşı çıkmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, mantıksal açıdan yaklaşıldığında evet, bir padişahın kendi ülkesini, üstelik can düşmanı olan İngiliz emperyalizmine, kendi elleriyle teslim etmesi “çok mantıksız” bir davranış olarak görülebilir. Ancak söz konusu Vahdettin olunca işler değişmektedir.

Çünkü Vahdettin’in kafasında “İngilizlere sığınmak dışında” başka hiçbir kurtuluş seçeneği yoktur. Bu nedenle, Padişah Vahdettin, “İngilizcilik” konusunda sınır tanımamıştır. Vahdettin, İngilizlerin güvencesini almak, tacını ve tahtını korumak için İngilizlere akıl almaz bir teklif yapmıştır. İngilizleri bile şaşırtan bu teklifle Sultan Vahdettin, Türkiye’nin bütün yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmak istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin’le birlikte hazırladığı bir projeyi, 30 Mart 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri’ne sunmuştur. Akıllara durgunluk verecek bir şekilde Osmanlı Padişahı ve Sadrazamı Türkiye’yi kendi elleriyle İngiltere’ye teslim etmişlerdir.

İşte, “Büyük vatan dostu Vahdettin’in(!)” Sadrazamı Damat Ferit aracılığıyla İngiltere’ye sunduğu teklif: “İngiltere, Avrupa ve Asya’da, gerek doğrudan doğruya Sultanın hâkimiyeti altında bulunan, Türkçe konuflan ve gerekse özerklikten faydalanan vilayetlerde, Türkiye’nin ecnebilere karşı bağımsızlığını ve memleket içinde sessizliği temin etmek için gerekli gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edecektir... İngiltere, dostluk hisleriyle duygulanarak Osmanlı bakanlıklarında gerekli gördüğü yerlere İngiliz müsteşarlarının Sultan tarafından tayinlerine izin verecektir. Bundan başka İngiltere Hükümeti, her vilayete birer İngiliz Başkonsolosu tayin edecek ve bu konsoloslar 15 yıl süreyle vali yanında müşavirlik görevi yapacaklar. Vilayet, Belediye Meclisleri seçimleri ve parlamento üyelerinin seçimi İngiliz konsoloslarının kontrolü altında yapılacaktır. İngiltere hem başkent İstanbul’da, hem vilayetlerde maliyeyi çok sıkı kontrol etme hakkına sahip olacaktır. Anayasa, Doğu halkının siyasi anlayışına ve yeteneklerine uygun olarak sadeleştirilecektir.” 1 Ey Vahdettin’i “Kurtuluş Savaşı kahramanı” yapan utanmazlar!... Vahdettin’in, 30 Mart 1919 tarihinde Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla İngilizlere sunduğu bu onursuzca teklifi nasıl açıklayacaksınız? diye sormak istiyorum...

1.
İngiltere, gerekli gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek.
2. Sultan, Osmanlı bakanlıklarında gerekli görülen İngiliz müsteşarlarının tayinine izin verecek.
3. Her ile birer İngiliz konsolosu tayin edilecek.
4. Bu konsoloslar 15 yıl süreyle valinin yanında müşavirlik yapacak.
5. Türkiye’deki seçimleri İngilizler kontrol edecek.
6. İngiltere, Türk maliyesini çok sıkı kontrol etme hakkına sahip olacak.
7. Doğu halkının anlayışına göre anayasa sadeleştirilecek.

Bu 30 Mart anlaşma tasarısına İngilizler, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermemişlerdir. 2 Vahdettin’in, İngilizlere yaptığı bu teklif, Türkiye’nin “kayıtsız, koşulsuz” İngiliz sömürgesi olmasını istemesinden başka nedir? Üstelik Vahdettin, İngilizlerin zoruyla, baskısıyla değil, kendi aklıyla ve iradesiyle hareket ederek, bilerek, isteyerek ülkesini 15 yıllığına İngilizlere vermek istemiştir. Vahdettin, Türkiye’yi kayıtsız şartsız İngilizlere teslim etmeyi teklif etti¤inde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına sadece 50 gün vardır. “Vahdettin, Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Samsun’a gönderdi” diyen Vahdettinciler, soruyorum size “bu 50 gün içinde ne oldu da Vahdettin doksan derece ‘dönerek’ tam bağımsızlığı düşünür oldu?”

Vahdetinin İngilizlerle imzaladığı gizli antlaşma

Vahdettin İngiltere’ye yalvarıp yakarmaya devam etmiştir. Damat Ferit, 8 Eylül 1919’da “Türkiye’yi kontrol etmelerini istedikleri İngilizlere” Padişahın daha cazip bir teklifini sunmuştur. İngilizler bu teklifi kabul etmişler ve Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919’da bir “gizli antlaşma” imzalamıştır. Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” hakkında Nutuk’ta şu bilgileri vermiştir:

“12 Eylül 1919’da Sadrazam Damat Ferit ile İngiliz temsilcisi arasında imzalandığı ve az sonra padişahça onaylandığı ileri sürülen bir gizli antlaşma, Fransızlarca ele geçirilip yayınlanmıştır. Bu belgenin gerçekten var olup olmadığı üzerinde çok tartışılmıştır, ancak o sırada duruma ve hem İngilizlerin, hem de padişahın istek ve düşüncelerine çok uygun olduğu ve bunların kâğıt üzerine dökülmesinden ibaret bulunduğu için gerçek durumun bir ifadesi sayılabilir. (…)

Türlü yerlerde yayınlanmış olan ‘antlaşmanın’ metni aşağıda görülecektir. Bu ilk olarak 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune adlı Amerikan gazetesinde çıkmıştır. Daha sonra Ankara Antlaşması adını taşıyan ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Türk Fransız antlaşmasının imzalayıcısı, Fransa Mebusan Meclisi’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Franklin Bouillon, bu belgeyi kendisinin elde etmiş olduğunu, ancak bir Amerikan gazetesinde yayımlanmasının daha etkili olacağını düşündüğünden onu anılan gazeteye verdiğini bizlere söylemiştir ve olayın kesin olarak doğruluğu üzerinde direnmiştir.

12 Eylül 1919 günlü olan metin şöyledir:

1.
İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır.

İşbu sözleşme iki nüsha olarak düzenlenip imzalayanlarca kabul edilmiştir.” 3

Atatürk, bu anlaşmanın özellikle “dördüncü maddesi” üzerinde durmuş ve bu belgenin akıbeti hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Görüldüğü gibi Halife-İngiltere anlaşması, İngiliz-Fransız çekişmelerinin en çetin olduğu bir sırada imzalanmış olup, İngiltere’ye Suriye’den elini büsbütün çekmemek imkânını verecek özde idi. Ancak şu yönü de söylemek gerekir ki, bu güne kadar bu belgenin gerçekten var olup olmadığı kesin olarak anlaşılamamıştır. Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçarken bunu da yok etmiş veya yanında götürmüş olmalıdır. İngilizler ise belgeyi o sırada yalanlamış olmalarına rağmen, bunu eğer var idiyse yayınlamaları beklenemez.” 4 Vahdettin’in İngilizlerle yaptığı bu anlaşma hakkında Sina Akşin’in değerlendirmesi ise şöyledir: “30 Mart tasarısından pek çok tavizler vermiş olarak İngilizlerle 12 Eylül ön anlaşmasını yaptı ve böylece İngiltere’ye olan uyduluğunu kesinleştirdi.” 5

Sevr Antlaşması ve Vahdettin

İngilizlere birkaç kere akıl almaz tavizlerle anlaşma teklif eden Vahdettin, 30 Mart 1919 tasarısından sonra 12 Eylül 1919 gizli antlaşmasıyla adeta Türkiye’yi İngiltere’ye “peşkeş” çekmiştir. Aynı Vahdettin, bununla da yetinmeyerek İtilaf devletleriyle, Türkiye’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Önce geleneksel bir Saltanat şurası toplanmış, burada yapılan oylamada Sevr Antlaşması’na karşı sadece bir tek oy çıkmıştır. Ve Padişahı temsilen Rıza Tevfik, Reflat Halis ve Hadi Paşa 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamışlardır.

SFstt.jpg
“Sevr Antlaşması’na Vahdettin’in imzasının olmadığını” söyleyerek, Vahdettin’i aklamaya çalışanları ciddiye almak olanaksızdır. Çünkü anlaşmaya imza koyanlar doğrudan Padişah Vahdettin’den aldıkları talimat doğrultusunda hareket ederek Sevr’i imzalamışlardır. Atatürk Lozan’dan sorumlu olduğu gibi Vahdettin de Sevr’den sorumludur. “Vahdettin, Sevr’i mutlaka imzalamak zorundaydı” iddiası da gerçek dışıdır! Pekâlâ, Vahdettin, bir takım şeyleri göze alıp (sürgün edilmek, tahttan indirilmek, hatta öldürülmek) bu anlaşmayı imzalamayabilir ve cihat ilan edebilirdi. Ama ülkesinin kaderini tamamen İngilizlere bırakan Vahdettin, hiç bir riski göze alamamış ve Sevr’i kabul etmiştir. Vahdettin, korkakça davranıp ülkesini düşmana teslim ederken Atatürk ve TBMM cesurca birtakım riskleri göze alarak düşmana karşı mücadele etmiş ve Sevr Antlaşması’nı asla kabul etmeyerek, bu anlaşmayı kabul edenleri “hain” ilan etmiştir. 6 Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra imzalanan Lozan Antlaşması’yla da Sevr’i yırtarak tarihin çöp tenekesine atmıştır.

Vahdetinin Şaşırtan Teslimiyetçiliği ve İngilizler

Padişah Vahdettin, o kadar “onursuz” ve “teslimiyetçidir” ki, onun bu aşırı teslimiyetçiliği İngilizleri bile şaşırtmıştır. İngilizler, başlangıçta Vahdettin’in bu aşırı teslimiyetçiliğinden kuşkulanmışlar ve uzun süre onunla doğrudan görüşmemişlerdir.

14 Mart 1919’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Paris, Roma ve Washington’daki Büyükelçilerine gönderdi¤i telgrafta Padişah Hükümeti’nin İngiliz koruyuculuğu için yalvardığını; ama İngiltere’nin buna “ret” yanıtı verdiğini bildirmiştir. 7

Vahdettin, “ezik”, “korkak” ve “aciz” bir şekilde İngilizlere yalvarıp yakarırken, İngilizler Vahdettin’le doğrudan görüşmeyi uzun süre kabul etmemişlerdir. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Vahdettin’in kendisiyle görüşme ricasını reddetmiştir. 8 İngilizler Vahdettin’in Milli harekete karşı olduğunu tam olarak anladıktan sonra ancak onunla doğrudan muhatap olmuşlardır. Özellikle, Türkiye’nin ölüm fermanı Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İngilizler, Vahdettin’le çok sık görüşmüşlerdir. Hatta bir süre sonra İngiltere, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in kişisel güvenliklerini sağlayacağına söz vermiştir. 18 Ağustos 1919’da, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Calthorpe’a gönderilen bir yazıda, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit’in kişisel güvenlikleri konusunda önlem alınması istenmiştir. 9

8 Haziran 1919’da Yıldız Sarayı’nda, padişahı çok tedirgin eden bir yangın çıkmıştır. A. F. Türkgeldi’ye göre “elektrikten” kaynaklanan yangını, İngiliz donanması itfaiye takımı söndürmüştür. Yangında, neredeyse bütün eşyaları yanan padişah canını zor kurtarmıştır. Daha sonra Vahdettin, yaverini göndererek İngiliz askerlerine teşekkür etmiştir. Calthorpe, bu konuda İngiltere’ye gönderdiği yazıda “suikast” söylentilerinden söz etmiştir. Yıldız’da zaten “titreye titreye” oturan Padişah Vahdettin, bu yangının kendisine yönelik bir suikast olduğunu düşünerek daha çok korkmaya başlamıştır. Calthorpe, 17 Haziran’da İngiltere’ye gönderdiği telgrafta, yangından dolayı padişahın sinirlerinin çok bozuk olduğunu, tahtını ya da hayatını tehdit eden ve bütün İttihatçıları toplayan ulusçuları fesatlıklarından çok korktuğunu belirtmiştir. Sina Akşın, İstanbul hükümetlerinin, Atatürk’e ve Milli harekete karşı çıkmasında, Padişah Vahdettin’in bu tür korkularının çok önemli bir yeri olduğunu belirtmiştir. 11

Vahdettin, 20 Eylül 1919’da yayınladığı bir bildiride, Paris Barış Konferansı’ndan beklenen sonucun alınabilmesi için “Büyük devletlerin adaletli duygularına” güvendiğini ifade etmiştir. 12

İngilizlerin Vahdetin'i Kullanma Kararı

Eu4sX.jpg
İngilizlerse yavaş yavaş Padişahı daha iyi tanımışlardır. Örneğin, 4 Kasım 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, danışmanlarından Tom Hohler’in, Padişah hakkındaki bir raporunu Lord Curzon’a göndermiştir. Hohler’in Vahdettin hakkındaki gözlemleri şunlardır:

“Sultanlık flimdi bayağı bir komedi olmuştur ve görünürde yüksek prensipleri ve amaçları olan, karakteri zayıf, az cesaretli ve (…) Abdülhamit döneminde bile var olan üstün zekadan yoksun olan Padişah Yıldız’da titriyor... Osmanlı hanedanı görünürde yorgun düşmüştür...” 13

Anadolu’da Atatürk’ün liderliğindeki Milli hareketin gün geçtikçe daha çok güçlenmesi üzerine telaşlanan İngilizler, daha önce mesafeli durdukları Vahdettin ve Damat Ferit’e şimdi daha fazla yaklaşmaya başlamışlardır. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiserliği üyelerinden Ryan, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Forbes Adam’a gönderdiği mektupta İngiltere açısından Padişah Vahdettin’in önemine şöyle işaret etmiştir: “Türkiye’nin hiçbir bölümü denetsiz olarak Türk yönetimine bırakılmamalıdır… Bu da barış konferansının görevidir. Halifelik varlığını sürdürecekse, Halifenin dünyevi gücünün İngiltere’den başka herhangi bir devletin denetimine geçmesine izin vermemek İngiltere’nin başlıca politikası olmalıdır." 14

İngiliz Muhipleri Derneği, 27 Kasım 1919’da Padişah’a verdiği bir yazıda ondan açıkça İngiliz yanlısı bir politika izlemelerini istemiştir: "İngiliz yanlısı siyaset uygulanması için emir vermenizi istirham eyleriz. Damat Ferit’in önderliği altında bir kabine kurulması gereklidir." 15 Kurt İngiliz siyaseti, elindeki kukla Vahdettin’i nasıl kullanacağına, gelişmeleri dikkate alarak karar vermiştir. Örneğin Londra Konferansı’nın toplandığı günlerde, ulusçuların konferanstaki tutumları doğrultusuna Padişah Vahdettin’e bir rol verilmesine karar verilmiştir. İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 29 Şubat 1920’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği gizli telgrafta gelişmelere göre Vahdettin’e verilecek rolden şöyle söz etmiştir: “Barış konferansının niyetleri konusunda bize vaktinde bilgi iletiniz. Anladığıma göre, İzmir ve Trakya Yunanistan’a verilecektir. Bu doğruysa barış ancak silah gücüyle empoze edilebilir... Barış koşulları daha ılımlıysa, bunun ulusçu akımın muhaliflerine ve Padişaha duyurulması için daha az gizlilikle bildirilmelidir. Ulusçulara karşıt öğeleri ancak barış koşulları yumuşaksa kullanabiliriz. Trakya’da, Edirne dahil bir Türk egemenliği sürdürülecekse Padişahın etrafında ulusçulara karşı bir blok oluşturmaya hemen başlayabiliriz.” 16

İngilizler Anadolu’yu bölüp parçalayan, Türklere yaşama alanı bırakmayan Sevr Antlaşması’nı da Padişah Vahdettin’den yararlanarak imzalatmışlardır. 21 Ağustos 1920’de Vahdettin’le bizzat görüşen Amiral de Robeck, Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasındaki rolü hakkında İngiliz Dışişlerine şu bilgileri vermiştir: “Vahdettin, Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr Antlaşması’nın imzalanması için emir verirken gelecekte İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini... Yaşayacak olduğu takdirde bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu... Belirtmiştir.” 17 Robeck, bu konuşmada Vahdettin ’in, Sevr Antlaşması’nın imzalanması için bizzat emir verdiğini belirtmiştir. Ayrıca İngiliz Yüksek Komiseri Sır Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği “gizli” bir yazıda, “Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin verdiğini” belirtmiştir. 18 Ancak bugün Vahdettinciler, Padişah’ın Sevr Antlaşması’na imza koymadığını ileri sürerek, akıllarınca Vahdettin’i sorumluluktan kurtarmaya çalışmaktadırlar. Vahdettin zaman içinde, sadece İngiliz temsilcilerle değil, Fransız ve İtalyan temsilcilerle de görüşmeye, başlamış, böylece ülkeyi artık sadece İngiliz emperyalizmine değil, bütün Batı emperyalizmine peşkeş çekmenin yollarını denemiştir.

Gelecek sayıda Vahdettin’in İngilizlerle birlikte Milli Harekete yönelik gerçekleştirdiği “ihanet planları” kanınızı donduracak…


1 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1998, s205-207'; Akşin, age, s.233-235; Bayur, age, s.270-272; Jaeschke, age, 1.4,5.
2 Akşin, age, s.600.
3 Bayur, age, s204-206.
4 age, s206.
5 Aksin, age, s. 600.
6 Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007,s.154.
7 Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele s.168.
8 FO, 5-61920 tarihli talimat; Jaeschke, age, s. 7.
9 Calthorpe'dan Curzon'a gizli yazı, İstanbul, 31.7.1919: Sonyel, age, s.61.
10 Aksin, age, s414.
11 Aksin, age, s. 414,415.
12 Takvim¬i Vekayi, 21.9.1919.
13 Robeck'ten Curzon'a yazı, İstanbul, 4.11.1919; Sonyel, age, s.77.
14 Ryan'dan Adam'a yazı, İstanbul, 26. 11.1919; Sonyel, age s.79.
15 İngiliz Askeri istihbarat Şefi'nden Savaş Bakanlığı'na gizli yazı, Londra, 1.1.1920; Sonyel, age, s.79.
16 Robeck'ten Cuzon'a gizli telgraf, 29.2.1920; Sonyel, age, s.87.
17 Jaeschke, age, s.7.
18 Sonyel, age, s.157.
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

VAHDETTİN DOSYASI (İşte Çakma Kahraman Vahdettin Gerçeği)

ddd.jpg





Vahdettin Dosyası (1): Vahdettin Hain Değildir Tezinin Kaynağı Yakın tarihin en çok "tartışılan" ve "çarpıtılan" figürlerinden biri son padişah Vahdettin' dir. "Vahdettin vatan haini midir?" sorusu, yakım tarihin "en kışkırtıcı" sorularından biridir, işte Vahdettin Dosyası, bu kışkırtıcı soruya "belgelerle" cevap vermek için hazırlanmıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikaları nedeniyle 1922 yılında TBMM tarafından resmen "vatan haini" ilan edilen Padişah Vahdettin, kendisinin bile tahmin edemeyeceği şekilde, zaman içinde parlatılarak, bugün neredeyse "Kurtuluş Savaşı kahramanı" haline getirilmiştir. Özellikle 1950 sonrasındaki "Karşı devrim" sürecinde Atatürkçülüğün karşısına Vahdettincilik çıkarılmıştır.

"Vahdettin vatan haini değildir" tezinin temelinde "halife hain olamaz" inancı ve "Atatürk'e düşmanlık" dürtüsü yatmaktadır.

Vahdettin Dosyası'nı hazırlarken, bir taraftan yerli ve yabancı arşivlerdeki belgeler ışığında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikalarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymayı, diğer taraftan Vahdettinci yazarların çarpıtmalarını gözler önüne sermeyi amaçladım. Durum böyle olunca, ortaya çok kapsamlı ve özgün bir araştırma çıktı.

Yakın tarihi eğip bükerek Atatürk'e ve çağdaş cumhuriyete saldırmayı alışkanlık haline getirenleri bir hayli rahatsız edecek olan Vahdettin Dosyası'nı bir "yazı dizisi" halinde siz Bütün Dünya okurlarına sunmanın derin hazzını yaşadığımı belirtmeliyim.

Vahdettin Hain Değildir Tezinin Kaynağı

“Vahdettin vatan haini değildir” tezi, ilk kez 1929 yılında Mevlanzade Rıfat tarafından ortaya atılmıştır. Mevlanzade Rıfat, 1929 yılında Halep'te basılan ve 1933'te Türkiye'de yayınlanan "Türkiye inkılabının İçyüzü" adlı kitabında, "Vahdettin'in, Mustafa Kemal'i, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiğini" iddia etmiş ve bu iddiasını, Vahdettin'in 14 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal'e verdiği, sözüm ona, bir fermana dayandırmıştır. 1 Ancak şimdiye kadar böyle bir fermana rastlanmamıştır.

Peki ama kimdir bu Mevlanzade Rıfat?

fZoD7.jpg
Mevlanzade Rıfat, daha Atatürk Samsun'a çıkmadan önce, 24 Mart 1919'da Hukuk-i Beşer adlı gazetede, I. Dünya Savaşı'na katılan komutanlara İttihatçıların vagon vagon altın dağıttıklarını ileri sürmüş ve komutanlara, "Büyük alçaklar ve haydut başları..." diye hakaret etmiştir. Bunun üzerine Atatürk, Harbiye Nezareti'ne bir dilekçeyle başvurarak, bu yazıyı kaleme alan Mevlanzade Rıfat'm cezalandırılmasını istemiştir. Atatürk, Mevlanzade Rıfat'a "O sefil iftiracı.." diye hitap ettiği dilekçesinin bir örneğini de Vakit, Alemdar ve Yeni Gün gazetelerine göndermiştir. 2 Atatürk, Mevlanzade Rıfat'ın Türk ordusunun şerefli komutanlarına hakaret etmesine çok bozulmuştur. Türk ordusunun, "namuslu" ve "yurtsever" komutanlarını "haydut başı" diye suçlamanın "büyük bir ahlaksızlık ve sefil bir vicdansızlık" olduğunu belirterek bu "namussuzca iftirayı ve sahibini lanetlemiştir." Ancak Atatürk'ün Harbiye Nezareti'ne gönderdiği "şikayet dilekçesi" dikkate alınmadığı gibi Mevlanzade Rıfat, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Atatürk'e dava açmıştır.

"Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat'ın, Padişah Vahdettin'le ise arası çok iyidir. Padişah Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonra San Remo'ya gitmiştir. Kaçak padişahın San Remo'daki ziyaretçilerinden biri de Mevlanzade Rıfat'tır. Mevlanzade Rıfat, San Remo'ya ilk defa 1922'de bir Yunan albayla birlikte gitmiş ve Vahdettin'e, Ankara'ya karşı Yunanistan'la anlaşma teklif etmiştir. Bu görüşmede Vahdettin Mevlanzade Rıfat'a para vermiştir. 3

Mevlanzade Rıfat, Vahdettin'i San Remo'da bir kez daha ziyaret etmiştir. Bu kez de Vahdettin'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı "Kürtleri isyana teşvik etme" önerisinde bulunmuştur. 4 Mevlanzade, Türkiye'deki bütün önemli Kürt isyanlarında rol almış, kelimenin tam anlamıyla "bölücü" bir politikacı-yazardır. 5

Kurtuluş Savaşı öncesi Atatürk'e ve vatansever Türk subaylarına, "büyük alçaklar ve haydut başlan" diyen, yurt dışında iki kez Vahdettin'i ziyaret eden, onu Atatürk'e ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı harekete geçirmek isteyen ve Vahdettin tararından çok iyi ağırlanan Mevlanzade Rıfat, bir süre sonra kaleme sarılarak "Cumhuriyet tarihi yalancılarının" ana kaynağı durumundaki 'Türkiye inkılabı'mn İçyüzü" adlı kitabı yazmış ve bu kitabında Vahdettin'i adeta "Kurtuluş Savaşı kahramanı" ilan etmiştir. Mevlanzade'nin bu kitabı daha sonra Atatürk'e ve cumhuriyete aldırmak isteyenlerin ana kaynağı olmuştur: Necip Fazıl Kısakürek, Nihal Atsız, Tarık Mümtaz Göztepe, Vehbi Vakkasoğlu, Kadir Mısıroğlu, Abdurrahman Dilipak, Hasan Hüseyin Ceylan, Yalçın Küçük, Burhan Bozgeyik ve Mustafa Armağan gibi tarihçi ve yazarlar, hep Mevlanzade Rıfat'ın "Türkiye inkılabı'ın İçyüzü" adlı kitabım kaynak olarak kullanmışlardır. Örneğin, Mevlanzade Rıfat'ın, "Vahdettin hain değildir!" tezinden yola çıkan şair Necip Fazıl Kısakürek, çok daha ileri giderek Vahdettin'i "Büyük vatan dostu!" ilan etmiştir. 6 Kısakürek, söz konusu kitabında, belge ve bilgiye dayanmadan, sadece türlü kurnazlıklar yaparak, bütün Kurtuluş Savaşı'nın Vahdettin'in eseri olarak göstermiştir. Dahası, eski başbakanlardan Bülent Ecevit de 6 Ağustos 2005 tarihinde, "Vahdettin vatan haini değildir!" demiştir.

"Vahdettin vatan haini değildir!" tezini incelemeden önce Vahdettin'i birazcık tanıyalım:

Vahdettin'in Hayatı ve Karakteristik Özellikleri

Vahdettin 1861 yılında doğmuştur. Babası Abdülmecit Efendi, annesi Gülistu Hanım'dır. Abdülmecit'in 30 çocuğundan 23'üncüsüdür. Dört aylıkken babası ölmüş, çocukluğu ve gençliği kapalı bir ortamda geçmiştir.

Vahdettin, çocukluğunda ve gençliğinde saray entrikalarına, hatta cinayetlerine tanık olmuştur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V. Murat ve II Abdülhamit'in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz'in öldürülmesi Vahdettin'i derinden etkilemiştir. Vahdettin korku içinde olduğunu Adliye Nazırı İbrahim Bey'e şöyle ifade etmiştir: "Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiçbir şeyden korkmam. Fakat pek ağır bir vazife üstlendim. Allah'tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır. Siz böyle şeyleri anlarsınız. Odaların birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam yahut kardeşime bir şey olmuş. Elhasıl biri feci, biri ruhperver... Bunları gördükçe korkuyorum..." 7

I8ErI.jpg
Veliaht Yusuf İzzettin Efendi'nin intihar etmesi üzerine 1916 yılında veliaht olan Vahdettin, veliahtlığı sırasında Almanya ve Avusturya'ya seyahatler yapmıştır. 8 Bu seyahatleri sırasında ona Mustafa Kemal eşlik etmiştir.

Dört kez evlenen Vahdettin'in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendi,den Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan adlarında iki kızı olmuştur. İkinci eşi, Müveddet Kadınefendi'den de Şehzade Ertuğrul Efendi adlı bir oğlu dünyaya gelrniştir. 9

Mutlakiyetçi, İttihat ve Terakki düşmanı, Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne yakın, Alman karşıtı ve çok koyu bir ingilizci olan Vahdettin'in belli başlı karakteristik özellikleri şunlardır:

1 - Hastadır: Bedenen ve ruhen çok sağlıklı değildir. Çocukluğundan beri türlü hastalıklar geçirrniştir. Romatizmasından dolayı fazla yürüyememektedir. Birkaç defa baygınlık geçirmiştir. Doktoru Reşat Paşa'nın bildirdiğine göre sinirleri de zayıftır.

2 - Heyecanlıdır: Başkatibi Ah Fuat Bey, Meclis Başkam Vekili Hüseyin Kazım Bey ve Amiral de Robeck Vahdettin'in çok heyecanlı olduğunu belirtmişlerdir.

3 - Kuşkucudur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V. Murat ve II. Abdülhamit'in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz'in öldürülmesi nedeniyle Vahdettin de özellikle öldürülmekten korkmaktadır. Bu nedenle cebinde tabanca bulundurmaktadır. 10

Vahdettin'in kuşkuculuğuna tanık olanlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk'tür.

xBCRN.jpg
4 - Muhbirdir: Gençliğinde Abdülhamit'e "jurnalcilik" yaptığı çok yaygın bir dedikodudur. Baş mabeynci Lütfi Simavi Bey, Vahdettin'in bu özelliğinden, "Abdülhamit zamanındaki kötü şöhreti" diye söz etmiştir. Madrid'teki İngiliz elçisi Lord A Harding, İngiltere Dışişleri Bakanı'na gönderdiği 9 Temmuz 1918 tarihli yazıda Vahdettin'in, "Sultan II. Abdülhamit'in faal bir casusu olduğunu" belirtmiştir. 11

5 - Eğitimi zayıftır: Çocukluğunda ve gençliğinde geçirdiği rahatsızlıklardan dolayı yeterince iyi eğitim alamamıştır. Başkatibi Ali Fuat Bey, Vahdettin'in “fıkıhla” ilgilendiğini belirtmiştir.

6 - Konuşması iyidir: Başkâtibi Ah Fuat Bey, konuşması, yazması ve imlasının düzgün olduğunu belirtmiştir. Almanya gezisi sırasında Vahdettin'e eşlik eden Mustafa Kemal Atatürk de Vahdettin'in düşüncelerini çok düzgün bir şekilde ifade ettiğini belirtmiştir.

t0S0S.jpg
7 - Kurnazdır: Başkatibi H. Ziya Uşaklıgil Vahdettin'i, "Yaradılışında, hileye, entrikaya, gizli düzenlere, karışık girişimlere düşkün'' olarak tanımlamıştır. Adına gelen mektupların açılmadan kendine verilmesini istemesi, hükümetle haberleşmesinde başkatibi Ali Fuat Bey yerine adamı Refik Bey'i kullanması, bazı kimselerle gizlice özel dairesinde görüşmesi, onun "kurnaz ve entrikacı" biri olduğunu göstermektedir. Atatürk de Vahdettin'le yaptığı görüşmelerden sonra onun "kurnaz" ve "entrikacı" biri olduğunu düşünmüştür.

8 - Rol yapar: M. Fuat Bey ve Lütfi Simavi Bey, Padişahın eski sadrazam Ahmet izzet Paşa'ya "hasta rolü" yaptığına bizzat tanık olmuşlardır. Ayrıca, Mazhar Müfit Kansu'yla yaptığı görüşmede, "Kuvayı Milliye tacımın pırlantasıdır! Mustafa Kemal Paşa nasıldır, afiyettedir inşallah! Ne zaman dönecek!" gibisinden sözler söyleyen Vahdettin'in yine rol yaptığı açıktır. Çünkü o günlerde Osmanlı yönetimi bir taraftan Kuvayı Milliye'yi yasaklarken, diğer taraftan da Mustafa Kemal'i etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Vahdettin "rol yaparak", Mazhar Müfit Bey'in ağzından laf almaya çalışmıştır.

9 - Paraya düşkündür: Bilinenin aksine Vahdettin paraya çok düşkündür. II. Abdülhamit'in kızı Sadi ye Osmanoğlu'nun anıları ve Lütfi Simavi'nin "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında yazdıkları, Vahdettin'in paraya çok önem verdiğini göstermektedir.

10 - Vahdettin, ayrıca iyi bir baba ve ağlayacak kadar duygulu bir insandır. 12


Vahdettin ve Geleneksel Değerler

1helm.jpg
Vahdettin'e, Osmanlı padişahı ve halife olduğu için "dindardır", "geleneksel değerlere bağlıdır'' diye sahip çıkanların bilmedikleri çok önemli bazı gerçekler vardır. Evet! Vahdettin dindardır, ama onun dindarlığı "Batı kültürü ne" sonuna kadar açık, "bağnaz" olmayan bir dindarlıktır.

Vahdettin, geleneklerin aksine sakal bırakmamıştır. Yavuz'dan sonra sakal bırakmayan ikinci Osmanlı padişahı Vahdettin'dir. Sakal bırakmamasının nedenini, "Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim" diyerek açıklamıştır! 13

Vahdettin zaman zaman içki içen ve içkili toplantılarda ve ziyafetlerde eline şarap kadehi almaktan çekinmeyen biridir. Örneğin, Tütüncübaşı Şükrü Bey, Padişah Vahdettin'in, kendisine "daima konyak aldırdığını" belirtmiştir. 14

Malta'dayken, 20-30 Kasım 1922 tarihleri arasında. Vahdettin ve yakınlarının şarap masrafı, 5 İngiliz lirasıdır. 15 Vahdettin, Almanya ziyareti şuasında verilen ziyafette, imparatorun şerefine şampanya kadehi kaldırmıştır. 16

San Remo'da ikamet ettiği köşkün alt katındaki misafir odasının duvarında büyükçe bir çıplak kadın tablosu asılıdır. Halifelik iddiasında bulunan Vahdettin, misafirlerini bu tablonun altında ağırlamıştır. 17 )

Vahdettin, aile hayatında da son derece moderndir. Örneğin, gelenek gereği Osmanlı hanedanına mensup kızların düğünden önce bile kocaları tarafından görülmeleri yasakken, Vahdettin, düğünden önce damadı İsmail Hakkı'yı davet ederek, kızı Ulviye Sultan'la görüştürmüştür. 18

51XDT.jpg
O buluşmayı, "Son Padişah Vahdettin" kitabının yazarı Yılmaz Çetiner, belgeler ışığında şöyle anlatmıştır: "İsmail Hakkı Beyefendi'ye Harbiye Nezareti'nden resmi bir yazı geldi... Veliaht Vahdettin Efendi, Çengelköy'de köşküne çağırıyordu. İsmail Hakkı'yı bir korku aldı! Acaba kızıyla buluştuğunu haber aldı da buna kızacak, danlacak mı endişesi içinde salonda beklerken Vahdettin Efendi girdi içeriye... Selamlaştıktan sonra oturdu hiç konuşmadan. Bir sigara içti ve birden ayağa kalkıp çıktı odadan... Garip bir durumdu bu ve İsmail Hakkı'nın yüreği küt küt atıyordu! Az soma bir de baktı ki, Vahdettin, yanında kızı Ulviye Sultan'la beraber tekrar içeriye giriyor. İşte kızım müstakbel kocan!" 19

Vahdettin'in eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının başı açıktır. Vahdettin ailesine mensup kadın hanedan üyelerinin yurtdışında çekilmiş fotoğraflarına bakılacak olursa başların açık olması bir yana, padişahın eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının son derece modern, hatta dekolte batılı kıyafetler giydikleri görülecektir. Örneğin, Vahdettin'in torunu Neslişah Sultan, Hümeyra Sultan, Hanzade Sultan ve Hibetullah Necla; kızları Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan ile ikinci eşi Müveddet Kadınefendi başları açık, modem giysiler içinde adeta batılı kadınlardan ayrılamayacak şıklıkta Avrupa'da arzı endam etmişlerdir. 20

jE66y.jpg
Vahdettin kadınlara çok düşkündür. İlk eşi Nazikeda Sultan'la evlenirken ona "üzerine başka bir kadınla nikahlanmayacağı" sözü vermiştir. Evet! Vahdettin 7 yıl boyunca sözünü tutmuş, başka bir kadınla evlenmemiştir, ama bu sürede gizlice başka kadınlarla birlikte olmuştur. "Vahdettin Efendi, tıpkı babası Sultan Abdülmecit ve Ağabeyi Sultan Abdülhamit gibi kadınlara düşkündü... Yemin ettiği için bir başka kadını nikahına alamıyordu, ama gizli gizli kısa süreli aşklar yaşıyordu..."

Beste yapan, içki içen,şampanya kadehi kaldıran, misafir odasında çıplak kadın resmi bulunduran, sakal bırakmayan, evlenmeden önce kızım damat adayıyla bizzat görüştüren, gizlice başka kadınlarla birlikte olan ve eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının başları açık olan Padişah Vahdettin'e "halifedir" diye sadece "dinsel gerekçelerle" sahip çıkanla şapkalarını önlerine koyup düşünmelerini öneririm.

Vahdettin: "Şaşırmış bir haldeyim"

7Xyls.jpg
Ağabeyi Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918'de padişah olan Vahdettin, tahta çıktığında 58 yaşındadır. Vahdettin, padişah olmaya istekli ve hazır değildir. Tahta çıktıktan hemen sonra Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'ye, "Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layıkıyla tahsil edemedim. Yaşım kemâle erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle (Abdülmecit Efendi) hangimizin evvel gideceğimiz (öleceğimiz) belli olmadığından bu makamı beklememekteydim. Fakat takdiri ilahi ile bu ağır vazifeyi üstüme aldım. Şaşırmış bir haldeyim. Bana dua ediniz!" demiştir. 22

Vahdettin'in "şaşkınlık içinde olması" sadece iyi eğitim almamasından ve bu makama hazır olmamasından kaynaklanmamıştır; onun şaşkınlık içinde olmasının asıl nedeni, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durumdur. I. Dünya Savaşı sona ermiş, çok ağır bir yenilgi alan Osmanlı Devleti, elindeki toprakların büyük bir kısmını kaybetmiş ve devlet uçurumun kenarına gelmiştir. İşte o günlerde Vahdettin, başmabeyni Ah Fuat'a, "Ben sonucu iyi görmüyorum, ah şu işin içinden az zararla çıkabilsek!" demiştir. 23

Vahdettin, I. Dünya Savaşı'na girilmiş olmasından hiç memnun değildir. 20 Kasım 1918'de, Daily Mail gazetesine verdiği demeçte, "Eğer ben I. Dünya Savaşı çıkmadan önce tahta çıkmış olsaydım, Osmanlı Devleti'nin tarafsızlığını mutlaka korurdum." demiştir. Bu nedenle tahta çıkar çıkmaz bir an önce ateşkes antlaşması yapılmasını istemiştir. 24 Vahdettin'in I. Dünya Savaşı karşıtlığının temel nedeni, bu savaşta Osmanlının karşısındaki en büyük düşmanın İngiltere olmasından kaynaklanmaktadır. Vahdettin, Almanya'ya karşı İngiltere'ye yakınlaşma taraflısıdır. İttihatçılarla ve Enver Paşa'yla ayrılığının temelinde de bu vardır.

Emperyalizmle, özellikle de İngiliz emperyalizmiyle kuşatılmış bir devletin basma geçen Vahdettin'in tek düşüncesi, mümkün olduğunca İngilizlerle yakınlaşmaktır.

"Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim" diyen Vahdettin, evet belki sakalını kimseye kaptırmamıştır, ama, bütün vücudunu İngilizlere ve İngilizci sadrazam Damat Ferit'e kaptırmıştır."



1 Mevlanzade Rıfat, Türkiye inkılabı'nın İçyüzü. İstanbul, 2000, s. 215)
2 Vakit, Yeni Gün, Alemdar gazeteleri, 25 Mart 1919).
3 Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1968, s. 159: Turgut Özakman, Vahdettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, 6.bs , Ankara, 2007,s. 75).
4 Özakman, age, s.75).
5 Uğur Mumcu, Kürt-îslam Ayaklanması, 5.bs , İstanbuU993s. 11,16,59,184,186).
6 N. Fazıl Kısakürek, Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu S. Vahdettin, İstanbul, 1975).
7 Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C.IV, İstanbul, 1982, s.2096).
8 Özakman, age, s.30).
9 Yılmaz Cetiner, Son Padişah Vahdettin, 7.bs , İstanbul, 1993).
10 İnal, age, s. 2101).
11 İngiliz Arşiv Belgeleri, FO,371/3410/12379; Hardinge'den Balfour'a gizli yazı, Madrid, 9.7.1918; Salahı, R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savası, Ankara, 2007, s.x).
12 Özakman, age, s.31).
13 Enver Behnan Şapolyo, Osmanlı Sultanları Tarihi, İstanbul, 1961, s.460,461).
14 Yakın Tarihimiz, C.3,388).
15 FO, 371/9118/E.172: Colonial Office'ten Fpreigen Office yazı, Bilal N. Şimşir, "Vahdettin'in Kaçışı ve Sonu", Cumhuriyet gazetesi, 28 Kasım 1973; Özakman, age, s.31.dipnot 67).
16 Rıza Tevfik Bölükbaşı, Biraz da Ben Konuşayım, İstanbul, 1993, s.32),
17 Göztepe, age, s. 147: Özakman, age, s.31)
18 İ. Hakkı Okday, Yarıya'dan Ankara'ya, 2.bs , İstanbul, 1994, s.206).
19 1. Hakkı Okday, Yanya'dan Ankara'ya, 2,bs , istanbul, 1994, s.206).
20 Fotolar için bkz. Cetiner, age, s. 381 vd).
21 Çetiner, age, s.52).
22 İnal, age, s.2095).
23 Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin, Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1969, s. 15),
24 Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı'nın Son Günleri, Hz. Ş. Kutlu, İstanbul, 1978, s.445,446).
Vahdettin Dosyası (2): Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı

Mevlanzade Rıfat'ın 1929'da "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını" ileri sürmesinden sonra "dinci sağ" hemen harekete geçerek "kurmaca bir tarih" yazmaya başlamıştır.

Bu kurmaca tarihe şöyle birkaç örnek vermek mümkündür: Necip Fazıl Kısakürek, "Milli şahlanış hareketinin fikirde yaratıcısı ve bu amaçla Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya gönderen, doğrudan doğruya Vahdettin'dir..." demiştir.

Nihal Atsız, "(Vahdettin), Osmanlı padişahlarının en talihsizidir. Bu yüzden kendisine hain damgası vurulmuştur. Fakat hain değil, bütün Osmanlı padişahları gibi vatanperverdir..." demiştir.

Kadir Mısıroğlu, "Sultan Vahdettin, ufukta beliren vahim tehlikelere karşı Anadolu'da bir direniş hareketi düşünüp, bunu tepesindeki işgal kuvvetlerine rağmen en dikkatli şekilde planladı. Bu cümleden olarak yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa'yı geniş yetki ve imkanlarla donatarak Anadolu'ya gönderdi..." demiştir.

Vahdettin'i aklamaya, hatta "Kurtuluş Savaşı kahramanı" yapmaya yönelik bu iddialar ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Bu soruya cevap vermek için Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nın başından sonuna kadar nasıl bir politika izlediğine bakmak gerekecektir.

"Önce ben" diyen bir padişah

I. Dünya Savaşı sonlarına doğru padişah olan Vahdettin, bu savaşa bir an önce son verilmesini istemiştir. Padişah Vahdettin, Osmanlı Devleti'nin, I. Dünya Savaşı'ndan çekilmesini sağlayacak olan Mondros Ateşkes Antlaşması'nı kayınbiraderi Damat Ferit'in imzalamasını istemiştir. Ancak Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, "Bu adam mecnundur! Bu kadar önemli görev kendisine nasıl verilebilir?" diyerek Damat Ferit'in görevlendirilmesine karşı çıkmıştır. Buna rağmen Padişah, "Biz onu idare ederiz!" diyerek kararında ısrar etmiş ve Ahmet İzzet Paşa'nın Damat Ferit'le görüşmesini istemiştir. Bunun üzerine Ahmet İzzet Paşa, Damat Ferit'le Ayan Meclisi'nde bir görüşme yapmıştır:

mr8Tg.jpg
"Mütareke konusunda neler yapılabileceğini, karşı karşıya oturup konuştular... Damat Ferit anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlıyordu... Üstelik, kafasızdı bu adam!.. Ne devletler arası politikadan, ne siyasetten haberi vardı!

Damat Ferit şunları söylüyordu sadrazama: 'İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kesin ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa, derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra'ya gideceğim... İngiltere kralına, ben senin baban olan kralın eski dostuyum!

Arzularımın kabulünü senden beklerim, diyerek barış tekliflerimizi kabul ettireceğim!..' Yanıma özel katip olarak da Rum Patrikhanesi katibi Kara Yeodori'yi alacağım...' Sadrazam İzzet Paşa, bu sözler üzerine donmuş kalmıştı... Bu mevkiye gelmiş bu adam nasıl olurdu da, hala devletlerin yüce menfaatlerinde böyle dostlukların sökmeyeceğini bilmezdi? Üstelik, İngiltere kralının babasıyla hiçbir dostluğu filan da yoktu!.."


Ahmet İzzet Paşa ve birçok bakan, eğer bu görev Damat Ferit'e verilirse istifa edeceklerini belirtmişlerdir.

07QsT.jpg
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başkanlığına Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'i atamıştır. Padişah Vahdettin, bu atamayı bazı şartlar ileri sürerek kabul etmiştir. İşte tam da bu noktada Padişah Vahdettin'in tahtını, tacını ve politik geleceğini vatanından üstün tuttuğu anla-sumaktadır. 1918 Kasımı'nda Padişah Vahdettin'in "önce kendini" düşündüğünün iki önemli kanıtı vardır:

1- Vahdettin, ülkesinin geleceğini ilgilendiren çok önemli bir antlaşmayı imzalayacak heyetin başkanlığına Damat Ferit gibi aklı bir karış havada, ne yaptığını bilmeyen, Ahmet İzzet Paşa'nın deyimiyle "mecnun" birini atamak istemiştir: Vahdettin, bu önemli göreve atadığı kişinin niteliklerine değil, kendisine bağlı olmasına önem vermiştir. Basiretsiz ve niteliksiz bir maceracı olan Damat Ferit, Vahdettin'in ablası Mediha Sultan ile evlidir, dolayısıyla Vahdettin'le akrabadır. O günlerde tahtını kaybetmekten korkan Vahdettin, bu göreve akrabası Damat Ferit'i getirerek bir anlamda kendisini güvenceye almıştır. Fakat kendisini güvenceye alırken ülkesinin geleceğini hiçe saymıştır.

Mondros Ateşkes Antlaşması'yla Osmanlı Devleti, çok ağır şekilde yenildiği I. Dünya Savaşı'ndan çekilecektir. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi emperyalist devlerle masa başında bir boğuşma yaşanacağı kesindir. Türkiye'nin geleceği bu antlaşmaya bağlıdır. İşte böyle bir ortamda Padişah Vahdettin'in kafasındaki tek şey, "Diğer yenilen ülkelerde olduğu gibi acaba ben de tacımı ve tahtımı kaybeder miyim?" endişesidir. Bu endişe nedeniyle, sadece kendini düşünerek, bu önemli göreve eniştesi Damat Ferit'i getirmek istemiştir.

2- Vahdettin, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'nın ve diğer bakanların "istifa ederiz!" tehdidi üzerine Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başına Bahriye Nazırı Rauf Bey'in atanmasını zoraki kabul etmiştir.

Ancak iki şartı vardır: Bu şartlardan ilki, Vahdettin'in yine vatanından çok kendini düşündüğünü göstermektedir.

1-
Hilafetin, saltanatın ve Osmanlı hanedanlığı hukukunun tamamının korunması,
2. Herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse bunun siyasi değil idari (yönetsel) olmasının istenmesi.

Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya göre Vahdettin'in öne sürdüğü bu şartların antlaşma ile hiçbir ilgisi yoktur. Padişah, savaş yenilgisinin yaratmış olduğu kargaşa içinde Osmanlı hanedanlığının devam etmemesinden korkmuştur ki, bu da Padişah'ın kendi tahtını kurtarmaktan başka bir şeye önem vermediğini göstermektedir.
Turgut Özakman, bu durumu, Vahdettin'in "yalnız kendini ve tahtını düşündüğünün ilk somut ve belgeli davranışı" olarak değerlendirmiştir.

Padişah Vahdettin'in, Türkiye'nin geleceğini ilgilendiren çok önemli bir antlaşma imzalayacak heyetin başkanından ilk isteğinin, "Hilafetin, saltanatın ve hanedanın haklarını koruyacaksın!" olması, Vahdettin'in önce vatan değil, "önce ben!" dediğini kanıtlamaktadır.

Soruyorum şimdi: Önce vatan değil, "önce ben!" diyen bir padişaha ne diyeceğiz?

Geleceği göremeyen padişah

I. Dünya Savaşı'nda yenilen ülkelerde rejim değişikliklerinin olması, kralların tahtlarını ve taçları kaybetmeleri Vahdettin'i kaygılandırmıştır. Bu nedenle Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başkanı Rauf Bey'den, önce "hanedan hukukunu" korumasını istemiştir. Ancak çok geçmeden kaygılanmasına gerek olmadığı görülmüştür. Çünkü emperyalistlerin Doğu'da saltanat rejimini tercih ettikleri anlaşılmıştır. Bir hüküm darla onun kullarını idare etmek, demokratik rejimle yönetilen özgür bir yurttaşlar topluluğunu idare etmekten çok daha kolaydır.

Bu nedenle başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere Türkiye'yi işgal eden tüm emperyalistler, Atatürk'ün etrafında gelişen halk hareketini boğmaya çalışarak, kendi kontrolleri altındaki padişahı ve monarşiyi desteklemişiler, onu güçlendirmeye çalışmışlardır.

Nitekim, İstanbul'un işgali üzerine İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'nın yayınladığı bildiride, Kuvayı Milliyeciler, Padişahın emirlerine uymadıkları için suçlanmış ve herkes Padişah ve hükümetin vereceği emirleri dinlemeye çağrılmıştır.

Gf0gC.jpg
Vahdettin, 4 Ekim 1918'de, ajanı Rüştü Bey'i İsviçre'nin başkenti Bern'de bulunan İngiliz elçisi Sir Horace Rumbold'la görüşmeye göndertmiş ve kafasındaki barış koşullarını İngilizlere önceden sunmuştur. Vahdettin'in barış koşullarına bakılacak olursa, yaşanan gelişmeleri doğru okuyamadığı anlaşılmaktadır; Çünkü, Vahdettin, Osmanlının dağılıp parçalandığını ve Anadolu'nun tehdit edildiğini göremeyerek, hala Hicaz'da, Filistin'de ve Mezopotamya'da hak iddia etmeye kalkmıştır. Rauf Bey ve delegeler kurulu, 30 Ekim1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayıp yurda döndüğünde Padişah Vahdettin, Rauf Bey'in başkanlığındaki delegeler kurulunu kabul etmemiştir. Vahdettinci yazarlar bu durumu, Vahdettin'in Mondros Ateşkes Antlaşması'nı beğenmediğine kanıt olarak göstermişlerdir. Ancak bu değerlendirme doğru değildir. Vahdettin'in delegeler kurulunu kabul etmemesinin nedeni, Padişahın, Rauf Bey'in başkanlığındaki bu kurulun Mondros'a gitmesini zoraki kabul etmiş olmasındandır.

Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı şöyle yorumlamıştır: "Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere'nin Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkar siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz..."

Aslında bu sözler de Vahdettin'in ufuksuzluğunu olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir: Çünkü Vahdettin, İngiltere'nin Doğu'daki emperyalist politikalarını, onların Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkar siyaseti olarak görmüş ve dahası, İngiliz emperyalizminin hoşgörüsünün elde edilebileceği yanılgısına düşmüştür. Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikası, bizzat kendi ağzından açıkladığı gibi, İngilizlerin hoşgörüsünü elde etmektir. Bunun dışında söylenen her şey palavradır!

İngilizlere yaranma politikası

Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından hemen sonra İngilizlere yaranma politikasını uygulamaya koymuştur. Bu amaçla önce Ahmet İzzet Paşa Hükümeti istifa ettirilmiş, yerine İngilizci Tevfik Paşa Hükümeti kurdurulmuştur.

N2wR8.jpg
Bu hükümet değişikliğinde Padişah'ın parmağı olduğunu bizzat Ahmet Rıza Bey ifade etmiştir. Tevfik Paşa'nın, İngilizci ve Vahdettin'in dünürü olması, padişahın onu tercih etmesinde etkili olmuştur. Sina Aksin, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti'nin istifa ettirilip yerine Tevfik Paşa Hükümeti'nin kurdurulmasını, "Vahdettin'in, Osmanlı Devleti'nin kaderini belirleyecek olan İtilaf devletlerine göre bir kabine istemesine" bağlamıştır. Tevfik Paşa Hükümeti'nde İngiliz dostları dışında bazı Fransız dostlarının da bulunması Akşin'i doğrulamaktadır.

Padişah Vahdettin, genelde İtilaf devletlerini, özelde İngilizleri memnun etmek için iki önemli adım atmıştır:

1-
Meclis-i Mebusan'ı dağıtmıştır,
2- Damat Ferit Paşa'yı sadrazam yapmıştır.

Anadolu'nun yer yer işgal edilmesi üzerine sesini yükselten Meclis-i Mebusan, İngilizleri rahatsız etmeye başlamıştır. Meclisi kontrol etmektense, padişahı kontrol etmenin daha kolay olacağını düşünen İngilizler, Padişah Vahdettin'e baskı yaparak meclisin kapatılmasını sağlamışlardır.

Vahdettin, 21 Aralık 1918'de anayasanın 7. maddesine dayanarak yayımladığı bir iradeyle meclisi dağıtmıştır. Vahdettin, Meclisi dağıtarak aklınca İngilizlerden hayat güvencesi aldığını düşünmüştür. Bu konuda başkatibi Ali Fuat'a, "Ecnebiler; 'Siz hayat hakkınızı korumak için çalışmalısınız. Eğer gereken çalışmayı yapmazsanız, hayat hakkınızı da tehlikeye atmış olursunuz.' diyorlar" demiştir.

Kendi hayatını düşünerek ulusal iradeye son veren Vahdettin'e ne diyeceğiz? "Büyük vatan dostu sultan Vahdettin mi" diyeceğiz?

Vahdettin, Tevfik Paşa'nın yeterince İngilizci olmadığını düşünerek çok koyu bir İngilizci olan eniştesi Damat Ferit'i göreve getirmiştir. Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'na yönelik politikasını biçimlendiren Damat Ferit Paşa hükümetleri olacaktır.

Damat Ferit ve Vahdettin'in ortak paydası: Akrabalık ve İngilizcilik.

Vahdettin'in kız kardeşi Mediha Sultan'la evli olan Damat Ferit, padişahın akrabasıdır ve tahtını, tacını, hatta hayatını kaybetme korkusu taşıyan Vahdettin'in temel politikası akrabalarını iktidara getirmektir.

Padişah Vahdettin, Milli Hareketi başından itibaren boğmaya çalışan, hain Damat Ferit'i tam 5 kere sadrazamlığa getirmiştir. Padişah Vahdettin'in ısrarla Damat Ferit'i sadrazam yapmasının nedeni, Ferit'in "İngilizci" ve "akrabası" olmasındandır. Vahdettin, bir taraftan Damat Ferit'in İngilizciliği sayesinde İngiltere'ye yaklaşmaya çalışırken, diğer taraftan akrabalığı sayesinde onu çekip çevirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Damat Ferit hükümetlerinin, Atatürk'ün önderliğindeki Milli Hareketi yok etmek için attığı "ihanet adımlarını", Padişah Vahdettin'den habersiz atılmış adımlar olarak görmek olanaksızdır.

Nitekim, Damat Ferit hükümetlerinin Atatürk'e ve Milli harekete yönelik bir çok kararının altında doğrudan Padişah Vahdettin'in imzası vardır. Örneğin, Milli hareketi "eşkıya" hareketi olarak gören bildirinin yayınlanması, Atatürk'ün görevden alınması, Divanı-harp'ta idama mahkum edilmesi, rütbe ve nişanlarının geri alınması, Hilafet ordusunun kurulması gibi kararların altında doğrudan padişahın imzası vardır.

Damat Ferit, Padişah Vahdettin'in sözcüsü gibidir. Örneğin, 9 Mart 1919'da İngiliz Yüksek Komiseri Yardımcısı Richard Webb'i ziyaret ederek, Efendisi Padişahla kendisinin ümitlerinin Tanrı'ya ve İngiliz yönetimine dayandığını" bildirmiştir.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında doğrudan Padişah Vahdettin'e gönderdiği telgraflarla, Damat Ferit Hükümeti'ni iktidardan uzaklaştırmasını istemiştir.

Damat Ferit'in ikinci kez sadrazamlığa getirilmesine karşı çıkan Meclisi Mebusan Başkanı Hüseyin Kazım Bey'in, bunun memleket ve saltanat için felaket olacağını söylemesi üzerine Vahdettin sinirlenerek, "Ben istersem Rum Patriği'ni de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı'nı da getiririm" demiştir. Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.

Vahdettin eğer gerçekten Anadolu'daki Milli hareketten yana olsaydı, tam 5 kere "vatan haini" Damat Ferit'i sadrazamlığa getirir miydi?

Kurtuluş Savaşı sırasında Damat Ferit'ten bir türlü vazgeçmeyen Padişah Vahdettin, daha sonra Avrupa'dayken Refi Cevat'a, "Damat Ferit bir yalancıydı!" demiştir.

Vahdettin'in İngilizlerle olan "şaşırtan" ilişkilerine diğer bölümde devam edeceğiz.
Vahdettin Dosyası (3): İngilizlere Yalvaran Bir Osmanlı Padişahı: Vahdettin

"Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri" adlı kitabın yazarı Gotthard Jaeschke, VI. Sultan Mehmet Vahdettin'in İngiliz dostluğunu kazanmak için "İngilizlere yalvarıp yakardığını" belirtmiştir. Sina Aksin de, "İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele" adlı kitabında Vahdettin'in İngilizlerle ilişkilerini anlatırken, "Yalvaran Bir Padişah" başlığını kullanmıştır.

Belgeler, G. Jaeschke'nin ve S. Akşin'in bu değerlendirmelerini doğrulamaktadır.

Akşin, Vahdettin'in aşın İngilizciliğini, "Saray, kurtuluşu İngiliz İmparatorluğu ile bütünleşmekte görüyordu; çünkü halife sıfatı ancak bir Müslüman imparatorluk camiası içinde anlam ve değer taşıyabilir, dolayısıyla saygı görebilirdi" diye açıklamıştır.

Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti ile İlişkileri

Padişah Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için öncelikle iki aracıdan yararlanmıştır. Bunlardan biri, beş defa sadrazamlığa getirdiği İngilizci Damat Ferit, diğeri de İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu İngilizci Sait Molla'dır.

Vahdettin'in sıkı ilişki içinde olduğu Sait Molla, İngiliz casusu Rahip Frew'le birlikte Milli hareketi yok etmek için türlü entrikalar çevirmiştir. Rahip Frew, İngiliz Haber Alma Servisi'nin önemli bir üyesidir. Frew, ayrıca, İngiltere'deki "British Red Crescnef'ın (Britanya Kızılay Derneği'nin) İstanbul'daki temsilcisidir. Bu demek, Türkiye'deki İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle sıkı ilişki içindedir.

Rahip Frew, Anadolu'daki Milli hareketi bitirmek için Sait Molla aracılığıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti'ne para yardımı dahil her türlü yardımı yapmıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da çıkarılan 21 ayaklanmanın arkasında Rahip Frew, Sait Molla işbirliği ve İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin çalışmaları olduğu anlaşılmıştır.

Sait Mola ve Rahip Frew arasındaki yazışmalar ele geçirilmiştir.

Atatürk Nutuk'ta Sait Molla'nın Rahip Frew'e gönderdiği 12 mektubu yayınlamıştır. Bu 12 mektup incelendiğinde "molla" ve "papazın" işgalci İngilizlere nasıl uşaklık ettikleri çok açık bir şekilde görülmektedir.

cWcxe.jpg
Bu 12 mektup incelendiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

1- Anadolu halkım Atatürk'e karşı ayaklandırmak için paralı ajanlar kiralanmış ve bu ajanların propagandaları sonunda Anadolu'da çok sayıda isyan çıkmıştır.
2- Sadrazam Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler ile İçişleri Bakanı Ali Kemal, Polis Müdürü Nurettin Bey ve Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipleri Cemiyeti'yle ilişkileri vardır.
3- Kürt Teali Cemiyeti ile yakın ilişkiler içindedir.
4- Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemeye yönelik gizli girişimlerde bulunmuştur.

Padişah Vahdettin, özellikle Hazine-i Hassa Müdürü Refik Bey, aracılığıyla randevu alan yabancı gizli servis elemanlarıyla, özellikle de İngiliz Muhipler Cemiyeti temsilcileriyle sıkça görüşmüştür. Meclis Başkanı Halil Menteşe'nin anıları bu gerçeği doğrulamaktadır: "O günlerde Vahdettin, rahatsızlığı nedeniyle Hareme çekilmiş, arzu etmediği ziyaretçileri kabul etmiyordu; fakat harem kapısından geceleri Papaz Frewleri hoca Sabrileri, Ali Kemalleri kabul ediyordu."

Yusuf Hikmet Bayur, Vahdettin'i, Rahip Frew gibi İngiliz ajanlarının kışkırttığım ileri sürmüştür: "Papaz Frew gibi İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin habis ruhu durumunda olan İngiliz casuslarıyla gizlice ve sık sık görüşen Vahdettin'in... onlarca kışkırtıldığı da güvenle düşünülebilir."

Neşit Hakkı Uluğ, Padişah Vahdettin'in, İngiliz casusu Rahip Frew'le nasıl ilişki kurduğunu şöyle anlatmıştır:

"Saray ile İngiltere arasında bir haberleşme aracı olacak... bu alçaklığı yapacak, üstlenecekler vardı. Bunlar, bir 'Sultanzade' ile Rahip Frew denilen kimseler olsa gerekir. Çünkü, Sultanzade Sami, Vahdettin'in kız kardeşinin oğlu olup, kendisi gençliğinde bir İngiliz mürebbiyesinin eline verilmiş, veya bir İngiliz öğretmen tarafından yetiştirilmiş, olmasından dolayı daima işin içine İngilizleri karıştırırdı. Rahip Frew denilen şahsı saraya dolandırmak da bu Sultanzade'nin ilgisi vardır. Bazı kişilerin telkinleri, Sultanzade ile Rahip Frew'in teşvikleri Vahdettin'e pusulayı şaşırtmıştır..."

Fethi Tevetoğlu, "Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar" adlı kitabında, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin doğrudan Sultan Vahdettin olduğunu belirtmiştir:

"Türkiye İngiliz Muhipler Cemiyeti, başta Padişah VI. Mehmet Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Adil, Mehmet Ali ve Saadettin Beylerle, Ayan'dan Hoca Vasfi efendi olmak üzere, İngilizlerin idareye biran önce el koymasını isteyen ve İngiliz himayesi projesini hazırlayan, milli güç ve güvenden yoksun, umudunu yitirmiş gafiller, korkaklarla, bir takım satılmışlar tarafından, İngilizlere muhabbet ve taraftarlık, kendilerine çıkar sağlamak için, Milli Mücadele'ye karşı kurulmuş bir ihanet şebekesidir."

Gotthard Jaeschke, "İngiliz belgelerine" dayanarak, Padişah Vahdettin'in, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla ile çok sıkı bir ilişki içinde olduğunu, "Sultanın İngiliz dostluğuna kur yapmak için kullandığı baş şahıs Sait Molla idi." diyerek ifade etmiştir.

Ruslar bile Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişkide olduğunu anlamışlardır. Bolşeviklerin Ankara Büyükelçisi Aralov, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin Padişah Vahdettin olduğunu belirtmiştir:

"İngiliz Muhipler Cemiyeti, İstanbul'da, İngiliz intelligence Service teşkilatının temsilcisi Rahip Frew'in para desteği ile Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından kurulan gerici bir teşkilattır. Bu derneğin başında o zamanlar çıkmakta olan gerici (Yeni İstanbul) gazetesinin sahibi Sait Molla bulunmaktaydı."

Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı sırasında kendisine ulaşan haberlerden Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin iki ajanı, Rahip Frew ve Sait Molla ile sıkı ilişki içinde olduğunu anlamıştır. Mazhar Müfit Kansu anılarına göre Atatürk, bir gece İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle Padişah Vahdettin arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır:

"Bir gece Mustafa Kemal Paşa'nın yatak odasında birkaç arkadaşla görüşmekte ve durumu Paşa bize anlatmakta iken, birdenbire Paşa ayağa kalktı: 'Siz Rahip Frew'e yalnız devlet mi para veriyor da bu teşkilatı yapıyor zannediyorsunuz? Ben Padişah'ın da buna yardımda bulunduğunu zannediyorum. Siz ne fikirdesiniz?'dedi. Biz de 'ihtimaldir' dedik ve sonra Paşa, 'Dahası var, bu Rahip Frew, benim aldığım özel bilgiye göre hükümetin de en sevgilisi. Görüyorsunuz ya, bir papaz hayatımızla, istiklalimizle nasıl oynuyor. O papaz, memleketinin Türkiye üzerinde nüfuz ve hakimiyetine çalışıyor.

Ulemadan Sait Molla da Türkiye'nin hakimiyetini kaybederek İngiliz hakimiyeti altına girmesi için çalışıyor' diye çok öfkelendi. Hüsrev Sami de bu sıra, 'Ya Padişah?' dedi.
Mustafa Kemal Paşa, 'Evet o da Sait Mollayı evvel (Sait Molla'nın öncüsü). Fakat arkadaşlar, bu millet hiçbir zaman, bir hain Padişahın, bir Rahip Frew'in, bir Sait Molla'nın esiri, eğlencesi olamaz. Cihanı başlarına toplasınlar da gelsinler, iş kalabalıkta değil, hak ve hakikattedir. Hak ve hakikat ve millet rehberimizdir. Mutlaka biz muvaffak olacağız. Şimdiye kadar olduğu gibi bütün engelleri aşacağız. Vakit yaklaştı. Pek yalanda tam istiklal ve hakimiyetimize kavuşacağız' diyerek, bizim de yeniden manevi kuvvetimizi arttırdı."


PVQVc.jpg
Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için, Türkiye'yi İngiliz emperyalizmi yararına bölüp parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişki kurmak istemiştir. Padişah bu amaçla Rahip Frew ve Sait Molla gibi İngiliz casuslarıyla "sıkı fıkı" olmuştur. Bu zararlı cemiyetin içinde bizzat padişahı temsil eden Sadrazam Damat Ferit, İçişleri Bakam Ali Kemal ve Adil Bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zeynel Abidin ve Hoca Vasfi gibi kişiler yer almıştır.

Özetle, Necip Fazıl'm, "Büyük vatan dostu" dediği Padişah Vahdettin, vatanı parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin faal bir üyesi gibidir.

Vahdettin: İngiliz Milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularım vardır.

Vahdettin, kelimenin tam anlamıyla bir "İngilizsever"dir. Bu gerçeği birçok kere bizzat kendisi ifade etmiştir. Jaeschke'nin dediğine göre, "Padişahın İngiltere'ye karşı sevgi tezahürlerinin uzun serisi, The Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile 24 Kasım 1918'de yaptığı mülakat ile başlar." Vahdettin bu mülakatta İngiliz gazeteciye şunları söylemiştir:

"Eğer ben tahtta olsaydım, bu esef verici olay olmazdı, İngiltere'de öteden beri Türklere karşı mevcut dostluk duygulan savaş başladığı zaman hemen yok olmuş değildi. Fakat Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler... kalbimi yaralamıştır... Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır, İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı'nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit'ten miras aldım. Şimdi...bu sebepten, memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım..."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin İngiltere'ye "şirin" görünmek için laf arasında "Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler... kalbimi yaralamıştır... Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır" diyerek Ermeni soykırım iddialarım da kabul etmiştir.

Vahdettin'in sürekli İngilizlerden yardım dilenmesi

Padişah Vahdettin, güvendiği adamlarını İngiliz yetkililere göndererek bıkıp usanmadan "İngiliz yardımı" dilenmiştir.

Bu amaçla yapılan ilk girişim, 1918 Kasımının sonlarında olmuştur. Sadrazam, İngiltere'yi ve Osmanlı'yı çok yalandan ilgilendiren bir sorunu görüşmek üzere, Padişahın isteği doğrultusunda, Londra'ya gizli bir temsilci göndermek istediğini bir haberciyle İngiltere Yüksek Komiseri'ne bildirmiştir. Padişah ve sadrazam İngiliz Hükümeti'yle "siyasi ve ekonomik konulan" görüşmek istemiştir.

General Milne, 16 Aralık 1918'de İngiltere'ye gönderdiği raporda, "Padişahın Sami Bey'i Ordu Genel Karargahı'na gönderdiğini, Türkiye'nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için Britanya Hükümeti'nden istirhamda bulunduğunu, bansın beklenilmesi halinde geç kaimmiş olacağım söylediğini, Britanya memurlarının kontrol maksadıyla memleket içine gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarım rica ettiğim" bildirmiştir.

Görüldüğü gibi Padişah, Sami Bey'i, İngiltere'nin, Türkiye yönetimine el koyması için yalvarmakla görevlendirmişti.

Padişah Vahdettin, İngilizlere üçüncü kez yalvarmak için, uzun yıllardır Türkiye'de oturan bir "İngiliz centilmeninden" yararlanmak istemiştir. Söz konusu İngiliz, Padişah Vahdettin'in anlattıklarını Calthorpe'a iletmiştir. Vahdettin Calrhorpe'a gönderdiği mesajda, her zaman İngilizci olduğunu, bunu zor koşulların baskısı allında söylemediğini, bunun gerçek olduğunu bu nedenle 1908'den beri hep İttihat ve Terakki casuslarıyla çevrildiğini ve bu yüzden de çok çektiğini belirtmiştir. Vahdettin ayrıca, şimdi bütün ümidinin İngilizlerde olduğunu, 11 0cak'tan önce kabineyi değiştirmek istediğim, Türkiye'nin o sıradaki acılarından sorumlu bildiği İttihat ve Terakki'ye karşı elinden gelen her şeyi yapacağım ve İngilizlerin, kırımları yapanlar (Ermenilere yapılanlardan söz ediyor) kadar İngiliz esirlerine kötü davrananları da cezalandırmasını ve dahası İngilizlerin istedikleri her bir kişinin tutuklanıp cezalandırılmasını sağlamaya hazır olduğunu bildirmiştir.

Ancak bir de korkusu vardır: Çok sert davranırsa kendisine karşı bir ayaklanma, ihtilal çıkabileceğini bu nedenle tahtan indirilip öldürülebileceğini düşünmüştür. Muhaliflere karşı şiddetle harekete geçtiğinde İtilaf devletlerine, özellikle de İngiltere'ye güvenip güvenemeyeceğini öğrenmek istemiş, ayrıca doğrudan İngiliz Yüksek Komiserliği'yle ilişki kurmak istemiştir. Oradan gelecek herhangi bir işarete göre hareket etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Vahdettin daha sonra da sözü Hilafet konusuna getirmiştir. Sina Akşin'in dediği gibi, "Onun iki silahı, İngiltere'nin yardımı ve Hilafettir". İngiltere'nin, kendisini Halife olarak desteklemeyeceğini öğrenmek istemiştir.

Nitekim, 10 Ocak 1919'da İstanbul'daki İngiliz temsilciliğinden, Balfour'a gönderilen özel mektupta, Padişahın iyi bir İngiliz dostu olduğu ve İngiliz Yüksek Komiserliği ile ilişki kurmak için herhangi bir yol olup olmadığım merak ettiği ve İngiltere'nin kendisine halifelik makamında destek olup olamayacağını sorduğu belirtilmiştir. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Calthorpe, 22 Ocak 1919' da İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği gizli bir telgrafta, Vahdettin'in, Sadrazam Damat Ferit'i Tom Hohler'e göndererek Ermenilere kötü davranan savaş esirlerini cezalandırmak arzusunda olduğunu ve yeterince enerjik davranmayan kabine üyelerinin yerine daha aktif üyelerden oluşacak bir kabine kurmayı düşündüğünü bildirdiğini belirtmiştir. Padişah, kendisine karşı olay çıkmasından kaygılandığım ve bir olay çıkarsa İngiltere'nin tutumunun ne olacağım sormuştur. Calthrope, Hohler'in, Padişaha herhangi bir yardım sözü vermediğini belirterek, kendi görüşünü, "Padişaha planını gerçekleştirmede yardımcı olacağımıza güvence vermeliyiz" biçiminde açıklamıştır.

Vahdettin, her fırsatta İngilizlerden yardım dilenmektedir. Ne yapacağını şaşırmış bir halde, İngilizlerin hoşuna gidecek bir şeyler yaparak, onlardan güvence almaya çalışmaktadır. Bu sefer de Ermenilere ve İngiliz esirlere kötü davrananları cezalandırarak İngilizlerin kendisini korumalarım istemiştir.

Sina Aksin, Padişah Vahdettin'in İngilizlerden bu isteklerini şöyle yorumlamıştır:

"İngilizciliği şaşılacak bir şey olmamakla birlikte, bu derece de İngilizlerin emrine hazır olduğunu bildirmesi şaşırtıcı olabilir. İngilizlere, istediği her bir kişiyi tutuklatıp cezalandırma taahhüdü, Yüksek Komiserliğin herhangi bir 'işaretine' baktığım söylemesi, bir Osmanlı Padişahı için 'pek yüz karası' bir 'ajanlık' önerisidir ve aynı zamanda harp divanlarının nasıl buyruğuna baktığını gösterir."

İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb, 19 Ocak 1919'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılarından Sir Ronald Graham'a gönderdiği özel mektupta Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır:

"Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valilerim atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara aldırmadan serbest bırakıyoruz... Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz... Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor... Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz... Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor..."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, İngilizlerin elinde değerli bir oyuncak haline gelmiştir. Ülkenin yönetimini tamamen İngilizler ele geçirmiştir. Richard Webb'in mektubundaki son cümle her şeyi açık seçik ortaya koyacak niteliktedir: "Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor..."

21 Mart'ta İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, İngiltere Dışişleri Bakanı Yardımcısı Lorda Curzon'a gönderdiği özel ve gizli telgrafta, Padişahın sadrazam aracılığıyla gönderdiği çağrıda İngiliz yetkililerinden Tom Hohler'i özel bir görüşmeye davet ettiği, ancak İngiltere'nin müttefiklerinin bu davetten rahatsız olacaklarım düşünerek Hohler'e, Curzon'dan talimat almadan Padişahın bu çağrısına olumlu yanıt vermemesini söylemiştir.

Çanakkale Olayı adlı kitabın yazan David Walder bu durumu, "Yenik Türkler o derece işbirlikçi idiler ki, bundan dolayı işgal güçleri güç durumda kalıyordu" diyerek açıklamıştır.

Padişah Vahdettin'in "basiretsizlik" ve "çaresizlik" içinde İngilizlere yalvarıp yakarması, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliği'nden Tom Hohlar'in dikkatini çekmiştir. Hohler, 5 Aralık'ta, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston'a yazdığı bir mektupta bu durumdan yararlanılmasını istemiştir:

"Burasının (İstanbul'un) Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmazsa çok yazık olacaktır. Bu kenti, sözünü edebileceğimiz herhangi bir yönetim altında görmeye hazırım; yeter ki bu Türk yönetimi olmasın; çünkü bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte değillerdir. Türkler büsbütün yenilmiş olduklarım iyi biliyorlar... Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır; kendileri ise sefalet içindedir... İstanbul, işgal günleri yaşıyor. Buradaki yönetim, her İngilizi tiksindirecek kadar aşağıdır."

İşte Vahdettin, çok aşağılık bir şekilde, "Türklerin bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte olmadıklarını" düşünen bu İngilizlerin "hoşgörüsünü" kazanacağını düşünmüştür.

Ne yaman düşünce!




Vahdettin Dosyası (4): Vahdettin'in Türkiye'yi İngilizlere Bırakma Önerisi

Vahdettinci yazarlar ve onların takipçisi liberal tarihçiler, “Canım hiç bir padişah kendi ülkesini satmak ister mi?” diye mantıksal bir çıkarım yaparak “Padişah Vahdettin’in Türkiye’yi İngilizlere bırakmak istediği” tezine karşı çıkmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, mantıksal açıdan yaklaşıldığında evet, bir padişahın kendi ülkesini, üstelik can düşmanı olan İngiliz emperyalizmine, kendi elleriyle teslim etmesi “çok mantıksız” bir davranış olarak görülebilir. Ancak söz konusu Vahdettin olunca işler değişmektedir.

Çünkü Vahdettin’in kafasında “İngilizlere sığınmak dışında” başka hiçbir kurtuluş seçeneği yoktur. Bu nedenle, Padişah Vahdettin, “İngilizcilik” konusunda sınır tanımamıştır. Vahdettin, İngilizlerin güvencesini almak, tacını ve tahtını korumak için İngilizlere akıl almaz bir teklif yapmıştır. İngilizleri bile şaşırtan bu teklifle Sultan Vahdettin, Türkiye’nin bütün yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmak istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin’le birlikte hazırladığı bir projeyi, 30 Mart 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri’ne sunmuştur. Akıllara durgunluk verecek bir şekilde Osmanlı Padişahı ve Sadrazamı Türkiye’yi kendi elleriyle İngiltere’ye teslim etmişlerdir.

İşte, “Büyük vatan dostu Vahdettin’in(!)” Sadrazamı Damat Ferit aracılığıyla İngiltere’ye sunduğu teklif: “İngiltere, Avrupa ve Asya’da, gerek doğrudan doğruya Sultanın hâkimiyeti altında bulunan, Türkçe konuflan ve gerekse özerklikten faydalanan vilayetlerde, Türkiye’nin ecnebilere karşı bağımsızlığını ve memleket içinde sessizliği temin etmek için gerekli gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edecektir... İngiltere, dostluk hisleriyle duygulanarak Osmanlı bakanlıklarında gerekli gördüğü yerlere İngiliz müsteşarlarının Sultan tarafından tayinlerine izin verecektir. Bundan başka İngiltere Hükümeti, her vilayete birer İngiliz Başkonsolosu tayin edecek ve bu konsoloslar 15 yıl süreyle vali yanında müşavirlik görevi yapacaklar. Vilayet, Belediye Meclisleri seçimleri ve parlamento üyelerinin seçimi İngiliz konsoloslarının kontrolü altında yapılacaktır. İngiltere hem başkent İstanbul’da, hem vilayetlerde maliyeyi çok sıkı kontrol etme hakkına sahip olacaktır. Anayasa, Doğu halkının siyasi anlayışına ve yeteneklerine uygun olarak sadeleştirilecektir.” 1 Ey Vahdettin’i “Kurtuluş Savaşı kahramanı” yapan utanmazlar!... Vahdettin’in, 30 Mart 1919 tarihinde Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla İngilizlere sunduğu bu onursuzca teklifi nasıl açıklayacaksınız? diye sormak istiyorum...

1.
İngiltere, gerekli gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek.
2. Sultan, Osmanlı bakanlıklarında gerekli görülen İngiliz müsteşarlarının tayinine izin verecek.
3. Her ile birer İngiliz konsolosu tayin edilecek.
4. Bu konsoloslar 15 yıl süreyle valinin yanında müşavirlik yapacak.
5. Türkiye’deki seçimleri İngilizler kontrol edecek.
6. İngiltere, Türk maliyesini çok sıkı kontrol etme hakkına sahip olacak.
7. Doğu halkının anlayışına göre anayasa sadeleştirilecek.

Bu 30 Mart anlaşma tasarısına İngilizler, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermemişlerdir. 2 Vahdettin’in, İngilizlere yaptığı bu teklif, Türkiye’nin “kayıtsız, koşulsuz” İngiliz sömürgesi olmasını istemesinden başka nedir? Üstelik Vahdettin, İngilizlerin zoruyla, baskısıyla değil, kendi aklıyla ve iradesiyle hareket ederek, bilerek, isteyerek ülkesini 15 yıllığına İngilizlere vermek istemiştir. Vahdettin, Türkiye’yi kayıtsız şartsız İngilizlere teslim etmeyi teklif etti¤inde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına sadece 50 gün vardır. “Vahdettin, Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Samsun’a gönderdi” diyen Vahdettinciler, soruyorum size “bu 50 gün içinde ne oldu da Vahdettin doksan derece ‘dönerek’ tam bağımsızlığı düşünür oldu?”

Vahdetinin İngilizlerle imzaladığı gizli antlaşma

Vahdettin İngiltere’ye yalvarıp yakarmaya devam etmiştir. Damat Ferit, 8 Eylül 1919’da “Türkiye’yi kontrol etmelerini istedikleri İngilizlere” Padişahın daha cazip bir teklifini sunmuştur. İngilizler bu teklifi kabul etmişler ve Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919’da bir “gizli antlaşma” imzalamıştır. Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” hakkında Nutuk’ta şu bilgileri vermiştir:

“12 Eylül 1919’da Sadrazam Damat Ferit ile İngiliz temsilcisi arasında imzalandığı ve az sonra padişahça onaylandığı ileri sürülen bir gizli antlaşma, Fransızlarca ele geçirilip yayınlanmıştır. Bu belgenin gerçekten var olup olmadığı üzerinde çok tartışılmıştır, ancak o sırada duruma ve hem İngilizlerin, hem de padişahın istek ve düşüncelerine çok uygun olduğu ve bunların kâğıt üzerine dökülmesinden ibaret bulunduğu için gerçek durumun bir ifadesi sayılabilir. (…)

Türlü yerlerde yayınlanmış olan ‘antlaşmanın’ metni aşağıda görülecektir. Bu ilk olarak 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune adlı Amerikan gazetesinde çıkmıştır. Daha sonra Ankara Antlaşması adını taşıyan ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Türk Fransız antlaşmasının imzalayıcısı, Fransa Mebusan Meclisi’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Franklin Bouillon, bu belgeyi kendisinin elde etmiş olduğunu, ancak bir Amerikan gazetesinde yayımlanmasının daha etkili olacağını düşündüğünden onu anılan gazeteye verdiğini bizlere söylemiştir ve olayın kesin olarak doğruluğu üzerinde direnmiştir.

12 Eylül 1919 günlü olan metin şöyledir:

1.
İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır.

İşbu sözleşme iki nüsha olarak düzenlenip imzalayanlarca kabul edilmiştir.” 3

Atatürk, bu anlaşmanın özellikle “dördüncü maddesi” üzerinde durmuş ve bu belgenin akıbeti hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Görüldüğü gibi Halife-İngiltere anlaşması, İngiliz-Fransız çekişmelerinin en çetin olduğu bir sırada imzalanmış olup, İngiltere’ye Suriye’den elini büsbütün çekmemek imkânını verecek özde idi. Ancak şu yönü de söylemek gerekir ki, bu güne kadar bu belgenin gerçekten var olup olmadığı kesin olarak anlaşılamamıştır. Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçarken bunu da yok etmiş veya yanında götürmüş olmalıdır. İngilizler ise belgeyi o sırada yalanlamış olmalarına rağmen, bunu eğer var idiyse yayınlamaları beklenemez.” 4 Vahdettin’in İngilizlerle yaptığı bu anlaşma hakkında Sina Akşin’in değerlendirmesi ise şöyledir: “30 Mart tasarısından pek çok tavizler vermiş olarak İngilizlerle 12 Eylül ön anlaşmasını yaptı ve böylece İngiltere’ye olan uyduluğunu kesinleştirdi.” 5

Sevr Antlaşması ve Vahdettin

İngilizlere birkaç kere akıl almaz tavizlerle anlaşma teklif eden Vahdettin, 30 Mart 1919 tasarısından sonra 12 Eylül 1919 gizli antlaşmasıyla adeta Türkiye’yi İngiltere’ye “peşkeş” çekmiştir. Aynı Vahdettin, bununla da yetinmeyerek İtilaf devletleriyle, Türkiye’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Önce geleneksel bir Saltanat şurası toplanmış, burada yapılan oylamada Sevr Antlaşması’na karşı sadece bir tek oy çıkmıştır. Ve Padişahı temsilen Rıza Tevfik, Reflat Halis ve Hadi Paşa 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamışlardır.

SFstt.jpg
“Sevr Antlaşması’na Vahdettin’in imzasının olmadığını” söyleyerek, Vahdettin’i aklamaya çalışanları ciddiye almak olanaksızdır. Çünkü anlaşmaya imza koyanlar doğrudan Padişah Vahdettin’den aldıkları talimat doğrultusunda hareket ederek Sevr’i imzalamışlardır. Atatürk Lozan’dan sorumlu olduğu gibi Vahdettin de Sevr’den sorumludur. “Vahdettin, Sevr’i mutlaka imzalamak zorundaydı” iddiası da gerçek dışıdır! Pekâlâ, Vahdettin, bir takım şeyleri göze alıp (sürgün edilmek, tahttan indirilmek, hatta öldürülmek) bu anlaşmayı imzalamayabilir ve cihat ilan edebilirdi. Ama ülkesinin kaderini tamamen İngilizlere bırakan Vahdettin, hiç bir riski göze alamamış ve Sevr’i kabul etmiştir. Vahdettin, korkakça davranıp ülkesini düşmana teslim ederken Atatürk ve TBMM cesurca birtakım riskleri göze alarak düşmana karşı mücadele etmiş ve Sevr Antlaşması’nı asla kabul etmeyerek, bu anlaşmayı kabul edenleri “hain” ilan etmiştir. 6 Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra imzalanan Lozan Antlaşması’yla da Sevr’i yırtarak tarihin çöp tenekesine atmıştır.

Vahdetinin Şaşırtan Teslimiyetçiliği ve İngilizler

Padişah Vahdettin, o kadar “onursuz” ve “teslimiyetçidir” ki, onun bu aşırı teslimiyetçiliği İngilizleri bile şaşırtmıştır. İngilizler, başlangıçta Vahdettin’in bu aşırı teslimiyetçiliğinden kuşkulanmışlar ve uzun süre onunla doğrudan görüşmemişlerdir.

14 Mart 1919’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Paris, Roma ve Washington’daki Büyükelçilerine gönderdi¤i telgrafta Padişah Hükümeti’nin İngiliz koruyuculuğu için yalvardığını; ama İngiltere’nin buna “ret” yanıtı verdiğini bildirmiştir. 7

Vahdettin, “ezik”, “korkak” ve “aciz” bir şekilde İngilizlere yalvarıp yakarırken, İngilizler Vahdettin’le doğrudan görüşmeyi uzun süre kabul etmemişlerdir. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Vahdettin’in kendisiyle görüşme ricasını reddetmiştir. 8 İngilizler Vahdettin’in Milli harekete karşı olduğunu tam olarak anladıktan sonra ancak onunla doğrudan muhatap olmuşlardır. Özellikle, Türkiye’nin ölüm fermanı Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İngilizler, Vahdettin’le çok sık görüşmüşlerdir. Hatta bir süre sonra İngiltere, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in kişisel güvenliklerini sağlayacağına söz vermiştir. 18 Ağustos 1919’da, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Calthorpe’a gönderilen bir yazıda, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit’in kişisel güvenlikleri konusunda önlem alınması istenmiştir. 9

8 Haziran 1919’da Yıldız Sarayı’nda, padişahı çok tedirgin eden bir yangın çıkmıştır. A. F. Türkgeldi’ye göre “elektrikten” kaynaklanan yangını, İngiliz donanması itfaiye takımı söndürmüştür. Yangında, neredeyse bütün eşyaları yanan padişah canını zor kurtarmıştır. Daha sonra Vahdettin, yaverini göndererek İngiliz askerlerine teşekkür etmiştir. Calthorpe, bu konuda İngiltere’ye gönderdiği yazıda “suikast” söylentilerinden söz etmiştir. Yıldız’da zaten “titreye titreye” oturan Padişah Vahdettin, bu yangının kendisine yönelik bir suikast olduğunu düşünerek daha çok korkmaya başlamıştır. Calthorpe, 17 Haziran’da İngiltere’ye gönderdiği telgrafta, yangından dolayı padişahın sinirlerinin çok bozuk olduğunu, tahtını ya da hayatını tehdit eden ve bütün İttihatçıları toplayan ulusçuları fesatlıklarından çok korktuğunu belirtmiştir. Sina Akşın, İstanbul hükümetlerinin, Atatürk’e ve Milli harekete karşı çıkmasında, Padişah Vahdettin’in bu tür korkularının çok önemli bir yeri olduğunu belirtmiştir. 11

Vahdettin, 20 Eylül 1919’da yayınladığı bir bildiride, Paris Barış Konferansı’ndan beklenen sonucun alınabilmesi için “Büyük devletlerin adaletli duygularına” güvendiğini ifade etmiştir. 12

İngilizlerin Vahdetin'i Kullanma Kararı

Eu4sX.jpg
İngilizlerse yavaş yavaş Padişahı daha iyi tanımışlardır. Örneğin, 4 Kasım 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, danışmanlarından Tom Hohler’in, Padişah hakkındaki bir raporunu Lord Curzon’a göndermiştir. Hohler’in Vahdettin hakkındaki gözlemleri şunlardır:

“Sultanlık flimdi bayağı bir komedi olmuştur ve görünürde yüksek prensipleri ve amaçları olan, karakteri zayıf, az cesaretli ve (…) Abdülhamit döneminde bile var olan üstün zekadan yoksun olan Padişah Yıldız’da titriyor... Osmanlı hanedanı görünürde yorgun düşmüştür...” 13

Anadolu’da Atatürk’ün liderliğindeki Milli hareketin gün geçtikçe daha çok güçlenmesi üzerine telaşlanan İngilizler, daha önce mesafeli durdukları Vahdettin ve Damat Ferit’e şimdi daha fazla yaklaşmaya başlamışlardır. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiserliği üyelerinden Ryan, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Forbes Adam’a gönderdiği mektupta İngiltere açısından Padişah Vahdettin’in önemine şöyle işaret etmiştir: “Türkiye’nin hiçbir bölümü denetsiz olarak Türk yönetimine bırakılmamalıdır… Bu da barış konferansının görevidir. Halifelik varlığını sürdürecekse, Halifenin dünyevi gücünün İngiltere’den başka herhangi bir devletin denetimine geçmesine izin vermemek İngiltere’nin başlıca politikası olmalıdır." 14

İngiliz Muhipleri Derneği, 27 Kasım 1919’da Padişah’a verdiği bir yazıda ondan açıkça İngiliz yanlısı bir politika izlemelerini istemiştir: "İngiliz yanlısı siyaset uygulanması için emir vermenizi istirham eyleriz. Damat Ferit’in önderliği altında bir kabine kurulması gereklidir." 15 Kurt İngiliz siyaseti, elindeki kukla Vahdettin’i nasıl kullanacağına, gelişmeleri dikkate alarak karar vermiştir. Örneğin Londra Konferansı’nın toplandığı günlerde, ulusçuların konferanstaki tutumları doğrultusuna Padişah Vahdettin’e bir rol verilmesine karar verilmiştir. İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 29 Şubat 1920’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği gizli telgrafta gelişmelere göre Vahdettin’e verilecek rolden şöyle söz etmiştir: “Barış konferansının niyetleri konusunda bize vaktinde bilgi iletiniz. Anladığıma göre, İzmir ve Trakya Yunanistan’a verilecektir. Bu doğruysa barış ancak silah gücüyle empoze edilebilir... Barış koşulları daha ılımlıysa, bunun ulusçu akımın muhaliflerine ve Padişaha duyurulması için daha az gizlilikle bildirilmelidir. Ulusçulara karşıt öğeleri ancak barış koşulları yumuşaksa kullanabiliriz. Trakya’da, Edirne dahil bir Türk egemenliği sürdürülecekse Padişahın etrafında ulusçulara karşı bir blok oluşturmaya hemen başlayabiliriz.” 16

İngilizler Anadolu’yu bölüp parçalayan, Türklere yaşama alanı bırakmayan Sevr Antlaşması’nı da Padişah Vahdettin’den yararlanarak imzalatmışlardır. 21 Ağustos 1920’de Vahdettin’le bizzat görüşen Amiral de Robeck, Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasındaki rolü hakkında İngiliz Dışişlerine şu bilgileri vermiştir: “Vahdettin, Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr Antlaşması’nın imzalanması için emir verirken gelecekte İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini... Yaşayacak olduğu takdirde bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu... Belirtmiştir.” 17 Robeck, bu konuşmada Vahdettin ’in, Sevr Antlaşması’nın imzalanması için bizzat emir verdiğini belirtmiştir. Ayrıca İngiliz Yüksek Komiseri Sır Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği “gizli” bir yazıda, “Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin verdiğini” belirtmiştir. 18 Ancak bugün Vahdettinciler, Padişah’ın Sevr Antlaşması’na imza koymadığını ileri sürerek, akıllarınca Vahdettin’i sorumluluktan kurtarmaya çalışmaktadırlar. Vahdettin zaman içinde, sadece İngiliz temsilcilerle değil, Fransız ve İtalyan temsilcilerle de görüşmeye, başlamış, böylece ülkeyi artık sadece İngiliz emperyalizmine değil, bütün Batı emperyalizmine peşkeş çekmenin yollarını denemiştir.

Gelecek sayıda Vahdettin’in İngilizlerle birlikte Milli Harekete yönelik gerçekleştirdiği “ihanet planları” kanınızı donduracak…


1 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1998, s205-207'; Akşin, age, s.233-235; Bayur, age, s.270-272; Jaeschke, age, 1.4,5.
2 Akşin, age, s.600.
3 Bayur, age, s204-206.
4 age, s206.
5 Aksin, age, s. 600.
6 Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007,s.154.
7 Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele s.168.
8 FO, 5-61920 tarihli talimat; Jaeschke, age, s. 7.
9 Calthorpe'dan Curzon'a gizli yazı, İstanbul, 31.7.1919: Sonyel, age, s.61.
10 Aksin, age, s414.
11 Aksin, age, s. 414,415.
12 Takvim¬i Vekayi, 21.9.1919.
13 Robeck'ten Curzon'a yazı, İstanbul, 4.11.1919; Sonyel, age, s.77.
14 Ryan'dan Adam'a yazı, İstanbul, 26. 11.1919; Sonyel, age s.79.
15 İngiliz Askeri istihbarat Şefi'nden Savaş Bakanlığı'na gizli yazı, Londra, 1.1.1920; Sonyel, age, s.79.
16 Robeck'ten Cuzon'a gizli telgraf, 29.2.1920; Sonyel, age, s.87.
17 Jaeschke, age, s.7.
18 Sonyel, age, s.157.
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Vahdettin Dosyası (5): Atatürk'ün Vahdettin'i Milli Harekete Yaklaştırma Çabaları

Atatürk, hem Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da Padişahla yaptığı görüşmelerle, hem de Anadolu’ya geçtikten sonra Padişaha gönderdiği mektup ve telgraflarla onu Milli harekete katılmaya, en azından Milli harekete karşı olmamaya çağırmıştır. Ama Vahdettin, Atatürk’ün bu çağrılarını hep reddetmiştir.

Atatürk, İstanbul’da bulunduğu 13 Kasım 1918 ile 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında birçok defa Padişah Vahdettin’le görüşmüş, bu görüşmelerde Harbiye Nazırı olmanın ve Vahdettin’i Anadolu’ya geçirmenin yollarını aramıştır. 1 Ancak bu görüşmeler sonunda padişahın kendisini Harbiye Nazırı yapmak ve Anadolu’ya geçmek istemediğini anlamıştır. Atatürk, işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olup Padişah Vahdettin’i Anadolu’ya götürme düşüncesini, 1920 Nisanı’nda Ankara’da Yunus Nadi Bey’e açıklamıştır. 2 Atatürk, bu düşüncesini daha sonra Yusuf Hikmet Bayur’a da açıklamıştır. 3

Atatürk, 2 Şubat 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi sırasında da işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olmayı ve hükümeti Anadolu’ya taşımayı düşündüğünü belirtmiştir. 4

uqAQq.jpg
Atatürk, 1920 yılının başlarında Mazhar Müfit Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’i açıkça Anadolu’ya davet etmiştir. Padişahla görüşen Mazhar Müfit Bey, “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle mesele hallolur...” diyerek Padişahı Anadolu’ya çağırmıştır. Bu çağrıya, “Bana ulu ecdadımın başkentinden firar mı teklif ediyorsunuz?” diye bir soruyla cevap veren Vahdettin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında ulu ecdadınız gibi milletin başına geçmenizi teklif ediyorum” demiştir. 5 Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah

Vahdettin’i Anadolu’ya geçirmek istemesinin belli başlı nedenleri şunlardır:

1-
Halife-sultana duyulan geleneksel bağlılıktan dolayı halkın moral gücünü yükseltmek ve kurtuluş inancını artırmak.
2- Ülkenin İstanbul ve Ankara hükümeti diye ikiye ayrılmasını önlemek, bağımsızlık mücadelesini bir bütün halinde daha etkili bir şekilde yürütmek.
3- Halifenin Anadolu’ya geçip bağımsızlık mücadelesine katılmasıyla İslam dünyasındaki İngiliz karşıtı propagandayı daha da etkili hale getirmek ve Müslüman sömürgelerini kaybetmeyi göze alamayan İngiltere’nin Yunanistan’dan desteğini çekmesini, işgal ettiği yerlerden çok daha erken bir tarihte çekilmesini sağlamak ve böylece Kurtuluş Savaşı’nı daha kısa sürede ve daha az kayıpla kazanmak. 6

“Vahdettin, İstanbul’da kalmakla partiyi daha başlangıçta kaybetmiştir. Hâlbuki İstanbul’un işgaline (16 Mart 1920) ve hatta bir süre sonraya kadar, Vahdettin’in elinde tahtını koruyacak büyük bir fırsat vardı. Anadolu’ya geçmek. Eğer bunu yapabilseydi, Mustafa Kemal Paşa, Zat-ı şahane’nin nihayet bir sadrazamı olurdu. Bütün memleket bir ölüm kalım mücadelesi içinde yaşarken Padişahın Yıldız Sarayı’nda oturması payitaht halkının acılarının azalmasına bile yaramamıştır.” 7 Padişah Vahdettin’in hiçbir zaman Anadolu’ya geçmeyi düşünmemesinin nedeni, kurtuluşu “Anadolu merkezli bir halk hareketinden değil, “İstanbul merkezli İngiliz desteğinden” beklemesidir. “İngilizlerin yardımını almak” dışında kafasında ikinci bir kurtuluş planı olmayan Vahdettin, bu yardımın alınabilmesi için öncelikle Anadolu’ daki Milli hareketin yok edilmesi gerektiğine inanmış, politikasını bu doğrultuda şekillendirmiştir.

Atatürk, İstanbul hükümetini İngiliz isteklerine boyun eğmeye hazır görünce, Padişah Vahdettin’e bir telgraf çekerek onu uyarmak istemiştir. “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahri Yaveri Hazreti Şehriyarı” diye imzaladığı uzun telgraf, aslında bir şikâyetnamedir. Atatürk, bu telgrafının sonunda padişahı tehdit edercesine, “Eğer mecbur edilirsem, resmi görevimden istifa ederek Anadolu’da ve sine-i millette kalacağım ve vatani görevime açık adımlarla devam edeceğim. Ta ki millet ve padişah bağımsızlığına kavuşana kadar… ” 8 demiştir. Atatürk’ün bu ve buna benzer çağrılarına kulak tıkayan Padişah Vahdettin, Damat Ferit Hükümeti’nin Atatürk’ü görevden almasına, hatta tutuklama kararı çıkarmasına göz yummuştur. Bu gelişmeler üzerine Atatürk 7, 8 Temmuz 1919 gecesi ordu müfettişliğinden ve askerlik görevinden istifa etmiş ve İstanbul’a dönmeyerek Anadolu’da halkla birlikte bağımsızlık için mücadele edeceğini belirtmiştir. Atatürk’ü bu kararından vazgeçirmek isteyen Vahdettin, onun Selanik’ten yakın arkadaşlarından Abdülkerim Paşa’yı devreye sokarak Atatürk’le telgraf başında görüştürmüş, ancak herhangi bir sonuç alamamıştır. Bunun üzerine kurnaz Vahdettin, taktik değiştirmiş, 2 Temmuz 1919’da Atatürk’e bir telgraf çekerek, İstanbul’a gelmesinin ve azledilmesinin doğru olmadığını belirtmiş ve Harbiye’den 2 ay hava değişimi istenerek durum belli oluncaya kadar istediği şehir ya da kasabada dinlenmesini en uygun çözüm olarak sunmuştur. 9

Ancak, Atatürk, “Buralarda havalar iyi!” diyerek Vahdettin’in bu kurnazca planını etkisiz hale getirmiştir. Vahdettin, son olarak Atatürk’ü ve ulusalcıları Milli hareketten vazgeçmeye ikna etmek için “nasihat heyetleri” oluşturmuştur.

Vahdettin,in Atatürk'ü ve arkadaşlarını İngilizlere şikayeti ve Atatürk,e hakaretleri

Vahdettin, 1920 yılından sonra İngiliz yetkililerle yaptığı görüşmelerde sözü döndürüp dolaştırıp Milli hareketin yok edilmesine getirmiştir. Örneğin 21 Ağustos’ta Robeck’le yaptığı görüşmede Milli hareket hakkında şunları söylemiştir:

“İngiltere’nin gelecekteki yardımı konusunda biraz direniş gösterdi ve ülkesini yıkmış olan macereraperestleri sertçe kınadı... Onların Türk olmadıklarını öne sürerek, kurmuş oldukları gruplara saldırdı... Onların İngiltere ile Türkiye arasındaki geleneksel dostluğu ayaklar altına aldıklarını; ülkede çoğunluğu oluşturan gerçek Türklerin bu geleneğe sadık olduklarını ve bu dostluğu canlandırmak ve ona uymak için uğraştıklarını söyledi…” 10

Londra Konferansı bitmeden önce Padişah Vahdetin, 23 Mart 1921’de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcisiyle görüşmüştür. O gün Padişahla görüşen İngiliz temsilci Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir yazıda görüşmenin detaylarından şöyle söz etmiştir:

“Salonda, Sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan’dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salı verdi ve Ryan’ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra’da yapılmakta olan konferansla ilgili Mustafa Kemal’den Tevfik Paşa’ya gönderilmiş olan üç telgrafa değindi ve Ankara’nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: ‘Anadolu’daki durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişledir. Ve halkın itaatkâr, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, tek kaygıları, kendi çıkarları olan 16.000 subayın desteğine dayanır... Ankara önderleri, bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan veya başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirlerine benzemektedir. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen, ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Onların kıskacı o kadar etkindir ki, propaganda vasıtasıyla bile Türklere ulaşmak olanaksızdır. Gerçek Türker merkeze sadıktır; ama tehdit ediliyor veya aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar. Bolşevikler şimdi Türk hududuna yaklaşmıştır. Ankara önderleri onlarla hâlâ entrika çeviriyor.”

Rumbold, yazısını şöyle sürdürmüştür:

“Ankara önderleri Halifeliği İstanbul’dan kaldırmaya yeltenirse bunun Avrupa için çok tehlikeli olacağını vurguladı... Padişaha İngiltere’nin Londra Konferansı’nda oynadığı iyi (!) rolden söz ettim. Ona konferansta öne sürülen önerilerin, uzlaşmaya varılmasına olumlu bir zemin hazırlamış olduğunu anlattım; yeter ki, iyi niyetli tüm Türkler Padişahın önderliği altında birleşsin, makul bir barış yapılması fırsatından yararlansın ve İngiltere’nin eski dostluğunu kazansın; ama aşırı eğilimliler aşırı taleplerde direnirse bunun sonucu olarak kararsızlık ve olaylar çıkmasından kaçınılmayacağını anlattım. Padişah beni büyük dikkatle dinledi ve bana teşekkür etti...” 11

Görüldüğü gibi bir “yobaz yalanı” olan “Atatürk Türk değildir!” yalanını, yıllar önce İngilizlere yaltaklanan Padişah Vahdettin de söylemiş!... Demek ki “hainlik”, Atatürk’e dil uzatanların genetik yapısında var... 12 Şimdi soruyorum: “Bu Vahdettin mi Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatsın diye Anadolu’ya gönderen? Bu Vahdettin mi “büyük vatan dostu?” Gerçi sizin vatanınız İngiltere’yse orasını bilemem...

İngilizlerin Vahdettin'e verdiği gizli görev

İngilizler, kendilerine yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin’i, Anadolu’daki Milli harekete ve bu hareketin lideri Atatürk’e karşı kullanmak istemişlerdir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği “çok gizli” yazıda, Padişah Vahdettin’i “korumaktan” ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı kullanmaktan şöyle söz etmiştir:

“Ulusçuların amacı... Padişaha karşı hiç toleransları yoktur ve padişah şu üç seçenekle karşılaşacaktır: İstifa, sürgün veya ölüm... Şimdiki durumda hem gücünü hem saygınlığını yitirmiştir; ama onun tahtından indirilmesi, ciddi düşünceli kamu arasında şok etkisi yapacaktır... Ankara’yı hizaya getirmemiz gereklidir ve onlarla işlemlerimizde kararlılıkla davranmalıyız.

Padişahın kişiliği ve tahtta kalması arasında ayrım yapıyorum. Olağanüstü bir durumda onu korumaya söz vermiş bulunuyoruz. Bunun iki nedeni vardır:

1-
Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına bizim baskımızla izin vermiştir;
2- İstifa etmeyi ciddi olarak tasarlarken onu bu görüşten vazgeçirmiştik. Ancak onun tahtında kalmayı sürdürmesi için hiçbir sorumluluk altında değiliz. Kendi görüşümce Padişah, durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde kalmalıdır. Şu anda pek az gücü vardır. Ankara’daki önderler ondan hoşlanmıyor ve Türkiye’deki halk arasında pek popüler değildir...” 13

İngilizler, “Ankara’yı hizaya getirmek” için, Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin veren Padişahı, “durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde tutarak” kullanmayı planlamışlardır.

Vahdettin'in Büyük Taarruz öncesindeki ihanet planı

Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını İngilizlere şikâyet etmiş, onları ortadan kaldırmaları için İngilizleri harekete geçirmeye çalışmıştır. Vahdettin’in “Atatürk” ve “Milli hareket” düşmanlığı o kadar fazladır ki, Büyük Taarruz’un yaklaştığı günlerde, 7 Ağustos 1922’de İngiltere Yüksek Komiseri Rumbold’a şunları söyleyebilmiştir:

“Millici liderler bir hükümet değildir, bir isyancılar ve bir ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki’nin canlandırıcılarıdır. Çeşitli adlar altındaki bunların sonuncusu milliyetçilerdir kişisel çıkarları için ülkede egemenliklerini kurmaya çalıştılar. Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevik’ten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır... Millicilerin gücü abartılıyor. Onların gücü, Yunanın Türk arazisini işgal altında tutmasından ve merkezi hükümetin sözünü geçirme olanaklarından yoksun bırakılmasından ileri gelmektedir.

Yunanın geri çekilmesi ve boşalan arazinin kısım kısım meşru hükümete teslim edilmesi Millicileri güçsüz bırakacaktır…”
14

AsfPn.jpg
Türk ulusunun kaderini belirleyecek olan Büyük Taarruz’un başlamasına, tamı tamına 19 gün varken, Padişah Vahdettin, İngilizlere, Milli hareketi kötüleyerek, “özverilerde bulunarak” barış yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Kurnaz Vahdettin, İngilizleri kışkırtıp Yunanlılara saldırtarak ele geçirilen toprakların “merkezi hükümete” yani kendisine verilmesini istemiştir.

Atatürk’ün vatanı düşman işgalinden kurtarma hesapları yaptığı günlerde, yukarıdaki hesapları yapan Padişah Vahdettin’e ne diyeceğiz? İngilizler, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru Milli hareketi ortadan kaldırmak için Atatürk’ü etkisiz hale getirmeye karar vermişlerdir. Atatürk’ü etkisizleştirmek için de Padişah Vahdettin’i kullanmaya çalışmışlardır.

Örneğin, 9 Ocak 1922’de Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir yazıda Atatürk’ü etkisizleştirmek için Padişaha verilecek rolden şöyle söz etmiştir: “Bağlaşıklar aralarında birliği sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse, padişahın Anadolu’ya başvurarak halkın desteğini sağlaması ve Kemal’i güç bir durumda bırakması olanaklıdır.” 15

İngiltere Büyükelçiliği Baş tercümanı Ryan’ın, 7 Şubat 1922’de Londra’ya gönderdiği “Atatürk’ü devirme planına” göre, Atatürk dışarıdan itilaf devletlerinin askeri gücüyle değil, içeriden saltanatın gücüyle devrilecektir. Bunun için daha makul bir barış antlaşması yapıp sultana imzalatılacaktır. Bunun üzerine sultan milliyetçilerin bir kısmını kendi yanına çekip otoritesini yeniden kuracaktır. Arkadan da itilaf devletlerince desteklenecektir. İtilaf devletleri Türk halkının milli amaçlarına istekli gözüküp Sevr Antlaşması’nda yapılacak bazı değişiklikleri “tantanayla” ilan edecekler ve bunları kabul etmeyenlere karşı her türlü tedbiri uygulayacaklardır. Böylece Atatürk kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktır. 16

Yüksek Komiser, Rumbold, 15 Ocak’ta Lord Curzon’a gönderdiği gizli telgrafta, itilaf devletleri Sevr Antlaşması’ndan çok daha iyi bir antlaşmayla, ulusalcılara uzlaşma önerisinde bulunurlarsa ve Atatürk bunu reddederse, yeni önerilerin Padişaha sunulmasını, itilaf devletlerinin desteğiyle padişahın da halkın yardımına başvur masını önermiştir. 17

Bu sırada Padişah da boş durmamış, yeğeni Prens Sami aracılığıyla 13 Ocak 1922’de Rumbold’a gizli bir göndererek, “harekete geçme zamanının geldiğine inandığını ve Ankara’nın gücüne karşı kendi gücünü kurmak amacıyla İngiltere’nin yardımı konusunda Rumbold’la görüşmeyi dilediğini” bildirmiştir. 18 Rumbold, 7 Ağustos 1912’de Padişah Vahdettin’le bir görüşme yapmıştır. Görüşmede Vahdettin, Rumbold’a, İngiltere’nin barışı kendisiyle yapmasını, Yunan işgalindeki toprakların boşaltılıp kendisine teslim edilmesini ve Kemalist asileri temizlemede İngiltere’nin kendisine destek olmasını istemiştir. Vahdettin, İngiltere’nin daha önce Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanını bastırdığını, şimdi de askeri gücünü kullanarak Atatürk’ün isyanını bastırabileceğini söylemiştir. 19

Vahdettin'in Atatürk'e düzenlediği komplo

Milli harekete birlikte başlayanlardan Rauf Bey ve Kazım Karabekir’ in zaman içinde Atatürk’e karşı “bayrak açtıkları” ve muhalif gruba geçtikleri bilinen bir gerçektir. Atatürk bu durumu Nutuk’ta, “Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir...” diyerek açıklamıştır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’de kendisine karşı başlayan muhalefeti, “Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazılarının... Fikir ve ruhlarının kavrama sınırlarının bitmesine” bağlamıştır; ancak bu muhalefetin -Atatürk’ün bilmediği başka bir nedeni daha vardır. İngiliz arşivlerinden çıkan bu gerçeği de biz açıklayalım.

rDIp2.jpg
İngilizler, Padişah Vahdettin aracılığıyla, Atatürk’ün silah arkadaşlarından Rauf Bey’i ve Kazım Karabekir’i Atatürk’e karşı muhalefete geçirmeye çalışmışlardır.

Ankara’da Atatürk’e karşı güçlü bir “muhalefet” olduğunu düşünen Rumbold, Mayıs 1922’de, Lord Curzon’a gönderdi¤i bir yazıda, “Anadolu’daki Anti Kemalistlerin Ankara Hükümeti’ni yıkmak için yararlı bir eleman olacaklarnı” belirtmiştir. 20 İngilizler, Atatürk’ü devirmek için meclis içi muhalefete ve Enver Paşa’ya güvenmiştir. İngilizler, özellikle Atatürk’le bazı konularda görüfl ayrılıkları olan Rauf Bey ve Kâzım Karabekir Paşa’dan yararlanmak istemişlerdir.

İngiliz arşivlerindeki bazı belgeler, İngilizlerin bu planı uygulamak için Padişah Vahdettin’den yararlandıklarını göstermektedir. Rauf Bey’le, Kazım Karabekir’i kendi yanına çekmek isteyen Vahdettin, İzzet Paşa aracılığıyla onlarla ilişki kurmuştur. 23 Şubat 1922 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre, Vahdettin, Mahmut Sadık Bey aracılığıyla Kâzım Karabekir’e önemli bir mesaj göndermiştir. Padişah, Karabekir’e gönderdiği mesajda özetle, Halifelik haklarını korumasını, barış koşullarının kabul edilmesi için gerekirse şiddet kullanmasını, Atatürk’ü ve Milli hareketi desteklememesini öğütlemiştir. 21

Padişahın, Atatürk’ü meclis içinden vurmak için attığı bu haince adım, İngilizleri heyecanlandırmıştır. Örneğin, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborn, 28 Şubat 1922’de gönderdiği yazıda Padişahın bu girişimden flöyle söz etmiştir: “Padişah, Kazım Karabekir ve Rauf Bey’i, kendisinden yana çekebilirse belki Anadolu’yu Kemal’den kurtarabilir; ama bu iki etkili ulusçunun tutumu hakkında pek az bilgimiz vardır. Bildiğimiz, ikincisinin (Rauf Bey) son günlerde Ankara’daki Bakanlar Kurulundan çekilmiş ve Mustafa Kemal’le arasının açılmış olduğudur.” Bu yazıya, Dışişleri Bakanı Lord Curzon da şunları eklemiştir: “Albay Rewlinson, her ikisinin de Kemal’e karşıt olduklarını söylüyor.” 22

10 Mart 1922 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre Karabekir, Padişahın isteğine sözlü olarak verdiği yanıtta, “Ankara Hükümeti’nin uygulamakta olduğu ‘aşırı siyaseti’ yumuşatmak için elinden geleni yapacağını...” belirtmiştir. Nitekim kısa süre sonra Karabekir Paşa; Rauf Bey, Refet Paşa, Selahattin Bey ve ötekilerden oluşan Atatürk karşıtı muhalif grupları desteklemeye başlamıştır. 23

Bunun üzerine İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, 1 Nisan’da şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bu grup, Kemal’e karşı müthiş bir muhalefet oluşturacaktır.” 24 İngilizlerin, Padişah Vahdettin’i kullanarak Milli hareketi bölme planı kısmen sonuç vermiştir. Mayıs 1922’de, Büyük Taarruz öncesinde meclis, Atatürk’ün başkomutanlığını bir kez daha uzatmayı reddetmiştir. En kritik dönemde meclis içi muhalefet yüzünden ordu başsız bırakılmıştır. Temmuz 1922’de Rauf Bey, Atatürk’e rağmen Bakanlar Kurulu Başkanı seçilmiştir. Atatürk’ün, bakanları aday gösterme yöntemine de son verilmiştir. Ancak Atatürk, böyle bir dönemde orduyu başsız bırakmayacağını, fakat zaferden sonra köşesine çekileceğini belirterek başkomutanlık yetkisini uzattırabilmiştir.

“Atatürk’ün, Milli Mücadele’yi birlikte başlattığı arkadaşları ve meclis çoğunluğu, Büyük Taarruz öncesi günlerde İngiltere ve Vahdettin’i umutlandıran böyle bir aymazlık içindedirler.” 25

Şimdi soruyorum: “Milli hareketi yok etmek için İngilizlerle anlaflan ve en kritik bir dönemde, Atatürk’le silah arkadaşlarının arasını açmaya çalışan bu Vahdettin’e ne diyeceğiz?”


1 Meydan, Atatürk' ün Gizli Kurtuluş Planları, s.162 vd.
2 Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul, 1979, s.258,259; Meydan, age, s.172,173.
3 Bayur, age, s.166, Meydan, age, s.173.
4 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.15, s. 62.
5 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.II, Ankara, 1997, s. 538,539.
6 Meydan, age, s.181.
7 Selek, age, s.48.
8 Akşin, age, s.345,346.
9 age, s.355.
10 FO,371/5055/E, Robec,ten Curzon'a gizli yazı, İstanbul, 28.31920; Sonyel, age, 109.
11 Sonyel, age, s.128,129.
12 Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonra da Atatürk'e hakaret etmeye devam etmiştir: İngiliz arşivlerinde yapılan araştırmalarda Vahdettin' in, bazı İngiliz yetkililerine yazdığı mektuplarda, Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. Metin Hülagü'nün değdi gibi, "Vahdettin, Atatürk'e bir bakıma düşman; çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..." Bülent Günal, "Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e Destek Oldu mu? Ne Desteği, Mektuplarında Atatürk'e Küfür Bile Ediyor", Prof Metin Hülagü İle Röportaj, Vatan, 26 Kasım 2007, s.17.
13 age, s.157.
14 Sonyel, age, s.187; Avcıoğlu, age, s.208,209; Meydan, age, s551.
15 FO, 37117853/E, 320: Rumbold'tan Curzon'a gizli telgraf, 6.1.1922; Sonyel, age, s.160.
16 Avcıoğlu, age, s.184.
17 Sonyel, age, s.160.
18 age, s.161.
19 Avcıoğlu, age, s.184.
20 age, s.184.
21 Sonyel, age, s.164,165.
22 FO, 37177882/E 2219: İngiliz gizli istihbarat raporu, no: 548,23.2.1922. "Padişah ve Kazım Karabekir Paşa" ,R.321, İstanbul, 7.2.1922; Sonyel, age, s.165,166.
23 Sonyel, age, s.166.
24 FO, 371/7859/E 3493: İngiliz gizli istihbarat raporu, no. 605,303.1922; Sonyel, age, s.166.
25 Avcıoğlu, age, s.184.




Vahdettin Dosyasi (6): İngiliz Ajanı Gibi Çalışan Bir Padişah: Vahdettin

Başlığı okuyup, "abarttığımı" zannetmeyin lütfen; çünkü İngiliz arşivlerinde bulunan ve Salahi Sonyel'in yayınladığı bir belge, Padişah Vahdettin'in İngiliz ajanı gibi çalıştığını gözler önüne sermektedir.

Atatürk, Batı kamuoyunu Türk Milli Mücadelesi konusunda aydınlatmak için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir kurulu Londra'ya göndermeye karar vermiştir. Yusuf Kemal Bey Londra'ya gitmeden önce İstanbul'a uğrayıp Padişahla da görüşecektir.

23 Şubat 1922'de Padişah Vahdettin'in huzuruna çıkan Yusuf Kemal Bey'in anlattıklarını dinleyen padişah, ona karşılık bile vermemiş, söylediklerini dikkate almamıştır. Padişah, Ahmet İzzet Paşa ve Tevfik Paşa'nın başkanlığındaki kendi heyetini Londra'ya göndermeye karar vermiştir.

İngilizlere yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin, ajanlarını harekete geçirerek Yusuf Kemal Bey'in katibi Kemâl'in evinde bulunan valizi, katibin yokluğunda açtırarak içindeki gizli belgelerin fotoğraflarını çektirmiş ve bir mabeyincisiyle suretle İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold'a göndermiştir.

Padişah Vahdettin'in, ajanına çaledecek olan Yusuf Kemal Bey'e verdiği gizli talimatlar vardır. Söz konusu belgelerinin en önemlileri, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın Yusuf Kemal Bey'e gönderdiği bir mektup, Yusuf Kemal Bey kuruluna rehber olması için hazırlanmış yönergeler ve Asya'daki İslam devletleriyle yapılmış olan antlaşmalardır.

İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Vahdettin'in kendisine verdiği bu belgeleri, 7 Mart 1922'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na göndermiştir.

Belgeler, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nı çok sevindirmiş, Bakanlık yetkililerinden Francis Osborne bu belgelerle ilgili olarak 14 Mart'ta şu notu yazmıştır:

BDlZo.jpg
"Padişah, Yusuf Kemal'in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bize göndermekle (İstanbul'la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi biçimde gösteriyor.."

Salahi Sonyel'in dediği gibi, "Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bunları gerçekten çaldırarak Türkiye'yi işgalinde tutan düşman bir ulusun diplomatik temsilcisine gönderdiyse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çalışmalarına ihanet etmekle suçlanabilir."

İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, söz konusu belgeleri Padişah Vahdettin'in, Yusuf Kemal Bey'in çantasından çaldırtıp kendilerine verdiğini söylediklerine ve bu belgeleri açıkladıklarına göre, her şey çok net bir şekilde ortada değil midir?

Türkiye'nin, varını yoğunu ortaya koyarak Atatürk'ün önderliğinde düşmanı vatandan atmanın hesaplarını yaptığı günlerde, Padişah Vahdettin'in, Atatürk'ün Londra'ya gönderdiği Türk heyetindeki "ulusal sırlar içeren" gizli belgeleri çaldırıp işgalci düşman İngilizlere vermesinin anlamı, tek kelimeyle, "hainliktir".

İşte size Necip Fazıl'ın deyimiyle, "büyük vatan dostu Vahdettin!.."

Bir millet var koyun sürüsü

Vahdettin'e işgal yıllarında birçok kere bağımsızlık için harekete geçmesi yönünde teklifler yapılmıştır; ama o bu teklifleri hep reddetmiştir.

Örneğin, 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinden sonra Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi ve Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca'dan oluşan bir heyet, Vahdettin'i ziyaret ederek ülkenin içinde bulunduğu durum konusunda padişahı uyarmak istemişlerdir. Bu görüşme sırasında Padişah Vahdettin'le heyet üyeleri arasında çok ilginç bir diyalog geçmiştir:

Vahdettin: "Ecnebiler, her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz."

Vehbi Hoca, "Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır."

Vahdettin, "Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara'ya girerler."

Abdülaziz Mecdi, "(Sarayın penceresinden gözüken düşman donanmasını göstererek) Bu kafirlerin kudreti şu denizdeki topların menzili içindedir. Millet demir gibidir! Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz! Millet sonuna kadar mücadele edecektir."

Rauf Bey: "Hoca Efendiler, Zat-ı şahanelerine hakikati arz ediyorlar, Padişahım! Millet sınırları içinde bağımsızlığını ve makamınız kurtarmaya azmetti! Millet sizden bir anlaşmaya imza koymamanızı istirham ediyor! Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz mahzur durumda olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur."

Bu sözlere sinirlenen Vahdettin, birden ayağa kalkarak soğuk bir ses tonuyla şöyle demiştir:

"Bir millet var koyun sürüsü... Bir çoban lazım, o da benim!"

Bunlar Vahdettin'in heyete söylediği son sözlerdir. Heyet saraydan çıkarken Vehbi Hoca arkadaşlarına şunları söylemiştir:

"Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır! Allah büyüktür! Bu millet kurtarıcısını bulacaktır! Milleti koyun sürüsü olarak adlandırmak Allah'ın rızasına aykırıdır. Yaşarsak çok şeyler göreceğiz."

Halkı "koyun sürüsü" olarak gören bir padişahın, o halka inanıp, o halkla birlikte vatanın bağımsızlığı için mücadele etmesi beklenebilir mi?

Vahdettin'in Milli Hareket karşıtı beyannamesi

Milli harekete destek olmak şöyle dursun bu hareketi yok etmek için her yolu deneyen Padişah Vahdettin, 20 Eylül 1919 tarihinde yayınladığı bir beyannameyle açıkça Milli harekete karşı olduğunu göstermiş; savaşarak değil, teslim olarak kurtuluşa ulaşılabileceğini belirtmiştir.

Vahdettin'in, Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört ay sonra yayınladığı bir beyanname, "Vahdettin, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye Anadolu'ya gönderdi!" diyenlerin o "büyük yalanını" da gözler önüne sermektedir. Çünkü beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten kurnaz Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin'in umudu, halkın sessizlik içinde büyük devletlerin "adalet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir.

Vahdettin'in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı olumsuz etkilememesi için harekete geçen Atatürk, bazı tedbirler almıştır. Fakat Atatürk'ün bütün tedbirlerine karşın padişahın beyannamesi bazı yerlere ulaşmıştır.

Karabekir'in hatası

Milli harekete büyük zararlar verebilecek bu beyannamenin yayılmasında Kazım Karabekir Paşa'nın da büyük gayretleri olmuştur. Atatürk'le birlikte milli direniş için yola çıkan Karabekir Paşa'nın sadece dört ay sonraki bu değişimini anlamak olanaksızdır doğrusu! Atatürk, Nutuk'ta, Milli hareket karşıtı bu beyannamenin yurda yayılmasına önayak olan Kazım Karabekir Paşa'yı ağır bir şekilde eleştirmiştir.

Karabekir Paşa, 21 Eylül 1919'da Trabzon Mevki Komutanı'na gönderdiği uzun bir telgrafta Padişah Vahdettin'in Milli hareket karşıtı beyannamesini öve öve bitirememiştir.

İşte Atatürk'ün Nutuk'ta yer verdiği o ibretlik belge:


FQO9z.jpg
"Trabzon Mevki Komutanı'na, Şevketli Padişahımız Hazretlerinin ulusuna karşı yayımladıkları kutlu bildirilerin hemen görevlilere ve halka ulaştırılması gereklidir. Böylece şimdiki hain hükümetin melek yüzlü Padişahımız efendimizi ne denli küstahça ve gözü peklikle aldatmakta olduklarını anlayamayanlar kaldıysa hepsi anlasınlar. Ulusu ve ülkesi için kutlu yüreğinin ne denli büyük bir sevgi ve esirgeyicilikle dolu olduğunu gösteren bu bildiride en açık olarak göze çarpan şey, hükümetin haince gidişi üzerine ulusun halifelik katına sunduğu yakınma yazılarının daha Padişaha bildirilmemiş olmasıdır. Çünkü ulusa ve yurda karşı çektikleri hainlik hançerini bilmiş olsalardı, bu hainleri bir dakika bile yerlerinde tutmayacaklarına, kutlu bildirideki yürekten gelen anlatım en büyük tanıktır. Bu hainler bu gerçeği bildikleri için halife efendimizi doğrudan doğruya ulusla karşı karşıya getirmiyorlar. Bunun için ulusa düşen ödev, şanlı Padişaha sonsuz sevgi ve bağlılığını durmadan göstermek ve sunmakla birlikte, bütün ulusun ve ordunun birlik olarak Padişahın söz götürmez haklarını, ulusun ve ülkenin varlığını kurtarmaya çalıştıkları, ama bu hain hükümetin yasal ve gönülden bağlılığı anlatan bu davranışı Padişahımız efendimizden gizledikleri, üstelik büsbütün ters bir biçimde gösterdikleri gerçeğini dün karar verildiği üzere halifelik katına aracısız bildirmektir. Erzurum halkının bu yolda yazacakları telin bir örneği oraya bildirilecektir.

15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir"


Kazım Karabekir Paşa'nın Milli harekete karşı açıkça cephe alınan bu bildiriyi "kutlu bildiri" olarak adlandırması ve bu bildirideki sözüm ona "yürekten anlatımı", Damat Ferit'in, Padişahı aldattığına kanıt olarak göstermesi "inanılacak" değerlendirmeler değildir. Eğer Karabekir Paşa'yı biraz olsun tanımasak, "şaka yapıyor!", "dalga geçiyor!" denilecek türeden açıklamalardır bunlar.

Vahdettin'in Milli hareketi yok etmeye yönelik bu beyannamesine övgüler yağdırıp, bir de üstüne üstlük yurda yayılmasını sağlayan Karabekir Paşa'nın kafasının o günlerde çok karışık olduğu anlaşılmaktadır.

Karabekir Paşa'nın o günlerdeki kafa karışıklığını kanıtlayan başka gelişmeler de vardır. Örneğin, Karabekir, o günlerde Temsil Heyeti'nin Sivas'ın batısına geçmemesini ve Kuvayı Milliye'nin dağıtılmasını istemiştir. Maalesef Karabekir Paşa da Atatürk'ün diğer silah arkadaşları gibi Milli hareket sırasında bazen "yalpalamış", "zikzaklar çizmiştir". Onun bu "Padişah severliği" devrimler sürecinde de nüksedecektir. Örneğin cumhuriyetin ilanını erken bulmuş, halifeliğin kaldırılmasına ve Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmıştır.

Kazım Karabekir Paşa, Vahdettin'e övgüler yağdırdığı telgrafını şöyle bir eklemeyle Atatürk'e de göndermiştir:

"Bu konuda düşünceleriniz var mı? Bu kutlu bildiri, ulusun padişahına gerçeği bildirmesine yeniden elverişli bir durum yaratmıştır ki, Erzurum halkı hükümetin bütün cinayetlerini sayarak, yeniden padişaha dileklerini bildirecektir. Bunun örneğini ya çekilmek üzere ya da bilgi için sayın kurulunuza sunacağım"

Atatürk'e göre bu beyanname İstanbul Hükümeti'nin durumunu güçlendirdiği gibi halk üzerinde milliyetçilere karşı olumsuz bir etki yaratabilirdi. İşte bu etkiyi en aza indirmek isteyen Atatürk, Padişah Vahdettin'e bir telgraf çekerek, onu bir kere daha Milli hareket konusunda aydınlatmıştır. Atatürk söz konusu telgrafında ısrarla, hala o hain Damat Ferit'in neden görevden alınmadığını sormuştur Vahdettin'e:

Atatürk, "Tarihte şimdiye kadar işlenmiş olan ihanetlerin hiçbirisiyle kıyaslanmayacak bir ihanetle halkı birbirinin aleyhinde kışkırtan ve milleti yabancıların ihtiraslarına feda eden bu kabinenin, milletin istememesine rağmen hala yerinde kalması büyük felaketleri davet etmektedir... Onun için hemen Ferit Paşa kabinesi yerine halkın güvenine layık bir hükümetin kurulmasını bütün millet adına padişahımızdan niyaz ve istirham ederiz." demiştir.

Ancak Padişah Vahdettin kısa bir süre hariç, neredeyse tüm Kurtuluş Savaşı boyunca hain Damat Ferit'i başbakanlıkta tutmuştur.

Vahdettin'in orduyu etkisizleştirme çabaları

Padişah Vahdettin, "İngilizleri memnun etme" politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918'de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır. Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta'ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır. İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye'ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki ulusalcı subayları Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.

Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı'na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk'ten ve Temsil Heyeti'nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul'da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır. Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti'dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir'in işgali sonrasında Ege'de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.

Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)' dir. Bu tür "ihanet" ordularının sonuncusu Kuvayı Seferiye adlı ordudur.

Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Örneğin, Vahdettin'in şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir'in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" demiştir.

Ali Kemal de yazılarında sıkça, "Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur" demiştir. Şeyhülislamın, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" şeklindeki demecinden üç ay sonra, Alemdar'da yayımlanan bir yazıda, "Ordunun beş vakit namazda Padişah'a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır" denilmiştir.

xphP8.jpg
İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920'de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen "caiz" olduğunu ve Kuvayı Milliye'ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir. Ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk'ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır. Ordu müfettişlikleri kaldırılmış, Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919'da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir. Anadolu'daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul'a çağrılmış, Mustafa Kemal'in "zorla asker topladığı" dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir. Anadolu'ya gönderilen "inceleme kurullarıyla" ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.

28 Şubat sürecinden sonra Türkiye'de, Türk silahlı kuvvetlerini denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir. O günlerde "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

Hıyanet ordusu: Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit'e göre Atatürk'ün önderliğindeki Milli hareket (Kuvayı Milliye) bir "isyan" hareketidir ve bir an önce bastırılması gerekmektedir! İşte bu amaçla 18 Nisan 1920'de Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) adlı bir ordu kurularak Anadolu'da düşmanla mücadele eden milliyetçilerin üzerine gönderilmiştir. Sina Aksin bu orduyu, "Ulusal hareketi boğmak üzere Padişahın kurduğu resmi bir ordu" olarak tanımlamıştır.

Mondros Ateşkes Antlaşması'na tamamen aykırı bir şekilde böyle bir ordunun kurulması ve silahlandırılması, bu orduyu kuranların (Padişahın ve Başbakanın) İngilizlerden yardım aldıklarını göstermektedir. Çünkü o sırada İstanbul'daki tüm silah depoları İngilizlerin kontrolündedir. Anadolu'da kardeşin kardeşi öldürmesi anlamına gelen Kuvayı İnzibatiye projesi, böl ve yönet ilkesi doğrultusunda hareket eden İngiltere'nin emperyalist çıkarlarına tamamen uygundur.

Nitekim, "Kuvayı İnzibatiye birliklerinin silahlandırılması için bizzat Damat Ferit, İstanbul'da İngiliz kontrolündeki Maçka silahhanesinden alınmak üzere 600 tüfek, 30.000 piyade fişeği ve 800.000 makineli tüfek cephanesi verilmesi için İngiliz Başkomutanlığı'ndan bir belge almıştır. Bundan başka, Kuvayı İnzibatiye, Sapanca yönünde, 14 Haziran 1920 günü taarruza hazırlanırken bozulup geri atılınca İzmit bölgesindeki 242. İngiliz tugayının tel örgüler ve siperler ile tahkim edilmiş mevzisinden faydalanmıştır." 18 Nisan 1920 tarihli kararnameyle, Kuvayı İnzibatiye'nin nitelikleri, kuruluş amacı ve askerlere verilecek maaşlar belirlenmiştir. Buna göre amaç Kuvayı Milliye'yi yok etmektir! Devletin silahlı gücü olarak tanımlanan Kuvayı İnzibatiye, Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerine bağlı olacaktı. Bazı emekli subayların da katıldığı bu ordu, gönüllülük esasına göre oluşturulmuştu. Tümen olarak kurulan Kuvayı İnzibatiye, üç piyade alayı ve bir topçu taburundan oluşmaktadır. Toplam mevcudu 12.000 kişi olarak düşünülmüştür. Kuvayı İnzibatiye'ye gönüllü olarak yazılan subay ve askerlere çok iyi bir maaş verileceği duyurulmuştur. Erlere 30, çavuşlara 35, başçavuşlara 40, teğmenlere 60, üsteğmenlere 70, yüzbaşılara 80, kıdemli yüzbaşılara 90, tabur komutanlarına 100, alay komutanlarına 150 lira aylık verilecektir. Fakir halk, yüksek maaşlarla bu orduya katılmaya teşvik edilmiştir.

Türk ulusu yokluk ve yoksulluk içinde, vatan ve namus mücadelesi vermeye çalışırken, İstanbul Hükümeti kaynaklarını bu İngiliz destekli derme çatma ordunun haince askeri amaçlarına harcamıştır. Bu kuvvet için 1.250.850 lira ödenek ayrılmıştır.

Kuvayı İnzibatiye'nin en önemli eksikliği "gönüllülük" esasına dayalı "maaşlı" bir ordu olmasıdır. Yani, bu orduya katılanların öncelikli amacı paradır. Durum böyle olunca bir an önce görevlerini yapıp sağ alim geri dönmek istemektedir. Ayrıca kafaları da fena halde karışıktır; çünkü İstanbul İngiliz işgali altındayken onlar kendi kardeşlerine kurşun sıkmak için Anadolu'ya gitmektedirler! Şeyhülislam Dürrizade'nin, Anadolu'daki ulusalcı liderlerin ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu ve onlara karşı savaşırken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını duyuran fetvası bu orduya katılımı artıran en önemli etkenlerden biridir.

Kuvayı İnzibatiye'nin başına Atatürk'ü "isyancı" olarak adlandıran Süleyman Şefik Paşa, Kurmay Başkanlığı'na da Erkânıharp Miralayı Refik (Yaltkaya) getirilmiştir.

gZOKk.jpg
Süleyman Şefik Paşa, İstanbul Hükümeti'nin Anadolu'daki orduları etkisizleştirmek için oluşturduğu kurullardan birinin başkanı olarak 5 Ağustos 1919'da Konya'ya gitmiş, ertesi gün İstanbul'a gönderdiği telgrafta, Anadolu'daki Milli Hareketin zannedildiği kadar güçlü olmadığını eğer kendisi Harbiye Nezareti'ne getirilirse Milli hareketi kısa sürede bitireceğini belirtmiştir. Bunun üzerine Süleyman Şefik Paşa, 14 Ağustos 1919'da da Harbiye Nazırı yapılmıştır. [30] Harbiye Nezareti'ndeki bazı kişilerin Kuvayı Milliye'yi el altından desteklediği yolundaki dedikoduların izini süren Süleyman Şefik Paşa, hemen tavsiye hareketine başlamış; İstanbul Muhafızlığı, Genelkurmay İkinci Balkanlığı ve Harbiye Nezareti Müsteşarlığında değişiklikler yapmıştır. Önce, Milli harekete sıcak bakan Cevat Paşa'yı görevden alarak Hadi Paşa'yı atamıştır.

Daha sonra da Milli hareketin genelkurmaydaki gözü kulağı durumundaki İsmet Paşa'yı genelkurmaydaki bütün görevlerinden almıştır.

Süleyman Şefik Paşa böylece Anadolu'daki komutanları ve Milli hareketi güçsüzleştireceğini düşünmüştür. Göreve geldiği 14 Ağustos 1919'da askeri birliklere, "güvenliği bozanlara karşı mülki makamların istedikleri yardımın hemen yapılmasını" emretmiş ve ordu müfettişlerinin idarecilere talimat verme yetkisini kaldırmıştır. Süleyman Şefik Paşa'nın bütün bu icraatlarını Padişah Vahdettin, 19 Ağustos 1919'da onaylamıştır.

Süleyman Şefik Paşa, askerlere yayınladığı bir beyannamede kanunlara uymalarını ve hiçbir derneğe ya da partiye yaklaşmamalarını bildirmiştir. I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya yazdığı bir emirde ise yurt savunmasına geçen subayları şikayet etmiştir.

Kuvayı İnzibatiye'nin başına getirilen Süleyman Şefik Paşa'ya çok geniş yetkiler verilmiştir.

G4Ui7.jpg
Kuvayı İnzibatiye adına 54 subay ve 790 er toplanmıştır. Sonradan subay sayısı 94'e yükselmiştir. Yeni katılımlarla er sayısı da 2000'e yaklaşmıştır. Kuvayı İnzibatiye'nin birinci alayı 29 Nisan 1919'da İzmit'e gelerek karargah kurmuştur. İkinci alayı da İzmit limanında demirli Yavuz Zırhlısı'na yerleşmiştir.

Mayıs ayı başında Süleyman Şefik Paşa'nın İzmit'e gelmesi ve diğer alayların da bölgeye ulaşmasıyla hazırlıklar tamamlanmıştır. Ancak bu sırada İzmit'e mutasarrıf olarak atanan Ahmet Anzavur, "bu orduyu destekle..." talimatı alınca, Kuvayı İnzibatiye karargahı olarak kullanılan Yavuz zırhlısına gelmiştir. Süleyman Şefik Paşa'ya, istediği zaman bu ordunun başına geçebileceğini söylemiş olan Anzavur'un gelişi komuta heyetinde şaşkınlık yaratmıştır.

Zaten doğru dürüst bir planı ve programı olmayan Kuvayı İnzibatiye'de liderlik tartışması baş gösterince Süleyman Şefik Paşa komutanlık görevinden istifa ederek İstanbul'a dönmüştür. Onun yerine Kuvayı İnzibatiye'nin başına Suphi Paşa atanmıştır. Bu sırada Kuvayı İnzibatiye Ordu su'nun idaresini eline geçiren Anzavur, 2000 kişilik bir kuvvetle 10 Mayıs'ta Adapazarı'nı, 13 Mayıs'ta Kadırga'yı ele geçirmiş, Bolu-Düzce isyanından da yararlanarak 14 Mayıs'ta Gevye'ye saldırmıştır. Anzavur, bir ara İstanbul'a telgraf çekerek orduya maddi destek sağlanmasını istemiştir.

Anzavur'un amacı Eskişehir yolunu ele geçirip oradan Ankara'ya yürümekti. Aznavur, 17 Mayıs'ta Geyve boğazını ele geçirmek için hareket etmistir. Ancak bölgeyi savunmakla görevli Ali Fuat Paşa'nın hiç beklemediği bir noktadan, İkramiye yönünden saldırıya geçmiştir. Buradaki otuz askere karşın Anzavur'un emrinde 300 süvari vardır. Ali Fuat Paşa, bu durumda o otuz askerle Aznavurla mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Bu sırada ambardan çıkartılarak mevziye yerleştirilen bir makineli tüfeğin başına Ali Fuat Paşa'nın yaveri İdris Çora geçmiş ve asilerin istasyona girmesini yarım saat geciktirmiştir. İki saatten fazla devam eden bu direniş sonunda bir taraftan süvari bölüğü, diğer taraftan yüz kişilik Yüzbaşı Mesut Bey Müfrezesi ve Demirci Efe'nin atlı zeybekleri yetişmiş ve Anzavur'un kontrolündeki Kuvayı İnzibatiye birlikleri geri püskürtülmüştür.

20 Mayıs'ta, Anzavur'u "kutlamak" için İzmit'e gelen Damat Ferit büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. 23 Mayıs'ta harekete geçen Ali Fuat Paşa'nın kuvvetleri, Kuvayı İnzibatiye'nin artıklarını dağıtarak Adapazarı ve Sakarya'yı geri almış, ayrıca 4 top ve 4 makineli tüfek ele geçirmiştir. Bu yenilginin ardından Anzavur'un İstanbul'a dönmesi, askerlerin moral bozukluğu, bazı askerlerin saf değiştirerek ulusalcıların tarafına geçmesi gibi gelişmeler ve bu sırada yapılan diğer saldırılardan da sonuç alınamaması üzerine 25 Haziran 1920'de Kuvayı İnzibatiye Ordusu'na resmen son verilmiştir.

Ali Fuat Paşa, anılarında Kuvai İnzibatiye'yle yapılan çatışmaları bütün detaylarıyla anlatmıştır.

Bu anılar okunduğunda bu hıyanet ordusunun nasıl güçlükle durdurulabildiği, çok daha iyi anlaşılacaktır.

Kuvayı İnzibatiye'nin en büyük "cinayetlerinden" biri, Atatürk'ün emrinde Milli harekete destek olan Yahya Kaptan'ın katledilmesi olmuştur. Yahya Kaptan'ı pusuya düşürerek tutuklayan Kuvayı İnzibatiyeciler, Yahya Kaptan, elleri arkadan bağlı halde su içerken, Kuvayı İnzibatiye ordusunun üsteğmenlerinden Abdurrahman Efendi tarafından kalleşçe arkadan vurulmuştur (8 Ocak 1920). Bu sırada son bir gayretle başını kaldıran Yahya Kaptan'ın son sözü, "Kalleşler!.." olmuştur...




Vahdettin Dosyası (7): Atatürk'ün Samsun'a Çıkışı ve Vahdettin

Kurtuluş Savaşı'nın büyük onurunu Atatürk'e layık görmeyen şaşkınlar, 1929 yılından beri tarihi "eğip bükerek", belgeleri çarpıtarak ve beyinleri yıkayarak "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını" iddia etmişlerdir.

Her şey aslında tescilli bir Atatürk düşmanı olan Mevlanzade Rıfat'ın başının altından çıkmıştır. 1929 yılında kaleme aldığı Türkiye İnkılabı'nın İç Yüzü adlı kitabında, "VI. Mehmet Vahdettin Han, Anadolu'da Milli bir kuvvet hazırlamayı düşünmüş ve bu kuvveti meydana getirmek için yakınında bulunanların telkini ile yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa'yı geniş bir yetki ve özel bir talimatla galip devletlerin İstanbul'da bulunan temsilcilerinin bilgisi dışında gizlice Anadolu'ya göndermiştir." demiştir. 1 Turgut Özakman'ın haklı olarak "yalan, yanlış ve martaval yığını" olarak adlandırdığı bu kitabı kaynak olarak kullanan Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Nihal Atsız, Hasan Hüseyin Ceylan, Vehbi Vakkasoğlu gibi Vahdettinci yazarlar, Türk toplumunun gözünün içine baka baka yalan söylemişlerdir.

Tarihi yeniden yazan Vahdettinci yazarlar, "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin başlattı" diyebilmek için Vahdettin'in sözüm ona gizli bir planı olduğunu ileri sürmüşlerdir. K. Mısıroğlu bu planı şöyle açıklamıştır: "İstanbul ve Ankara iki hasım (düşman) pozunda, karşı karşıya olacaktır. Bu oyun düşmana karşı Anadolu ile el ele, bir siyasi komplo, bir ince politika olarak başlatılmış, Padişah ve İstanbul Hükümeti, bu oyunu büyük bir ciddiyet ve teatral bir kudretle oynamışlardır." 2

Mısıroğlu'nun bu iddiasına Turgut Özakman şu soruyla karşılık vermiştir: "Ama o fetvalar, o isyanlar, o Anzavur, o milliyetçileri tepelemek için İngilizlere türlü türlü önerilerde bulunmalar, bunlarla ilgili binlerce belge, tanık, Vahdettin'in kendi itirafları filan nedir? Eğer bu oyunsa buna olsa olsa Kanlı Nigar oyunu denilebilir." 3

tBn2k.jpg
Mevlanzade Rıfat, K. Mısıroğlu, H. Hüseyin Ceylan, N. Fazıl Kısakürek gibi Vahdettinci yazarlara göre Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için "göstermelik" bir görevle ve geniş yetkilerle Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiştir. Bu Vahdettinci yazarların, hiçbir somut belgeye dayanmadan, üstelik de Padişah Vahdettin'in, Damat Ferit ve İngilizlerle birlikte Milli hareketi yok etmek için yapıp ettikleri ortadayken böyle bir tez ileri sürebilmeleri cidden "komik" bir durumdur. İşte bu komikliğin farkında olan bu Vahdettinci yazarlar, söz konusu "güdük" tezlerini kanıtlamak için birtakım tanıklıklara, anılara dayanmışlardır.

Bu tanıklar şunlardır: Mütareke dönemi polislerinden Radi Azmi Yeğen, Fevzi Çakmak'ın eşi Fıtnat Çakmak, Erzurum Kongresi Sivas Delegesi Fazlullah Moran, Atatürk'ün silah arkadaşlarından Refet Bele, Abdülaziz'in torunlarından Şehzade Mahmut Şevket Efendi, Çankaya Köşkü garsonlarından Cemal Granda. Ayrıca Nihal Atsız ve Necip Fazıl'ın "öteden beriden duyduklarını" iddia ettikleri bir takım dedikodular... Bu anıları tek tek analiz eden Turgut Özakman, bir kısmının uydurma, bir kısmının çarpıtma, bir kısmının da mantık hatalarıyla dolu yakıştırmalardan ibaret olduğunu bütün delilleriyle gözler önüne sermiştir. 4

Şimdi bu "komik" ve "güdük" yalanı deşifre edelim.

"Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderdi!" diyen Vahdettinci yazarları yine bizzat Vahdettin yalanlamıştır. Şöyle ki, Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayınladığı beyannamede Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için seçerek Anadolu'ya göndermediğini, "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen kabineye uydum" diyerek itiraf etmiştir. 5

Ayrıca Vahdettin'e çok yakın olan Başkatip Ali Fuat Bey de anılarında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı planladığına yönelik en ufak bir bilgi kırıntısına bile yer vermemiştir. 6

Anılarında Vahdettin'le ilgili çok küçük ayrıntılara bile yer veren Ali Fuat Bey'in böyle önemli bir noktayı kaçırması imkansızdır.

Son zamanlarda "resmi tarih eleştirisi" adı altında bazı tarihçiler ve yazarlar yeniden bu "güdük tezi" dillendirmeye başlamışlardır. Örneğin Murat Bardakçı, Vahdettin'i anlattığı "Şahbaba" adlı kitabında "Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiğini" kanıtlamak için birçok belge yayınlamıştır.

Bardakçı'nın "yeni bir şey keşfetmiş gibi" davranması çok anlamsızdır; çünkü Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiği zaten bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği 1926 yılında bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay'a açıklamıştır.

Atatürk, Damat Ferit Hükümeti'nin, Padişah Vahdettin'in ve İngilizlerin bilgisi dahilinde hatta "İngiliz vizesiyle" Anadolu'ya geçmiştir. Evet! Atatürk'ü Padişah Vahdettin Anadolu'ya göndermiştir! Burada kilit soru şudur? Peki ama niye göndermiştir? Git Kurtuluş Savaşı'nı başlat, düşmanla savaş diye mi? Yoksa git, bölgedeki karışıklıkları önle, asayişi sağla diye mi?

Cevap bulunması gereken soru "Atatürk'ü kim gönderdi?" sorusu değil, "Atatürk niye gönderildi?" sorusudur.

Vahdettin, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesindeki son halkadır. Her şey İngilizlerin isteğiyle başlamıştır. Atatürk, kabinedeki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak atamasını yaptırmış, yetkilerini genişletmiş, Damat Ferit'i ikna ederek ve stratejik hamlelerle İngilizleri "uyutarak", Anadolu'ya geçmeyi başarmıştır. Vahdettin, sonradan bizzat itiraf ettiği gibi, hükümetin yaptığı atamayı sadece onaylamıştır; hepsi bu!

Şimdi bütün bu süreci adım adım izleyelim:

İngilizlerin isteği

Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. Maddesi'ne göre, "Karışıklık çıkan yerler İtilaf devletleri tarafından işgal edilecektir". Bu maddeye dayanarak Anadolu'da birçok yeri işgal eden İtilaf devletleri, "karışıklık çıkmaması" konusunda birçok kere ağır bir dille hükümeti uyarmıştır. İngilizlerin emperyalist emelleri açısından Karadeniz bölgesi ve Kafkaslar çok önemlidir; çünkü Kafkaslardaki doğal kaynakları ve Hindistan ticaret yolunu kontrol etmenin biricik yolu bu bölgeyi kontrol etmektir. Kafkaslara ve Güney Asya'ya açılan bir koridor durumundaki Karadeniz bölgesi ve Karadeniz limanları İngilizleri çok fazla ilgilendirmektedir. Bu nedenle İngilizler, 26 Aralık 1919'da Batum'u işgal etmişler ve o bölgedeki 9. Ordu'nun terhisi ve silahların teslimi işlerinin yavaş gittiği gerekçesiyle bu ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp, yerine emirleri uygulayacak birinin getirilmesini istemişlerdir. 7

İstanbul hükümeti hiç zaman kaybetmeden İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir. İngilizler, Ermenilerin yaşadığı doğudaki altı ille de özel olarak ilgilenmişlerdir; çünkü Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 24. maddesine göre bir karışıklık durumunda oralar işgal edilebilecektir.

İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen sonra Kafkaslardan, Doğu illerinden ve Karadeniz'de özellikle Samsun'dan şikayet etmeye başlamışlardır. Mütareke döneminin en huzursuz ve karışık yerlerinden biri Samsun'dur. Bu karışıklığın temel nedeni bölgenin etnik yapısı ve Pontus Rum çetelerinin faaliyetleridir. Rum çetelerine karşı kurulan Türk çetelerinin çatışmaları, mütarekenin başından beri İngilizlerin dikkatini çekmiştir. 8

İngiliz Calthorpe ve Amet 1918 Kasım sonlarında, "Samsun'da mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını" iddia etmişlerdir. 9

Ocak'ta Amerikan Tobacco Company, Londra'ya gönderdiği bir raporda "Bütün Müslümanların ve özellikle köylülerin silahlandırıldığını" bildirmiştir. Bunun üzerine Forcign Office, "Bu durumun gemi veya silah gönderilerek düzeltilmesi için gerekli tedbirin alınıp alınamayacağını" sormuştur.Bu soruya Webb, 13 Ocak'ta, "Normal şartlara dönüş için bütün bölgenin tamamıyla silahsızlandırılması gereklidir. Bu da ancak büyük bir askeri kuvvetle yapılabilir" şeklinde cevap vermiştir. 10

Bunun üzerine İngilizler, 9 Mart 1919'da Samsun'a 200 kişilik küçük bir askeri birlik çıkarmışlar, 50 kişilik bir müfrezeyi de Merzifon'a göndermişlerdir. 11

Ayrıca Teğmen Perring ve Yüzbaşı Hurst de incelemelerde bulunmak için bölgeye gönderilmiştir. 12

İngilizlerin Samsun'a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmiş, 17/18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü'ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle birlikte dağa çıkmıştır. 13

YmSdr.jpg
Teğmen Hamdi Bey'in mücadele etmek için dağa çıkması İngilizler açısından bardağı taşıran son damla olmuş, İngiliz yetkililer, hükümetin bir an önce bölgede asayişi sağlamasını, aksi halde meydana gelecek olayların sonucuna katlanması gerekeceğini belirtmiştir.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Harbiye Nazırlığı'na bir nota vermiştir. Notanın içeriği şöyledir:

1-
Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir.
2- Bu yörelerde, Kars'ta olduğu gibi baştan başa şuralar kurulmuştur.
3- Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.
4- Bu gelişmeler, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı-Jön Türklerce örgütlenmektedir. 14

Bu İngiliz notasının sonunda Amiral Calthorp'e, "Gereken her türlü önlemin derhal alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını" bildirmiştir. 15

Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit'e gönderdiği resmi yazıyla yetinmemiş, Padişah Vahdettin'le de görüşerek, "Karadeniz'deki karışıkların bastırılması konusunda" ona da kesin uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin'e, "Yüksek yetkiler sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu'yu disiplin altına almasını" söylemiştir. 16

Aynı hafta içinde, 25 Nisan 1919 Cuma günü, İngiliz Komiser Vekili Amiral Webb de Sadrazam Damat Ferit'i ziyaret ederek aynı istekleri tekrarlamıştır. 17

Damat Ferit, İngiliz yetkililere, bu sorunun en kısa zamanda çözüleceğini bildirmiştir. 18

O günlerde Osmanlı yönetiminin en çok dikkat ettiği nokta Paris Barış Konferansı'nda Osmanlının aleyhine kullanılabilecek bir durumun oluşmamasıdır. Bu bakımdan özellikle İngilizlerin memnun olması çok önemlidir. Bu amaçla İngilizlerin 21 Nisan tarihli notasına uygun olarak Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde asayişi sağlayacak önlemler alınmalıdır. Zaman kaybetmeden güçlü bir komutan bölgeye gönderilerek, asayiş sağlanmalı ve Paris Barış Konferansı öncesinde İngilizler memnun edilmelidir.

Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin işte bu düşünceler içinde Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermişlerdir.

Atatürk'e verilen görev ve yetkiler şunlardır:

1-
Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik sebeplerinin saptanması.
2- Silah ve cephanenin biran önce toplattırılıp koruma altına alınması.
3- Şuralar varsa ve asker topluyorsa, bunun kesinlikle engellenmesi.
4- Şuraların kapatılması.

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, Vahdettinci yazarların iddia ettiği gibi "durup dururken bir görev icat edip Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiş" değildir; Vahdettin doğrudan doğruya İngilizlerin "notası" ve "isteği" üzerine harekete geçmiştir. Görev ve yetkilerden de anlaşılacağı gibi Atatürk'ten istenen ve beklenen Anadolu'da bir direniş başlatmak değil, tam tersine başlamış olan direnişleri etkisiz hale getirmektir.

Atatürk'e geniş yetkiler verildiği doğrudur. Ancak Vahdettinci yazarların, Vahdettin'in, Atatürk'e bu geniş yetkileri, "gizlice bütün yurtta direnişi örgütlemesi" amacıyla verdiği iddiaları yalandır. Çünkü bu yetkilerin geniş olmasının iki nedeni vardır.

Birincisi, 21 Nisan 1919 tarihli İngiliz notasında sadece Karadeniz bölgesinden değil doğu illerinden de söz edilmektedir. Yani yetkilerin geniş tutulmasının birinci nedeni, doğudan
İngiliz notasıdır. İkincisi de bu yetkileri Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla yaptığı görüşme sonunda bizzat Atatürk genişletmiştir. 19

Atatürk'e mülki (idari) yetkiler verilmesinin nedeni ise, yine İngiliz notasında belirtilen "şuralara" son verebilmesi içindir. Atatürk'ün, bu sivil örgütlere son verebilmesi için, askerler dışında sivillere de emir verebilmesi gerekir.

Ayrıca Atatürk'ün Batı'ya ya da İç bölgelere değil de Karadeniz'e, doğuya gönderilmesi, onu gönderenlerin tamamen İngiliz istekleri doğrultusunda hareket ettiklerini kanıtlamaktadır. 20

Peki ama Vahdettin neden bu görev için Atatürk'ü seçmiştir? Neden Atatürk gönderilmiştir?

Öncelikle Atatürk'ü seçen Vahdettin değildir, kendisinin de bizzat itiraf ettiği gibi, Atatürk'ü hükümet bu göreve getirmiş, Vahdettin sadece bu atamayı onaylamıştır. Vahdettin bu atamayı neden onayladı? sorusuna cevap vermeden önce, Damat Ferit Hükümeti neden bu göreve

Atatürk'ü neden seçti? sorusuna cevap verelim

Bu konuda Atatürk'ün çabaları belirleyici olmuştur. İşgal İstanbul'unda bulunduğu 6 aylık sürede Atatürk'ün kafasının bir köşesinde hep Anadolu'ya geçerek "direniş" başlatma düşüncesi vardır. Bu amaçla İttihatçı yer altı örgütleriyle temas kurarak "Anadolu'ya gizli geçiş planı" üzerinde çalışmıştır.

qhnfO.jpg
Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi kişilerle İstanbul'da gizli görüşmeler yaparak "Gebze Kocaeli yolunun" kontrol edilmesini istemiştir. Yaveri Cevat Abbas Gürer, Atatürk'ün Gebze-Koacaeli yolu üzerinden gizlice Anadolu'ya geçmeyi düşündüğünü, bu konuda her türlü hazırlığı yaptığını belirtmiştir. 21

Bir taraftan Anadolu'ya "gizli geçiş planı" üzerinde çalışan Atatürk, diğer taraftan güvendiği arkadaşlarıyla Şişli'deki evde görüşmeler yaparak bir "kurtuluş planı" hazırlamıştır. İşte bu görüşmeler sırasında hükümetteki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak müfettişlik görevini almayı başarmıştır. Şöyle ki, Atatürk yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Mehmet Ali Bey'le tanışmış, ve birkaç kere Şişli'deki evde Mehmet Ali Bey'le görüşüp nabzını yoklamıştır. Daha sonra da Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Avni Paşa'yla diyalog kurmuştur. Sonra da yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa'yla temas kurmuştur. Ayrıca daha önce değişik cephelerde birlikte mücadele ettiği Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla irtibata geçmiştir. İşte Atatürk, hükümetteki bu tanıdıklarını kullanarak Damat Ferit'e ulaşmıştır. İngilizlerin hükümete ültimatom verdiği günlerde Damat Ferit, "Acaba Anadolu'ya kimi göndersek?" diye düşünürken devreye giren Mehmet Ali Bey'in, Damat Ferit'e telkinleri sonrasında ve Avni Paşa, Şakir Paşa ve Kazım İnanç Paşa'nın onayıyla, görev Atatürk'e verilmiştir. Ancak Damat Ferit çok temkinlidir, önce Atatürk'le birkaç görüşme yapmış, hatta onu İngilizlere bile sormuş, hükümete ve padişaha bağlılığına kanaat getirince Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişliği görevine getirmiştir. 22

Bu sırada Atatürk, genelkurmaydaki güvendiği arkadaşları Kazım Paşa ve Fevzi Paşa'dan yardım istemiştir.

Örneğin Fevzi Paşa, İngilizlere, bu karışıkları ancak Atatürk'ün önleyebileceği konusunda telkinlerde bu-lunmuştur. 23

Atatürk'ün İstanbul'da kaldığı 6 ay boyunca izlediği "stratejik İngiliz politikası" da buna eklenince, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesine İngilizler de itiraz etmemiş, hatta ona vize bile vermişlerdir.

Atatürk bu arada genelkurmayda Fevzi Paşa ve Cevat Paşa'yla gizli bir "üçlü görüşme" yaparak, Anadolu direnişi konusunda onlarla anlaşmıştır.

V52tT.jpg
29 Nisan 1919 Salı günü Atatürk'e 9. Ordu Müfettişliği görevi verilmiştir. Atatürk genelkurmaya çağrıldığında görevin detaylarını öğrenmek için Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla görüşerek yetkilerini biraz daha genişletmeyi başarmıştır. Yetki belgesini cebine koyup Kazım İnanç Paşa'nın yanından çıkarkenki duygularını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a, "Tarih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum, tarif edemem. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim" diyerek anlatmıştır. 24

Harbiye Bakanlığı, Atatürk'ün Anadolu'ya atanması kararını 30 Nisan 1919'da Padişah Vahdettin'e arz etmiştir. 25 "Atatürk'ün 9. Ordu Mü-fettişliği'ne Tayini Hakkındaki İrade" aynı gün saraydan çıkmıştır. 26

Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesiyle ilgili kararname 4 Mayıs 1919 Pazar günü Meclisi Vükela (Bakanlar Kurlu)'da görüşülüp kabul edilmiştir.

Şimdi de "Vahdettin Atatürk'ün bu göreve getirilmesini neden kabul etti?" sorusuna cevap verelim. Bu durumun belli başlı nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:

1- İngilizlerin çok önemsedikleri bu zor görevi Atatürk'ün yerine getirebileceğini düşünmesi:
Vahdettin, askerlik geçmişindeki başarılardan dolayı Anadolu'da tanınan Atatürk'ün bu görevi kolayca yerine getireceğini düşünmüştür. Paris Barış Konferansı arifesinde işini şansa bırakmak istemeyen Vahdettin, İngilizlerin çok önem verdikleri bu görevi Atatürk'e vermeyi doğru bulmuştur.

2- Atatürk'ü tanıması ve ona güvenmesi: Vahdettin, 1917 Almanya gezisinden beri Atatürk'ü tanımaktadır. Atatürk o tarihten itibaren hep bir şekilde Vahdettin'in yanında olmuştur. Bir ara Padişahın "Fahri yaverliğini" yapmıştır. "Bir fahri yaveri hazreti şehriyarinin efendisine karşı isyan edebilmesi her ikisi için de (Vadettin ve Damat Ferit) tasavvur edilmeyecek bir şeydi". [27]

Ayrıca, Atatürk, 13 Kasım 1918'-de İstanbul'a geldikten sonra tam 8 kere Padişah Vahdettin'le görüşmüştür. Hatta bir ara Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmesi gündeme gelmiştir. [28]

Bu nedenle az çok padişahın güvenini kazanmıştır.

3- Atatürk'ün İttihatçı Olmaması: 21 Nisan tarihli İngiliz ültimatomunda, doğudaki Ermeni karşıtı olayların, Ermeni karşıtı İttihatçı Jön Türklerce örgütlendiği belirtilmiştir. Bu
nedenle bu göreve getirilecek kişinin İttihatçı olmaması gereklidir. Ayrıca Padişah Vahdettin de İttihatçılara ve Enver Paşa'ya düşmandır. İşte bu noktada Atatürk'ün İttihatçı olmaması ve Enver Paşa'ya karşı olması, bu göreve getirilmesinde etkili olmuştur.

4- Alman karşıtlığı: Bir Alman karşıtı olan Padişah Vahdettin, Atatürk'ün de Almanya'ya sıcak bakmadığını bilmektedir. Özellikle katıksız bir İngiliz yanlısı olan Damat Ferit açısından Atatürk'ün Alman karşıtlığı çok önemli bir durumdur. 29

5- Atatürk'ün İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenmesi: Atatürk, 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a, Anadolu'ya gönderilmesinin nedenlerinden birinin de İstanbul'dan uzaklaştırılmak olduğunu belirtmiştir: "Vahdettin kabinlerinde benim için iki zıt fikir vardı:

Biri beni lehlerine kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir surette güvenilmemesi gerektiğini iddia edenler!

Aylarca münakaşalardan sonra hangi fikir hak kazanmış bilir misiniz: Mustafa Kemal'e güvenilmez! İstanbul'da birtakım menfi telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa Kemal'i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım, beni tebrik ettiler. Beni İstanbul'dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi."
30

Atatürk'ün işgal İstanbul'undaki altı aylık dönemdeki yoğun temasları ve gizli çalışmaları, hatta hükümete ve padişaha karşı "darbe" hazırlıkları, birtakım çevreleri rahatsız etmiş olabilir. Bu durumda İstanbul Hükümeti'nin ve İngilizlerin Atatürk'ü tutuklayacakları düşünülebilir. Ancak, kamuoyunca tanınıp çok sevilen Çanakkale kahramanı bir subayı tutuklamanın hem İngilizlerin hem de İstanbul Hükümeti'nin başını ağrıtacağı muhakkaktır. Bu durumda yapılabilecek en akıllıca iş onu İstanbul'dan uzaklaştırmaktır. 31

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Atatürk'ü Anadolu'ya göndererek bir taşla iki kuş vurmayı planlamışlardır. Şöyle ki; Padişah ve Sadrazam, hem İngilizlerin verdiği ültimatom doğrultusunda bir an önce Anadolu'daki karışıklıkları önlemek, (Burada Atatürk'ün askerlikteki şöhretinden yararlanmak istemişlerdir) hem de İstanbul'da "her işe burnunu sokan" bu paşadan kurtulmak istemişlerdir. 32

6 - Damat Ferit'in sözünden çıkmaması: Vahdettin'in bu görevlendirmeyi kabul etmesinin gözden kaçan nedenlerinden biri de, Padişahın adeta Damat Ferit'in kuklası durumuna gelmiş olması, onun her dediğini kabul etmesidir. Dolayısıyla Damat Ferit, Atatürk'ü bu göreve atayınca Vahdettin buna itiraz etmeyi düşünmemiştir.

Atatürk Nutuk'ta bu "Samsun'a gidiş" konusuna şöyle açıklık getirmiştir: "Onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler, ne pahasına olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe 'Samsun ve dolaylarındaki güvenlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun'a kadar gitmem idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusu ile ilgili emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzalamaya çekinmiş, anlaşılır, anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır."

Görüldüğü gibi önce İngilizler, bir notayla Hükümetten ve Padişahtan Karadeniz'deki ve Doğu Anadolu'daki karışıklıklann bir an önce önlenmesi istemişler, Sonra Sadrazam Damat Ferit bu doğrultuda bir müfettiş ararken, Atatürk'ün kişisel girişimleri sonrasında iletişim kurduğu İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey gibi bazı hükümet üyeleri devreye girerek bu müfettişin Atatürk olabileceğini belirtip Damat Ferit'i ikna etmişler ve böylece bu görev Atatürk'e verilmiştir. Ve son olarak da bu görevlendirmeyi, yukarıdaki nedenlerden dolayı, Padişah Vahdettin de onaylamıştır.

Paşa, Paşa Devleti kurtarabilirsin

"Vahdettin, Atatürk'ü Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya gönderdi" diyen Vahdettinci yazarların kendilerince en güçlü kanıtı, Atatürk'ün Vahdettin'le yaptığı son görüşmede, Vahdettin'in Atatürk'e, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirisin!" demiş olmasıdır.

İstanbul'da kaldığı altı ay boyunca birçok kere Padişah Vahdettin'le görüşen Atatürk, Samsun'a hareket etmeden bir gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yıldız Sarayı'na giderek Padişah Vahdettin'le görüşmüştür.

Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır:

Şimdi Atatürk'e kulak verelim: "Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımız sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

'Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir.' (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). 'Bunları unutun' dedi. 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!"
33

İşte, Vahdettin'in, ağzından dökülen, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" cümlesini, "Vahdettin'in Atatürk'ü gizli bir planla Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayanlar vardır. Evet, aslında Vahdettin'i tanımasam ve Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'daki Milli hareketi yok etmek için yaptıklarını, ayrıca İngilizlerle nasıl gizlice anlaştığını bilmesem, ben de bu sözleri "Vahdettin'in, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayabilirdim. Ancak bütün bu gerçekleri bilen biri olarak bu kadar iyi niyetli olamayacağım.

Vahdettin'in bu sözlerini, Vahdettin'i "Kurtuluş Savaşı kahramanı" ilan etmek için kullananlar, Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu nedense görmezden gelmişlerdir.

Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu ve görüşmenin sonraki aşamalarını yine Atatürk'ün anılarından takip edelim:

"Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli buldum. Kendisine basit cevaplar verdim:

'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim.Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.'

Söylerken kafamdaki bulmacayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?

Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim! Nasıl hemen hüküm veririm:

Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız, İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun ede-bilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

'Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazar- şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım!

'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım.

Naci Paşa, Padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı Şahane'nin ufak bir hatırası' dedi. Kapağın üzerinde Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. 'Peki, teşekkür ederim' dedim, yaverim aldı.

Sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın pıtırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık."
34

Başından beri anlattığım gibi Vahdettin'in kurtuluş planı, "düşmana karşı silahlı direniş" değil, "düşmanın merhametine sığınmaktır." Vahdettin, özellikle Paris Barış Konferansı'nın arifesinde, İzmir'deki kanlı olaylardan dolayı Batı kamuoyu da Türkiye'nin lehine dönmüşken, İngilizleri memnun ederek, onların bir dediğini iki etmeyerek İngiliz desteğini arkasına aldığı takdirde işgallerin sona ereceğini ve devletin kurtulacağını düşünmektedir. Yani Vahdettin'e göre "devletin kurtuluşu" İngilizleri memnun etmekle mümkündür. O sırada İngilizleri memnun etmenin biricik yolu ise, İngilizlerin 21 Nisan tarihli notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkları önlemektir. Dolayısıyla Padişah Vahdettin'in, bu karışıkları önleyecek paşaya, Yıldız Sarayı'nda "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" derken kastettiği şey, İngilizlerin notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkların önlenmesi ve asayişin sağlanmasıdır. Ayrıca Vahdettin tek "kurtuluş planının" İtilaf devletlerine güvenmek olduğunu anılarında açıkça itiraf etmiştir:

"Devlet tehlikede ve İstanbul sallantıda idi. Şahsen müstakil bir siyasetim yoktu, ama kurtuluşumuz için babam Abdülmecit Han'dan miras aldığım İtilaf devletlerine yakınlık politikasını, İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlarla İngilizleri gücendirmemek şeklinde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle anlaşma olmasa bile hiç olmazsa husumetlerini (düşmanlıklarını), şiddet ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum" 35

Vahdettin ile Atatürk'ün "devletin kurtuluşundan" anladıkları çok farklı şeylerdir. Vahdettin'in "devletin kurtuluşu" yöntemi, İngilizleri memnun etmek ve onların desteğini almak biçimindeyken; Atatürk'ün "devletin kurtuluşu" yöntemi, bütün düşmanlara karşı mücadele ederek tam bağımsızlığı elde etmek biçimindedir. Ayrıca, Vahdettin, "devletin kurtuluşu" derken aynı zamanda kendi tahtı ve tacını kastederken, Atatürk, "devletin kurtuluşu" derken, ulusun egemenliğini kastetmektedir. 36

"Müttefiklerin, bitip tükenmeyen isteklerini yerine getirmekten bıktığını söyleyen Padişahın özlemini çektiği kurtuluş, onların şikayetlerinin giderilerek Osmanlı taç ve tahtını koruyacak olabildiğince ılımlı bir barışa bir an önce kavuşmak olmalıdır. Mustafa Kemal ise başından beri bireysel ya da hanedana sınırlı bir kurtuluş değil, yurdu ve ulusu içeren bütünsel bir kurtuluş amaçlamaktadır." 37

Atatürk, Samsun'a çıkıp, kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, gerekirse "sine-i millette bir ferdi mücahit olarak" mücadelesini sürdüreceğini bildirmiş ve istifa etmiştir. Bunun üzerine Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919'da Atatürk'ün müfettişlik görevine son vermiştir. 38
1 Rıfat. age, s.209.
2 Mısıroğlu, Osmanoğullannın Dramı, s.80.
3 Özakman, age. s.234.
4 Bkz. Özakman, age, s.236-246.
5 Bu beyannameyi yayınlayanlardan biri olan K. Mısıroğlu bu beyannamedeki ifadeleri dikkate almamıştır. Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği île Hilafet, İstanbul, 1993, s.194, vd; Özakman, age, s.246.
6 Özakman. age. s.234.
7 Jaeschke, İngiliz Belgeleri, s.102.
8 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 11. bs. İstanbul, 2004, s.216.
9 Jaeschke, age, s.102.
10 age, s.103.
11 Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, s.243; Selek, age, s.216.
12 Jaeschke, age, s.103.
13 Selek, age, s. 216.
14 Özakman, age, s.252.
15 Jaeschke, age, s.104.
16 Sir Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, Londra, 1951, s.129-131'den aktaran Osman Ozsoy, Kurtuluş Savaşının Perde Arkası, İstanbul, 1999, s.133; Meydan, age, s.483.
17 Jaeschke, age, s. 107.
18 Aksin, age, s.247,248.
19 Bkz. Meydan, age, s.489-492.
20 Özakman, age, s.253,254.
21 Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.344 vd.
22 Bu sürecin bütün ayrıntıları için bkz. Meydan, age, s. 463 vd.
23 Akın gazetesi, 20 Mayıs 1948.
24 Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, s.129.
25 Selek, age, s.219,221.
26 Jaeschke, age, s.109.
27 age, s.114.
28 Aksin, age, s.291-294.
29 age, s.287
30 Atay, age, s.124.
31 Bayur, age, s.292.
32 Meydan, age, s.535.
33 Atay, age, s.139.
34 age, s. 139,140.
35 Murat Bardakçı, "Birinci Cumhuriyetçilere Dev Bir Hizmet", Hürriyet, 12 Mayıs 1996.
36 Meydan, age, s.521.
37 Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s.214.
38 Saime Yücer, "Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkısı ve Geri Çağrılması Üzerine Bir İnceleme", Askeri Tarih Bülteni, Ankara, 2001, S.51, s.141.



Vahdettin Dosyası (8): Kırk Bin Altın Yalanı

Cumhuriyet tarihi yalancılarının sıkça söyledikleri yalanlardan biri de Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya giderken Vahdettin'in Atatürk'e 40.000 altın verdiği iddiasıdır.

Örneğin, Nihal Atsız, "Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa'ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir." 1 demiştir. Ancak Vahdettin'in at beslediğine ilişkin en ufak bir belge veya bilgi yoktur. 2 İyi bir binici olduğu da (bu at besleme hikayesi için) sonradan kurgulanmıştır. 3 Vahdettin'in, Atatürk'e, 40.000 altın verdiği iddiası, Necip Fazıl'dan, Kadir Mısıroğlu'na kadar bütün Vahdettinci yazarların dört elle sarıldıkları bir yalandır. 4

Vahdettin'in, Atatürk'e 40.000 altın verdiğini iddia eden Vahdettinci yazarların her şeyden önce matematik biliminden ve fizik kurallarından habersiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu matematik ve Fizik cahili yazarlara Turgut Özakman, "40.000 altının nasıl taşındığını" sormuştur? Bir altın 7.6 gram olduğuna göre 40.000 altın 304 bin gram, yani 304 kilo eder. Doğal olarak altınların sandıklara yerleştirilmesi gerekir. Her sandık 50 kilo olsa, 304 kilo altın 6 sandık eder. "Altı sandık dolusu altın saraydan Şişli'deki eve, Şişli'den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma gemisine, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza'ya, Amasya'ya, Erzincan'a, Sivas'a, Erzurum'a, Kırşehir'e, Kayseri'ye, Ankara'ya nasıl taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin ilgi ve merakını çekmez, biri bile 'bunlar nedir' diye sormaz mı? Mesela Refet Paşa, K. Karabekir Paşa, Rauf Bey, bu esrarlı sandıklardan neden hiç söz etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın olduğunu arkadaşlarına söylediyse neden hiçbiri bugüne kadar bu altınlar konusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?" 5

bZuBQ.jpg
Atatürk ve arkadaşlarının yanında üç küçük döküntü otomobil vardır. Sadece 3-4 kişinin binebildiği bu araçlara, ayrıca özel eşyaların, tüfeklerin ve dosyaların da konulduğu düşünülecek olursa 40 ton, yani 6 sandık altın nereye nasıl konulmuştur? 6

Bandırma vapurunu arayan İngilizler bu altınları neden görememiştir? Bandırma vapurunda bulunan 23 kişiden herhangi biri ve daha sonra Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk'ün yanında yakında yer alan yüzlerce kişiden hiçbiri neden bu altınlardan söz etmemiştir?

Atatürk'e verildiği iddia edilen 40.000 altın yalancı tarihçiler tarafından açık artırma misali sürekli artırılmış ve en sonunda çok uçuk bir rakama, 400.000 altına kadar çıkmıştır.

Şehzade Mahmut Şevket Efendi, 1967 yılında Murat Sertoğlu'na verdiği bir röportajda, Vahdettin'in Atatürk'e 400.000 altın verdiğini iddia etmiştir. 7

Atatürk'e Dahiliye Nezareti ödeneğinden 1000 lira ile 23 karargâh mensubunun 3 aylık maaşları, yollukları ve yüzde 50 zam verilmiştir. 8

Ayrıca değişik ihtiyaçlar için de 25.000 lira verilmiştir. 9

Atatürk ve 23 kişilik kuruluna verilen bu paranın ne kadar yetersiz olduğunu anlamak için bir örnek verelim: 1920'de Sadrazam Damat Ferit, birkaç kişilik heyetiyle Paris Barış Görüşmeleri'ne giderken kendisine 70.000 lira verilmiştir. 10

Atatürk, Anadolu'ya geçtikten sonra büyük para sıkıntısı çekmiştir.

Örneğin, Erzurum'dan Sivas'a giderken yaşanan para sıkıntısı Binbaşı Süleyman Bey'in verdiği 900 lirayla çözülmüştür. 11

Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri de kendi aralarında topladıkları 1000 lirayı Atatürk ve heyetine vermişlerdir. 12 Otomobillerin benzini Sivas-Amerikan okulunca karşılanmıştır. 13

Sivas Osmanlı Bankası Müdürü'nden 1000 lira ödünç alınmıştır. Hacı Bektaş Dergâhı Şeyhi Cemalettin Efendi de Atatürk'ün heyetine bir miktar yardım yapmıştır. 14

kbitu.jpg
Atatürk ve heyeti Sivas'tan Ankara'ya hareket ederken tam anlamıyla "yoksulluk" içindedir. Bu yoksulluğu, Mazhar Müfit Kansu, "Bütün paramız, yol için yirmi yumurta, bir okka peynir ve on ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık." diyerek ifade etmiştir. Ayrıca, aylarca sabahları bir bardak çay ile bir dilim ekmek yediklerini belirten 15 Kansu, "Ekmekçilere bile verecek paramız kalmamıştı... Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey'e müracaat ederek sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, 'Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin?' diye satmamakta ısrar ettiyse de ne olursa olsun kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu hususta bir çare bulamayarak, 'Hele sabah olsun' diyerek odalarımıza çekildik. Ankara'ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta bizi belediye besledi" diyerek yaşadıkları "yoksulluğu" gözler önüne sermiştir. 16

Atatürk, Samsun'a çıktıktan yedi buçuk ay sonra Ankara'ya geldiğinde yaşadığı "para sıkıntısından", Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi'nin Ankara tüccarından toplayıp kendisine verdiği 1000 lirayla biraz olsun kurtulmuştur. 17 Paranın geldiği gün et ve helva ziyafeti verilmesine karar verilmiştir. Her zaman çorba içilmesine alışık olanlar, et yemeği gelince şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Atatürk, Ankara'da TBMM açılırken yeni sivil elbisesi olmadığı için Erzurum Valisi Münir Bey'in sivil elbiselerini giymiştir. Ancak elbise biraz üstünden akar gibidir. İstanbulin denilen uzun ceket biraz büyük gelmiştir, reye pantolon uzun ve iğreti durmaktadır. En kötüsü de pek sevilmeyen ciğer rengindeki festir. 18

Atatürk'ün, yeni Türkiye'nin kuruluşlunu simgeleyen TBMM'nin açılışına, "emanet" elbiseyle katılması yaşadığı ekonomik sıkıntının en açık kanıtlarından biridir. Atatürk, 3 Mayıs 1920'de Kazım Karabekir'e çektiği telgrafta "Elde beş para bulunmadığı malum-u devletleridir. Şimdilik içerde bir kaynak da bulunmuyor" demiştir. 19

Rauf Orbay anılarında, Atatürk'ün İstanbul'dan hareketinden önce kendisine, "Para meselesini ne yapacağız? Girişeceğimiz işlerde şüphesiz ki paraya ihtiyacımız olacak. Fakat biliyorsun bende biraz para vardı, hepsini Minber (gazetesi) yuttu. Sen de benden farklı değilsin. Aylıklarımızla ne yapabiliriz" dediğini anlatmıştır. Rauf Orbay bu "para meselesini" Topçuoğlu Nazmi Bey'e açmış, Nazmi Bey de hiç tereddüt etmeden Rauf Bey'e 5000 lira vermiştir. Rauf Bey, "Biz Amasya'dan itibaren her işimizi bu para ile gördük. Bu para bitince, Sivas Kongresi'ne giderken Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti bize bin lira kadar para temin etmişti" diyerek para sıkıntısına dikkat çekmiştir. 20

mJrqL.jpg
Ayrıca Kılıç Ali de, Ali Galip olayında el koydukları 6000 altını Atatürk'e teslim etmiştir. Atatürk, o para yokluğunda duyduğu sevinci, "Bu çok büyük bir para. Bizimkilere öyle birdenbire söyleme yüreklerine iner!" diyerek ifade etmiştir. 21

Atatürk, Anadolu'da bir ara konuklarına kahve ikram edemez derecede parasız kalmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın hangi ekonomik güçlüklerle kazanıldığını görmek isteyenlerin Atatürk'ün, Sakarya Savaşı öncesinde 8 Ağustos 1921 tarihinde yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri'ne bakmalarını öneriyorum: Atatürk, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için, çarıktan çoraba, iç çamaşırdan iğne ipliğe, ekmekten çiviye kadar her şeyi halktan istemiştir. 22

Siz bütün bu gerçekleri bir yana bırakarak utanıp sıkılmadan hangi 40.000 altından söz ediyorsunuz? Siz bu milletle dalga mı geçiyorsunuz?

Turgut Özakman'ın dediği gibi, "İstanbul'dan o kadar altınla yola çıktılarsa neden oradan buradan yardım almak zorunda kalmışlar? Mustafa Kemal ne yaptı o kırk bin ya da yüz binlerce altını? Sakın Samsun'daki otelin bodrumuna ya da Havza'daki termal hamamın havuzunun altına gömmüş olmasın! Definecilere duyurulur!" 23

Atatürk Anadolu'ya giderken kendisine sadece 1000 lira verenler, Atatürk'ü yok edip Milli harekete son vermek için kurdukları Kuvayı İnzibatiye'ye tamı tamına 1.250.850 lira ödenek ayırmışlardır. 24

Vahdettin'in İngilizlere sığınması

Vahdettinci yazarlarca, "Kurtuluş Savaşı kahramanı" olarak gösterilen Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından derin bir üzüntüye kapılmış, Türk ulusunun kazandığı bu zaferden fena halde rahatsız olmuştur. Bu öyle bir rahatsızlıktır ki, Padişah Vahdettin, yapılan tüm önerilere karşın Mustafa Kemal Atatürk'e "kutlama telgrafı" göndermeye karşı çıkmıştır. 25

İngiliz Yüksek Komiseri Rombald, 26 Eylül 1922 tarihinde Londra'ya gönderdiği bir yazıda, "Padişah, Mustafa Kemal'e bir kutlama telgrafı göndermeye zorlandığını ama bunu reddettiğini dolaylı biçimde bilgime sunmuştur" demiştir. 26 Ancak yakınlarının ısrarı üzerine, "son savaşta" yaşamlarını yitirmiş olanların ruhuna Fatiha okumak amacıyla 15 Eylül 1922'de Fatih Sultan Mehmet Camii'nde yapılan dini törene katılmıştır. 27

TBMM, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak, kesin zaferi perçinlemiş, dahası İstanbul, Boğazlar ve D.Trakya'yı savaş yapmadan kurtarmıştır. Barış görüşmelerinin İsviçre'nin Lozan şehrinde yapılmasın karar verilmiştir. O günlerde Sadrazam Tevfik Paşa'nın meşru hükümet olarak Türkiye'yi Lozan'da İstanbul Hükümeti'nin temsil edeceğini belirtmesi üzerine harekete geçen TBMM 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmıştır.haberguncel.blogspot.com
Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra Sadrazam Damat Ferit, 22 Ekim 1922'de İngiliz polislerinin koruması altında Orient Ekspresi ile Avrupa'ya kaçarak Fransa'nın Nice şehrine yerleşmiş ve İstanbul'un kurtarıldığı 6 Ekim 1922'de orada ölmüştür.

Sadrazam Tevfik Paşa, 5 Kasım 1922'de görevinden çekilerek yönetimi İstanbul'da bulunan TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakmıştır.

Damat Ferit'in ve işbirlikçilerin kaçarak İngilizlere sığınması, saltanatın kaldırılması, Tevfik Paşa'nın istifa ederek İstanbul'u TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakması, İzmit'te Ali Kemal'in linç edilmesi, İstanbul'da tramvaylara "Kahrolsun Vahdettin" yazılması ve gibi gelişmeler Padişah Vahdettin'i korkutmaya başlamıştır. 28

"Büyük zafer İstanbul'da büyük şenliklerle kutlanıyordu. Halk gündüzleri meydanlara toplanıyor, her yerde heyecanlı nutuklar söyleniyordu. Padişaha karşı yer yer en ağır sözler sarf ediliyor, hakaretler yağdırılıyordu. Aynı gün kalabalık bir grup Yıldız Sarayını önüne gelerek padişahlık aleyhine gösteriler yapmıştı. Mevlit gecesi ise tramvayların üzerine tebeşirle, 'Kahrolsun Vahdettin' sözleri yazılıyordu. Saraydaki görevlilerin, memurların çoğu korkudan gelmiyordu." 29

Padişah Vahdettin Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasına ve saltanatın kaldırılmasına karşın önceleri hâlâ İngilizlerden "yardım" beklemekte, İngilizlerin Kemalistleri etkisizleştireceğini düşünmekte ve hâlâ tacını ve tahtını koruyacağını zannetmektedir. Ancak bir süre sonra tacını ve tahtını bir kenara bırakarak "canının" derdine düşmüştür.

Son İhanet

Vahdettin, 6 Kasım 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold ve Baştercüman Ryan'ı kabul ederek onlarla uzun bir görüşme yapmıştır. Vahdettin, bu uzun görüşmenin sonunda İngiliz makamlarının yakın bir tehlike halinde şahsını korumak için her şeyi yapacaklarına dair 1920'de verdikleri sözü hatırlatmıştır. Kendisini, güvenli bir yere götürüp götüremeyeceklerini, götüreceklerse Mısır'a mı, Kıbrıs'a mı götüreceklerini sormuştur. Rumboldi Mısır'a gitmesinin imkânsız olduğunu ama geçici olarak 10-15 kişiyle birlikte her yere gidebileceğini söylemiştir. 30

Vahdettin, bu görüşmede, Bolşevik olarak tanımladığı Kemalistlerin bir azınlık oluşturduklarını, bunun bir Kemalist darbe olduğunu ve İtilaf devletlerini de ilgilendirdiğini iddia ederek, İtilaf devletlerinin Ankara hükümetinin meşruluğunu tanıyıp tanımayacaklarını, barış sonuçlanıncaya kadar Ankara Hükümeti'nin İstanbul'la ilgili iddialarını kabul edip etmeyeceklerini ve İstanbul'u sıkıyönetim altına alıp almayacaklarını sormuştur. 31

Bu soruya Rumbold, İstanbul Hükümeti'nin ortadan kalkmış olduğu, İtilafların konferansta bir "güçle" görüşmeleri gerektiği; bunun da ancak Ankara yönetimi olacağı cevabını vermiştir.

Bu sırada İngilizler bir kere daha Padişah Vahdettin'i kullanmayı denemişlerdir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Ronald Lindsay, 6 Kasım1922 kaleme aldığı bir yazıda şöyle demiştir:

"Fırsattan yararlanarak Padişaha Kıbrıs'ta siyasi barınak önersek veya ona görevinden istifa etmemesini telkin ederek, İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını incelemekte yarar olabilir. Halifenin, İngiltere tarafından Türkiye'deki ulusçulara ve cumhuriyetçilere karşı korunması, Hindistan ve öteki İslam ülkelerinde pek etkili olabilir."

İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Crowe, bu öneriyi şöyle yorumlamıştır: "Padişaha siyasi barınak verme önerisi dikkatle incelenmelidir. Ona barınak olarak belki Hindistan'ı öne rebiliriz; ama bu denli bir öneri Hindistan'da Halifeye karşı bir soğukluk yaratabilir."

L. Curzon da bu konuya kafa yormuştur: "Padişaha siyasi barınak veririm; ama ona bu nerede verilebilir? Lütfen bu konuyu tartışınız." 33

Bu yazışmalardan açıkça görüldüğü gibi İngiltere, kaçacak delik arayan, kullanılmaya çok müsait bir durumda bulunan Padişah Vahdettin'i, daha doğrusu Vahdettin'in "Halifelik" yetkilerini kullanmak istemiştir. Halifenin, özellikle Hindistan'daki Müslümanların ayaklanmalarının bastırılmasında işe yarayacağını düşünen İngiliz yetkililer, bir ara ciddi ciddi Vahdettin'i Hindistan'a götürmeyi düşünmüşlerdir. Ama yine karşılarına Mustafa Kemal Atatürk çıkmıştır; çünkü biraz incelediklerinde Hindistanlı Müslümanların halifeden çok Atatürk'e bağlı olduklarını görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlığından dolayı Mustafa Kemal Hindistan'da, "Allah'ın kılıcı!", "İslamın son mücahidi!" gibi adlarla anılmakta ve büyük saygı görmektedir. 34

Bu gerçeği, Hindistan Kral Naibi, 10 Kasım 1922'de Hindistan Bakanlığı'na bir gizli telgrafla şöyle bildirmiştir: "Padişahın halifeliği dışında, kendisi Hindistan'da pek az tanınmıştır ve Türkiye'nin işgali sırasında, onun İngilizlerin aleti olduğundan kuşkulanılmaktadır. Dolayısıyla, genel eğilime göre onun tahttan indirilmiş olması Hindistan'da ilgisizlikle karşılanmıştır. Mustafa Kemal ise ülkesinin kurtarıcısı ve İslamın şampiyonu olarak görülmektedir." 35

Kurtuluş için Atatürk'e bir "kutlama telgrafı" çekmeyen Vahdettin, iyice sıkışınca Atatürk'le temas kurmak istemiş ama başarılı olamamıştır. 36


1 Atsız. Türk Ülküsü, s.86.
2 Özakman, age, s.275.
3 age, s.276.
4 Kısakürek. Vatan Haini Değil. Büyük Vartan Dostu Sultan Vahdettin, s.204.
5 Özakman, age. s.276.
6 age. s.276.
7 Tercüman, 6 Temmuz 1967; Özakman, age, s. 277.
8 özakman, age, s.279; Selek, age, s.137. Atatürk'ün imzaladığı bu 1000 liralık makbuzun klişesini, eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali yayınlamıştır. Ayrıca, Atatürk'ün bu paranın sarfı ile ilgili telgrafı 28 Mayıs 1919'da Vekiller Heyeti' nde görüşülmüş, gereğine karar verilmiş, karar tutanağına yazılmış, yani devletin kayıtlarına geçmiştir. ortada gizli saklı hiçbir şey yoktur. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C.I, s.84.
9 Selek, age, s.137. Ancak bu 25.000 lira iddiası da şimdiye kadar belgelenememifltir. Özakman, age, s. 281.
10 inal, age, s.2059; Özakman, age, s. 278; Gökbilgin, age, CII, s.403.
11 Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.I, s.-173.
12 Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara, 1964, s. 138.
13 Atatürk, kendisine ayrılan üç otomobilin Anadolu'da benzini bitince istanbul'dan benzin istemiştir. Bunun üzerine alınan 1000 kilo benzin Samsuna gönderilmemiş ya da gönderilememifl-tir. Yücer, age, s.135.
14 Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, C.I, 4.bs, istanbul, 1969, s.204.
15 Kansu, age, s.449, 481, 487.
16 age, s.506-508.
17 age, s.506-508; Selek, age, s.136,137.
18 age, s.40,41.
19 Karabekir, istiklal Harbimiz, s.658.
20 Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, istanbul, 1965, s. 33
21 Turan, age, s.219.
22 Meydan, age, s.545.
23 Özakman, age, s.280, dipnot 227.
24 Berber, age, s.75.
25 Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal Vahdettin ve Milli Mücadele, s. 189.
26 FO, 37117901IE10729: Rumbold'tan Curzon a gizli ve özel mektup. İstanbul, 26.9.1922; Sonyel, age, s.191.
27 İkdam, Sabah, 16.9.1922.
28 özakman, age, s.61. i
29 Çetiner, age, s.258.
30 Jaeschke, age, s.248, 249.
31 age, s.248,249.
32 FO, 371I7912IE12647; Rum-bold'tan Curzon ayazı, 7.11.1922; Sonyel, age, s.197.
33 FO, 37117910IE, 12293; Sonyel, age, s.198.
34 Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında İslam dünyasındaki saygınlığı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 3.bs, İstanbul, 2009, s.374 vd.
35 FO, 37117913IE12699; Kral Naibinden Hindistan Bakanlığına ivedi, özel ve gizli telgraf, 10.11.1922; Sonyel, age, s.198.
36 Jaeschke, age, s.250.



Vahdettin Dosyası (9): Vahdettin'in Kaçışı, Yurtdışındaki İhanetleri, ABD Başkanı'na Yazdığı Mektup

İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington, Padişah'ın yaveri Fahri Engin'le görüşerek Vahdettin'e şu mesajı göndermiştir: "Vaziyet Türkiye'de gittikçe fena bir şekil alıyor, Padişah isterse, kendisini Malaya gemimizle, Malta'ya nakledebiliriz. Durum düzelince memleketine dönerler.."

Fahri Engin, Harrington'un bu mesajını Vahdettin'e iletirken Fddişahı şöyle gözlemlemiştir: "Padişah beni iç mabeyn dairesinde kabul etti. Arkasında ropdöşambr vardı, yüzü tıraşlı, üzgün. Teklifi dinledi. Sonunda hiçbir şey söylemedi, sadece 'gidebilirsiniz' dedi. Benimle ikinci bir temas olmadı. Fakat Padişah'ın eşlerinden birinin erkek kardeşi olan Yarbay Zeki'nin, bu işler hakkında Harrington'la temasta olduğunu öğrendim."

Tahtını ve tacını istemeyerek bırakmak zorunda kalan Vahdettin, 16 Kasım 1922'de İstanbul İşgal Orduları Komutanı General Harrington'a, "İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devletine sığınır ve bir an önce başka bir yere götürülmemi talep ederim efendim. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin." diye kısa bir mektup yazarak, İngilizlerden sığınma talep etmiştir.

Vahdettin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı, oğlu Ertuğrul, beş eşi, doktoru, müzik hocası, baş mabeyincisi ve iki sekreteriyle birlikte Yıldız Sarayı'nın yan kapısından gizlice çıkarılarak,bir ambulansla rıhtıma getirilmiş ve oradan İngiliz Malaya Savaş gemisine alınarak Malta'ya götürülmüştür. Vahdettin Malta'da Kraliyet Topçu Subay Mahfili lojmanlarında konuk edilmiştir. Bu konukluğun İngilizlere haftalık maliyeti 100 sterlindir. O günlerde İngiliz parlamentosunda bir milletvekili, eski sultanın ölene kadar İngilizler tarafından mı besleneceğini sormuştur.

Vahdettin'in Türkiye'den kaçarken, gerek Harrington'a yazdığı mektubu "Müslümanların halifesi Mehmet Vahdettin" olarak imzalaması ve gerekse halifelik makamından istifa etmediğini açıklaması, onun "halifeliği" kullanmak istediğini göstermektedir. Kurnaz Padişah, İngilizlerin kendisini, "halifelik" sıfatı nedeniyle koruduklarını iyi bildiğinden bu sıfata sıkıca sarılmışa benzemektedir. Nitekim daha sonra "Kral Hüseyin'in kendisini davet ettiğini" söyleyerek Malta'dan Mekke'ye gitmesi, oradan da yine Müslümanların yaşadığı Mısır, Ürdün veya Kıbrıs'a geçmek istemesi, onun halifeliğin gücünü kullanarak ayakta kalmaya çalıştığını göstermektedir. Turgut Özakman'ın dediği gibi, "Düşmana sığınan, yani resmi esareti kabul eden bir halifenin halifeliği devam eder mi? Tabii ki etmez!" Ama "Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin Han (!)" onursuzca vatanını terk ederken, "Ben hâlâ halifeyim!" diyerek, kendi canını koruma pahasına onu kullanmak isteyen İngilizlere büyük bir koz vermiştir.

AasoW.jpg
Vahdettin, halifelik zırhına sıkıca sarılırken devreye giren Atatürk ve TBMM, 18 Kasım 1922'de Vahdettin'in halifelik sıfatını kaldırıp onun yerine Abdülmecit Efendi'yi halife olarak seçmiştir. Vahdettin'in halifelikten uzaklaştırıldığına ilişkin fetvayı Seriye Vekili Vehbi Hoca yazmıştır:

"Müslümanların padişahı ve halifesi olan kişi, düşmanın bütün Müslümanlar aleyhinde mahva sebep olan ağır tekliflerini hiçbir mecburiyeti yokken kabul ile, Müslümanların haklarını müdafaadan aczini ortaya koyarak ve Müslümanların mücahitçe savaşlarında düşman tarafına muvafakat ederek Müslümanların çözülme ve mağlup olmasını hazırlayan hareketlere fiilen teşebbüs ve bu tür yıkıcı hareketlere devam ve ısrar ve daha sonra da ecnebi himayesine iltica ederek hilafet makamını terk ve hilafetten bilfiil feragat etmekle makamından şer'en indirilmiş olur mu? Olur!"

Böylece halifelik zırhını da kaybeden Vahdettin savunmasız, çırılçıplak adeta ortada kalmıştır.

Hainliğinin farkında olan Vahdettin, yaptıklarının hesabını veremeyeceğini düşünerek, ülkeden kaçmıştır. "Müslümanların halifesi" sıfatını taşıyan Vahdettin, İngilizlere sığınırken hain Mustafa Sabri'ye yazdırıp yayımladığı "Beyannamesinde" vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını, bu onursuz davranışını, hiç utanıp sıkılmadan Hz. Muhammed'in "hicreti" ile özdeşleştirebilmiştir:

"Müvekkil-i Zişan olduğum peygamberin hicret sünnetini izledim" diyen Vahdettin beyannamesinin bir yerinde de, "Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar, saltanatla hilafeti ayırarak saltanatı Muhammediye'yi yıkmış, sadece vatanlarına değil, İslama da ihanet etmişlerdir!" demiştir.

Vahdettin'in bu beyannamesini inceleyen İlahiyatçı Prof Yaşar Nuri Öztürk şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Dikkat edilirse Vahdettin, Hz. Peygamber'in sıfatının başına bir Hz bile eklemezken, kendisinden 'zişan' (şanlı, şerefli) diye söz ediyor. Hem de Cenab-ı Peygamber'in isminin tam yanında. Halbuki İslam terbiye ve geleneği, o ifadede 'zişan' sıfatının Hz. Peygamber'e verilmesini gerektirir."

Gözleri kör olmuş, kalpleri mühürlenmiş Vahdettinci yazarlar da Vahdettin'in Türkiye'den kaçıp İngilizlere sığınmasını, hiç utanmadan, "hicret" olarak yorumlama aymazlığını göstermişlerdir.

Vahdettin'in bu korkakça ve onursuzca davranışını Hz. Muhammed'in hicretiyle bir tutmak, her şeyden önce Hz. Muhammed'e yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

Vahdettin Kaçarken Hazineyi Soymadı İddiası

Vahdettinciler, Padişahı aklamak için sürekli olarak, "Vahdettin'in, Türkiye'den kaçarken hazineyi soymadığını" dile getirmişlerdir. Öncelikle "hainlikle", "hırsızlığın" aynı şeyler olmadığını hatırlatarak bu Cumhuriyet tarihi yalanını deşifre edelim.

Vahdettin'in "hazineyi soymadığını" iddia edenler, bu iddialarını kanıtlamak için padişahın paraya pula düşkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak II. Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu, babasından kalan içi mücevher dolu bir çantanın Vahdettin'in çok ilgisini çektiğini ve Vahdettin'in o çantayı vermemek için "birtakım itirazlar icat ettiğini" belirtmiştir.

Lütfi Simavi de anılarında, "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında onun paraya çok düşkün olduğunu; ağabeyi Sultan Reşat'tan kalan paraları yasal mirasçılarına vermeyip "kendi keyfince harcadığını", bu parayla bir takım saray eşyası ve sofra takımları yaptırdığını "büyük bir şaşkınlık içinde öğrendim" diyerek ifade etmiştir.

Öncelikle, evet! Vahdettin isteseydi, hazinenin tümünü değil ama "yükte hafifi pahada ağır bazı şeyleri pekala götürebilirdi". Ancak Özakman'ın da belirttiği gibi, "Vahdettin, anlaşılan aile içi para ilişkilerinde zayıf ama töreye karşı dikkatli" olduğundan, tarihi öneme sahip değerli parçaları sarayda bırakmıştır. Örneğin Kaşıkçı elmasını cebine atmadan gitmişti. Eğer bunları çalsaydı Vahdettin'e "hırsız"[ dememiz gerekirdi. Ancak Vahdettin'in hırsız olmaması, hain olmadığı anlamına gelmez; çünkü her hırsız hain olmadığı gibi, her hain de hırsız değildir! Nedim Çakmak'ın dediği gibi, "Vahdettin haindi, ama hırsız değildi!"

Bu gerçeğin altını çizdikten sonra şimdi gelelim, "Vahdettin'in hazineyi soymadığı" ve "parasız pulsuz" Türkiye'den kaçtığı iddiasına!

Öncelikle, Osmanlıda iki tür hazine vardır. Bunlardan biri devlet hazinesi olan Hazine-i Birun, yani dış hazine, diğeri ise, Hazine-i Enderun, yani iç hazine.

İç hazinedeki giriş çıkışlar Padişahın emriyle ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Tarihçi Ubucini, "Bu hazine kayıtsız şartsız milletin malıdır. Hüküm süren sultan bu hazinenin sadece koruyucusudur" demiştir. İç hazinenin Ceyb-i Humayun denilen kısmı ise padişahın gündelik masrafları için kurulmuştur. Gelirleri arasında Mısır irsaliyesi, darphane faizleri, hediyeler, müsadereler vb bulunan bu hazineden padişaha her ay belli bir miktar maaş ödenmektedir. Tanzimat'tan sonra padişahların bütün hazineyi istedikleri gibi kullanmalarının önüne geçilmiş ve padişahlara belli bir miktar maaş ödenmesine başlanmıştır.

Eğer Vahdettin, Tanzimat'tan önce yaşamış bir padişah olsaydı, Refi Cevat Ulunay, İsmail Hami Danişment, K. Mısıroğlu ve N. Fazıl Kısa-kürek gibi yazarların "Vahdettin makbuz karşılığında isteseydi bütün hazineyi götürebilirdi" iddiasına hak verilebilirdi, ancak 1922 yılında bir padişahın elini kolunu sallayarak hazineyi götürmesine imkan yoktur. Bu yüzden Vahdettin geçici olarak yanında bulunan ve Hazine-i Hümayun'a ait olan "altın çekmeceyi", Kıyametname adlı kitabı" ve "Kur'an mahfazasını" yanına almamış, geri vermiştir ki, bu durum Osmanlı töresinin bir gereğidir.

1SEXH.jpg
Ayrıca, Büyük Taarruz kazanılıp İzmir kurtarıldıktan hemen sonra Refet Paşa TBMM'yi temsilen İstanbul'a gelerek Tevfik Paşa'dan yönetimi devralmıştır. Padişah Vahdettin'le de görüşen Refet Paşa, İstanbul'daki bütün yönetim merkezleriyle birlikte aralarında Yıldız ve Topkapı saraylarının da olduğu tarihi yerleri kontrol altına almıştır. Bu nedenle aslında Vahdettin, istese de Osmanlı hazinesini götürecek durumda değildir.

Ayrıca Vahdettin'in hazineyi soymasına da hiç gerek yoktu; çünkü zaten çok zengindi. Ağabeyi Sultan Reşat'ın ödeneği 20.000 altındı. Ayrıca saltanat mülklerinden gelen gelirleri
de vardı. Ayrıca yıllık 50.000 lira ziyafet ve seyahat ödeneği almaktaydı. Vahdettin'in aylık ödeneği (1995 itibariyle) 80 milyar lira tutmaktadır. 1918 temmuz'undan 1922 Kasım'ına kadar 51 ay tahtta kaldığına göre devletten toplam 1.020.000 altın (yaklaşık 4 trilyon lira) ödenek almıştır.

Peki, Vahdettin Türkiye'den ayrılırken yanına ne kadar para almıştır? Aslında bu konuda kesin bir belge yoktur. Değişik kaynaklarda bu para, 3000 lira ile, 50.000 lira ve 23.000 altın arasında değişmektedir.

Vahdettin Avrupa'da kendi el yazısıyla, "Önce İstanbul'daki Milli Banka'da (National Bank) olup kısa bir süre sonra British Corparation'a nakledilen 20.000 sterlin tutarındaki şahsi servetim ile on yaşındaki oğlum Ertuğrul Efendi adına Milli Banka'ya yatırılan birkaç bin sterlin bu kurumlarda kalsın. İngiliz Dışişleri'ne bildirdiğim zaman hizmetime sunulsun" demiştir.

1AQka.jpg
Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği bilgiye göre Vahdettin'in yanında ve hesabında 23.000 altın vardır.

Bu (1995 itibariyle) 92 milyar lira etmektedir. Vahdettin, Avrupa'da elindeki bazı mücevherleri satmış ve çok kıymetli bir safir taşını da İngiltere'ye rehin vermiştir. 25 Kasım 1922 tarihli Chronicle Ajansı'nın haberine göre, "Sultan Vahdettin Osmanlı Bankası'na 75.000 lira yatırmış, bankadaki mücevherlerine karşılık da 50.000 lira almış".

Bu paralara Mediha Sultan İle Kral Hüseyin'in bazı yardımları da eklenince Padişah Vahdettin'in gurbet parası 140 milyarı geçmiştir.

Kaçak Padişahın Sefaletine Üzülmek

Şimdi gelin, "Kaçak Padişahın sefaleti" hikayesini şöyle bir inceleyelim:

Vahdettin, Malta'dan Avrupa'ya geçmiş ve İtalya'da San Remo'da orta boy bir villaya yerleşmiştir. Daha sonra, İstanbul'da bıraktığı eşleri ve eşlerinin yardımcıları da gelince Magnoli (Manolya) villası adlı büyük bir köşkte yaşamaya başlamıştır. Köşkün yıllığı 600 İngiliz lirasıdır.

Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin'in bu köşkteki yaşamını şöyle anlatmaktadır:

"Nefis bir saray yavrusu olan villa 40 odası, 15 dönümden geniş bir portakal, limon korusu ve bahçesi bulunan, beyaz renkli mükellef bir kasırdı... İstanbul'dan gelen harem erkânı... kadınefendileriyle, hazinedar us-talarıyla mükellef bir harem hayatı meydana gelmiş, musahipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşına kadar bütün beyler kadrosu kuruluvermiş ve meşhur Mabeyni Hümayun tam tertip canlanmıştı... Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün teşrifat ve merasim usulleri olanca titizliğiyle korunuyordu... Yaver Zeki bu küçük kasırda kalıyordu. Burası dominyonlarda görevli zengin ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısırtacak bir refah ve konfor bolluğu içinde yüzüyordu..."

Vahdettin'in sefaletine bakar mısınız?

Göztepe'yi dinlemeye devam edelim: "Sultan Vahdettin adamlarına, Padişahlığı esnasında aldıkları maaşları, gurbette de fazlasıyla ve düzenli olarak veriyordu. Bu bol maaşlı kapı yoldaşlarına gün doğmuştu. Hepsi de İstanbul'daki ikbal günlerinde aldıkları maaşlardan yüksek aylık alıyor. Ayrıca da Yıldız Sarayı'nın meşhur mutfağını aratmayacak mükellef ve zengin bir mutfak, sofra sofra yemekler yetiştiriyordu. Öğle ve akşam yemeklerine, burada bir de mükellef sabah ve ikindi kahvaltıları ilave edilmişti. Yıldız Sarayı'nın o zengin ve meşhur mutfağı, çeşit ve nefasetinden çok şey kaybetmeden San Remo'da da devam ediyordu."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, San Remo'da adeta bir eli yağda bir eli balda "zevk-ü sefa" içinde yaşamaktadır. Buna karşın "Cumhuriyet tarihini en çok çarpıtan" yazarlardan Abdurrahman Dilipak, hiç çekinmeden, "Vahdettin, aç yaşadı, ama onurlu öldü!" diye yazabilmiştir.

Hangi açlık ve hangi onur?

Peki ama bu bolluk, bu şatafatlı yaşam nasıl sona ermiş de Vahdettin parasız pulsuz kalmıştır?

Öncelikle Vahdettin, San Remo'da kaldığı köşkte -eski alışkanlıkla- elindeki paranın bir gün biteceğini bilmeden ikincisi de yanında bulundurduğu bazı kişiler "hovardaca", Vahdettin'in servetini göz açıp kapayıncaya kadar eritmişlerdir. Yine Tarık Mümtaz Göztepe'ye kulak verelim: "Yaver Zeki'den başka, iki içki düşkünü ve keyif ehli daha vardı. Bunlardan biri İkinci Musahip Mazhar Ağa, diğeri de Tütüncübaşı Şükrü Bey. Bunlar sakızlı mastika ve düz rakının adeta küplüsü olmuşlardı. Şükrü, San Remo'ya gelince işi adamakıllı ayyaşlığa dökmüş ve postu San Remo meyhanelerine ve pavyonlarına kurmuştu. Mazhar Ağa da akşam olup da içki zamanı gelince kafayı iyice tütsüleyip körkütük oluyordu... Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa da şehrin gezip tozma yerlerini zevk ve safa köşelerini karış karış biliyordu... Yaverler, mabeynciler, ağalar ve beyler, mirasyediler gibi bir tatil ve hava değişikliği hayatı sürüyorlardı."

Özakman'ın dediği gibi, "Bu gereksiz, özenti, gösterişli hayata, bu hesapsızlığa ve savurganlığa para mı dayanır?"

Vahdettin'in servetini tüketen başka bir etken de Padişahın, bazı maceracıların aklına uyarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'e karşı bazı projelere paraca destek olmasıdır. Bu maceracılar San Remo'da kaldıkları sürece onların bütün masraflarını da Vahdettin karşılamıştır. San Ramo'ya gelerek Vahdettin'i ziyaret eden Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey "Atatürk'ün hakkından gelmek için" Vahdettin'den para istemişler, Vahdettin de bu hainlere 2000 İngiliz lirası vermiştir. Ayrıca, bir Yunan albayıyla birlikte Vahdettin'i ziyaret etmeye gelen "Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat, Yunanistan'la birlikte Ankara'ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin'den para sızdırmıştır. Hatta San Remo'da Vahdettin'e bağlı Türkiye karşıtı Tarikat-ı Selahiye adlı bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütün, Vahdettin'le yurt dışına gitmekten pişman olan ve Türkiye'ye dönmek isteyen Dr. Reşat Paşa'yı öldürdüğü iddia edilmiştir. Yılmaz Çetiner, Vahdettin'in, oğlu Ertuğrul Efendi'nin öğrenimi için ayırdığı 5000 lirayı bile Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Atatürk'e karşı "teşkilat" yapmak için geldiklerini söyleyen bu kişilere verdiğini belirtmiştir.

Atilla İlhan, Vahdettin'in yurt dışındayken, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı tertiplerin içinde yer aldığını şöyle ifade etmiştir.

"Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik o kadarla kalsa iyi, Vahdettin'i Hilafet ve saltanat tahtına iade etmek amacıyla... faaliyet gösteren Hilafet-i Kübra Cemiyeti'nin de gözdesiydi. Bu cemiyetin icra komitesi Romanya'da... bir toplantı yapıyor, aldığı karar, Başkan Mehmet Ali Bey'in San Remo'da bulunan Zat-ı Şahane'ye müstakbel bir kabine önerilme-sidir ki, üyeler arasında adı geçen Dahiliye Nazırı olarak gösterilmiş, Vahdettin'in onayı alınmıştı. Ne demek bu? Milli Mücadele başarılı olmuş, ülkede yeni bir düzen kurulmuş, onlar hala bir karşı inkılap tertibi içindedirler. Yani nehir Ankara'ya ters akıyor. Şeyh Sait İsyanı'nda bu kanadın, isyanın beyni sayılan Şeyh Seyit Abdülkadir'le irtibatı meydana çıkıyor. İddiaya bakılırsa Şeyh Sait'in iki oğlundan birisi, yurt dışında Zat-ı Şahane ile, öbürü yurt içinde Şeyh Abdülkadir'le temas halindeymiş! İsyanın gerekçesine gelince, onu o sırada asilerin halka dağıttıkları bir beyannameden okuyalım: '...Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir. Şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yaymaktadır. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.'

Vahdettin, biraz da çevresini saran Türkiye ve Atatürk düşmanlarının etkisiyle, yurt dışındayken de "ihanette" sınır tanımamıştır. Öyle ki, Cumhuriyet Türkiye'sini ABD'ye şikayet ederek ABD'den bile yardım istemiştir.

Vahdettin'in ABD Başkanı'na Yazdığı Mektup

Vahdettin, San-Remo'da bulunduğu günlerde ABD Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir.

Vahdettin'in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

İşte o ibretlik, tarihi mektup:

"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenahlarına Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmanın, bahadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin hu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki;

İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı'ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin"


Vahdettin'in 1924 yılında ABD Başkanı'na yazdığı bu mektup, Vahdettin'i aklayıp "Büyük vatan dostu!" yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir.
Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük "hıyanetini" San Remo'daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.

Vahdettin'in ABD Başkanı'na yazdığı mektuptaki bazı ifadeleri "hıyanetin" yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir. Bakın ne diyor Vahdettin:

• "Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!"
• "Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!"
• "Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve alacağı bütün kararlar geçersizdir!"
• "Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir."
• "Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı içinde değildir."
• "Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur."
• "Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!"
• "Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları insan haklarına aykırıdır."
• "Bu konuda ABD Başkanının yapacağı yardımları pek değerli sayarım!"


İşte, yurt dışında bulunduğu sırada Türkiye ve Atatürk aleyhine hiçbir olumsuz işe girişmediği söylenen Vahdettin'in Türkiye karşıtı bazı marifetleri! Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen bazı belgeler, Vahdettin'in Avrupa'dayken İngiliz yetkililerine yazdığı bazı mektuplarda Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. "Vahdettin, Atatürk'e bir bakıma düşman, çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..."

Vahdettin'in paralarının suyunu çekmesini sağlayan son etken, yaveri Zeki'nin San Remo'daki rezillikleridir. "Ele geçirdiği serveti, vur patlasın çal oynasın, har vurup harman savurmuş, delice bir hırsla giyime ve içkiye harcamış, sonunda kumarda bitirmiştir."

Memleketin Parası Vahdettin'e Verilemez

DtSjC.jpg
Vahdettin'in parasız kaldığı o günlerde bir Osmanlı generali Atatürk'ten yardım istemiştir. Hasan Rıza Soyak'a göre Vahdettin'in para sıkıntısını anlatan generalin mektubunu alan Atatürk, üzülmüş ve hatta gözleri yaşararak şunları söylemiştir: "Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerde o görkem, nerede o ululuk, nerede o saltanat! Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu alemde hiçbir şeye güvenilmez! Nasıl yardım edilebilir? Benim kişisel servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir! Hem zengin bile olsa oradan yardıma hiç hakkımız yok. Memleketin en bayındır yerleri, özellikle son ölüm kalım mücadelemizde yıkıntıya uğradı. Söz konusu olan kişinin de yanılgıları yüzünden vatan hak ve savunması için boğuşma zorunda kalarak şehit olan memleket bireyleri, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet gelirlerini ancak memleketin bayındırlığına ve bu zavallıları yaşatmaya harcayabiliriz. Onun için bu konuyu bırakalım çocuk. Yalnız mektubu bir belge olarak özellikle sakla."

Vahdettin, 15/16 Mayıs 1926 gecesi, kalp krizinden ölmüştür. Ailesinin isteği üzerine otopsi yapılarak cenazesi Şam'a nakledilmek istenmiş, ancak 120.000 lira borcu olduğu için İtalyan alacaklıları tarafından cenazesine haciz konulmuş ve bu yüzden cenaze bir ay evde kalmıştır: Bir ay sonra kızı Sabiha Sultan para bularak cenazeyi Şam'a naklettirmiş ve Vahdettin'in cenazesi burada Sultan Selim Camii'nin bahçesine defnedilmiştir.
Hainin Dibi: VAHDETTİN

Vahdettin'in Atatürk'ü "Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için değil de, tam tersine başlamış olan yerel direnişleri sonlandırması, Mondros Ateşkes Antlaşması'na uygun olarak dağıtılmamış orduları dağıtması, silahları toplaması için" Anadolu'ya göndermesi (Bunu Vahdettin'den 21 Nisan 1919 tarihli bir notayla İngilizler istemiştir,o da İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir.) Vahdettin'in kurtuluştan anladığı İNGİLİZLERİN MERHAMETİNE SIĞINMAKTIR. Bu nedenle Samsun'a hareket etmeden önce Atatürk'e "Paşa Paşa devleti kuratarabilirsin" derken aslında"İNGİLİZLERİN DEDİKLERİNİ YAPARSAN, ONLARI MEMNUN EDERSEN devleti kurtarısın" demek istemiştir. Bunu sonraki gelişmeler doğrulamıştır. Atatürk, Anadolu'ya geçip Vahdettin'in kendisine verdiği görevin tam tersine Kurtuluş Savaşı'nı başlatır başlatmaz Vahdettin'in Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırması, Atatürk gelmeyince onu görevden alması (Bu yüzden Atatürk askerlikten istifa edip sine-i millete dönmüştür). Anadolu'daki asker, sivil yöneticilere Atatürk'ün tutuklanması talimatını verenlere ses çıkarmaması. Kurtuluş Savaşı sırasında ülkenin bütün yönetimi fiili olarak İngilizlere bırakması, İngilizlerin işini kolaylaştırması, İngilizlerle yaptığı görüşmelerde Atatürk'e hakaretler ederek Atatürk'ün ortadan kaldırılmasını istemesi, Kurtuluş Savaşı yazışmalarını çaldırıp İngilizlere teslim etmesi, İngilizlerin isteği doğrultusunda Atatürk'ü TBMM içinde yapılacak bir darbeyle devirmek için Atatürk'ün Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi yakın silah arkadaşlarıyla temas kurup, onları Atatürk'e karşı kışkırtması, Büyük Taarruz'dan bir hafta önce bile İngilizlerle görüşerek Anadolu'daki milli harekete karşı, Atatürk'e karşı İngilizlerin desteğini istemesi, İngilizleri milliyetçilere saldırtmaya çalışması, İngiliz kuklası hain Damat Ferit'i beş defa sadrazam yapması, Türkiye'yi parçalayan SEVR ANTLAŞMASI'nı imzalatması, Anadolu'da Haçlı emperyalizmine karşı mücadele eden Kuvayı Milliye'ye karşı Haçlı emperyalizmine destek olmak için paralı KUVAYI İNZİBATİYE (HALİFELİK ORDUSU)'nu kurması, ayrıca hain Damat Ferit Hükümeti ile birlikte Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını "dinsiz-zındık" ilan eden fetvanın yayınlanmasına ses çıkarmamış olması, Atatürk'ün idam fermanını ımzalamış olması, Atatürk'ün rütbelerini-nişanlarını söktürmesi, Damat Ferit'le birlikte Anadolu halkını kışkırtıp Anadolu'da "İÇ SAVAŞ" başlatması (isyanlar vs.), dahası Kurtuluş Savaşı'ndan sonra HALİFELİK sıfatıya İngilizlere sığınarak kaçması ve böylece İngilizlerin Halifeliği kullanmalarına olanak yaratması,ülke dışında olduğu zamanlarda sürekli Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanlarıyla temas kurarak Atatürk'e ve Türkiye'ye yönelik haince planlar içinde olması, Vahdettin'in HAİNİN DİBİ olduğunun işaretidir.
Vahdettin'in bu ihanetleri nedeniyle TBMM daha 1920 yılında yaptığı bir gizli oturumda Vahdettin'e "HAİN" damgasını yapıştırmıştır. Vahdettin'e çok sonraları Kemalistler "hain" dememiş, daha 1920'de TBMM "HAİN" demiştir. Atatürk de 1920'de TBMM'de gizli oturumlardaki konuşmalarında "HANİN VAHDETTİN" ifadesini kullanmış, 1927'de kaleme aldığı NUTUK'ta ise Vahdettin'e hem "HAİN" hem de "SOYSUZLAŞMIŞ YARATIK" demiştir. ABD'nin BOP'una uygun olarak tarihi yeniden yazanların hainleri kahraman, kahramanları hain yapmasına şaşırmamak gerekir!
(Bo konunun ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 1. Kitap, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.)
Sinan Meydan, Bütün Dünya Dergisi


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...1:vahdettn-dosyasi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Vahdettin Dosyası (5): Atatürk'ün Vahdettin'i Milli Harekete Yaklaştırma Çabaları

Atatürk, hem Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da Padişahla yaptığı görüşmelerle, hem de Anadolu’ya geçtikten sonra Padişaha gönderdiği mektup ve telgraflarla onu Milli harekete katılmaya, en azından Milli harekete karşı olmamaya çağırmıştır. Ama Vahdettin, Atatürk’ün bu çağrılarını hep reddetmiştir.

Atatürk, İstanbul’da bulunduğu 13 Kasım 1918 ile 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında birçok defa Padişah Vahdettin’le görüşmüş, bu görüşmelerde Harbiye Nazırı olmanın ve Vahdettin’i Anadolu’ya geçirmenin yollarını aramıştır. 1 Ancak bu görüşmeler sonunda padişahın kendisini Harbiye Nazırı yapmak ve Anadolu’ya geçmek istemediğini anlamıştır. Atatürk, işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olup Padişah Vahdettin’i Anadolu’ya götürme düşüncesini, 1920 Nisanı’nda Ankara’da Yunus Nadi Bey’e açıklamıştır. 2 Atatürk, bu düşüncesini daha sonra Yusuf Hikmet Bayur’a da açıklamıştır. 3

Atatürk, 2 Şubat 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi sırasında da işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olmayı ve hükümeti Anadolu’ya taşımayı düşündüğünü belirtmiştir. 4

uqAQq.jpg
Atatürk, 1920 yılının başlarında Mazhar Müfit Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’i açıkça Anadolu’ya davet etmiştir. Padişahla görüşen Mazhar Müfit Bey, “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle mesele hallolur...” diyerek Padişahı Anadolu’ya çağırmıştır. Bu çağrıya, “Bana ulu ecdadımın başkentinden firar mı teklif ediyorsunuz?” diye bir soruyla cevap veren Vahdettin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında ulu ecdadınız gibi milletin başına geçmenizi teklif ediyorum” demiştir. 5 Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah

Vahdettin’i Anadolu’ya geçirmek istemesinin belli başlı nedenleri şunlardır:

1-
Halife-sultana duyulan geleneksel bağlılıktan dolayı halkın moral gücünü yükseltmek ve kurtuluş inancını artırmak.
2- Ülkenin İstanbul ve Ankara hükümeti diye ikiye ayrılmasını önlemek, bağımsızlık mücadelesini bir bütün halinde daha etkili bir şekilde yürütmek.
3- Halifenin Anadolu’ya geçip bağımsızlık mücadelesine katılmasıyla İslam dünyasındaki İngiliz karşıtı propagandayı daha da etkili hale getirmek ve Müslüman sömürgelerini kaybetmeyi göze alamayan İngiltere’nin Yunanistan’dan desteğini çekmesini, işgal ettiği yerlerden çok daha erken bir tarihte çekilmesini sağlamak ve böylece Kurtuluş Savaşı’nı daha kısa sürede ve daha az kayıpla kazanmak. 6

“Vahdettin, İstanbul’da kalmakla partiyi daha başlangıçta kaybetmiştir. Hâlbuki İstanbul’un işgaline (16 Mart 1920) ve hatta bir süre sonraya kadar, Vahdettin’in elinde tahtını koruyacak büyük bir fırsat vardı. Anadolu’ya geçmek. Eğer bunu yapabilseydi, Mustafa Kemal Paşa, Zat-ı şahane’nin nihayet bir sadrazamı olurdu. Bütün memleket bir ölüm kalım mücadelesi içinde yaşarken Padişahın Yıldız Sarayı’nda oturması payitaht halkının acılarının azalmasına bile yaramamıştır.” 7 Padişah Vahdettin’in hiçbir zaman Anadolu’ya geçmeyi düşünmemesinin nedeni, kurtuluşu “Anadolu merkezli bir halk hareketinden değil, “İstanbul merkezli İngiliz desteğinden” beklemesidir. “İngilizlerin yardımını almak” dışında kafasında ikinci bir kurtuluş planı olmayan Vahdettin, bu yardımın alınabilmesi için öncelikle Anadolu’ daki Milli hareketin yok edilmesi gerektiğine inanmış, politikasını bu doğrultuda şekillendirmiştir.

Atatürk, İstanbul hükümetini İngiliz isteklerine boyun eğmeye hazır görünce, Padişah Vahdettin’e bir telgraf çekerek onu uyarmak istemiştir. “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahri Yaveri Hazreti Şehriyarı” diye imzaladığı uzun telgraf, aslında bir şikâyetnamedir. Atatürk, bu telgrafının sonunda padişahı tehdit edercesine, “Eğer mecbur edilirsem, resmi görevimden istifa ederek Anadolu’da ve sine-i millette kalacağım ve vatani görevime açık adımlarla devam edeceğim. Ta ki millet ve padişah bağımsızlığına kavuşana kadar… ” 8 demiştir. Atatürk’ün bu ve buna benzer çağrılarına kulak tıkayan Padişah Vahdettin, Damat Ferit Hükümeti’nin Atatürk’ü görevden almasına, hatta tutuklama kararı çıkarmasına göz yummuştur. Bu gelişmeler üzerine Atatürk 7, 8 Temmuz 1919 gecesi ordu müfettişliğinden ve askerlik görevinden istifa etmiş ve İstanbul’a dönmeyerek Anadolu’da halkla birlikte bağımsızlık için mücadele edeceğini belirtmiştir. Atatürk’ü bu kararından vazgeçirmek isteyen Vahdettin, onun Selanik’ten yakın arkadaşlarından Abdülkerim Paşa’yı devreye sokarak Atatürk’le telgraf başında görüştürmüş, ancak herhangi bir sonuç alamamıştır. Bunun üzerine kurnaz Vahdettin, taktik değiştirmiş, 2 Temmuz 1919’da Atatürk’e bir telgraf çekerek, İstanbul’a gelmesinin ve azledilmesinin doğru olmadığını belirtmiş ve Harbiye’den 2 ay hava değişimi istenerek durum belli oluncaya kadar istediği şehir ya da kasabada dinlenmesini en uygun çözüm olarak sunmuştur. 9

Ancak, Atatürk, “Buralarda havalar iyi!” diyerek Vahdettin’in bu kurnazca planını etkisiz hale getirmiştir. Vahdettin, son olarak Atatürk’ü ve ulusalcıları Milli hareketten vazgeçmeye ikna etmek için “nasihat heyetleri” oluşturmuştur.

Vahdettin,in Atatürk'ü ve arkadaşlarını İngilizlere şikayeti ve Atatürk,e hakaretleri

Vahdettin, 1920 yılından sonra İngiliz yetkililerle yaptığı görüşmelerde sözü döndürüp dolaştırıp Milli hareketin yok edilmesine getirmiştir. Örneğin 21 Ağustos’ta Robeck’le yaptığı görüşmede Milli hareket hakkında şunları söylemiştir:

“İngiltere’nin gelecekteki yardımı konusunda biraz direniş gösterdi ve ülkesini yıkmış olan macereraperestleri sertçe kınadı... Onların Türk olmadıklarını öne sürerek, kurmuş oldukları gruplara saldırdı... Onların İngiltere ile Türkiye arasındaki geleneksel dostluğu ayaklar altına aldıklarını; ülkede çoğunluğu oluşturan gerçek Türklerin bu geleneğe sadık olduklarını ve bu dostluğu canlandırmak ve ona uymak için uğraştıklarını söyledi…” 10

Londra Konferansı bitmeden önce Padişah Vahdetin, 23 Mart 1921’de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcisiyle görüşmüştür. O gün Padişahla görüşen İngiliz temsilci Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir yazıda görüşmenin detaylarından şöyle söz etmiştir:

“Salonda, Sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan’dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salı verdi ve Ryan’ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra’da yapılmakta olan konferansla ilgili Mustafa Kemal’den Tevfik Paşa’ya gönderilmiş olan üç telgrafa değindi ve Ankara’nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: ‘Anadolu’daki durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişledir. Ve halkın itaatkâr, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, tek kaygıları, kendi çıkarları olan 16.000 subayın desteğine dayanır... Ankara önderleri, bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan veya başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirlerine benzemektedir. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen, ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Onların kıskacı o kadar etkindir ki, propaganda vasıtasıyla bile Türklere ulaşmak olanaksızdır. Gerçek Türker merkeze sadıktır; ama tehdit ediliyor veya aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar. Bolşevikler şimdi Türk hududuna yaklaşmıştır. Ankara önderleri onlarla hâlâ entrika çeviriyor.”

Rumbold, yazısını şöyle sürdürmüştür:

“Ankara önderleri Halifeliği İstanbul’dan kaldırmaya yeltenirse bunun Avrupa için çok tehlikeli olacağını vurguladı... Padişaha İngiltere’nin Londra Konferansı’nda oynadığı iyi (!) rolden söz ettim. Ona konferansta öne sürülen önerilerin, uzlaşmaya varılmasına olumlu bir zemin hazırlamış olduğunu anlattım; yeter ki, iyi niyetli tüm Türkler Padişahın önderliği altında birleşsin, makul bir barış yapılması fırsatından yararlansın ve İngiltere’nin eski dostluğunu kazansın; ama aşırı eğilimliler aşırı taleplerde direnirse bunun sonucu olarak kararsızlık ve olaylar çıkmasından kaçınılmayacağını anlattım. Padişah beni büyük dikkatle dinledi ve bana teşekkür etti...” 11

Görüldüğü gibi bir “yobaz yalanı” olan “Atatürk Türk değildir!” yalanını, yıllar önce İngilizlere yaltaklanan Padişah Vahdettin de söylemiş!... Demek ki “hainlik”, Atatürk’e dil uzatanların genetik yapısında var... 12 Şimdi soruyorum: “Bu Vahdettin mi Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatsın diye Anadolu’ya gönderen? Bu Vahdettin mi “büyük vatan dostu?” Gerçi sizin vatanınız İngiltere’yse orasını bilemem...

İngilizlerin Vahdettin'e verdiği gizli görev

İngilizler, kendilerine yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin’i, Anadolu’daki Milli harekete ve bu hareketin lideri Atatürk’e karşı kullanmak istemişlerdir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği “çok gizli” yazıda, Padişah Vahdettin’i “korumaktan” ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı kullanmaktan şöyle söz etmiştir:

“Ulusçuların amacı... Padişaha karşı hiç toleransları yoktur ve padişah şu üç seçenekle karşılaşacaktır: İstifa, sürgün veya ölüm... Şimdiki durumda hem gücünü hem saygınlığını yitirmiştir; ama onun tahtından indirilmesi, ciddi düşünceli kamu arasında şok etkisi yapacaktır... Ankara’yı hizaya getirmemiz gereklidir ve onlarla işlemlerimizde kararlılıkla davranmalıyız.

Padişahın kişiliği ve tahtta kalması arasında ayrım yapıyorum. Olağanüstü bir durumda onu korumaya söz vermiş bulunuyoruz. Bunun iki nedeni vardır:

1-
Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına bizim baskımızla izin vermiştir;
2- İstifa etmeyi ciddi olarak tasarlarken onu bu görüşten vazgeçirmiştik. Ancak onun tahtında kalmayı sürdürmesi için hiçbir sorumluluk altında değiliz. Kendi görüşümce Padişah, durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde kalmalıdır. Şu anda pek az gücü vardır. Ankara’daki önderler ondan hoşlanmıyor ve Türkiye’deki halk arasında pek popüler değildir...” 13

İngilizler, “Ankara’yı hizaya getirmek” için, Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin veren Padişahı, “durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde tutarak” kullanmayı planlamışlardır.

Vahdettin'in Büyük Taarruz öncesindeki ihanet planı

Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını İngilizlere şikâyet etmiş, onları ortadan kaldırmaları için İngilizleri harekete geçirmeye çalışmıştır. Vahdettin’in “Atatürk” ve “Milli hareket” düşmanlığı o kadar fazladır ki, Büyük Taarruz’un yaklaştığı günlerde, 7 Ağustos 1922’de İngiltere Yüksek Komiseri Rumbold’a şunları söyleyebilmiştir:

“Millici liderler bir hükümet değildir, bir isyancılar ve bir ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki’nin canlandırıcılarıdır. Çeşitli adlar altındaki bunların sonuncusu milliyetçilerdir kişisel çıkarları için ülkede egemenliklerini kurmaya çalıştılar. Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevik’ten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır... Millicilerin gücü abartılıyor. Onların gücü, Yunanın Türk arazisini işgal altında tutmasından ve merkezi hükümetin sözünü geçirme olanaklarından yoksun bırakılmasından ileri gelmektedir.

Yunanın geri çekilmesi ve boşalan arazinin kısım kısım meşru hükümete teslim edilmesi Millicileri güçsüz bırakacaktır…”
14

AsfPn.jpg
Türk ulusunun kaderini belirleyecek olan Büyük Taarruz’un başlamasına, tamı tamına 19 gün varken, Padişah Vahdettin, İngilizlere, Milli hareketi kötüleyerek, “özverilerde bulunarak” barış yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Kurnaz Vahdettin, İngilizleri kışkırtıp Yunanlılara saldırtarak ele geçirilen toprakların “merkezi hükümete” yani kendisine verilmesini istemiştir.

Atatürk’ün vatanı düşman işgalinden kurtarma hesapları yaptığı günlerde, yukarıdaki hesapları yapan Padişah Vahdettin’e ne diyeceğiz? İngilizler, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru Milli hareketi ortadan kaldırmak için Atatürk’ü etkisiz hale getirmeye karar vermişlerdir. Atatürk’ü etkisizleştirmek için de Padişah Vahdettin’i kullanmaya çalışmışlardır.

Örneğin, 9 Ocak 1922’de Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir yazıda Atatürk’ü etkisizleştirmek için Padişaha verilecek rolden şöyle söz etmiştir: “Bağlaşıklar aralarında birliği sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse, padişahın Anadolu’ya başvurarak halkın desteğini sağlaması ve Kemal’i güç bir durumda bırakması olanaklıdır.” 15

İngiltere Büyükelçiliği Baş tercümanı Ryan’ın, 7 Şubat 1922’de Londra’ya gönderdiği “Atatürk’ü devirme planına” göre, Atatürk dışarıdan itilaf devletlerinin askeri gücüyle değil, içeriden saltanatın gücüyle devrilecektir. Bunun için daha makul bir barış antlaşması yapıp sultana imzalatılacaktır. Bunun üzerine sultan milliyetçilerin bir kısmını kendi yanına çekip otoritesini yeniden kuracaktır. Arkadan da itilaf devletlerince desteklenecektir. İtilaf devletleri Türk halkının milli amaçlarına istekli gözüküp Sevr Antlaşması’nda yapılacak bazı değişiklikleri “tantanayla” ilan edecekler ve bunları kabul etmeyenlere karşı her türlü tedbiri uygulayacaklardır. Böylece Atatürk kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktır. 16

Yüksek Komiser, Rumbold, 15 Ocak’ta Lord Curzon’a gönderdiği gizli telgrafta, itilaf devletleri Sevr Antlaşması’ndan çok daha iyi bir antlaşmayla, ulusalcılara uzlaşma önerisinde bulunurlarsa ve Atatürk bunu reddederse, yeni önerilerin Padişaha sunulmasını, itilaf devletlerinin desteğiyle padişahın da halkın yardımına başvur masını önermiştir. 17

Bu sırada Padişah da boş durmamış, yeğeni Prens Sami aracılığıyla 13 Ocak 1922’de Rumbold’a gizli bir göndererek, “harekete geçme zamanının geldiğine inandığını ve Ankara’nın gücüne karşı kendi gücünü kurmak amacıyla İngiltere’nin yardımı konusunda Rumbold’la görüşmeyi dilediğini” bildirmiştir. 18 Rumbold, 7 Ağustos 1912’de Padişah Vahdettin’le bir görüşme yapmıştır. Görüşmede Vahdettin, Rumbold’a, İngiltere’nin barışı kendisiyle yapmasını, Yunan işgalindeki toprakların boşaltılıp kendisine teslim edilmesini ve Kemalist asileri temizlemede İngiltere’nin kendisine destek olmasını istemiştir. Vahdettin, İngiltere’nin daha önce Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanını bastırdığını, şimdi de askeri gücünü kullanarak Atatürk’ün isyanını bastırabileceğini söylemiştir. 19

Vahdettin'in Atatürk'e düzenlediği komplo

Milli harekete birlikte başlayanlardan Rauf Bey ve Kazım Karabekir’ in zaman içinde Atatürk’e karşı “bayrak açtıkları” ve muhalif gruba geçtikleri bilinen bir gerçektir. Atatürk bu durumu Nutuk’ta, “Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir...” diyerek açıklamıştır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’de kendisine karşı başlayan muhalefeti, “Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazılarının... Fikir ve ruhlarının kavrama sınırlarının bitmesine” bağlamıştır; ancak bu muhalefetin -Atatürk’ün bilmediği başka bir nedeni daha vardır. İngiliz arşivlerinden çıkan bu gerçeği de biz açıklayalım.

rDIp2.jpg
İngilizler, Padişah Vahdettin aracılığıyla, Atatürk’ün silah arkadaşlarından Rauf Bey’i ve Kazım Karabekir’i Atatürk’e karşı muhalefete geçirmeye çalışmışlardır.

Ankara’da Atatürk’e karşı güçlü bir “muhalefet” olduğunu düşünen Rumbold, Mayıs 1922’de, Lord Curzon’a gönderdi¤i bir yazıda, “Anadolu’daki Anti Kemalistlerin Ankara Hükümeti’ni yıkmak için yararlı bir eleman olacaklarnı” belirtmiştir. 20 İngilizler, Atatürk’ü devirmek için meclis içi muhalefete ve Enver Paşa’ya güvenmiştir. İngilizler, özellikle Atatürk’le bazı konularda görüfl ayrılıkları olan Rauf Bey ve Kâzım Karabekir Paşa’dan yararlanmak istemişlerdir.

İngiliz arşivlerindeki bazı belgeler, İngilizlerin bu planı uygulamak için Padişah Vahdettin’den yararlandıklarını göstermektedir. Rauf Bey’le, Kazım Karabekir’i kendi yanına çekmek isteyen Vahdettin, İzzet Paşa aracılığıyla onlarla ilişki kurmuştur. 23 Şubat 1922 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre, Vahdettin, Mahmut Sadık Bey aracılığıyla Kâzım Karabekir’e önemli bir mesaj göndermiştir. Padişah, Karabekir’e gönderdiği mesajda özetle, Halifelik haklarını korumasını, barış koşullarının kabul edilmesi için gerekirse şiddet kullanmasını, Atatürk’ü ve Milli hareketi desteklememesini öğütlemiştir. 21

Padişahın, Atatürk’ü meclis içinden vurmak için attığı bu haince adım, İngilizleri heyecanlandırmıştır. Örneğin, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborn, 28 Şubat 1922’de gönderdiği yazıda Padişahın bu girişimden flöyle söz etmiştir: “Padişah, Kazım Karabekir ve Rauf Bey’i, kendisinden yana çekebilirse belki Anadolu’yu Kemal’den kurtarabilir; ama bu iki etkili ulusçunun tutumu hakkında pek az bilgimiz vardır. Bildiğimiz, ikincisinin (Rauf Bey) son günlerde Ankara’daki Bakanlar Kurulundan çekilmiş ve Mustafa Kemal’le arasının açılmış olduğudur.” Bu yazıya, Dışişleri Bakanı Lord Curzon da şunları eklemiştir: “Albay Rewlinson, her ikisinin de Kemal’e karşıt olduklarını söylüyor.” 22

10 Mart 1922 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre Karabekir, Padişahın isteğine sözlü olarak verdiği yanıtta, “Ankara Hükümeti’nin uygulamakta olduğu ‘aşırı siyaseti’ yumuşatmak için elinden geleni yapacağını...” belirtmiştir. Nitekim kısa süre sonra Karabekir Paşa; Rauf Bey, Refet Paşa, Selahattin Bey ve ötekilerden oluşan Atatürk karşıtı muhalif grupları desteklemeye başlamıştır. 23

Bunun üzerine İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, 1 Nisan’da şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bu grup, Kemal’e karşı müthiş bir muhalefet oluşturacaktır.” 24 İngilizlerin, Padişah Vahdettin’i kullanarak Milli hareketi bölme planı kısmen sonuç vermiştir. Mayıs 1922’de, Büyük Taarruz öncesinde meclis, Atatürk’ün başkomutanlığını bir kez daha uzatmayı reddetmiştir. En kritik dönemde meclis içi muhalefet yüzünden ordu başsız bırakılmıştır. Temmuz 1922’de Rauf Bey, Atatürk’e rağmen Bakanlar Kurulu Başkanı seçilmiştir. Atatürk’ün, bakanları aday gösterme yöntemine de son verilmiştir. Ancak Atatürk, böyle bir dönemde orduyu başsız bırakmayacağını, fakat zaferden sonra köşesine çekileceğini belirterek başkomutanlık yetkisini uzattırabilmiştir.

“Atatürk’ün, Milli Mücadele’yi birlikte başlattığı arkadaşları ve meclis çoğunluğu, Büyük Taarruz öncesi günlerde İngiltere ve Vahdettin’i umutlandıran böyle bir aymazlık içindedirler.” 25

Şimdi soruyorum: “Milli hareketi yok etmek için İngilizlerle anlaflan ve en kritik bir dönemde, Atatürk’le silah arkadaşlarının arasını açmaya çalışan bu Vahdettin’e ne diyeceğiz?”


1 Meydan, Atatürk' ün Gizli Kurtuluş Planları, s.162 vd.
2 Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul, 1979, s.258,259; Meydan, age, s.172,173.
3 Bayur, age, s.166, Meydan, age, s.173.
4 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.15, s. 62.
5 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.II, Ankara, 1997, s. 538,539.
6 Meydan, age, s.181.
7 Selek, age, s.48.
8 Akşin, age, s.345,346.
9 age, s.355.
10 FO,371/5055/E, Robec,ten Curzon'a gizli yazı, İstanbul, 28.31920; Sonyel, age, 109.
11 Sonyel, age, s.128,129.
12 Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonra da Atatürk'e hakaret etmeye devam etmiştir: İngiliz arşivlerinde yapılan araştırmalarda Vahdettin' in, bazı İngiliz yetkililerine yazdığı mektuplarda, Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. Metin Hülagü'nün değdi gibi, "Vahdettin, Atatürk'e bir bakıma düşman; çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..." Bülent Günal, "Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e Destek Oldu mu? Ne Desteği, Mektuplarında Atatürk'e Küfür Bile Ediyor", Prof Metin Hülagü İle Röportaj, Vatan, 26 Kasım 2007, s.17.
13 age, s.157.
14 Sonyel, age, s.187; Avcıoğlu, age, s.208,209; Meydan, age, s551.
15 FO, 37117853/E, 320: Rumbold'tan Curzon'a gizli telgraf, 6.1.1922; Sonyel, age, s.160.
16 Avcıoğlu, age, s.184.
17 Sonyel, age, s.160.
18 age, s.161.
19 Avcıoğlu, age, s.184.
20 age, s.184.
21 Sonyel, age, s.164,165.
22 FO, 37177882/E 2219: İngiliz gizli istihbarat raporu, no: 548,23.2.1922. "Padişah ve Kazım Karabekir Paşa" ,R.321, İstanbul, 7.2.1922; Sonyel, age, s.165,166.
23 Sonyel, age, s.166.
24 FO, 371/7859/E 3493: İngiliz gizli istihbarat raporu, no. 605,303.1922; Sonyel, age, s.166.
25 Avcıoğlu, age, s.184.




Vahdettin Dosyasi (6): İngiliz Ajanı Gibi Çalışan Bir Padişah: Vahdettin

Başlığı okuyup, "abarttığımı" zannetmeyin lütfen; çünkü İngiliz arşivlerinde bulunan ve Salahi Sonyel'in yayınladığı bir belge, Padişah Vahdettin'in İngiliz ajanı gibi çalıştığını gözler önüne sermektedir.

Atatürk, Batı kamuoyunu Türk Milli Mücadelesi konusunda aydınlatmak için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir kurulu Londra'ya göndermeye karar vermiştir. Yusuf Kemal Bey Londra'ya gitmeden önce İstanbul'a uğrayıp Padişahla da görüşecektir.

23 Şubat 1922'de Padişah Vahdettin'in huzuruna çıkan Yusuf Kemal Bey'in anlattıklarını dinleyen padişah, ona karşılık bile vermemiş, söylediklerini dikkate almamıştır. Padişah, Ahmet İzzet Paşa ve Tevfik Paşa'nın başkanlığındaki kendi heyetini Londra'ya göndermeye karar vermiştir.

İngilizlere yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin, ajanlarını harekete geçirerek Yusuf Kemal Bey'in katibi Kemâl'in evinde bulunan valizi, katibin yokluğunda açtırarak içindeki gizli belgelerin fotoğraflarını çektirmiş ve bir mabeyincisiyle suretle İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold'a göndermiştir.

Padişah Vahdettin'in, ajanına çaledecek olan Yusuf Kemal Bey'e verdiği gizli talimatlar vardır. Söz konusu belgelerinin en önemlileri, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın Yusuf Kemal Bey'e gönderdiği bir mektup, Yusuf Kemal Bey kuruluna rehber olması için hazırlanmış yönergeler ve Asya'daki İslam devletleriyle yapılmış olan antlaşmalardır.

İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Vahdettin'in kendisine verdiği bu belgeleri, 7 Mart 1922'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na göndermiştir.

Belgeler, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nı çok sevindirmiş, Bakanlık yetkililerinden Francis Osborne bu belgelerle ilgili olarak 14 Mart'ta şu notu yazmıştır:

BDlZo.jpg
"Padişah, Yusuf Kemal'in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bize göndermekle (İstanbul'la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi biçimde gösteriyor.."

Salahi Sonyel'in dediği gibi, "Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bunları gerçekten çaldırarak Türkiye'yi işgalinde tutan düşman bir ulusun diplomatik temsilcisine gönderdiyse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çalışmalarına ihanet etmekle suçlanabilir."

İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, söz konusu belgeleri Padişah Vahdettin'in, Yusuf Kemal Bey'in çantasından çaldırtıp kendilerine verdiğini söylediklerine ve bu belgeleri açıkladıklarına göre, her şey çok net bir şekilde ortada değil midir?

Türkiye'nin, varını yoğunu ortaya koyarak Atatürk'ün önderliğinde düşmanı vatandan atmanın hesaplarını yaptığı günlerde, Padişah Vahdettin'in, Atatürk'ün Londra'ya gönderdiği Türk heyetindeki "ulusal sırlar içeren" gizli belgeleri çaldırıp işgalci düşman İngilizlere vermesinin anlamı, tek kelimeyle, "hainliktir".

İşte size Necip Fazıl'ın deyimiyle, "büyük vatan dostu Vahdettin!.."

Bir millet var koyun sürüsü

Vahdettin'e işgal yıllarında birçok kere bağımsızlık için harekete geçmesi yönünde teklifler yapılmıştır; ama o bu teklifleri hep reddetmiştir.

Örneğin, 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinden sonra Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi ve Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca'dan oluşan bir heyet, Vahdettin'i ziyaret ederek ülkenin içinde bulunduğu durum konusunda padişahı uyarmak istemişlerdir. Bu görüşme sırasında Padişah Vahdettin'le heyet üyeleri arasında çok ilginç bir diyalog geçmiştir:

Vahdettin: "Ecnebiler, her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz."

Vehbi Hoca, "Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır."

Vahdettin, "Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara'ya girerler."

Abdülaziz Mecdi, "(Sarayın penceresinden gözüken düşman donanmasını göstererek) Bu kafirlerin kudreti şu denizdeki topların menzili içindedir. Millet demir gibidir! Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz! Millet sonuna kadar mücadele edecektir."

Rauf Bey: "Hoca Efendiler, Zat-ı şahanelerine hakikati arz ediyorlar, Padişahım! Millet sınırları içinde bağımsızlığını ve makamınız kurtarmaya azmetti! Millet sizden bir anlaşmaya imza koymamanızı istirham ediyor! Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz mahzur durumda olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur."

Bu sözlere sinirlenen Vahdettin, birden ayağa kalkarak soğuk bir ses tonuyla şöyle demiştir:

"Bir millet var koyun sürüsü... Bir çoban lazım, o da benim!"

Bunlar Vahdettin'in heyete söylediği son sözlerdir. Heyet saraydan çıkarken Vehbi Hoca arkadaşlarına şunları söylemiştir:

"Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır! Allah büyüktür! Bu millet kurtarıcısını bulacaktır! Milleti koyun sürüsü olarak adlandırmak Allah'ın rızasına aykırıdır. Yaşarsak çok şeyler göreceğiz."

Halkı "koyun sürüsü" olarak gören bir padişahın, o halka inanıp, o halkla birlikte vatanın bağımsızlığı için mücadele etmesi beklenebilir mi?

Vahdettin'in Milli Hareket karşıtı beyannamesi

Milli harekete destek olmak şöyle dursun bu hareketi yok etmek için her yolu deneyen Padişah Vahdettin, 20 Eylül 1919 tarihinde yayınladığı bir beyannameyle açıkça Milli harekete karşı olduğunu göstermiş; savaşarak değil, teslim olarak kurtuluşa ulaşılabileceğini belirtmiştir.

Vahdettin'in, Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört ay sonra yayınladığı bir beyanname, "Vahdettin, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye Anadolu'ya gönderdi!" diyenlerin o "büyük yalanını" da gözler önüne sermektedir. Çünkü beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten kurnaz Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin'in umudu, halkın sessizlik içinde büyük devletlerin "adalet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir.

Vahdettin'in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı olumsuz etkilememesi için harekete geçen Atatürk, bazı tedbirler almıştır. Fakat Atatürk'ün bütün tedbirlerine karşın padişahın beyannamesi bazı yerlere ulaşmıştır.

Karabekir'in hatası

Milli harekete büyük zararlar verebilecek bu beyannamenin yayılmasında Kazım Karabekir Paşa'nın da büyük gayretleri olmuştur. Atatürk'le birlikte milli direniş için yola çıkan Karabekir Paşa'nın sadece dört ay sonraki bu değişimini anlamak olanaksızdır doğrusu! Atatürk, Nutuk'ta, Milli hareket karşıtı bu beyannamenin yurda yayılmasına önayak olan Kazım Karabekir Paşa'yı ağır bir şekilde eleştirmiştir.

Karabekir Paşa, 21 Eylül 1919'da Trabzon Mevki Komutanı'na gönderdiği uzun bir telgrafta Padişah Vahdettin'in Milli hareket karşıtı beyannamesini öve öve bitirememiştir.

İşte Atatürk'ün Nutuk'ta yer verdiği o ibretlik belge:


FQO9z.jpg
"Trabzon Mevki Komutanı'na, Şevketli Padişahımız Hazretlerinin ulusuna karşı yayımladıkları kutlu bildirilerin hemen görevlilere ve halka ulaştırılması gereklidir. Böylece şimdiki hain hükümetin melek yüzlü Padişahımız efendimizi ne denli küstahça ve gözü peklikle aldatmakta olduklarını anlayamayanlar kaldıysa hepsi anlasınlar. Ulusu ve ülkesi için kutlu yüreğinin ne denli büyük bir sevgi ve esirgeyicilikle dolu olduğunu gösteren bu bildiride en açık olarak göze çarpan şey, hükümetin haince gidişi üzerine ulusun halifelik katına sunduğu yakınma yazılarının daha Padişaha bildirilmemiş olmasıdır. Çünkü ulusa ve yurda karşı çektikleri hainlik hançerini bilmiş olsalardı, bu hainleri bir dakika bile yerlerinde tutmayacaklarına, kutlu bildirideki yürekten gelen anlatım en büyük tanıktır. Bu hainler bu gerçeği bildikleri için halife efendimizi doğrudan doğruya ulusla karşı karşıya getirmiyorlar. Bunun için ulusa düşen ödev, şanlı Padişaha sonsuz sevgi ve bağlılığını durmadan göstermek ve sunmakla birlikte, bütün ulusun ve ordunun birlik olarak Padişahın söz götürmez haklarını, ulusun ve ülkenin varlığını kurtarmaya çalıştıkları, ama bu hain hükümetin yasal ve gönülden bağlılığı anlatan bu davranışı Padişahımız efendimizden gizledikleri, üstelik büsbütün ters bir biçimde gösterdikleri gerçeğini dün karar verildiği üzere halifelik katına aracısız bildirmektir. Erzurum halkının bu yolda yazacakları telin bir örneği oraya bildirilecektir.

15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir"


Kazım Karabekir Paşa'nın Milli harekete karşı açıkça cephe alınan bu bildiriyi "kutlu bildiri" olarak adlandırması ve bu bildirideki sözüm ona "yürekten anlatımı", Damat Ferit'in, Padişahı aldattığına kanıt olarak göstermesi "inanılacak" değerlendirmeler değildir. Eğer Karabekir Paşa'yı biraz olsun tanımasak, "şaka yapıyor!", "dalga geçiyor!" denilecek türeden açıklamalardır bunlar.

Vahdettin'in Milli hareketi yok etmeye yönelik bu beyannamesine övgüler yağdırıp, bir de üstüne üstlük yurda yayılmasını sağlayan Karabekir Paşa'nın kafasının o günlerde çok karışık olduğu anlaşılmaktadır.

Karabekir Paşa'nın o günlerdeki kafa karışıklığını kanıtlayan başka gelişmeler de vardır. Örneğin, Karabekir, o günlerde Temsil Heyeti'nin Sivas'ın batısına geçmemesini ve Kuvayı Milliye'nin dağıtılmasını istemiştir. Maalesef Karabekir Paşa da Atatürk'ün diğer silah arkadaşları gibi Milli hareket sırasında bazen "yalpalamış", "zikzaklar çizmiştir". Onun bu "Padişah severliği" devrimler sürecinde de nüksedecektir. Örneğin cumhuriyetin ilanını erken bulmuş, halifeliğin kaldırılmasına ve Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmıştır.

Kazım Karabekir Paşa, Vahdettin'e övgüler yağdırdığı telgrafını şöyle bir eklemeyle Atatürk'e de göndermiştir:

"Bu konuda düşünceleriniz var mı? Bu kutlu bildiri, ulusun padişahına gerçeği bildirmesine yeniden elverişli bir durum yaratmıştır ki, Erzurum halkı hükümetin bütün cinayetlerini sayarak, yeniden padişaha dileklerini bildirecektir. Bunun örneğini ya çekilmek üzere ya da bilgi için sayın kurulunuza sunacağım"

Atatürk'e göre bu beyanname İstanbul Hükümeti'nin durumunu güçlendirdiği gibi halk üzerinde milliyetçilere karşı olumsuz bir etki yaratabilirdi. İşte bu etkiyi en aza indirmek isteyen Atatürk, Padişah Vahdettin'e bir telgraf çekerek, onu bir kere daha Milli hareket konusunda aydınlatmıştır. Atatürk söz konusu telgrafında ısrarla, hala o hain Damat Ferit'in neden görevden alınmadığını sormuştur Vahdettin'e:

Atatürk, "Tarihte şimdiye kadar işlenmiş olan ihanetlerin hiçbirisiyle kıyaslanmayacak bir ihanetle halkı birbirinin aleyhinde kışkırtan ve milleti yabancıların ihtiraslarına feda eden bu kabinenin, milletin istememesine rağmen hala yerinde kalması büyük felaketleri davet etmektedir... Onun için hemen Ferit Paşa kabinesi yerine halkın güvenine layık bir hükümetin kurulmasını bütün millet adına padişahımızdan niyaz ve istirham ederiz." demiştir.

Ancak Padişah Vahdettin kısa bir süre hariç, neredeyse tüm Kurtuluş Savaşı boyunca hain Damat Ferit'i başbakanlıkta tutmuştur.

Vahdettin'in orduyu etkisizleştirme çabaları

Padişah Vahdettin, "İngilizleri memnun etme" politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918'de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır. Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta'ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır. İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye'ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki ulusalcı subayları Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.

Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı'na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk'ten ve Temsil Heyeti'nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul'da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır. Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti'dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir'in işgali sonrasında Ege'de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.

Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)' dir. Bu tür "ihanet" ordularının sonuncusu Kuvayı Seferiye adlı ordudur.

Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Örneğin, Vahdettin'in şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir'in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" demiştir.

Ali Kemal de yazılarında sıkça, "Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur" demiştir. Şeyhülislamın, "Ordunun görevi oruç tutmaktır!" şeklindeki demecinden üç ay sonra, Alemdar'da yayımlanan bir yazıda, "Ordunun beş vakit namazda Padişah'a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır" denilmiştir.

xphP8.jpg
İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920'de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen "caiz" olduğunu ve Kuvayı Milliye'ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir. Ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk'ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır. Ordu müfettişlikleri kaldırılmış, Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919'da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir. Anadolu'daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul'a çağrılmış, Mustafa Kemal'in "zorla asker topladığı" dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir. Anadolu'ya gönderilen "inceleme kurullarıyla" ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.

28 Şubat sürecinden sonra Türkiye'de, Türk silahlı kuvvetlerini denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir. O günlerde "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

Hıyanet ordusu: Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit'e göre Atatürk'ün önderliğindeki Milli hareket (Kuvayı Milliye) bir "isyan" hareketidir ve bir an önce bastırılması gerekmektedir! İşte bu amaçla 18 Nisan 1920'de Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) adlı bir ordu kurularak Anadolu'da düşmanla mücadele eden milliyetçilerin üzerine gönderilmiştir. Sina Aksin bu orduyu, "Ulusal hareketi boğmak üzere Padişahın kurduğu resmi bir ordu" olarak tanımlamıştır.

Mondros Ateşkes Antlaşması'na tamamen aykırı bir şekilde böyle bir ordunun kurulması ve silahlandırılması, bu orduyu kuranların (Padişahın ve Başbakanın) İngilizlerden yardım aldıklarını göstermektedir. Çünkü o sırada İstanbul'daki tüm silah depoları İngilizlerin kontrolündedir. Anadolu'da kardeşin kardeşi öldürmesi anlamına gelen Kuvayı İnzibatiye projesi, böl ve yönet ilkesi doğrultusunda hareket eden İngiltere'nin emperyalist çıkarlarına tamamen uygundur.

Nitekim, "Kuvayı İnzibatiye birliklerinin silahlandırılması için bizzat Damat Ferit, İstanbul'da İngiliz kontrolündeki Maçka silahhanesinden alınmak üzere 600 tüfek, 30.000 piyade fişeği ve 800.000 makineli tüfek cephanesi verilmesi için İngiliz Başkomutanlığı'ndan bir belge almıştır. Bundan başka, Kuvayı İnzibatiye, Sapanca yönünde, 14 Haziran 1920 günü taarruza hazırlanırken bozulup geri atılınca İzmit bölgesindeki 242. İngiliz tugayının tel örgüler ve siperler ile tahkim edilmiş mevzisinden faydalanmıştır." 18 Nisan 1920 tarihli kararnameyle, Kuvayı İnzibatiye'nin nitelikleri, kuruluş amacı ve askerlere verilecek maaşlar belirlenmiştir. Buna göre amaç Kuvayı Milliye'yi yok etmektir! Devletin silahlı gücü olarak tanımlanan Kuvayı İnzibatiye, Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerine bağlı olacaktı. Bazı emekli subayların da katıldığı bu ordu, gönüllülük esasına göre oluşturulmuştu. Tümen olarak kurulan Kuvayı İnzibatiye, üç piyade alayı ve bir topçu taburundan oluşmaktadır. Toplam mevcudu 12.000 kişi olarak düşünülmüştür. Kuvayı İnzibatiye'ye gönüllü olarak yazılan subay ve askerlere çok iyi bir maaş verileceği duyurulmuştur. Erlere 30, çavuşlara 35, başçavuşlara 40, teğmenlere 60, üsteğmenlere 70, yüzbaşılara 80, kıdemli yüzbaşılara 90, tabur komutanlarına 100, alay komutanlarına 150 lira aylık verilecektir. Fakir halk, yüksek maaşlarla bu orduya katılmaya teşvik edilmiştir.

Türk ulusu yokluk ve yoksulluk içinde, vatan ve namus mücadelesi vermeye çalışırken, İstanbul Hükümeti kaynaklarını bu İngiliz destekli derme çatma ordunun haince askeri amaçlarına harcamıştır. Bu kuvvet için 1.250.850 lira ödenek ayrılmıştır.

Kuvayı İnzibatiye'nin en önemli eksikliği "gönüllülük" esasına dayalı "maaşlı" bir ordu olmasıdır. Yani, bu orduya katılanların öncelikli amacı paradır. Durum böyle olunca bir an önce görevlerini yapıp sağ alim geri dönmek istemektedir. Ayrıca kafaları da fena halde karışıktır; çünkü İstanbul İngiliz işgali altındayken onlar kendi kardeşlerine kurşun sıkmak için Anadolu'ya gitmektedirler! Şeyhülislam Dürrizade'nin, Anadolu'daki ulusalcı liderlerin ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu ve onlara karşı savaşırken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını duyuran fetvası bu orduya katılımı artıran en önemli etkenlerden biridir.

Kuvayı İnzibatiye'nin başına Atatürk'ü "isyancı" olarak adlandıran Süleyman Şefik Paşa, Kurmay Başkanlığı'na da Erkânıharp Miralayı Refik (Yaltkaya) getirilmiştir.

gZOKk.jpg
Süleyman Şefik Paşa, İstanbul Hükümeti'nin Anadolu'daki orduları etkisizleştirmek için oluşturduğu kurullardan birinin başkanı olarak 5 Ağustos 1919'da Konya'ya gitmiş, ertesi gün İstanbul'a gönderdiği telgrafta, Anadolu'daki Milli Hareketin zannedildiği kadar güçlü olmadığını eğer kendisi Harbiye Nezareti'ne getirilirse Milli hareketi kısa sürede bitireceğini belirtmiştir. Bunun üzerine Süleyman Şefik Paşa, 14 Ağustos 1919'da da Harbiye Nazırı yapılmıştır. [30] Harbiye Nezareti'ndeki bazı kişilerin Kuvayı Milliye'yi el altından desteklediği yolundaki dedikoduların izini süren Süleyman Şefik Paşa, hemen tavsiye hareketine başlamış; İstanbul Muhafızlığı, Genelkurmay İkinci Balkanlığı ve Harbiye Nezareti Müsteşarlığında değişiklikler yapmıştır. Önce, Milli harekete sıcak bakan Cevat Paşa'yı görevden alarak Hadi Paşa'yı atamıştır.

Daha sonra da Milli hareketin genelkurmaydaki gözü kulağı durumundaki İsmet Paşa'yı genelkurmaydaki bütün görevlerinden almıştır.

Süleyman Şefik Paşa böylece Anadolu'daki komutanları ve Milli hareketi güçsüzleştireceğini düşünmüştür. Göreve geldiği 14 Ağustos 1919'da askeri birliklere, "güvenliği bozanlara karşı mülki makamların istedikleri yardımın hemen yapılmasını" emretmiş ve ordu müfettişlerinin idarecilere talimat verme yetkisini kaldırmıştır. Süleyman Şefik Paşa'nın bütün bu icraatlarını Padişah Vahdettin, 19 Ağustos 1919'da onaylamıştır.

Süleyman Şefik Paşa, askerlere yayınladığı bir beyannamede kanunlara uymalarını ve hiçbir derneğe ya da partiye yaklaşmamalarını bildirmiştir. I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya yazdığı bir emirde ise yurt savunmasına geçen subayları şikayet etmiştir.

Kuvayı İnzibatiye'nin başına getirilen Süleyman Şefik Paşa'ya çok geniş yetkiler verilmiştir.

G4Ui7.jpg
Kuvayı İnzibatiye adına 54 subay ve 790 er toplanmıştır. Sonradan subay sayısı 94'e yükselmiştir. Yeni katılımlarla er sayısı da 2000'e yaklaşmıştır. Kuvayı İnzibatiye'nin birinci alayı 29 Nisan 1919'da İzmit'e gelerek karargah kurmuştur. İkinci alayı da İzmit limanında demirli Yavuz Zırhlısı'na yerleşmiştir.

Mayıs ayı başında Süleyman Şefik Paşa'nın İzmit'e gelmesi ve diğer alayların da bölgeye ulaşmasıyla hazırlıklar tamamlanmıştır. Ancak bu sırada İzmit'e mutasarrıf olarak atanan Ahmet Anzavur, "bu orduyu destekle..." talimatı alınca, Kuvayı İnzibatiye karargahı olarak kullanılan Yavuz zırhlısına gelmiştir. Süleyman Şefik Paşa'ya, istediği zaman bu ordunun başına geçebileceğini söylemiş olan Anzavur'un gelişi komuta heyetinde şaşkınlık yaratmıştır.

Zaten doğru dürüst bir planı ve programı olmayan Kuvayı İnzibatiye'de liderlik tartışması baş gösterince Süleyman Şefik Paşa komutanlık görevinden istifa ederek İstanbul'a dönmüştür. Onun yerine Kuvayı İnzibatiye'nin başına Suphi Paşa atanmıştır. Bu sırada Kuvayı İnzibatiye Ordu su'nun idaresini eline geçiren Anzavur, 2000 kişilik bir kuvvetle 10 Mayıs'ta Adapazarı'nı, 13 Mayıs'ta Kadırga'yı ele geçirmiş, Bolu-Düzce isyanından da yararlanarak 14 Mayıs'ta Gevye'ye saldırmıştır. Anzavur, bir ara İstanbul'a telgraf çekerek orduya maddi destek sağlanmasını istemiştir.

Anzavur'un amacı Eskişehir yolunu ele geçirip oradan Ankara'ya yürümekti. Aznavur, 17 Mayıs'ta Geyve boğazını ele geçirmek için hareket etmistir. Ancak bölgeyi savunmakla görevli Ali Fuat Paşa'nın hiç beklemediği bir noktadan, İkramiye yönünden saldırıya geçmiştir. Buradaki otuz askere karşın Anzavur'un emrinde 300 süvari vardır. Ali Fuat Paşa, bu durumda o otuz askerle Aznavurla mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Bu sırada ambardan çıkartılarak mevziye yerleştirilen bir makineli tüfeğin başına Ali Fuat Paşa'nın yaveri İdris Çora geçmiş ve asilerin istasyona girmesini yarım saat geciktirmiştir. İki saatten fazla devam eden bu direniş sonunda bir taraftan süvari bölüğü, diğer taraftan yüz kişilik Yüzbaşı Mesut Bey Müfrezesi ve Demirci Efe'nin atlı zeybekleri yetişmiş ve Anzavur'un kontrolündeki Kuvayı İnzibatiye birlikleri geri püskürtülmüştür.

20 Mayıs'ta, Anzavur'u "kutlamak" için İzmit'e gelen Damat Ferit büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. 23 Mayıs'ta harekete geçen Ali Fuat Paşa'nın kuvvetleri, Kuvayı İnzibatiye'nin artıklarını dağıtarak Adapazarı ve Sakarya'yı geri almış, ayrıca 4 top ve 4 makineli tüfek ele geçirmiştir. Bu yenilginin ardından Anzavur'un İstanbul'a dönmesi, askerlerin moral bozukluğu, bazı askerlerin saf değiştirerek ulusalcıların tarafına geçmesi gibi gelişmeler ve bu sırada yapılan diğer saldırılardan da sonuç alınamaması üzerine 25 Haziran 1920'de Kuvayı İnzibatiye Ordusu'na resmen son verilmiştir.

Ali Fuat Paşa, anılarında Kuvai İnzibatiye'yle yapılan çatışmaları bütün detaylarıyla anlatmıştır.

Bu anılar okunduğunda bu hıyanet ordusunun nasıl güçlükle durdurulabildiği, çok daha iyi anlaşılacaktır.

Kuvayı İnzibatiye'nin en büyük "cinayetlerinden" biri, Atatürk'ün emrinde Milli harekete destek olan Yahya Kaptan'ın katledilmesi olmuştur. Yahya Kaptan'ı pusuya düşürerek tutuklayan Kuvayı İnzibatiyeciler, Yahya Kaptan, elleri arkadan bağlı halde su içerken, Kuvayı İnzibatiye ordusunun üsteğmenlerinden Abdurrahman Efendi tarafından kalleşçe arkadan vurulmuştur (8 Ocak 1920). Bu sırada son bir gayretle başını kaldıran Yahya Kaptan'ın son sözü, "Kalleşler!.." olmuştur...




Vahdettin Dosyası (7): Atatürk'ün Samsun'a Çıkışı ve Vahdettin

Kurtuluş Savaşı'nın büyük onurunu Atatürk'e layık görmeyen şaşkınlar, 1929 yılından beri tarihi "eğip bükerek", belgeleri çarpıtarak ve beyinleri yıkayarak "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını" iddia etmişlerdir.

Her şey aslında tescilli bir Atatürk düşmanı olan Mevlanzade Rıfat'ın başının altından çıkmıştır. 1929 yılında kaleme aldığı Türkiye İnkılabı'nın İç Yüzü adlı kitabında, "VI. Mehmet Vahdettin Han, Anadolu'da Milli bir kuvvet hazırlamayı düşünmüş ve bu kuvveti meydana getirmek için yakınında bulunanların telkini ile yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa'yı geniş bir yetki ve özel bir talimatla galip devletlerin İstanbul'da bulunan temsilcilerinin bilgisi dışında gizlice Anadolu'ya göndermiştir." demiştir. 1 Turgut Özakman'ın haklı olarak "yalan, yanlış ve martaval yığını" olarak adlandırdığı bu kitabı kaynak olarak kullanan Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Nihal Atsız, Hasan Hüseyin Ceylan, Vehbi Vakkasoğlu gibi Vahdettinci yazarlar, Türk toplumunun gözünün içine baka baka yalan söylemişlerdir.

Tarihi yeniden yazan Vahdettinci yazarlar, "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin başlattı" diyebilmek için Vahdettin'in sözüm ona gizli bir planı olduğunu ileri sürmüşlerdir. K. Mısıroğlu bu planı şöyle açıklamıştır: "İstanbul ve Ankara iki hasım (düşman) pozunda, karşı karşıya olacaktır. Bu oyun düşmana karşı Anadolu ile el ele, bir siyasi komplo, bir ince politika olarak başlatılmış, Padişah ve İstanbul Hükümeti, bu oyunu büyük bir ciddiyet ve teatral bir kudretle oynamışlardır." 2

Mısıroğlu'nun bu iddiasına Turgut Özakman şu soruyla karşılık vermiştir: "Ama o fetvalar, o isyanlar, o Anzavur, o milliyetçileri tepelemek için İngilizlere türlü türlü önerilerde bulunmalar, bunlarla ilgili binlerce belge, tanık, Vahdettin'in kendi itirafları filan nedir? Eğer bu oyunsa buna olsa olsa Kanlı Nigar oyunu denilebilir." 3

tBn2k.jpg
Mevlanzade Rıfat, K. Mısıroğlu, H. Hüseyin Ceylan, N. Fazıl Kısakürek gibi Vahdettinci yazarlara göre Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için "göstermelik" bir görevle ve geniş yetkilerle Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiştir. Bu Vahdettinci yazarların, hiçbir somut belgeye dayanmadan, üstelik de Padişah Vahdettin'in, Damat Ferit ve İngilizlerle birlikte Milli hareketi yok etmek için yapıp ettikleri ortadayken böyle bir tez ileri sürebilmeleri cidden "komik" bir durumdur. İşte bu komikliğin farkında olan bu Vahdettinci yazarlar, söz konusu "güdük" tezlerini kanıtlamak için birtakım tanıklıklara, anılara dayanmışlardır.

Bu tanıklar şunlardır: Mütareke dönemi polislerinden Radi Azmi Yeğen, Fevzi Çakmak'ın eşi Fıtnat Çakmak, Erzurum Kongresi Sivas Delegesi Fazlullah Moran, Atatürk'ün silah arkadaşlarından Refet Bele, Abdülaziz'in torunlarından Şehzade Mahmut Şevket Efendi, Çankaya Köşkü garsonlarından Cemal Granda. Ayrıca Nihal Atsız ve Necip Fazıl'ın "öteden beriden duyduklarını" iddia ettikleri bir takım dedikodular... Bu anıları tek tek analiz eden Turgut Özakman, bir kısmının uydurma, bir kısmının çarpıtma, bir kısmının da mantık hatalarıyla dolu yakıştırmalardan ibaret olduğunu bütün delilleriyle gözler önüne sermiştir. 4

Şimdi bu "komik" ve "güdük" yalanı deşifre edelim.

"Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderdi!" diyen Vahdettinci yazarları yine bizzat Vahdettin yalanlamıştır. Şöyle ki, Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayınladığı beyannamede Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için seçerek Anadolu'ya göndermediğini, "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen kabineye uydum" diyerek itiraf etmiştir. 5

Ayrıca Vahdettin'e çok yakın olan Başkatip Ali Fuat Bey de anılarında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı planladığına yönelik en ufak bir bilgi kırıntısına bile yer vermemiştir. 6

Anılarında Vahdettin'le ilgili çok küçük ayrıntılara bile yer veren Ali Fuat Bey'in böyle önemli bir noktayı kaçırması imkansızdır.

Son zamanlarda "resmi tarih eleştirisi" adı altında bazı tarihçiler ve yazarlar yeniden bu "güdük tezi" dillendirmeye başlamışlardır. Örneğin Murat Bardakçı, Vahdettin'i anlattığı "Şahbaba" adlı kitabında "Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiğini" kanıtlamak için birçok belge yayınlamıştır.

Bardakçı'nın "yeni bir şey keşfetmiş gibi" davranması çok anlamsızdır; çünkü Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiği zaten bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği 1926 yılında bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay'a açıklamıştır.

Atatürk, Damat Ferit Hükümeti'nin, Padişah Vahdettin'in ve İngilizlerin bilgisi dahilinde hatta "İngiliz vizesiyle" Anadolu'ya geçmiştir. Evet! Atatürk'ü Padişah Vahdettin Anadolu'ya göndermiştir! Burada kilit soru şudur? Peki ama niye göndermiştir? Git Kurtuluş Savaşı'nı başlat, düşmanla savaş diye mi? Yoksa git, bölgedeki karışıklıkları önle, asayişi sağla diye mi?

Cevap bulunması gereken soru "Atatürk'ü kim gönderdi?" sorusu değil, "Atatürk niye gönderildi?" sorusudur.

Vahdettin, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesindeki son halkadır. Her şey İngilizlerin isteğiyle başlamıştır. Atatürk, kabinedeki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak atamasını yaptırmış, yetkilerini genişletmiş, Damat Ferit'i ikna ederek ve stratejik hamlelerle İngilizleri "uyutarak", Anadolu'ya geçmeyi başarmıştır. Vahdettin, sonradan bizzat itiraf ettiği gibi, hükümetin yaptığı atamayı sadece onaylamıştır; hepsi bu!

Şimdi bütün bu süreci adım adım izleyelim:

İngilizlerin isteği

Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. Maddesi'ne göre, "Karışıklık çıkan yerler İtilaf devletleri tarafından işgal edilecektir". Bu maddeye dayanarak Anadolu'da birçok yeri işgal eden İtilaf devletleri, "karışıklık çıkmaması" konusunda birçok kere ağır bir dille hükümeti uyarmıştır. İngilizlerin emperyalist emelleri açısından Karadeniz bölgesi ve Kafkaslar çok önemlidir; çünkü Kafkaslardaki doğal kaynakları ve Hindistan ticaret yolunu kontrol etmenin biricik yolu bu bölgeyi kontrol etmektir. Kafkaslara ve Güney Asya'ya açılan bir koridor durumundaki Karadeniz bölgesi ve Karadeniz limanları İngilizleri çok fazla ilgilendirmektedir. Bu nedenle İngilizler, 26 Aralık 1919'da Batum'u işgal etmişler ve o bölgedeki 9. Ordu'nun terhisi ve silahların teslimi işlerinin yavaş gittiği gerekçesiyle bu ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp, yerine emirleri uygulayacak birinin getirilmesini istemişlerdir. 7

İstanbul hükümeti hiç zaman kaybetmeden İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir. İngilizler, Ermenilerin yaşadığı doğudaki altı ille de özel olarak ilgilenmişlerdir; çünkü Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 24. maddesine göre bir karışıklık durumunda oralar işgal edilebilecektir.

İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen sonra Kafkaslardan, Doğu illerinden ve Karadeniz'de özellikle Samsun'dan şikayet etmeye başlamışlardır. Mütareke döneminin en huzursuz ve karışık yerlerinden biri Samsun'dur. Bu karışıklığın temel nedeni bölgenin etnik yapısı ve Pontus Rum çetelerinin faaliyetleridir. Rum çetelerine karşı kurulan Türk çetelerinin çatışmaları, mütarekenin başından beri İngilizlerin dikkatini çekmiştir. 8

İngiliz Calthorpe ve Amet 1918 Kasım sonlarında, "Samsun'da mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını" iddia etmişlerdir. 9

Ocak'ta Amerikan Tobacco Company, Londra'ya gönderdiği bir raporda "Bütün Müslümanların ve özellikle köylülerin silahlandırıldığını" bildirmiştir. Bunun üzerine Forcign Office, "Bu durumun gemi veya silah gönderilerek düzeltilmesi için gerekli tedbirin alınıp alınamayacağını" sormuştur.Bu soruya Webb, 13 Ocak'ta, "Normal şartlara dönüş için bütün bölgenin tamamıyla silahsızlandırılması gereklidir. Bu da ancak büyük bir askeri kuvvetle yapılabilir" şeklinde cevap vermiştir. 10

Bunun üzerine İngilizler, 9 Mart 1919'da Samsun'a 200 kişilik küçük bir askeri birlik çıkarmışlar, 50 kişilik bir müfrezeyi de Merzifon'a göndermişlerdir. 11

Ayrıca Teğmen Perring ve Yüzbaşı Hurst de incelemelerde bulunmak için bölgeye gönderilmiştir. 12

İngilizlerin Samsun'a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmiş, 17/18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü'ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle birlikte dağa çıkmıştır. 13

YmSdr.jpg
Teğmen Hamdi Bey'in mücadele etmek için dağa çıkması İngilizler açısından bardağı taşıran son damla olmuş, İngiliz yetkililer, hükümetin bir an önce bölgede asayişi sağlamasını, aksi halde meydana gelecek olayların sonucuna katlanması gerekeceğini belirtmiştir.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Harbiye Nazırlığı'na bir nota vermiştir. Notanın içeriği şöyledir:

1-
Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir.
2- Bu yörelerde, Kars'ta olduğu gibi baştan başa şuralar kurulmuştur.
3- Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.
4- Bu gelişmeler, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı-Jön Türklerce örgütlenmektedir. 14

Bu İngiliz notasının sonunda Amiral Calthorp'e, "Gereken her türlü önlemin derhal alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını" bildirmiştir. 15

Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit'e gönderdiği resmi yazıyla yetinmemiş, Padişah Vahdettin'le de görüşerek, "Karadeniz'deki karışıkların bastırılması konusunda" ona da kesin uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin'e, "Yüksek yetkiler sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu'yu disiplin altına almasını" söylemiştir. 16

Aynı hafta içinde, 25 Nisan 1919 Cuma günü, İngiliz Komiser Vekili Amiral Webb de Sadrazam Damat Ferit'i ziyaret ederek aynı istekleri tekrarlamıştır. 17

Damat Ferit, İngiliz yetkililere, bu sorunun en kısa zamanda çözüleceğini bildirmiştir. 18

O günlerde Osmanlı yönetiminin en çok dikkat ettiği nokta Paris Barış Konferansı'nda Osmanlının aleyhine kullanılabilecek bir durumun oluşmamasıdır. Bu bakımdan özellikle İngilizlerin memnun olması çok önemlidir. Bu amaçla İngilizlerin 21 Nisan tarihli notasına uygun olarak Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde asayişi sağlayacak önlemler alınmalıdır. Zaman kaybetmeden güçlü bir komutan bölgeye gönderilerek, asayiş sağlanmalı ve Paris Barış Konferansı öncesinde İngilizler memnun edilmelidir.

Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin işte bu düşünceler içinde Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermişlerdir.

Atatürk'e verilen görev ve yetkiler şunlardır:

1-
Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik sebeplerinin saptanması.
2- Silah ve cephanenin biran önce toplattırılıp koruma altına alınması.
3- Şuralar varsa ve asker topluyorsa, bunun kesinlikle engellenmesi.
4- Şuraların kapatılması.

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, Vahdettinci yazarların iddia ettiği gibi "durup dururken bir görev icat edip Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiş" değildir; Vahdettin doğrudan doğruya İngilizlerin "notası" ve "isteği" üzerine harekete geçmiştir. Görev ve yetkilerden de anlaşılacağı gibi Atatürk'ten istenen ve beklenen Anadolu'da bir direniş başlatmak değil, tam tersine başlamış olan direnişleri etkisiz hale getirmektir.

Atatürk'e geniş yetkiler verildiği doğrudur. Ancak Vahdettinci yazarların, Vahdettin'in, Atatürk'e bu geniş yetkileri, "gizlice bütün yurtta direnişi örgütlemesi" amacıyla verdiği iddiaları yalandır. Çünkü bu yetkilerin geniş olmasının iki nedeni vardır.

Birincisi, 21 Nisan 1919 tarihli İngiliz notasında sadece Karadeniz bölgesinden değil doğu illerinden de söz edilmektedir. Yani yetkilerin geniş tutulmasının birinci nedeni, doğudan
İngiliz notasıdır. İkincisi de bu yetkileri Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla yaptığı görüşme sonunda bizzat Atatürk genişletmiştir. 19

Atatürk'e mülki (idari) yetkiler verilmesinin nedeni ise, yine İngiliz notasında belirtilen "şuralara" son verebilmesi içindir. Atatürk'ün, bu sivil örgütlere son verebilmesi için, askerler dışında sivillere de emir verebilmesi gerekir.

Ayrıca Atatürk'ün Batı'ya ya da İç bölgelere değil de Karadeniz'e, doğuya gönderilmesi, onu gönderenlerin tamamen İngiliz istekleri doğrultusunda hareket ettiklerini kanıtlamaktadır. 20

Peki ama Vahdettin neden bu görev için Atatürk'ü seçmiştir? Neden Atatürk gönderilmiştir?

Öncelikle Atatürk'ü seçen Vahdettin değildir, kendisinin de bizzat itiraf ettiği gibi, Atatürk'ü hükümet bu göreve getirmiş, Vahdettin sadece bu atamayı onaylamıştır. Vahdettin bu atamayı neden onayladı? sorusuna cevap vermeden önce, Damat Ferit Hükümeti neden bu göreve

Atatürk'ü neden seçti? sorusuna cevap verelim

Bu konuda Atatürk'ün çabaları belirleyici olmuştur. İşgal İstanbul'unda bulunduğu 6 aylık sürede Atatürk'ün kafasının bir köşesinde hep Anadolu'ya geçerek "direniş" başlatma düşüncesi vardır. Bu amaçla İttihatçı yer altı örgütleriyle temas kurarak "Anadolu'ya gizli geçiş planı" üzerinde çalışmıştır.

qhnfO.jpg
Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi kişilerle İstanbul'da gizli görüşmeler yaparak "Gebze Kocaeli yolunun" kontrol edilmesini istemiştir. Yaveri Cevat Abbas Gürer, Atatürk'ün Gebze-Koacaeli yolu üzerinden gizlice Anadolu'ya geçmeyi düşündüğünü, bu konuda her türlü hazırlığı yaptığını belirtmiştir. 21

Bir taraftan Anadolu'ya "gizli geçiş planı" üzerinde çalışan Atatürk, diğer taraftan güvendiği arkadaşlarıyla Şişli'deki evde görüşmeler yaparak bir "kurtuluş planı" hazırlamıştır. İşte bu görüşmeler sırasında hükümetteki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak müfettişlik görevini almayı başarmıştır. Şöyle ki, Atatürk yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Mehmet Ali Bey'le tanışmış, ve birkaç kere Şişli'deki evde Mehmet Ali Bey'le görüşüp nabzını yoklamıştır. Daha sonra da Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Avni Paşa'yla diyalog kurmuştur. Sonra da yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa'yla temas kurmuştur. Ayrıca daha önce değişik cephelerde birlikte mücadele ettiği Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla irtibata geçmiştir. İşte Atatürk, hükümetteki bu tanıdıklarını kullanarak Damat Ferit'e ulaşmıştır. İngilizlerin hükümete ültimatom verdiği günlerde Damat Ferit, "Acaba Anadolu'ya kimi göndersek?" diye düşünürken devreye giren Mehmet Ali Bey'in, Damat Ferit'e telkinleri sonrasında ve Avni Paşa, Şakir Paşa ve Kazım İnanç Paşa'nın onayıyla, görev Atatürk'e verilmiştir. Ancak Damat Ferit çok temkinlidir, önce Atatürk'le birkaç görüşme yapmış, hatta onu İngilizlere bile sormuş, hükümete ve padişaha bağlılığına kanaat getirince Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişliği görevine getirmiştir. 22

Bu sırada Atatürk, genelkurmaydaki güvendiği arkadaşları Kazım Paşa ve Fevzi Paşa'dan yardım istemiştir.

Örneğin Fevzi Paşa, İngilizlere, bu karışıkları ancak Atatürk'ün önleyebileceği konusunda telkinlerde bu-lunmuştur. 23

Atatürk'ün İstanbul'da kaldığı 6 ay boyunca izlediği "stratejik İngiliz politikası" da buna eklenince, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesine İngilizler de itiraz etmemiş, hatta ona vize bile vermişlerdir.

Atatürk bu arada genelkurmayda Fevzi Paşa ve Cevat Paşa'yla gizli bir "üçlü görüşme" yaparak, Anadolu direnişi konusunda onlarla anlaşmıştır.

V52tT.jpg
29 Nisan 1919 Salı günü Atatürk'e 9. Ordu Müfettişliği görevi verilmiştir. Atatürk genelkurmaya çağrıldığında görevin detaylarını öğrenmek için Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla görüşerek yetkilerini biraz daha genişletmeyi başarmıştır. Yetki belgesini cebine koyup Kazım İnanç Paşa'nın yanından çıkarkenki duygularını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a, "Tarih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum, tarif edemem. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim" diyerek anlatmıştır. 24

Harbiye Bakanlığı, Atatürk'ün Anadolu'ya atanması kararını 30 Nisan 1919'da Padişah Vahdettin'e arz etmiştir. 25 "Atatürk'ün 9. Ordu Mü-fettişliği'ne Tayini Hakkındaki İrade" aynı gün saraydan çıkmıştır. 26

Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesiyle ilgili kararname 4 Mayıs 1919 Pazar günü Meclisi Vükela (Bakanlar Kurlu)'da görüşülüp kabul edilmiştir.

Şimdi de "Vahdettin Atatürk'ün bu göreve getirilmesini neden kabul etti?" sorusuna cevap verelim. Bu durumun belli başlı nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:

1- İngilizlerin çok önemsedikleri bu zor görevi Atatürk'ün yerine getirebileceğini düşünmesi:
Vahdettin, askerlik geçmişindeki başarılardan dolayı Anadolu'da tanınan Atatürk'ün bu görevi kolayca yerine getireceğini düşünmüştür. Paris Barış Konferansı arifesinde işini şansa bırakmak istemeyen Vahdettin, İngilizlerin çok önem verdikleri bu görevi Atatürk'e vermeyi doğru bulmuştur.

2- Atatürk'ü tanıması ve ona güvenmesi: Vahdettin, 1917 Almanya gezisinden beri Atatürk'ü tanımaktadır. Atatürk o tarihten itibaren hep bir şekilde Vahdettin'in yanında olmuştur. Bir ara Padişahın "Fahri yaverliğini" yapmıştır. "Bir fahri yaveri hazreti şehriyarinin efendisine karşı isyan edebilmesi her ikisi için de (Vadettin ve Damat Ferit) tasavvur edilmeyecek bir şeydi". [27]

Ayrıca, Atatürk, 13 Kasım 1918'-de İstanbul'a geldikten sonra tam 8 kere Padişah Vahdettin'le görüşmüştür. Hatta bir ara Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmesi gündeme gelmiştir. [28]

Bu nedenle az çok padişahın güvenini kazanmıştır.

3- Atatürk'ün İttihatçı Olmaması: 21 Nisan tarihli İngiliz ültimatomunda, doğudaki Ermeni karşıtı olayların, Ermeni karşıtı İttihatçı Jön Türklerce örgütlendiği belirtilmiştir. Bu
nedenle bu göreve getirilecek kişinin İttihatçı olmaması gereklidir. Ayrıca Padişah Vahdettin de İttihatçılara ve Enver Paşa'ya düşmandır. İşte bu noktada Atatürk'ün İttihatçı olmaması ve Enver Paşa'ya karşı olması, bu göreve getirilmesinde etkili olmuştur.

4- Alman karşıtlığı: Bir Alman karşıtı olan Padişah Vahdettin, Atatürk'ün de Almanya'ya sıcak bakmadığını bilmektedir. Özellikle katıksız bir İngiliz yanlısı olan Damat Ferit açısından Atatürk'ün Alman karşıtlığı çok önemli bir durumdur. 29

5- Atatürk'ün İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenmesi: Atatürk, 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a, Anadolu'ya gönderilmesinin nedenlerinden birinin de İstanbul'dan uzaklaştırılmak olduğunu belirtmiştir: "Vahdettin kabinlerinde benim için iki zıt fikir vardı:

Biri beni lehlerine kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir surette güvenilmemesi gerektiğini iddia edenler!

Aylarca münakaşalardan sonra hangi fikir hak kazanmış bilir misiniz: Mustafa Kemal'e güvenilmez! İstanbul'da birtakım menfi telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa Kemal'i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım, beni tebrik ettiler. Beni İstanbul'dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi."
30

Atatürk'ün işgal İstanbul'undaki altı aylık dönemdeki yoğun temasları ve gizli çalışmaları, hatta hükümete ve padişaha karşı "darbe" hazırlıkları, birtakım çevreleri rahatsız etmiş olabilir. Bu durumda İstanbul Hükümeti'nin ve İngilizlerin Atatürk'ü tutuklayacakları düşünülebilir. Ancak, kamuoyunca tanınıp çok sevilen Çanakkale kahramanı bir subayı tutuklamanın hem İngilizlerin hem de İstanbul Hükümeti'nin başını ağrıtacağı muhakkaktır. Bu durumda yapılabilecek en akıllıca iş onu İstanbul'dan uzaklaştırmaktır. 31

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Atatürk'ü Anadolu'ya göndererek bir taşla iki kuş vurmayı planlamışlardır. Şöyle ki; Padişah ve Sadrazam, hem İngilizlerin verdiği ültimatom doğrultusunda bir an önce Anadolu'daki karışıklıkları önlemek, (Burada Atatürk'ün askerlikteki şöhretinden yararlanmak istemişlerdir) hem de İstanbul'da "her işe burnunu sokan" bu paşadan kurtulmak istemişlerdir. 32

6 - Damat Ferit'in sözünden çıkmaması: Vahdettin'in bu görevlendirmeyi kabul etmesinin gözden kaçan nedenlerinden biri de, Padişahın adeta Damat Ferit'in kuklası durumuna gelmiş olması, onun her dediğini kabul etmesidir. Dolayısıyla Damat Ferit, Atatürk'ü bu göreve atayınca Vahdettin buna itiraz etmeyi düşünmemiştir.

Atatürk Nutuk'ta bu "Samsun'a gidiş" konusuna şöyle açıklık getirmiştir: "Onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler, ne pahasına olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe 'Samsun ve dolaylarındaki güvenlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun'a kadar gitmem idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusu ile ilgili emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzalamaya çekinmiş, anlaşılır, anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır."

Görüldüğü gibi önce İngilizler, bir notayla Hükümetten ve Padişahtan Karadeniz'deki ve Doğu Anadolu'daki karışıklıklann bir an önce önlenmesi istemişler, Sonra Sadrazam Damat Ferit bu doğrultuda bir müfettiş ararken, Atatürk'ün kişisel girişimleri sonrasında iletişim kurduğu İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey gibi bazı hükümet üyeleri devreye girerek bu müfettişin Atatürk olabileceğini belirtip Damat Ferit'i ikna etmişler ve böylece bu görev Atatürk'e verilmiştir. Ve son olarak da bu görevlendirmeyi, yukarıdaki nedenlerden dolayı, Padişah Vahdettin de onaylamıştır.

Paşa, Paşa Devleti kurtarabilirsin

"Vahdettin, Atatürk'ü Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya gönderdi" diyen Vahdettinci yazarların kendilerince en güçlü kanıtı, Atatürk'ün Vahdettin'le yaptığı son görüşmede, Vahdettin'in Atatürk'e, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirisin!" demiş olmasıdır.

İstanbul'da kaldığı altı ay boyunca birçok kere Padişah Vahdettin'le görüşen Atatürk, Samsun'a hareket etmeden bir gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yıldız Sarayı'na giderek Padişah Vahdettin'le görüşmüştür.

Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır:

Şimdi Atatürk'e kulak verelim: "Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımız sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

'Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir.' (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). 'Bunları unutun' dedi. 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!"
33

İşte, Vahdettin'in, ağzından dökülen, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" cümlesini, "Vahdettin'in Atatürk'ü gizli bir planla Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayanlar vardır. Evet, aslında Vahdettin'i tanımasam ve Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'daki Milli hareketi yok etmek için yaptıklarını, ayrıca İngilizlerle nasıl gizlice anlaştığını bilmesem, ben de bu sözleri "Vahdettin'in, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayabilirdim. Ancak bütün bu gerçekleri bilen biri olarak bu kadar iyi niyetli olamayacağım.

Vahdettin'in bu sözlerini, Vahdettin'i "Kurtuluş Savaşı kahramanı" ilan etmek için kullananlar, Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu nedense görmezden gelmişlerdir.

Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu ve görüşmenin sonraki aşamalarını yine Atatürk'ün anılarından takip edelim:

"Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli buldum. Kendisine basit cevaplar verdim:

'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim.Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.'

Söylerken kafamdaki bulmacayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?

Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim! Nasıl hemen hüküm veririm:

Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız, İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun ede-bilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

'Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazar- şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım!

'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım.

Naci Paşa, Padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı Şahane'nin ufak bir hatırası' dedi. Kapağın üzerinde Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. 'Peki, teşekkür ederim' dedim, yaverim aldı.

Sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın pıtırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık."
34

Başından beri anlattığım gibi Vahdettin'in kurtuluş planı, "düşmana karşı silahlı direniş" değil, "düşmanın merhametine sığınmaktır." Vahdettin, özellikle Paris Barış Konferansı'nın arifesinde, İzmir'deki kanlı olaylardan dolayı Batı kamuoyu da Türkiye'nin lehine dönmüşken, İngilizleri memnun ederek, onların bir dediğini iki etmeyerek İngiliz desteğini arkasına aldığı takdirde işgallerin sona ereceğini ve devletin kurtulacağını düşünmektedir. Yani Vahdettin'e göre "devletin kurtuluşu" İngilizleri memnun etmekle mümkündür. O sırada İngilizleri memnun etmenin biricik yolu ise, İngilizlerin 21 Nisan tarihli notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkları önlemektir. Dolayısıyla Padişah Vahdettin'in, bu karışıkları önleyecek paşaya, Yıldız Sarayı'nda "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" derken kastettiği şey, İngilizlerin notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkların önlenmesi ve asayişin sağlanmasıdır. Ayrıca Vahdettin tek "kurtuluş planının" İtilaf devletlerine güvenmek olduğunu anılarında açıkça itiraf etmiştir:

"Devlet tehlikede ve İstanbul sallantıda idi. Şahsen müstakil bir siyasetim yoktu, ama kurtuluşumuz için babam Abdülmecit Han'dan miras aldığım İtilaf devletlerine yakınlık politikasını, İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlarla İngilizleri gücendirmemek şeklinde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle anlaşma olmasa bile hiç olmazsa husumetlerini (düşmanlıklarını), şiddet ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum" 35

Vahdettin ile Atatürk'ün "devletin kurtuluşundan" anladıkları çok farklı şeylerdir. Vahdettin'in "devletin kurtuluşu" yöntemi, İngilizleri memnun etmek ve onların desteğini almak biçimindeyken; Atatürk'ün "devletin kurtuluşu" yöntemi, bütün düşmanlara karşı mücadele ederek tam bağımsızlığı elde etmek biçimindedir. Ayrıca, Vahdettin, "devletin kurtuluşu" derken aynı zamanda kendi tahtı ve tacını kastederken, Atatürk, "devletin kurtuluşu" derken, ulusun egemenliğini kastetmektedir. 36

"Müttefiklerin, bitip tükenmeyen isteklerini yerine getirmekten bıktığını söyleyen Padişahın özlemini çektiği kurtuluş, onların şikayetlerinin giderilerek Osmanlı taç ve tahtını koruyacak olabildiğince ılımlı bir barışa bir an önce kavuşmak olmalıdır. Mustafa Kemal ise başından beri bireysel ya da hanedana sınırlı bir kurtuluş değil, yurdu ve ulusu içeren bütünsel bir kurtuluş amaçlamaktadır." 37

Atatürk, Samsun'a çıkıp, kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, gerekirse "sine-i millette bir ferdi mücahit olarak" mücadelesini sürdüreceğini bildirmiş ve istifa etmiştir. Bunun üzerine Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919'da Atatürk'ün müfettişlik görevine son vermiştir. 38
1 Rıfat. age, s.209.
2 Mısıroğlu, Osmanoğullannın Dramı, s.80.
3 Özakman, age. s.234.
4 Bkz. Özakman, age, s.236-246.
5 Bu beyannameyi yayınlayanlardan biri olan K. Mısıroğlu bu beyannamedeki ifadeleri dikkate almamıştır. Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği île Hilafet, İstanbul, 1993, s.194, vd; Özakman, age, s.246.
6 Özakman. age. s.234.
7 Jaeschke, İngiliz Belgeleri, s.102.
8 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 11. bs. İstanbul, 2004, s.216.
9 Jaeschke, age, s.102.
10 age, s.103.
11 Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, s.243; Selek, age, s.216.
12 Jaeschke, age, s.103.
13 Selek, age, s. 216.
14 Özakman, age, s.252.
15 Jaeschke, age, s.104.
16 Sir Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, Londra, 1951, s.129-131'den aktaran Osman Ozsoy, Kurtuluş Savaşının Perde Arkası, İstanbul, 1999, s.133; Meydan, age, s.483.
17 Jaeschke, age, s. 107.
18 Aksin, age, s.247,248.
19 Bkz. Meydan, age, s.489-492.
20 Özakman, age, s.253,254.
21 Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.344 vd.
22 Bu sürecin bütün ayrıntıları için bkz. Meydan, age, s. 463 vd.
23 Akın gazetesi, 20 Mayıs 1948.
24 Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, s.129.
25 Selek, age, s.219,221.
26 Jaeschke, age, s.109.
27 age, s.114.
28 Aksin, age, s.291-294.
29 age, s.287
30 Atay, age, s.124.
31 Bayur, age, s.292.
32 Meydan, age, s.535.
33 Atay, age, s.139.
34 age, s. 139,140.
35 Murat Bardakçı, "Birinci Cumhuriyetçilere Dev Bir Hizmet", Hürriyet, 12 Mayıs 1996.
36 Meydan, age, s.521.
37 Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s.214.
38 Saime Yücer, "Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkısı ve Geri Çağrılması Üzerine Bir İnceleme", Askeri Tarih Bülteni, Ankara, 2001, S.51, s.141.



Vahdettin Dosyası (8): Kırk Bin Altın Yalanı

Cumhuriyet tarihi yalancılarının sıkça söyledikleri yalanlardan biri de Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya giderken Vahdettin'in Atatürk'e 40.000 altın verdiği iddiasıdır.

Örneğin, Nihal Atsız, "Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa'ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir." 1 demiştir. Ancak Vahdettin'in at beslediğine ilişkin en ufak bir belge veya bilgi yoktur. 2 İyi bir binici olduğu da (bu at besleme hikayesi için) sonradan kurgulanmıştır. 3 Vahdettin'in, Atatürk'e, 40.000 altın verdiği iddiası, Necip Fazıl'dan, Kadir Mısıroğlu'na kadar bütün Vahdettinci yazarların dört elle sarıldıkları bir yalandır. 4

Vahdettin'in, Atatürk'e 40.000 altın verdiğini iddia eden Vahdettinci yazarların her şeyden önce matematik biliminden ve fizik kurallarından habersiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu matematik ve Fizik cahili yazarlara Turgut Özakman, "40.000 altının nasıl taşındığını" sormuştur? Bir altın 7.6 gram olduğuna göre 40.000 altın 304 bin gram, yani 304 kilo eder. Doğal olarak altınların sandıklara yerleştirilmesi gerekir. Her sandık 50 kilo olsa, 304 kilo altın 6 sandık eder. "Altı sandık dolusu altın saraydan Şişli'deki eve, Şişli'den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma gemisine, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza'ya, Amasya'ya, Erzincan'a, Sivas'a, Erzurum'a, Kırşehir'e, Kayseri'ye, Ankara'ya nasıl taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin ilgi ve merakını çekmez, biri bile 'bunlar nedir' diye sormaz mı? Mesela Refet Paşa, K. Karabekir Paşa, Rauf Bey, bu esrarlı sandıklardan neden hiç söz etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın olduğunu arkadaşlarına söylediyse neden hiçbiri bugüne kadar bu altınlar konusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?" 5

bZuBQ.jpg
Atatürk ve arkadaşlarının yanında üç küçük döküntü otomobil vardır. Sadece 3-4 kişinin binebildiği bu araçlara, ayrıca özel eşyaların, tüfeklerin ve dosyaların da konulduğu düşünülecek olursa 40 ton, yani 6 sandık altın nereye nasıl konulmuştur? 6

Bandırma vapurunu arayan İngilizler bu altınları neden görememiştir? Bandırma vapurunda bulunan 23 kişiden herhangi biri ve daha sonra Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk'ün yanında yakında yer alan yüzlerce kişiden hiçbiri neden bu altınlardan söz etmemiştir?

Atatürk'e verildiği iddia edilen 40.000 altın yalancı tarihçiler tarafından açık artırma misali sürekli artırılmış ve en sonunda çok uçuk bir rakama, 400.000 altına kadar çıkmıştır.

Şehzade Mahmut Şevket Efendi, 1967 yılında Murat Sertoğlu'na verdiği bir röportajda, Vahdettin'in Atatürk'e 400.000 altın verdiğini iddia etmiştir. 7

Atatürk'e Dahiliye Nezareti ödeneğinden 1000 lira ile 23 karargâh mensubunun 3 aylık maaşları, yollukları ve yüzde 50 zam verilmiştir. 8

Ayrıca değişik ihtiyaçlar için de 25.000 lira verilmiştir. 9

Atatürk ve 23 kişilik kuruluna verilen bu paranın ne kadar yetersiz olduğunu anlamak için bir örnek verelim: 1920'de Sadrazam Damat Ferit, birkaç kişilik heyetiyle Paris Barış Görüşmeleri'ne giderken kendisine 70.000 lira verilmiştir. 10

Atatürk, Anadolu'ya geçtikten sonra büyük para sıkıntısı çekmiştir.

Örneğin, Erzurum'dan Sivas'a giderken yaşanan para sıkıntısı Binbaşı Süleyman Bey'in verdiği 900 lirayla çözülmüştür. 11

Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri de kendi aralarında topladıkları 1000 lirayı Atatürk ve heyetine vermişlerdir. 12 Otomobillerin benzini Sivas-Amerikan okulunca karşılanmıştır. 13

Sivas Osmanlı Bankası Müdürü'nden 1000 lira ödünç alınmıştır. Hacı Bektaş Dergâhı Şeyhi Cemalettin Efendi de Atatürk'ün heyetine bir miktar yardım yapmıştır. 14

kbitu.jpg
Atatürk ve heyeti Sivas'tan Ankara'ya hareket ederken tam anlamıyla "yoksulluk" içindedir. Bu yoksulluğu, Mazhar Müfit Kansu, "Bütün paramız, yol için yirmi yumurta, bir okka peynir ve on ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık." diyerek ifade etmiştir. Ayrıca, aylarca sabahları bir bardak çay ile bir dilim ekmek yediklerini belirten 15 Kansu, "Ekmekçilere bile verecek paramız kalmamıştı... Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey'e müracaat ederek sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, 'Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin?' diye satmamakta ısrar ettiyse de ne olursa olsun kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu hususta bir çare bulamayarak, 'Hele sabah olsun' diyerek odalarımıza çekildik. Ankara'ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta bizi belediye besledi" diyerek yaşadıkları "yoksulluğu" gözler önüne sermiştir. 16

Atatürk, Samsun'a çıktıktan yedi buçuk ay sonra Ankara'ya geldiğinde yaşadığı "para sıkıntısından", Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi'nin Ankara tüccarından toplayıp kendisine verdiği 1000 lirayla biraz olsun kurtulmuştur. 17 Paranın geldiği gün et ve helva ziyafeti verilmesine karar verilmiştir. Her zaman çorba içilmesine alışık olanlar, et yemeği gelince şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Atatürk, Ankara'da TBMM açılırken yeni sivil elbisesi olmadığı için Erzurum Valisi Münir Bey'in sivil elbiselerini giymiştir. Ancak elbise biraz üstünden akar gibidir. İstanbulin denilen uzun ceket biraz büyük gelmiştir, reye pantolon uzun ve iğreti durmaktadır. En kötüsü de pek sevilmeyen ciğer rengindeki festir. 18

Atatürk'ün, yeni Türkiye'nin kuruluşlunu simgeleyen TBMM'nin açılışına, "emanet" elbiseyle katılması yaşadığı ekonomik sıkıntının en açık kanıtlarından biridir. Atatürk, 3 Mayıs 1920'de Kazım Karabekir'e çektiği telgrafta "Elde beş para bulunmadığı malum-u devletleridir. Şimdilik içerde bir kaynak da bulunmuyor" demiştir. 19

Rauf Orbay anılarında, Atatürk'ün İstanbul'dan hareketinden önce kendisine, "Para meselesini ne yapacağız? Girişeceğimiz işlerde şüphesiz ki paraya ihtiyacımız olacak. Fakat biliyorsun bende biraz para vardı, hepsini Minber (gazetesi) yuttu. Sen de benden farklı değilsin. Aylıklarımızla ne yapabiliriz" dediğini anlatmıştır. Rauf Orbay bu "para meselesini" Topçuoğlu Nazmi Bey'e açmış, Nazmi Bey de hiç tereddüt etmeden Rauf Bey'e 5000 lira vermiştir. Rauf Bey, "Biz Amasya'dan itibaren her işimizi bu para ile gördük. Bu para bitince, Sivas Kongresi'ne giderken Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti bize bin lira kadar para temin etmişti" diyerek para sıkıntısına dikkat çekmiştir. 20

mJrqL.jpg
Ayrıca Kılıç Ali de, Ali Galip olayında el koydukları 6000 altını Atatürk'e teslim etmiştir. Atatürk, o para yokluğunda duyduğu sevinci, "Bu çok büyük bir para. Bizimkilere öyle birdenbire söyleme yüreklerine iner!" diyerek ifade etmiştir. 21

Atatürk, Anadolu'da bir ara konuklarına kahve ikram edemez derecede parasız kalmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın hangi ekonomik güçlüklerle kazanıldığını görmek isteyenlerin Atatürk'ün, Sakarya Savaşı öncesinde 8 Ağustos 1921 tarihinde yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri'ne bakmalarını öneriyorum: Atatürk, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için, çarıktan çoraba, iç çamaşırdan iğne ipliğe, ekmekten çiviye kadar her şeyi halktan istemiştir. 22

Siz bütün bu gerçekleri bir yana bırakarak utanıp sıkılmadan hangi 40.000 altından söz ediyorsunuz? Siz bu milletle dalga mı geçiyorsunuz?

Turgut Özakman'ın dediği gibi, "İstanbul'dan o kadar altınla yola çıktılarsa neden oradan buradan yardım almak zorunda kalmışlar? Mustafa Kemal ne yaptı o kırk bin ya da yüz binlerce altını? Sakın Samsun'daki otelin bodrumuna ya da Havza'daki termal hamamın havuzunun altına gömmüş olmasın! Definecilere duyurulur!" 23

Atatürk Anadolu'ya giderken kendisine sadece 1000 lira verenler, Atatürk'ü yok edip Milli harekete son vermek için kurdukları Kuvayı İnzibatiye'ye tamı tamına 1.250.850 lira ödenek ayırmışlardır. 24

Vahdettin'in İngilizlere sığınması

Vahdettinci yazarlarca, "Kurtuluş Savaşı kahramanı" olarak gösterilen Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından derin bir üzüntüye kapılmış, Türk ulusunun kazandığı bu zaferden fena halde rahatsız olmuştur. Bu öyle bir rahatsızlıktır ki, Padişah Vahdettin, yapılan tüm önerilere karşın Mustafa Kemal Atatürk'e "kutlama telgrafı" göndermeye karşı çıkmıştır. 25

İngiliz Yüksek Komiseri Rombald, 26 Eylül 1922 tarihinde Londra'ya gönderdiği bir yazıda, "Padişah, Mustafa Kemal'e bir kutlama telgrafı göndermeye zorlandığını ama bunu reddettiğini dolaylı biçimde bilgime sunmuştur" demiştir. 26 Ancak yakınlarının ısrarı üzerine, "son savaşta" yaşamlarını yitirmiş olanların ruhuna Fatiha okumak amacıyla 15 Eylül 1922'de Fatih Sultan Mehmet Camii'nde yapılan dini törene katılmıştır. 27

TBMM, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak, kesin zaferi perçinlemiş, dahası İstanbul, Boğazlar ve D.Trakya'yı savaş yapmadan kurtarmıştır. Barış görüşmelerinin İsviçre'nin Lozan şehrinde yapılmasın karar verilmiştir. O günlerde Sadrazam Tevfik Paşa'nın meşru hükümet olarak Türkiye'yi Lozan'da İstanbul Hükümeti'nin temsil edeceğini belirtmesi üzerine harekete geçen TBMM 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmıştır.haberguncel.blogspot.com
Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra Sadrazam Damat Ferit, 22 Ekim 1922'de İngiliz polislerinin koruması altında Orient Ekspresi ile Avrupa'ya kaçarak Fransa'nın Nice şehrine yerleşmiş ve İstanbul'un kurtarıldığı 6 Ekim 1922'de orada ölmüştür.

Sadrazam Tevfik Paşa, 5 Kasım 1922'de görevinden çekilerek yönetimi İstanbul'da bulunan TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakmıştır.

Damat Ferit'in ve işbirlikçilerin kaçarak İngilizlere sığınması, saltanatın kaldırılması, Tevfik Paşa'nın istifa ederek İstanbul'u TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakması, İzmit'te Ali Kemal'in linç edilmesi, İstanbul'da tramvaylara "Kahrolsun Vahdettin" yazılması ve gibi gelişmeler Padişah Vahdettin'i korkutmaya başlamıştır. 28

"Büyük zafer İstanbul'da büyük şenliklerle kutlanıyordu. Halk gündüzleri meydanlara toplanıyor, her yerde heyecanlı nutuklar söyleniyordu. Padişaha karşı yer yer en ağır sözler sarf ediliyor, hakaretler yağdırılıyordu. Aynı gün kalabalık bir grup Yıldız Sarayını önüne gelerek padişahlık aleyhine gösteriler yapmıştı. Mevlit gecesi ise tramvayların üzerine tebeşirle, 'Kahrolsun Vahdettin' sözleri yazılıyordu. Saraydaki görevlilerin, memurların çoğu korkudan gelmiyordu." 29

Padişah Vahdettin Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasına ve saltanatın kaldırılmasına karşın önceleri hâlâ İngilizlerden "yardım" beklemekte, İngilizlerin Kemalistleri etkisizleştireceğini düşünmekte ve hâlâ tacını ve tahtını koruyacağını zannetmektedir. Ancak bir süre sonra tacını ve tahtını bir kenara bırakarak "canının" derdine düşmüştür.

Son İhanet

Vahdettin, 6 Kasım 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold ve Baştercüman Ryan'ı kabul ederek onlarla uzun bir görüşme yapmıştır. Vahdettin, bu uzun görüşmenin sonunda İngiliz makamlarının yakın bir tehlike halinde şahsını korumak için her şeyi yapacaklarına dair 1920'de verdikleri sözü hatırlatmıştır. Kendisini, güvenli bir yere götürüp götüremeyeceklerini, götüreceklerse Mısır'a mı, Kıbrıs'a mı götüreceklerini sormuştur. Rumboldi Mısır'a gitmesinin imkânsız olduğunu ama geçici olarak 10-15 kişiyle birlikte her yere gidebileceğini söylemiştir. 30

Vahdettin, bu görüşmede, Bolşevik olarak tanımladığı Kemalistlerin bir azınlık oluşturduklarını, bunun bir Kemalist darbe olduğunu ve İtilaf devletlerini de ilgilendirdiğini iddia ederek, İtilaf devletlerinin Ankara hükümetinin meşruluğunu tanıyıp tanımayacaklarını, barış sonuçlanıncaya kadar Ankara Hükümeti'nin İstanbul'la ilgili iddialarını kabul edip etmeyeceklerini ve İstanbul'u sıkıyönetim altına alıp almayacaklarını sormuştur. 31

Bu soruya Rumbold, İstanbul Hükümeti'nin ortadan kalkmış olduğu, İtilafların konferansta bir "güçle" görüşmeleri gerektiği; bunun da ancak Ankara yönetimi olacağı cevabını vermiştir.

Bu sırada İngilizler bir kere daha Padişah Vahdettin'i kullanmayı denemişlerdir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Ronald Lindsay, 6 Kasım1922 kaleme aldığı bir yazıda şöyle demiştir:

"Fırsattan yararlanarak Padişaha Kıbrıs'ta siyasi barınak önersek veya ona görevinden istifa etmemesini telkin ederek, İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını incelemekte yarar olabilir. Halifenin, İngiltere tarafından Türkiye'deki ulusçulara ve cumhuriyetçilere karşı korunması, Hindistan ve öteki İslam ülkelerinde pek etkili olabilir."

İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Crowe, bu öneriyi şöyle yorumlamıştır: "Padişaha siyasi barınak verme önerisi dikkatle incelenmelidir. Ona barınak olarak belki Hindistan'ı öne rebiliriz; ama bu denli bir öneri Hindistan'da Halifeye karşı bir soğukluk yaratabilir."

L. Curzon da bu konuya kafa yormuştur: "Padişaha siyasi barınak veririm; ama ona bu nerede verilebilir? Lütfen bu konuyu tartışınız." 33

Bu yazışmalardan açıkça görüldüğü gibi İngiltere, kaçacak delik arayan, kullanılmaya çok müsait bir durumda bulunan Padişah Vahdettin'i, daha doğrusu Vahdettin'in "Halifelik" yetkilerini kullanmak istemiştir. Halifenin, özellikle Hindistan'daki Müslümanların ayaklanmalarının bastırılmasında işe yarayacağını düşünen İngiliz yetkililer, bir ara ciddi ciddi Vahdettin'i Hindistan'a götürmeyi düşünmüşlerdir. Ama yine karşılarına Mustafa Kemal Atatürk çıkmıştır; çünkü biraz incelediklerinde Hindistanlı Müslümanların halifeden çok Atatürk'e bağlı olduklarını görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlığından dolayı Mustafa Kemal Hindistan'da, "Allah'ın kılıcı!", "İslamın son mücahidi!" gibi adlarla anılmakta ve büyük saygı görmektedir. 34

Bu gerçeği, Hindistan Kral Naibi, 10 Kasım 1922'de Hindistan Bakanlığı'na bir gizli telgrafla şöyle bildirmiştir: "Padişahın halifeliği dışında, kendisi Hindistan'da pek az tanınmıştır ve Türkiye'nin işgali sırasında, onun İngilizlerin aleti olduğundan kuşkulanılmaktadır. Dolayısıyla, genel eğilime göre onun tahttan indirilmiş olması Hindistan'da ilgisizlikle karşılanmıştır. Mustafa Kemal ise ülkesinin kurtarıcısı ve İslamın şampiyonu olarak görülmektedir." 35

Kurtuluş için Atatürk'e bir "kutlama telgrafı" çekmeyen Vahdettin, iyice sıkışınca Atatürk'le temas kurmak istemiş ama başarılı olamamıştır. 36


1 Atsız. Türk Ülküsü, s.86.
2 Özakman, age, s.275.
3 age, s.276.
4 Kısakürek. Vatan Haini Değil. Büyük Vartan Dostu Sultan Vahdettin, s.204.
5 Özakman, age. s.276.
6 age. s.276.
7 Tercüman, 6 Temmuz 1967; Özakman, age, s. 277.
8 özakman, age, s.279; Selek, age, s.137. Atatürk'ün imzaladığı bu 1000 liralık makbuzun klişesini, eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali yayınlamıştır. Ayrıca, Atatürk'ün bu paranın sarfı ile ilgili telgrafı 28 Mayıs 1919'da Vekiller Heyeti' nde görüşülmüş, gereğine karar verilmiş, karar tutanağına yazılmış, yani devletin kayıtlarına geçmiştir. ortada gizli saklı hiçbir şey yoktur. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C.I, s.84.
9 Selek, age, s.137. Ancak bu 25.000 lira iddiası da şimdiye kadar belgelenememifltir. Özakman, age, s. 281.
10 inal, age, s.2059; Özakman, age, s. 278; Gökbilgin, age, CII, s.403.
11 Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.I, s.-173.
12 Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara, 1964, s. 138.
13 Atatürk, kendisine ayrılan üç otomobilin Anadolu'da benzini bitince istanbul'dan benzin istemiştir. Bunun üzerine alınan 1000 kilo benzin Samsuna gönderilmemiş ya da gönderilememifl-tir. Yücer, age, s.135.
14 Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, C.I, 4.bs, istanbul, 1969, s.204.
15 Kansu, age, s.449, 481, 487.
16 age, s.506-508.
17 age, s.506-508; Selek, age, s.136,137.
18 age, s.40,41.
19 Karabekir, istiklal Harbimiz, s.658.
20 Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, istanbul, 1965, s. 33
21 Turan, age, s.219.
22 Meydan, age, s.545.
23 Özakman, age, s.280, dipnot 227.
24 Berber, age, s.75.
25 Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal Vahdettin ve Milli Mücadele, s. 189.
26 FO, 37117901IE10729: Rumbold'tan Curzon a gizli ve özel mektup. İstanbul, 26.9.1922; Sonyel, age, s.191.
27 İkdam, Sabah, 16.9.1922.
28 özakman, age, s.61. i
29 Çetiner, age, s.258.
30 Jaeschke, age, s.248, 249.
31 age, s.248,249.
32 FO, 371I7912IE12647; Rum-bold'tan Curzon ayazı, 7.11.1922; Sonyel, age, s.197.
33 FO, 37117910IE, 12293; Sonyel, age, s.198.
34 Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında İslam dünyasındaki saygınlığı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 3.bs, İstanbul, 2009, s.374 vd.
35 FO, 37117913IE12699; Kral Naibinden Hindistan Bakanlığına ivedi, özel ve gizli telgraf, 10.11.1922; Sonyel, age, s.198.
36 Jaeschke, age, s.250.



Vahdettin Dosyası (9): Vahdettin'in Kaçışı, Yurtdışındaki İhanetleri, ABD Başkanı'na Yazdığı Mektup

İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington, Padişah'ın yaveri Fahri Engin'le görüşerek Vahdettin'e şu mesajı göndermiştir: "Vaziyet Türkiye'de gittikçe fena bir şekil alıyor, Padişah isterse, kendisini Malaya gemimizle, Malta'ya nakledebiliriz. Durum düzelince memleketine dönerler.."

Fahri Engin, Harrington'un bu mesajını Vahdettin'e iletirken Fddişahı şöyle gözlemlemiştir: "Padişah beni iç mabeyn dairesinde kabul etti. Arkasında ropdöşambr vardı, yüzü tıraşlı, üzgün. Teklifi dinledi. Sonunda hiçbir şey söylemedi, sadece 'gidebilirsiniz' dedi. Benimle ikinci bir temas olmadı. Fakat Padişah'ın eşlerinden birinin erkek kardeşi olan Yarbay Zeki'nin, bu işler hakkında Harrington'la temasta olduğunu öğrendim."

Tahtını ve tacını istemeyerek bırakmak zorunda kalan Vahdettin, 16 Kasım 1922'de İstanbul İşgal Orduları Komutanı General Harrington'a, "İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devletine sığınır ve bir an önce başka bir yere götürülmemi talep ederim efendim. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin." diye kısa bir mektup yazarak, İngilizlerden sığınma talep etmiştir.

Vahdettin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı, oğlu Ertuğrul, beş eşi, doktoru, müzik hocası, baş mabeyincisi ve iki sekreteriyle birlikte Yıldız Sarayı'nın yan kapısından gizlice çıkarılarak,bir ambulansla rıhtıma getirilmiş ve oradan İngiliz Malaya Savaş gemisine alınarak Malta'ya götürülmüştür. Vahdettin Malta'da Kraliyet Topçu Subay Mahfili lojmanlarında konuk edilmiştir. Bu konukluğun İngilizlere haftalık maliyeti 100 sterlindir. O günlerde İngiliz parlamentosunda bir milletvekili, eski sultanın ölene kadar İngilizler tarafından mı besleneceğini sormuştur.

Vahdettin'in Türkiye'den kaçarken, gerek Harrington'a yazdığı mektubu "Müslümanların halifesi Mehmet Vahdettin" olarak imzalaması ve gerekse halifelik makamından istifa etmediğini açıklaması, onun "halifeliği" kullanmak istediğini göstermektedir. Kurnaz Padişah, İngilizlerin kendisini, "halifelik" sıfatı nedeniyle koruduklarını iyi bildiğinden bu sıfata sıkıca sarılmışa benzemektedir. Nitekim daha sonra "Kral Hüseyin'in kendisini davet ettiğini" söyleyerek Malta'dan Mekke'ye gitmesi, oradan da yine Müslümanların yaşadığı Mısır, Ürdün veya Kıbrıs'a geçmek istemesi, onun halifeliğin gücünü kullanarak ayakta kalmaya çalıştığını göstermektedir. Turgut Özakman'ın dediği gibi, "Düşmana sığınan, yani resmi esareti kabul eden bir halifenin halifeliği devam eder mi? Tabii ki etmez!" Ama "Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin Han (!)" onursuzca vatanını terk ederken, "Ben hâlâ halifeyim!" diyerek, kendi canını koruma pahasına onu kullanmak isteyen İngilizlere büyük bir koz vermiştir.

AasoW.jpg
Vahdettin, halifelik zırhına sıkıca sarılırken devreye giren Atatürk ve TBMM, 18 Kasım 1922'de Vahdettin'in halifelik sıfatını kaldırıp onun yerine Abdülmecit Efendi'yi halife olarak seçmiştir. Vahdettin'in halifelikten uzaklaştırıldığına ilişkin fetvayı Seriye Vekili Vehbi Hoca yazmıştır:

"Müslümanların padişahı ve halifesi olan kişi, düşmanın bütün Müslümanlar aleyhinde mahva sebep olan ağır tekliflerini hiçbir mecburiyeti yokken kabul ile, Müslümanların haklarını müdafaadan aczini ortaya koyarak ve Müslümanların mücahitçe savaşlarında düşman tarafına muvafakat ederek Müslümanların çözülme ve mağlup olmasını hazırlayan hareketlere fiilen teşebbüs ve bu tür yıkıcı hareketlere devam ve ısrar ve daha sonra da ecnebi himayesine iltica ederek hilafet makamını terk ve hilafetten bilfiil feragat etmekle makamından şer'en indirilmiş olur mu? Olur!"

Böylece halifelik zırhını da kaybeden Vahdettin savunmasız, çırılçıplak adeta ortada kalmıştır.

Hainliğinin farkında olan Vahdettin, yaptıklarının hesabını veremeyeceğini düşünerek, ülkeden kaçmıştır. "Müslümanların halifesi" sıfatını taşıyan Vahdettin, İngilizlere sığınırken hain Mustafa Sabri'ye yazdırıp yayımladığı "Beyannamesinde" vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını, bu onursuz davranışını, hiç utanıp sıkılmadan Hz. Muhammed'in "hicreti" ile özdeşleştirebilmiştir:

"Müvekkil-i Zişan olduğum peygamberin hicret sünnetini izledim" diyen Vahdettin beyannamesinin bir yerinde de, "Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar, saltanatla hilafeti ayırarak saltanatı Muhammediye'yi yıkmış, sadece vatanlarına değil, İslama da ihanet etmişlerdir!" demiştir.

Vahdettin'in bu beyannamesini inceleyen İlahiyatçı Prof Yaşar Nuri Öztürk şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Dikkat edilirse Vahdettin, Hz. Peygamber'in sıfatının başına bir Hz bile eklemezken, kendisinden 'zişan' (şanlı, şerefli) diye söz ediyor. Hem de Cenab-ı Peygamber'in isminin tam yanında. Halbuki İslam terbiye ve geleneği, o ifadede 'zişan' sıfatının Hz. Peygamber'e verilmesini gerektirir."

Gözleri kör olmuş, kalpleri mühürlenmiş Vahdettinci yazarlar da Vahdettin'in Türkiye'den kaçıp İngilizlere sığınmasını, hiç utanmadan, "hicret" olarak yorumlama aymazlığını göstermişlerdir.

Vahdettin'in bu korkakça ve onursuzca davranışını Hz. Muhammed'in hicretiyle bir tutmak, her şeyden önce Hz. Muhammed'e yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

Vahdettin Kaçarken Hazineyi Soymadı İddiası

Vahdettinciler, Padişahı aklamak için sürekli olarak, "Vahdettin'in, Türkiye'den kaçarken hazineyi soymadığını" dile getirmişlerdir. Öncelikle "hainlikle", "hırsızlığın" aynı şeyler olmadığını hatırlatarak bu Cumhuriyet tarihi yalanını deşifre edelim.

Vahdettin'in "hazineyi soymadığını" iddia edenler, bu iddialarını kanıtlamak için padişahın paraya pula düşkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak II. Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu, babasından kalan içi mücevher dolu bir çantanın Vahdettin'in çok ilgisini çektiğini ve Vahdettin'in o çantayı vermemek için "birtakım itirazlar icat ettiğini" belirtmiştir.

Lütfi Simavi de anılarında, "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında onun paraya çok düşkün olduğunu; ağabeyi Sultan Reşat'tan kalan paraları yasal mirasçılarına vermeyip "kendi keyfince harcadığını", bu parayla bir takım saray eşyası ve sofra takımları yaptırdığını "büyük bir şaşkınlık içinde öğrendim" diyerek ifade etmiştir.

Öncelikle, evet! Vahdettin isteseydi, hazinenin tümünü değil ama "yükte hafifi pahada ağır bazı şeyleri pekala götürebilirdi". Ancak Özakman'ın da belirttiği gibi, "Vahdettin, anlaşılan aile içi para ilişkilerinde zayıf ama töreye karşı dikkatli" olduğundan, tarihi öneme sahip değerli parçaları sarayda bırakmıştır. Örneğin Kaşıkçı elmasını cebine atmadan gitmişti. Eğer bunları çalsaydı Vahdettin'e "hırsız"[ dememiz gerekirdi. Ancak Vahdettin'in hırsız olmaması, hain olmadığı anlamına gelmez; çünkü her hırsız hain olmadığı gibi, her hain de hırsız değildir! Nedim Çakmak'ın dediği gibi, "Vahdettin haindi, ama hırsız değildi!"

Bu gerçeğin altını çizdikten sonra şimdi gelelim, "Vahdettin'in hazineyi soymadığı" ve "parasız pulsuz" Türkiye'den kaçtığı iddiasına!

Öncelikle, Osmanlıda iki tür hazine vardır. Bunlardan biri devlet hazinesi olan Hazine-i Birun, yani dış hazine, diğeri ise, Hazine-i Enderun, yani iç hazine.

İç hazinedeki giriş çıkışlar Padişahın emriyle ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Tarihçi Ubucini, "Bu hazine kayıtsız şartsız milletin malıdır. Hüküm süren sultan bu hazinenin sadece koruyucusudur" demiştir. İç hazinenin Ceyb-i Humayun denilen kısmı ise padişahın gündelik masrafları için kurulmuştur. Gelirleri arasında Mısır irsaliyesi, darphane faizleri, hediyeler, müsadereler vb bulunan bu hazineden padişaha her ay belli bir miktar maaş ödenmektedir. Tanzimat'tan sonra padişahların bütün hazineyi istedikleri gibi kullanmalarının önüne geçilmiş ve padişahlara belli bir miktar maaş ödenmesine başlanmıştır.

Eğer Vahdettin, Tanzimat'tan önce yaşamış bir padişah olsaydı, Refi Cevat Ulunay, İsmail Hami Danişment, K. Mısıroğlu ve N. Fazıl Kısa-kürek gibi yazarların "Vahdettin makbuz karşılığında isteseydi bütün hazineyi götürebilirdi" iddiasına hak verilebilirdi, ancak 1922 yılında bir padişahın elini kolunu sallayarak hazineyi götürmesine imkan yoktur. Bu yüzden Vahdettin geçici olarak yanında bulunan ve Hazine-i Hümayun'a ait olan "altın çekmeceyi", Kıyametname adlı kitabı" ve "Kur'an mahfazasını" yanına almamış, geri vermiştir ki, bu durum Osmanlı töresinin bir gereğidir.

1SEXH.jpg
Ayrıca, Büyük Taarruz kazanılıp İzmir kurtarıldıktan hemen sonra Refet Paşa TBMM'yi temsilen İstanbul'a gelerek Tevfik Paşa'dan yönetimi devralmıştır. Padişah Vahdettin'le de görüşen Refet Paşa, İstanbul'daki bütün yönetim merkezleriyle birlikte aralarında Yıldız ve Topkapı saraylarının da olduğu tarihi yerleri kontrol altına almıştır. Bu nedenle aslında Vahdettin, istese de Osmanlı hazinesini götürecek durumda değildir.

Ayrıca Vahdettin'in hazineyi soymasına da hiç gerek yoktu; çünkü zaten çok zengindi. Ağabeyi Sultan Reşat'ın ödeneği 20.000 altındı. Ayrıca saltanat mülklerinden gelen gelirleri
de vardı. Ayrıca yıllık 50.000 lira ziyafet ve seyahat ödeneği almaktaydı. Vahdettin'in aylık ödeneği (1995 itibariyle) 80 milyar lira tutmaktadır. 1918 temmuz'undan 1922 Kasım'ına kadar 51 ay tahtta kaldığına göre devletten toplam 1.020.000 altın (yaklaşık 4 trilyon lira) ödenek almıştır.

Peki, Vahdettin Türkiye'den ayrılırken yanına ne kadar para almıştır? Aslında bu konuda kesin bir belge yoktur. Değişik kaynaklarda bu para, 3000 lira ile, 50.000 lira ve 23.000 altın arasında değişmektedir.

Vahdettin Avrupa'da kendi el yazısıyla, "Önce İstanbul'daki Milli Banka'da (National Bank) olup kısa bir süre sonra British Corparation'a nakledilen 20.000 sterlin tutarındaki şahsi servetim ile on yaşındaki oğlum Ertuğrul Efendi adına Milli Banka'ya yatırılan birkaç bin sterlin bu kurumlarda kalsın. İngiliz Dışişleri'ne bildirdiğim zaman hizmetime sunulsun" demiştir.

1AQka.jpg
Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği bilgiye göre Vahdettin'in yanında ve hesabında 23.000 altın vardır.

Bu (1995 itibariyle) 92 milyar lira etmektedir. Vahdettin, Avrupa'da elindeki bazı mücevherleri satmış ve çok kıymetli bir safir taşını da İngiltere'ye rehin vermiştir. 25 Kasım 1922 tarihli Chronicle Ajansı'nın haberine göre, "Sultan Vahdettin Osmanlı Bankası'na 75.000 lira yatırmış, bankadaki mücevherlerine karşılık da 50.000 lira almış".

Bu paralara Mediha Sultan İle Kral Hüseyin'in bazı yardımları da eklenince Padişah Vahdettin'in gurbet parası 140 milyarı geçmiştir.

Kaçak Padişahın Sefaletine Üzülmek

Şimdi gelin, "Kaçak Padişahın sefaleti" hikayesini şöyle bir inceleyelim:

Vahdettin, Malta'dan Avrupa'ya geçmiş ve İtalya'da San Remo'da orta boy bir villaya yerleşmiştir. Daha sonra, İstanbul'da bıraktığı eşleri ve eşlerinin yardımcıları da gelince Magnoli (Manolya) villası adlı büyük bir köşkte yaşamaya başlamıştır. Köşkün yıllığı 600 İngiliz lirasıdır.

Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin'in bu köşkteki yaşamını şöyle anlatmaktadır:

"Nefis bir saray yavrusu olan villa 40 odası, 15 dönümden geniş bir portakal, limon korusu ve bahçesi bulunan, beyaz renkli mükellef bir kasırdı... İstanbul'dan gelen harem erkânı... kadınefendileriyle, hazinedar us-talarıyla mükellef bir harem hayatı meydana gelmiş, musahipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşına kadar bütün beyler kadrosu kuruluvermiş ve meşhur Mabeyni Hümayun tam tertip canlanmıştı... Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün teşrifat ve merasim usulleri olanca titizliğiyle korunuyordu... Yaver Zeki bu küçük kasırda kalıyordu. Burası dominyonlarda görevli zengin ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısırtacak bir refah ve konfor bolluğu içinde yüzüyordu..."

Vahdettin'in sefaletine bakar mısınız?

Göztepe'yi dinlemeye devam edelim: "Sultan Vahdettin adamlarına, Padişahlığı esnasında aldıkları maaşları, gurbette de fazlasıyla ve düzenli olarak veriyordu. Bu bol maaşlı kapı yoldaşlarına gün doğmuştu. Hepsi de İstanbul'daki ikbal günlerinde aldıkları maaşlardan yüksek aylık alıyor. Ayrıca da Yıldız Sarayı'nın meşhur mutfağını aratmayacak mükellef ve zengin bir mutfak, sofra sofra yemekler yetiştiriyordu. Öğle ve akşam yemeklerine, burada bir de mükellef sabah ve ikindi kahvaltıları ilave edilmişti. Yıldız Sarayı'nın o zengin ve meşhur mutfağı, çeşit ve nefasetinden çok şey kaybetmeden San Remo'da da devam ediyordu."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, San Remo'da adeta bir eli yağda bir eli balda "zevk-ü sefa" içinde yaşamaktadır. Buna karşın "Cumhuriyet tarihini en çok çarpıtan" yazarlardan Abdurrahman Dilipak, hiç çekinmeden, "Vahdettin, aç yaşadı, ama onurlu öldü!" diye yazabilmiştir.

Hangi açlık ve hangi onur?

Peki ama bu bolluk, bu şatafatlı yaşam nasıl sona ermiş de Vahdettin parasız pulsuz kalmıştır?

Öncelikle Vahdettin, San Remo'da kaldığı köşkte -eski alışkanlıkla- elindeki paranın bir gün biteceğini bilmeden ikincisi de yanında bulundurduğu bazı kişiler "hovardaca", Vahdettin'in servetini göz açıp kapayıncaya kadar eritmişlerdir. Yine Tarık Mümtaz Göztepe'ye kulak verelim: "Yaver Zeki'den başka, iki içki düşkünü ve keyif ehli daha vardı. Bunlardan biri İkinci Musahip Mazhar Ağa, diğeri de Tütüncübaşı Şükrü Bey. Bunlar sakızlı mastika ve düz rakının adeta küplüsü olmuşlardı. Şükrü, San Remo'ya gelince işi adamakıllı ayyaşlığa dökmüş ve postu San Remo meyhanelerine ve pavyonlarına kurmuştu. Mazhar Ağa da akşam olup da içki zamanı gelince kafayı iyice tütsüleyip körkütük oluyordu... Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa da şehrin gezip tozma yerlerini zevk ve safa köşelerini karış karış biliyordu... Yaverler, mabeynciler, ağalar ve beyler, mirasyediler gibi bir tatil ve hava değişikliği hayatı sürüyorlardı."

Özakman'ın dediği gibi, "Bu gereksiz, özenti, gösterişli hayata, bu hesapsızlığa ve savurganlığa para mı dayanır?"

Vahdettin'in servetini tüketen başka bir etken de Padişahın, bazı maceracıların aklına uyarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'e karşı bazı projelere paraca destek olmasıdır. Bu maceracılar San Remo'da kaldıkları sürece onların bütün masraflarını da Vahdettin karşılamıştır. San Ramo'ya gelerek Vahdettin'i ziyaret eden Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey "Atatürk'ün hakkından gelmek için" Vahdettin'den para istemişler, Vahdettin de bu hainlere 2000 İngiliz lirası vermiştir. Ayrıca, bir Yunan albayıyla birlikte Vahdettin'i ziyaret etmeye gelen "Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat, Yunanistan'la birlikte Ankara'ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin'den para sızdırmıştır. Hatta San Remo'da Vahdettin'e bağlı Türkiye karşıtı Tarikat-ı Selahiye adlı bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütün, Vahdettin'le yurt dışına gitmekten pişman olan ve Türkiye'ye dönmek isteyen Dr. Reşat Paşa'yı öldürdüğü iddia edilmiştir. Yılmaz Çetiner, Vahdettin'in, oğlu Ertuğrul Efendi'nin öğrenimi için ayırdığı 5000 lirayı bile Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Atatürk'e karşı "teşkilat" yapmak için geldiklerini söyleyen bu kişilere verdiğini belirtmiştir.

Atilla İlhan, Vahdettin'in yurt dışındayken, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı tertiplerin içinde yer aldığını şöyle ifade etmiştir.

"Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik o kadarla kalsa iyi, Vahdettin'i Hilafet ve saltanat tahtına iade etmek amacıyla... faaliyet gösteren Hilafet-i Kübra Cemiyeti'nin de gözdesiydi. Bu cemiyetin icra komitesi Romanya'da... bir toplantı yapıyor, aldığı karar, Başkan Mehmet Ali Bey'in San Remo'da bulunan Zat-ı Şahane'ye müstakbel bir kabine önerilme-sidir ki, üyeler arasında adı geçen Dahiliye Nazırı olarak gösterilmiş, Vahdettin'in onayı alınmıştı. Ne demek bu? Milli Mücadele başarılı olmuş, ülkede yeni bir düzen kurulmuş, onlar hala bir karşı inkılap tertibi içindedirler. Yani nehir Ankara'ya ters akıyor. Şeyh Sait İsyanı'nda bu kanadın, isyanın beyni sayılan Şeyh Seyit Abdülkadir'le irtibatı meydana çıkıyor. İddiaya bakılırsa Şeyh Sait'in iki oğlundan birisi, yurt dışında Zat-ı Şahane ile, öbürü yurt içinde Şeyh Abdülkadir'le temas halindeymiş! İsyanın gerekçesine gelince, onu o sırada asilerin halka dağıttıkları bir beyannameden okuyalım: '...Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir. Şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yaymaktadır. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.'

Vahdettin, biraz da çevresini saran Türkiye ve Atatürk düşmanlarının etkisiyle, yurt dışındayken de "ihanette" sınır tanımamıştır. Öyle ki, Cumhuriyet Türkiye'sini ABD'ye şikayet ederek ABD'den bile yardım istemiştir.

Vahdettin'in ABD Başkanı'na Yazdığı Mektup

Vahdettin, San-Remo'da bulunduğu günlerde ABD Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir.

Vahdettin'in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

İşte o ibretlik, tarihi mektup:

"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenahlarına Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmanın, bahadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin hu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki;

İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı'ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin"


Vahdettin'in 1924 yılında ABD Başkanı'na yazdığı bu mektup, Vahdettin'i aklayıp "Büyük vatan dostu!" yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir.
Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük "hıyanetini" San Remo'daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.

Vahdettin'in ABD Başkanı'na yazdığı mektuptaki bazı ifadeleri "hıyanetin" yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir. Bakın ne diyor Vahdettin:

• "Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!"
• "Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!"
• "Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve alacağı bütün kararlar geçersizdir!"
• "Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir."
• "Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı içinde değildir."
• "Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur."
• "Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!"
• "Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları insan haklarına aykırıdır."
• "Bu konuda ABD Başkanının yapacağı yardımları pek değerli sayarım!"


İşte, yurt dışında bulunduğu sırada Türkiye ve Atatürk aleyhine hiçbir olumsuz işe girişmediği söylenen Vahdettin'in Türkiye karşıtı bazı marifetleri! Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen bazı belgeler, Vahdettin'in Avrupa'dayken İngiliz yetkililerine yazdığı bazı mektuplarda Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. "Vahdettin, Atatürk'e bir bakıma düşman, çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..."

Vahdettin'in paralarının suyunu çekmesini sağlayan son etken, yaveri Zeki'nin San Remo'daki rezillikleridir. "Ele geçirdiği serveti, vur patlasın çal oynasın, har vurup harman savurmuş, delice bir hırsla giyime ve içkiye harcamış, sonunda kumarda bitirmiştir."

Memleketin Parası Vahdettin'e Verilemez

DtSjC.jpg
Vahdettin'in parasız kaldığı o günlerde bir Osmanlı generali Atatürk'ten yardım istemiştir. Hasan Rıza Soyak'a göre Vahdettin'in para sıkıntısını anlatan generalin mektubunu alan Atatürk, üzülmüş ve hatta gözleri yaşararak şunları söylemiştir: "Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerde o görkem, nerede o ululuk, nerede o saltanat! Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu alemde hiçbir şeye güvenilmez! Nasıl yardım edilebilir? Benim kişisel servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir! Hem zengin bile olsa oradan yardıma hiç hakkımız yok. Memleketin en bayındır yerleri, özellikle son ölüm kalım mücadelemizde yıkıntıya uğradı. Söz konusu olan kişinin de yanılgıları yüzünden vatan hak ve savunması için boğuşma zorunda kalarak şehit olan memleket bireyleri, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet gelirlerini ancak memleketin bayındırlığına ve bu zavallıları yaşatmaya harcayabiliriz. Onun için bu konuyu bırakalım çocuk. Yalnız mektubu bir belge olarak özellikle sakla."

Vahdettin, 15/16 Mayıs 1926 gecesi, kalp krizinden ölmüştür. Ailesinin isteği üzerine otopsi yapılarak cenazesi Şam'a nakledilmek istenmiş, ancak 120.000 lira borcu olduğu için İtalyan alacaklıları tarafından cenazesine haciz konulmuş ve bu yüzden cenaze bir ay evde kalmıştır: Bir ay sonra kızı Sabiha Sultan para bularak cenazeyi Şam'a naklettirmiş ve Vahdettin'in cenazesi burada Sultan Selim Camii'nin bahçesine defnedilmiştir.
Hainin Dibi: VAHDETTİN

Vahdettin'in Atatürk'ü "Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için değil de, tam tersine başlamış olan yerel direnişleri sonlandırması, Mondros Ateşkes Antlaşması'na uygun olarak dağıtılmamış orduları dağıtması, silahları toplaması için" Anadolu'ya göndermesi (Bunu Vahdettin'den 21 Nisan 1919 tarihli bir notayla İngilizler istemiştir,o da İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir.) Vahdettin'in kurtuluştan anladığı İNGİLİZLERİN MERHAMETİNE SIĞINMAKTIR. Bu nedenle Samsun'a hareket etmeden önce Atatürk'e "Paşa Paşa devleti kuratarabilirsin" derken aslında"İNGİLİZLERİN DEDİKLERİNİ YAPARSAN, ONLARI MEMNUN EDERSEN devleti kurtarısın" demek istemiştir. Bunu sonraki gelişmeler doğrulamıştır. Atatürk, Anadolu'ya geçip Vahdettin'in kendisine verdiği görevin tam tersine Kurtuluş Savaşı'nı başlatır başlatmaz Vahdettin'in Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırması, Atatürk gelmeyince onu görevden alması (Bu yüzden Atatürk askerlikten istifa edip sine-i millete dönmüştür). Anadolu'daki asker, sivil yöneticilere Atatürk'ün tutuklanması talimatını verenlere ses çıkarmaması. Kurtuluş Savaşı sırasında ülkenin bütün yönetimi fiili olarak İngilizlere bırakması, İngilizlerin işini kolaylaştırması, İngilizlerle yaptığı görüşmelerde Atatürk'e hakaretler ederek Atatürk'ün ortadan kaldırılmasını istemesi, Kurtuluş Savaşı yazışmalarını çaldırıp İngilizlere teslim etmesi, İngilizlerin isteği doğrultusunda Atatürk'ü TBMM içinde yapılacak bir darbeyle devirmek için Atatürk'ün Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi yakın silah arkadaşlarıyla temas kurup, onları Atatürk'e karşı kışkırtması, Büyük Taarruz'dan bir hafta önce bile İngilizlerle görüşerek Anadolu'daki milli harekete karşı, Atatürk'e karşı İngilizlerin desteğini istemesi, İngilizleri milliyetçilere saldırtmaya çalışması, İngiliz kuklası hain Damat Ferit'i beş defa sadrazam yapması, Türkiye'yi parçalayan SEVR ANTLAŞMASI'nı imzalatması, Anadolu'da Haçlı emperyalizmine karşı mücadele eden Kuvayı Milliye'ye karşı Haçlı emperyalizmine destek olmak için paralı KUVAYI İNZİBATİYE (HALİFELİK ORDUSU)'nu kurması, ayrıca hain Damat Ferit Hükümeti ile birlikte Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını "dinsiz-zındık" ilan eden fetvanın yayınlanmasına ses çıkarmamış olması, Atatürk'ün idam fermanını ımzalamış olması, Atatürk'ün rütbelerini-nişanlarını söktürmesi, Damat Ferit'le birlikte Anadolu halkını kışkırtıp Anadolu'da "İÇ SAVAŞ" başlatması (isyanlar vs.), dahası Kurtuluş Savaşı'ndan sonra HALİFELİK sıfatıya İngilizlere sığınarak kaçması ve böylece İngilizlerin Halifeliği kullanmalarına olanak yaratması,ülke dışında olduğu zamanlarda sürekli Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanlarıyla temas kurarak Atatürk'e ve Türkiye'ye yönelik haince planlar içinde olması, Vahdettin'in HAİNİN DİBİ olduğunun işaretidir.
Vahdettin'in bu ihanetleri nedeniyle TBMM daha 1920 yılında yaptığı bir gizli oturumda Vahdettin'e "HAİN" damgasını yapıştırmıştır. Vahdettin'e çok sonraları Kemalistler "hain" dememiş, daha 1920'de TBMM "HAİN" demiştir. Atatürk de 1920'de TBMM'de gizli oturumlardaki konuşmalarında "HANİN VAHDETTİN" ifadesini kullanmış, 1927'de kaleme aldığı NUTUK'ta ise Vahdettin'e hem "HAİN" hem de "SOYSUZLAŞMIŞ YARATIK" demiştir. ABD'nin BOP'una uygun olarak tarihi yeniden yazanların hainleri kahraman, kahramanları hain yapmasına şaşırmamak gerekir!
(Bo konunun ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 1. Kitap, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.)
Sinan Meydan, Bütün Dünya Dergisi


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...1:vahdettn-dosyasi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK ELİYLE ALLAH'A MEKTUP ve ATATÜRK'ÜN YANITI

ddd.jpg


Halk Adamı Atatürk

Atatürk halkın içinden gelmiş gerçek bir halk adamdır. Zaman zaman halkın önünde zaman zaman halkın yanında, ama hep halkla birlikte hareket etmiştir. Emperyalizmi halkla birlikte dize getirmiş, yoksul, yarı bağımlı, geri kalmış bir ümmet imparatorluğunun enkazından halkın yardımıyla çağdaş ve bağımsız bir ulus devlet yaratmıştır. Dahası Türk Devrimi ile "Dönme devşirme saltanatına", son verip "saltanat putunu" yıkarak halkın iktidarını kurmuştur.
Atatürk halk adamlığını Halkçılık ilkesiyle taçlandırmıştır.Atatürk'ün Halkçılığı öyle sözde kalan halktan kopuk,halkı dinlemeyen, halkın dertlerini, sorunlarını görmezden gelen bir Halkçılık değildir. Atatürk'ün Halkçılığı halkı, ama gerçek halkı, köylüyü, çiftçiyi, üreticiyi, "milletin efendisi" olarak gören, olağanüstü liderliğine rağmen "herşeyi milletimle birlikte yaptım, milletim olmasaydı ben hiçbirşey yapamazdım" diyen bir Halkçılıktır.
Atatürk her zaman hakının dertleriyle dertlenmiştir. Halkı da hep bu gerçeğin farkında olarak dertlerini sorunlarını onunla paylaşmıştır. Atatürk yurt gezilerinde halkın dertlerini bizzat dinlemiş, hem yazılı hem sözlü olarak halkın en ufak sorunlarına bile kulak kabartıp çözüm üretmiştir. Atatürk'ün bu halk adamlığı yönünü bilen muhtaç yuttaşlar zaman zaman Atatürk'ten akıl almaz isteklerde bulunmuşlardır. Atatürk bu isteklere karşı bile kayıtsız kalmamış, en azından kendisinden yardım bekleyen yurttaşların gönlünü almıştır.
"Cumhurreisi Mustafa Kemal Eliyle Hz. Allah'a" Mektup

İşte geçtiğimiz günlerde yayımlanan "Atatürk'ün Berberi" adlı kitapta bu tür bir belgeye rastaldım.(1) Olayın özeti şu: Bir yurttaş 1936 Şubat'ında Atatürk'e bir mektup göndererek kendisine yardım edilmesini istiyor, ancak mektupta kullandığı dil ve üslüp çok şaşırtıcı. Dahası Atatürk'ün bu şaşırtıcı mektuba verdiği yanıt da bir o kadar sarsıcı ve şaşırtıcı. Aynen aktarıyorum:
"Hasan Rıza Soyak, elinde bir mektupla çalışma odasına girdi. Mektubu zarfından çıkardı, Atatürk'e verdi. Bir çırpıda okuduktan sonra, "Gereken yapılsın. İvedi olsun" diye de ekledi. Mektup iş isteğinde bulunan bir yurttaştan geliyordu.
Günün çoğunluğunu yurttaşların sorunlarını düşünerek geçirmeye başlamıştı. Kendisinin gezileri sırasında yanına ulaşıp da yardım isteyenlerya da köşke ve saraya gelen her arzuyu yerine getirmeye çabalıyordu.
Cumhurreisliği Hususi Kalem Müdürü gelen evrakla birlikte Atatürk'e, Dörtyol'da haksızlığa uğrayan bir vatandaşın garip bir dilekçesini sunmuştu.
'Cumhurreisi Mustafa Kemal Eliyle Hz. Allah'a Hitaben' diye başlayan dilekçede şunlar yazılıydı:
"Ya Rabbi! Derdimi şimdiye kadar dökmediğim makam kalmadı. Fakat hiçbir çare bulamadım. Şimdi ise vatanın kurtarıcısı büyük bir adamın vasıtasıyla size istida ediyorum. Eğer bu sefer de derdime çare bulunmazsa, o zaman halimi arz etmek üzere huzurunuza varmaya mecbur kalacağım".
Atatürk'ün cevabı gecikmedi:
"Vasıtamla Büyük Tanrı'ya yazılan istidanız (dilekçeniz) tarafımdan okundu.Bizim yapabileceğimiz işler için huzura çıkmanıza lüzum yoktur. Bundan sonra ben hayatta olduğum müddetçe derdinizi ilk olarak bana söyleyiniz. Eğer aciz gösterecek olursam o zaman Büyük Varlığa başvurabilirsiniz. Dileğiniz yerine getirilmiştir." (2)
İşte halk adamı Atatürk gerçeğinin en somut kanıtlarından biri... İşte halkının dilinden anlayan, halkının diliyle konuşan, halkının dertlerini, sorunlarını dinleyen, dinlemekle de kalmayıp çözüm üreten halk adahmı Atatürk gerçeği...
Atatürk, eline 17 Şubat 1936'da ulaşan bu mektuptaki isteği sadece 21 gün içinde 10 Mart 1936'da yerine getirmiştir.
Atatürk'ün Allah Tanımları: Büyük Tanrı, Huzur, Büyük Varlık

Atatürk'ün kendisinden iş isteyen vatandaşa yazdığı cevabi mektubun satıraralarında çok başka gerçekler de vardır:
Şöyle ki: Atatürk kendisi aracılığıyla Allah'a mektup yazan yurttaşa aynı dille ve üslupla yanıt vermiştir. Hep "dinsiz" olmakla itham edilen Atatürk herşeyden önce yurttaşın dinsel duyarlılığını dikkate alarak yanıt vermiştir. Örneğin en basitinden "Boş ver Allah'ı, Allah sana yardım edemez!" Ya da "Madem Allah'tan istiyorsun o zaman sana o yardım etsin! " dememiştir. "İyi de Atatürk böyle şeyler der mi?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet! Bizim Atatürk düşmanı din bezirganlarının anlattıkları "Dinsiz ve halkın değerlerini hiçe sayan Atatürk"ün o yurttaşa aynen böyle yanıt vermesi gerekirdi, ama görüldüğü gibi "gerçek Atatürk" o yurttaşa bizim din bezirganlarını çok şaşırtacak bir yanıt vermiştir. Atatürk kendisi kişisel olarak ne düşünürse düşünsün, neye inanırsa inansın, ya da inanmasın asla yurttaşlarının düşünce ve inanışlarına saygısızlık etmemiştir. Önemli olan da bu değil midir?
Atatürk'ün mektubunda ALLAH için kullandığı "BÜYÜK TANRI", "HUZUR", "BÜYÜK VARLIK" ifadeleri dikkat çekicidir. Bu ifadelerin özenle seçildiği anlaşılmaktadır. Üstelik Atatürk, bu ifadeleri Mart 1936'da kullanmıştır.
Bugün yurttaşına "Ananı da al git!" diyen Başnakanı gördükçe Atatürk'ün halk adamlığını hatırlamamak mümkün mü?
Kaynaklar, dipnotlar:
(1) Yaşar Gürsoy, Atatürk'ün Berberi, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2013, s. 335-337
(2) Hilmi Yücebaş, Atatürk'ün Nükteleri, Fıkraları, Hatıraları, Kültür Kitabevi, İstanbul, 1963; Gürsoy, age, s. 337.
Sinan MEYDAN, 4 Mayıs 2013

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...mektup-ve-atatuerk&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

MENDERES'İN TARİHİ CAMİ KIYIMI

ddd.jpg


Menderes’in Yıktırdığı Camiler ve Mescitler

AKP'nin "cami söyleminin" Mehmet Şevket Eygi'den etkilendiği açık. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer, Mehmet Şevket Eygi'nin yazıp söylediklerini bile işlerine geldiği şekilde kullanmışlardır. Şöye ki, Eygi "Cami Kıyımı" adlı kitabında, "Cami kıyımı 1950-60 arasında da devam ederek yol açma bahanesiyle nice tarihi caminin temellerine kadar yıkılmasına sebep oldu" diyerek 1950-1960 arasında DP ve Menderes döneminde yıkılan ve satılan camilerden de söz etmiştir. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer "cami söylemlerinde" hiç bir zaman bu durumdan söz etme gereği duymamışlardır.
Bu nedenle ben de DP lideri Menderes’in sattırdığı ve yıktırdığı camilerden söz edeyim. Kim bilir belki Sayın Başbakanımız gelecek grup toplantısında da DP’nin ve Menderes’in yıktırdığı camilerden söz eder!
Araştırmalarım sonunda Menderes zamanında sadece İstanbul'da 54 tane caminin yol açma ve değişik imar faaliyetleri sebebiyle yıkıldığını öğrendim. DP döneminde İstanbul Tophane, Karaköy, Fatih, Eminönü, Beşiktaş'da tam anlamıyla bir tarihi cami katliamı yaşanmış.
DP ve Menderes döneminde İstanbul'daki tarihi cami ve mescit katliamı İstanbul'un imarı için getirilen Fransız Mimar Henry Prost eliyle gerçekleştirilmiştir. Zeki Bağlan Hoca, 2010 yılındaki bir konferansında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:

"(...) Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.

Prost, bu kadarla yetinmez. İkinci yıkım Furyası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Zeytinciler Mescidiyok edilir.. Voynuk Şücaeddin Camii'nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, istanbul'un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey'in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda iMÇ blokları yayılır.... Sadece 56-57 yılları arasında 54 camiyi yıktırır. Bunun yanında hamamların, tekkelerin, sebillerin, çeşmelerin hesabı yapılmaz..."

Cumhuriyetim ilk yıllarında başlayan imar çalışmaları, yol yapım çalışmaları 1940'lardan itibaren H. Prost eliyle şehrin tarihi dokusuna zarar verecek biçimde gerçekleştirilmiştir. İmar çalışmalarının ilk aşaması 1943'te sona ermiştir. O ilk aşamada, Azeblar Camii, Sekbanbaşı Mescidi, Firuzağa Mescidi, Revani Çelebi Camii yıkılmıştır. Bu yıkımlara 1950-1960 arasındaki DP döneminde devam edilmiştir: 1953'te Saraçhane Mescidi (Mimar Ayas Mescidi), Karagöz Mescidi ile tarihi medreseler, çeşmeler ve mektepler yıkılmıştır.
Prof. İlber Ortaylı, Milliyet gazetesinde "Cami Olmaktan Çıkan Camiler" başlıklı yazısında Menderes'in İstanbul'da Mimar Sinan'ın mescitlerini, camilerini buldozerle yıktırdığını, ancak hiçbir Müslümanın nedense bu gerçekten söz etmediğini şöyle ifade etmiştir: "70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir."
İstanbul'un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sayılı sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu'na verdiği röportajda, Menderes’in bazı camileri yıktırdığını ileri sürmüştür.

1950’lerde Yeni Sabah gazetesinde yazar olan Semavi Eyice, Adnan Menderes'in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii'nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.

Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını da belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.

Prof. Semavi Eyice, “Sanat Alemi” dergisinden Ülkü Ö Akagündüz’e verdiği röportajda da bu gerçeğin altını çizmiştir:

İşte Semavi Eyice’in o röportajından bazı bölümler:

Menderes döneminde nice ibadethaneler şuursuzca yıkıldı. (Menderes'in) adına görkemli bir türbe yapıldı; ama günahı da çoktu hani.” diyen Eyice, İstanbul’da geniş caddelere, meydanlara ve yeşil sahalara karışıp giden elliden fazla caminin bazısı, projeleri hiç tehdit etmediği hâlde biraz da keyfî uygulamalarla ortadan kaldırılmış. Semavi Hoca, Menderes’in açtırdığı Atatürk Bulvarı’na kurban giden iki camiden şöyle söz ediyor:

"Bozdoğan kemerinden Aksaray’a inerken sağda iki küçük cami vardı. Baba Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camileri. Baba Hasan Alemi’yi daha o zaman vakıflar kiraya vermişti. Hatta bir öğretmen oturuyordu içinde. Cadde üstünde olmamasına rağmen yıktılar onu. Oruç Gazi mamurdu, kullanılıyordu. Hiç lüzumu yokken yıkıldı o da. Bulvar açıldığında, dört tarafında servi ağaçlarıyla çok şirin bir durumu vardı, caddeden dışarıda ve biraz çukurdaydı zaten. Kimin aklına estiyse, lüzumsuz burada dediler, yıktılar.
Adana’da kentin göbeğinde, camisi, medresesi, kütüphanesiyle görkemli bir külliye düşünün. 1650’lerde Cafer Paşa yaptırmış, 1950’de cadde genişleyecek bahanesiyle yıkılmış. Ne var ki arsa hala boş, külliye yıkıldığı ile kalmış, şehrin anıtsal yapısının yerinde şimdi çömlekçi var".
İşte İstanbul'da DP döneminde Menderes'in yıktırdığı ve tahrip ettirdiği tarihi camilerden bazıları:
-1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.
-Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan tarihi Oruç Gazi Camii, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.

-Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.

-Aksaray'da Vatan cadesinin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.
-Karaköy Kabataş arasında -bugünkü Mimar Sinan Üniveristesi'nin tam karşısındaki- Salıpazarı Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
-Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
-Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.
-Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır. (20c)
1_56.jpg
Menderes döneminde yıkılan camilerden biri
b.jpg
Adana'da cadde genişletmek bahanesiyle 1950'lerde yıkılan Cafer Paşa Camii
or1.jpg
or2.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1956'da yıkılan Oruç Gazi Camisi'nden iki ayrı görüntü****​
nusretiye_abdulhamit_arsivi.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1958'de bazı bölümleri yıkılıp yeniden yapılan Nusretiye Camii
sbc.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (yakından görünüm)
sb.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (uzaktan görünüm)
murat%20paa%20camii.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Murat Paşa Camii (uzaktan görünüm)
aksaray-2.jpg
aksaray-3.jpg
DP ve Menderes döneminde İstanbul Aksaray'da Vatan Caddesi yapılırken birçok tarihi cami yıkılmış ve zarar görmüştür*****
cami.jpg
Karaköy'de kıyıda, Galata Köprüsü’ne bakan Ziraat Bankası’nın (bir zamanlar Avusturya Bankası) hemen arkasında yer alan, fotoğraftaki bu küçücük şirin ve zarif cami, 1958’de DP döneminde Menderes tarafından meydan genişletmesi bahanesiyle yıkıldı. Oysa ki uzmanlara göre, eğer amaç, gerçekten de meydan veya yol genişletmesi ise camiin yıkılmasına gerek yoktu. Nitekim bu cami ile aynı hizada bulunan Ziraat Bankası'na dokunulmadan yol genişletilmiştir.
stadyum.jpg
Menderes döneminde Bayrampaşa'ya Stadyum Yapılması için Yıktırılan Tarihi İstanbul Surları
İstanbul'un birçok tarihi camisini yıktıran DP ve Menderes, (tarihi camilerin bakım ve onarımı konusunda çıkarılan yasaya rağmen)İstanbul'un abidevi camilerine de ilgisiz kalmıştır. Bu durum dönemin basınınca eleştirilmiştir. Örneğin, Sultanahmet Camii'nin etrafının gecekondularla kuşatılmasını ve bakımsızlığını Metin Engin, 1953 yılında Cumhuriyet gazetesinde şöyle eleştirmiştir: "İstanbul'un en büyük tarihi abidelerinden olan Sultanahmet Camisi gecekonduların ve usulsuz inşaatın istilası altında... üç beş teneke parçası ya da taş bulan her şahıs caminin duvarına bitişik bir gecekondu inşa ediyor. Sultanahmet Camisi'nin hali ise büsbütün utanç verici.1950'de Vakıflar tarafından tamir edilirken bir amalenin dikkatsizliği yüzünden kül olan, camiye bitişik mahfil-i hümayun üç seneden beri harap ve yanık bir vaziyette bırakılmış.Bu feci manzara muhteşem caminin bütün güzelliğini ortadan kaldırmaya kafi geliyor. Vakıflar Umum Müdürlüğü acaba neden burasını tamir edip camiyi bu çirkin vaziyetten kurtaramaz."
Bu noktada insanın aklına birkaç soru geliyor:

1. İsmet İnönü keyfi nedenlerle camileri kapatmadığı halde “İsmet Paşa camileri kapattı!” diye birileri yıllardır milleti kandırırken; Adnan Menderes, bazı tarihi camileri ve mescitleri yıktırdığı halde neden hiç kimse “Menderes camileri ve mescitleri yıktırdı!” diye çıt bile çıkarmamıştır.

2. Menderes döneminde Türkiye’nin dört bir yanındaki tarihi kiliseler, cemaati olmadığı halde, törenlerle ibadete açılırken, neden hiç kimse “Menderes Türkiye’de Hıristiyanlığın yayılmasını sağladı! diye bağırıp çağırmamıştır.[23]

3. Çok daha önemlisi AKP döneminde 2010 yılında satışa çıkarılan İzmir Foça’daki Kozbeyli köyü camiinden neden hiç söz eden yoktur?

4. “Tek parti CHP camileri kapattı” diye sızlananlar neden hiçbir zaman “Tek parti döneminde açılan Halkevleri ve Köy Enstitülerini DP kapattı. Böylece Türk aydınlanması büyük bir darbe yedi.” demez? 1951’de DP ve Menderes, Türkiye’nin dört bir yanındaki 478 Halkevi merkezini, 5000 Halkevi şubesini ve 4000 Halkodasını kapatmıştır. 1954’te de o güne kadar 25.000 öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerini kapatmıştır.

Sonuç olarak diyeceğim şu ki: Tarih üzerinde işinize geldiği gibi tepinemezsiniz beyler...

Cumhuriyet tarihi yalanlarına cevap vermeye devam edeceğim…

Not: Bu konunun ayrıntılarını Kasım'da çıkacak olan EL-CEVAP adlı kitabımdan öğrenebilirsiniz.

Sinan MEYDAN

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...sn-tarh-cam-kiyimi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

MENDERES'İN TARIM İHANETİ (Menderes Müslüman Türk İnsanına Domuz Eti/Yağı Yedirdi Mi?"
ddd.jpg


Atatürk'ün Tarım Devrimi

Atatürk’ün Tarım Devrimi, İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, Halkevleri ve Köy Enstitüleri projeleri ile Türkiye’de modern tarım ve hayvancılık gelişmeye başlamıştır. Çok kısa bir süre önce dışarıdan alınan birçok tarım ürünü Türkiye’de Türk köylüsü tarafından üretilip yurt dışına satılmaya başlanmıştır. Türkiye, Atatürk’ün "akıllı projeleriyle" şekillenen çağdaş, "ulusal" ve "bağımsız" tarım ve hayvancılık politikaları sonunda çok kısa bir sürede kendi kendine yetebilen bir ülke haline gelmiştir. Kendi kendine yeten Türkiye, ülkeleri borçlandırıp kendine bağımlı kılan emperyalizmi rahatsız etmiştir.(Atatürk'ün Tarım Devrimi için Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk'ün Akıllı Projeleri, C.2).
ABD’nin Türk Tarımını Bitirme Projesi, Menderes ve DP

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti (DP) ekonomik alanda liberal politikalar izlemiştir. Avrupa Ödeme Birliği’ne giren Türkiye 1950 yılının son baharında üye devletlerle olan ticaretini büyük oranda serbest bırakmıştır. Türkiye, 1950-1953 yılları arasında iyi hava şartları, tarım arazisinin genişletilmesi, Kore Savaşı’nın yarattığı olumlu hava sayesinde dünyanın sayılı tahıl ambarı ülkelerinden biri durumuna gelmiştir. Türkiye’nin tarımdaki bu başarısı Türkiye için “ABD yardımını en etkili kullanan ülke” yorumlarının yapılmasına yol açmıştır.

Ancak zaman içinde Türkiye’de tarım arazisinin genişlemesinin durması, hava şartlarının kötü gitmesi ve dünyanın da normal şartlara dönmesiyle tarım üretimi azalmaya başlamıştır. DP’nin uyguladığı “serbest piyasa rejimi” başarılı olamamış ve dış ticaret büyük oranda açık vermiştir. Ekonomik şartlar ağırlaşıp dış borçlar artınca DP 1954’te dış ticarette bazı kısıtlamalara gitmiştir.

İki yıl kadar önce “ABD yardımını çok iyi kullanan ülke” diye alkışlanan Türkiye, 1955’ten itibaren ABD’den tarım ürünü satın almak için çok ağır şartlarda anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır.
Menderes'in Tarım İhaneti

1955-1956 yılları arasında Türkiye ile ABD arasında imzalanan “tarım anlaşmaları” Türk tarımının gelişmesini önlemiş ve ABD tarım ürünlerine Türkiye’de her yıl genişleyen pazar açmayı amaçlamıştır.
İhanet 1:
12 Kasım 1956 tarihli “Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkındaki Muaddel Amerikan Kanunu"nun I. Kısmı Gereğince Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında "Münakit Zirai Emtia Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşma ABD’nin Türk tarımını bitirme projesinin en önemli ayaklarından birini oluşturması bakımından dikkat çekicidir:

ABD, yardım adı altında 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşma ile kendi ihtiyaç fazlası olan buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi tarımsal ve hayvansal ürünleri Amerikan gemileriyle Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 46.3 milyon dolar karşılığında Türkiye’ye verecektir.

Türkiye, 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşmaya ek olarak 25 Ocak 1957 tarihli başka bir “tarım anlaşmasıyla” ABD’den şu tarım ürünlerini satın alacaktır: Buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya fasulyesi yağı… Bu ürünler Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 19.40 milyon dolara verilecektir.

12 Kasım 1956 tarihli anlaşmaya göre adı geçen tarımsal ve hayvansal ürünleri ABD aşağıdaki bağlayıcı şartlarla Türkiye’ye verecektir:

  1. Türkiye’ye satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerika’nın aynı malların alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
  2. Bu anlaşma ile Türkiye’de satılacak malların dünya mahsul piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
  3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı, Amerika tarafından kontrol edilecektir.
  4. Amerikan tarım ürünleri fazlası Türk lirası ile satın alınacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’na yatırılacak olan Türk liraları ABD Hükümeti tarafından kullanılacaktır.
  5. Türk ve Amerikan Hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini artırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki hükümet, bu anlaşmanın uygulanmasında özel teşebbüs sahiplerinin etkili bir biçimde rol oynaması için ticari şartlar sağlayacaklardır.
Anlaşmanın dikkat çekici yönlerini şöyle değerlendirmek mümkündür:

  1. ABD yardım adı altında Türkiye’ye kendi ihtiyaç fazlası tarımsal ve hayvansal ürünleri satacaktır. Yani Türkiye’ye satılan ABD ürünleri ABD tüketicisinden arta kalan ikinci sınıf ürünlerdir.
  2. ABD Türkiye’ye, buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya fasulyesi yağı satacaktır. Bu ürünlerin neredeyse tamamını veya eş değer başka ürünleri Türkiye’de yetiştirmek mümkündür.
  3. Türkiye ABD’den satın aldığı tarımsal ve hayvansal ürünleri ABD’nin düşmanlarına satmayacak, sadece kendisi tüketecektir. Yani Türkiye parasını vererek satın aldığı ikinci sınıf ABD ürünlerini ABD’ye sorarak tüketecektir. Bunun adı bağımlılıktır.
  4. Türkiye’nin yetiştirip ihraç edeceği tarım ürünlerini ABD kontrol edecektir. Yani ABD’nin “üretmeyin” dediği tarım ürünleri üretilmeyecek, “satmayın” dediği tarım ürünleri ihraç edilmeyecektir. Bunun adı sömürülmektir.
  5. ABD’nin ikinci sınıf tarım ürünlerine Türkiye milyonlarca dolar ödeyecektir. Bunun adı ABD yardımı değil, ABD kazığıdır.
  6. Türk ve Amerikan Hükümetleri “Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini artırmak ve geliştirmek için” devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki hükümetin gayret sarf edeceği nokta dikkat çekicidir: “Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak!” Amerikan Hükümeti’nin bu yöndeki gayretini anlamak mümkündür, ancak Türk Hükümetinin bu yöndeki gayretini anlamak mümkün değildir. Türk Hükümeti, “Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak için” değil, “Amerika’dan alınan tarım ürünlerini Türkiye’de yetiştirmek için” gayret sarf etmelidir.
Bu anlaşmayla ilgili "Gizli Anlaşmaların İçyüzü" adlı kitabın yazarı Haydar Tunçkanat’în şu değerlendirmeleri çok önemlidir:
Bu anlaşmada taraf olan bağımsız Türk devletinin hükümeti, bu ağır şartları reddetmediği gibi Amerika’nın dünya piyasa fiyatları üzerinden vereceği buğdayın cinsini, niteliklerini, ne zaman ve nerede teslime dileceğine ait, böyle alışverişlerde normal sayılabilecek şartları dahi ileri sürmüyor. % 98’i Müslüman olan Türk halkının İslam usullerine göre kesilmeyip, öldürülerek kanı akıtılmayan, dondurulmuş veya konserve etlerin Türk halkına yedirilmesi için, Türkiye’ye sevk edilecek dondurulmuş veya konserve etlerin İslam usullerine göre kesilmiş olması şartını dahi anlaşmaya koydurmuyor veya aklına dahi getirmiyor

Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor. Halkın temiz dinsel duygularına gerçekte bir değer vermeyen DP iktidarının, halkın bu duygularını sadece kendi çıkarları ve siyasi iktidarlarının sürdürülmesi için nasıl sömürdüklerini bu örnekler gün ışığına çıkarmaktadır.

Kendi öz ürünümüz zeytinyağının sabun yapımında kullanılmasını bir kararname ile yasaklayarak onun yerine Amerika’dan satın alınan domuz karışımı don yağının kullanılması mecburiyetini getiren DP Hükümeti, Amerika’ya Pazar olma uğruna Türk zeytinyağı üreticilerini de açlığa ve yoksulluğa mahkum ediyordu. Türkiye’de pazarı olmayan Amerikan don ve soya yağlarına pazar açmakla hükümet Türkiye’nin ve Türk halkının çıkarlarına aykırı olan bu anlaşmanın uygulanmasına geçiyordu. Zengin Amerikan çiftçisinin daha zenginleşmesi için Türkiye’nin de sömürülmesi zorunluydu ve bunun için de yoksul Türk çiftçisi, zeytincisi kendi hükümeti eliyle yoksulluğa itiliyordu.

Türk tarım ürünlerinin iç piyasadaki fiyatlarının dünya piyasalarındaki fiyatlara denk olduğu kabul edilse dahi Amerikan tarım ürünleri Türkiye’ye ithal edilirken Türk kanunlarına göre alınacak gümrük vergisi, özel idare ve belediyelere ait vergiler, resim ve harçlar, sundurma ve antrepo ücretleri, rıhtım resmi ve rıhtım ücretlerinden muaf tutulmuştur. Yerli ürünlerimizi ve Türk üreticisini korumak için kanunlarla konulmuş olan bu vergiler Amerikan tarım ürünlerinin Türkiye’ye ithalinde de alınmış olsaydı hem Türk Hükümeti vergi alarak gelirini arttıracak, aynı zamanda Amerika’dan ithal edilen bu ürünlerin fiyatları da artacağından aynı veya benzeri Türk ürünleriyle Türkiye’de rekabet edemeyeceklerdi. Amerika bu ürünlerin fiyatlarını kendi çıkarı için dünya piyasa fiyatlarının altında Türkiye’ye vermeyeceğine göre en kestirme yol bu ürünlerin Türkiye’ye girişinde gümrük vergisi, diğer harç ve resimlerden muaf tutulmasıdır. Amerika’nın PL 480 sayılı kanuna göre yapılan bu ithalatta Amerika’dan ithal edilecek malların sürümünü arttırmak ve bunlara duyulan ihtiyacı geliştirmek amacıyla ‘emtianın memleketimize girişinde maliyetini arttırıcı herhangi bir tesire maruz kalmayarak, en ucuz şekilde ihtiyaç sahiplerinin istifadesine arzı zaruri bulunmaktadır’ gerekçesiyle 6969 sayılı kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirilmiş ve Amerika’nın anlaşmada öne sürdüğü şartlara uyularak önemli bir engel daha kolaylıkla aşılmıştır. Ancak bu kanunda Amerikan üreticisi himaye edilirken Türkiye’nin buğday, yağlı tohumlar, et, süt, peynir ve zeytinyağı üreticilerinin nasıl korunacağı ve yaşayacağı düşünülmemiştir. Amerikan tarım ürünlerine tanınan bu imtiyazlar karşısında yerli üretimin azalması, Amerikan tarım ürünleri ithalatıyla karşılanacaktır. Amerika tarım emtiasına tanınan imtiyazlar karşısında Türk ürünleri elbette rekabet edemezdi. Amerikan üreticisi, kendi devletinden başka Türk Hükümeti’ni de kendi arkasına almıştı.

Türk halkının çıkarları yerine Amerika’nın Türkiye’deki pazarlarını genişletme ve geliştirme politikasını bu anlaşma ile kayıtsız şartsız kabul eden bir iktidar Türk tarımı ve Türk üreticisini Amerikan çiftçisinin refahı uğruna bir çıkmaza ve felakete sürüklüyordu.

Amerika’nın Türk tarımını bitirme projesi, 12 Kasım 1956 tarihli anlaşma ve bu anlaşmaya ek 25 Ocak 1957 tarihli anlaşma dışında, 20 Ocak 1958 tarihli anlaşmayla devam etmiştir.
İhanet 2:
DP Hükümeti’nin Türkiye adına ABD Hükümeti ile 20 Ocak 1958 tarihinde imzaladığı “Tarım Ürünleri Anlaşması”nın belli başlı maddeleri şunlardır:

Bu anlaşmaya göre Amerika Türkiye’ye şu ürünleri satacaktır: Buğday, yem, soya fasulyesi veya pamuk yağı, tereyağı, yağlı süttozu, peynir, yağsız süttozu…Türkiye bu ürünler için taşıma masrafları da dahil 46.8 milyon dolar ödeyecektir.

Aynı anlaşmanın 2. maddesinin 1 (b) kısmında Türkiye 7 milyon doları Türkiye’deki iş hayatının geliştirilmesi amacıyla Türkiye’deki Amerikan firmaları ile bunların ajansları, teşekkülleri veya şubelerine, Amerikan zirai maddelerinin kullanılması ve tevziine yardım etmek amacıyla Amerikan firmalarıyla Türk firmalarına verilecektir.

Anlaşmanın 104 (e) bölümünün son paragrafına göre Amerika’dan alınacak mallardan Türkiye’nin borçlanarak alacağı veya Türkiye’de bu krediden yararlanacak Amerikan yerli ve yabancı firmalarının ihracata yönelmelerine imkan yoktur. Haydar Tuçkanat’ın değerlendirmesiyle: “Amerika’nın mutad pazarlarına zarar vermeksizin Türkiye’deki Amerikan tarım fazlası ürünlerine olan ihtiyacı ve istekleri artıracak yatırımlara yönelmektir. Türkiye’de hiç pazarı olmayan ve Türk halkı tarafından kullanılmayan soya yağı ve bugün (o gün) Türkiye’de üretilen ayçiçeği yağı, pamuk ve zeytin yağlarıyla kolayca rekabet edebilmekte, süt tozu okullarda çocuklara zorla içirilerek alıştırılmakta, soya fasulyesi ekimi ise kasten baltalanmaktadır.”

20 Ocak 1958 tarihli anlaşma’nın sonunda aynı tarihli ve 1755 sayılı Amerikan Hükümeti’nin bir notası yayımlanmıştır.

Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’den Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya gönderilen nota ABD’nin Türk tarımını bitirme projesinin en somut adımlarından biri olması bakımından çok dikkat çekicidir.
İki maddelik bu Amerika notasında, Amerika Türkiye’den şu isteklerde bulunmuştur:
"a) 1957 mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar diğer herhangi bir yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı,
b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübaayatı ile telafi etmeyi taahhüt etmektedir.
Ekselansınızın Hükümetinin, yukarıda izah edilen anlayışla mutabık bulunduğunu bildirdiğiniz taktirde müteşekkir kalacağım.

En seçkin saygılarımın kabulünü rica ederim Ekselans...”

Amerika Büyük Elçisi Fletcher Warren’in bu notasına Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 20 Ocak 1958 tarihinde şu yanıtı vermiştir:

“ (…) İşbu anlaşmayı (20 Ocak 1958 tarihli anlaşma) imza etmekle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti:
a) 1957 mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar herhangi bir yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı ve

b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübaayatı ile telafi eylemeyi taahhüt etmektedir.

Ekselansınızın, Hükümetimin yukarıda izah edilen anlayışla mutabık bulunduğunu bildirdiğiniz taktirde müteşekkir kalacağım.

En derin saygılarımın kabulünü rica ederim ekselans…”


12 Kasım 1956 tarihli anlaşmanın 4. maddesinin 4. bölümünde Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatının ABD tarafından kontrol edileceği kabul edilmişti. 20 Ocak 1958 tarihli ABD notasının resmi gazetede yayınlanmasıyla Türk dış ticaretinin ABD kontrolüne girmesi resmen kabul ve ilan edilerek uygulamaya konulmuştur.

Amerika Türkiye’ye “1 Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin!” diyor, Türkiye “Başüstüne Ekselansları!” diyerek buğday ihraç etmiyor…

Amerika Türkiye’ye “Eğer bu yasağa uymazsan ihraç ettiğin buğday kadar Amerikan buğdayını kendi kaynaklarından finanse edeceksin” diyor, Türkiye “Başüstüne Ekselansları!” diyerek bu cezayı kabul ediyor…

Amerika Türkiye’nin belirttiği tarihler arasında buğday satışını yasaklamıştır, çünkü Amerika’nın buğday satışı için belirli pazarlardan istekler bu tarihlerde yapılacaktır. Eğer Türkiye bu yasağa uymayıp buğday satarsa, sattığı buğday kadar Amerikan buğdayını satın alacaktır. Amerika her şekilde kazanacak, Türkiye ise her şekilde de kaybedecektir. “Amerika, kendi çıkarlarını korumak için Bağımsız Türk Devletinin Hükümetine, kabul edilmesine imkan olmayan bir teklifi getirebiliyor da Türk Hükümeti bunu geri çevirmiyor.”
Tarım İhaneti 60'larda da Devam Etti

1950’lerde Türk tarımını bitirme projesini başarıyla hayata geçiren ABD, projenin kalan parçalarını 1960’larda tamamlamaya devam etmiştir. Örneğin, 24 Şubat 1963 tarihli “Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkındaki 161 Milyon Dolarlık İkili Anlaşma” ile ilgili olarak ABD Türkiye’ye 24 Eylül 1963 tarihinde, 11513 sayılı resmi gazetede yayımlanan bir nota vermiştir.

Tarım ürünleri anlaşmasının bir parçası olarak verilen notanın I. bölümünde ABD Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını 1 Kasım 1962-31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki 12 aylık dönemde 10.000 tonla sınırlamıştır. Eğer Türkiye’nin bu dönemdeki zeytinyağı ihracatı ABD’nin izin verdiği miktarı aşarsa Türkiye kendi dövizi ile ABD’den aynı miktarda nebati yağ satın alarak cezalandırılacaktır. Türkiye’nin böyle bir gücü olmadığı için ihtiyaçtan fazla zeytin yağı dışarıya satılmayacak, fiyatlar düşecek, zarar eden üretici hem fakirleşecek, hem de ürününü satamadığı için üretimden vazgeçip, zeytin ağaçlarını kesip kışlık odun olarak yakacak ve işçi olarak ya İstanbul’a ya da Almanya’ya gidecektir. Türkiye’nin zeytin yağı üretiminin artarak dışarıya satılması Amerikan nebati yağlarının satışını etkileyeceği için ABD kendi ticari çıkarlarını korumak için Türkiye’nin ticari çıkarlarını baltalamıştır. ABD, Türk tarımına ve ticaretine büyük bir darbe vurmuştur.

ABD’in isteği sonunda 1963,1964 ve 1965 yıllarında Türkiye’nin nebati yağlar ve yağlı tohumlar ihracatı azaltılmış ve 6.400 tonu geçmemiştir.
Yağlı tohumlar ihracatının zeytin yağı ihracatıyla birlikte yıllık 6400 tonla sınırlandırılması, pamuk ve ayçiçeği gibi yağlı tohum veren bitkilerin ekimini de etkilemiş ve Amerikan soya yağı Türkiye içinde ve dışında alıp başını yürümüştür.

Notanın 2. bölümüne göre Türkiye’ye satılacak Amerikan buğdayının ithali ve kullanılması sırasında Türkiye buğday ihraç edemeyecektir.

Notanın 3. bölümünde Amerika’dan satın alınacak tarım ürünleri için Merkez Bankası’na yatırılacak Türk Lirası’nın Amerikalılar tarafından nasıl kullanılacağı anlatılmıştır.

ABD’nin sömürge ülkelerinde bile benzerine az rastlanabilecek bir küstahlıkla ve cesaretle “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş hükümetine sunduğu bu nota Atatürk’ten sonra Türkiye’nin yeniden emperyalizmin pençesine düştüğünü göstermektedir.

21 Şubat 1963 tarihli Amerikan Hükümetinin notasına Türk Hükümeti aynı tarihli, 252.21 dosya numaralı ve 3125 sayılı karşı notasında şu yanıtı vermiştir:

Aşağıda metni kayıtlı 21 Şubat 1963 tarihli mektubunuzu almakla şeref duyarım” cümlesinden hemen sonra Amerikan notası aynen verilmiş ve Türk notası şöyle bitirilmiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yukarıdaki hususlar üzerinde mutabık olduğunu bildirmekle şeref duyarım.

Ekselanslarından en derin saygılarımın kabulünü rica ederim. Muhlis Efe.”


“Bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş Türk Hükümetinin ABD Hükümetine verdiği bu yanıt, Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’yi yeniden “bağımlı” bir ülke haline getirdiklerini göstermektedir.
Menderes Müslüman Türk İnsanına Domuz Eti/Yağı Yedirdi mi?

Türkiye'yi kelimenin tam anlamıyla her bakımdan ABD emperyalizminin pençesine bırakan Menderes, bilindiği gibi siyasi gücünü din istismarı ve köylü-çiftçi odaklı söyleminden almıştır. Ancak aynı Menderes, bir taraftan Atatürk'ün Türkçe okuttuğu ezanları yeniden Arapça okutmayı "dine dönüş" olarak adlandırıp, milletvekillerine "Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz?" derken, diğer taraftan Türkiye'de hiçbir dönemde olmadığı kadar (Bu AKP dönemi hariç) kilise açmış, yüzlerce tarihi camiyi buldozaerle yıkmıştır. Aynı Menderes bir taraftan radyoda mevlit okuturken, diğer taraftan ABD ile imzaladığı "tarım anlaşmaları" sonunda Müslüman Türk insanına domuz eti, domuz yağı yedirmiştir!
Şöyleki: Menderes'in DP'sinin 1950-1960 arasında ABD ile imzaladığı tarım anlaşmalarında Türkiye'nin ABD'nin kalmış don yağını ve konserve etlerini de aldığı belirtilmiştir. Ancak bu yağların ve etlerin ne eti olduğu konusunda en ufak bir açıklayıcı madde ve bilgi yoktur anlaşma metinlerinde. Yani "Müslümanlığı kurtarmış olmakla" övünen Menderes ABD'den aldığı kalmış don yağı ve konserve etlerin arasında domuz eti olup olmadığını merak edip sormamıştır.
Haydar Tunçkanat, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "....Bu anlaşmada taraf olan bağımsız Türk devletinin hükümeti, bu ağır şartları reddetmediği gibi Amerika’nın dünya piyasa fiyatları üzerinden vereceği buğdayın cinsini, niteliklerini, ne zaman ve nerede teslime dileceğine ait, böyle alışverişlerde normal sayılabilecek şartları dahi ileri sürmüyor. % 98’i Müslüman olan Türk halkının İslam usullerine göre kesilmeyip, öldürülerek kanı akıtılmayan, dondurulmuş veya konserve etlerin Türk halkına yedirilmesi için, Türkiye’ye sevk edilecek dondurulmuş veya konserve etlerin İslam usullerine göre kesilmiş olması şartını dahi anlaşmaya koydurmuyor veya aklına dahi getirmiyor

Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor. Halkın temiz dinsel duygularına gerçekte bir değer vermeyen DP iktidarının, halkın bu duygularını sadece kendi çıkarları ve siyasi iktidarlarının sürdürülmesi için nasıl sömürdüklerini bu örnekler gün ışığına çıkarmaktadır.
.."
Bugün Atatürk'ü ve İnönü'yü "din düşmanlığıyla" suçlayan görevli tarihçiler ve açılımcı siyasiler, idam edildiği için "mağdur edebiyatı" yapıp ballandıra ballandıra anlattıkları, yücelttikleri, "Müslümanlığa büyük hizmet etmiş bir siyasi lider" diye tanıttıkları Menderes'in bu ABD DOMUZLARI meselesinden hiç söz etmemektedirler?

adnan-menderes-09.jpg
Menderes Time'a kapak olmuştu​
Sözün kısası şu ki:

Türkiye 1950’lerde ve sonrasında ABD’nin gerçek anlamda bir sömürgesi durumuna getirilmiştir. Atatürk’ün “milletin efendisi” olarak adlandırıp her bakımdan kalkındırmaya çalıştığı Türk köylüsü zaman içinde bitirilmiş, bir zamanlar kendi kendine yeten Türk tarımı baltalanmış, kendi buğdayını, kendi pamuğunu, kendi zeytin yağını, kendi sığırını üretip ihraç etmesine izin verilmeyen Türkiye, Amerikan buğdayına, Amerikan soya yağına, Amerikan pamuk tohumuna, Amerikan konserve sığır etine mahkum edilmiştir.
Yani özetle: Menderes ve DP'si, bir taratfan din istismarı yaparken diğer taraftan dine aykırı uygulamalara imza atmış, diğer taraftan köylüye, çiftçiye yönelik bir söylemle oy toplarken köylüyü ve çiftçiyi ABD köylüsüne ve çiftçisine kurban etmiştir. Görülen o ki, Menderes ve DP'si döneminde köylü çiftçi, kazanmıştır, ama bu kazanan köylü ve çiftçiler ABD köylüsü ve çiftçileridir. Ah ah...

Bu bölümü, Haydar Tunçkanat’ın 1969’da yayınlanan “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı kitabındaki şu cümlelerle bitirmek istiyorum:

Geçmişin acı ve kanlı tecrübelerinden sonra öğrendiğimiz gerçeklerden, Atatürk’ün koyduğu ilkelerden ayrılmamış olsaydık, boşa giden yıllar Türkiye’ye neler kazandırırdı bugün.”
Bu anlaşmalar dönemin Resmi Gazetelerinde yayınlanmıştır. Bkz.11 Haziren 1959 tarihli 10228 sayılı Resmi Gazete.

Sinan MEYDAN
7 Nisan 2013

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...rk-noenue-tarm-abd&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

"ATATÜRK İNGİLİZ VALİSİ OLMAK İSTİYORDU" YALANINA YANIT
ddd.jpg


Yeni Osmanlı Projesi'nin Görevli Akil'ine Yanıt

Atatürk’ün yüzyılın başında İngiliz ve Fransız emperyalizmini ve onların desteklediği Yunan ve Ermeni taşeronlarını Anadolu yaylasına gömerek kurduğu “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’ni bugün yeniden “bağımlı” Osmanlıya dönüştürmek isteyen iç ve dış odaklarca yakın tarihi çarpıtmakla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine kurulması planlan Yeni Osmanlı’ya uygun yeni bir tarih kurgulamakla görevlendirilmiş GÖREVLİ AKİL’LERDEN biri de edebiyatçı/ amatör tarihçi Mustafa Armağan’dır Cemaatin gazetesinde, Derin Tarih adlı dergisinde ve yandaş medyada çalakalem ve kirliağız Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yapan bu GÖREVLİNİN yalanlarına yanıt vermekten yoruldum doğrusu! Bu yazımda İngiliz gazeteci W. Price'ye dayanarak "Atatürk İngiliz valisi olmak istiyordu" diyen “görevli akil” Mustafa Armağan'a bir kere daha yanıt vereceğim bir kere daha.
İngiliz Gazeteci W. Price - Atatürk Görüşmesi

Atatürk 14 Kasım 1918’de İngiliz Daily Mail gazetesi yazarı Ward Price ile İstanbul Pera Palas’ta görüşmüştür. Lord Kinross,Atatürk” adlı kitabında bu görüşmeyi şöyle anlatmaktadır: “Mustafa Kemal… Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price de Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti. Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal’i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu.” İddiaya göre Atatürk bu görüşmede Price’e, “Bu böyle olmaz vatanı baştan başa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” demiştir.
Ward Price’ı Daily Mail Gazetesine Verdiği Demeç (1918)

Ward Price, 1918 yılında Daily Mail gazetesine verdiği demeçte İstanbul’da Atatürk’le görüştüğünü anlatmış, ancak Atatürk’ün o görüşmede kendisine İngiliz valisi olmak isteğini söylediğinden falan söz etmemiştir.


Price’nin Cumhuriyet Gazetesi’ne Verdiği Demeç (1939)

Price, 1939 yılında İstanbul’a gelmiş ve Cumhuriyet gazetesine bir demeç vermiştir. Price demecinde, 1918’de Atatürk’le yaptığı görüşmeyi kastederek, “O zamanlar doğrusu bu laflara pek dikkat etmemiştim. Mesleğimin her zaman hatırlayacağım büyük hatası, bu emsalsiz dehayı o zaman keşfedememiş olmamdır” demiştir. Hepsi bu! Price yine 1918’deki o görüşmede Atatürk’ün kendisine İngiliz valisi olmak istediğini söylediğinden söz etmemiştir.


Price’nın “Ekstra-special Correspondant” Adlı Kitabındaki İddiası (1957)

Ancak aynı Price, bu demeçten (1939’daki) tam 18 yıl sonra 1957 yılında “Ekstra-special Correspondant” yani “Çok Özel Gazeteci” adlı bir kitap yazmış ve kitabında Atatürk’’ün 1918’deki görüşmede kendisine, “Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışmak gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olamayacağını bilmek isterim” dediğini iddia etmiştir.

Price, bu görüşme sırasında Albay Refet Bele’nin de orada olduğunu belirtmiştir. Price, ayrıca Atatürk’ün böyle bir göreve istekli olduğunu, kendisinin bu öneriyi İngiliz askeri istihbaratından Albay Hoywood’a bildirdiğini, ancak İngilizlerin bu öneriye o sırada fazla önem vermediğini ileri sürmüştür.


Akıl Oyunları

Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul etmeden önce sorgulayalım. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı GÖREVLİ tarihçiler sadece Atatürk’ün lehine durumları sorgulamaya alışıktırlar, onlar Atatürk aleyhine durumları “peşinen doğru” kabul etmeye alışıktırlar! Bu nedenle bu konuyu sorgulamaya gerek duymazlar. Adı üstünde GÖREBLİ olunca böyle oluyor tabi! Her neyse! 1918 öncesinin ve sonrasının koşullarını ve Mustafa Kemal’in çalışmalarını dikkate alarak inceleyelim iddiayı:

1.Görüşmenin Zamanı: (14 Kasım 1918): Atatürk, daha bir gün önce 13 Kasım’da (İstanbul’un fiilen işgal edildiği gün) İstanbul’a gelmiş ve ayağının tozuyla Pera Palas Oteli’ne yerleşmiştir. Pera Palas Oteli’ne yerleşmesinin temel amacı, işgalci İngiliz ve Fransız subaylarının ve gazetecilerinin de daha çok Pera Palas’ı tercih etmeleridir. Atatürk üniformalarını çıkarıp sivil giysilerini giyerek gizli, açık İngiliz ve Fransız yetkililerin amaçlarını, planlarını öğrenmek istemektedir. Bir askeri ve strateji dehası olan Atatürk, her zaman öncelikle düşmanını tanımayı ilke edinmiştir. Daha bir gün önce İstanbul’a gelen Atatürk’ün, daha ne olup bittiğini tam olarak anlamadan apar topar İngiliz gazetecisine, “Ben Anadolu’da İngiliz valisi olmak istiyorum!” demesi pek de mümkün değildir. Atatürk Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da Osmanlı Hükümeti çevrelerinde siyasi yollara başvurmayı düşünmektedir. İşgal İstanbul’da aralarında padişahın da olduğu yetkililerle, devlet adamlarıyla ve silah arkadaşlarıyla görüşmeler yapmayı düşünmektedir. Nitekim 14 Kasım1918-16 Mayıs 1919 arasındaki altı ay boyunca İstanbul’da kalan Atatürk, bütün bu kişilerle çok sayıda gizli, açık görüşme yapmış, Kurtuluş Savaşı’nın bütün alt yapısını İstanbul’da hazırlamıştır. (Bkz. Sinan Meydan, Parola Nuh-Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2008.) Kısaca demem o ki, Atatürk, İstanbul’a geleli daha bir gün olmuştur ve daha İstanbul’daki siyasi havayı yeterince koklamamış, gerekli görüşmeleri yapmamıştır. Durup dururken bir İngiliz gazeteciye “Beni Anadolu’ya valiniz olarak atayın!” demesi çok anlamsızdır.

2.Price’nin Çelişkileri: İddia güvenilmezdir; çünkü Ward Price, 1918 yılında Daily Mail gazetesine ve 1939’da Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçlerde “Mustafa Kemal’in İngiliz valisi olmak istediğinden” söz etmezken, 1957 yılında yayınlanan Çok Özel Gazeteci adlı kitabında “Mustafa Kemal’in İngiliz valisi olmak istediğini” iddia etmiştir. Eğer iddiası doğruysa neden 1918'de ve 1939'da bu iddiayı dile getirmemiştir?

3.Refet Paşa İddiası: Price, Atatürk’le yaptığı görüşme sırasında Refet Paşa’nın da orada olduğunu ileri sürmüştür, ancak 14 Kasım’da henüz Atatürk, Refet Paşa ile görüşmemiştir. Price başka birini Refet Paşa ile karıştırmış da olabilir tabi!

4.Bir Hafta Kadar Önce Atatürk İngilizlere Direnmekten Söz Ediyordu: Atatürk, Price ile İstanbul’da görüşmesinden çok değil daha bir hafta kadar önce (3-8 Kasım 1918’de) Adana’dan Sadrazam ve Harbiye Bakanı Ahmet İzzet Paşa’yagönderdiği telgraflarda açıkça "İngiliz karşıtlığını" ortaya koymuş, emrindeki orduya “İngilizlere ateşle karşılık vermeyi emrettiğini” belirtmiştir:

İşte Price’nin iddiasını yerle bir eden, Atatürk’ün İngilizlere karşı direnişe kararlı olduğunu gösteren o telgraflarından bazı bölümler:
…İngilizlerin her dediğine boyun eğilecek olursa onların ihtiraslarının önüne geçmeye imkân kalmayacaktır.”
…İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya girişecek İngilizlere ateşle engel olunmasını 7. Ordu’ya emrettim.”
“…İngilizlerin elde edeceği sonucu onlara kendi yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için ve özellikle bugünkü hükümetimiz için kara bir sayfadır.”
“… İngilizlerin iğfalkar hareketlerini, İngilizlerden ziyade haklı görenlerle işbirliği yapmaya yaradılışım müsait değildir.”

Bir hafta önce “İngilizlere ateşle karşılık vermekten” söz eden Atatürk’ün bir hafta sonra “İngiliz valisi olmaktan söz etmesi” ne kadar inandırıcıdır? Price, eğer o günlerde Atatürk’ün daha birkaç gün önce Adana’dan Harbiye Bakanlığı’na gönderdiği “İngiliz karşıtı” bu telgrafları bilseydi, bu gülünç dedikoduyu şüphesiz ki kitabına koymazdı, koyamazdı.

5. İlk Silahlı Direniş İskenderun Saldırısını Atatürk Gerçekleştirmiştir: Mondros gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Ancak İtilaf devletlerinin asıl niyetinin bölgeyi işgal etmek olduğu birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. İtilaf devletlerinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek istedikleri anlaşılmıştır. İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir. Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir. Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir. Atatürk’ün bu kararlı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır. Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır. Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır. Süleyman Hatipoğlu’nun, “Filistin Cephesinden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa” adlı kitabında da belirttiği gibi, “7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.” Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi Atatürk’ün emri üzerine gerçekleştirilen 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır. “Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.” Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direniş gerçekleşmiştir.
14 Kasım 1918’de İstanbul’da “Atatürk’ün İngiliz valisi olmak istediğini” ileri sürenlerin, Atatürk’ün Yıldırım Orduları Komutanı olarak 1-10 Kasım arasında Adana, Kilis ve İskenderun hattında yaptığı İLK DİRENİŞ HAZIRLIKLARINDAN (Adana Mülakatı, Adana’da Şakir Paşa’daki Kırmızı Konakta yaptığı direniş toplantıları ve Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği direniş telgrafları vs) haberi yoktur belli ki! Kısaca demem o ki, 14 Kasım’da “Atatürk bana İngiliz valisi olmak istediğini söyledi” diyen Price, Atatürk’ün çok değil sadece 8 gün önce İskenderun’daki İngiliz donanmasına saldırı emri verdiğinden habersizdir! (Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, Parola Nuh-Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 1. Cilt).

6.Atatürk 21 Mayıs’ta İngilizlerin Teklifini Reddetmişti: Price’nin bu iddiasını çürüten en somut olaylardan biri Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında yaşanmıştır. 21 Mayıs’ta Atatürk, Samsun’da güvenlik durumunu görüşmek üzere İngiliz Güvenlik Yüzbaşısı L. H. Hurst ve iki meslektaşıyla buluşmuştur. İngiliz subaylar Atatürk’e açıkça, Osmanlı hükümetinin ülkeyi yönetemediğini bu nedenle en azından birkaç yıl için yabancıların korumasına ve müdahalesine ihtiyaç olduğunu söylemişlerdi ve Türkiye’nin İngiliz mandası altına girmesini teklif etmişlerdir. Atatürk, “sorunların çözüleceğini” söyleyerek bu teklifi kesin bir tavırla reddetmiştir. Soruyorum; Atatürk gerçekten İngiliz valisi olmak isteseydi, İngilizlerin Samsun’da kendisine yaptıkları bu teklifi geri çevirir miydi?
7.Tarihçilerin Görüşleri: Yerli ve yabancı tarihçiler Price’nin bu iddiasının gerçeği yansıtmadığı düşüncesindedirler. Prof. Sina Akşin,Bu olayı ciddiye almak çok zordur. Vatana ciddi hizmetlerde bulunmaya hazırlandığı ve en az Harbiye Nezaret’i ne göz diktiği bir sırada Mustafa Kemal’in böyle süfli bir teklifi, araya otel müdürünü ve bir gazeteciyi koyarak yapması, inanılacak şeylerden değildir. Böyle bir görüşmenin yapıldığı kesinlikle kanıtlansa bile, önerinin ciddi olarak yapılmadığına hükmetmek gerekir” derken, Doğan Avcıoğlu ve Sadi Borak da Atatürk’ün İngiliz karşıtlığına dikkat çekerek, bu iddianın inandırıcı olmadığını belirtmişlerdir.Yabancı tarihçilerden Prof. Andrew Mango, Price’nın iddiasını, “Yorum farkları ve unutkanlık olabileceği noktası göz ardı edilmemelidir” diyerek sorgularken, Lord Kinross, bu görüşmenin nedenini, Atatürk’ün dolaylı yoldan İngilizlerin ağzını arama isteğine bağlamıştır. Grace Ellison’ın 1928’de yayınlanan “Turkey Tuday” adlı eserinde, Sir Alexander T. Waugh’ın 1930 yılında yayınlanan “Turkey Yesterday, Today and Tomorrow” adlı kitabında ve Prof. Bernard Lewis’in 1961’de yayınlanan “The Emergence of Modern Turkey” adlı çalışmasında gazeteci Ward Price’nın iddiasına yer vermemeleri, bu iddiayı ciddiye almadıklarını göstermektedir. Ciddi tarihçiler, gazeteci Ward Price’nın “iddiasını” doğrulamazken ve dikkate almazken ülkemizdeki “Vahdettinperest İkinci Cumhuriyetçi liboşlar” ve “Atatürk paranoyasına yakalanmış yobazlar”, Price’nın iddiasına dört elle sarılmışlardır. Bu iddiayı son olarak gazeteci yazar Taha Akyol, “Ama Hangi Atatürk” adlı kitabında ve Mustafa Armağan, “Kim Hain Kim Kahraman” adlı bir yazısında gündeme getirerek, sözüm ona, “Mustafa Kemal’in de İngilizci olduğunu” kanıtlamaya çalışmışlardır! Şimdi bu çevrelere, onları hayal kırıklığına uğratacak bir gerçeği hatırlatalım:
8.İngiliz gazeteci Price’nin Sadram Tevfik Paşa ve Ali Rıza Bey ile görüşmesi: İngiliz gazeteci Ward Price, İstanbul’da sadece Atatürk’le görüşmemiş, aynı zamanda Osmanlı hükümeti temsilcileriyle ve dahası –sıkı durun– Padişah Vahdettin’le de görüşmüştür. Price, 11 Kasım 1918’de Sadrazam Tevfik Paşa ile görüşmüş, Tevfik Paşa, Price’e, “Amacımız İngiltere ile eski dostluğu canlandırmaktır” demiştir. Price, 17 Kasım 1918’de de Ayan Meclisi Başkanı Ali Rıza Bey’le görüşmüş, Ali Rıza Bey de kendisine, “İngiltere ile samimi bir ittifakı arzu ederiz” demiştir.

9.İngiliz gazeteci Price’nin Padişah Vahdettin’le görüşmesi: Price, 24 Kasım 1918’de Padişah Vahdettin’le görüşmüş, Vahdettin, İngiliz gazeteciye, “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ermenilerin öldürülmeleri…. Kalbimi yaralamıştır. Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır… Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım…Diyebilirim ki Türk milleti İngiltere’ye karşı aynı duygularla, hem de umumiyetle çok daha kuvvetle duygulanmaktadır.” demiştir. Vahdettin’in Ward Price’e yaptığı bu açıklamalar, 6 Aralık 1918’de Daily Mail gazetesinde yayımlanmıştır. Atatürk’le yaptığı görüşmeden tam 40 yıl sonra yazdığı anılarında “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istemişti!” diyen Ward Price’ı çok seven “Vahdettinperestler”, aynı Price’ın Vahdettin’in “İngiliz severliğini” olanca açıklığıyla ortaya koyduğunu biliyorlar mıdır acaba? Yoksa biliyorlar da saklıyorlar mıdır, nedir?...


Diyelim ki İddia Doğu!

Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul edecek olursak da şöyle yorumlayabiliriz: İşgal İstanbul’unda direniş planları yapan Atatürk, bütün vatanseverlerin İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürgün edildiği bir ortamda her şeyden önce İngilizlerin hedefi olmaktan kurtulmak zorundaydı. Bir strateji ve taktik dehası olan Atatürk, İngiliz baskısından kurtulmak için, “strateji gereği” o süreçte İngilizlere karşı değilmiş gibi görünmek amacıyla Price’e böyle bir öneri sunmuş olabilir. Nitekim o günlerde çıkarmaya başladığı Minber adlı gazetede İngilizleri kızdıracak yayınlardan kaçınmıştır, hatta "İngilizleri uyutucu" bir yayın çizgisi izlemiştir. Nitekim Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında da strateji gereği işbirlikçi padişah Vahdettin’i kuşkulandırmamak için bir süre “Vahdettin’e yakınmış izlenmi” vermiştir. Yine buna benzer şekilde içerdeki dışarıdaki Müslüman unsurların Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesini sağlamak için bir süre "HİLAFETİ kurtarmak" için bu mücadeleyi verdiklerini söylemiştir. Başka ve çok daha güçlü bir olasılık da şudur: İlerleyen günlerde ulusal direnişi örgütlemek için bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye çalışan Atatürk, “İngiliz valisi” olarak kolayca Anadolu’ya geçmeyi düşünmüş olabilir. İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için “İngiliz vizesine” ihtiyaç duyulan bir ortamda zeki ve taktikçi Atatürk’ün böyle bir plan yapmış olması muhtemeldir. Sadi Borak’ın dediği gibi, “Bir görevle Anadolu’ya geçerek orada ulusal direnişi körüklemek kararında ve azminde olan taktisyen Mustafa Kemal’in bu yola da başvurmasını doğal karşılamak gerekir.” Prof. Andrew Mango da aynı kanıdadır: “…Mustafa Kemal… Belki de İngilizlerin desteğiyle askeri bir yönetici olarak Anadolu’ya dönüp Ermenilere ve Yunanlılara toprak verilmesini önlemek için çalışmayı düşünmüştür. Türklerin çoğu için de en acil tehlike buydu.”


Diyelim ki Price Doğru Söylüyor Ne Değişir: İngiliz İşbirlikçisi Vahdettin ve Damat Ferit Aklanır mı?


Diyelim ki gerçekten de Atatürk, 14 Kasım 1918’de Pera Palas’ta İngiliz gazeteci Price, “Anadolu’da İngiliz valisi olmak istediğini” söyledi? Ne değişir? Çünkü sonraki zaman diliminde Atatürk İngiliz valisi falan değil İngilizlerin kabusu olmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun dediği gibi, Kurtuluş Savaşı aslında bir Türk İngiliz Savaşıdır Atatürk, W. Price'ye "İngiliz valisi olmak istediğini" söylemiş olsa ne değişir? Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz destekli Yunan ordusunu yendiği gerçeği mi değişir? Yoksa İngiliz işbirlikçisi Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in İngilizlerle birlikte Kurtuluş Savaşı’nı bitirmek, Atatürk’ü ve milliyetçileri yok etmek istedikleri, bunun için fetvalar yayınlatıp, bu fetvaları İngiliz uçaklarıyla Anadolu semalarına attırdıkları, Hilafet Ordusu adında bir ihanet ordusu kurup bu orduyu İngiliz silahlarıyla teçhizatlandırıp Atatürk’ün ve milliyetçilerin üzerine gönderdikleri, Mustafa Sagir adlı İngiliz casusunun Atatürk’ü öldürmek için Ankara’ya kadar gittiği gerçeği mi, İngiliz casusu Noel’in Kürtleri Atatürk’e karşı kışkırtmak için yaptığı çalışmalar mı, yoksa İngiliz gizli servisi MI6’nın Atatürk’ü yok etmek için yaptığı çalışmalar mı, işgalci İngilizlerin Anadolu’daki direnişçilere KEMALİST deyip, bu vatansever KEMALİSTLERİ halkın gözleri önünde kurşuna dizdiği gerçeği mi, yoksa İngilizler İstanbul’u işgal edince İstanbul’daki milletvekillerini ve vatanseverleri Malta’ya sürgün edince Atatürk’ün de Anadolu’daki işgalci İngiliz subaylarını esir aldığı gerçeği mi değişir? Ne değişir?

ing.jpg
İngilizlerin kartpostal haline getirdikleri bu kartın arkasında, İngilizce, "İzmit'te bir Kemalist Türk'ün idamı" yazıldır.​
Atatürk’ün, Yarbay Özdemir Bey’e Musul’u Misak-ı Milliye kazandırması için verdiği emirler, Özdemir Bey’in milisleriyle 31 Ağustos’ta Irak civarında İngiliz ordusuna karşı kazandığı DERBENT ZAFERİ gerçeği mi değişir? Ne değişir? Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerle işbirliği içinde her türlü ihaneti yapan Padişah Vahdettin’in savaş sonunda Atatürk zafer kazanınca İngilizlerle yaptığı HİLAFET ANLAŞMASI gereği (Vahdettin Halifeliği İngilizlere satmıştır. Bunun karşılığında İngiliz korumasında İngiliz etkisinde bir HALİFE olmayı kabul ederek İngilizlere sığınmıştır. Kaçarken hazineyi soymamansın nedeni de budur. Nasıl olsa İngilizlerin kendisine krallar gibi bakacaklarını düşünmüştür. Ama bu oyunu Atatürk bozmuştur. Atatürk, Vahdettin'in "Hilafet hırkasını" alıp Abdülmecit Efendi’ye giydirince çırılçıplak kalan Vahdettin’i İngilizler yarı yolda bırakmış, o da yurt dışında sefalet içinde ölmüştür: İhanetin sonu işte!) yurt dışına kaçtığı gerçeği mi değişir? İngilizlerin Şeyh Sait İsyanı’ndaki kışkırtıcılıkları gerçeği mi değişir? Ne değişir ey GÖREVLİ TARİHÇİ ne?
Aslında bu tür "saçma-salak" iddiaların, bir kere daha Atatürk'ün büyüklüğünü gözler önüne sermemize fırsat verdiği için yararlı olduğu bile söylenebilir! Düşünsenize, bugün Atatürk karşıtlarının sahte kahramanları Vahdettin'le ilgili bizim arşivlerimizde ve İngiliz arşivlerinde yüzbinlerce İHANET BELGESİ varken, Vahdettin, Kurtuluş Savaşı boyunca İngilizlere ciltler dolduracak söz ve vaatte bulunmuş, hatta ülkesini 15 yıllığına İngiltere'ye kayıtsız koşulsuz teslim edip Kurtuluş Savaşı'nın ardından İngilizlere sığınıp yurt dışına kaçmışken, Atatürk, bir İngiliz gazeteciye "şunu demiş, bunu demiş" diye bin dereden su getirerek Atatürk'ü suçlamaya çalışmak zorunda kalıyor yalancı tarihçiler. Ne diyebilirim. Büyüksün Atam!
Sinan MEYDAN
3 Nisan 2013

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...iliz-vali-atauetrk&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

AKL-I KEMAL"Atatürk'ün Akıllı Projeleri" 4. Cilt ÇIKTI...Tüm kitapçılarda......

ddd.jpg


Atatürk düşmanlığının iyice "seviyesiz" ve "bayağı" bir hale geldiği bugünlerde, Atatürk'ün yüzyılın başında emperyalizme karşı verdiği bir Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından yoksul Türkiye'yi çağdaş ve zengin bir ülke haline getirmek için düşünceden uygulamaya geçirdiği "akıllı projeleri" bilmek, Akl-ı Kemal'in değerini anlamak yaşamsal bir zorunluluktur. AKL-I KEMAL, "O nasıl yaptı ötekiler nasıl yıktı" sorusuna da belgesel yanıt vererek sadece Atatürk'ü değil Atatürk'ten sonraki Türkiye'yi de anlamamızı sağlayacak bir çalışmadır. Bugünlerde ATATÜRK'ü halkın gözünden düşürmek için Atatürk'ün diniyle imamıyla, soyuyla sopuyla uğraşan "küçük beyinliler", Atatürk'ün HAVACILIK PROJESİ VE UZAY ÖNGÖRÜSÜ'nü duymaktan pek hoşlanmayacaklardır doğrusu! Yüz yıl kadar önce Türk insanının refahı ve mutluluğu için projeler geliştirip onları hayata geçiren Atatürk, ortaya koyduğu eserlerin ihtişamıyla, bugün ona düşmanlık besleyen bir kısım "çapsızın" komik yalan ve çarpıtmalarıyla adeta dalga geçmektedir!
akli%20kemal%204.jpg
İşte AKL-I KEMAL 4.cilt "Önsöz"den bir bölüm:
Akl-ı Kemal’in 4. cildinde yer alan “Atatürk’ün Akıllı Projeleri” şunlardır.
1.UÇAK SANAYİ PROJESİ (Havacılık Uzay Öngörüsü): Türk Havacılık Tarihi’nin kısa bir bilançosu; Trablusgarp çöllerinde, Balkan dağlarında ve Çanakkale sularında derme çatma Türk uçakları, Kurtuluş Savaşı yıllarının kırık kanatlar mucizesi, Atatürk’ün Kayseri, Ankara, Eskişehir uçak ve motor fabrikaları, Vecihi Hürküş ve Nuri Demirağ’ın ürettği yerli uçaklar, Nuri Demirağ Uçak Fabrikası ve Uçuş Okulu’nun şaşırtan hikayesi, 1930’larda üretilen, hatta ihraç edilen yerli uçaklar, Atatürk’ün bilinmeyen “havacılık ve uzay öngörüsü”, 1940’larda Türkiye’nin yaptığı yarasa uçak “Uçan Kanat” gerçeği, 1940’larada hayata geçirilmek istenen yerli savaş uçağı “Mehmetçik Projesi”. 1940’larda uçakların airodinamik testleri için yapılan Ankara Rüzgar Tüneli, Atatürk’ten sonra 1950’lerde ABD raporları ve istekleri doğrultusunda Türk uçak fabrikalarının tava, tencere ve traktör fabrikasına dönüştürülmesi…Belgeler, fotoğraflar…

2.DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ: Atatürk’ün bilinmeyen din anlayışı, İslam Rönesansından hurafelerin bataklığına yuvarlanan İslam dünyasının kısa tarihi, Osmanlı’da dinde öze dönüş çalışmaları, Atatürk’ün 1930’lardaki din ve İslam eleştirilerinin göz ardı edilen devrimci nedenleri; “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” sözünün şifresi, Atatürk’ün Dinde Öze Dönüş Projesi’nin nedenleri, Atatürk’ün ve genç Cumhuriyet’in din dilinin Türkçeleştirilmesi konusundaki büyük mücadelesi, 1932’de Atatürk’ün 9 seçilmiş hafızla Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir haftalık Kuran ve din çalışması, Dr. Reşit Galip’in “Türk’ün Milli Dini İslam” Projesi, Tarih Kurultaylarında Hz. Muhammed’e sahip çıkılması, Atatürk’ün Ayasofya’da planladığı büyük din tartışması, Türkçe Kuran, Türkçe dua, Türkçe hutbe, Türkçe ezan, Türkçe salat konusundaki bilinmeyenler, Mehmet Akif’in Kuran tercümesini yapmaktan vazgeçmesinin gerçek nedeni, Atatürk’ün İslam dinine yaptığı büyük hizmetler, 1950’lerde Atatürk’ün Dinde Öze Dönüş Projesi’nin yok edilmesi...
3.TARİH VE DİL TEZLERİ PROJESİ: Atatürk’ün okuma tutkusu ve tarihe, arkeolojiye, dile, antropolojiye verdiği önem, Atatürk öncesinde Türkiye’de tarih ve arkeolojinin durumu, Türkçenin 700 yıllık kayıp tarihi, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nin uluslararası kaynakları, tarih kurultayları, Cumhuriyetin, "ırkçı ve emperyalist Batı merkezli tarihe" başkaldıran kültür-uygarlık eksenli bilimsel tarih kitapları, Dil Devrimi’yle Türkçenin kurtuluşu, Atatürk’ün Türk Dil Tezi/Güneş Dil Teorisi’nin uluslararası kaynakları, Atatürk’ün dilbilim tutkusu ve dilbilim/kökenbilim çalışmaları, Atatürk’ün Türkçe sözcükleri, dil kurultayları, Tarih ve Dil Tezlerinin bilimsel boyutu ve uluslararası etkisi, Atatürk’ün bilim-kurgu tarih/dil görüşü (sesler kaybolmaz), Atatürk’ün antropolojiye verdiği önemin nedenleri, 1929’da Cumhuriyet’in pardigma değişimi; sosyolojinin yerine antropoloji, ırkçı Nazi antropolojisine karşı eşitlikçi Brakiselaf Avrasya kuramıyla başkaldırı, tarih kurultaylarında ve tarih kitaplarında antropoloji, Türkiye’de antropolojinin kurumsallaşması, Afet İnan’ın, Anadolu’da 64. 000 kişi üzerinde yapılan dünyanın en büyük antropoloji anketine dayanarak yazdığı doktora tezinin bilimsel boyutu ve önemi, İlk Türk antropologu Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu’nun antropoloji dünyasaında elde ettiği saygınlık, 18. Uluslararası Antropoloji ve Tarihöncesi Arkeoloji Kongresi’nin Türkiye’de yapılmak istenmesinin nedenleri, Atatürk’ün antropoloji çalışmalarının bilimsel niteliği ve ırkçılık karşıtlığı, Atatürk’ün ölümünden sonra Tarih ve Dil Tezleri Projesi’nin yok edilmesi, 1949’da ABD-Türkiye arasındaki eğitim anlaşması ve Fulbrayt Komisyounu, Türk Tarih Tezi’nin önce Greko (Yunan)-Roma Tezi’ne, sonra Türk-İslam Sentezi’ne dönüştürülmesi, Atatürk’ün Dil Tezi’yle dalga geçilmesi ve Atatürk’e yapılan büyük saygısızlık…

AKL-I KEMAL’i dört ciltte bitirmeyi düşünüyordum,
ancak Atatürk’ün göz kamaştıran projelerini bütün boyutlarıyla, en iyi şekilde sizlere ulaştırmak için çaba sarfederken projelerin 4 cilde sığmayacağını gördüm, bu nedenle Akl-ı Kemal’i beş ciltte bitirmeye karar verdim. Akl-ı Kemal setinin tamamlanmasını sağlayacak olan 5. ciltte MODERN ANKARA PROJESİ, YÜZEN FUAR PROJESİ, MUSİKİ VE SANAT PROJESİ, SAĞLIK PROJESİ, ÇAĞDAŞ ÜNİVERSİTE (EĞİTİM) PROJESİ ve İNSANLIK PROJESİ yer alacaktır.
İyi okumalar...
Sinan MEYDAN

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...clt-nsanda-cikacak&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

O YALAN ÇÜRÜDÜ (Atatürk’ün “Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları” Sözünün Sırrı

ddd.jpg


Öncelikle peşinen söyleyeyim ki: bu yazıda amacım bazılarının yaptığı gibi elime bir "iman ölçer!" alıp Atatürk'ün imanını ölçmek değildir. Ayrıca bu kimsenin haddine de değildir. Atatürk yapıp ettikleriyle her şeyden önce Türk insanının canını, namusunu, vatanını kurtarmıştır. Bu ona minnet duymak için yeter de artar bile. Benim bu yazıdaki amacım çokça çarpıtılan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktır. Son zamanlarda sözüm ona “Atatürk’ün dinsizliğine” en büyük kanıt olarak onun 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasının sonundaki “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları!” sözü gösterilmektedir. Atatürk’ün sürekli istismar edilen ve çokça çarpıtılan bu sözünü açıklamanın zamanı geldi de geçiyor bile:

Öncelikle Atatürk’ün o sözünü –Atatürk’ü dinsiz göstermek isteyenlerin yaptığı gibi cımbızlamadan- öncesiyle sonrasıyla ortaya koyalım:
İşte Youtube’da yayınlanan “o videoda” yer almayan bölümleriyle Atatürk’ün 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasındaki o kısım:

“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.(Alkışlar)
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.
Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım.(Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar)” (
Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937).
m.jpg
1 Kasım 1937-Atatürk Meclis'te
O Sözler, "CHP Prensiplerinin Hayattan Alındığı" Vurgusunu Güçlendirmek İçin Söylendi

Her şeyden önce Atatürk -tamamını buraya sığdıramayacağım için koymadığım- 1937’deki bu Meclis açış konuşmasında daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için neler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından, madenlerin işletilmesine, demiryollarından, kültür sanat politikalarına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır. Bütün bunları dönemin hükümetinin, CHP’nin yapacağını ifade etmiştir. Daha sonra “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir.” demiş ve bu prensiplerin, yani CHP’nin ilkelerinin (6 ilke) zamana göre değişebilirliğini çok etkili bir şekilde vurgulamak için de “Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir. Böylece Atatürk CHP’nin prensiplerinin (ilkelerinin) dogma (donmuş, kalıplaşmış, değişmez) olmadığını, bu prensiplerin hayattan alındığı belirtmiştir. Yani Atatürk, “gökten indiği sanılan dogmalar” sözünü kutsal kitapları aşağılamak amacıyla değil, CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, dolayısıyla dinamik/değişebilir/gelişebilir prensipler olduğunu çok güçlü bir şekilde ifade etmek için söylemiştir. Bu söylem tarzı (teşbih/benzetme) Atatürk’ün sıkça başvurduğu yöntemlerden biridir. Atatürk konuşmalarında özellikle öne çıkarmak, altını çizmek istediği noktaları böyle dikkat çekici, sarsıcı benzetmelerle, karşılaştırmalarla belirginleştirmiştir. Burada da CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, bu prensiplerin değişebilirliğini, zamana uygunluğunu, dinamikliğini vurgulamak için çok radikal bir şekilde bu prensipleri kutsal kitaplardaki hükümlerle/dogamalarla karşılaştırmıştır. Ancak Atatürk bu karşılaştırmayı yaparken –hep iddia edildiği gibi- asla dinlere, kutsal kitaplara hakaret etmemiştir.Burada kutsal kitapları yanlış anlayan din bezirganlarına üstü kapalı bir gönderme yapmış, onların yanlış kutsal kitap algılarını "sanmak" diyerek eleştirmiştir. Çünkü Atatürk, kitapların gökten indiğini "sananlardan" değildir, O kitapların "gökten" inmediğini çok iyi bilmektedir!

Atatürk'ün "Vatan ve Türk Ulusu" Vurgusu Görmezden Geliniyor

Çok daha önemlisi Atatürk, Atatürk karşıtı psikolojik savaşçıların cımbızladıkları "o sözlerinden" hemen sonra çok çarpıcı bir şekilde, yolunu çizen şeyin vatanı, Türk milleti ve tarihten aldığı dersler olduğunu belirterek ayrım yapmadan bütün Türk ulusuna hizmet etecekelerini şöyle ifade etmiştir: "Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım." Görüldüğü gibi Atatürk, kendisini "din düşmanı" olarak göstermek isteyen "cımbızcıların" görmezden geldikleri bu sözleriyle "gücün tek yaknağının Türk milleti olduğunu ve Türk milletine hizmet ettiklerini" ifade etmiştir. Önemli olan da bu değil midir? Aslında 1937 Meclis konuşmasının en can alıcı noktası "gökten indiği sanılan kitapların dogmaları" sözü değil, ondan hemen sonra gelen "Bağrından çıktığımız yurt (VATAN) ve TÜRK ULUSU" vurgusur.
Atatürk'ün, "Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları" Sözünün Şifresi

Sırayla gidelim:
1. “Gökten indiği sanılan kitaplar” ifadesinde ilahi dinlere hakaret yoktur: Şöyle ki: Evet! Burada bir eleştiri vardır, ancak bu eleştiri kutsal kitaplara değil, kitapların "gökten indiği sanrısına" yönelik bir eleştiridir. Çünkü ilahi dinlerin (Tanrısal kaynaklı-kitaplı dinlerin) kutsal kitapları "gökten inmemiştir". Hele hele son İslam dininin “gökten indiğini iddia etmek” abesle iştigal olur. Çünkü Kuran’ın gökten indiğini iddia etmek her şeyden önce Allah’ı gökte sanmak olur ki bu büyük bir yanılgıdır. İslam'da Allah mekan ve zaman üstüdür. Belli ki İslamın Semavi (göksel) din, Kuran’ın Semavi (göksel) kitap olduğu şeklindeki genel kabulden hareket edenler, yüzeysel bir bakışla, Kuran’ın gökten yere indiğini düşünmektedirler. Aslında gökteki bir tanrı inancı Hem İslama inananların hem de ona inanmayanların ortak bilinç altıdır. Oysa ki, İslama göre ne gökte bir tanrı vardır, ne İslam semavi bir dindir, ne de Kuran gökten inen bir kitaptır. Burada “inmek” sözüyle kastedilen “boyutsal” bir durumdur. İslami kaynaklara göre Kuran İslam peygamberi Hz. Muhammed’e vahiy şeklinde “ilham” edilmiştir, indirilmiştir, ama "gökten" indirilmemiştir. Kuran’da geçen “İnme” sözcüğünün Arapçası “Nüzul”dur ki, “Nüzul”(İnme) çok farklı anlamlarda kulanılmıştır, kullanılabilir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: Örneğin “Nüzul” sözcüğünün kökü “NZL"dir. Buradan hareketle örneğin, “teNZiLat” indirimdir, ama “gökten indirim değil”, fiyatlarda indirimdir! “NeZLe” “sinüslerdeki akıntının akciğerlere inmesi” olayıdır. Burda "sinüs akıntısının gökten inmesi" değildir kuşkusuz! Hatta birde “inme” vardır, yani “felç”. Bilindiği gibi felç de gökten inmemiştir! Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında bizzat İslam dininin ana kaynağı Kuran’da, Kuran’ın indiği ancak gökten inmediği açıkça ifade edilmiştir. Şöyle ki. Kuran’da (39-Zümer-1)’de “Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm(hakîmi)”. (نزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ ) yani “Bu kitabın indirilişi aziz ve hakim olan Allah’tandır”. Elmalılı Hamdi Yazır başta olmak üzere bütün Kuran tercümelerinde bu ayet burada verdiğim meale yakın bir şekilde çevrilmiştir. Hiçbir tercüme de “gökten indirildi” ifadesi yoktur. Daha doğrusu “gök”gökyüzü” ifadesi yoktur. Görüldüğü gibi Atatürk çok haklıdır. Gerçekten de kutsal kitapların, özellikle Kuran’ın gökten indirildiği hakikaten de bir “sanrıdır”. Demek ki, asıl dine hakaret “Kuran’ın gökten indirildiğini” sanmaktır. Demek ki neymiş! Atatürk Kuran’a, bugün ona dinsiz damgasını yapıştıranlardan çok daha fazla hakimmiş.
2. Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” cümlesindeki “dogmalar” ifadesi kutsal kitap sözlerine hakaret değildir: Şöyle ki: bütün sözlüklerde “Dogma” sözcüğü “Kat'i olarak ileri sürülen fikir.” anlamındadır. Sözcük Fransızca “Dogme” sözcüğüne dayanmaktadır. “Dogma” sözcüğü Türk Dil Kurumu’nun “Türkçe Sözlüğü”nde aynen şöyle tanımlanmıştır: “(Fr. Dogme. Yunan. Fel.)Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas. (TDK, Türkçe Sözlük, 9. bas. Ankara, 1998, s. 609). Dolayısıyla kutsal kitapların “dogma” olduğunu söylemek gerçeği ifade etmektir. Bilindiği gibi Kuran’daki ilkelerin değişmez, zaman ötesi ilkeler, Fransızca söylersek (dogme) olduğunu bizzat Kuran ifade etmiştir, Müslümanlar da bu ilkeye inanmıştır. Asıl Kuran'ın "dogma" (değişmez) olmadığını söylemek Kuran'a hakarettir! Bu nedenle Atatürk “kitapların dogmaları” derken kutsal kitaplara ve özellikle de Kuran'a hakaret etmemiş, gerçeği ifade etmiştir. Nitekim Atatürk, söz konusu konuşmasında, “Bizim prensiplerimizi dogmalarla bir tutmamalıdır” dedikten sonra, “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir ki, burada da “dogma” sözcüğünün birebir sözlük anlamından, yani “Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” açıklamasından hareket etmiştir. Atatürk, “Bizim prensiplerimiz dogma değildir” derken, kendi prensiplerinin "gökten" veya "gaipten" yani "bilinmeyen bir kaynaktan/görünmez alemden" değil doğrudan doğruya bilinen, görülen yaşamdan alındığını, yani dogmaların aksine “doğruluğunun sınandığını” yani "bilimsel" olduğunu anlatmak istemiştir. Böylece devletin din kurallarıyla değil hayattan alınan dünyevi kurallarla yönetileceğini, doğrusunun bu olduğunu anlatmak istemiştir. Atatürk bu sözleriyle çok güçlü, "sarsıcı", bir laiklik vurgusu yapmıştır. Tabi ki devletin kutsal kitap kurallarıyla, din kurallarıyla yönetilmesini isteyenlerin bunu anlaması olanaksızdır. Atatürk bu sözleriyle, kutsal kitaplara/dinlere değil, sürekli değişken, dinamik bir yapısı olan devlet yönetiminin "dogmalara" yani değişmeyen" kitaplara/dinlere göre belirlenmesine ve bir de "kitapların gökten indiği sanrısına" dayanan kutsal kitap yorumuna/anlayışına, itiraz etmiştir.
Tabi buradaki yanlış anlaşılmada zaman içinde sözcüklerin içinin boşaltılması ve o sözcülere yeni anlamlar yüklenmesi de etkilidir. Örneğin Atatürk'ün kullandığı "Dogma" sözcüğü Fransızcadan dilimize yeni geçmiş bir sözcük olması bakımından "sözlük anlamıyla" kullanılıyordu, ancak zaman içinde içi boşaltılıp, adeta "dinlere hakaret" anlamında kullanılmaya başlanmıştır. "Dogma" sözcüğünü bugun dinlere hakaret olarak kullananların olması, 76 yıl önce Atatürk'ün o sözcüğü yukarıda verdiğimiz şekilde sözlük anlamıyla kullandığı gerçeğini değiştirmez. Ama günümüzün Atatürk karşıtı "psikolojik savaş uzamanları" bu tarz kurnazlıklarla gerçekleri çok ustaca çarpıtabilmektedir.
Atatürk'ün Bütün Meclise Ayakta Fatiha Okuttuğu Meclis Konuşması

Atatürk'ün 1937 Meclis konuşmasındaki bir sözünü cımbızlayıp çarpıtarak "Atatürk'ü dinsiz" göstermeye çalışan din bezirganları, Atatürk'ün diğer Meclis konuşmalarındaki dinsel vurgularını, İslam dininden övgüyle söz etmelerini ve hatta bir keseresinde bütün Meclisi ayağa kaldırıp fatiha okuttuğunu toplumdan gizlerler veya bunun farkında bile değildirler.
Evet! Yanlış okumdanız, Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın hemen sonrasındaki 13 Ağustos 1923 tarihli Meclis konuşmasında Kurtuluş Savaşı'nın nasıl güçlüklerle kazanıldığını ifade edip, milletvekillerini şehitlerin ruhlarına Fatihalar okumaya çağırmıştır.
İşte bizim uyanık "cımbızcıların" hiç dikkatini çekmeyen Atatürk'ün o Meclis konuşması:
"Sayın arkadaşlar, Açıklamalarıma son vermeden önce hepinizi büyük bir göreve davet etmek istiyorum. Geçirdiğimiz buhranlı günlerin onurlu kahramanlarını hep birlikte kutsayalım. (Alkışlar)
Onlar arasında, savaş alanlarında düşman silahları ile göğüsleri delinmiş mutlu kişiler olduğu gibi, yangınlarda, ateşlerde yakılmış talihsiz çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar da vardır.
Onlar arasında namusları saldırıya uğramış sonsuza dek ağlayacak genç kızlar da vardır.
Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlatlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında savaştaki namus görevini onurla yaparak bu gün memleketlerine dönmüş gaziler vardır.
Onlardan şehitlik mertebesine erişenlerin ruhlarına fatihalar armağan edelim.

(Ayakta fatiha okundu)". (13 Ağustos 1923 Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 1, Sayfa 36)
Meclis tutanağına yansıdığı şekliyleAtatürk şehitlerin ruhlarına fatihalar okunmasını isteyince milletvekilleri "ayakta fatiha okumuştur."
Atatürk'ün 1923 Meclis konuşmasının ve sonrasındaki davranışının arkasında bir şeyler arayanlar, "canım o strateji!" diyenler, nedense 1937 konuşmasındaki sözünün arkasındaki gerçekleri, bunun neden, hangi amaçla söylendiğini hiç araştırmadan, olduğu gibi anlama (yanlış anlama) yoluna gitmişleridr. Hatta yukarıda anlattığım gibi o sözleri gerçek zemininden koparıp, başını sonunu kesip (cımbızlayıp) çarpıtmışlardır
SONUÇ:

"...Fakat bu prensipleri (CHP ilkeleri), gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. diyen Atatürk’ün aslında ne demek istediğini özetlersek:

1. Atatürk, bu sözü, CHP ilkelerinin değişebilir, zamana, hayata uygun ilkeler olduğunu daha iyi vurgulamak için “anlam güçlendirici” olarak kullanmıştır. Bu onun yöntemlerindendir.

2. Üstelik kutsal kitaplar, hele İslamın kutsal kitabı Kuran gökten inmemiş, Allah tarafından indirilmiş/ilham edilmiştir. Bu konuda “Zumer Süresi-1”de “Kuran’ın Allah tarafından indirildiği” ifadesi vardır, ancak Kuran’ın “gökten indirildiği” ifadesi, daha doğrusu “gök” ifadesi yoktur. Çünkü zaten İslam göre Allah gökte değildir. “Allah insana şah damarından daha yakındır, Allah her yerdedir.” Allah’ın gökte olduğu inancı eski pagan dönemlere (İslam öncesi zamanlara) ait bir kavramdır. Örneğin, eski Türklerde Tanrı’nın gökte olduğunun düşülmesi ve “Gök-Tanrı” ifadesinin kullanılması gibi. Yani Atatürk haklıdır, kutsal kitaplar, hele Kuran “gökten” inmemiştir. Bunu düşünmek Atatürk'ün dediği gibi "sanmaktır", "sanrıdır".

3.Kitapların dogmalarıifadesi de çok doğru bir kullanımdır. Çünkü “dogma” sözcüğü “değişmeyen kurallar” anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Kuran da sonsuza kadar değişmeyen, değişmeyecek bir kitaptır. Atatürk, sadeleştirilmiş haliyle, "bizim prensiplerimizi değişmeyen kuralların yer aldığı kitaplarla asla bir tutmamaldır" derken, kendi prensiplerinin "değişkenliğine" vurgu yapmış, devletin değişmeyen değil, değişen, dünyevi kurallarla yönetileceğini anlatmak istemiştir. Yani din ve devleti ayırmış, laiklik vurgusu yapmıştır. Atatürk bu sözüyle dinleri, kutsal kitapları değil, "sanmak" diye adlandırdığı yanlış kutsal kitap algısını ve doğru ya da yanlış algılanmış "değişmez din kurallarının" (dogmaların) devlet yönetimine egemen olmasını eleştirmiştir.

4. Atatürk, ölümünden yaklaşık bir yıl kadar önce bu kısa cümleye adeta o büyük DEHASINI saklamış gibidir. Nereden bilebilirdi cahil bırakılmış, dinle kandırılmış gelecek nesillerin onun bu kısa cümlesinde saklı dehayı görmek yerine bu cümleyi anlayamayacağını, hatta çarpıtacağını...

Görüldüğü gibi Atatürk, inansın, inanmasın, az inansın, çok inansın günümüzün dindar geçinen Atatürk düşmanlarından çok daha fazla İslam dinine ve o dinin kutsal Kitabı Kuran’a hakimdir. Atatürk düşmanları Müslüman Türk insanının algıda seçiciliğine, derin bilinç altına hitap ederek, Atatürk’ün 1937 Meclis konuşmasını cımbızlayıp, o konuşmada geçen bazı ifadelerini -bütün cehaletleriyle- çarpıtarak “Atatürk’ün dinsizliğine kanıt” olarak göstermişlerdir. Ancak ne demişler: Yalancının mumum yatsıya kadar yanar. Yatsı vakti beyler!...

Ah Atatürk’ümüz ah! Nelerle uğraşıyoruz! Bıraktığın eserin anlamının ve kıymetinin farkında olmayan cahil “din istismarcıları” senin sözlerini çarpıtıp, sana nasıl iftiralar atıyor!Ah!..
NOT: Atatürk ve din konusunda benim ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı ve yine benim ATATÜRK'ÜN İSLAM DİNİNE HİZMETLERİ adlı yazımı öneririm (tıklayınız)


Sinan MEYDAN - 9 OCAK 2013

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...:atatuerk-dogmalar&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

BU DA İSLAM TARİHİ YALANI: "Mekke 1 Ocak'ta Değil 11 Ocak'ta Fethedildi"

Mekke'nin Fethi İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir. Hz. Muhammed Mekke'yi fethederek İslamın önündeki en büyük engellerden birini ortadan kaldırmıştır. İslamın Hz. Muhammet'ten sonra yayılıp kurumlaşmasında Mekke'nin fethi gerçekten büyük bir etkiye sahiptir.

Bu bakımdan Müslümanarın bu önemli tarihi hatırlamaları, hatta kutlamaları son derece doğaldır.

Mekke’nin fethi, tarihi kaynaklara göre; ( İbn İshâk, İbn Hişâm, Belâzûrî, Vâkıdî, İbn Esir, İbn Kesir, Taberî gibi pek çok tarihçinin ittifakla verdiği tarih) Hicrî takvime göre 20 Ramazan 8’de (Hicretin 8. yılı) gerçekleşmiştir. Bu Hicri fetih tarihi Milâdî takvime uyarlanınca11 Ocak 630 tarihi elde edilir.

Diyanet'in "resmi sitesi" de bu tarihsel gerçeği "Peygamberimizin Hayatı-Mekkenin Fethi" adlı (Web Kütüphanesi) dosyada "f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)" başlığı altında doğrulamaktadır. (http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/yweboku.asp?sayfa=30&yid=1)

Buraya kadar herşey normal, anormallik bu önemli günün Türkiye'deki kutlamalarında karşımıza çıkmaktadır.Çünkü ülkemizde son yıllarda Mekke'nin fetih tarihi "birileri" tarafından 10 gün önceye çekilerek Miladi 31 Aralık/ 1 Ocak'ta kutlanmaya başlanmıştır. Bu kutlamalar "alternatif yılbaşı" diye adlandırılmıştır.Oysa ki İslam tarihi kaynaklarına göre Miladi 1 Ocak'ta Hz. Muhammed bırakın Mekke'yi fethetmeyi daha yeni Mekke'ye doğru hareket etmiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı.(319) (1 Ocak 630)"
ak.jpg
1 Ocak 2013 tarihinde basınımıza yansıyan "Mekke'nin Fethi kutlamaları" haberlerinden biri.​
Görülen o ki ülkemizde son yıllarda siyasal İslamın, daha doğrusu "din istismarının" ve "Allah ile aldatmanın" yükselmesine paralal yaşanan "uydurma" alternatif dini kutlamalardan biri de Mekke'nin fethi olmuştur.
Gözü dönmüş din bezirganlarının, kısır dünya görüşleri için İslam dinine, Kuran'a, Hz. Muhammed'in anısına saygısızlık ederek bu "tarihi çarpıtmaları" maalesef ülkemizin din istismarcısı-yandaş aydınları, gazetecileri, yazarları ve basını tarafından da görmezden gelinmekte, Kuran'ın ifadesiyle "hak ve hakikat gizlenmektedir". Ancak Kuran'a göre "Hakkı ve hakikatı gizlemek küfürdür". (Bakara, 42). Uzmanlık alanım olmadığı halde bu konuya dikkat çekmemin temel nedeni "sözde" dindar diye geçinen ülkemiz yandaşlarının "hak ve hakikakti gizlemeleridir".

İslam tarihini bile çarpıtmaktan çekinmeyen bu "küfre batmışlar", sabah akşam "tarihle yüzleşme" adı altında "gerçekleri çarpıtarak" Atatürk ve Cumhuriyet'e küfretmektedirler.

Ancak Allah'ın Peygamberi'nin hayatını bile çarpıtmaktan korkmayanların Müslüman Türk milletinin kurtarıcısının hayatını çarpıtmalarına şaşırmamak gerekir.Milletimizin bu "uyanık yalancıları" artık tanıması, onlara karşı uyanık olması gerekir.

"‘Bildiğiniz halde doğruyu yalanla karıştırıp gerçeği gizlemeyin". (Bakara 42).


Not: Mekke’nin fethinin 20 Ramazan 8 (11 Ocak 630) tarihinde gerçekleştiğini gözlerinizle görmeniz için Hicrî takvimi milâdî takvime çeviren on-line takvim çevirme kılavuzunu (http://193.255.138.2/takvim.asp) kullanabilirsiniz.

Sinan MEYDAN,
2 Ocak 2013


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ildi-yalanna-yantq&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

MEHMET AKİF İSTİSMARI ve GERÇEKLER

Akif'in Kemiklerini Sızlatmak

ddd.jpg


Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları her şeyi kullanır hale geldi. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yandaşlar için artık milli bayramlar, Cumhuriyet dönemine damga vurmuş önemli kişilerin doğum ve ölüm yıldönümleri Atatürk ve Cumhuriyet'e saldırmak için bulunmaz fırsat günleri!..
Örneğin, geçtiğimiz günlerde (27 Aralık) Cumhuriyet tarihine damga vurmuş isimlerden Mehmet Akif Ersoy'un 76. ölüm yıldönümüydü. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, Mehmet Akif'in ölüm yıldönümünde Akif'e bir Fatiha okumak yerine Akif üzerinden Atatürk'e ve Cumhuriyet'e saldırmaya çalıştılar. Hep yaptıkları gibi "resmi tarih yalan söylüyor" iddiasıyla kendi günyüzü görmemiş yalanlarını sıraladılar tv ekranlarında gazete köşelerinde...Yine tarihi çarpıttılar arsızca... Yine gerçeği eğip büktüler fütursuzca... Yine din istismarı yaptılar Allah'tan korkmadan...
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Atatürk Şapka Devrimi'ni yapınca buna çok bozularak (!) Mısır'a gitmiş. Yani bir anlamda Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sinden kaçmış!
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Cumhuriyeti benimsememiş, devrimleri eleştirmiş!
Neymiş efendim! Atatürk Mehmet Akif'ten hoşlanmazmış! Hatta Akif'in mezarının ziyaret edilmesini yasaklatmış!
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Mısır'da yaptığı Türkçe Kuran tercümesinin namazda okutulacağını düşündüğü için bu tercümeyi yakmış!
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Atatürk'ten hiç hoşlanmazmış! Hatta nefret edermiş!
gibi daha onlarca iddia/yalan saçtılar ortaya Akif'in 76 ölümyıldönümünde... Çok bilmiş tavırlarla, türlü akıl oyunlarıyla, laf kalabalıklarıyla inandırmaya çalıştılar Müslüman Türk insanını bu yalanlarına...
ma.jpg
(Onlar Türkiye Cumhuriyeti'nin iki ortak değeridir).​
Kuvvacı Din Adamları Gibi

Her şeyden önce Mehmet Akif'i, Kurtuluş Savaşı boyunca İstanbul'da kalıp risaleler (küçük kitap) yazan, Kurtuluş Savaşı bittiğinde, 1922 yılında Ankara'ya gidip milletvekillerini "dinsizlikle" suçlayarak onları namaza çağıran bildiriler dağıtan bazı sözde din adamlarıyla karıştırmamak gerekir!

Çünkü;

Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı'nın en buhranlı döneminde, 1920 yılında Ankara'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir vatan şairidir.

Atatürk'ün bütün din adamlarından, hatiplerden, aydınlardan isteği doğrultusunda o da Anadolu'yu dolaşarak halkı Kurtuluş Savaşı'na katılmaya çağırmıştır. Kastamonu Nasrullah Camii'nde yaptığı konuşma çoğaltılarak elden ele dağıtılmıştır.

Bu arada I. Meclis'te Burdur milletvekili olarak görev yapmıştır.

On gün aralıksız çalışıp yazdığı İstiklal Marşı için kendisine verilen para ödülünü geri çevirmiştir.

Özetle Akif, Kurtuluş Savaşı'nda "Ya istiklal ya ölüm!" diyen Atatürk'ün yanındadır. Savaştan sonra "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın" demiştir.
Çağdaş Bir Müslüman Aydın

Akif, bağımsızlıktan yana çağdaş bir Müslüman şairdir. Bu nedenle Atatürk'ün, "Muasır medeniyetler düzeyine ulaşmalı hatta o düzeyi aşmalıyız" hedefine inanmıştır. Müslüman Türkiye'nin çağdaşlaşmasına asla karşı değildir. Öyle ki Akif, "Kafası gavur kalbi Müslüman" nesillere ihtiyaç olduğunu söylecek kadar Batı'nın yönetemine, yani akıl ve bilime önem vermiştir.

Akif, dine cahil softaların gözüyle bakmayarak batıl inanışlara karşı mücadele etmiştir. Akif'e göre İslam dini "ÖLÜLER DİNİ" değildir.Ona göre Müslümanlık "HAYAT DİNİ, İNSANLIK DİNİ"dir.Bu nedenle softalığa karşıdır.
Şu dizeler Akif'indir:
"Tevekkülün manası hiç öyle değil
Yazık ki beyni örümcekli bir yığın cahil
Nihayet dine oynayarak en rezil oyunu
Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hale onu
."

Akif, gerçek İslam ile çağdaş bilimin çelişmediğini savunmuştur.

Akif, iyi bir Müslümandır. Hiiçbir zaman çevresindeki insanlara, hatta ailesine bile dinsel konularda baskı yapmamıştır. Örneğin, eşinin ve kızının başı açıktır.(Bkz. ekteki foto).
me.jpg
mo.jpg
(Akif’in eşi İsmet Hanım, Oğlu Emin Bey ve Kızı Feride Hanım)- (Akif oğullarıyla birlikte)
Akif, "Resim yapmak günah" diyen bizim cahil softalara inat, kızı Suat'a, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'dan resim dersleri aldırmıştır.

Akif, Müslüman Türk toplumunun gelişim dinamizmini engelleyen eski geleneklere de karşıdır. Örneğin 1936 yılında Emine Abbas Hanım'a yazdığı bir mektupta müzik hakkında şunları şöyle demiştir: "Paris'teyken dünyanın en büyük sanatkarlarını dinlediniz. Ne mutlu size. Bendeniz son zamanlarda hanende musikisinden adeta iğrenir gibi oldum". Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının Cumhuriyete, devrimlere karşı olduğunu iddia ettiği Akif, görüldüğü gibi Batı musikisine özlem duymakta "hanende musikisi" diye adlandırdığı Alaturka musikiden ise "iğrenir gibi" olmaktadır. Akif de Atatürk gibi Alaturka musikiden "uyuşturucu negamet" diye söz etmiştir. Şu beyit Akif'indir:

"Ne musikimize girmiş uyuşturur negamet

Ne şiirimizden olur tarumar fikr-i hayat"

Bir dönem (sadece 6 ay) kulakları çok sesli Batı musikisine alıştırmak için Alaturka muski çalınmasını yasaklayan Atatürk'ü "gelenek" ve hatta "din düşmanı" olarak adlandıran Karşı devrimci softalar,Akif'in Alaturka musikiden "adeta iğrendiğini" öğrendiklerinde Akif'e de "gelenek" ve "din düşmanı" derler mi? Ne dersiniz?
Hem Akif hem Atatürk kendi musikilerine karşı değildir şüphesiz, ancak her ikisi de objektif bir yaklaşımla ortada bir sorun olduğunu tesbit edip bu sorunun adını koymuşlardır cesurca.

Özetle: Akif, Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki "çağdaşlaşmacı" devrimlere de karşı değildir. Onun karşı olduğu bazı yanlış uygulamalardır.
Akif, Şapka Devrimine Karşı Olduğu İçin Mısır'a Gitdi Yalanı


Mehmet Akif, 1925 yılında Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için değil, Atatürk'ün TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği Kuran'ın Türkçe'ye tefsiri ve tercümesi görevini rahat bir şekilde yerine getirmek için Mısır'a gitmiştir. Bu görevi için TBMM kendisine özel bir tahsisat (ödenek) de ayırmıştır. (Belge aşağıda).

Aslında Akif daha Kurtuluş Savaşı'ndan önce Mısır'a gitmek istemiştir. Ancak Ankara'ya gidip Kurtuluş Savaşı'na katılınca bu yolculuğunu savaş sonrasına ertelemek zorunda kalmıştır.

Akif, ilk olarak 1923 yılında Abbas Hilmi Paşa'yla Mısır'a giderek 7 ay kalmıştır.

Akif, 1924 yılında Türkiye'ye geri dönmüştür.

Akif, 1924 yılının sonunda ikinci kez Mısır'a gitmiştir.

Akif, 1925 Mayıs'ında bir kere daha Türkiye'ye dönmüştür.

Akif, üçüncü olarak Eylül 1925'te Mısır'a gitmiştir. Bu seferki gidişinin nedeni de Şapka Devrimi'nden kaçmak değil, Atatürk'ün, TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği KURAN'I TÜRKÇEYE TEFSİR ve TERCÜME ETME görevidir. Akif burada ayrıca "Selahaddin-i Eyyübi" adlı manzum bir piyes yazmayı da planlamıştır.

Görüldüğü gibi Akif, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının iddia ettiği gibi 1925 yılındaki Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için Mısır'a gitmemiştir.O daha önce iki kez gittiği Mısır'a 1925'te üçüncü kez gitmiştir. Gidiş nedeni ise bir kaçış veya sürgün değil, hem kendi projesini hem de kenidisne verilen görevi yerine getirmektir.
Kuran Tercümesi Görevi Neden Akif'e Verildi?


Çünkü din alimlerinin daha önce yaptığı tercümeler yeterli görülmemiştir. İslam dinini ve Kuran-ı iyi bilen bir şairin Kuran'ın musikisini de dikkate alacağı, böylece Kuran'ın ruhuna çok daha uygun şiirsel bir çeviri yapacağı düşünülmüştür. Bu nedenle Akif gibi Kuran-ı iyi bilen, Arapça'ya hakim çok iyi bir şair bu işle görevlendirilmiştir. Ayrıca Akif, "Çanakkale Destanı" ve "İstiklal Marşı" gibi "dini-milli" şiirlerin şairi olarak Kuran'ın Türkçeye çevirisi gibi çok önemli bir "dini-milli" görevi hakkıyla yerine getirecek kişi olarak düşünülmüştür. Aslına bakılacak olursa bu görev sadece Akif'e verilmemiştir, aynı anda (1925 yılında) Elmalılı Hamdi Yazır'a da verilmiştir. Yani hem Kuran'ı iyi bilen bir şair, hem de çok iyi bir din alimi aynı anda bu işle görevlendirilmiştir. Nitekim Akif'in yarım bıraktığı işi Elmalılı tamamlamıştır.
Akif: "Yaptığım Tercüme İçime Sinmedi"

Akif, Mısır'da Kuran tefsir ve tercüme işine giriştiğinde, bu işin düşündüğünden çok daha zor bir iş olduğunu anlamış, Kuran'ı bir şair olarak kendisinin hakkıyla Türkçeye tercüme edemeyeceğini hissetmiştir. Akif, yakınlarına, yaptığı tercümeyi beğenmediğini, Kuran'daki ifadelerin tam karşılığını tercümeye yansıtamadığını, kısacası çeviriyi hakkıyla yapamadığını açıklamıştır. Akif, 1931'de daha önce yapıp gönderdiği tercümeleri geri istemiş, aldığı avansı da geri vermiştir.Meali soranlara, daha eksikleri olduğunu, üzerinde daha çalışılması gerektiğini, kendisini tatmin etmeyen bir eserin başkalarını da tatmin etmeyeceğini belirtmiştir. Son hastalığında, "İyi olursam getirir, üzerinde meşgul olurum. Belki o zaman basılabilir" demiştir.
Akif Mısır'dan dönmüş ve ölümünden birkaç ay önce hasta yatmaktadır. Ziyaretine gelenlerrden biri Kuran tercümesinin ne durumda olduğunu merak etmişir. Akif misafirinin merakını gideren açıklamalar yapmıştır. Mithat Cemal Kuntay'ın anlatımıyla: "Tercümeyi bitirmişti. Bastıracaktı.Hatta karar vermişti, bir ilmi heyet tetkik edecekti. Ve Mevlana Mehmet ALi'nin İngilizce Kuran tercümesi gibi ipek kağıtlara bastıracak, ortaya metni, etrafına tercümesi konacaktı. Ve ilave etti: 'Beyaz etmiştim'. Misafir daha fazla merak ederek sordu: 'Niçin bastırmıyorsunuz, madem ki beyaz da etmişsiniz' 'Beyaz etmiştim ama gün geçtikçe kenarları yine simsiyahtı. Kafi şeklini verdim sandıktan sonra yine düzeltiyordum. Bazı bir tek kelimenin daha iyi mukabilini buluyordum. O zaman bütün Kuran'da da bu kelimenin tercümelerini baştan başa değiştirmek lazım geliyordu' Misafir bu lüzumsuz titizliği anlamayan gözlerle susuyordu.Akif anlatmaya mecbur oldu. 'Bir lisan ki bir kelimesi, bir sigası hep birden hem zat, hem zaman, hem mekan ifade eder.Bunun başka bir lisana tercümesi nasıl kabil olur?' Hülasa (özetle) bu Kuran tercümesi Akif'in gözünde bir türlü bitmiyordu. 'Tercüme bitti ama" diyordu 'tashihi bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek ben mi ondan evvel" .(Mithat Cemal (Kuntay), Mehmet Akif, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, 2.bas, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Ankara, 1990,s.196-198) Maalesef Akif ondan önce bitmiş ve tercüme tamamlanamamıştır.

Atatürk döneminin tanıklarından din adamı Ercüment Demirer, Mehmet Akif'in Kuran tefsir ve tercümesinden neden vazgeçtiğini şöyle ifade etmiştir:

"Mehmet Akif yazdığı tesfiri noksan yaptığını, tam karşılığını veremediği düşüncesine kapılarak yırtmıştır. Nitekim bize, 'Kuran'ı istediğim şekilde tesvir edemedim' demişti. Mehmet Akif Kuran'ın sadece ölüler için okunan bir kitap olmadığını iyi bilenlerdendi. Buna işaretle manzum olarak şöyle söylemiştir:

'Açarız nazmı celilin bakarız yaprağına

Yahut üfler geçeriz, ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kura, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için"

Özetle, "Akif'in Kuran tercümesini namazda okutulacağı düşüncesiyle yaktığı" iddiasını ileri sürenleri, o günlerde Akif'in yanında bulunan Akif'in dostları çürütmektedir. Gerçek şu ki, Akif, Kuran'ı tam anlamıyla Türkçeye tercüme edemediğini düşündüğü için tercümeyi yetkili makamlara teslim etmemiştir. Yaptığı iş içine sinmemiştir.
Atatürk, Akif'in Kuran Tercümesinin Peşinde

Akif, Kuran tefsir ve tercümesini hakkıyla yapayamaycığını düşünse de Atatürk, Akif'in bu görevin üstesinden geleceğine hep inanmıştır. Bu nedenle de Akif'in Kuran tercümesinin izini sürmüştür. Bu doğrultuda tercümeyi bulmak için Mısır'a adam göndertmiştir. Kazım Taşkent'in tercümeyi bulmak için Mısır'a gönderdiği adam Akif'in tercümeyi emanet ettiği Mısırlıyı bulmuş, ancak Mısırlı onu yaktığını söylemiştir.

Bunun üzerine Atatürk bu sefer de hakkı Tarık Us'u Mehmet Akif'le görüşmeye göndermiştir. Tarık Us Akif'e gidip, "Atatürk'ün tercümeyi istediğini" söyleyince Akif yaptığı tercümeleri Mısır'da birisine verdiğini, onun da başka birine verdiğini, ancak zaten yaptığı tercümeyi beğenmediğini, eğer iyileşirse yeniden bir cüz yaparak onu Atatürk'e takdim edeceğini, Atatürk beğenirse tercümeye devam edeceğini belirtmiştir. Hakkı Tarık Us, bütün ısrarlarına rağmen mevcut tercümenin nerde ve kimde olduğunu öğrenememiştir.

Asaf İlbay bu konuda Atatürk'ün şöyle dediğini aktarmıştır:

"Şair Akif'e Kuran tercüme edilmesi vazifesi verildi ve kendisine 10.000 lira gönderilmiş olduğu halde bugün yarın diye işi uzatmakta ve nihayet tercümeyi güya meçhul bir adrese göndermiş olduğu cevabını vermektedir."

Atatürk, adeta bıkıp usanmadan Akif'ten tercümeyi istemiş ve her şeye rağmen Akif'in 1936 yılına kadar tercümeyi bitirip kendisine teslim edeceğini düşünmüştür. Ancak bu beklentisi sonuçsuz kalmıştır. Bu durum Atatürk'ün Akif'e kırılmasına neden olmuştur.

Karşı Devrimci softalar, bu gerçekleri bilerek veya bilmeyerek Akif'in yaptığı Kuran tercümesinin namazda okutulacağını düşünerek tercümeyi yaktığını iddia etmişlerdir. Ancak bu iddia tamamen bir yakıştırmadır. Nitekim bugün tercümenin önemli bir bölümü bulunmuş, böylece yakılmadığı kesin olarak anlaşılmıştır. Ayrıca Akif, gerçekten de Kuran'ın Türkçe tercümesinin namazda okutulacağını düşündüyse bu düşüncesinde yanıldığı çok açıktır. Çünkü bilindiği gibi Akif'in tam anlamıyla yapamadığı/yapıp da içine sinmediği için teslim etmediği Kuran'ın Türkçeye tefsir ve tercümesini Atatürk, TBMM'nin onayıyla Elmamlılı Hamdi Yazır'a yaptırmıştır.Yazır'ın yaptığı tercüme de o hiçbir zaman namazda kullanılmamıştır.
Karabekir'in Çarpıtması ve Gerçek

Kazım Karabekir, Atatürk'le görüş ayrılığına düşüp, İzmir Suikasti nedeniyle İstiklal Mahkemesi'nda yargılandıktan sonra kaleme aldığı kitaplarında doğru yanlış, belgeli, belgesiz Atatürk'ü alabildiğince eleştirmiştir. Karabekir'in bu eleştirileri/saldırıları arasında, Atatürk'ün, "Alçakça uydurulmuş, bana yapıştırmak istiyor" diye çok sert bir biçimde "yalan" olduğunu ifade ettiği "iftiralar" da vardır. Örneğin Karabekir, "Atatürk'ün Kuran'ı bazı İslamlık aleyhtarı kimselere tercüme ettireceğini" yazmıştır. Ancak bilindiği gibi Atatürk, Kuran tefsir ve tercüme işini "İslam düşmanı" kişilere değil, bu işi en iyi şekilde yapabilecek kişilere; Mehmet Akif'e, ve Elmalılı Hamdi Yazır'a vermiştir. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığı Kuran tercümesi bugün hala aşılabilmiş değildir. Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır "İslam düşmanı" olmadığına göre Karabekir'in gerçekleri çarpıttığı çok açıktır.
Laik nitelikli devrimlerin ağırlık akzandığı 1925 yılında bile dönemin tek parti hükümetinin ve Atatürk'ün -iddiaların akisene- bu Kuran tercümesine ne kadar çok önem verdiklerinin en açık kanıtı Araştırmacı yazar Übeydullah Kısacık'ın ulaşıp "Bir İstiklâl Aşığı Mehmet Akif" adlı kitabında yayınladığı 10 Ekim 1925 tarihli orijinal belgeyle kanıtlanmıştır. Belge, Beyoğlu 4. Noteri'nde yapılan bir sözleşmedir. Sözleşmede Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır'ın yanı sıra Diyanet İşleri Riyaseti adına Aksekili Ahmed Hamdi Efendi'nin imzaları vardır. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı TBMM onayı ve Atatürk'ün isteği ile Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır ile bir Kuran tesfir ve tercüme sözleşmesi yapmıştır. Sözleşmeye göre Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır'a biner lirası peşin olmak üzere 6 bin lira ödeme yapılması taahhüt edilmiştir. Sözleşmenin aşağıda yer verdiğim madelerine göz atılacak olursa TBMM'nin (dönemin CHP Hükümeti'nin) ve Atatürk'ün bu Kuran tercümesi işine ne kadar büyük önem verdikleri çok açık bir şekilde görülecektir:
s.jpg
İşte orjinal diliyle o sözleşme:

1- Kur'an-ı Kerim'in tercümesiyle muhtasar bir surette tefsirini Mehmet Akif Bey ile Hamdi Efendi deruhde etmişlerdir.
2- Riyaset-i müşarunileyha Hamdi Efendi ile Mehmet Akif Bey'den her birine altışar bin lira te'diye edecektir.
3- İşbu meblağın te'diyesi şu suretle olacaktır: Her birine biner liradan cem'an iki bin lirası peşin verilecek ve mütebaki miktar birinci cüz nihayetinde yüz seksen altışar, diğer cüzlerden beheri nihayetinde yüz altmış altışar lira verilmek suretiyle muksitan te'diye edilecektir.
4- Tarz-ı tahrir şekl-i atide olacaktır. Ayet ve ayat-ı kerime yazılarak altına meal-i şerifi ve bunu müteakip tefsir ve izah kısmı yazılacaktır.
5- Tefsir ve izah kısmında bervech-i ati nukat nazar-ı dikkate alınacaktır.
a) Ayat-ı kerime nisbetindeki münasebat
b) Esbab-ı nüzul
c) Kıraat 'Ki aşereyi tecavüz etmemek lazımdır.''
d) İktizasına göre terkib ve hükemanın izahat-ı lisaniyesi
e) İtikatça Ehl-i Sünnet mezhebine ve amelce Hanefi mezhebine riayet olunarak ayatın mütazammın olduğu ahkam-ı diniye, şer'iyye ve hukukiyye, ictimaiyye ve ahlakıyye işaret veya alakadar bulunduğu mübahis-i hikemiyye ve ilmiyeye müteallik izahat bilhassa tevhid ve tezkir-i meva'ıza müteallik ayatın mümkün mertebe basit izahı, alakadar ve yahut münasebattar olduğu bazı tarih-i İslam vukuatı.
f) ... müelliflerince yanlış veya tahrif yollu şeyler dermeyan edildiği görülebilen noktalarda tenbihat-ı muhtevi notlar.
g) İnde'l-iktiza nasih ve mensuh ve muhassas.
h) Baş tarafa mühim bir mukaddime tahririyle bunda hakikat-i Kuran'ın ve Kur'an'a müteallik mesail-i mühimmenin izahı
6- Peyderpey takarrür eden müsveddeler üçer nüsha olarak tebyiz edilerek biri Hamdi Efendi'de biri Akif Bey'de diğeri de riyaset namına heyet-i müşavere azasından Aksekili Hamdi Efendi'de bulunacaktır.
7- Müsveddelerin tebyiz ve inde'l-iktiza kütüphanelerden bazı eserlerin istinsah ettirilmesi için mumaileyhimin emrinde ücret-i maktu'a ile güzel yazılı bir yahut icab ederse iki zat istihdam olunacak ve bunlara takdir edilecek ücret riyasetten te'diye kılınacaktır.
8- İlk tab'ın Diyanet İşleri Riyaseti'nin hakkı olup on bin adet olarak güzel kağıda ve nefis bir surette tab ettirilecek ve fakat yüzde yirmisi müelliflere ait olacak ve tabın şeklini müellifler tayin edecektir.
9- Eser-i mezkurun esna-yı tabında formaların tashih ve tab'ına müteallik bütün iştigalat riyaset-i müşarunileyhaya aittir.
10- Sahifelerin istertopisi alınacak ve bila bedel müelliflere verilecektir.
11- Birinci tabından sonra hakkı tab yalnız müelliflere ait bulunduğu cihetle müellifler dilediği miktarda eser-i mezkuru tab edilecektir.
Şimdi Atatürk düşmanı din bezirganlarına soruyorum: Kuran'ı tahrif etmek işteyen bir hükümet ve bir lider, Kuran tercümesi yaptıracağı kişilerle Kuran'ın en mükemmel şekilde tercüme edilmesi amacıyla böyle ayrıntılı bir sözleşme yapar mı?
Bu belge, Akif'in 1925'teki Şapka Devrimi'ne kızdığı için Türkiye'den kaçıp Mısır'a gittiği yalanını da çürütmektedir. Görüldüğü gibi Akif 1925'te dönemin hükümetinin (CHP) ve Atatürk'ün resmi sözleşmeyle kendisine verdiği önemli görevi kabul etmiştir. Alan memnun satan memnundur. Ortada küsmek, kaçmak, sürülmek gibi bir durum yoktur. Eğer öyle bir durum olsaydı Akif gibi birinin "Ben sizin Kuran tercümesi işinizi de samimi bulmuyorum!" diyerek yaptığı sözleşmeyi yırtarak bu işten daha başından vaz geçip Mısır'a gitmesi gerekmez miydi? Ancak Akif sözleşmeyi imzalamış, avansı almış ve belli ki bu önemli görevi salim kafayla, rahat bir şekilde yerine getirmek için daha önce iki kez gittiği Mısır'a üçincü bir kez daha gitmiştir.
Atatürk'ü din düşmanı göstermek isteyen bizim din bezirganları "Akif'in ve Elmalı'nın Kuran tefsir ve tercümesi yapmakla görevlendirilmesinde Atatürk'ün hiçbir rolu yoktur! Bu işi TBMM yapmıştır!" diyerek akıllarınca bu işten Atatürk'e paye vermemeye çalışmaktadırlar. Bu din bezirganları, güya Atatürk bu işe karşıymış da TBMM Atatürk'e rağmen bu işi yapmış gibi bir aldatmacaya gitmişlerdir. Ama fena halde çuvallamışlardır. Çünkü, birincisi TBMM'nin Atatürk'e rağmen böyle önemli bir işi yapması imkansızdır. Bütün devrimler gibi bu devrimci adım da Atatürk'ün isteği, onayı ve bilgisi dahilindedir. İkincisi, Kuran'ın Türkçeye tercümesi Atatürk'ün "Din Dilinin Türkçeleştirilmesi" projesinin en önemli adımlarından biridir. Atatürk bu işle doğrudan ilgilidir. Kuran'ın Türkçeye tercümesini herkesten çok Atatürk istemiştir. Bu nedenle yukarıda belgesini verdiğim hafızlarla yapılan sözleşmede göze çarpan dinsel ayrıntıları belirleyen de bizzat Atatürk'tür. Bu gerçeği Hasan Rıza Soyak'tan öğreniyoruz. Atatürk ayrıca bu iş için hükümetin ödeneği dışında cebinden para da vermiştir. Dahası Atatürk 1932'de Ramazan ayında İstanbul'da camilerde, dönemin ünlü hafızlarına Kuran'ın Türkçe tercümesini okutmuştur. Atatürk bu iş için tam 9 gün aralıksız hafızları Dolmabahçe Sarayı'na çağırarak onlara camilerde Türkçe Kuran-ı nasıl okuyacaklarını bizzat uygulamalı olarak anlatmıştır. (Bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 6.bas. İnkılap Kitabevi, İstabul, 2012)
Akif: "Allah Benim Ömrümden Alsın O'na Versin"

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı devrimci softalarca neredeyse "Atatürk düşmanı" olmakla itham edilen Mehmet Akif', Mısır'dan Türkiye'ye döndüğünde Atatürk hakkında aynen şunları söylemiştir:

"Mısır'da onbir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydımartık çıldırırdım. Sana halisane (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. ALLAH BENİM ÖMRÜMDEN ALIP O'NA (MUSTAFA KEMAL'E) VERSİN" (Akif'in böyle bir söz söylemediğini iddia edenlere pratik bir yanıt için bkz.)
İstiklal Marşı'nın yazarı Akif'in Atatürk'e böyle bir sevgi duymasından fena halde rahatsız olan bizim din bezirganları, "Akif böyle birşey demedi, bunlar uydurma, Akif, Atatürk düşmanıdr!" gibi niyet okumalarla Türk ulusunun iki değerini birbirinden uzak tutmaya çalışırlar. Diyelim ki, bizim din bezirganları haklı! Akif, Atatürk'le ilgili bu sözleri söylemedi! Ne değişir? Akif'in Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'ün yanında bağımsızlık mücadelesine katıldığı, savaş sonrasındaki devrimler sürecinde, devrim karşıtı bir görünüm sergilemediği, bağnazlığa karşı olduğu, Kuran'ın anlaşılması, Türkçeleştirilmesinden yana olduğu ve dahası Atatürk'ün, TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği Kuran tercümesi görevini kabul ederek çalışmalara başladığı gerçeği değişir mi? Bütün bunlar Akif-Atatürk ilişkisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren gerçekler değil midir?
Akif'in Sıkıntıları

Bu gerçeklere karşın Akif'in Cumhuriyet döneminde bazı sıkıntılar çektiği de doğrudur. Yukarıda görüldüğü gibi Akif, Atatürk'ü "ona ömrünü verecek kadar" çok sevmektedir. Atatürk de özellikle Kurtuluş Savaşı sırasındaki katkıları, İstiklal Marşı'nı yazması, bağnaz bir İslam anlayışına sahip olmaması gibi nedenlere Akif'i çok taktir etmiştir. Böyle olduğu için Kuran'ın Türkçeye tefsir ve tercüme işini herkesten önce ona vermeyi doğru bulmuştur. Ancak Akif'in bir türlü bu işi tamamlayamaması Atatürk'ü Akif konusunda biraz hayal kırıklığına uğratmıştır. Atatürk, çok önem verdiği KURAN'IN TÜRÇEYE TERCÜME İŞİNİ yarım bıraktığı için 1930'larda Akif'e kırgındır, ancak -bizim Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettikleri- gibi Atatürk hiçbir zaman Akif'in mezarının ziyaret edilmesini yasaklamamış, Akif'i küçülten hiçbir açıklama yapmamış, hiçbir zaman Akif'e düşmanlık beslememiştir. Cumhuriyet'in Atatürk'lü yıllarında Atatürk'ün çevresindeki bazı isimler bile Atatürk'ü maalesef doğru anlayamamışlardır. Örneğin, Falih Rıfkı Atay, "Çanka"sında Laikliğin "dinsizlik" olarak algılandığını yazmıştır. Böyle bir ortamda dinsel hassasiyetleri yüksek Akif'in unutulduğu doğrudur. Ancak bu işin sorumlusu Atatürk değil, Atatürk'ü ve devrimi doğru anlamakta zorlanan yöneticilerdir. Nitekim bu yöneticilerin Atatürk öldükten sonra izledikleri politikalar, Atatürk'ü hiç ama hiç anlamadıklarını göstermiştir.

Atatürk'ün Rıfat Börekçi, Fevzi Çakmak gibi dinsel hassasiyetleri yüksek dostlarının olduğu da düşünülecek olursa Atatürk'ün dinsel hassasiyetlerinden dolayı Akif'i dışladığı iddiası da yerle bir olmaktadır.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına son bir hatırlatma: Gerçek bir Müslüman, gerçek bir vatansever, büyük bir şair olan Mehmet Akif sirozdan vefat etmiştir. Bu arada siroz hastalığının tek nedeni alkol değildir.Doktor raporlarına göre sirozdan vefat eden Atatürk'e "ayyaş" damgası yapıştıran softalarımız, "dindar" diye sahip çıktıkları Akif'e ne diyecekler acaba? Akif'e de sirozdan öldüğü için "ayyaş" derler mi bilemem ama içlerinde Akif'e "p...k" dediği iddia edilecek kadar alçalanların olduğunu biliyorum!..
AKP Gençliği Akif'i Doğru Anlarsa

Yeniçağ Gazetesi'nden Ahmet Gürsoy' un "AKP geçliği Akif'i doğru anlarsa Başbakan'ı bırakır" tespitine katılıyorum:
Şöyle ki:
Mehmet Akif Ersoy’un kitabı Safahat’a gönderme yaparak gençlere seslenen Başbakan, Mehmet Akif’in, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan aldığı, geniş İslam ve Osmanlı coğrafyasından derlediği medeniyet tasavvurunu kendi süzgecinden geçirdiğini ve bu millete teslim ettiğini söyledikten sonra, “Sizlere tavsiyem şudur; her evde bir Safahat olsun ama o yastık altı kitabınız olsun. Onu okurken uyuyun. O size huzur verir” dedi ve konuşmanın bir yerinde "Mehmet Akif gibi dindarlaşmaları" gerektiğini söyledi.
Sayın Başbakan, eğer AKP gençliği Mehmet Akif gibi dindarlaşırsa, önce "millici" olur, sonra Kurtuluş Savaşı'na ve sonrasında kurulan çağdaş Cumhuriyet'e sahip çıkar, çağdaş bir yaşam sürer, ailesine ve çevresindekilere dinsel baskı yapmaz, çok daha önemlisi Said-i Nursi gibi sözde din adamlarına karşı çıkar, dahası Akif gibi Atatürk'ü sever...
Sayın Başbakan, AKP gençliği Akif'i eğer doğru anlarsa korkarım artık AKP gençliği olmaktan çıkar.
Buna hazır mısınız, Sayın Başbakan!

Not: Bu konunun ayrıntıları, kaynakları için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 4. bas, İstanbul, 2012, s. 673-679

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının yalanlarına yanıt vermeye devam edeceğim.

Sinan MEYDAN-
28 Aralık 2012


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...7:akif-ve-atatuerk&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

FES’İN MAHREM TARİHİ

Fesin Ecnebi Kökeni ve Bir İngiliz Oyunu

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yobaz kesimin öteden beri sembolüdür fes… Atatürk düşmanı kafaya sorsanız “şapka” ecnebi/Hıristiyan başlığı, “fes” ise Müslüman/Osmanlı başlığıdır! Bu düşüncesi nedeniyle Atatürk düşmanı yobaz, adeta şapkanın üstünde tepinip, sabah akşam şapkaya küfrederken, fesi din ve iman simgesi sanarak sevip sayar, hatta bugün 21. yüzyılda kafasına kalıbı bozulmuş bir vişneçürüğü fes takıp, püskülünü gururla dalganlandıra dalgalandıra arz-ı endam eder! Onu bu fesli haliyle gören cemaat mensupları da “Adama bak amma Müslüman!” diye takdirlerini belirtmekten kendilerini alamazlar!...
Oysa ki Atatürk düşmanı yobaz kafa fena halde yanılmaktadır.

Her şeyden önce fesin Müslümanlıkla hiçbir alakası yoktur. Fesi ilk kullananlar da, fesi üretip Osmanlı’ya satanlar da Müslüman değildir!

Dahası, fes Osmanlı Devleti’nin geleneksel şer’i yapısı değişmeye, devlet Batılılaşmaya başladığı bir dönemde 19. yüzyılın başında reformist (yenilikçi) Osmanlı Padişahı II. Mahmut tarafından bir reform, bir modernleşme adımı olarak kullandırılmaya başlanmıştır. II. Mahmut Kaptan Hüsrev Paşa’nın Kalyoncu askerlerine giydirdiği TUNUS FESLERİNİ beğenerek devlet mamurlarının da aynı başlığı kullanmasını istemiştir. II. Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra kurduğu Asaker-i Mansure-i Muhammediye ordusuna da fes giydirmiştir. 1829’dan itibaren din adamları ve kadınlar dışındaki herkesin fes giymesini zorunlu kılmıştır. 1832’den itibaren neredeyse herkes fes giymeye başlamıştır. II.Mahmut, devlet memurlarına fes kullanımını zorunlu tuttuğunda dönemin yobazları “Sarığımızı çıkartmayız!”, “Bu ecnebi başlığını kabul etmeyiz!” “Kahrolsun fes!” diye bağırarak fesin gavur başlığı olduğunu belirterek, fes takmayı reddetmişlerdir. Bunun üzerine II. Mahmut fesin “dinen caiz olduğunu” belirten fetvalar yayınlatmak zorunda kalmıştır.

Çok daha önemlisi Fes gerçekte bir Ortaçağ BİZANS-YUNAN BAŞLIĞI’dır. Yeniçağ’da Avrupa’da İSKOÇ BAŞLIĞI olarak da kullanılmıştır.
fez%202.jpg
Demetrius Chalcocondyles (1423-1511) Yunanistan'da 15 ve 16. yüzyılda kullanılan ilk fesler.

fez%20.jpg
Aslına bakılacak olursa II. Mahmut’un fes reformunun tek nedeni modernleşmek değildir. Bu durumun pek bilinmeyen çok ilginç bir nedeni daha vardır.

Şöyle ki:

II. Mahmut bilindiği gibi 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması’yla İngilizlere çok geniş ekonomik ayrıcalıklar vermiştir. Bu ayrıcalıklardan biri de İngiliz üretimi feslerin Osmanlı topraklarına pazarlanmasıdır. II. Mahmut daha bu anlaşmayı imzalamadan önce 1832'de fes giyilmesini zorunlu kılarak İNGİLTERE'DEN İTHAL EDİLEN FESLERE OSMANLI'DA BİR PAZAR YARATMIŞTIR.

Her şeyi en başından anlatalım:
İngiltere Kraliçesi Elizabeth 1583’te İngiliz ticaret temsilcisine, Cezayir ve Tunus’ta ‘Benettos Colorados Rugios’ (Kırmızı Renkli Başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı için Türkiye’de (Osmanlı’da) Pazar bulması buyruğu vermiştir. Bunun üzerine İngilizler, Fesi Tunus ve Cezayir gibi iller dışında bütün Osmanlı illerine pazarlamaya hazırlanmışlardır. Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki “Fez” şehriyle ilgili olması bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.

Özetle, İngiliz Kraliçesi 16. yüzyılda Osmanlı’daki elçisine “kenarsız kırmızı İskoç başlığı” diye tanımladığı, Cezayir’e ve Tunus’a pazarlanan fesin, bütün Osmanlı topraklarına yayılmasını istemiştir.

Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, İngilizler, İngiliz Kraliçesi’nin, “kenarsız kırmızı bir tür İskoç şapkası –fes- giye buyruğunu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardır”.
Osmanlı Devleti İngilizler dışında Avusturya-Macaristan'dan da fes satın almıştır bir dönem. 1908'de Avusturya, Bosna-Hersek'i ilhak edince İstanbul'da Osmanlı Botkotaj Cemiyeti Avusturya feslerini protesto kampanyası başlatmıştır. Bu kampanya çok etkili olmuş ve çoluk çocuk, yaşlı genç tüm Osmanlılar başlarındaki fesleri çıkarıp üzerinde tepinmiştir.
Bu fes boykotu kampanyası dönemin basınına da yansımıştır. Örneğin, 17 Aralık 1908 tarihli Kalem Dergisi'nde, Sayı 16, Sayfa 1'de aşağıdaki karikatür yayınlanmıştır:
fb2.jpg
Karikatürün alt yazısı: "Fes fabrikalarını sıyanet maksadıyla Avusturya Ordusu için fesi serpuş-u resmi olarak kabul etmiştir."
fb.jpg
Doğan Çetinkaya, "1908 Osmanlı Boykotu" adlı kitabının kapağında Avusturya'dan ithal edilen feslere yönelik tepkiyi anlatan bir karikötüre yer vermiştir.​
Fesi Din-İman Sembolu Sananlara Kötü Haber

Sonuç olarak bizim dinle kandırılmış yobazlarımızın din ve iman sembolü sandığı FES aslında İngiliz emperyalizminin Osmanlı’yı daha çok sömürmek için Osmanlı’ya pazarladığı bir ihraç malından başka bir şey değildir. Bugün OSMANLICI olduğunu göstermek için fes giyenler de aslında OSMANLICI değil OSMANLI'YI fesle sömüren İNGİLİZCİ olduklarının bilincinde değillerdir herhalde!.. Ayrıca fes, Osmanlı'nın haşmetli dönemlerini değil, Batı karşısında her bakımdan geri kalıp, emperyalizme sömürüldüğü dönemleri çağrıştıran bir semboldur.

II. Mahmut özünde bir BİZANS-YUNAN ve İSKOÇ BAŞLIĞI olan fese karşı dinsel tepkileri önlemek için şeyhülislama “FES GİYMEK DİNEN CAİZDİR” diye fetvalar yayınlattığı için ve Atatürk'ün, yerine şapka giydirip kaldırdığı püsküllü vişneçürüğü/kırmızı FESİ din ve iman sembolü sanıp hala kafasından çıkarmayanlar var bu ülkede… Allah akıl fikir versin… AMİN!
07_kadir.jpg
(Şekil:1:) Kadir Mısıroğlu, başında kırmızı fesi, sırtında frenk ceketi (daha doğrusu frenklerin de kullandığı ceket), boğazında frenk kravatı, elinde frenk mikrofonu ile Cumhuriyeti din düşmanlığıyla suçlarken!
Örneğin, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıyla tanınan, her sözüyle Atatürk'ü ve Cumhuriyeti "İslama zarar vermekle" eleştiren Kadir Mısıroğlu, "şapkayı" Hıristyan başlığı diye lanetlerken, fesi Müslüman başlığı sanarak (!) yüceltmekte, hatta bugün bile başının üstünde taşımaktadır. Bu konudaki açıklamasında ise şapkanın namaz kılarken alnın secdeye gelmesine engel olduğunu bu nedenle fes giydiğini belirtmektedir. Ancak bilindiği gibi Müslümanlar namaz kılarken kafalarındaki başlığı çıkarıp bir kenara koyarlar. Müslümanın başında şapka veya fes olması farketmez, çünkü namazda çıkarır. Bu durumda demek ki Mısıroğlu NAMAZLARINI BİZANS-İSKOÇ BAŞLIĞI FESLE KILMAKTADIR. Ne diyelim inşallah o namazları ALLAH kabul eder!... Ancak gerçek şu ki, Mısıroğlu'nun başında BİZANS (Yunan) ve İSKOÇ başlığığı fes, boynunda HIRVAT boyun bağı kravat, sırtında ise ecnebi tarzı bir ceket vardır genelde!... (Bkz Şekil:1)
Atatürk, kılık-kıyafet devrimini yaptığı 1925 yılının 27 Ağustos'unda İnebolu'da yaptığı konuşmada fesi "din ve iman sembolu" sananlara şöyle seslenmiştir:
"Bunu (şapkayı) caiz değil diyenler vardır. Onlara diyelim ki, çok bilgisizsiniz, dünyadan habersizsiniz. Ve onlara sormak isterim. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel kılığı olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?" (Atatürk'ün 27 Ağustos 1925'te İbenolu Türk Ocağı'nda yaptığı konuşmadan).
Atatürk çok haklıdır. Gerçekten de Bizans-Yunan kökenli olan fes bugün Yunanistan'da bazı dini törenlerde ve Yunan ordusunda hala kullanılmaktadır.
fe%204.jpg
Bugünkü fesli Yunan askerleri
fez.jpg
Yunanistan'da fesli katılımcıların ön planda alduğu bir Ortadoks ayini

Yalanlarla savaşım sürecek... (Konunun ayrıntıları ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımdadır.)

SİNAN MEYDAN, 20 Ekim 2012

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...3:fesn-mahrem-tarh&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

"ATATÜRK DÖNEMİNDE 'KEMALİZM' YOKTU" YALANI VE ATATÜRKÇÜLÜĞÜN İCADI

Cehaletle İhanet Arasında Bir Kavram Kargaşası

ddd.jpg


20. yüzyılın en etkili asker ve devlet adamlarından biri hiç şüphesiz Atatürk’tür. Atatürk, 1911-1922 yılları arasında aralıksız 11 yıl savaşmış, neyi var neyi yok bu savaşlarda kaybetmiş bir ulusu önce emperyalizmin, sonra da bağnazlığın ve geri kalmışlığın her türlü baskısından kurtarmıştır.
Atatürk’ün ulusal kurtuluş mücadelesi ve bu mücadele sırasındaki stratejileri hiç şüphesiz derin bir aklın ürünüdür. İşte bu akılla şekillen Türk devrimi, Atatürk’ün adından dolayı KEMALİZM olarak adlandırılmıştır.
En yaygın Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri, Atatürk’ün sağlığında 'Kemalizm' kavramının kullanılmadığı biçimindedir. Örneğin Hasan Celal Güzel'in bir yazısının başlığı,"Atatürk Kemalist Değildi" şeklindedir. Güzel bu "iddialı" yazısında "Sevgili okuyucular, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal ATATÜRK, kendi adına atfen uydurulmuş suni bir doktrin olan 'Kemalizm'e karşıydı.(...)Efendim, 'Kemalizm', Atatürk döneminin değil, özellikle O’nun vefatından sonra kendi tahakkümlerini ve çıkarlarını gözeten 'Tek Parti Ekibi'nin üretimi olup, Atatürk İlke ve Devrimleri ile CHP’yi özdeşleştirerek Atatürk’ün düşüncelerini dogmatik ve dar kalıplarda dondurmasıyla ortaya çıkarılmıştır..." demiştir. Ne derin analizler ama!!! Oysaki, bırakın Kemalizm kavramının Atatürk döneminde kullanılmadığı yalanını, Atatürk sağlığında “Kemalizm’i”, Türkçe “kale” anlamında KAMALİZM olarak bizzat kullanmıştır.
Atatürk, Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere tarihlerini doğru bir şekilde öğretmek için bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı dört ciltlik lise tarih kitaplarında da “Kemalizm” kavramına yer vermiştir. İlk baskısı 1932, ikinci baskısı 1933’te yapılan bu kitapların 4.cildinde Atatürk’ün altı ilkesi açıklandıktan sonra şöyle bir değerlendirme yapılmıştır: “İşte yabancı yazarların Büyük Millet Reisi’nin adıyla ilişkili olarak Kemalizm dedikleri Türk devrim hareketinin temel prensipleri bunlardır. Bu prensiplere dayanan devlet sistemi Türk milletinin tarihine, ihtiyacına, toplumsal bünyesine ve ülküsüne en uygun olduğu kadar, bütün dünyadaki sistemler içinde de en sağlam ve en mükemmel olandır.

Ünlü Türkçülerden Tekinalp (Moiz Kohen) , 1936 yılında Atatürk’ü ve Türk devrimini anlatan “Kemalizm” adlı bir kitap yazmıştır. Tekinalp kitabında Türk devriminden “Kemalist devrim” diye söz etmiştir: “Kemalist devrimin kesin bir gelişime kavuşmasını ve rejimin tam anlamıyla yerleşmesini beklemek gerekiyordu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 Mayısı’nda Ankara’da toplanan dördüncü kongresi dolayısıyla bunun gerçekleştiğini görmek olanağına erdik. Partinin en yetkili yöneticileri, Kemalist devrimin artık en tmel amacına ermiş bulunduğunu ve bundan sonra genel çizgileri artık bütünüyle ve kesin biçimde saptanan yükselişlerle dolu yolda ilerlemekten başka yapılacak bir şey kalmadığını, bu nedenle resmen açıkladılar. Gerçekten de geriye Kemalist rejimin şimdiye değin oluşturduğu yapıtlara bir göz atacak olursak, rejimin gerçek yüzünü, olayların, gerçekleştirilen yapıtların ve elde edilen sonuçların aydınlığı altında kolayca görür ve kavrarız.” 1936 yılında yayınlanan bu kitabı Atatürk’ün okumadığı veya en azından bu kitaptan haberdar olmadığı düşünülemez.

Atatürk’ün en çok inanıp güvendiği kişilerden biri olan Mahmut Esat Bozkurt, ilk defa 1937’de basılan “Atatürk İhtilali” adlı kitabının “ek:15” adlı bölümünde “Kemalizm”den söz ederek, Kemalizm’i diğer akımlarla karşılaştırmıştır: “Kemalizm, Kemalizm ve Komünizm Arasında Ayrılık, Kemalizm ve Milli Sosaylizmin Ayrıldıkları, Birleştirkleri Noktalar, Kemalizm ve Faşizmin Ayrıldıkları Noktalar, Kominizmin Aksak Tarafları…” Mahmut Esat Bozkurt, dünyadaki bütün doktrinlerin en güzel yanları alınarak Kemalizm Doktrini’nin yaratıldığını belirtmiştir.

“Kemalizm” kavramı, 9 Mayıs 1935’te toplanan CHP dördüncü genel kongresi programında da şu şekilde yer almıştır: “Yalnız birkaç yıl içinde değil, geleceği de kapsayan tasarılarımızın ana hatları burada toplu olarak yazılmıştır. Partinin güttüğü bu esaslar Kamalizm prensipleridir.” Görüldüğü gibi yeni rejim, açıkça “Kemalizm” olarak adlandırılmıştır. Kemalizm, böylece Türk ulusunun geleceğine egemen olan bir ideoloji durumuna gelmiştir.

Atatürk’ün kendi el yazısıyla 1937’de yazdığı ve “CHP 1939 Program Çalışmaları” başlığıyla yayınlanan bir belgede, “1935 Kurultayınca saptanan fikirler de bu programa alınmıştır. Partinin güttüğü bütün bu esaslar ‘Kemalizm Prensipleridir’…” ifadesi yer almaktadır.
Kemalizm kavramı Atatürk döneminde çok yaygın olarak kullanılan bir kavramdır. Sadece Atatürk ve Atatürk’ün yakın çevresindekiler, gazeteciler, yazarlar değil, milletvekilleri de sıkça Kemalizm kavramını kullanmışlardır. Örneğin 1931 yılındaki Meclis oturumlarından birinde Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey (Kansu), demokrasiyi anlamada ‘Kemalizm Okulu’nun çocukları olduklarını, demokrasiyi memleketi mutluluğa ve vatandaşı esenliğe götüren ‘Kemalizm Demokrasisi’ olarak tanıdıklarını, Kemalizm basın özgürlüğünü kutsallaştırmakla beraber basın yoluyla vatandaşların öteki haklarına saldırmasını da hoş görmediğini… belirtmiştir.

1936’da CHP Genel Sekreteri Recep Peker, görevden ayrılırken yayınladığı bildiride, “…Hepimiz için en büyük şeref son nefese kadar Kemalizm eserinin sadık hizmetçisi kalmaktır…” demiştir.

Celal Bayar, 1 Kasım 1937 tarihli Meclis konuşmasında birkaç yerde “Kemalist Rejim” ifadesini kullanmıştır: Kemalist rejim, mülkiyeti, kişisel çalışmayı, çalışma değerini ekonomik politikasının esası olarak almaktadır. Kemalist rejim ekonomiyi bir teknik diye kabul etmektedir. Fakat Kemalist rejim ulusal çıkara uymayan sürekli bir kişisel çıkarı da kabul etmemektedir ve etmeyecektir… Kemalist rejim karakteri yapıcı ve yaptırıcı olmaktır.
1930’larda Nuri Genç, Hatay’da “Kemalist Hatay” adlı bir gazete çıkarmıştır.
Görüldüğü gibi Atatürk döneminde hem Atatürk, hem de başkaları KEMALİZM kavramını kullanmıştır.
Atatürk’ün ölümünün hemen ardından Kasım 1938’de yapılan ilk Meclis toplantısında birçok milletvekili Atatürk’ten ve eserinden söz ederken “Kemalizm” kavramını kullanmıştır. Örneğin, Konya Milletvekili Fuat Gökbudak, “…İki Mustafa Kemal vardır. Biri herkes gibi vücudu olan bir Mustafa Kemal’dir. Öbürü Türk tarihini sonsuzluğa kadar sürdürecek olan ‘Kemalizm’in Mustafa Kemali’dir. Kemalizm yolu, hasta ve yenik uluslara can veren bir hayat suyudur…” sözleriyle aynı zamanda Kemalizm’in en güzel tanımlarından birini yapmıştır.

Aynı toplantıda Kütahya Milletvekili Neşit Hakkı Uluğ, Kemalizm’den, “…Halk topluluklarını kölelikten kurtaran, şeref ve haysiyete ve erdeme dayanan Cumhuriyet ile Doğu dünyasında vicdanların özgürlüklerine ve özgür düşüncelere dayanan Kemalizm, sonsuzluğa kadar yaşayacaktır…” diye söz etmiştir.
Eskişehir Milletvekili İstimat Özdamar ise,“… Yaşasın Türklük, yaşasın Kemalizm ideali.” demiştir.

Aynı toplantıda Celal Bayarbu sefer “Kemalizm”den şöyle söz etmiştir: “…Milletimiz on beş yıldan beri denenen Kemalizm rejiminin kendisine verdiği huzur ve sessizlik içerisinde çalışmak ve kuvvetlenmek istiyor. Ulusal sınırları içinde mutlu olmak isteğindedir…”

Bütün bu örneklerden de açıkça görüldüğü gibi 1930’lu yıllarda genç Cumhuriyet rejiminin adı “Kemalist rejim”dir.
Peki Ama Kemalizm Nedir?

Kemalizm, Türk devrimidir. Tam bağımsızlıktır. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik, Halkçılık ve Devrimciliktir. Akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda çağdaşlaşmaktır. Kendi tarihinden beslenmek, kendi diline sahip çıkmaktır. İnsan sevgisi, doğa dostluğu ve barış severliktir. Ulusal kültürle evrensel uygarlığa katkı sunabilmektir. Atatürk'ün ifadesiyle, "Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme başkaldırabilmektir" Kemalizm...
Kemalizm tabiri ilk olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında İngiltere ve Fransa gibi emperyalist ülkeler tarafından kullanılmıştır. 1918’den itibaren Anadolu’yu işgal eden İngiltere ve Fransa, Anadolu’da MUSTAFA KEMAL önderliğinde gelişen Türk Kurtuluş Savaşı’ndan “Kemalist hareket”, bu harekette Mustafa Kemal’in yanında yer alanlardan da “Kemalistler” olarak söz etmiştir. Bu bakımdan KEMALİZM, her şeyden önce antiemperyalistleri, ulusal direnişçileri anlatan bir kavramdır. Bu nedenle “Kemalist olmak”, her şeyden önce antiemperyalist ve tam bağımsızlıktan yana olmak demektir.
Örneğin aşağıdaki fotoğrafta Kurtuluş Savaşı sırasında İzmit’te İngilizler tarafından kurşuna dizilen bir Müslüman Türk görülmektedir. Bu fotoğrafın arkasında İngilizce aynen şu cümle yazılıdır: "Execution of a Kemalist Turk at İzmid" yani "İzmit'te bir Kemalist Türk'ün idamı"
ing.jpg
Doğan Avcıoğlu, “Kemalizmi İyi Anlamak Gerek” başlıklı yazısında şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Kemalizm her şeyden önce bazılarının ‘Batılılaşma’ adını verdikleri Tanzimat’la birlikte başlayan uydulaşma ve sömürgeleşme sürecine karşı milliyetçi bir tepkidir. Bu tepki daha Namık Kemal günlerinde ‘Avrupa neden üstün? Türkiye Avrupa gibi üstün duruma nasıl gelebilir?’ sorusuna cevap arama biçiminde ortaya çıkmıştır. Namık Kemal, Ziya Gökalp gibi vatansever düşünürler, bu soruyu cevaplandırmaya çalışmışlardır. Namık Kemal, kurtuluş yolu olarak ‘İçerde şeriat düzeninden ayrılmayalım, Avrupa’nın demiryolunu, buhar makinesini alalım’ görüşünü ileri sürmüştür. Ziya Gökalp, harsa (kültüre) bağlı kalma, medeniyeti ithal etme formülüyle bu düşünceyi geliştirmiştir. Fakat her iki milliyetçi düşünürün de, emperyalizmin boyunduruğu altında ‘açık pazar’ haline getirilmiş ülkede medeniyet ithalinin nasıl mümkün olacağı hususunda açık bir fikri yoktur. Emperyalizm, sömürgeleştirdiği bir ülkenin medeniyet ithaline, yani sanayileşmesine ve kalkınmasına elbette müsaade etmeyecektir. Medeniyeti getirebilmek için, her şeyden önce emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak gereklidir. Bugün için de geçerli olan bu gerçek, ilk kez Atatürk tarafından tam bağımsızlık ilkesiyle ortaya atılmıştır. Tam bağımsızlık, duygusal bir milliyetçi talep değil, kalkınmanın ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın vazgeçilmez ön şartıdır. (…) Pekala bağımsızlık elde edilince kalkınma nasıl gerçekleşecektir?

Alt ve üst yapısıyla feodal olan bir düzen üzerine, buhar makinesi ve lokomotifiyle medeniyeti ithal edip yerleştirmek mümkün müydü? Namık Kemal ve Ziya Gökalp bunun mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. “İlk kez Atatürk, feodal yapı üzerine sanayi uygarlığı aşılanamaz. Uygarlığa giden yol, içeride düzen değişikliğini gerektirir’ tezini açıkça ortaya koymuştur.”

Kemalist tez kısaca şundan ibarettir: Bağımsızlık içinde, devrim yoluyla düzen değişikliğini gerçekleştirmek ve kısa sürede çağdaş uygarlığa ulaşmak…”

Kemalizm bir “doktrin” midir, bir ideolojimidir? tartışması hep devam etmiştir. Nitekim, “Partinin bir doktrini olsun” diyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na Atatürk, “Donarız çocuk…” demiştir. Atatürk’ün bu yanıtından hareket edenler, Kemalizm’in bir doktrin olmadığını, hatta Atatürk'ün Kemalizm'e karşı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysaki Atatürk bu sözleriyle Kemalizm'e değil,Kemalizm'in dogamtikleştirilmesine karşı olduğunu ifade etmek istemiştir. Kemalizm’in temel ilkeleri hiç tartışmasız Atatürk’ün altı ilkesidir. Kemalizm’in en temel ilkesi ise “sürekli değişim” olarak tanımlanabilecek olan Devrimciliktir. Bu nedenle Kemalizm asla “dogmatik” ve “değişime” kapalı bir anlayış değildir. Atatürk, bu gerçeği Kasım 1937’deki Meclis konuşmasında şöyle ifade etmiştir: “Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve görünmez dünyadan değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”

Kadrocular, Kemalizm’i tanımlamak istemişlerdir. Ama Kemalizm’in sosyo-kültürel boyutunu neredeyse hiç dikkate almamışlar, konuya sadece ekonomik açıdan bakmışlardır. Kemalizm, genellikle altı ilkeye hapsedilmiştir.

Kemalizm’in en doğru tanımlarından birini 1960’ta Prof. Dr. Bedia Akarsu yapmıştır: Akarsu, Kemalizm’in “Türk aydınlanması” olduğunu açıklamıştır. Prof. Suat Sinanoğlu, “Türk Hümanizması” kitabında Kemalizm’in Türk aydınlanması olduğu tezini ayrıntılandırmıştır. 1983’te, Prof. Dr. Macit Gökberk’in “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk” yazısı bu tezi daha da geliştirmiştir. 1994’te Özer Ozankaya,Cumhuriyet Çınarı” adlı kitabında Kemalizm’in soyo-kültürel boyutuna vurgu yaparak Kemalizm’in aydınlanma hareketi olduğunu ileri sürmüştür. 1969’da Doğan Avcıoğlu,Kemalizm’i İyi Anlamak Gerek” adlı yazılarında Kemalizm’in “anti emperyalizm ve çağdaşlaşma” hareketi olduğunu belirtmiştir. Uğur Mumcu da 1980’lerde Cumhuriyet gazetesindeki yazılarında Kemalizm’in “anti emperyalist ve çağdaşlaşmacı” yönüne sıkça vurgu yapmıştır. 1981’de Atilla İlhan, “Hangi Atatürk” adlı kitabında Kemalizm’in “antiemperyalist” yönüne dikkat çekmiştir.

Kemalizm, emperyalizme karşı “tam bağımsızlık” ilkesiyle ulusal mücadeleyi, geri kalmışlığa karşı “akıl” ve “bilim” ile çağdaşlaşmayı amaçlayan bir ideolojidir. Kemalizm, ulusal bağımsızlığı ve ulusal kalkınmayı amaçlayan evrensel bir ideolojidir. Emperyalizmin olanca şiddetiyle geri kalmış ulusları ezdiği bugünün dünyasında tüm ezilen ulusların tek kurtuluş reçetesi Kemalizm’dir.

1954’ten beri duyduğumuz “Kemalizm devrini tamamlamıştır!”,“Kemalizm öldü!”, “Kemalizm çağdışıdır!” gibi “yobaz”, “liboş” değerlendirmelerinin hiçbir bilimsel değeri yoktur. Çünkü Kemalizm’in iki temel özelliği “antiemperyalizm” ve “çağdaşlaşma”, hiçbir dönemde etkisini yitirecek gibi görünmemektedir.
Doğan Avcıoğlu, Kemalizm’in henüz tamamlanamadığını şöyle ifade etmiştir: “Türkiye politik bağımsızlığını, ekonomik bağımsızlık temeline oturtarak, tam bağımsızlığını gerçekleştirmiş, feodalizmin ülke çapında alt ve üst yapılardaki etkilerini kesinlikle silmiş, geniş kitleleri ekonomik özgürlüklerine kavuşturmuş ve kalkınmasını tamamlamış bulunsaydı, bu eleştiriler bir ölçüde geçerli sayılabilirdi. Oysa bağımsız, kalkınmış, uygar ve gerçekten demokratik bir Türkiye dün olduğu gibi bugün de bütün halkçı ve ulusçu güçlerin ortak özlemini teşkil etmektedir. Kemalizm bu ortak özlemin ifadesidir. O halde Kemalist devrim daha tamamlanmış değildir. Devrimcilerin baş görevi, ulusçu ve halkçı güçlerin bu ortak özlemini biran önce hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır.”
Kemalizm Yerine Atatürkçülük Nasıl İcat Edildi?

“Kemalizm” kavramı birilerini hep rahatsız etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci emperyalistleri ve işbirlikçi İstanbul hükümetlerini, Kurtuluş Savaşı sonrasında gerici, yobaz Cumhuriyet düşmanlarını, bugün ise karşı devrimci II. Cumhuriyetçileri korkutan bir kavramdır Kemalizm.

Atilla İlhan bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
Onlar ‘Kemalist’e özellikle içerliyorlar; çünkü o Atatürkçü’den farklıdır: Adını 20’li yılların (ateş, barut ve kan) emperyalist öfkesinden almıştı. O Müdafaa-i Hukuk mücahididir ki, aynı zamanda ‘Türkçü’ ve ‘antiemperyalist’, ‘Bolşevikler’le de dosttur. Onlara ecnebi ajanslar, ‘Kemalist’ diyor. ‘Kemal’in adamları’ anlamına! ‘Atatürkçü’ deyimi bir kere Gazi Mustafa Kemal Paşa, ‘Atatürk’ olduktan, daha ilginci, ebediyete intikal ettikten sonra ortaya atılmıştır. Daha çok ‘İnönü Cumhuriyeti’nin sosyal ve siyasal tavrına ve tutumuna yakıştırdığı bir ‘etiket’ bu: Antiemperyalizm s geçilmiştir. Türkçülüğün yerini Yunan/Latin söylemi alır. Bolşevik Rusya ile kara gün dostluğu sona eriyor. (…)‘Kemalizm’ ve ‘Kemalist’ kavramları üzerinde spekülasyona kalkışan acemi takımı kimseyi kandıramaz: ‘Kemalist’ aynen Mustafa Kemal Paşa gibi ‘Türkçü’, ‘Antiemperyalist’ ve ‘solcu’dur. ‘Atatürkçü’ ise Batıcı, komprador/kapitalist ve liberaldir (Yoksa kestirmeden Tanzimatçı mı demeliydim?) Anadolu İhtilali’ni yaşamış olanlar ‘Kemalistler’ idi. Onu ilkel, tek yönlü bir irtica düşmanı laikliğe indirgeyenler ‘Atatürkçü’lerdir.Yani Gazi’nin söylemini de, eylemini de sürekli tahrif eden, unutturan ve yozlaştıranlar…”

Gerçekten de “Kemalizm korkusu”, zaman içinde Kemalizm’in yerine yeni bir kavram icat edilmesine yol açmıştır. İlk kez 1954 yılında gündeme gelen bu kavramın adı Atatürkçülük’tür.

Irkçı bir antikomünist olan Arın Engin, 1954 seçimlerinden önce “Atatürkçülük, Moskofluk ve Türklük Savaşları” ve 1954 seçimlerinden sonra “Atatürkçülük’te Dil ve Din” adlı kitaplarını yazmıştır. Her iki kitap da Atatürk’ü tipik bir Amerikan propagandasına oturtan kitaplardır. Her iki kitapta da Atatürkçülük, “Antikomünizm” ve “Batılılaşma” olarak tanımlanmıştır.

Atatürk’ün sağlığında hiçbir zaman kullanılmayan “Atatürkçülük” kavramı, 1954’ten itibaren kullanılmaya başlanmış, bu kullanım zaman içinde Kemalistlerce de benimsenmiştir. Örneğin, Atatürk’ün partisi CHP, 1954’deki 10. Büyük Kurultay’ında “Kemalizm” yerine “Atatürk Yolu” kavramını kullanmaya karar vermiştir. Böylece CHP de Kemalizm’den vazgeçmiştir.

Atatürk’ün bir “dogma” haline getirmemeye çalıştığı ve “Kemalizm” diye adlandırdığı sistem, 1954’ten sonra “Atatürkçülük” adı altında dogma haline getirilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu “dogmalaştırılmış Atatürkçülük” bir de resmi ideoloji haline getirilmiştir. 1980’lerde “Kemalizm” yerine Atatürkçülük, Kemalizm’in en temel özelliği olan “Devrimcilik” yerine de İnkılapçılık kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin küçük Amerika olma yoluna girdiği Özal döneminde Atatürkçülük, “Batılılaşma”, “serbest piyasa düzeni”, “komünizm düşmanlığı” olarak tanımlanmış, Kemalizm’in “anti emperyalizm”, akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda “çağdaşlaşma” olduğu gerçeği adeta toplumdan gizlenmeye çalışılmıştır. Bu süreçte Kemalizm’den söz eden Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınlar ise öldürülmüştür. Kemalizm kavramından rahatsız olanların icat ettiği “Atatürkçülük” kavramı, asker-sivil (Kenan Evren-Turgut Özal) 12 Eylülcülerin tasarladıkları Amerikan etkisindeki yeni Türkiye’ye zarar vermeyecek şekilde içi doldurularak okullarda zorunlu “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” dersi olarak okutulmuştur. 1980’lerde Atatürk karşıtlarının yarattığı Atatürk dogmasına, 1990’larda yine Atatürk karşıtları saldırmaya başlamıştır. Gerçek Kemalistler ise bir köşede bu kukla tiyatrosunu seyretmiştir içleri yanarak… Artık bu kukla tiyatrosuna seyirci kalma zamanı çoktan geçmiştir! Artık eyleme geçme, gerçekleri kamuoyuyla paylaşma zamanıdır!...
Atatürk düşüncesine vurulmuş ilk ve en büyük darbe, 50 yıl önce bir kavram operasyonuyla "Kemalizm" yerine "Aatürkçülük" kavramının getirilmesidir. Böylece zaman içinde Türkiye'de Kemalizm!'den Korkan Atatürkçüler ortaya çıkmıştır.
Örneğin bugün ülkemizde Kemalist olmayı "modası geçmiş" bir anlayış sanan Atatürkçü'lerimiz var! Örneğin ünlü sanatçı Metin Akpınar bir konuşmasında, gururla, "Ben bir Atatürkçüyüm ama Kemalist değilim." diyerek aklınca "Kemalizm'in kötülüklerini" bir bir saymıştır!...
Gerçek şu ki: ATATÜRK'ÜN SAĞLIĞINDA ATATÜRKÇÜLÜK KAVRAMI YOKTU, KEMALİZM VARDI. Atatürk'ten sonra birileri "tam bağımsızlık", "anti emperyalizm" gibi anlamları olan Kemalizm'den kurtulmak için, "batılılaşma" ve "din karşıtlığı" anlamını yükledikleri Atatürkçülük kavramını icat etmişlerdir. Bu süreçte Kemalizm kavramının içini de "Atatürk'e tapınmak" olarak doldurmuşlardır.
Bu yazımı, "Atatürk Kemalist değildi?" diyen Hasan Celal Güzel'in ve "Ben Kemalist değil, Atatürkçüyüm" diyen Metin Akpınar'ın şahsında bu konuda kafa karışıklığı yaşayan ve bu kafa karışıklığıyla başkalarına Kemalizm ve Atatürkçülük dersi vermeye kalkan "sözde aydınlarımıza" ithaf ediyorum! Onlardan isteğim, Allah aşkına bu konuları iyice araştırıp öğrenmeden kulaktan dolma bilgilerle ahkam kesmesinler. Böylece hem cehaletlerini göstermemiş, hem de kamuoyunu yanlış yönlendirmemiş olurlar...
Kendinizi KEMALİST veya ATATÜRKÇÜ olarak tanımlayabilirsiniz! Ancak Atatürk'ün izinden yürdüğünüzü iddia ediyorsanız herşeyden önce "tam bağımsızlıktan yana", "anti emperyalist" ve "akılcı" olmalısınız...
NOT: Yazının kaynaklarına ve dipnotlarına AKL-I KEMAL "Atatürk'ün Akılı Projeleri", C.1 adlı ktiabımdan ulaşabilirsiniz.
Sinan MEYDAN, 2 Eylül 2012

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...le&id=407:kemalizm&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK'E "NEYİ ÖRDÜN?" DİYE DEĞİL, MENDERES'E "NİYE ÖRMEDİN?" DİYE SORMALISIN

ATATÜRK'LE KİLOMETRE YARIŞTIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ:

Atatürk: 3.186 km., Erdoğan: 1.085 km: 1/3

ddd.jpg


Türkiye’de 1923-1950 arasında (satın alınan ve sıfırdan inşa edilen) toplam 7.675 km. demiryolu vardır. Bunun 4.000 km kadarı Osmanlı Devleti'nin yabancılara yaptırmış olduğu hatların satın alınmasından (millileştirilmesinden), 3.186 km'si 1923-1939 arasında, 393 km’si ise 1939-1950 arasında yapılan yeni hatlardan oluşmuştur. Yani 1923-1950 arasında genç Cumhuriyet sıfırdan toplam 3.579 km. demiryolu yapmıştır. Bazı kaynaklara göre bu rakam 3.764 km'dir.

1923-1939 yılları arasındaki 15 yıllık Atatürk döneminde 3.186 km. demiryolu yapılmışken, Atatürk’ten sonraki 73 yılda 2000 km. kadar demiryolu yapılmıştır. Yani Atatürk, tek başına, yokluk ve yoksulluk içinde, üstelik neredeyse tamamı yerli sermaye ile, aralarında AKP'nin de bulunduğu bütün Cumhuriyet hükümetlerinden daha fazla demiryolu yapmıştır. Hesap ortadadır!...

TCDD’nin verilerine göre 2002-2012 arasındaki 10 yıllık AKP döneminde 1085 km demiryolu inşa edilmiştir. Buna, yüksek hızlı tren yolu da dahildir. Bu nedenle birkaç yıl önce AKP’li Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım partisinin demiryolu politikasını anlatırken şöyle demiştir: “… 1923–1946 arasında bir yılda yapılan demiryolu uzunluğu 128 kilometreydi. 1946–2003 yılları arasında bu oran, yılda 11 kilometreye düştü. 2003'ten sonra, şu anda yılbaşına düşen demiryolu yapımı 107 kilometreye ulaştı. Hala Atatürk döneminin rakamlarına ulaşamadık.'

AKP’li Ulaştırma Bakanı birkaç yıl önce, “Hala Atatürk döneminin rakamlarına ulaşamadık” diyerek özeleştiri yaparken, birkaç yıl sonra (Ağustos 2012) AKP’li Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Atatürk'e, "Neyi ördün! Türkiye’yi demirağlarla biz örüyoruz!” demiştir.

3.186 km'ye karşılık 1085 km... ERDOĞAN, bütün imkanlarına karşın 10 yıllık iktidarında ancak ATATÜRK'ün 1/3'i kadar demiryolu inşa etmiştir. Buna rağmen "Neyi ördün?" diyerek Atatürk'ün demiryolu başarısını küçümsemiştir.
demiryolu%20yapm.jpg
Ancak bir Türkiye Cumhuriyet'i vatandaşı olarak, Türkiye Cumhuriyeti başbakanından beklentim, savaştan yeni çıkmış, bin bir sorunla mücadele etmek zorunda kalarak kurulan bir ülkeyi "demirağlarla ören" Atatürk'ün "hakkını vermesi" ve Atatürk'ün vasiyeti doğrultusunda "demiryolu seferbeliğini" çağın gerektirdiği şekilde devam ettirmesidir.
AKP ve BAŞBAKAN "demiryolları" konusunda eleştirecek birilerini arıyorsa 1946'dan sonraki ABD eksenli politikaları ve özellikle de 1950'de ABD istekleri doğrultusunda "demiryolu politikasını" tamamen terk edip karayolu poltikasını benimseyen MENDERES'i ve DP'yi eleştirmelidir. (1) Nitekim 1950-1960 DP döneminde Türkiye'de neredeyse hiç demiryolu yapılmamıştır.

Bu nedenle Başbakan, "Neyi ördün?" sorusunu "Niye örmedin?" biçiminde Menderes'e sormalıdır. İşte o zaman bu soru anlam kazanacaktır.
Görülen odur ki, MENDERES'i kökleri olarak gören BAŞBAKAN ERDOĞAN, ona toz konduramadığı için suçu yine her zaman yaptığı gibi TEK PARTİ dönemine (ATATÜRK'e ve İNÖNÜ'ye) atma yoluna gitmiştir.

Ne diyebilirim ki: AH BAŞBAKAN AH!..
(1) 1946’dan itibaren Amerikan emperyalizminin kontrolüne giren Türkiye, 1947 yılında ulaşım politikasını değiştirmeye başlamıştır. ABD’nin 1947 yılında Türkiye’ye yapacağı askeri ve ekonomik yardım programında “yol” konusu da yer almıştır. Bu çerçevede ABD FEDERAL KARAYOLU TEŞKİLATI (Federal Bureau of Public Roads) Genel Müdür Yardımcısı H.G.Hilts başkanlığında bir uzaman grubu Türkiye’ye gelerek yaptıkları incelemeler sonunda “Hilts Raporu” adıyla bir rapor hazırlayarak Nafıa Vekaletine sunmuşlardır. Hilts Raporu’nda, Atatürk’ün “Demirağ Projesi” eleştirilerek karayolunun çok daha iyi bir ulaştırma yöntemi olduğu iddia edilmiştir. Raporda ayrıca demiryolunun doğu illerine ulaştırılması dışında önemli bir ihtiyaç olmadığı belirtilmiştir. Bir zamanlar Rusya, kendi çıkarları açısından Osmanlı Devleti’nin doğu bölgelerine demiryolu yapmasını istemezken, şimdi ABD yine kendi çıkarları açısından Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece doğuya demiryolu yapmasını istemektedir. Çünkü ABD, Rusya ile muhtemel bir savaşta Türkiye’nin Rusya’ya yakın doğu bölgelerine giden demiryollarına ihtiyaç duyacaktır. 1950’den itibaren Türkiye’de “Hilts Raporu” doğrultusunda Atatürk’ün “Demirağ Projesi” rafa kaldırılarak, “Karayolu Projesi” hayata geçirilmiştir. Burada, Atatürk döenminde demiryollarının yapımında büyük emek harcayan İnönü'nün, Atatürk'ün yokluğunda, 1946'dan sonra ABD etkisiyle demiryolu poltikasını ikinci plana atmış olması da eleştirilmesi gereken bir konudur.

Sinan MEYDAN, 28.8.2012

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ye-oermednq-olmali&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

EMPERYALİST DEMİRAĞLARDAN MİLLİ DEMİRAĞLARA

ATATÜRK’TEN BAŞBAKAN’A YANIT: “Neyi mi Ördüm? Göstereyim!”

ddd.jpg


Bildiğiniz gibi daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İsmet İnönü Dersim’de katliam yaptı!” ve “Tek Parti Döneminde camiler kapatıldı! Ahır yapıldı!” gibi iddialarına belgeli yanıtlar vermiştim.(1) Başbakan şimdi de 10. Yıl Marşı’nda geçen “Demirağlarla ördük anayurdu dört baştan” ifadesini kastederek, “Neyi ördün! Türkiye’yi demirağlarla biz örüyoruz!” iddiasında bulundu. Peki ama gerçekten öyle mi? Şimdi de Başbakan’ın bu son iddiasına yanıt vermek istiyorum:
Lafı fazla uzatmadan öncelikle Başbakan’a, genç Cumhuriyet’inNeyi ördüğünügöstermek istiyorum.
İşte 1923-1950 yılları arasında (Atatürk ve İnönü döneminde) Türkiye’de örülen demirağlar (2):

A. DEVLETİN YAPTIĞI HATLAR

1. Ankara-Sivas Hattı
2. Samsun-Sivas Kalın Hattı
3. Kütahya-Balıkesir Hattı
4. Ulukışla-Kayseri Hattı
5. Fevzipaşa-Diyarbakır Hattı
6. Filyos-Irmak Hattı
7. Yolçatı-Elazığ Hattı
8. Afyon-Karakuyu ve Baladız-Burdur Hattı
9. Bozanönü-Isparta Hattı
10. Sivas-Erzurum Hattı
11. Malatya-Çetinkaya Hattı
12. Diyarbakır-Kurtalan Hattı
13. Elazığ-Genç Hattı
14. Köprüağzı-Maraş Hattı
15. Narlı-Antep-Karkamış Hattı
16. Filyos-Zonguldak-Kozlu Hattı
17. Hadımköy-Kurukavak Hattı
18. Selçuk-Çamlık Varyantı
19. Tavşanlı-Tunçbilek Hattı
20. İstasyon-Malatya Hattı
21. Erzurum-Hasankale Hattı
B. ŞİRKETLERİN YAPTIĞI HATLAR:

1. Ilıca-Palamutluk Hattı
2. Samsun-Çarşamba Hattı
C. YABANCILARDAN SATIN ALINAN HATLAR

1. Anadolu ve Mersin-Adana Hattı
2. Mudanya-Bursa Hattı
3. Samsun-Çarşamba Hattı
4. İzmir-Kasaba ve Temdidi Hattı
5. İzmir-Aydın Hattı
6. Şark Demiryolları
7. Ilıca-Palamutluk Hattı
8. Bağdat Demiryolları
D. RUSLARDAN KALAN HATLAR


  • 1. Hasankale-Sarıkamış-Sınır Hattı
1950 yılında Türkiye’de 3579 km’si yeni yapılan, 3840 km’si yabancı şirketlerden alınan ve 256 km’si Ruslardan kalan toplam7675 km demiryolu vardır. (3)
İşte Atatürk’ün demirağlarla ördüğü savaş yorgunu Türkiye:

z.jpg
1923-1950 arasında Türkiye'nin demiryolları

Birkaç yıl önce Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım partisinin demiryolu politikasını anlatırken şöyle demişti: ''… 1923–1946 arasında bir yılda yapılan demiryolu uzunluğu 128 kilometreydi. 1946–2003 yılları arasında bu oran, yılda 11 kilometreye düştü. 2003'ten sonra, şu anda yılbaşına düşen demiryolu yapımı 107 kilometreye ulaştı. Hala Atatürk döneminin rakamlarına ulaşamadık.'' (4)
AKP’li Ulaştırma Bakanı birkaç yıl önce, “Hala Atatürk döneminin rakamlarına ulaşamadık” derken, AKP’li Başbakan birkaç yıl sonra bugün “Neyi ördün! Türkiye’yi demirağlarla biz örüyoruz!” demiştir. Biri gerçekleri çarpıtıyor ama kim?
ATATÜRK’ÜN DEMİRYOLLARI: MİLLİ DEMİRAĞLAR


Atatürk’ün demiryolu politikası tamamen antiemperyalist ve milli niteliktedir. Atatürk Türkiye’yi demirağlarla örmeden önce Osmanlı Devleti’ni sömüren İngiltere-Fransa-Almanya gibi emperyalist Avrupa ülkelerinin yüksek imtiyaz bedelleriyle ve akıl almaz ayrıcalıklarla Osmanlı Devleti topraklarında inşa edip işlettikleri demiryollarını satın alıp millileştirmiştir. Daha sonra da özellikle Doğu illerini merkeze, birbirine ve limanlara bağlayan doğu-batı, kuzey-güney bağlantılı son derece işlevsel demiryolları inşa ettirmiştir. Üstelik genç Cumhuriyet, bu demiryollarını dış borç alarak değil, kendi imkanlarıyla döşemiştir. Kısacası, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizmi Anadolu yaylasına gömen Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra da emperyalizmin, Avrupalı kapitalist şirketlerin, yabancıların çıkarlarına hizmet eden demiryolları yerine, Türk milletince inşa edilip işletilen ve Türk milletinin çıkarına hizmet eden demiryolları inşa ettirmiştir.

Yani Atatürk Türkiye’yi sadece demirağlarla örmekle kalmamış “milli demirağlarla” örmüştür. Atatürk’ün demiryolları emperyalizmin değil Türk milletinin hizmetindedir. Atatürk'ün ne kadar uzunlukta demiryolu döşediğinden çok bu demiryollarının işlevi dikkate alınmalıdır!

demiraglar.jpg
Cumhuriyet'in trenleri Atatürk düşmanı kafaya sorsanız size “II. Abdülhamit’in yaptırdığı demiryollarından” “Osmanlı’dan kalan 4000 küsur km’lik demiryolundan”, söz ederekCanım! Atatürk’ün, Cumhuriyet’in yaptığı demiryolu nedir ki? Osmanlı daha fazlasını yapmıştı!” diye ahkam kesmeye kalkar. Hazır yeri gelmişken bu gibi “ezbercilerin” de ezberlerini bozalım:
OSMANLI’NIN DEMİRYOLLARI: EMPERYALİST DEMİRAĞLAR



Osmanlı demiryollarının tamamı -Hicaz Demiryolu hariç- İngiltere-Fransa ve Almanya tarafından yapılıp işletilmiştir. Emperyalist ülkeler kendi ulusal çıkarları için Osmanlı topraklarında demiryolları yapıp işleterk Osmanlı Devleti’ni iliklerine kadar sömürmüşlerdir.
İşte birkaç örnek:
1. İngilizlere Verilen İzmir-Aydın Demiryolu İmtiyazı:



1857-1866 arasında inşa edilen İzmir-Aydın demiryolu, İngiliz emperyalizminin demiryolu sayesinde nasıl planlı ve programlı bir şekilde Osmanlı’ya girdiğini göstermesi bakımından çok dikkat çekici bir örnektir. Yapılan anlaşmaya göre demiryolu inşası için gerekli mallar gümrük vergisi ödenmeden ülkeye sokulabilecek, demiryolunun yapımı sırasında devlete ait topraklar, madenler ve ormanlar bedava kullanılabilecek ve demiryolunun işletmeye açılmasından sonra şirket hattın kenarındaki 45 km’lik alan içinde bulunan madenleri çok az bir vergiyle işletme hakkına sahip olacaktır. Osmanlı Devleti, şirkete kilometre garantisi vermiştir. Anlaşmaya göre; demiryollarının 70 km’lik ilk bölümü 1860 Eylül ayında bitirilecektir. Buna karşılık Osmanlı hükümeti demiryolunun ilk bölümünün açılısından sonra 50 yıl süreyle her yıl şirket sermayesinin % 6’sı kadar bir kârı garanti edecek ve eğer kâr bu oranın altına düşerse üstünü tamamlamayı kabul edecektir. Bütün bu ayrıcalıklara ek olarak Osmanlı hükümeti şirketin yönetimine karışmamaya söz verdiği gibi Aydın demiryolu ile rekabet edebilecek şirketlerin kurulmasını önlemeyi de taahhüt etmiştir. Görülen o ki Osmanlı Hükümeti İngilizlere "gel Ege'yi sömür" demiştir adeta!...

İngiltere’nin İzmir-Aydın arasında demiryolu yapmalarının temel nedeni bölgenin İngiliz tüccarların kontrolünde olmasıdır. 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması’ndan sonra Anadolu’da elini kolunu sallayarak ticaret yapan İngilizler, 1866’dan sonra Osmanlı Devleti’nin verimli topraklarının bulunduğu Ege bölgesinde toprak satın alarak çiftçilik yapmaya başlamışlardır. 1866 yılında İngilizlerin baskısı sonucunda yabancılara taşınmaz mal sahibi olma hakkı tanınmıştır. Buna bağlı olarak 1868 yılında İzmir yakınlarındaki verimli toprakların üçte biri İngilizlerin tapulu malı haline gelmiştir. 1878 yılında bu oran % 41’e çıkmıştır. İngilizlerin gelişiyle birlikte bölgede tarımda makineleşme da başlamıştır. Demiryolunun geçtiği bölgelerde geleneksel ürünler yerine sınai bitkileri yetiştirilmeye başlanmıştır. İzmir-Aydın demiryollarının sağladığı bu gelişimden yararlanan Müslüman Türk üreticiler ve tüccarlar değil, İngiliz üreticiler ve tüccarlar olmuştur.

İzmir-Aydın demiryolu, hem demiryolu imtiyazını alan İngiliz şirketine, hem de İngiliz devletine kazandırmıştır. Öyle ki, İngiltere, dış borçlar dahil Türkiye’de yaptığı bütün yatırımların % 43’ünü 1864-1913 yılları arasında “İzmir-Aydın Demiryolu Şirketi” aracılığıyla geri almıştır.

Ege bölgesinde İngilizlerin inşa ettikleri demiryolları, İngiliz emperyalizminin gelecekte Anadolu’yu işgal etmesini de kolaylaştırmıştır. Hatların yayıldığı alan dikkate alınacak olursa İzmir’e çıkacak işgal orduları rahatlıkla Marmara ve İstanbul’a kadar erişebilecektir. Bu nedenle hatlar iç kesimlere, doğuya doğru kaydırılmış ve hattın İngiliz imtiyazından çıkması için Alaşehir-Afyon hattı satın alınmıştı.

2. Almanlara Verilen Anadolu Demiryolu İmtiyazı:



1888’de imzalanan bir anlaşma ile Deutsche Bank 6 milyon Franklık bir ödemeyle daha önce işletmeye açılmış 91 km uzunluğundaki Haydarpaşa-İzmit hattını satın almıştır. Ayrıca Bursa ve Kütahya bağlantılı hatların yapımı için de ruhsat elde etmiştir. Haydarpaşa-İzmit-Ankara demiryolu imtiyaz anlaşmasına göre Alman şirket demiryolunun geçtiği arazileri istimlak kanununa göre satın alabilecek, eğer bu araziler devlet arazisi ise, şirkete parasız verilecektir. Şirket demiryolunun geçtiği yerlerde hattın iki yanında beşer kilometrelik arazi parçası içinde, taş, kum ve tuğla ocakları açarak bunları inşaatın bitimine kadar kullanabilecektir. Demiryolu yapımı için gerek Osmanlı içinden ve gerekse dışından getirilecek araç-gereç, kereste, maden kömürü ile makine ve diğer malzemeler için hiçbir gümrük vergisi alınmayacaktır. Şirketin çıkaracağı hisse senetleri tahvillerden de hiçbir vergi talep edilmeyecektir. Şirket devlet ormanlarından bedava yararlanabilecektir. Demiryolunun bakım ve onarım işleri şirket tarafından yapılacaktır. Ayrıca demiryolunda çalışacak görevliler Osmanlı Hükümeti'nin belirlediği bir kıyafeti-fes giymek zorunludur- giyeceklerdir. Şirket demiryolunun her iki yanında yirmişer kilometrelik arazi içinde maden araması yapabilecek ve bunları işletebilecektir. Şirket, demiryolunun yapımı sırasında ruhsat almaksızın eski eser kazıları yapabilecek ve demiryolu boyunca telgraf haltan döşeyebilecektir. Osmanlı Devleti, süresi 99 yıl olan Haydarpaşa-İzmit hattı için şirkte km. başına 10.300, İzmit-Ankara hattı için 15.000 Frank garanti vermiş ve bunun karşılığı olarak da Ankara, İzmir, Kütahya ve Ertuğrul vilayetlerinin öşürlerini göstermiş ve bunların Düyun-u Umumiye sandıklananda korunmasını kabul etmiştir.
Bu arada Deutsche Bank, Eskişehir-Konya ve Ankara-Kayseri arasında demiryolu yapmak içim imtiyaz talebinde bulunmuştur. 1893’te Eskişehir-Konya hattının imtiyazı yine “Anadolu Demiryolu Şirketi”ne verilmiştir. Yapılan anlaşmaya göre demiryolu için gerekli arazilerin kamulaştırıla-bilecek devlet arazileri şirkete bedava verilecek, hattın iki yanında beşer km.lik bir alanda şirket kum ve taş ocakları açabilecek ve bunları inşaat süresince işletebilecek, şirket dışarından getireceği kereste, demir, kömür, makine ve gerekli araçlar için gümrük vergisi ödemeyecek hatların gelirinin güvence parası düzeyine yükselinceye kadar çıkarılacak pay senetleri ve tahvillerden damga vergisi de dahil hiçbir vergi alınmayacak, Haydarpaşa-Ankara hattının geliri iki hattın (Haydarpaşa-Ankara, Eskişehir-Konya) yapımı için dışarıdan satın alınacak tahviller için ikinci derecede güvence sayılacak, devlet, ayrıcalık süresinin otuzuncu yılını doldurmasından sonra, hatların beş yıl önceki süre içindeki gelirinin % 50'sine eşit miktarını -ayrıcalığın bitimine kadar yıllık kilometre başına en az 10.000 Frank ödeyerek bütün hatları satabilme yetkisine sahip olacak, şirket hattın her iki yanında 20'şer km. alanda maden araması yapabilecek ve bulacağı madenleri işletebilecek, çevredeki ormanlardan odun, kereste sağlayabilecek, gerekli yerlerde rıhtım, iskele, mağaza, depo ve benzeri tesisler kurabilecek, ancak bunları ayrıcalık süresi dolduktan sonra devlete bırakacak, bu tesislerin işletildiği süre içinde gelirlerinden şirket %75 devlet % 25 pay alacak, Ankara-Kayseri hattı için yıllık 775, Eskişehir-Konya hattı için de yıllık 604 Osmanlı Altın Lirası kilometre başına kar garantisi verilecek, demiryolunun geçtiği sancaklardan toplanacak olan öşürler, Düyun-u Umumiye yönetiminden biri tarafından satılarak elde edilen para bu kuruluşun sandıklarında saklanacaktır. Osmanlı Devleti 444 km’lik bu hat için toplamda 15.000 Frank km garantisi vermiştir. İmtiyaz süresi 99 yıl olan bu hattın garantisi için Trabzon ve Gümüşhane’nin öşürü karşılık gösterilmiştir. Hat 1896’da tamamlanmıştır. Ankara-Kayseri demiryolunun inşasına Rusya’nın karşı çıkması nedeniyle başlanamamıştır.
3. Rusya’nın Baskısı Nedeniyle Yapılamayan Demiryolları

19. ve 20. yüzyılda İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Rusya’nın da Osmanlı Devleti’yle ilgili emperyalist planları vardır. Demiryolunun nasıl bir silah olduğunu çok iyi bilen Rusya demiryolunun Ankara’nın doğusuna geçmesinin ileride kendisine birçok bakımdan zarar vereceğini düşünerek buna karşı çıkmıştır. 1900 yıllarında Osmanlı Devleti ticaretinin yüzde dokuzunu Rusya ile yapmaktadır. İstanbul, bu yıllarda, Rusya'dan yılda 65 bin ton un almaktadır. Demiryolu Konya'ya vardığı anda Rusya bu ticarete son vermiştir. Rusya endişelenmekte haklıdır. Nitekim 1901'den itibaren Anadolu'dan, demiryolları ile getirilen buğday, İstanbul'daki tüketimin üçte ikisinden fazlasını karşılamıştır. Bu nedenle İstanbul, Rusya ve Bulgaristan'dan tahıl almamaya başlamıştır. Rusya askeri bakımdan da Osmanlı Devleti'nde demiryolunu doğu bölgelerine kadar uzatmasına karşı çıkmıştır. Ruslar, doğru demiryollarının kendi tarihi emellerine darbe vurmasından korkmuşlardır. Özellikle Bağdat hattının -birinci plana göre- Doğu Anadolu'ya çok yakın geçmesine bu nedenle karşı çıkmışlardır. Osmanlı'nın ulaşım olanaklarının yetersiz olması, askeri ve ticari bakımlardan Rusya’nın işine gelmektedir.
4. Almanlara Verilen Bağdat Demiryolu İmtiyazı:

II. Abdülhamit, 1899’da Konya’dan Bağdat ve Basra’ya dek uzanacak hattın yapım imtiyazını çok yüksek bir km. garantisi ile Alman Deutsche Bank’a vermiştir. 1902’de kesin imtiyaz anlaşmasının imzalanmasından sonra “Anadolu Demiryolu Şirketi” 99 yıl süreyle Konya’dan başlayan ve Karaman, Ereğli, Adana, Hamidiye, Kilis Tel Habeş, Nusaybin, Musul, Tikrit, Saciye, Bağdat, Kerbela, Mecet Zubeyr Basra üzerinden İran körfezine uzanan ana ve yan hatların işletme imtiyazlarıyla Diyarbakır, Harput, Maraş, Birecek ve Mardin’e uzan diğer bazı yan hatların imtiyazını almıştır. Şirket, 16.500 Frank km. garantisiyle işe başlamıştır. Ancak para yetmeyince iş yarım kalmıştır. Bunun üzerine 1903’te şirketle 1902 imtiyazına ek bir sözleşme imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre şirket hattın geçtiği yerlerdeki taş ve kum ocaklarını kullanabilecek ve arazi kamulaştırması yapabilecektir. Ayrıcalığın diğer şartlarına göre -1889'daki gibi- şirket hattın iki yanındaki 20'şer kilometrelik bir alan içindeki madenleri işletebilecek, ruhsat almadan arkeolojik kazı yapabilecek, devlet ormanlarından bedava yararlanabilecek, Osmanlı Devleti içinden ve dışından getireceği demiryolu araç-gereçleri, makine, lokomotif, vagon ve diğer malzemeler için ve kar garantisi 15.000 Frank'a çıkıncaya kadar, dışarıdan ithal edeceği kömür için, hiçbir gümrük ödemeyecektir. Ayrıca Osmanlı Hükümeti Şirkete, işletmeye açılacak her kilometre için yılda 4.500 Frank km garanti etmiştir. Gelirler bu rakamı bulmadığı zaman ise, hükümet aradaki açığı kapatmayı kabul etmiştir. Ayrıca Hükümet, Basra Körfezi'ne kadar Express seferleri yapabilmesi için, yapılacak yenileştirmelere harcanmak üzere, Şirkete otuz yıllık taksitlerle 350.000 Frank ödemeyi kabul etmiştir. Bu paranın ödenmesi demiryolunun Halep'e ulaşmasından sonra başlayacaktı. Şirkete bu ayrıcalıkların yanı sıra, hat boyunca tuğla ocakları açabilmek, demiryolu ve yan kuruluşları için gerekli olan elektrik enerjisini sağlayabilmek için elektrik santralleri kurabilmek, "Avrupa ile Asya arasında direkt yataklı vagonları sefere koyabilmek için İstanbul ile Haydarpaşa arasında feribotlar çalıştırabilmek", Haydarpaşa ve Basra'da modem depolar yapabilmek gibi haklar tanınmıştır. Bütün bunlara ek olarak ayrıcalık sahiplerine Bağdat, Basra ve Basra Körfezi terminalinde limanlar ve diğer tesisler kurma hakkı verilmiştir. Şirket Dicle, Fırat Nehirleri ile Şattülarab'da gemi işletmek hakkını da elde etmiştir. Anlaşmaya göre Konya-İran körfezi hattında 200 km’lik ilk bölümü için 11.000 Frank olan garanti 15.500 Frank’a çıkarılmıştır. Osmanlı Devleti bu oldukça yüksek garantiye karşılık olarak Konya, Halep ve Urfa vilayetlerinin öşür gelirlerini göstermiştir.

Ayrıcalık Anlaşması'na göre; daha sonra bir "Bağdat Demiryolu Şirket-i Şahane-i Osmaniyesi" kurulmasından söz ediliyorsa da, bu şirketin yalnızca adında “Osmanlı” sıfatı olmasından başka, hiçbir "Osmanlıcı" niteliği yoktur. II. Abdülhamit Alman demiryolu şirketine verdiği bu ayrıcalık ile Earle’nin ifadesiyle "imparatorluğunu ipotek etmiştir”. Bu demiryolu imtiyazlarıyla Alman emperyalizminin sömürgesi durumuna gelen Osmanlı’nın “şahaneliğinden” söz etmek ise tek kelimeyle trajik-komik bir durumdur.

EMPERYALİZMİN RAYI


1880’lerden itibaren önce İngiltere’nin ve Fransa’nın sonra ise Almanya’nın Osmanlı topraklarında inşa ettiği demiryolları borçlu ve ekonomik olarak çökmüş durumdaki Osmanlı Devleti’nin emperyalist sömürüsüne yol açmıştır. Orhan Kurmuş, “Emperyalizm’in Türkiye’ye Girişi” adlı kitabında İngiliz emperyalizminin; Murat Özyüksel ise, "Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişim Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları adlı kitabında Alman emperyalizminin demiryollarıyla Osmanlı Devleti’ni nasıl sömürdüklerini bütün belge ve bilgileriyle gözler önüne sermişlerdir.

Özetlersek:

* 1880’lere kadar yavaş giden Osmanlı demiryolu çalışmaları, Düyunu Umumiye İdaresi'nin kurulmasından sonra hızlanmıştır. Çünkü iflas eden Osmanlı’nın bütün yer altı yerüstü zenginliklerine el koyan emperyalist Avrupa, bu zenginlikleri demiryollarıyla bir an önce el geçirmek istemiştir. Düyunu Umumiye İdaresi demiryolu imtiyazları için teminat gösterilen vergilere el koyarak, bu gelirleri imtiyaz sahibi yabancı şirketlere aktarmıştır.

* Osmanlı demiryollarının tamamı -Hicaz demiryolu dışında- yabancılarca inşa edilmiştir.

* Osmanlı’da yabancı şirketler, 1890-1914 arasında en büyük yatırımı demiryollarına yapmıştır. Çünkü en çok demiryolları kazandırmıştır.

* Emperyalist Avrupa ülkeleri Osmanlı Devleti’nde demiryolu yaparak nüfuz bölgeleri oluşturmuştur. Osmanlı Devleti’nde inşa edilen ilk demiryolu hatları en verimli tarımsal sanayi ürünleri yetişen Ege, Mezopotamya, Büyük ve Küçük Menderes ile Çukurova’da yapılmıştır. Emperyalist ülkeler inşa ettikleri bu demiryolları ile bu bölgelerdeki ham maddeleri Avrupa sanayine hızlı ve yoğun bir şekilde aktarmak istemişlerdir.

* Osmanlı Devleti “kilometre garantisi” denilen sistemle demiryolu yapan yabancı şirketlerin karlarını garanti altına almıştır. Demiryolu şirketlerinin garanti edilen karın altında kar etmeleri halinde aradaki farkı devlet ödemiştir. Osmanlı, doğacak farkı ödemek için bir veya birkaç vilayetin öşür gelirlerini karşılık göstermiştir. Bu gelirler, Duyunu Umumiye idaresinin kontrolünde olmayan vergilerdir. Fakat yabancı şirketler Osmanlı Devleti’ne güvenmedikleri için garanti kapsamındaki vergileri Duyunu Umumiye İdaresi’ne toplatıp işletmişlerdir.

* Demiryolu imtiyazlarına göre hattın geçeceği devlet arazisi, demiryolunu yapacak şirkete bedelsiz devredilmiştir.Şirket hat boyundaki devlet ormanlarını ve taş ocaklarını bedelsiz kullanabilmiştir. Yine demiryolu yapımı, bakımı ve işletilmesi için gereken malzeme gümrüksüz olarak ithal edilmiştir. Demiryolunun kenarlarındaki bazen 40, bazen 45 kilometrelik şeritler içindeki petrol dahil bütün madenlerin işletme hakkı demiryolu yapan şirkete verilmiştir. Ayrıca imtiyaz sahibi şirketler, demiryolunun yapımı sırasında ruhsat almaksızın eski eser kazıları yapabilecek ve demiryolu boyunca telgraf haltan döşeyebilecektir.

* Osmanlı Hükümeti, Avrupa şirketlerine izin veren her imtiyaz sözleşmesi ile uyruklarının bir bölümünü daha yabancıların etki alanlarına bırakmıştır.

* Osmanlı Devleti’nde yapılacak demiryollarının, demiryollarını yapan emperyalist ülkelerin çıkarlarına aykırı olmamasına dikkat edilmiştir.

* Demiryolunun merkezden, yani İstanbul'dan başlayarak Anadolu’yu boydan boya geçmesi, Osmanlı Devleti’ni güçlendireceğinden bundan kaçınılmış, devletin paylaşılmasını kolaylaştıracak biçimde demiryolları Akdeniz kıyılarından başlatılmıştır.

* Osmanlı Hükümeti demiryolu yaptırmak için ya borç karşılığında bir imtiyaz vermiş ya da borç istediğinde yeni bir imtiyaz isteğiyle karşılaşmıştır. Örneğin, Bağdat Demiryolu imtiyazını almak isteyen Almanya, ön sözleşme imzalanmadan Osmanlı Devleti'ne % 7 faizle 200.000 Sterlin borç vermiştir. 1910 yılında Osmanlı Devleti’ne % 4 faizli 11 milyon altınlık borç veren Almanlar, bunun karşılığında Osmanlı Devleti’ni 11 Mart 1911'de Bağdat Demiryolu için ek bir sözleşme imzalamak zorunda bırakmışlardır.

* Osmanlı Devleti’nin demiryolları Müslüman Türklere değil, İngilizlere, Fransızlara, Almanlara, Ruslara yaramıştır.

* Emperyalist ülkelerin ve onların kapitalist şirketlerinin Osmanlı Devleti’nde inşa edip işlettikleri demiryolları, ilk bakışta bir uygarlık faaliyeti gibi görünüyorsa da, demiryollarının inşaat ve işletilmesi için gerekli malzemenin Avrupa'dan hiçbir gümrük ödenmeden ithal edilmesi, demiryolunu yapacak şirkete kilometre garantisi verilmesi ve demiryolu hatlarının geçeceği yerlerdeki yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarına sahip olma hakkı tanınması gibi ayrıcalıklarla Osmanlı demiryolları Avrupalılar için çok karlı bir yatırım aracı olmuş ve ülkenin sömürülmesine yol açmıştır. Öyle ki demiryolu yatırımlarının bu denli karlı ve sağlam güvencelere bağlanması, yabancı demiryolu şirketlerinin kimi zaman daha fazla kar sağlamak için hatları düzlük arazide bile dolambaçlı bir şekilde döşemelerine neden olmuştur.

* İflas eden, Duyun-u Umumiye İdaresi ile bütün yer altı ve yer üstü zenginliklerinin gelirlerine “alacak” olarak el konulan Osmanlı Devleti yaptırdığı demiryollarından kardan çok zarar etmiştir. Demiryollarıyla Osmanlı’da tarımsal gelirlerin ve ticaretin arttığı doğrudur, ancak elde edilen gelirler hep yabancı ülkelere gitmiştir. Ayrıca emperyalist amaçlarla inşa edilen demiryolları birbirinden bağımsız hatlardan oluştuğu için Osmanlı Devleti’nin askeri ihtiyaçlarına da yanıt vermekten uzaktır.

***

Sanırım şimdi Atatürk’ün Osmanlı’dan kalan demiryollarını neden satın alarak millileştirdiği ve onun “milli”, “bağımsız” demiryolu politikasının ne anlama geldiği çok daha iyi anlaşılmıştır.

Bilindiği gibi 1946’dan sonra ABD etkisinde ve kontrolündeki Karşı Devrim sürecinde Türkiye demiryolundan neredeyse tamamen vazgeçerek karayoluna yönelmiştir. Bir zamanlar demirağlara Osmanlı’yı sömüren emperyalizm daha sonra oto lastikleriyle Türkiye’yi sömürmeye karar vermiştir.

Ah Mustafa Kemal Ah!... Seni çok özlüyoruz...çok!..

Not: Bu konunun ayrıntılarını, kaynaklarını, dipnotlarını “AKL-I KEMAL - Atatürk’ün Akıllı Projeleri”, 3. Cilt, adlı kitabımda bulabilirsiniz.


SİNAN MEYDAN -
18.08.2012
Seçilmiş Kaynaklar:
1) Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010
2) İsmail Yıldırım, Cumhuriyet Döneminde Demiryolları, (1923-1950), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2001; Demiryollarımız, TCDD Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi, Demiryol Dergisi Yayınlarından, Ankara, 1958.
3) Yıldırım, age, s. 195; Demiryollarımız, s. 96
4) http://www.tcdd.gov.tr/home/detail/?id=1706

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...erduem-goestereyim&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK'ÜN MAL VARLIĞI KONUSUNDAKİ YALANLARA YANIT

ddd.jpg


Yalan Makinesi Gibi

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığını hayat biçimi haline getirmiş, Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı ile ürettiği tarihi yalanlarla geçimini sağlayan cemaatin kadrolu tarihçisi (?) bugüne kadar ürettiği onca tarihi yalana son olarak “Atatürk’ün mal varlığı” yalanını da ekledi. Ona göre "Atatürk mal varlığını gayri meşru yollardan elde etmiş! Aslında bu mal varlığını hazineye bağışlamak istememiş! İsmet İnönü’nün zorlamasıyla hazineye bağışlamış!" Mış mış da mış mış!... (Bkz.Çok-konusulacak-Ataturk-iddiası)
Malum! Bütün bu iddiaları da daha öncekiler gibi KOCAMAN BİR YALAN! En hafifiyle ÇARPITMA!
Ancak bu yalan, biraz aklı başında ve biraz da Atatürk’ü ve yakın tarihi bilen birinin söyleyebileceği türeden bir yalan da değil doğrusu! Çok mantık dışı bir yalan! Ben bu yalan makinesinin daha mantıklı yalanlarını da görmüştüm!
Çanakkale kahramanı, Muş ve Bitlis’in kurtarıcısı, Kurtuluş Savaşı’nın örgütleyicisi ve Başkomutanı, emperyalizmi dize getiren ilk Doğulu ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Atatürk, yaşadığı dönemde Türkiye’de mala, mülke, eve, çiftliğe, paraya hiç ihtiyacı olmadan hayatını krallar gibi sürdürebilecek bir SAYGINLIKTA ve SEVİLİRLİKTE bir liderdir. Atatürk’ün cebinde beş parası, yatacak yeri olmasa bile milletinin onu el üstünde tutacağı çok açık bir gerçektir. Nitekim neredeyse gittiği her yerde ona bir ev, köşk hediye edilmiştir. Atatürk’ün mala, mülke ve paraya ihtiyacı olmadığı gibi, üstelik annesi, babası yakın akrabaları (kız kardeşi Makbule Hanım dışında) ölmüş, çocukları da olmadığı için mal mülk, servet edinip buları akrabalarına miras bırakması gibi bir durum da söz konusu değildir.
Atatürk'ün Örnek Çiftlikler Projesi

Atatürk yokluk, yoksulluk ve parasızlık içinde bir Kurtuluş Savaşı verip, ardından yeni bir devlet kurmanın ne demek olduğunu çok iyi bildiği için, hem o zamanki halka, hem gelecek nesillere örnek olması amacıyla ÖRNEK TARIM, HAYVANCILIK VE SANAYİ PROJELERİ geliştirmiştir. (Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, “Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 2 Cilt, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2011). Bu projelerin en önemlisi ATATÜRK’ÜN ÖRNEK ÇİFTLİKLER PROEJESİ’dir. Atatürk, Türkiye’nin çağdaşlaştırmıştı köyden, köylüden başlatılması gerektiğine inandığı için “Köylü milletin efendisidir” demiş ve bu doğrultuda köylüye örnek oluşturmak amacıyla modern tarım ve hayvancılık yöntemlerinin uygulandığı ÖRNEK ÇİFTLİKLER kurmuştur. Akl-ı Kemal’in I. cildinde anlattığım gibi Atatürk sonradan hazineye bağışladığı birçok örnek çiftlik kurmuştur: Ankara Orman Çiftliği (Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut, Çakırlar çiftlikleri) Yalova’da Millet ve Baltacı çiftlikleri, Silifke’de Tekir ve Şövalye çiftlikleri, Dörtyol’da portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği, Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği.... Atatürk, bazen parasını vererek aldığı, bazen de kendisine bağışlanan bu çiftlikleri işletip para kazanmak değil, bu çiftliklerde modern tarım, hayvancılık ve hatta sanayi uygulamaları yaparak Türk halkına Türk köylüsüne örnek olmak istemiştir.
Atatürk, Anadolu’nun her yerinde tarım ve hayvancılık yapılabileceğini göstermek için önce Ankara’nın en bataklık, en kötü yerinde Gazi Orman Çiftliği’ni kurdurarak işe başlamıştır. Bu işle bizzat ilgilenmiş, çiftlik inşası sırasında fırsat bulabildiğinde çiftliğe giderek çalışmaları çok yakından izlemiştir. Daha sonra da Yalova, Mersin gibi birçok yerde birçok ÖRNEK ÇİFTLİKLER edinip işletmiştir. Atatürk, bu örnek çiftliklerin, hem modern tarım, hayvancılık ve sanayi yapılan yerler olmasını, hem de ağaçlandırılarak adeta yeşil bir cennete dönüştürülmesini istemiştir. Bu amaçla örneğin Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği’ne her yıl 50.000 ağaç diktirmiştir. Burada tarım ve hayvancılık yaptırmış, fabrikalar kurdurmuş, hatta BİYOYAKIT kullanımı konusunda bile çalışmalar yaptırmıştır.
Atatürk, her konuda olduğu gibi tarım, hayvancılık, sanayi ile iç içe geçmiş yeşil bir çevre konusunda da milletine örnek olmak istemiş, bu konuda da milletine elle tutulur bir şeyler bırakmak istemiştir. Örneğin, milletine doğa ve ağaç sevgisi konusunda örnek olmak için Yalova Çiftliği’ndeki köşkünü, sırf yanındaki bir çınar ağacının dallarını kesilmekten kurtarmak için, altına ray döşetip birkaç metre kaydırmıştır. O günden sonra bu köşkün adı “Yürüyen Köşk” olmuştur.
Atatürk’ü düşünsenize! Bütün ömrü milleti için mücadele etmek uğrunda cephelerde geçmiş. Önce emperyalizmle ve yerli işbirlikçilerle, sonra da kendi ifadesiyle“kavrama sınırları biten” bazı arkadaşlarının muhalefetiyle, değişime karşı gelen kitlerle mücadele ederek tam bağımsız ve çağdaş bir devlet kurmuştur. Daha önce de belirttiğim gibi ne yapsın malı mülkü? Gittiği her yerde zaten krallar gibi ağırlanmaktadır. El üstünde tutulmaktadır. Hiçbir yerde kendisine para ödetilmemektedir! En güzel köşklerde, evlerde yatırılmaktadır. En güzel yiyecekler ikram edilmektedir kendisine! Milletinin kalbinde çok özel bir yeri olan Atatürk, üstelik çocukları, yakınları da olmadığına göre bu Çiftlikleri, malı, mülkü ne yapacaktır. Tabi ki milletine, milletini kalkındırmak için kurduğu Halk Partisi’ne, yine milletinin tarihini ve dilini araştırması için kurduğu Tarih ve Dil Kurumlarına bırakacaktır. O da öyle yapmıştır. Yani, yalan makinesi tarihçimizin “Atatürk çiftliklerini İsmet İnönü'nün zoruyla hazineye bağışladı” iddiası kendiliğinden çürümektedir.
"Çiftlikleri Hangi Kuruma Bıraksam" Tartışmasından Bir Yalan Üretmek

Atatürk, bu çiftlikleri mezara götürmeyecekti herhalde! Bu çiftlikleri ne amaçla kurup, ne amaçla işlettiğini de bildiğimize göre Atatürk, tabi ki bilerek, isteyerek ve hatta önceden planlayarak bu çiftliklerini ölmeden önce milletine bağışlamıştır! Bu sırada tabi ki İsmet İnönü başta olmak üzere yakın dostlarıyla bu konuyu konuşmuştur. "Çiftlikleri hangi kuruma bırakırsak, çiftlikler geliştirilerek işletilir ve millet bu çiftliklerden daha iyi yararlanır? sorusuna yanıt aramıştır. Nitekim önceleri çiftlikleri Halk Partisi’ne bırakmayı düşünmüştür. Halk Partisi’nin halkın yararına olarak çiftlikleri işletmesini planlamıştır, ama daha sonra halkın çiftliklerden daha iyi yararlanması için çiftliklerini doğrudan hazineye bağışlamayı uygun görmüştür. Yalan makinesi tarihçimiz, Atatürk'ün "Çiftlikleri hangi kuruma bırakırsak halkın yararına olarak daha iyi işletilir sorusuna" yanıt ararken İsmet İnönü'nün görüşü doğrultusunda karar alıp çiftliklerini hazineye bırakmasını, "Atatürk'ü İsmet İnönü ikna etti! Atatürk çiftliklerini hazineye bırakmak istemiyordu! Atatürk, çiftlikler zarar ettiği için hazineye bağışladı" biçiminde çarpıtmıştır. İşin ilginç yanı, Atatürk'e saldırmak için İsmet İnönü'yü kullanan yalan makinesi tarihçimiz aslında iflah olmaz bir İsmet İnönü düşmanıdır. Her fırsatta İsmet İnönü'ye saldırn bu yalan makinesi tarihçimiz, örneğin İsmet İnönü'nün Kurtuluş Savaşı'na katılması için "bohçalanarak" Anadolu'ya gönderildiğini iddia etmiş ve son olarak İsmet İnönü'yü "cami düşmanı" olmakla suçlamıştır.
Atatürk, ölmeden önce de gözü gibi baktığı çiftliklerini, içindeki mal varlıklarıyla birlikte milletine bağışlamıştır. Çiftliklerini “zarar ettikleri için hazineye bağışladığı” iddiası kocaman bir yalandır. Bunun yalan olduğunu anlamak için Atatürk'ün içinde çiftliklerinin de olduğu bütün mal varlığını bir an önce milletine bağışlamak için gösterdiği çabayı bilmek gerekir.
Atatürk'ün Bütün Mal Varlığını Milletine Bağışlama Israrı

Atatürk; 1927 yılında Büyük Nutku’nu okuduğu C.H.P’nin 2.ci Kurultayı’nda, taşınır-taşınmaz tüm mal varlığını C.H.P.’ne bağışlayacağını duyurmuştu. Daha ileride, bu partinin artık devletle tamamen bütünleştiğini görerek fikrini değiştirmiş ve mal varlığını C.H.P’ye değil, Hazine’ye bağışlamaya karar vermişti. İşte 1933 yılında bu konuda ilk adımı atmış ve gereken hukuki hazırlığı yapmasını da Genel Sekreter’i Hasan Rıza Soyak’a emretmişti. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, s.754).
Soyak, Atatürk’ün bu emrinin yerine getirilebilmesinin mümkün olmadığını, Miras Hukuku’nda “mahfuz hisse” denen bir kavram bulunduğunu, buna göre kız kardeşi Makbule Hanım sağ olduğu için mal varlığının yüzde 25’inin Makbule Hanım’a ait olduğunu, o nedenle tümünü değil ama kendi tasarrufundaki yüzde 75 üzerinde dilediğini yapabileceğini uzun uzun anlatmıştır.
Atatürk tatmin olmamış, tüm varlığını milletine yani hazineye bağışlamak konusunda ısrar etmiştir.. Sonunda; “...Her neyse, bir çaresini bulmalı ve mutlaka benim istediğim gibi bir vasiyetname yapmalıyız. Sen bu işle meşgul ol...” demiştir. Emir kesindir.
Hasan Rıza; bunun üzerine bir hukuk bilgini olan Saruhan (Manisa) milletvekili Mustafa Fevzi Efendi’ye danışmış, konuyu inceleyen M. Fevzi Efendi şöyle bir öneri sunmuştur:
Miras Hukuku hükümleri çok açık. Oradan bir çıkış göremiyorum. Yalnız aklıma bir başka nokta geliyor: TBMM Gazi için özel bir kanun çıkartsın. Sorun herhalde o zaman çözülebilir.
Atatürk’ün de uygun görmesi üzerine konu Meclis’e götürülmüş ve bu kanun çıkartılmıştır. (Kabul Tarihi: 12.6.1933, numarası: 2307.)
Atatürk'ün mal varlığının tamamını hazineye bağışlayabilmesi için Atatürk'ün isteği ile Meclis tarafından çıkarılan 2307 nolu kanunun maddeleri şunlardır:
Madde 1: Gazi Mustafa Kemal Hazretleri'nin, Kanunu Medeni'nin 452. maddesi dairesindeki tasarrufları, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup, bütün mallarında muteberdir.
Madde 2: Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.
Madde 3: Bu kanunun hükümlerini icraya, İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Tüm mal varlığının ulusa yani hazineye ait olduğu, 1933’te çıkarılan işte bu yasayla hüküm altına alınmış oluyordu.
İntikallerin tamamlanması ise 12 Haziran 1937’de bitmiştir.
Prof. Orhan Çekiç'in dediği gibi "Özel yasa çıkarttırarak kendine özel çıkarlar sağlayan devlet adamlarına, dünyanın her yerinde dün de, bugün de rastlanıyor, yarın da rastlanacak... Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine bağışlayan devlet adamına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra bir daha rastlanmadı."
Atatürk, kâğıt üzerinde nice mal-mülk sahibi görünüyor olsa da 1933’ten itibaren O’nun artık bir dikili ağacı bile yoktur.
Atatürk’ün, yaptığı bağışlara temel olan yasayı Meclis’ten rica ederek çıkarttırdığı tarih; 12 Haziran 1933’tür... Yani, Cumhuriyet henüz 10 yaşındadır. Hastalık belirtileri de daha ortaya çıkmamıştır. Çiftliklerinin zarar etmesi diye bir durum da söz konusu değildir, çünkü daha çiftlikler yeni kuruluş aşamasındadır. Atatürk, bilerek, isteyerek, daha işin başında malını mülkünü milletine bırakmaya karar verniştir.
Aslına bakılacak olursa Atatürk'ün mal varlığının çoğu kendisine bağış ve hediye olarak verilen köşklerden, evlerden, bağlardan bahçelerden oluşmuştur. Prof. Orhan Çekiç'in de belirttği gibi: "Atatürk’ün zaman zaman ziyaret ettiği yerler belediyelerinin kendisine “yörenin bir şükran ifadesi olarak” köşkler hediye etmişlerdir. Atatürk nezaketen kabul ettiği bu köşklerin tümünü ilk fırsatta belediyelere iade etmiş, buraları o belediyeler tarafından ya “Atatürk Evi” olarak muhafaza edilmiş veya müzeye dönüştürülmüştür. Bugün Anadolu'nun neredeyse her ilinde bir Atatürk Evi ve Müzesi olmasının nedeni bundandır.
Atatürk; kendine hediye edilenler bir yana dursun, kendi parasıyla edindiklerini bile ya Yalova’da, Mersin’de olduğu gibi yöre köylüsüne veya yukarıda belirtildiği gibi hazineye bağışlamıştı. Örneğin, o günlerde bataklık olan bugünkü Etimesgut’un tüm arsalarını, bedelini ödeyerek parsel parsel satın almış, ıslah ettirmiş ve buralara Rumeli’den göç eden muhacir hemşerilerini yerleştirmiştir. Aynı şeyi Yalova için de yapmıştır ve Yalova’ya ilk gidişinin nedeni, bu bölgeye yerleştirilen Rumeli göçmenlerinin durumunu görmek içindir. Kooperatif kurulmasına öncülük etmiş 1 numaralı üyeliği kendisi almış ve bu yoldan da köylüye örnek olmuştur. Kendi çiftlikleri başarılı bir düzeye geldiğinde de bunları o yörenin köylerine bağışlamıştır."
Atatürk'ün Çiftliklerini Milletine Bağışlaması

Atatürk, kurmuş olduğu çiftlikleri 13 yıl bizzat işlettikten sonra 11 Haziran 1937 tarihinde yazmış olduğu vasiyet mektubu ile hazineye devretmiştir. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafından Maliye Bakanlığı’na havale edilen o tarihi mektup şöyledir:
Başvekalete,
Malum olduğu üzere ziraat ve iktisat sahasında fenni ve ameli tecrübeler yapmak maksadı ile muhtelif zamanlarda memleketin muhtelif mıntıkalarında müteaddit çiftlikler tesisi etmiştim.
On üç sene devam eden çetin çalışmaları esnasında faaliyetlerinin, bulundukları iklimin yetiştirdiği her çeşit mahsulattan başka, her nevi ziraat sanatlarına da teşmil eden bu müessesleri ilk senelerden başlayan bütün kazançlarını inkişaflarına sarf ederek büyük küçük müteaddit fabrika ve imalathaneler tesis etmişler, bütün ziraat, makine ve aletlerini yerinde ve faydalı şekilde kullanarak bunların hepsini tamir ve mühim bir kısmını yeniden imal edecek tesisat vücuda getirmişler, yerli ve yabancı birçok hayvan ırkları üzerinde çift ve mahsul bakımından yaptıkları tetkikler neticesinde bunların muhite en elverişli ve verimli olanlarını tespit etmişler, kooperatif teşkili suretiyle veya aynı zahiyette başka suretlerle civar köylerle beraber, faydalı şekilde çalışmalar, bir taraftan da iç ve dış piyasalarla daimi ve sıkı temasta bulunmak suretiyle faaliyetlerini ve istihsallerini bunların isteklerine uydurmuşlar ve bugün her bakımdan verimli, olgun ve çok kıymetli birer varlık haline gelmişlerdir. Çiftliklerin yerine göre araziyi ıslah ve tanzim etmek, muhitlerini güzelleştirmek, halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler, hilyesiz ve nefis gıda maddeleri temin eylemek, bazı yerlerde ihtikarla fiili ve muvaffakiyetli mücadelede bulunmak gibi hizmetleri de zikre şayandır.
Bünyelerinin metanetini ve muvaffakiyetlerinin temelini teşkil eden geniş çalışma ve ticari esaslar dahilinde idare edildikleri ve memleketin mıntıkalarında da müessilleri tesis edildiği takdirde, tecrübelerini müspet iş sahasından alan bu müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istihsalatı artırma ve köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihap ve inkişafına çok müsait birer amil ve mesnet olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufum altındaki bu çiftlikleri, bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşları ile beraber hazineye hediye ediyorum. Çiftliklerin arazisi ile tesisat ve demirbaşını mücbel gösteren bir liste ilişiktir.
Müktazi kanun muamelesinin yapılmasını dilerim. 11.06.1937- Mustafa Kemal Atatürk”
Orijinal mektupta çok ayrıntılı olan söz konusu listeyi şöyle özetlemek mümkündür:
Ankara’da Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut, Çakırlar çiftliklerinden meydana gelen Orman Çiftliği, Yalova’da Millet ve Baltacı Çiftlikleri, Silifke’de Tekir ve Şövalye Çiftlikleri, Dörtyol’da portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği, Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği.
Bu yerlerdeki Bira Fabrikası, Malt Fabrikası, Buz Fabrikası, Soda ve Gazoz Fabrikası, Deri Fabrikası, Tarım Aletleri ve Demir Fabrikası, iki modern Süt Fabrikası, iki büyük yoğurt imalathanesi, şarap imalathanesi, değirmen, iki yağ ve peynir imalathanesi, iki tavuk çiftliği, iki özel iskele ve liman, beş satış mağazası, Çelik Fabrikası’nın %40 payı, 16 traktör, 13 komple biçerdöver, 1 deniz motoru, 5 kamyon ve kamyonet, 2 binek otomobil, 19 binek ve yük arabası, 13.100 adet koyun, 443 sığır, 69 at, 58 eşek, 2450 tavuk.
Atatürk’ün çiftliklerini hazineye bağışladığı bu vasiyet mektubu, Atatürk’ün “Örnek Çiftlikler (Yeşil Cennet) Projesi”nin amaçlarını gözler önüne sermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Mektup, dikkatle okunduğunda Atatürk’ün aslında tüm Türkiye’yi ağaçlandırmayı, yeşillendirmeyi düşündüğü ve dahası tarımsal ve hayvansal üretimi arttırmayı amaçladığı görülecektir.
Mektupta ifade edildi kadarıyla Atatürk:
* Tarım ve ekonomi alanında bilimsel ve uygulamalı denemeler yapmak için değişik zamanlarda ülkenin değişik yerlerinde çiftlikler kurmuştur.
* Bu çiftliklerdeki çalışmalar 13 sene sürmüştür.
* Bu çiftliklerde, iklime göre her çeşit ürünler yetiştirilmiş, küçük büyük fabrikalar kurulmuş, makineli tarım yapılmış, bu makinelerin bir kısmı bu çiftliklerde kurulan tesislerde imal edilmiş, yerli ve yabancı bir çok hayvan ırkları üzerinde incelemeler yapılmış, civar köylerle işbirliği içinde faydalı çalışmalar gerçekleştirilmiştir.
* Çiftliklerin kuruldukları bölgelerdeki araziler ıslah edilmiş, düzenlenmiş ve o bölgeler güzelleştirilmiştir.
* Çiftlikler halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek temiz yerler, sağlıklı ve nefis gıda maddeleri sağlamıştır.
* Atatürk, bu çiftliklerin daha da geliştirildiği takdirde ziraat teknikleri, düzeltme, üretimi artırma ve köyleri kalkındırma yolunda çok işe yarayacaklarını belirtmiştir.
Meclis’te Atatürk’ten gelen bu “çiftlik vasiyeti” mektubunun okunmasından sonra Başbakan İsmet İnönü söz alıp özetle şunları söylemiştir:
“Sevinç ve heyecanla dinlediğimiz armağan olayı, üzerinde büyük bir önemle durulması gereken yüksek bir değerdedir.Hazineye geçen bu çiftlikler, değerleri milyonlara varan bir zenginliğe sahiptirler. Atatürk bu çiftlikleri yıllardan beri kişisel biriktirmeleri ve özellikle kişisel emeği ile meydana getirmiştir. Ve bunları herkesin Anadolu ortasında nasıl bir bayındır oturma yerinin yapılabileceğini düşünüp karamsarlığa düşerken, bilim ve çalışma ile bunun mümkün olabileceğine örnek vermek için yapmıştır. Atatürk, her türlü kişisel çıkarların, kişiliğine yönelik her türlü yararların daima üstünde kalmış ve daima kalacak olan bir ulusal varlıktır. Bu eserleri hazineye armağan etmesinin de temelli, büyük ve politik bir ideali vardır. Çünkü o, Milli Mücadele’nin ilk gününden beri bu memleketin kudretini ve zenginliğini köylülerimizin kalkınmasında, zenginliğe ve rahat geçime sahip olmasında gördü. İlk günden beri bu doğrultuda yürüdü. Biz de aynı doğrultu da yürüyoruz. Bugün de Atatürk, memleketin güçlenip zenginliğinin artması için köylünün durumunun ve ekonomik varlığının yükselmesi gerektiği kanısındadır. Atatürk, bu anlayışın ve siyasetin memleket için çok yararlı olacağı kanısı ile bu konudaki mücadelenin başındadır. Biz de onu izlemekte çok dikkatliyiz.
Atatürk bu çiftlikleri Halk Partisi’nin malı olarak saklıyordu. Fakat köylülerin buralardan bir okul, bir öğretici araç olarak yararlanabilmelerinin devlet elinde bulunmaları ile daha kolay ve mümkün olacağını düşündü…. Böylece Atatürk bir kere daha kendi huzur ve rahatının, vatanının şan ve şerefinde ve güçlülüğüne olduğunu gösteriyor. Biz de diyoruz ki Atatürk bizim en değerli hazinemizdir. Onun şan ve şerefini vatanın şan ve şerefi sayıyoruz.”
İnönü’nün Meclis Zabıt Ceridesi’ndeki bu konuşması yalan makinesi tarihçimizin maskesini bir kere daha düşürmektedir. İnönü, “Atatürk bu çiftlikleri Halk Partisi’nin malı olarak saklıyordu. Fakat köylülerin buralardan bir okul, bir öğretici araç olarak yararlanabilmelerinin devlet elinde bulunmaları ile daha kolay ve mümkün olacağını düşündü” bu nedenle hazineye devretti demiştir.
Ben Gerektiğinde Milletime Canımı Vereceğim

İnönü’nün bu konuşmasından sonra 13 milletvekili, Atatürk’ün çiftliklerini milletine bağışlamasıyla ilgili konuşmalar yapmış, yüzlercesi de Atatürk’e teşekkür telgrafları çekmiştir. Meclis Başkanlık Divanı, “Büyük İyiliği” için Atatürk’e bir teşekkür telgrafı çekmiştir. Bunun üzerine Atatürk de önce Başbakan’a sonra da Meclis’e birer mektup göndermiştir.
Atatürk’ün Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup şudur:
“Hatırlarsınız, Türk köylüsünün Türk’ün efendisi olduğunu söylediğim zamanı. Ben o efendinin isteği ve iradesi altında yıllardan beri çalışmış olan bir hizmetçiyim. Şimdi beni çok duygulandıran olay, değersiz olsa da Türk köylüsüne ufak bir görev yapmış olduğumdur. Milletin Yüksek Temsilciler Kurulu bunu iyi görmüş ve kabul etmişler ise, benim için en unutulmaz bir mutluluk anısını bana vermişlerdir. Bundan ötürü çok yüksek bir zevkle millet, memleket ve Cumhuriyet hükümetine yapmak zorunda olduğum görevlerden en basiti karşısında gösterilmiş olan iyi duygulardan ne kadar heyecanlandığımı anlatacak güçte değilim. Söz konusu olan armağan Yüksek Türk Milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.” (Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 264.)
İşte büyük adam…İşte vatanseverlik… İşte tevazu…
Bütün mal varlığını, 15 yıl uğraşıp didinip adeta yoktan var ettiği örnek çiftliklerini, milletine bağışladığı için kendisine teşekkür eden Meclise, “Ben gerektiği zaman en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim” diye karşılık veren bir lider… O günlerde "milletine canını vermekten" söz eden Atatürk'ün kastettiği Hatay Meselesi idi. Atatürk Hatay'ı anavatana katmaya kararlıydı ve bu uğurda canını vermeyi bile göze almıştı.
Atatürk, Büyük Millet Meclisi’ne de “Yapılan bir görevdir” şeklinde kısa fakat çok anlamlı bir mektup göndermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, 14 Haziran 1937.)
Atatürk’ün Vasiyeti Çiğneniyor: Atatürk Orman Çiftliği Yok Edilmek Üzere

Atatürk’ün Örnek Çiftlikler (Yeşil Cennet) Projesi’nin ilk uygulaması olan Atatürk (Gazi) Orman Çiftliği, Atatürk'ün kişisel mal varlığı içinde olduğundan 1937 yılında Atatürk tarafından şartlı olarak hazineye bağışlanmıştır. Bağışla ilgili resmi belgeye göre; Atatürk Orman Çiftliği üzerindeki bütün zirai işletmeler, donanımları ile birlikte bir zirai üretim birimi olarak korunması ve işlerliğinin devamı şartı ile hazineye devredilmiştir. Bağış senedinde ayrıca, çiftlikte arazi ıslahı ve düzenlenmesi yapılması, çevrenin güzelleştirilmesi, halka gezecek-eğlenecek ve dinlenecek sağlıklı yerler sağlanması, halka nefis ve katıksız gıda maddeleri üretilmesi ve temini amacı açıkça belirtilerek bunların gerçekleştirilmesi yükümlülüğü konulmuştur. Atatürk'ün kişisel mülkünü bağışladığı hazine, Atatürk Orman Çiftliği'nin mülkiyetini yukarıdaki yükümlülükleri ile birlikte devralmıştır.
Atatürk’ün milletin hizmetine sunduğu Atatürk Orman Çiftliği, zaman içinde Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek işletilmeye başlanmıştır. İhmaller, suiistimaller ve yanlış politikalar yüzünden Atatürk Orman Çiftliği gittikçe küçülmüştür. 2008 yıl sonu itibarıyla çeşitli sebeplerle çiftlik arazilerinde meydana gelen kayıp, 22.078 dekara ulaşmış bulunmaktadır. Bu miktar Atatürk’ün vasiyetiyle hazineye hediye etmiş olduğu toplam arazinin % 42’sine eşit bulunmaktadır.
2006 yılında çıkarılan 5524 sayılı yasa ile Atatürk Orman Çiftliği'nin imara açılması kanunlaşmış ve bu konuda Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne geniş yetkiler verilmiştir. Var olmayan gerçek dışı gerekçelere dayanılarak çıkarılan bu yasanın amacı, Atatürk Orman Çiftliği’nin mal varlığının belediyenin kontrolüne bırakılmasıdır. Bu yasa ile AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin kontrolüne bırakılan Atatürk Orman Çiftliği, bilinmeyen bir sona sürüklenerek yok olacaktır. 5524 sayılı kanuna dayanılarak Atatürk Orman Çiftliği için yapılan imar planlarının, Ziraat Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası ve Ankara Barosu tarafından anayasaya ve yasalara aykırılığı nedeniyle iptali istemiyle dava açılmıştır.
Atatürk Orman Çiftliği’nin mülkiyeti Atatürk'ün bağışlama iradesi ile sınırlı olarak hazineye geçmiştir. 5524 sayılı yasa ile getirilen düzenlemeler ile Atatürk'ün anayasa ve medeni hukuktan doğan hakları çiğnenmektedir ve bu kanun, anayasanın mülkiyet hakkını koruyan kurallarına aykırıdır. 5524 sayılı kanun, anayasanın kamulaştırma için koyduğu kurallara aykırıdır. 5524 sayılı kanun, anayasanın kültür ve tabiat varlıklarının korunması ile ilgili kurallarına aykırıdır. 5524 sayılı kanun, anayasanın toprak varlığımızın korunması ile ilgili kurallarına aykırıdır. 5524 sayılı kanun, Atatürk’ün kişisel haklarına ve Cumhuriyetin ruhuna aykırıdır. (Güven Dinçer, "Atatürk Orman Çiftliği ve Anayasal Koruma", Cumhuriyet gazetesi, 18 Mayıs, 2007).5524 sayılı kanun Atatürk’ün Yeşil Cennet Projesi’ne vurulmuş bir darbedir.
Yalova Çiftliği Araplara Satılıyor

Atatürk’ün 1929 yılında, yanı başındaki ulu çınar ağacının bir dalı zarar görmesin diye altına ray döşetip birkaç metre kaydırdığı Yalova’daki Yürüyen Köşk’ün öyküsü zaman içinde neredeyse unutulmuştur. Bırakın yürüyen köşkün ibret dolu öyküsünü, bu köşkün Atatürk’ün anısını taşıdığı ve Atatürk’ün vasiyeti gereği hazineye devredilerek milletin hizmetine sunulduğu da unutulmuş, unutturulmuştur.
Ve bir gün gelmiş, bu tarihi köşkün de içinde bulunduğu Yalova Çiftliği önce AKP’li Yalova Belediyesi’ne devredilmiş, daha sonra da Yalova Belediyesi tarafından Araplara satılmak istenmiştir.
2005 yılında AKP’li Belediye Başkanı Barbaros Binicioğlu’nun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmesinin ardından, Atatürk’ün kendi parasıyla kurup, ölmeden önce hazineye bağışladığı Yalova Çiftliği, turistik tesis yapılması için Araplara verilmiştir. Tesisleri, Dubai İslam Bankası ile Çalık Holding’in birlikte kurmasına karar verilmiştir.
Yüksek Planlama Kurulu kararıyla gerçekleştirilen operasyon sonucunda arazide kurulacak turistik tesisiler için 2005 yılında Dubai İslam Bankası ile ön protokol imzalanmıştır. İslam Bankası ile Çalık Holding’in kuracakları tesisler için atılan bu ilk imzada AKP’li Devlet Bakanı Ali Babacan da bulunmuştur. (“Çiftliği AraplardaHürriyet Gazetesi, 13 Temmuz 2005, s.22.)
Atatürk’ün, “vatanın tek bir dalı bile çok kıymetlidir” anlayışının sembolik ifadesi olan Yürüyen Köşk’ün de içinde olduğu Yalova Çiftliği, AKP’nin “babalar gibi satarım” anlayışıyla yandaşlara ve yabancılara haraç mezat satılmaktadır.
Atatürk’ün hazineye devredip Türk milletinin hizmetine bıraktığı Yalova Çiftliği’nin, Atatürk’ün vasiyeti hiçe sayılarak Araplara satılmak istenmesi, Cumhuriyet’in geldiği noktayı göstermesi bakımından çok düşündürücüdür!
Bugün içinde “HALİFELİK VAR” sanarak Atatürk’ün Gizli Vasiyeti peşinde koşanların, önce Atatürk’ün elimizdeki “açık vasiyetinin” hukuka aykırı olarak çiğnenmesine ses çıkarmaları gerekir. Atatürk’ün bir “vasiyet mektubuyla” hazineye devrederek Türk milletinin hizmetine sunulmasını istediği çiftlikleri, bugün bu vasiyete aykırı olarak yandaşlara ve yabancılara haraç mezat peşkeş çekilmektedir. Bu durum, hukuka, insan haklarına ve kamu vicdanına aykırıdır. Bu durum, Mustafa Kemal Atatürk’e yapılmış büyük bir saygısızlıktır.
Yalan makinesi tarihçimizin de tarihi gerçekleri çarpıtmayı bırakıp Atatürk’ün vasiyetine aykırı olarak Atatürk’ün Örnek Çiftliklerinin yandaşa haraç mezat satılmasının hesabını sorması” gerekir. Namuslu bir aydının yapması gereken şey budur!
Yalan Makinesi Tarihçimiz Atatürk’ü Bugünkü Siyasilerle Karıştırmış!

Tabi burada Şeytanın Avukatlığını yapanlar, "İyi de Atatürk bu çiftlikleri hangi parayla satın aldı?" sorusunu sorabilirler. Hemen yanıt verelim: Atatürk, çiftlikleri "çiftlik" haliyle satın almadı KURAK ARAZİLERİ satın aldı ve oraları yeşil birer cennete dönüştürdü. Örneğin Ankara Gazi Orman Çiftliği. Ankara'nın özellikle en kurak arazisi satın alınarak inşa edilmiştir. Atatürk'ün 13 yıllık çalışmaları sonunda Orman Çiftliği büyümüş ve değerlenmiştir. Dolayısıyla Atatürk, değeri milyonlarca lira tutan çiftlikleri değil çok daha ucuz arazileri satın almıştır. Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olarak iyi "maaş" aldığı düşünülecek olursa bunları alacak parası da vardır. Ayarıca Atatürk'e bağışlanan evler ve çiftlikler vardır. Atatürk bunları da geliştirip değerlendirmiştir.
Edindikleri servetleri eşe dosta, yandaşa akıtan günümüzün Başbakanları ve bakanlarının Atatürk’ten alacakları çok ama çok büyük dersler vardır.
Yalan makinesi tarihçimiz anlaşılan Atatürk’ü bugünkü cukkacı siyasilerle karıştırmış! Siyasi hayatları süresince mal,mülk,servet peşinde koşan, hem kendi ceplerini hem de eş, dost ve yandaşlarının ceplerini dolduran, İsviçre bankalarında gizli hesaplar açtıran, oğula gemicik alan, eşe kuyumcu dükkanı açan bugünkü siyasilerle Atatürk’ü kıyaslamak, Atatürk’ün de onlar gibi “mal, mülk, para düşkünü” olduğunu kanıtlama gayreti işçinde çırpınmak, bana soracak olursanız komik olmuş!
Yalan makinesi tarihçimiz, bugünün çalan-çırpan, eşi dostu kayıran siyasetçisine meşruiyet kazandırabilmek için “Atatürk de çalmıştı, çırpmıştı, malı, mülkü vardı!” diyebilme densizliğini göstererek hem komik duruma düşmüştür, hem de yandaşlığın-yalakalıkla tarihi çarpıtmanın son örneklerinden birini vermiştir.
Yalan makinesi tarihçimize şunu da hatırlatalım ki; eğer Atatürk, para pul peşinde koşsaydı I. Dünya Savaşı sırasında Alman komutan Falkenhayn tarafından kendisine verilmek istenen sandıklar dolusu altın rüşvetini kabul ederdi! Eğer Atatürk mal mülk düşkünü olsaydı kelle koltukta, yokluk ve yoksulluk içinde bir Kurtuluş Savaşı’nın önderi olmaya soyunmaz, işbirlikçiler gibi İngilizlerin kanatları altında gayet rahatça hayatını sürdürürdü. Ya da kendisine yapılan Halifelik tekliflerini kabul eder, para pul içinde yüzerdi.
Ah Atatürk düşmanı yobaz kafa ah!...
Yalan makinesinin daha mantıklı, ayakları daha sağlam yere basan yeni yalanlarını bekliyoruz!!!
NOT: Atatürk’ün Örnek Çiftlikler Projesi’nin ayrıntılarını AKL-I KEMAL, “Atatürk’ün Akıllı Projeleri”, C.I, adlı kitabımdan okuyabilirisiniz.
Sinan Meydan - 17 Haziran 2012
Kaynak gösterilmeden kullanılamaz: Kaynak: www.sinanmeydan.com.tr
Fotoğraflar:
o%20a.jpg
ob.jpg
Atatürk (Gazi) Orman Çiftliği ve ATATÜRK
y3.gif
y2.gif
y4.gif
Atatürk'ün emriyle, Yalova Köşkü'nün altına tren rayları döşetilerek kaydırılması çalışmalarından görüntüleri

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...yac-olduunu-sanyor&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

KARŞI DEVRİMİN TARİHÇİ TETİKÇİLERİ VE 19 MAYIS GERÇEĞİ

Atatürk Nutuk'a "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım" diye başlar. Kazım Karabekir de anılarına "19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım!" diye başlar. Atatürk'ten önce Anadolu'ya geçip Kurtuluş Savaşı'nı başlattığını ima eden Karabekir, anlaşılan Atatürk'ün Nisan 1919'dan tam 6 ay önce, Kasım 1918'de Anadolu'da "Adana-İskenderun-Kilis hattındaki" çalışmalarıyla Kurtuluş Savaşı'nın alt yapısını çoktan hazırlamaya başladığını unutmuştur!... Ayrıca bu gerçeği sadece o değil bugün onu istismar edip Atatürk'e saldıran Karşı Devrimci cemaatçi Atatürk düşmanları da unutmuşa benzemektedir! "Tarih yapana sadık kalan tarih yazanlar"olarak bizler, "bütün unutkanlara" gerçekleri hatırlatmaya devam edeceğiz!...
ddd.jpg


Karşı Devrimin Tarihçi Tetikçileri

Türkiye birileri tarafından büyük bir hızla "dönüştürülüyor". Karşı Devrim bir taraftan Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nden geriye kalan bütün kurumları değiştirip dönüştürmekle uğraşırken, diğer taraftan da bu yeni devlete uygun yeni bir tarih yazmak için uğraşıyor. Karşı Devrim kendi tarihini yazıyor. Bunu yaparken de "Resmi tarihle yüzleşme" adı atlında tarihi gerçekleri alt üst ediyor. Hainleri kahraman, kahramanları hain, küskünleri mağdur ilan ediyor. Özellikle "malum cemaat" eliyle yürütülen bu "tarih operasyonu" çerçevesinde belli "gazeteci-tarihçiler" adeta "tetikçilik" yapıyor. Her gün gazete köşelerinde, yandaş tv kanallarında, yazdıkları kitaplarda ve çıkardıkları dergilerde "yakın tarihi" eğip bükerek Karşı Devrim'e uygun "kurmaca bir tarih" üretiyor. Yakın tarihi, okul kitaplarındaki eksik ve sıkıcı anlatımlardan ve dizilerden öğrenmiş olan Türk insanı ise bu "kurmaca tarihi" gerçek zannediyor, bu Karşı Devrimci tarihçi tetikçilerin palavralarına, çarpıtmalarına, istismarlarına inanıyır... Türkiye, tarihin hiçbir döneminde görülmedik bir biçimde Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı Devrimci tarihçi tetikçilerin ürettiği tarihi yalanlarla kuşatılmış durumda. Çok daha önemlisi bu "tarihi yalanlar" Karşı Devrim çerçevesinde dönüştürülen Milli Eğitim müfredatına, okullardaki tarih derslerine kadar girmiş durumda. Okullarımızda artık Vahdettinler, İskilipli Atıflar kahraman; Ali Kemaller, Mustafa Sabriler, Said-i Nursiler mağdur; Atatürk muhalifi Kazım Karabekir'ler ise gerçek "Büyük Önder" olarak anlatılıyor. Atatürk ise, artık "hiçbirşey" konumuna indirgenmiş durumda!..
Karşı Devrimin cemaatçi tarihçi tetikçileri son günlerde özellikle Kazım Karabekir Paşa'yı istismar ederek, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki büyük rolünü azaltma yoluna gidiyorlar. Bu tetikçilerin son numaraları önce Atatürk'ün silah arkadaşı, sonra devrim muhalifi ve "istiklal mahkemesi" sanığı olan "küskün" Kazım Karabekir'in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı hakkında yazdıklarını "köpürterek" Atatürk'e saldırmak. Yazdıkları kitaplarda, katıldıkları tv programlarında ve çıkardıkları dergilerde "KURTULUŞ SAVAŞI'NI ATATÜRK'ÜN DEĞİL KAZIM KARABEKİR'İN BAŞLATTIĞINI, ATATÜRK'ÜN KURTULUŞ SAVAŞI'NA SONRADAN KATILDIĞINI (!)" iddia ederek, Kurtuluş Savaşı'nın gerçek önderinin Karabekir olduğunu ileri süren bu "tarihçi tetikçilere" bir "tarih dersi" daha vermenin zamanı geldi de geçiyor bile....

kp.jpg
m1.jpg
d2.jpg
Fotolar: Zaman gazetesi yazarı Mustafa Armağan'ın Karşı Devrim yolundaki "operasyonel tarihçiliğine" iki örnek: Mustafa Armağan, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki etkisini-rolünü azaltmak için Kazım Karabekir'i alabildiğince istismar etmekte. Karabekir'in hayatta olan akrabalarının (örneğin Timsal Karabekir'in) bu istismara sessiz kalması düşündürücüdür.
İşte "Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk değil 'başkaları' başlattı. Atatürk bu savaşa sonradan katıldı!" (http://www.yeniasya.com.tr) diyen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı, cemaatin kadrolu tarihçilerine, pardon tarihçi tetikçilerine yanıtım:
ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞI'NI KASIM 1918'DE BAŞLATMIŞTI


(Kilis-İskenderun-Adana Savunma Planı)

Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın sonrasında Kilis-İskenderun-Adana bölgelerinde oluşturulacak bir savunmayla İngiltere, Fransa ve İtalya gibi emperyalist güçlerin Anadolu’yu işgallerini önlemek amacıyla bir proje geliştirmiştir; fakat İstanbul Hükümeti’nin “korkaklığı” ve “teslimiyetçiliği” yüzünden görevden alındığı için bu projeyi tam anlamıyla düşünceden uygulamaya geçirememiştir. Her şeyi en başından anlatalım:
Anadolu’yu Savunma Düşüncesi

I. Dünya Savaşı’nda Enver Paşa ve diğer İttihatçılar, Arap çöllerinde ve Turan ellerinde hayal peşinde koşmanın hesaplarını yaparken, Atatürk Anadolu’yu savunmanın hesapları yapmıştır.
I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde İngilizleri ve Fransızları durduran, Doğu cephesinde Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri alan Atatürk, 17 Şubat 1917’de Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı’na atanmıştır. Bu ordunun görevi, Arap Yarımadası’nı; Mekke’yi, Kabe’yi savunmak ve Suriye’yi Medine’ye bağlayan demir yolunu elde tutmaktır. Fakat Atatürk’ün çok daha başka düşünceleri vardır: O, değil Hicaz’a asker sevk etmek, oradaki askerleri de alıp Anadolu ve çevresinde güçlü bir “savunma hattı” oluşturmak istemektedir. Atatürk, Halep’e giderek bu düşüncesini Enver Paşa ve Cemal Paşa’yla paylaşmış, ancak görüşleri dikkate alınmayınca görevinden istifa edip İstanbul’a dönmüştür.
Enver Paşa, Atatürk’ü bu sefer de Kafkasya içlerindeki 9. Ordu Komutanlığı’na atamak istemiş, ancak Atatürk, Anadolu dışındaki bu uzak görevi kabul etmeyince bu sefer de Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır.
Atatürk, Suriye cephesinde 7. Ordu Komutanı’yken grup komutanı Alman General Falkenhayn’la görüş ayrılığına düşmüştür. Falkenhayn, önce İngilizleri Palestin’den söküp atmayı sonra da Bağdat’ı almayı planlamaktadır. Başkomutan Vekili Enver Paşa da Falkenhayn gibi düşünmektedir: Rauf Orbay’a, “Biz genel durum bakımından Medine’nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat’ın da bir an önce geri alınmasını siyaseten gerekli görüyoruz” demiştir. Geleceği doğru okuma yeteneğine sahip olan Atatürk, General Falkenhayn’ın sadece Alman çıkarlarını düşündüğünü, İngiliz üstünlüğüne aldırış etmeden, Arapların iç yapılarını dikkate almadan emrindeki Türk ordularını ateşe atarak bir taarruz planı üzerinde çalıştığını fark etmiştir.
Atatürk, Alman çıkarlarını koruyan ve Türk ordusuna zarar veren General Falkenhayn’la çalışmak istemediğini iki raporla üstlerine bildirmiştir:
Atatürk, ilk raporunu, 20 Eylül 1917’de Halep’ten, Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya göndermiştir. Atatürk, 2010 kelimelik, 7 büyük kitap sayfası tutan bu uzun raporunda “cesaretle” ve “açık yüreklilikle” şu çarpıcı değerlendirmeleri yapmıştır:
1. Halk ile yönetim arasındaki bağlar sarsılmıştır. Ülke genel bir anarşiye doğru sürüklenmektedir.
2. Mülki idare tam bir aciz içindedir. Zabıta kuvvetleri zayıf ve yetersizidir. Memurlar, rüşvet almakta, yolsuzluk ve vurgunculuk yapmaktadır.
3. Yargı işlememektedir.
4. Ekonomi çökmektedir.
5. Saltanat çürümektedir. Bir gün hep birden çökmesi ihtimali vardır.
6. Almanların, I. Dünya Savaşı’nı kazanması imkansızdır.
7. Ordumuz, sefil ve perişan durumdadır.
8. Alman general Falkenhayn Alman çıkarlarını korumaktadır.


Atatürk, sorunları bu şekilde sıraladıktan sonra çözüm yollarını da şöyle sıralamıştır:
1. Hükümeti güçlendirmek,
2. Beslenmeyi sağlamak,
3. Yolsuzlukları en aza indirmek,
4. Ülkeyi sağlam bir hareket üssü haline getirmek
5. Askeri politikamızı bir savunma politikası haline getirmeK

Atatürk, askerlik tarihinde bir benzerine daha rastlanmayan bu ünlü raporunu şu çarpıcı cümlelerle bitirmiştir: “Askeri politikamız bir savunma politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim düşüncelerim bundan ibarettir. Bulunduğunuz mevki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum
İşte Atatürk’ün 1917 yılındaki düşüncesi: “Memleket (Anadolu) dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır.” şeklindedir. Atatürk’ün, “Memleket dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır” dediği o günlerde Enver Paşa, Kafkaslarda, Dağıstan’da ve Hicaz da bulunan orduların zafer haberlerini beklemekte, bu da yetmezmiş gibi Hindistan’a bir sefer yapmayı planlamaktadır.
Birinci raporundan herhangi bir sonuç alamayan Atatürk, 24 Eylül 1917’de, yine Halep’ten Enver ve Cemal Paşalara ikinci bir rapor daha göndermiştir. Bu raporunda özellikle General Falkenhayn’ı çok ağır bir dille eleştirerek görevden alınmasını istemiş, aksi halde istifa edeceğini belirtmiştir.
Atatürk’ün, Enver Paşa gibi rakiplerinin onu bir kaşık suda boğmak istedikleri bir ortamda “idamı göze alarak” böyle raporlar hazırlaması, her şeyden önce onun katıksız vatanseverliğinin bir göstergesidir.
Atatürk, ülkenin yanlış politikalar nedeniyle her geçen gün biraz daha batağa sürüklendiği bir ortamda, sorumluluk sahibi bir asker ve duyarlı bir yurttaş olarak her şeyi göze alıp devleti yönetenleri uyarmayı kendisine bir görev saymıştır.
Atatürk’ün bu tarihi raporları adeta görmezlikten gelinmiştir. Hükümet ve Başkomutanlık, ne bir disiplin soruşturması açmış, ne de görüşlerini dikkate almıştır. Bunun üzerine o da “kendi kendimi görevden aldım” diyerek istifa etmiştir.
Yıldırım Orduları Komutanı Falkaenhayn, bu durumu disiplin aşımı olarak değerlendirerek Atatürk’ün derhal cezalandırılmasını istemişse de Enver Paşa, böyle bir kararın Atatürk’ün kamuoyundaki şöhretini daha da arttıracağını düşünerek onu Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığı’na atamıştır. Ancak Atatürk, görüşleri dikkate alınmadıkça ve raporlarında belirttiği sorunlar çözümlenmedikçe “hiçbir makamda memlekete hizmet etmeyeceğini” belirterek bu görevden de istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Bu sırada Şehzade Vahdettin’le birlikte Almanya seyahatine çıkmıştır.
Atatürk bir süre sonra yeniden Suriye-Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı’na Liman Von Sanders getirilmiştir.
Suriye Geri Çekilişi Ve Türk Süngülerinin Çizdiği Sınır: (Katma Muharebesi)

İngilizler yoğun hazırlıklardan sonra 19 Eylül 1918’de Filistin’deki Türk cephesine saldırmıştır. Bu cephe, Liman Von Sanders komutasındaki Yıldırım Ordularınca tutulmaktadır.
Yıldırım Orduları şu birliklerden oluşmaktadır:
Mesinli Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordu, Cevat Paşa komutasındaki 8. Ordu, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu (Mustafa Kemal’in kolordu komutanlarından biri İsmet Paşa, diğeri Ali Fuat Paşa’dır). Bu üç ordu, Yafa’nın 20 km kuzeyi ile Lut Gölü arasındaki 100 km’lik cepheyi savunmaktadır.
4. ve 8. Ordular, İngiliz saldırısının daha başlarında dağıldıklarından tüm yük Atatürk’ün kontrolündeki 7. Ordu’nun omuzlarına binmiştir.
Atatürk komutayı devraldığında 7. Ordu Nablus’un güneyi ile Şeria Nehri arasında konuşlanmıştır.
Liman Von Sanders, devasa İngiliz ordusu karşısında ne yapacağını şaşırmış bir durumda, geriye doğru kaçarak canını zor kurtarmıştır. Geride kalan orduları toparlamak isteyen Atatürk, bir süre Von Sanders’le irtibat kuramamıştır. Süratle orduları derleyip toparlayan Atatürk, kimseye sormadan inisiyatif kullanarak, Türk ordusunu Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekmeye başlamıştır. Liman Von Sanders, bu itaatsizliğin nedenini sorunca Atatürk, “Suriye’nin bir Arap şehri olduğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu” belirtmiştir Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı genel karargahı Adana’ya çekilmiştir.
25 Ekim 1917’de Halep’in güneyinde kanlı çarpışmalar başlamıştır. Bu sırada bazı Arap aşiretleri de Halep’e girerek Türklere karşı sokak muharebelerine başlamıştır. Atatürk, adeta tek başına hem İngilizlerle hem de onların kışkırttığı asi Arap aşiretleriyle savaşarak ordusunu geri çekmeyi başarmıştır.
Atatürk, Halep’in kuzeyinde Hatay’ı da içine alan bir savunma cephesi kurmuştur. İngilizler, bu savunma hattına taarruz etmişler, fakat Atatürk, Katma Muharebesi’ni kazanarak Arap asilerce desteklenmiş İngiliz ordusunu bozguna uğratmayı başarmıştır. Böylece 26 Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’nın son savaşı kazanılmıştır.
Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Atatürk’ün I. Dünya Savaşı’ndaki bu son büyük başarısını şöyle anlatmıştır:
Filistin muharebelerinde ordumuz bozuldu. Ordu kumandanı Liman Von Sanders Paşa kaçtı. Ve zorlukla kendini esaretten kurtardı. Bunun üzerine üç ordu kumandanı Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal paşalar enkazı Dera’da topladılar. Fakat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal paşalar ordu kumandanlığını Mustafa Kemal’e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en buhranlı, en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile Halep civarındaki istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten hayrete şayan bir olaydır.”
Atatürk bu Katma zaferinden sonra “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisinde geçmeyecek”. demiştir. Nitekim geçmemiştir de. Bu zafer ile Toros Geçitleri düşmana tamamen kapatılmıştır. Atatürk, geri çekiliş sırasında Suriye’deki şimendifer hatları ve yolları iyice tahrip etmiş olduğundan İngilizlerin ileri birliklerini hızla takviye imkanı da kalmamıştır. İngiliz birlikleri sadece sahilden ilerleyebilirdi. Türk cephesi, Halep’in beş km kuzeyindedir. Bundan sonra Atatürk’ün 7. Ordu’su birçok saldırıya uğramış ama bunların hepsini geri püskürtmeyi başarmıştır.
Bu zafer, Atatürk’ün deyimiyle “Türk süngülerinin çizdiği sınır”
olacaktır.
1918’de Atatürk’ün savunduğu o hat, ileride Misak-ı Milli’nin güney sınırı olacaktır. Bu gerçeği anılarında Atatürk şöyle ifade etmiştir:
Gerek Erzurum Kongresi’nde gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim.
Zavallı Wilson, anlamadı ki, süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.

Atatürk’ün, I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki bu Suriye geriye çekilme hareketi ve Halep direnişi, Anadolu direnişinin, Kurtuluş Savaşı’nın ilk işaretidir.
O, daha Anadolu işgal edilmeden, Anadolu’yu savunmanın hesaplarını yapmıştır.
Kilis’teki Hazırlıklar

Atatürk’ün 7. Ordusu, Katma zaferiyle İngiliz ve Arap kuvvetlerini durdurmuştur. Ancak bir süre sonra bazı asi Arap çetelerinin ve arkalarında da İngiliz birliklerinin Müslimiye’den Antep yönüne doğru ilerledikleri bilgisi alınmıştır. Bunun üzerine 7. Ordu Komutanı Atatürk, bölgede gerekli olan teşkilatı kurmuş ve Antep’teki komutanlığa gerekli emirleri vermiştir. Ayrıca Kilis’e, 43. Tümen’den küçük bir müfreze göndererek Kilis’te kurulacak olan direniş teşkilatının temelini atmıştır. 28 Ekim’de düşmanın bazı keşif teşebbüsleri ateşle geri püskürtülmüştür. 7. Ordu İskenderun ve kıyılarla birlikte Reyhanlı, Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel el Rıfat ve doğuya uzanarak genel hattını korumuştur. İki gün sonra da Antakya ve çevresini sınırın içine almıştır. Ordu karargahı 30 Ekim’de Reco’ya taşınmıştır.
7. Ordu Komutanı Atatürk, Katma’daki karargaha gelir gelmez erzak durumuyla ilgilenmiş, depolardaki erzakları denetlemiş, stokların iyi durumda olduğunu görmüştür. Atatürk buradaki erzak ve malzemenin önemli bir kısmını direniş için güvendiği yerlerden biri olan Kilis’e nakletmiştir. Katma’da gerekli tedbirleri aldıktan sonra da Kilis’e gitmeye karar vermiştir. 28 Ekim 1918’de yaverleriyle birlikte Katma’dan Kilis’e hareket etmiştir. Atatürk Kilis’e giderken Kilis girişinde nöbet tutan ve devriye gezen Cemaat-i İslamiye Örgütü’ne mensup gençlerle karşılaşmış ve onların bu vatanseverliklerinden memnun kalmıştır. Atatürk, Kilis’te Mevlevi Tekkesi’nde misafir edilmiştir. Burada halkın ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda: “Savaşın henüz bitmediğini, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağını ve ona göre hazırlanmaları gerektiğini” söylemiştir.
Atatürk, 28/29 Ekim 1918 gecesinin bir bölümünü Kilis’te geçirmiştir. Burada bir taraftan ileri gelenlere direniş düşüncesini aşılamaya çalışırken, diğer taraftan sürdürülen savunmanın geleceğini ve erzak durumunu güvenlik altına almak istemiştir. Atatürk ordunun arkasını şehrin kuzeyindeki dağlara yaslayıp savunma hattını oluşturmaktan söz ettiğinde, şehrin ileri gelenleri şehrin savaş alanı dışında tutulmasını istemişlerdir.
Atatürk, Kilis’te gereken milli teşkilatın temelini oluşturduktan, Antep’teki komutanlığa bu konuda gerekli emirleri verdikten sonra halka duyurulmak üzere bir bildiri yayınlayarak Kilis’ten ayrılmıştır. Atatürk bildirisinde; “Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım. Gençlerimizi silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği taktir ettim. Bu davranışınızı sürdürünüz” demiştir.
Atatürk, Kilis’te halka “direniş” düşüncesini aşılamaya çalışmış ve direniş için gerekecek silahları kendisinin ayarlayacağını belirtmiştir. Örneğin, Katma İstasyonunda karşılaştığı Ali Cenani Bey’e, “Siz direnişe geçin silahları ben ayarlayacağım!” demiştir.
Ali Cenani Bey, Antep’in düşman tarafından yağma edildiğini, Türk ordusunun Adana’ya çekilmesiyle halkın büsbütün düşman elinde kalacağını, bu nedenle Antep’teki ailesini daha güvenli bir yere götürmeyi düşündüğünü söylemiştir. Bunun üzerine Atatürk, “Şehrinizde hiç mi adam kalmadı?” diye sormuş ve “Kendinizi savunmanın bir çaresine bakın!” diye de eklemiştir. Ali Cenani Bey hayretle, “İyi ama, nasıl neyle?” diye sorunca, Atatürk, Cenani Bey’in gözlerinin içine bakarak,”Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm!” demiştir.
Atatürk’ün isteğiyle ve yönlendirmesiyle harekete geçen ve Atatürk’ün dağıttığı silahlara sarılan yurtseverler, özellikle Güney Anadolu’da çok önemli işler yapmış ve Fransızlar bölgeyi işgal ettiklerinde hemen direnişe geçmişlerdir.
Mondros’a Tepki

Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak I. Dünya Savaşı’ndan çekilmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın çok ağır maddeleri vardır. Örneğin 7. maddede, “İtilaf devletleri, güvenliklerini tehdit eden bir durumda istedikleri herhangi bir stratejik bölgeyi işgal edebileceklerdir, 24. maddede ise, “Doğu’daki altı ilde karışıklık çıkarsa oralar işgal edilecektir…” denilmiştir Ayrıca, Osmanlı’nın bütün orduları dağıtılacak, bütün ağır silahlarına el konulacak, bütün yer altı ve yerüstü zenginlik kaynakları, telgraf hatları, demir yolları, tersaneleri ve tünelleri İtilaf devletlerinin kontrolüne bırakılacaktır. Gerektiğinde İstanbul da işgal edilebilecektir.
Atatürk, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığını, Sadrazam ve Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın 31 Ekim 1918 tarihli telgrafıyla öğrenmiş, antlaşmanın metnini ise 3 Kasım 1918’de görmüştür.
Atatürk, 25 maddelik bu antlaşmayı incelediğinde şunları düşünmüştür:
Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.”
Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra Osmanlı Hükümeti, komutanlara bu antlaşma konusundaki görüşlerini sormuştur. Bu mütareke reddedilsin” diyen tek komutan Atatürk’tür.
Atatürk, antlaşmayı inceledikten hemen sonra, 3 Kasım 1918’de komutası altındaki 2. ve 7. kolordulara gönderdiği bir emirle “Suriye sınırının Osmanlı Devleti’nin Suriye vilayetinin kuzey sınırı olduğunu, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin esas hat olarak kabul edilmesi gerektiğini, mütareke şartlarının yeterince açık olmadığını, dolayısıyla yapılacak işgallere karşı uyanık olunmasını, Toros tünellerini işgal edecek İtilaf kuvvetlerinin yanına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmeye çalışılmasını” istemiştir.
Atatürk, ayrıca komutasındaki birliklere gönderdiği emirlerde Mondros’un açık olmayan hükümleri nedeniyle dikkatli olunmasını istemiştir.
Adana’daki Hazırlıklar

Atatürk, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Adana’ya gelerek Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devralmıştır. Devir teslim töreni sırasında bir ara Von Sanders, “Bizim için her şey bitti!” deyince Atatürk, “Savaş müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, istiklal savaşımız şimdi başlıyor!” demiştir. Atatürk’ün 31 Ekim 1918’de Alman generalin gözlerinin içine bakarak söylediği bu sözler, kafasındaki direniş düşüncesinin en önemli kanıtıdır.
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devralan Atatürk, karargahını Şakirpaşa’da Hacı Seyit Ağa’nın bağ evinde kurmuş, şehir içinde de Muradiye Oteli’nde bir menzil kumandanlığı oluşturmuştur.
mky.jpg
Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal
Atatürk, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevine gelir gelmez eldeki dağınık birlikleri derleyip toparlamaya başlamıştır. Her şeye rağmen kararlıdır! İngilizleri Halep önlerine mıhlamıştır ve onların daha içerilere girmesine asla izin vermeyecektir!
Atatürk anılarında, bu konudaki kararlılığını, “Elim altında bulunan iki ordunun arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde bütün felaketlere rağmen Türk sesini işittirebileceğim kanaatindeydim. Bu yolda işe başladım” diyerek ifade etmiştir.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın bütün ağırlığına, eldeki kuvvetlerin bütün perişanlığına rağmen Atatürk, büyük bir inançla, “Türk sesini işittirmeyi” düşünebilmiştir.
Atatürk, bir taraftan emrindeki kuvvetleri derleyip toparlamaya çalışırken diğer taraftan da düşmanın Anadolu’ya ayak basmaması için gereken önlemleri almıştır. Atatürk’e kulak verelim:
“Nitekim mütarekeden hemen sonra Halep ve Katma arasında ordumuzun süngüleriyle çizmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhal süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Nitekim İskenderun körfezine yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş emri verdim.”
Atatürk dışında Mondros Ateşkes Antlaşması’na açıkça tepki gösteren iki komutan daha vardır. Bunlardan biri Irak cephesi komutanlarından Ali İhsan (Sabis) Paşa, diğeri de Kafkas cephesi komutanı Yakup Şevki Paşa’dır.
Atatürk, bütün gücüyle Türk mevzileriyle İngiliz mevzileri arasındaki boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda 31 Ekim’de Reyhaniye’nin, 3 Kasım’da da Antakya’nın işgal edilmesi emrini vermiştir. Aynı gün bölgedeki askeri ve sivil yöneticilere Suriye’nin boşaltılmasını öngören bir önerge göndermiş ve Halep nüfusunun dörtte üçünün Arapça konuşan Türklerden oluştuğunu belirtmiştir.
Atatürk, Adana’da Yıldırım Orduları Komutanı olduğu kısa sürede bir taraftan elindeki kuvvetleri organize etmiş, diğer taraftan da yetkilileri uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Atatürk, Adana’da kaldığı yaklaşık 10 gün içinde Kurtuluş Savaşı’nın ön hazırlıklarına başlamıştır.
İlk Direniş Yuvaları

Atatürk, önce 7. Ordu, daha sonra da Yıldırım Orduları Komutanı’yken emrindeki komutanlara, Anadolu’nun muhtemel işgaline karşı halkı gizlice örgütleme emri vermiştir.
Atatürk, öteden beri tanıyıp güvendiği yakın cephe arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış, daha o günlerde bir “kurtuluş ekibi” oluşturmaya çalışmıştır.
Atatürk’ün komutasındaki 7. Ordu’ya bağlı 3.Kolordu’nun komutanı Miralay İsmet (İnönü) Bey, 20. Kolordu’nun komutanı ise Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır.
Atatürk daha önce Doğu Cephesi’nde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı sırada da Kazım Karabekir Paşa’yla birlikte çalışmıştır.
İleride Kurtuluş Savaşı için bir araya gelecek olan bu dört paşadan üçü, Suriye-Filistin cephesinde 7. Ordu içinde bir araya gelmiştir.
Atatürk, “Anadolu direnişi” düşüncesini ilk olarak Adana’da Ali Fuat ve İsmet Paşalarla paylaşmıştır.

Adana Mülakatı

7. Ordu Komutanlığı’na vekalet eden Ali Fuat Paşa, İngiliz heyetiyle yaptığı görüşmelerde İngilizlerin mütareke hükümlerine uymayacaklarını anlamış, İngiliz isteklerini reddetmiş ve mayın tarama bahanesiyle İskenderun limanına giren iki İngiliz savaş gemisini İskenderun körfezinden uzaklaştırmıştır. Ali Fuat Paşa bu olup bitenleri Atatürk’e iletir iletmez Atatürk,”Yarın Adana’ya teşrif ediniz. Sizinle mühim şeyler konuşacağım” diyerek Ali Fuat Paşa’yı Adana’ya çağırıp 6 Kasım 1918’de onunla bir görüşme yapmıştır. “Adana mülakatı” diye bilinen bu görüşmede Atatürk, Ali Fuat Paşa’ya birkaç gündür Ahmet İzzet Paşa’yla yaptığı yazışmalardan söz etmiş, Mondros’un bozulmasından korkan hükümetin tereddüt içinde olduğunu belirtmiş, ancak Ahmet İzzet Paşa Hükümeti yerine kurulacak bir hükümetin bu kadar bir varlık bile gösteremeyeceğini anlatmıştır. Daha sonra da bu zor günlerde Anadolu’yu savunabilmek için birlikte hareket etmeyi ve ilk aşamada da İç ve Güney Anadolu’da “direniş yuvaları” oluşturmayı teklif etmiştir.
Ali Fuat Cebesoy, “Milli Mücadele Hatıraları” adlı anılarında bu görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştır. Şimdi Ali Fuat Paşa’ya kulak verelim:
Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngilizler ve onu takiben diğer itilaf devletleri mütareke filan dinlemeyecekler, emrivakilerle memleketimizi işgal edecekler. Türk ordusunun hudut boylarındaki kısımlarını esir almaya kalkışacaklar veyahut bunları memleket içine sokulmak zorunda bırakılarak terhisini sağlayacaklardı. Vatanımızı her türlü müdafaa ve mukavemet vasıta ve imkânlarından mahrum bıraktıktan sonra arzularını zorla ve baskı ile kabul ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi ve nihayet İngiliz mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık birer delili idi. Padişah kendi tahtını düşünecekti.
Mustafa Kemal Paşa:
‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır’ dedi ve sonra aynı fikirde olup olmadığımı sordu.
‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam’ cevabını verdim.
Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. Pek memnun oldular. En mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde İngilizlerin bir baskısı neticesi olarak Yıldırım Ordular Grubu ile muhtemelen 7. Ordu karargâhının lağvedileceğini (kaldırılacağını), bu takdirde benim 20. Kolordu’nun başında kalacağımı ve bu sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi hatırlattı. İlk mukavemet (direniş) merkezini Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.”

ac.jpg
Ali Fuat Cebesoy
Görüldüğü gibi Atatürk, güvenip inandığı çocukluk ve cephe arkadaşı Ali Fuat Paşa’yı çağırıp ona açıkça “işgallere karşı direnişten” söz etmiş ve kurtuluşun ilk somut adımını Adana’da atmıştır.
Atatürk, Ali Fuat Paşa’nın da aynı fikirde olduğunu görünce, “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır” demiştir. Atatürk’ün bu sözleri, onun “kurtuluş” için bir halk hareketi başlatmayı planladığını göstermektedir. Atatürk, daha 4 Kasım 1918’de “Milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesinden” söz etmektedir ki, bunun iki anlamı vardır: Birincisi, işgallere karşı halkı harekete geçirmek, yani Kuvayı Milliye’yi başlatmak… İkincisi de saltanatı yıkarak yerine ulusal egemenliğe dayalı bir düzen kurmak…
Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ün bu sözlerini değerlendirirken, “Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir” demiş ve şöyle devam etmiştir:
Hâlbuki Mütareke’nin henüz beşinci günüdür. Mütareke metnini eline alalı henüz iki gün olmuştur. O gün karargâhına iki İngiliz heyeti gelmiştir. Demek ki devlet artık yenilmiştir. Ama o gene de hem milletten hem ordudan bahseder. Fakat millet nerede? Ordu nerede? Millet çökmüştür, açtır, perişandır. Yaralı da değil ölüm halindedir. Hele harbin, savaşın artık sözünü bile işitmek istemez. Milleti teşkil eden şehirlerde, kasabalarda, köylerde yaşayan Türklerin, adını sanını bile duymadıkları cephelere yıllardan beri yolladıkları çocuklarından geriye zaten ne döndü ki? Geriye ne dönecek ki? Hiç! Ama bir adam var. Bu adam Mustafa Kemal’dir.”
Atatürk’ün Ali Fuat Paşa’ya “20. Kolordu’nun başında kalacağını bu sayede ilk savunma tedbirlerini alabileceğini” söylemesi de çok anlamlıdır. Çünkü Atatürk, 20. Kolordu’nun dağıtılmayacağını tahmin etmiş ve haklı çıkmıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra, Yıldırım Orduları ve 7. Ordu dağıtılmış ama 20. Kolordu’ya dokunulmamıştır ve bu ordu Kurtuluş Savaşı yıllarında çok önemli bir işlev görmüştür.
Ali Fuat Paşa, Atatürk’le ortaklaşa verdikleri kararı hemen uygulamaya başlamış, böylece Kurtuluş Savaşı’nın “ilk direniş yuvaları” Adana’da kurulmuştur.
Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda o günlerde Kilikya bölgesinde “direniş için” ne gibi çalışmalar yapıldığını yine Ali Fuat Paşa anılarında şöyle anlatmıştır:
Adana bölgesinde ilk iş olarak ordunun subay ve erat kadrosu jandarmaya kaydırıldı. Bunların, silah, araç ve gereçleri de tamamlandı. Bunun önemli nedeni şudur: Ateşkes Antlaşması’na göre jandarma örgütü bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları görevlerinden alınıp terhis ediliyor ve evlerine, köylerine gönderiliyordu. Bir işgal emri karşısında Adana bölgesinin önemli yerlerinde direniş yuvaları hazırlandı.”
Özetlersek:
-Ordunun terhisini engellemek için subay ve erler jandarma yapılmıştır.
-Ordunun silah ve araç gereçleri tamamlanmıştır.
-Adana bölgesinde direniş yuvaları hazırlanmıştır.

Halka Silah Dağıtılması

Atatürk, güvendiği subaylara, “Çete savaşları için hazırlanın” emri vermiştir. “Düşmanın Anadolu topraklarına sokulmasını önlemek için çeteler kurmak gerekecekti. Mustafa Kemal geleceği göz önünde tutarak İç Anadolu’da direniş merkezleri olabilecek Antep ve Maraş gibi yerlere silah dağıttı. Bunlar gereğinde kullanılmak üzere gizlice depo edilecekti.”
Antep ve civarındaki halka gizlice silah dağıtan ve halkı örgütlemeye başlayan Atatürk, bu yöndeki çalışmalarıyla “Milli Mücadele’nin şerefli birer sayfası olan Maraş ve Antep savunmalarının daha o tarihte temelini atmış oluyordu”. Gerçekten de Atatürk’ün gizlice iç ve güney Anadolu’ya dağıttığı bu silahlar, özellikle güney cephesindeki çatışmalarda çok işe yaramıştır.
Antep ve Maraş direnişinin altından da Atatürk’ün gizli çalışmalarının çıkması, Cumhuriyet tarihi yalancılarını fena halde rahatsız edecektir kuşkusuz!
Adana’daki Direniş Toplantıları

Atatürk, sadece askerlere değil sivillere de direniş düşüncesini aşılamaya çalışmıştır. Atatürk, Adana’ya geldiği günden beri halkala çok yakın ilişkide bulunmuş ve ufuktaki tehlike konusunda halkı uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede Adanalı aydınlarla ve Adana çevresinden, Adana sancaklarından gelen temsilcilerle görüş alışverişinde bulunmuştur. Adana’da “Anadolu direnişi” konusunda görüş alışverişinde bulunduğu bazı aydınlar şunlardır: Ramazanoğlu Suphi Paşa, Ramazanoğlu Kadri, Nalbantzade Ahmet Efendi, İbrahim Rasıh, Ramazanoğlu Hoca Mücteba, Bağdadizade Kadri Efendi, Gergerli Ali Efendi, Mısırlızade Avukat Ahmet Efendi, Dıblanzade Fuat.
Bu görüşmelerde, doğrudan düşman tarafından yapılacak saldırılara karşı şehrin nasıl savunulacağı konuşulmuştur. Görüşmeler sonrasında Atatürk’ün isteği doğrultusunda Torosların Gülek Boğazı bölümüne ve Misis’e istihkamlar yaptırılmıştır.
Atatürk Adana’da kaldığı on gün içinde akıl almaz bir tempoda hareket ederek gizli-açık çok sayıda toplantı yapmıştır.
Atatürk, Adana’da 5 Kasım 1918 tarihinde Muradiye Oteli’nin büyük salonunda Adanalılar tarafından verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada: “Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini” açıklamıştır.
Adanalı aydınlarla ve ileri gelenlerle yaptığı toplantılar dışında, bir kısım halkla “Tırpanilerin evi” olarak bilinen Kırmızı Konak’ta görüşmeler yapmıştır.
Atatürk, bir hafta boyunca yaptığı görüşmeler sonrasında “direniş” düşüncesini benimseyen kişileri 8 Kasım 1918’de Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın (Yerdelen) evinde toplantıya çağırmıştır. Atatürk’ün yöre eşrafıyla yaptığı bu toplantı Kurtuluş Savaşı’nın ilk somut adımlarından biridir. Tarihçi Süleyman Hatipoğlu’nun dediği gibi “Mustafa Kemal Milli Mücadele’yi fikren bu binada kararlaştırmıştır.
Aliye Hanım’ın evinde yapılan bu toplantıya katılanlar şunlardır: Fırka Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa (Daha sonra 2. Ordu Komutanı), Ceyhan Askeri Fırka Komutanı Remzi Bey, Levazım Fırka Reisi Avni (Doğan), Askeri İmalathaneler Müdürü Ahmet Remzi, Nalbantzade Ahmet, Ramazanoğlu Kadri, İsmail Safa (Özler), Mücavirzade Mustafa Efendi, Merkez Komutanı Hulusi (Akdağ) ve diğer bazı kişiler…
Atatürk, bu kişilerle Adana’nın ve ülkenin içinde bulunduğu son durumu görüşmüş ve 10 Kasım’da Adana’dan ayrılacağını belirterek, düşman gelince ne yapacaklarını sormuştur.
Ülkenin durumunu iyi görmediğini, İtilaf devletleriyle yapılan mütareke hükümlerine bu devletlerin uymayacaklarını, daha ağır şartlar altında ülkeyi ezeceklerini, bu nedenle büyük felakete maruz kalan yerlerden birisinin de Adana olacağını ve Adana’nın büyük zayiata uğrayacağını söylemiştir. Olacakları olanca açıklığıyla Adanalılara önceden söyleyen Atatürk, bu felaketten kurtulmak için yapılması gerenleri de şöyle sıralamıştır:
Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak ve hazırlıkta bulunmak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın, gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim…”
Görüldüğü gibi Atatürk Samsun’a çıkmadan çok önce, 8 Kasım 1918’de Anadolu direnişini Adana’da örgütlemeye başlamıştır. “Bu toplantı esnasında Mustafa Kemal’in kafasında vatanın nasıl kurtarılacağına dair bir strateji oluşmuş ve bu stratejiyi halkla konuşarak daha da geliştirmiştir.”
Bu toplantıda Ahmet Remzi Bey, “Paşa! Biz bu topraklarda doğduk. Bu topraklarda ölmesini de biliriz. Nihat Paşa’ya emir ver, bize silah bıraksın” demiş, Mücavirzade Mustafa Efendi ise, “Paşam, öldürmeden ölmeyeceğiz” demiştir.
Atatürk’ün Anadolu direnişinin gerekliliğinden söz ettiği, düşman işgaline karşı yapılacakları sıraladığı o toplantıya katılan varlıklı kişiler de bütün maddi ve manevi güçlerini fedaya hazır olduklarını belirterek sonuna kadar direneceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine elinde gümüş kırbacı ve ayağında portakal rengi çizmeleriyle Atatürk, salonda iki sıra halinde dizilmiş oturan grubun arasında, düşünceli, ama kararlı bir yüz ifadesiyle gidip gelirken şunları söylemiştir:
“Evet, evet… Bu topraklarda düşman çizmesi gezemeyecek ve bu millet esir olmayacak!”
Toplantıya katılanların umutsuz olmamaları ve düşmanla mücadele etmeye kakarlı görünmeleri Atatürk’ü çok sevindirmiştir. Ancak, o gün o toplantıdaki kakarlılık ve cesaret sonraki günlerde pek fazla etkisini göstermemiştir. Bu durumu Abdülgani Girici şöyle açıklamaktadır:
Ne var ki, o zamanki zihniyeti ve harbin meydana getirdiği dört yıllık ıstırap memleketi bitkin bir hale getirdiğinden kimsede bu sözü dinleyecek hal kalmamıştı. Canından bezmiş bu topluluğu harekete geçirmek kolay olmayacaktı. Mustafa Kemal’in tavsiyesine rağmen pek hareket gözükmedi…
Ancak, yokluk, yoksulluk ve psikolojik nedenlerden dolayı ilk zamanlarda sessiz kalan bölge halkı, özellikle Fransız işgallerinden sonra, Atatürk’ün tavsiyeleri doğrultusunda, yine Atatürk’ün dağıttığı silahlarla direnişe geçerek düşmanı etkisiz hale getirmeyi başarmıştır.
Görüldüğü gibi Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul Şişli’deki o meşhur evden önce, Adana’daki Kırmızı Konak’ta ve Aliye Hanım’ın Evi’nde planlamış ve örgütlemeye başlamıştır.
image00244.jpg
image00430.jpg

(Soldaki foto)Adana Kırmızı Konak: Tırpanilerin evi olarak da bilinen bu konakta Atatürk yöre eşrafıyla bir toplantı yapmıştır.
(Sağdaki foto) Adana Şakirpaşa’da Aliye Hanım’ın Evi: Atatürk bu evde 8 Kasım 1918’de yöre eşrafıyla bir toplantı yaparak Milli Mücadeleyi fikren bu binada kararlaştırmıştır.

İlk Silahlı Direniş: İskenderun Saldırısı

Anlaşma gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Ancak İtilaf devletlerinin asıl niyetinin bölgeyi işgal etmek olduğu birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. İtilaf devletlerinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek istedikleri anlaşılmıştır.
İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir.
Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir.
Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir.
Atatürk’ün bu karalı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır.
Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır.
Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır.
“7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.”
Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır.
“Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.”
Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direnişi gerçekleşmiştir.
***
Atatürk, ilk kurtuluş planlarını Adana’da yapmış, ilk direniş hazırlıklarını Adana’da başlatmıştır.
“Zaten Mustafa Kemal o tarihlerde bu amaca uygun bir şekilde emrindeki Yıldırım Orduları Grubu ile Musul cephesindeki 6. Ordu kıtaları içinde bu ordunun komutanı ile haberleşerek imkan ölçüsünde gereken tedbirleri aldırmıştır. Bu ordulara bağlı kuvvetleri, Torosların üst tarafına, İç Anadolu’nun muhtelif yerlerine ihtiyaca göre dağıtmak ve yerleştirmek, fazla silah ve yedek cephanelerle lüzumlu harp malzemesini güvenilir yerlere taşıtmak için planlar hazırlamaya ve ilgili komutanlara emirler ve direktifler vermeye başlamıştır. Elindeki kuvvetleri, geçirdikleri bütün badirelere rağmen gerçek bir ordu haline getirmek, düzenlemek ve takviye etmek, gerekince bu kuvvetlerle Türk’ün hak ve istiklalini korumak istemiştir.”
İşte bütün bu hazırlıklar nedeniyledir ki, Prof Dr. Stanford Shaw,Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitabında “İşgalin ilk günlerinde Mustafa Kemal Kilikya’dayken direniş başlatmıştı.” diyerek Türk Kurtuluş Savaşı’nın Kasım 1918’de Adana’da Atatürk tarafından başlatıldığını ileri sürmüştür.
Stanford Shaw,’u, Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer de doğrulamıştır. Cevat Abbas, anılarında Atatürk’ün kafasında “Anadolu’da bir direniş başlatma düşüncesinin” Halep’te (1917) ortaya çıktığını, Adana ‘da ve İstanbul’da biçimlendiğini belirtmiştir:
Atatürk’ün Türk milletinin istiklali için beslediği düşünceler çok eski idi. Hatta Harp Akademisi’nin sıralarında başlamıştır. Fakat onun Türkiye’yi yeni varlığı ile istiklaline kavuşturması için fiili mücadeleye girişmesi önce Halep’te başlamış, Adana’da İstanbul’da devam etmiş, Samsun’da, Amasya’da tatbikata başlamış, Lozan Konferansı’nda hakikat sahasına ulaşmıştır.”
Kurtuluş Savaşı’nın Samsun’dan önce Adana’da başladığını ileri sürmek abartılı bir değerlendirme olmasa gerekir.
Nitekim Atatürk bu gerçeği 15 Mart 1923’teki Adana seyahatinde Türk Ocağı’nda şöyle dile getirmiştir:“… Acı günlere ait olmakla beraber bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yad etmek isterim. Efendiler bende bu vakayiin ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Suriye felaketini takip eden Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ile buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye sürüklenmekte olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat için derhal teşebbüsatta bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü müsmir kılmak mümkün olmadı. (…) Bana milletin halası yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi olmakla mübahi olduğum bu toprakları tebcil ederim.”
Bu durumda, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’ten önce ben başlattım” diyen Kazım Karabekir Paşa’nın iddialarının da çok gerçek dışı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, anılarında "19 Nisan 1919'da Samsun'a çıktım" diyerek aklınca Atatürk'ten önce Anadolu'ya geçip Kurtuluş Savaşı'nı başlattığını ima eden Karabekir, anlaşılan Atatürk'ün Nisan 1919'dan tam 6 ay önce, Kasım 1918'de Anadolu'da "Adana-İskenderun ve Kilis hattındaki" çalışmalarıyla Kurtuluş Savaşı'nın alt yapısını hazırladığını "unutmuşa" benzemektedir!... Ayrıca bu gerçeği sadece o değil bugün onu istismar edip Atatürk'e saldıran Atatürk düşmanlarının da unuttukları anlaşılmaktadır!
Direniş Raporları: “İngilizlere Silahla Karşı Koymak”

Atatürk, Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği raporlarda (telgraflarda) ülkenin içine düşürüldüğü durumu anlatmış ve kafasındaki silahlı direniş düşüncesinden söz etmiştir.
Bu raporlar, bir vatanseverin gerektiğinde kişisel çıkarlarını, rütbesini, makamını kısaca her şeyini bir kenara iterek doğru bildiği yolda sonuna kadar mücadele etmesi gerektiğini göstermektedir.
Atatürk’ün, Sadrazam İzzet Paşa ile yazışmalarına tanık olan Cevat Abbas (Gürer) bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır:
Atatürk’ün, Kilikya’yı ve Kilikya sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazamla Adana’dan makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum.
Atatürk… Sadrazam Mareşal İzzet’i, devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevaplar pek sudan ve aldatıcı idi.”

Atatürk, her türlü çabasına rağmen Osmanlı yöneticilerini bir türlü gaflet uykusundan uyandıramamıştır.
Atatürk, bir kere daha haklı çıkmıştır: Mondros’un mürekkebi daha kurumdan ilk işgaller başlamıştır, ama artık çok geçtir…
ai.jpg
Ahmet İzzet Paşa
Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918 tarihleri arasında Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği raporlar Anadolu direnişine yönelik kayda geçirilmiş ilk ve tek resmi belgelerdir. Bu raporlarda Atatürk, açıkça İngilizlere karşı silahla karşı koymaktan söz etmiştir. Atatürk’ün bu raporlarından yükselen “isyan ateşi” Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımıdır.

İşte o raporlardan bazı bölümler:

1. Mütareke şartlarının ikinci maddesinin harfiyen uygulanması doğal ise de bu münasebetle karaya asker çıkarmaya dair mütarekede bir kayıt bulunmadığından müsaade edilmemiş ve görüşme memurları dönüp geldikleri gemiye gitmişlerdir.
2. İskenderun’da İngilizlerin karaya çıkmasının gerekirse ateşle önlenmesini emrettiğim arz olunur.
3. Çok ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasında yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır.
4. İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini… emrettim.
5. İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.
6. Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin, yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya- İzmir hattının işgali lüzumu teklifinin birbirini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve dairesi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir.
7. Ben ne durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere duyurulmasını yurt selameti icabı kabul eylediğim kanaatlerimi bildirmekten nefsimi alıkoymaya muktedir değilim.


Özetlemek gerekirse bakın ne diyor Atatürk:
-İngilizlerin karaya asker çıkarmalarına izin vermedim!
-İngilizler İskenderun’a çıkarsa ateşle karşılanmalarını emrettim!
-Orduları terhis edersek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğersek onların ihtiraslarının önüne geçemeyiz.
-İngilizlere nazik davranmaya yaradılışım elverişli değildir!
-İngilizlerin isteklerine karşı çıkmazsak, ordumuzun yönetilmesini ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun seçilmesini bile İngilizlere bırakmak zorunda kalırız.
-Hangi şartta olursam olayım, yurt selameti için doğru bildiklerimi söylemekten nefsimi alıkoymam!

Mondros’un hemen ertesinde açıkça düşmanla silahlı mücadeleden söz eden ve bu düşüncesini yetkililere gönderdiği raporlarla belgeleyen tek adam Atatürk’tür. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi:
Yeni devlete çıkan yolun ilk ve en dumanlı işaretleri, sanıyorum ki Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1918 ile 7 Kasım 1918 arasında Adana’da geçen 7 günlük Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı zamanındaki buhran günlerinden başlar”
Bütün bu gerçekleri tarih ayan beyan kaydetmiş olmasına karşın, öteden beri Atatürk’e saldıranlar, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk başlatmamıştır! Atatürk Kurtuluş Savaşı’na sonradan katılmıştır!” ve hatta “Atatürk İngilizlerin ajanıdır!” demek için, Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918’de Adana’dan Osmanlı Sadrazamı ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bu raporları görmezden gelmişlerdir.
Müsaade Edin Vatanıma Hizmet Edeyim

Atatürk’ün uyarılarına kulak tıkayan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de istifa etmiştir. 9 Kasım 1918’de İngiliz ve Fransız kuvvetleri İskenderun’u işgal edip şehre törenle bayrak çekmişlerdir.
10 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu kaldırılarak Atatürk İstanbul’a çağrılmıştır. Atatürk, bu çağrıyı yapan Ahmet İzzet Paşa’ya, son bir umutla şöyle seslenmiştir:
Orduları dağıtalım, fakat unvanı koruyalım… Müsaade edin, en ufak bir müfreze halinde dahi olsa, bu unvanla ben onun kumandanlığıyla yetinir ve vatanıma hizmet ederim” Atatürk’ün bu isteğine Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın yanıtı sert olmuştur: “Siz mağlup devletimize karşı bütün mağlup devletleri tekrar tahrik ve devletimizin temellerini tahrip mi etmek istiyorsunuz?” Zavallı İzzet Paşa, ortada bir devletin kalmadığını görememiştir.
Burada ister istemez insanın aklına, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ve diğer Osmanlı yöneticileri Atatürk’ün raporlarını dikkate alsalardı ve Yıldırım Orduları Grubu’nu dağıtmayarak Atatürk’e hareket serbestliği tanısalardı acaba İngilizler ve Fransızlar Anadolu’ya ayak basabilir miydi? diye sormak geliyor. Bence eğer Osmanlı yöneticileri biraz cesur olabilseler, biraz düşmanlarını tanısalar ve biraz da Çanakkale kahramanına güvenselerdi, Atatürk Anadolu’nun işgaline engel olabilirdi. Ama onlar Atatürk’ün aksine İngilizlerin merhametine, İngilizlerin centilmenliğine sığındılar!
Bir askeri strateji deha olan ve bunu daha önce Çanakkale’de, Muş ve Bitlis’te ve Suriye geri çekilişinde gösteren Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Kasım 1918’de Kilis, İskenderun ve Adana’da yaptığı çalışmalarla Anadolu’nun işgalini önlemeye karalı olduğunu göstermiştir. Dahası İngiliz-Fransız çıkarma birliklerinin İskenderun’u işgal etmelerini önleyerek gerçekten Anadolu’nun işgalinin engellenebileceğini kanıtlamıştır.
Atatürk Kilis, İskenderun, Antep ve Adana’da aldığı önlemlerle ve yaptığı hazırlıklarla gerçekten de Anadolu’nun işgalini önleyebilirdi. Çünkü İtilaf devletleri; İngiltere, Fransa ve İtalya savaş yorgunuydu ve aralarında çıkar çatışmaları vardı. Düşmanlarını çok iyi tanıyan Yıldırım Orduları Komutanı Atatürk “Anadolu’nun İşgali Önleme Projesi” çerçevesinde aldığı önlemelerle işgale izin vermezdi. İngiltere ve Fransa Anadolu’ya çıkamayınca, Yunanların İzmir’i işgal edecek ne cesaretleri ne de uluslararası destekleri kalırdı. Ama olmadı.
Osmanlı hükümeti, Atatürk’ün cesaretini ve kararlılığını değil, İngilizlerin ve Fransızların baskısını, blöfünü dikkate alarak Atatürk’ün görevine son verip onu İstanbul’a çağırdı.
Atatürk, 10 Kasım 1918’de Adana’dan bir terenle İstanbul’a hareket etmiştir.
11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuştur.
13 Kasım 1918’de İstanbul İtilaf devletlerince fiilen işgal edilmiştir. Aynı gün öğlen saatlerinde Atatürk de İstanbul’a gelmiştir.
Yarım Kalan Hesap

Atatürk, Adana’daki direniş çalışmalarının yarım kalmasına çok üzülmüş, özellikle İskenderun’un ve Hatay’ın işgal edilmesini hayatı boyunca hiç unutamamıştır. Çünkü gerçekten de 1918 de Adana ve İskenderun civarındaki savunma hattıyla ve direniş planlarıyla düşmanı durdurabileceğine inanmıştı. Ancak hükümet buna izin vermemişti. İşte o günden beri Adana, İskenderun ve Hatay Atatürk’ün içinde bir uhde olarak kalmıştır. Özellikle Hatay’ın bir türlü düşman işgalinden kurtarılmaması Atatürk’ü derinden yaralamıştır. Nitekim 1937 yılında Hatay meselesinin gündemde olduğu günlerde Hasan Rıza Soyak’a, 1918’de yarım kalan işini tamamlamaktan, bölgeye giderek Hatay için mücadele etmekten söz etmiştir:
Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman İngilizler İskenderun’a asker çıkarmaya kalkıştılar. Oysa orası Mütareke sınırı dışındaydı.Askerlerime ateşle karşılık vermelerini emretmiştim. İskenderun ve Antakya havalisi Türk elidir. Bu sınırı korumak istiyordum. Ama İstanbul hükümeti beni geri çekti. Hatay İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Ondan sonra da geri almayı başaramadık. Bu nedenle Hatay’a şahsi davam olarak bakıyorum. Sözünü ettiğim bir durumda tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum.
Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa edeceğim serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder, hakkımda soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketimizi oralara da yayarak Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir.”

ANADOLU’YA GİZLİ GEÇİŞ PLANI

Atatürk, 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar işgal İstanbul’unda kalarak “gizli kurtuluş planları” yapmıştır. Atatürk’ün işgal İstanbul’undaki gizli kurtuluş planlarından en ilginç olanı, birkaç arkadaşıyla birlikte Gebze-Kocaeli yolundan gizlice Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak biçimindedir. Atatürk resmi yollarla Anadolu’ya geçme fırsatı yakalayınca uzun bir süredir üzerinde çalıştığı bu gizli geçiş planından vazgeçmiştir.
İşte o planın öyküsü:
Atatürk, özellikle 1919 Ocak ayının ortalarından itibaren Anadolu’ya geçmeyi düşünmekte ama bunun ne şekilde, nasıl ve hangi yolla yapılacağını bilmemektedir. Aklına gelen ilk yol, gözünü budaktan esirgemeyen bazı eski İttihatçılarla temas kurup, onların korumaları altında gizli bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmektir. Atatürk, İstanbul’da aylarca bu gizli geçiş planı üzerinde çalışmıştır.
Atatürk, bu planını sonradan, “Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek” olarak açıklamıştır.
Atatürk, bu “basit tertip” işini önce güvendiği bir arkadaşıyla paylaşmıştır. Atatürk’ün İstanbul Şişli’deki evinde düzenlediği gizli toplantıların katılımcılarından olan bu kişi, Harbiye Bakanlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Paşa’dır.
Atatürk, İsmet İnönü Görüşmesi

Atatürk, Anadolu’ya geçiş düşüncesini ilk olarak İsmet Paşa’ya açmıştır. 15 Ocak 1919’da, İsmet Paşa’yı Şişli’deki eve çağırmış ve ona, “Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırmak, kurtuluş çareleri aramak için en uygun bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” diye sormuştur.
ip.jpg
İsmet Paşa
Olayın ayrıntılarını Atatürk’ün anılarından takip edelim:
Bir gün İsmet Bey’i davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey, ‘Gene ne var?’ dedi. Soru sorarken gözlerinin içi, yüksek zekâsı ve güven veren neşesi ile gülüyordu. ‘Ne haber?’ dedim. ‘Tahmin edeceğin gibi’… ‘Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerinde konuşacağım.’ İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim: ‘Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim…’ ‘Ne yapacaksınız?’ diye sordu. Bu münasebetle söyleyeyim ki benim en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna olmadığını anlamıştı. ‘Mesela’ dedim. ‘Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ Yüzüme baktı. Tekrar neşeli ve ümitli güldü: ‘Karar verdin mi?’ dedi. ‘Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ İsmet Bey, masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin
derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok!’ dedi. Bazı ziyaretçilerin geldiklerini haber verdiler. Haritayı kapamaya vakit kalmadan içeriye giren bu tanıdıklarla başka konulara daldık. Bir hayli müddet sonra İsmet Bey’le yalnız kaldık.
‘Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’‘Zamanında!”
Atatürk, 1919 yılı Ocak ayının ortalarında İsmet Paşa’ya Anadolu’ya geçmekten söz etmesine karşın, kafasındaki planın ayrıntılarını zamanından önce “sırdaşım” dediği İsmet Paşa’ya bile açıklamamıştır.Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planını anılarında İsmet Paşa da doğrulamıştır. Şimdi de İsmet Paşa’ya kulak verelim:
“Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi kudret sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde memleket çabasına girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten, bütün imkânlarını sarf ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti: ‘Bir an önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek. Artık bundan sonra Anadolu’ya gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün, ‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden çıkabiliriz, yol nedir?’ Beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk. Bana soruyordu: ‘Nasıl gideriz?’ Ben kendisine şu cevabı verdim: ‘Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur, tedbir de çoktur. Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin etmektir.

Ali Fuat Cebesoy’un Yazdıkları

Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının izlerine Ali Fuat Cebesoy’un “Milli Mücadele Hatıraları”nın satır aralarında da rastlanmaktadır. Cebesoy anılarında, Atatürk’ün resmi bir görevle Anadolu’ya geçmeyi düşündüğünü ancak bunu başaramazsa “özel bir şekilde” Anadolu’ya geçmeyi planladığını belirtmiştir:
Var kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile bir defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu Karargâhı’nın Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını kararlaştırdık. Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her taraftan çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı. Anadolu’da ona ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel şekilde Anadolu’ya geçecek, Milli Mücadele’deki şerefli yerini alacaktı.
Cebesoy’un anılarında “özel şekilde Anadolu’ya geçmek” olarak ifade ettiği şey, öyle anlaşılıyor ki aslında Atatürk’ün “Anadolu’ya gizli geçiş planıdır”. Cebesoy, Atatürk’ün Anadolu’ya gizlice geçmesi halinde kendisinin yanına gelerek işe oradan başlayacağını ifade etmiştir:
Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk. Kemal Paşa eğer bir vazifeyle kendisini tayin ettiremezse Anadolu’ya en itimat ettiği bir kumandanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını söylüyordu. ‘Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir’ dedim.
Mavi gözlerinin nasıl bir ışıkla parladığını tarif edemem. Yerinden kalkıp hararetle elimi sıkmıştı. ‘Beraber çalışacağız Fuat’ demişti.”

Gebze - Kocaeli Üzerinden Anadolu’ya Gizli Geçiş Planı

Atatürk, resmi bir görevle, Samsun yolu üzerinden Anadolu’ya geçme olanağı bulamasaydı, Gebze-Kocaeli yolu üzerinden Anadolu’ya gizlice geçecekti. Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer’in gün ışığına çıkardığı haritalar, Atatürk’ün Anadolu’ya geçmek için “yedek” bir planı olduğunu kanıtlamaktadır.
cg.jpg
Cevat Abbas Gürer Atatürk’le beraber
Sonradan iptal edilen Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş planı uygulansaydı Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı Samsun’da değil Kocaeli’de atılmış olacaktı.
Atatürk’ün Yenibahçeli Şükrü Bey’e Verdiği Görev

Atatürk’ün bu yöndeki ilk işareti, Fethi Bey aracılığıyla Kasım 1918’de Pera Palas’ta kendisini ziyaret eden Yenibahçeli Şükrü Bey’e söylediği, “Gözünüz Gebze-Kocaeli yolunda olsun. Orayı sıkıca kontrol altında tutmayı düşününüz” sözleridir.
Maltepe Atış Okulu Müdürü olan Yenibahçeli Şükrü Bey, aynı zamanda Karakol Cemiyeti’nin “Menzil Teşkilatı”nın komutanıdır. Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut ve Doktor Fahri (Can) de yardımcılarıdır.
O gün Atatürk’ün bu işareti üzerine hemen harekete geçen Yenibahçeli Şükrü Bey, Maltepe Endaht Mektebi’nde emrindeki subaylara, “Gebze yolundan kuş uçmayacak” diye emir vermiştir.
Yenibahçeli Şükrü, Gebze-Kocaeli yolunu tutmuştur, ama Atatürk’ün neden böyle bir şey istediğini anlayamamıştır: “Bu Mustafa Kemal Paşa da, şu yolu neden tutunuz demiştir acaba, ne yapacak ki bu yol lazımdır. Bir iş vardır da biz mi akıl edemeyiz?” diye düşünürken Atatürk’ten bir haber almıştır. Atatürk, Yenibahçeli’nin, kimseye görünmeden gizlice Fansaların evine gelmesini istemiştir. Yenibahçeli haberi alır almaz Atatürk’le görüşmek için Fansaların evine gitmiştir.
yb.jpg
Atatürk, Yenibahçeli’ye, “Nedir Gebze- Kocaeli civarındaki vaziyetimiz Şükrü Bey” diye sorunca Yenibahaçli’den şu yanıtı almıştır:
Bizimkiler oraları tutmuşlardır. Ufak tefek yaramazlıklar oluyorsa da kıymeti yoktur. Rum çeteler, bir şeyler yapmaktaysalar da yol elimizdedir. Kuş uçsa haberimiz olacaktır, haberimiz olmadan kuş uçmayacaktır. Arkadaşlarımıza söylenmiştir. Yanımızda bildiğimiz Dr. Fahri Bey de vardır. Kendisinin tayini Gebze’ye yapılmıştır. Silahlarımız tamamdır, teslim edilmemiştir, yenidir. Hücum taburundan elimizde tuttuklarımızdır. İstenirse, bir iki depodan yenilerini temin etmek mümkündür.
Bu sırada Atatürk, ayağa kalkıp yaverinden bir harita istemiş, getirilen haritayı ortadaki masanın üzerine açarak elini haritanın üzerinde gezdirmeye başlamıştır. Bir taraftan eliyle, Gebze-Kocaeli taraflarından Anadolu üzerine doğru bir yay çizerken, diğer taraftan Yenibahçeli’nin gözlerinin içine bakarak şunları söylemiştir:
“Bakınız bu yollar bizim için mühim bir vaziyet alacaktır. Buradan yapılacak işler ehemmiyetlidir. Bu yollardan istenilmeyenler hiçbir suretle geçemeyecektir. Geçsin dediklerimiz geçemez, geçmesin dediklerimiz geçerse bozuşuruz! Fakat zaten siz bu işleri iyi bilirsiniz…”
Atatürk’ün bu “kararlı” ve “imalı” sözleri üzerine heyecanlanan Yenibahçeli, “Paşam, geçsin dedikleriniz geçecektir, geçmesin dedikleriniz dünya başımıza gelse oradan geçemez. Mahçup olmayız Paşam!” demiştir.
Atatürk, Yenibahçeli’ye son olarak şunları söylemiştir: “Şükrü Bey, bilir misiniz bir düstur vardır: İfşası idamı muciptir (açıklanması idam gerektirir). İşte bu şimdilik öyle bir meseledir. Sadece yanınızda bulunan teşriki mesai ettiğiniz doktor bilecektir.” Konuşma bittiğinde Yenibahçeli topuklarını birbirine vurarak hazır ola geçmiş ve başında asker şapkası varmış gibi elini kaşının üstüne götürmüştür. Yenibahçeli’nin heyecanını fark eden Atatürk hafifçe gülerek konuğunu uğurlamıştır.
Atatürk, Anadolu’ya tayin emrinin çıkmasından sonra da Gebze-Kocaeli yoluyla ilgilenmeye devam etmiştir. Mayıs ayının başlarında Teşkilat-ı Mahsusacılara, Gebze-Kocaeli yolunun tam olarak güvene alınıp alınamadığını sormuştur. Atatürk’ün sorusuna Yenibahçeli şöyle yanıt vermiştir: “Emirleri olmadan kuş uçmaz, emirleri olunca da yol açıktır.
Yenibahçeli gerçekten de dediğini yapmış, Gebze-Kocali yolundan kuş uçurtmamıştır. Atatürk, resmi bir görevle Anadolu’ya geçme fırsatını yakalayınca bu yolu kullanmaktan vazgeçmiş, ancak Kurtuluş Savaşı sırasında İsmet Paşa, Adnan Bey, Halide Edip Hanım gibi pek çok asker, sivil Yenibahçeli’nin koruması altındaki bu yoldan Anadolu’ya geçerek Milli Harekete katılmıştır.
Atatürk’ün Samsun’a sağ salim çıktığını öğrenen Yenibahçeli, emrindeki adamlara şunları söylemiştir:
Şimdi, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varmıştır. Daha gitmeden çok evvel zaman bize demiştir ve emretmiştir ki, Gebze yolu sıkıca tutulmalıdır, geç denilen geçmelidir, geçme denilen geçmemelidir. Mustafa Kemal Paşa’ya mahcup olundu mu, yanmak, yok olmak lazımdır. Lakin, daha bu yine bizim aramızdaki sözlerdir. Bu bu dediklerim iyi bilinmeli ve de ona göre düşünülmelidir. Geç denilen geçemedi mi, geçme denilen geçti mi vazifeyi yapmayan bitti demektir. Neye göre bitti demektir, İttihatçılığa göre bitti demektir.”
Adamlar dağıldıktan sonra Dayı Maksut ve Dr. Fahri ile baş başa kalan Yenibahçeli, Atatürk’ü ancak şimdi anladığını şöyle ifade etmiştir: “Yahu! Şimdi yavaş yavaş anlarım Mustafa Kemal Paşa daha ilk vaziyette bize Pera Palas’ta ‘Sen Gebze yolunu tutmaya bakdemiştir de aklıma bunların hiçbiri gelmemiştir. Şimdi anlarım ki hesaplamıştır bu işleri. Lakin ne zaman? Ona da benim İttihatçı aklım ermez!”
Atatürk: “O Yol Çok İşe Yaramıştır”

Ankara’da bir Çankaya gecesinde Atatürk, İsmet Paşa ve Fahrettin Altay Paşa sohbet ederken, İsmet Paşa’nın Gebze-Kocaeli yolundan çileli bir yolculuk sonunda Ankara’ya gelişi söz konusu olunca, Atatürk, İstanbul’dayken Yenibahçeli’yle yaptığı görüşmelerden ve Gebze-Kocaeli yolunun tutulması konusundan şöyle söz etmiştir:
O yolu Yenibahçeli tuttu. Pera Palas’taki ilk konuşmamızda, Gebze-Kocaeli yolunu tutun dediğimde meseleyi anlayamamıştı. Fakat artık zaman yaklaşırken bir gece kalmakta olduğum Fansaların evine çağırttım. Harita üzerinde kendisine yolun ehemmiyetinden (öneminden) bahsettim. O yolu Yenibahçeli çok iyi tuttu. İşte İsmet Paşa dahil birçokları o yoldan Anadolu’ya, Ankara’ya geldiler. Fakat, o gece Yenibahçeli’ye harita üzerinde de bazı şeyler söylerken bir istikamet çizdim, fakat arkasından da ‘ifşası idamı muciptir’ dedim. Yenibahçeli, İttihat Ve Terakki’den tanıdıklarımızdandı. Onun bu işleri iyi bildiğini bilirsiniz. O yol çok işe yaramıştır. Fakat ben ona bunları söylerken Yenibahçeli de meselenin Ankara’ya uzanacağını anlayamamıştır.”
Gebze-Kocaeli yolunun çok işe yaradığını Rauf Orbay da anılarında doğrulamıştır: “Ben buradan Anadolu’ya mütemadiyen kıymetli insanlar kaçırdım. Doktor Adnan Adıvar, Halide Edip Hanım gibi birçoklarını… Veniköy tarafındaki bir dergâhtan, Maltepe’de Endaht Mektebi Kumandanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey vasıtasıyla Kartal yolu ile kafile kafile kaçırmıştık…”
Atatürk’ün Yahya Kaptan’a Verdiği Görev

Atatürk, bir gün yaveri Cevat Abbas Bey’i çağırarak, Kocaeli-Taşköprü üzerinden veya İzmit Körfezi’nden Anadolu’ya, 20. Kolordu sınırlarına kadar ulaşacak bir yol belirlemesini ve bu yolu güvenceye almasını istemiştir.
Atatürk’ün amacı en kısa yolla Anadolu’ya geçip, Ali Fuat Paşa’nın kontrolündeki 20. Kolordu sınırları içine girmek ve bu direniş hareketini başlatmaktır. Atatürk’ün önce Adana’da daha sonra da İstanbul’da Ali Fuat Paşa’yla yaptığı görüşmelerde hep Ankara civarındaki 20. Kolordu’ya vurgu yapmış olmasının nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Cevat Abbas, Atatürk’ün verdiği emir doğrultusunda yaptığı çalışmaları şöyle anlatmıştır:
Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametlerini etüt ettim. İcabında ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak yerli ve muhacirlerden ve fedakâr vatanseverlerden küçük küçük silahlı kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla emniyet edilir bir hâle gelmesini ve ormanların yapraklanmasını beklemeyi faydalı görmüşler ve bu teşekkülümüzle ilişkimizin kuvvetle sürdürülmesini emir buyurmuşlardır…. Yahya Kaptan’la beş arkadaşı ilk müfrezemizi teşkil edecekti.
Cevat Abbas, Atatürk’ün Gebze-Kocaeli yolunu kontrol etmek için “müfrezeler” oluşturmak istemesinin nedenini, “Türk köylerini kasıp kavuran Rum çetelerinin ve İstanbul hükümetlerinin takip ettireceği silahlı kuvvetlerin ilk saldırısına, kıyımına uğramamak” olarak açıklamıştır.
Yahya Kaptan, Atatürk’ün emri doğrultusunda Gebze- Kocaeli yolunun güvenliğini sağlamak için hemen çalışmalara başlamıştır:
“Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi Kocaeli yarımadasında güvenliği sağlamak, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet ve soygunlarına engel olmaktı. Ayrıca, Yahya Kaptan’ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı: Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da güvenli bir bölgeye ulaşıncaya kadar ki seyahati sırasında gereken güvenliğini sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuvayı Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan’ın milis kuvvetleri idi… Yahya Kaptan, kendisine verilen emir gereği, her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrini bekliyordu.”
yk.png
Yahya Kaptan
Atatürk Nutuk’ta Yahya Kaptan Müfrezesi’nin kuruluş amacını ve Yahya Kaptan’ın kahramanlığını şöyle anlatmıştır:
“Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı, milli müfrezeler oluşturmak ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurdurduğumuz milli müfrezelerin en önemlisi ve en kuvvetlisi, bu, Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakâr vatanseverin müfrezesi idi.”
Planın Detayları

Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının güzergâhı, Gebze-Kocaeli yoludur. Atatürk öncelikle bu yolun güvenliğini sağlamak için gözünü budaktan esirgemeyen Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi vatanseverleri görevlendirmiştir. Yolun güvenliği sağlandıktan sonra ise önce kendisi, daha sonra da asker-sivil vatanseverler bu yoldan Anadolu’ya geçecekti.
Cevat Abbas, Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının ayrıntılarını şöyle anlatmıştır:
Atatürk’le kendime, cephanesiyle birlikte birer mavzer filintasıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur ettiğim yollar güzergâhının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün Atatürk’ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıl’a inen yolu takip ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik. Değirmendere bölgesinde Dünya Savaşı içerisinde eşkıyalıkları ile Türk köylerini zarara sokan bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç beş kişilik çeteyi de müfrezemize ekleyecek ve İznik-Yenişehir bölgesinden geçerek 20. Kolordu Kıtaatı’ndan birine ulaşmak kararımız planlanmıştı.”
Cevat Abbas’ın “Bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç, beş kişilik çete” diye ifade ettiği kişilerin Yenibahçeli Şükrü Bey ve adamları olduğu anlaşılmaktadır. Cevat Abbas, planın uygulanması için gereken önlemlerin tamamlanmasını ve ormanların yapraklanmasını beklediklerini belirtmiştir.
Anadolu’ya gizli geçiş planının tüm hazırlıklarının tamamlandığı o günlerde hiç beklenmedik bir gelişme yaşanmış, İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Karadeniz Bölgesi’ndeki karışıklığı önlemek amacıyla Atatürk’ü “ordu müfettişi” göreviyle Anadolu’ya göndermeye karar vermiştir. Bu resmi görev, Samsun yoluyla Anadolu’ya geçme olanağı sağladığı için, aylar önceden gizlice hazırlanan “Gebze-Kocaeli yoluyla Anadolu’ya gizli geçiş planına” artık gerek kalmamıştır.
Planın Düşündürdükleri

Atatürk, İstanbul’da aylarca, “Gebze-Kocaeli yolundan Anadolu’ya gizli geçiş” planı üzerinde çalışmıştır. “Her hareketini bir plan ve program doğrultusunda yapan Atatürk’ün elbette ki Anadolu’ya geçmek için yedek bir planı vardı. Ve bu plan son anda iptal edilen ve Cevat Abbas Bey’in açıklamış olduğu ‘Kocaeli üzerinden’ gizli geçiş planıydı.”
Atatürk’ün İstanbul’a gelir gelmez Yenibahçeli Şükrü Bey ile temas kurarak Gebze-Kocaeli yolunun güvenliğinin sağlanmasını istemesi ve yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Yahya Kaptan’a Kocaeli’de ilk milli müfrezelerden birini kurdurması, bu planın hazırlıklarındandır. Eğer bu plan uygulansaydı, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ve Anadolu’daki yayılması çok daha başka bir biçimde olacak ve tarih çok daha başka bir biçimde yazılacaktı.
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının düşündürdüklerini şöyle özetlemek mümkündür:
1. Atatürk, İstanbul’a geldikten hemen sonra bir şekilde Anadolu’ya geçmeyi düşünmüştür.
2. Atatürk’ün Anadolu’ya geçiş kararı son anda verilmiş bir karar değil, inceden inceye düşünülmüş, planlanmış bir karardır.
3. “Atatürk Anadolu’ya geçmeyi düşünmüyordu! Onu ben ikaz ettim! Anadolu’ya geçiş düşüncesi bana aittir!” diyen Kazım Karabekir’in bu ve benzeri iddiaları çürümektedir.
4. Atatürk, Anadolu’ya geçmek için Padişahın vereceği göreve muhtaç değildir; kendi plan ve programıyla da Anadolu’ya geçebilecek durumdadır.
5. Atatürk’ün Kuvayı Milliye’nin oluşumundaki rolü inkâr edilemez.
6. Anadolu direnişinin başlamasında ve güçlenmesinde Atatürk’ün “ince hesapları” ve “teşkilatçılık yeteneğinin” büyük bir etkisi vardır.
Anadolu’ya gizli geçiş için Gebze-Kocaeli yolunu emniyete alan Atatürk, İstanbul’dan Anadolu’ya silah sevkıyatı için de İnebolu yoluna önem vermiştir. İstanbul’daki Karakol Cemiyeti, Mim Mim Grubu gibi Mustafa Kemal’e bağlı “gizli örgütler” düşman cephaneliklerinden aldıkları silah ve cephaneyi önce Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne getirmişler, sonra buradan kayıklarla Karadeniz yoluyla İnebolu üzerinden Anadolu içlerine nakletmişlerdir.
hk.jpg
Şimdi bütün bu gerçeklerden sonra, "Sanki Milli Mücadele Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla başladı!" diyen Hilal Kaplan gibi kadrolu Atatürk düşmanlarına "Evet, Milli Mücadele Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla başlamadı! Çünkü Atatürk çok daha önce Kasım 1918'de Adana'da Milli Mücadele'yi başlatmıştı" diyebiliriz. Ah bu Atatürk düşmanı kafa ah...
Nutukta Gizli İmza: 19 Mayıs 1919

Peki ama Atatürk neden Nutuk adlı dev eserinde Kurtuluş Savaşı’nı Kasım 1918’de Adana’da değil de Mayıs 1919’da Samsun’da başlattığını ima etmiştir? Atatürk, Nutuk’ta neden Kasım 1918’de Adana’da başlattığı ve Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da devam ettirdiği kurtuluş hazırlıklarından söz etmemiştir? Nutuk’a neden “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır?
Kanımca Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın özellikle genç kuşakların beynine kazınması için bir mihenk taşı, bir milat, bir sembol tarih ve olay belirleyerek Nutuk’u o sembol tarih ve olayla başlatmak istemiştir. Bu nedenle Nutuk’a, “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Atatürk’ün Nutuk’a bu cümleyle başlamasının çok daha derin ve Kuran’da gizli dinsel bir anlamı olduğunu ileri sürmüştür. Kuran’da 19 rakamının bir tür “imza” olduğunu ifade eden Öztürk, benzer bir imzanın Nutuk’ta da olduğunu belirtmiştir. Şu sözler Yaşar Nuri Öztürk’e aittir:
Nutkun ilk cümlesini bilir misiniz? Bir denizdir, bir devrimdir… Bazıları ‘Nutuk Atatürk’ün günlüğünden ibarettir’ der. Utan be bunu diyen… (…) Nasıl bir heyetler halinde çalışma ile yazmış uzmanlar ile… Yazmış, vermiş… Sonra 500 sayfalık metin çıkmış. Okuyor. İlk cümle: ‘19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktım!’ Böyle bir giriş olur mu? Nutuk’ta da 19 rakamı bir imzadır. Tarih diyalektiği Atatürk’e 19 rakamını imza olarak vermiştir. Bunu görmezden gelenler Atatürk’ü dinin dışına çıkartmak istediler…
işte AKL-I KEMAL...
kitap1-1.png
1%20akl-%20kemal.jpg
0000000293086_5_1.jpg

Not: Bu yazıda geçen belgelere, kaynaklara ve dipnotlara AKL-I KEMAL, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.1 adlı kitabımdan, bu konunun ayrıntılarına ise PAROLA NUH "Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planları" ve CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, C.1 adlı kitaplarımdan ulaşabilirsiniz.
19 Mayıs Kutlu Olsun...
Sinan MEYDAN -15 Mayıs 2012

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...kalari-balatmi-miq&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Üst