Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA: "Ezberleri Bozan Kitap"

ddd.jpg


Tarikat-ticaret ekseninde "çaktırmadan" Atatürk’ün "dinsiz" olduğunu ima eden "kartelci medya" ve yeşil sermayenin desteklediği "islamcı medya" Atatürk’ün "gerçek bir dindar" olduğunun daha önce yayınlanmamış belgelerle ortaya koyulduğu, Atatürk düşmanlarının deşifre edildiği bu kitabı görmezlikten geldiler. Fakat BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ, Atatürk düşmanı irticai çevrelerin "Atatürk din düşmanıydı" yalanını tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmakta gecikmedi. Kitap gizliden gizliye kendi kitlesini oluşturdu. 19 Mayıs 2007′de katıldığım bir televizyon programında (Meltem TV Diyalog Parogramı) Atatürk’ün din analayışını Bir Ömrün Öteki Hikayesi çerçevesinde tüm çıplaklığıyla ortaya koydum. Program sonrasında aldığım elektronik postalar Türk halkının artık gerçekleri gördüğünün kanıtı gibiydi. Bir Ömrün Öteki Hikayesi, geçen zaman içinde birkaç baskı yaptı ve bugün geldiğimiz noktada aydınından siyasetçisine pek çok kesim Atatürk’ün din anlayışını tüm çıplaklığıyla ortaya koyan bu kitaptan söz etmeye başladı.
1.jpg
"Korgeneral Zafer ÖZKAN Vali Erdal ATA’ya, Sinan Meydan’ın yazdığı Atatürk’ün düşünce zenginliklerini anlatan Bir Ömrün Öteki Hikayesi" adlı kitabı hediye etti."

Atatürk’ün din anlayışını "tüm boyutlarıyla" ortaya koyan BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ" ülkenin dört bir yanında Atatürk’ün yeniden "doğru bir şekilde tanıtılmasını" sağlamış, 1950′lerden sonra başlayan Atatürk istismarını önlemeye yönelik güçlü bir direnç oluşturmuştur. Bugün Türkiye’de siyasetçisinden, askerine, sivil toplum kuruluşudan, din adamına kadar pek çok kişi ve kurum Atatürk ve din konusunda BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ’ne başvurmaktadır.

İşte bir örnek:
Tekirdağ İl Müftüsü Ahmet OKUTAN’ın 17 Kasım 2007 tarihli "ATATÜRK’ÜN DİN VE LAİKLİK ANLAYIŞI" konulu konferansında BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ’Nİ kaynak olarak kullanmıştır.

ATATÜRK’ÜN DİN VE LÂİKLİK ANLAYIŞI

Bugün, milletçe en ince ayrıntısına kadar tanıyarak örnek almakla yükümlü bulunduğumuz modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemâl ATATÜRK genelde, ne sevenleri ne de karşıtları tarafından yeterince bilinmektedir. Bu durum ise ülkemiz için zaman zaman gerilimlere neden olmaktadır.Sevgi de nefret de bir sebebe dayanır. Sebepsiz sevgi de nefret de olmaz. O halde birini seviyorsak bunun nedenlerini, birisinden nefret ediyorsak bunun da sebeplerini ortaya koyabilmeliyiz. Bu durum bizleri, birini sevmek için de , birinden nefret etmek için de onu iyice tanımaya mecbur eder. Kısaca sevgi tanımaya bağlıdır diyebiliriz. Herhangi tarihi bir şahsiyeti seviyorsunuz, ama eserlerini okumadınız, incelemediniz buna sevgi denmez. Atatürk’ü sevmek de onu tanımaya bağlıdır. Onu tanımak da ancak eserlerini görmek, okumak ve incelemekle mümkün olur. Sevgi de böyle oluşur. Eserlerinin, yaptıklarının farkında olmayan, hayati konularda görüş ve uyarılarını bilmeyen ve Nutku’nu dahi okumayan birinin Atatürk sevgisinden bahsetmemiz mümkün olmadığı gibi, böyle birinin Atatürk karşıtlığının da bozgunculuktan başka bir anlamı olmaz.

Bir defa Atatürk çok yönlü bir insandır.

Atatürk, hem bir asker, hem bir devlet adamı, hem de bir kültür ve düşünce adamıdır. Bu söylediklerimizin en belirgin kanıtı da, ölümünün 62. yılı olan 10 Kasım 2000 tarihine kadar, makale ve münferit yazılar hariç olmak üzere yerli ve yabancı kalemler tarafından O’nun için 15 000 civarında eserin yayınlanmış olmasıdır. (Oğuz KALELİOĞLU,Atatürk ve Atatürk İlkeleri,13)

Ancak, O’nun tarihi kişiliğini, askeri yönünü ve devlet adamlığını tarihçi ve sosyologlara bırakmak gerekir. Zira onlar bu hususları bizden daha iyi değerlendirirler. Şu kadarını ifade ile yetinelim ki Atatürk, Osmanlının son döneminde yetişmiş büyük bir devlet adamıdır. Tarihçilerin ittifakla tespit ettikleri gibi Osmanlının son dönemi maarifin/eğitimin ve okullaşmanın oldukça yoğun olduğu bir dönemdir. O dönemin aydınlarının kendilerini çok iyi yetiştirdiklerini eserlerinden öğrenmemiz mümkündür. Böyle bir dönemde yetişen Atatürk’ün de kendisini çok iyi yetiştirdiği anlaşılmaktadır. O doğu ve batı muhakemesini özgün bir şekilde yapacak derecede derin kültür ve tarih bilgisine sahip müstesna bir şahsiyettir. Atatürk’ün satır satır altını çizerek okuduğu bilinen kitapların sayısının 3997 olduğunu hatırlatmak bu dediklerimiz için yeterince aydınlatıcıdır sanırım. (Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Anıtkabir Derneği Yayınları, 1/VII)

Bugün, ülkemizdeki Atatürk karşıtlığının temelinde din olgusunun yatmakta olduğunu ve Atatürk’ün dinin karşısında gibi gösterilmeye çalışıldığını hep biliyoruz.

Bu bakımdan, Atatürk’ün dinimiz ve lâiklikle ilgili fikirlerini bilmemizde büyük yararlar vardır.

Önce şunu belirtmeliyiz ki, 20. asırda önemli bir yer işgal etmiş hiçbir yenilikçi ve inkılâpçı, toplumsal değişim projesinde din olgusuna pozitif anlamda yer verme gereği duymamıştır. Onların her biri dini ya görmezlikten gelmiş, yahut da dinin toplumu zehirleyen bir afyon ve uyuşturucu olduğunu belirtip kökünden söküp atmaya çalışmıştır. Çağdaşları içinde bunun tek istisnası M. Kemâl ATATÜRK’ tür. Atatürk, halkı dinsiz olmaya değil, tam aksine bilerek, anlayarak ve hurafelerden soyutlayarak dini anlamaya teşvik etmiş ve bunun için gereken yasal ve toplumsal düzenlemeleri yapmıştır.

Esasen Atatürk’ün yetiştiği aile ve çevresi itibariyle de dinden uzak kalması mümkün değildir. Son derece dindar bir ailede yetişen, sonra da kendini yetiştiren üstelik bu kadar zeki olan birinin dinsiz olması zaten düşünülemez. Tanrının varlığını kabûl eden bilim adamlarından Einstein’e göre de “Engin bir bilimsel kafaya sahip olanlar arasında kendine ait dinsel duyguları olmayan birine zor rastlanır.” (Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi,470) Bu husus ayrıca Yüce Allah’ın ifadelerine de denk düşmektedir. (Fatır,28)

Kısaca diyebiliriz ki,
Atatürk hem dindardı hem de iyi bir müslümandı.

Çünkü;
Atatürk, Evrenin bir yaratıcısı olduğuna inanırdı. Nitekim, O’nun “Şu alemde insan üstü bir kuvvet vardır. Siz isterseniz O’na Allah, isterseniz tabiat deyiniz. Fakat O’nu asla inkâr etmeyiniz.” (a.g.e.450) şeklindeki sözleri bu inancın bir ikrarıdır.

Atatürk de bizim gibi Allah’a sığınıp dua ederdi.

İşte bir örnek.
Afyon Kocatepe’de, Atatürk bir taşın üstünde otururken birden başlayan top atışlarıyla ayağa kalkıp şöyle yalvarıyor. “Ey Rabbim, Yunanlıların kazandığını gösterme bana, onlar kazanacaksa şu gök kubbe benim başıma yıkılsın daha iyi. Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme. Anacığım bize dua et.” (a.g.e.451)

-Atatürk zaman zaman Kur’an okurdu.
“Ben Kur’an okumak istediğimde çok defa Yasin suresini okurum.” Sözleri O’na ait. (a.g.e.438) O bazen manevi kızı Nebile’den Yasin-i Şerif dinlerdi.

-Atatürk özel hafızına Kur’an okutup dinlerdi.
Atatürk’ün hafızı Yaşar Okur hatıralarında şöyle demektedir.
“Ramazanların Atatürk için çok büyük önemi vardı. Ramazan ayı geldiğinde incesaz heyeti Çankaya köşküne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzuruna çağırır, Kur’an-ı Kerimden bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerdi. Ruhen çok mütelelliz olduğu her halinden anlaşılırdı.” (Oğuz Kalelioğlu,a.g.e.,95)

-Atatürk, ordu için Kur’an okutulmasını emretmiştir.
1932 yılının Ramazan ayında Atatürk, Saadettin Kaynak’ı, Ordu müfettişlerine Kur’an okuması için görevlendirmişti. Sadettin Kaynak şöyle diyor. “..Bir çeyrek saat içinde hazırlandım. Tamam haberini verdim. Mecliste masa başında Atatürk’ün tam karşısına düşen bir yer seçtim. Atatürk’ün iki tarafında ordu müfettişlerinden şunlar, şunlar ve diğer birçok misafirler vardı. Ali imran suresinin 169, Enfal suresinin de 45,60 ve 66. ayetlerini okudum…Bu arada Atatürk ayetlerde geçen ifadelerin Kur’anın ne denli önemli bir kitap olduğunu gösterdiğini, “Kur’an’da neler varmış, bunlardan bizim hiç haberimiz yoktu.” diyerek alçak gönüllü bir biçimde dile getirmişti.” (Sinan Meydan,a.g.e.,442)

Atatürk, özel hafızına da imzalı Kur’an hediye etmiştir. (a.g.e.442)

- Atatürk her fırsatta Kur’an’a saygı gösterirdi.

Şimdi de Enver Benhan Şapolyo’yu dinleyelim.

Atatürk, Ankara Dil Tarih Fakültesinin önünde toplanan din bilginlerinin tek tek elini sıktı ve kendisini Ankara’ya davet eden Müftü Rıfat Börekçi’ye iltifat etti.

Seymen alayının idarecilerinden Güvençli İbrahim, bir elinde bayrak, diğer elinde altın işlemeli bir pala olduğu halde alayın önünde duruyordu. Göğsünde bir hamayıl Kur’an-ı Kerim asılı idi. Mustafa Kemâl, kendisine yaklaşarak Kur’an-ı Kerimle bayrağın ucunu öpüp başına koydu…” (a.g.e.,442)

Kendisine 1923 yılında armağan edilen küçük bir Kur’an’ı alınca Atatürk şöyle dedi. “Bence kıymetini takdire imkân olmayan bu hediyeyi en derin ve hürmetkâr dini duygularımla muhafaza edeceğim.” (Prof. Ali Sarıkoyuncu. Atatürk, Din ve Din Adamları,36)

- Atatürk, sevgili Peygamberimizi yüceltmiş ve yolundan gidilmesini teşvik etmiştir.

İşte birkaç sözü.
“Hz. Muhammed’in yaydığı din, insanların kalplerinde derin bir haz uyandırdı. O ölüp gittikten on dört asır sonra bile İslâmiyet kalplerde halâ haz meydana getirmektedir.” (Pro. A.Sarıkoyuncu, Atatürk, Din ve Din Adamları,25)

“Mazhar-ı nübüvvet ve risalet olan Fahrialem Efendimiz.. Arap toplumu içinde Mekke’de dünyaya gelmiş bir vücud-u mübarek idi…

Cenab-ı Peygamber, Peygamberlerin sonuncusu olmuştur. Muhammet Mustafa, Peygamber olmadan önce kavminin sevgisini, saygısını ve güvenini kazandı.

Hz. Muhammed Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinden bugün milyonlarca kişi yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat O sonsuza kadar ölümsüzdür.

Hz. Muhammed’i bana cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayesine kapılan bazı cahil adamlar, O’nun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve uygulayabilir?” (a.g.e.28,29)


“…yüzü nurlu, sözü ruhani, ergin ve görüşte bedelsiz, sözünde sadık ve halim ve mertlikte başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa…” (Sinan Meydan, a.g.e.527)

Atatürk’ün, ölümünden kısa süre önce yayınladığı son mesajında da şu ifadeler yer almaktadır.


“Bütün dünya Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’in (S.A.S.) gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Bütün Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli, İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira insanlar ancak bu şekilde kurtulabilir ve kalkınabilirler.” (Prof. A. Sarıkoyuncu,a.g.e.38)

- Atatürk ezan dinlerken ağladığı olurdu.

Mithat Cemal Kuntay “Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayında verdiği bir yemek davetinin sabahında manevi kızı Nebile’ye bir sandalye üzerine çıkıp sabah ezanını okumasını işaret etti. Bir aralık baktım ki, Gazi Mustafa Kemâl ağlıyordu.” diyor. (Meydan, a.g.e.436)

- Atatürk iyi derecede dini bilgiye sahipti.

Atatürk dini konularda geniş bir bilgiye sahipti. Oldukça iyi Arapça bilen Atatürk özellikle İslâm dini konusunda ayrıntılı denecek kadar bilgi sahibiydi. İslâmiyet’in sadece tarihsel gelişimini bilmekle kalmayıp inanç ve ibadet boyutunu da iyi biliyordu. (a.g.e.,443)

- Atatürk Ramazan ayına büyük önem verirdi.

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule hanım şunları kaydediyor. “…Her Ramazanın bir günü ve çoğunlukla Kadir gecesi bana iftara gelirdi. İftar sofrasını eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi…” (a.g.e.,455)

- Atatürk din bilginlerine saygı gösterirdi.

İlk Diyanet İşleri Başkanımız merhum M. Rıfat Börekçi anlatıyor.

“Ata’nın huzuruna geldiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, eğilir, büzülür. “Paşam beni mahçup ediyorsunuz” dediğim zaman “Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır.” buyururlardı. (a.g.e.,496)

- Atatürk, her yıl Çanakkale şehitleri için Mevlid okuturdu.

Hafız Yaşar anlatıyor. “1932 yılında Atatürk’ün emriyle Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde Mevlit okunması uygun görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı. Bu seneki merasime başkanlık etmemi söyledi ve durum İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi’ye de Dolmabahçe Sarayından telefonla bildirildi.” (a.g.e.,446)

- Atatürk, zaman zaman namaz kılardı.
Meselâ, TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara Hacı Bayram Camiinde Cuma namazı kılmış, 7 Şubat 1923 tarihinde hutbe okuduğu Balıkesir Paşa Camiinde de cemaatle namaz kılmıştır. (a.g.e.,48)

Kısaca Atatürk’ün, daha çocukken annesinin yönlendirmesiyle aldığı dini eğitiminden, küçük yaşta Kur’an okumayı ve namaz kılmayı öğrenmesine, Selanik’te akrabalarının tekkelerine giderek katıldığı dini ayinlerden, askeri okulda namaz kılmak istediği zamanlarda su bulunmadığında çektiği sıkıntılara, Çanakkale’den yakın dostlarına kan ve barut kokuları arasında yazdığı mektup aralarına sıkıştırılmış olan dinsel ifadelere, Milli Mücadele yıllarında yüksek bir din kültürünün göstergesi olan İslâmî söylemlerinden, İslâm dini ve İslâm tarihi hakkında okuduğu çok sayıda kitaba, Dolmabahçe Sarayında özel hafızına okutup dinlediği Kur’an namelerinden Çanakkale şehitlerini anma yıldönümlerinde okuttuğu mevlitlere, annesinin mezarı başında Allah’a yemin etmesinden, annesinin yıldönümünde okuttuğu Kur’an ve mevlitlere kadar tarihin sayfalarında gizlenmiş gerçeklerin kamuya mal edilmesinin, var olan Atatürk sevgisini daha da pekiştireceğine tam bir inanç içinde olmalı ve ona göre davranmalıyız.

Yabancı Gözüyle Atatürk’ün Dindarlığı.
Yerli ve yabancı bir çok gözlemci ve uzmana göre de Atatürk’ün dini inancı vardı. Bu gözlemcilere göre Atatürk, akılcı değerlendirmeleriyle en son din olan İslâm’ın en mükemmel din olduğunu düşünmekte ve ifade etmekteydi.

“Yeni Türkiye’de İslâmcımlık” adlı eserin yazarı Gotthard Jaeschke, “Atatürk’ün kendini Müslüman olduğu için mutlu saydığını, hatta bir çok defa meselâ Hıristiyanlığa karşı İslâmiyet’i savunduğunu” belirtmektedir. (a.g.e., 468)

ABD’nin büyükelçisi Sherrill’in söyledikleri de kayda değer. “Atatürk’ü din düşmanı diye suçlayanlara karşı O’nun Allah’a inandığını söylemeliyim. İnsanlığın bir Allah’a sahip olma ihtiyacı ve hakkına, insanın Allah’a şahsen bağlanma ihtiyacı ve hakkına inandığını da eklemeliyim. Ama bunun kalıplaşmış dualar aracılığı ile yapılacak bir şey olmadığına inanıyordu.” (a.g.e.,169)

Yorgi Pasmazoğlu da Atatürk ve din konusunda şunları söylemektedir. “…Mamafih Kemal dinsiz değildir. Bende bıraktığı izlenime göre ulûhiyet kavramını Woltaire’nin anladığı şekilde kabul etmektedir. Dini, vicdani bir mesele olarak görmektedir. Kendisi doğuştan dini tolerans sahibi olduğundan vicdan hürriyetine saygı göstermektedir.” (a.g.e., 467)

Prof. Dr. Mete Tuncay, Feroz Ahmad, Alparslan Işıklı gibi son dönem aydınları da Atatürk’ün bir din anlayışına sahip olduğunu ifade etmektedirler. (Sinan Meydan, a.g.e., 466, 467)

Atatürk’ün dinimize bizzat yaptığı hizmetler.

1- Atatürk’ün dinimize yaptığı hizmetlerin başında, görevi İslâm dininin inanç, ahlâk ve ibadet esaslarını ayırım yapmadan bütün insanlarımıza anlatmak, ibadet yerlerini yönetmek ve ibadetlerin doğru yapılmasını sağlamak olan Diyanet İşleri Başkanlığının yasal bir kurum olarak Devlet teşkilâtı içinde yer almasına öncülük etmek gelir.

2- Halkın din konusunda doğru bir şekilde bilgilenme, yanlışı doğrudan, gerçek olanı olmayandan ayırt edebilmesi için günümüzde hala en güvenilir temel kaynaklarımızdan olan 9 ciltlik “Hak Dini Kur’an Dili” adlı Kur’an tefsirini Muhammed Hamdi Yazıra, sevgili Peygamberimizin hadislerinden oluşan Sahih-i Buhari kitabının kısaltılmış olarak 12 ciltlik “Tecrid-i Sarih Tercümesi” ni önce Ahmet Naim’e sonra da Prof. Dr. Kamil Miras’a sipariş verip bunların ilim dünyamıza kazandırılmasını sağlamış olmak da Atatürk’ün dinimize en büyük hizmetlerinden birisi olmuştur. Üstelik bu Kur’an terceme ve tefsirinin ücretini bizzat kendisi karşılamış, hadis tercemesi için de bütçeye ödenek koydurmuştur.

1930 yılında Vossische Zeitung gazetesinin 73. sayısında yayınlanan bir demecinde Atatürk şunları söylemiştir. “Kur’anın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak tercüme ediliyor. Hz. Muhammed’in hayatına dair bir kitabın da tercüme edilmesi için de emir verdim…” (Pro. Dr. Toktamış Ateş, Biz Devrimi Çok Seviyoruz,67,68)

ABD’nin Büyükelçisi Scherrill de Atatürk’ün din anlayışı hakkında şunları söylüyor. “Dini devletten ayırması dinsizlik değildi. Bunu Kutsal Kitabı kendi dillerinde yayınlatarak bir elle aldığını diğeri ile vererek kanıtladı. Herkesin kendisi okuması için Kutsal Kitabın sayfalarını açtıysa O’na dinsiz demek haksızlık olmaz mı? Kesinlikle evet. Kabul etmek gerekir ki, basit bir tren kondöktörünün ve yüz binlerce sade Türk’ün her günkü yaşamına Kur’an’ı sokan adam hiç şüphesiz saygı değer bir dini ihtilâl yapmıştır. (Sinan Meydan, a.g.e.,468)

3- Atatürk’ün dinimize yaptığı önemli hizmetlerden biri de Cuma ve Bayram günlerinde camilerde okunan hutbelerle ilgilidir. O güne kadar Arapça okunan hutbeler Atatürk’ün talimatlarıyla Türkçe okunmaya başlanmış, böylece hutbede söylenenler dinleyiciler tarafından anlaşılır olmuştur.

Şimdi bir soralım kendi kendimize, dine karşı olan bir kimsenin onun anlaşılması için bu kadar gayret sarfeder mi? Peki dinin anlaşılması için böyle köklü ve etkili tedbirler alan bir kimse hangi vicdanla din karşıtı gösterilebilir? İşte dikkatli ve basiretli olmamız gereken husus budur. Eğer Atatürk, din karşıtı birisi olsaydı Kur’an meal ve tefsirine, hadislerin açıklanıp şerhedilmesine, hutbelerin Türkçe okunmasına bu kadar önem verir, bunlar için özel ödenek ayırırmıydı hiç? Bunları düşünmemiz gerekir. Onun için de okumamız, araştırmamız ve her söylenene kulak asmamamız gerekir.

Ayrıca, İslâm kültürüne dair engin bilgisi ve Kur’an’ı tercüme edecek kadar Arapça’ya hakim olması gibi meziyetleriyle Atatürk’ün liseler için yazdırdığı tarih kitaplarındaki “İslâm Tarihi” bölümünü bizzat kendisinin yazdığını da belirtmekte fayda vardır. (Prof. Dr. E. Ruhi Fığlallı, Atatürk ve Din,236) Bunların her biri bize bir çok şey öğretecek durumdadır, unutmayalım.

Atatürk’ün dinle ilgili sözlerinden bazıları da şunlardır.

“Din vardır ve lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Temeli çok sağlam bir dinimiz var, malzemesi iyi. Fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etme gereği duyulmamış. Aksine bir çok yabancı unsur/hurafe binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni ve sağlam bir din kurmak lüzumu hasıl olacaktır.” (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,206)

“Türk milleti dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum… Din şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.” ((Söylev ve Demeçler,3/70)

“Milletimiz dil ve din gibi kuvvetli iki hazineye sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.” (Söylev ve Demeçler,2/66,67)

“Bizim dinimiz en tabii ve makul dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lâzımdır. Bizim dinimiz tamamen bunlara uygundur. Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şey ki, akla, mantığa, kamu yararına uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz akla ve mantığa uygun bur din olmasaydı en mükemmel olmazdı.” (Söylev ve Demeçler, 2/127)

“Müslümanlıkta imam, toplumun en üstün adamıdır, zamanının en münevver/aydın adamıdır. Dört beş yüz yıl birbirini tutmayan içtihatlarla, esen rüzgara göre verilmiş fetvalarla inançlarıyla oynanan Türk milletinin din duygularını uzun süre skolâstik cahilin eline bırakamayız. İleride bu işi bizzat elime alacağım. (Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi,36)

“Bizde Ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir. Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lâzım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik ve bilimsel fenni telkin kudretine sahip olacak güzide ve gerçek büyük alimler yetiştirecek yüksek kurumlara da malik olmalıyız.” (Söylev ve Demeçler, 2/94)

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3. toplantı yılını açarken 1 Mart 1922 tarihinde söylediği şu sözler de bizler için büyük manâ ifade eder. “…Genel olarak bütün köylüye okumayı, yazmayı ve dört işlemi öğretmek, yurdunu, milletini, dinini dünyasını tanıyacak ölçüde coğrafya, tarih, din ve töre bilgisi vermek, eğitim ve politikamızın amacıdır.” (Prof. Dr. Toktamış Ateş, Dünyada ve Türkiye’de Lâiklik,110)

Düşmanlarımız bizi dinin tesiri altında olmakla suçluyorlar, duraklama ve gerilememizi buna bağlıyorlar. Bu hatadır.” (Söylev ve Demeçler,2/90)

“İslâm toplumunun düştüğü zulüm ve yoksulluğun elbette bir çok nedenleri vardır. İslâm dünyası din gerçekleri dairesinde Allah’ın emrini yapmış olsaydı böyle bir sonla karşılaşmazdı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf edelim ki düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve fen ve her türlü uygarlık imkânlarından azami derecede yararlanmak zaruridir. Hepimiz itirafa mecburuz ki bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.” (Söylev ve Demeçler, 2/95-96)
Atatürk ve Lâiklik:

Prof. Dr. Yavuz Abadan’a göre “Lâiklik, dinin siyaset ve devlet işlerine karıştırılmaması ve her vatandaş için vicdan hürriyeti sağlanması” demektir. (Prof.Dr.A.Sarıkoyuncu,a.g.e.,40)

Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de “Lâiklik din hürriyetini ve bundan doğan vatandaş haklarını düşmanlarına karşı korumaktır. Devlet hayatında lâikliğin gayesi budur. Lâik devlet, din hürriyetini ve dindarı her çeşit tecavüze karşı koruyan devlettir.” demektedir. Yine Başgil, “Lâikliği dinsizlik sanmak, onu yanlış anlamaktır, lâiklik diyorum ne münkirliktir, ne de hususiyle din düşmanlığıdır.” diye vurgu yapmaktadır. (a.g.e.,65)

Ünlü tarihçi Bernard Lewis, “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı eserinde Atatürk’ün lâiklik anlayışı ile ilgili olarak şunları söylüyor.

“Kemalist din politikasının temeli lâiklikti, dinsizlik değildi. Amacı İslâmlığı yıkmak değil, onu devletten ayırmak-siyasal, toplumsal ve kültürel işlerde –dinin ve onun temsilcilerinin yetkisine son vermek ve bunu inanç ve ibadet konularına hasretmekti.” (Bernard Lewis, Modern Türkiyenin Doğuşu,408)

Bir başka yabancı Robert de Beauplan ise şunları söylüyor. “…Atatürk’ün yaptığı esaslı devrimlerin bir çok örnekleri gösterilebilir. Fakat bunların başlıca üç prensibi şunlardır.Modernleştirme, Demokratikleştirme, Lâikleştirme. Bunun için Atatürk’ü itham edenler olmuştur. Fakat bu düşünce yanlıştır. Atatürk hiçbir zaman dinin kendisini tazyik etmemiş ve vicdan hürriyetine daima riayet etmiştir. O yalnız eskiden dinin her şeye hakim olduğu bir ülkede dini kendi alanına, yani ruhani ve manevi alana nakletmiştir.” (Sinan Meydan, a.g.e.,468)

Prof. Dr. Toktamış Ateş şunları kaydediyor. “Laik devlet, dinle her türlü bağlantısını koparmış devlet değildir. Zaten devletin en temel işlevi toplumsal yaşamı düzenlemektir. Toplumsal yaşamın bu en önemli kurumu karşısında devlet nasıl ilgisiz kalabilir? Lâik devlet, yönetenlerin yönetme yetkisinin kaynağının Tanrı ve din olmadığı bir devlettir.” (Prof. T. Ateş, Dünyada ve Türkiye’de Lâiklik,30)

Esasen Atatürk de lâikliği dinsizlik olarak algılamamış, böyle algılayanları da çeşitli vesilelerle kınamıştır. Nitekim O “Laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fırsatçılara fırsat vermemek lâzımdır.” (Prof. A. Sarıkoyuncu, a.g.e ,63) diyerek bu konudaki tutumuna açıklık getirmiştir. Atatürk’ün “Lâiklik yalnız din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Lâiklik bütün vatandaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmektir.” (a.g.e/63) demesine rağmen her ne hikmetse bir takım kafalar kendi dinsizliğine O’nu örnek göstermeye yeltenmektedirler. Bu oyuna gelmemek gerekir.

İşte yine O’nun sözleri.
“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz. Kasta ve eyleme dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz.” (Sadi Boran, Atatürk ve Din,82)

Prof. Dr. Mete Tuncay’a göre de “Lâiklik, inançları ve vicdanları siyasetten ve siyasetin çeşitli bozulmalarından kurtaracaktır.” (Prof. Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetimi,382)

Kısaca, Atatürk lâiklikle dine ve dindara rahatlık sağlamayı amaçlıyordu, diyebiliriz. Zaten O’nun bütün söylemleri ve uygulamaları bu yöndedir. Yerli yabancı bir çok kalem sahibi O’nun bu özelliğini hep ortaya koymuşlardır. Bize bunları okuyup değerlendirmek kalıyor. Lord Kinross’un da dediği gibi “Atatürk, hiçbir zaman dini kökünden söküp atmaya çalışmamıştı. Bütün elde etmek istediği şey, dini yüzyıllardan beri anlaşılageldiği siyaset aracı olmaktan kurtarmaktı.” (Sinan Meydan,a.g.e.,329)

Atatürk’ün din özgürlüğü anlayışına ve dini uygulamalar karşısındaki tavrına da birer örnekle bakmakta yarar vardır.

“Atatürk 1930 yılında Fevzi Çakmak’la birlikte trenle bir yurt gezisine çıkmıştı. Yolculuk sırasında yüksek rütbeli subaylardan birinin namaz kıldığını gören bir milletvekili bu durumu gizlice Atatürk’e bildirmiş, Atatürk, namaz kılmayı kendince eksiklik gören milletvekilinin bu davranışını yadırgamış, milletvekilini azarlamış ve ibadet etmenin, namaz kılmanın son derece doğal bir davranış olduğunu bildirmiştir.” (Sinan Meydan,a.g.e.,452)

Hoşgörünün karşıtı olan taassup konusundaki Atatürk’ün görüşleri de şöyle. “ …Taassupsuzluk, o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiçbir kin duymaz. Bilâkis hürmet eder.” (a.g.e., 453)

Münir Hayri’nin naklettiği bir başka olay.

“Bir gün Necip Ali, Mustafa Kemal’e “Efendim, Münir namaz kılar” dedi. Atatürk de bana dönerek “Sahi mi?” diye sordu. “Evet Paşam” diye cevap verdim. “Niçin namaz kılıyorsun?” sorusuna, “Namaz kılınca içimde bir sükûn ve huzur hissederim” dedim. Atatürk, biraz önce bana gülenlere döndü ve şöyle dedi. “Batmak üzere bulunan bir gemide bulunsanız, herhalde yetiş ya Gazi demezsiniz. Yetiş ya Allah dersiniz. Bundan tabii ne olabilir ki? Sonra bana dönüp “Dünyadaki işlerine zarar getirmemek şartıyla namazını kıl, ama heykel de yap, resim de…” dedi.” (a.g.e.,454)

Atatürk’ün vicdan hürriyeti tanımı da şöyle:
“Vicdan hürriyeti, her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, mensup olduğu bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahip olmak demektir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.” (S. Burak, Atatürk ve Din,79,80)

Atatürk’ün ibadet ve inanç özgürlüğüne verdiği önemin en açık kanıtı, döneminde çevresinde bulunan yüksek memurlar ve önemli kişiler arasında oldukça dindar, beş vakit namazını aksatmayan kişilerin olmasıydı. Atatürk hiçbir zaman bu kişileri dindarlıklarından dolayı küçümsememiş ve onlara herhangi bir baskı da yapmamıştır. Hatta ibadet edenleri çok defa takdir etmiştir. Profesör Kemal Karpat’ın deyişiyle Atatürk, Fevzi Çakmak’a dindarlığından ötürü aşırı saygı göstermiş, Genel Kurmay Başkanı olarak tutmuş ve yanında hiçbir zaman içki içmemiştir. (Prof. Dr. Kemal Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması,353)

Atatürk döneminin şahitlerinden Ercüment Demirer Atatürk döneminde namaz kılan memurların işten atıldığı şeklindeki ifadelerin yalan ve iftira olduğunu belirtip şunları söylemektedir. “…Ordunun başı olan rahmetli Fevzi Cakmak, yardımcısı Orgeneral Asım Gündüz namaz kılarlardı. TBMM başkanı olan Abdülhalik Renda da Cuma ve Bayram namazlarını Hacı Bayram Camiinde kılardı.” (Sinan Meydan, a.g.e.,455)

Sonuç olarak diyebiliriz ki, dirliğimize kastetmek isteyenler değişik argümanlarla karşımıza çıkabilir, ortak değerlerimizi sulandırabilirler. Bunlara karşı son derece uyanık olmak zorundayız.

Her şeyin esası bilgi ve gözlemdir. Bilgi güçtür, kuvvettir. Öyleyse her türlü tehlikeye karşı bilgiyle durmaya özen gösterelim. Okuyalım, okutalım. Ortak değerlerimizi asla ihmal etmeyelim. Milli tarihimizi, kültürümüzü, Cumhuriyetimizi ve bağımsızlığımızı tehlikeye düşürecek her türlü davranışa karşı tedbirli olalım. Bunları çocuklarımıza da okutalım, belletelim, kavratalım. Atatürk’le ilgili bir şey söyleyebilmek için asgari O’nun Nutku’nu okumanın şart olduğunu asla unutmayalım.

Ayrıca bizim dini terbiyemiz gereği ölüleri hayırla anmak zorunda olduğumuzu da hep aklımızda tutalım. Zira sevgili Peygamberimiz, “Ölülerinizi hayırla anın” buyurmaktadır.Allah rahmet eylesin, yeri mekânı Cennet olsun.

Ahmet OKUTAN

Tekirdağ Müftüsü"

Sayın Tekirdağ Müftüsü’nün bu çok önemli konferansının neredeyse tamamında BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ’ni kaynak olarak göstermesi ATATÜRK VE DİN konusundaki gerçeklerin halka yayılmaya başladığının en açık kanıtlarından olsa gerekir.

Diyanet Aylık Dergisi (2007 Kasım) 159. sayısında Prof.Dr. Ali SARIKOYUNCU cumhuriyetin din politikasını açıklarken Bir Ömrün Öteki Hikayesi’ne atıf yapmıştır.

"….TBMM görüşmelerinde din hizmetlerinin yanı sıra, din eğitimi ve medreseler konuları üzerinde genişçe durulmuştur. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere milletvekilleri, İmam-Hatiplerin çağı yakalamış, yenilikleri takip eden kişiler olması gerektiğini belirterek, İslâm dinini halka anlatan kişilerin aydın, çağdaş değerleri benimsemiş olmalarının büyük önem taşıdığı üzerinde durmuşlardır (Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, İstanbul, 2003, s.408). Ayrıca Mecliste, müspet ve manevî bilimleri özümsemiş bir neslin, maddî ve manevî yönden doyuma ulaşmış bir din hizmetlisi ordusuna duyulan gereksinim dile getirilmiştir. Bu arada Müslüman Türk halkına Asr-ı Saadet Müslümanlığını öğretip, o Müslümanlığı yaşatmak için tek çıkar yol olarak, madde ve mananın bütünleştiği bir eğitim-öğretim sisteminin oluşturulması vurgulanmıştır…"


BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ’nin Atatürk ve din konusunda açtığı yoldan gidenler bu konuda yeni bulgulara ulaşmışlar ve ulaşmaktadırlar. Artık vatan ve millet düşmanları öyle ellerini ve kollarını sallayarak "Atatürk dinsizdi" diyerek genç nesilleri aldatamayacaklardır.

Gazteci televizyoncu Muharrem Bayraktar, BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ’ni kaynak olarak kullandığı yazılarında Atatürk ve din hakkında değerlendirmeler yapmıştır. İşte o yazılardan biri:

"ATATÜRK, RAMAZAN ve ORUÇ (21.11.2003)
" ….."

Ramazan ayında Dolmabahçe Sarayı’na gelen ve oruç tutan misafirlerine özel ilgi gösterir, iftar sofrasıyla bizzat ilgilenir, ibadet etmek isteyenlere büyük saygı gösterir ve bu konuda gereken tüm kolaylıkları sağlardı. Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule’ye:

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım bu konuda şunları söylemektedir:

“… Her Ramazan’ın bir günü ve ekseriyetle Kadir Gecesi bana iftara gelirdi. O gün imkân bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman, iftara başlarken dua ederdi” (Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, s.445).

“Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme!” diye hatırlatmada bulunup, hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir

Atatürk Ramazan’da oruç tutan Müslümanlara karşı saygılı davranırdı. Milletin yüzüne baka baka su içmez, bazı davranışlarından vazgeçerdi. Hafız Yaşar Okur da, Atatürk’ün Ramazan aylarındaki davranışlarını şöyle gözlemlemişti:

“Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez, ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur’an–ı Kerim’den bazı sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu içinde dinlerdi.Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram–ı Veli ve Zincirlikuyu Camilerinden şehitlerin ruhuna Hatm–i Şerif okumamı emrederlerdi. O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle cami hınca hınç dolardı” (A.g.e).

İlk Cumhurbaşkanı Atatürk, kendisini o makama getiren Türk halkının inancına işte böyle saygı gösterirdi. Atatürk oruç tutmasa bile, oruç tutan halkın ibadetine çok önem verir, çok saygı gösterirdi. Bugün Atatürk’ün koltuğunda oturan Sezer’in, O’nun kabrinin başında mübarek Ramazan ayında su içmesi, Atatürk’ün hatırasına karşı yanlış bir davranış olmuştur. Laik devleti kuran Atatürk böyle yapmamıştı. Dine, dindara ve Müslüman’ın ibadetine saygılıydı. Bugünün Cumhurbaşkanlarından da bunu beklemek hakkımız değil mi? Eğer O’nun peşinden gidiyor iseler. (Muharrem Bayraktar)"

Son zamanlarda kitabıma olan ilginin giderek artması, Atatürk’ün topluma doğru anlatılmasını kendine misyon edinmiş bir yazar olarak beni çok mutlu etmektedir.


İşte bu ilginin son kanıtlarından biri olarak Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün 10 Kasım 2007′de yazığı Atatürk ve din konusundaki bir yazıda BİR ÖMRÜN ÖTEKİ HİKAYESİ hakkındaki görüşleri:

ŞÜKRAN VE TÂZİMLE ANIYORUZ!

09/11/2007

Ülkemizi ve halkımızı emperyalizm ve Haçlı boyunduruğundan kurtaran, Türk-İslam aydınlanmasının yolunu açan büyük Atatürk’ü, sonsuzluğa geçişinin 69. yılında minnet, şükran ve tâzim duygularımızla anıyoruz, ve onun hayatından, aynı zamanda hem ibret hem de ders olan üç belgeyi buraya alıyoruz.

1. Yeni Türk harfleri milletimizin istifadesine sunulduğunda, Atatürk bütün yurtta bir öğretmen gibi çalışmış, tren istasyonlarından, köy meydanlarına kadar kapalı ve açık her mekânı kullanarak halka dersler vermişti.

Bununla da yetinmeyip Ankara’dan, ‘Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden bütün Türkiye’ye yönelen bir öğretmen-öğrenci ağı’ örmüştü. Cumhurbaşkanlığı Atatürk Arşivi’nde, Atatürk tarafından 30 Eylül 1928’de çekilmiş, tarihte eşine belki de asla rastlanamayacak şu telgrafın kayıtlarını buluyoruz:

“Gemlikte Bir Kısım Esnafa: Gemlikte, gazozcu Haydar, tuhafiyeci Yahya, zahireci İsmail, Bekir Ali, Adil ve Hasan, Hüseyin, Çiftçilerden Ethem, Zeytinci Mustafa, Sait, Bakkal Osman ve Halit efendilere! Okuma ve yazmayı bir haftada öğrenmek gayretini gösterdiğinizden memnun oldum; tebrik ederim. Arapça ve Farsça kelimelerde ‘k’ ve ‘g’nin önlerine ‘h’ gelmesi meselesiyle zihinlerinizi meşgul edip karıştırmayınız. Tespit edilmekte olan lügat, bunu arzunuz üzere halledecektir, efendim.” (ABE, 22/251)

Aynı arşivde, benzeri telgraflar onlarcadır…

2. Bal Mahmut, hatıralarında anlatıyor:
“Bir gün Kılıç Ali’nin evinde, Refik Koraltan, ‘Paşam, dedi, itimat buyurun, Anadolu’nun en ücra köşesinde bir çobanın kalbini açtığınız zaman orada Mustafa Kemal yazar. Bu böyledir, Paşam.’ Atatürk şu cevabı verdi: ‘Beyefendi, Anadolu’nun ücra köşesinde bir köylünün, bir çobanın kalbini açtığınız zaman orada Mustafa Kemal yazdığını ben de zatı âliniz kadar biliyorum. Amma benim kadar sizin de bilmenizi istediğim bir şey vardır ve o da şudur: Orada bir çobanın bulunduğu yerin on dakika ilerisindeki bir köy imamı gelip o ismi oradan on dakikada siler. İsterse istediği bir başka ismi yazar. Bunu da sizin benim kadar bilmenizi isterim.” (Mahmut Baler, Atatürk’ten Anılar, Milliyet gazetesi, 9 Kasım 1970)

3. Atatürk konusunda yazılmış en güzel kitaplardan birinin yazarı olan Sinan Meydan, ‘Atatürk ve Din’ bahsinde şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Atatürk’ü diğer devrimcilerden, inkılaplarını da diğer inkılaplardan ayıran, Atatürk inkılaplarına farklılık katan noktaların başında onun din karşısında kayıtsız kalmaması gelmektedir. Kayıtsızlık bir yana, Atatürk inkılaplarının birçoğu, doğrudan din ile ilgilidir. İslam dinini öze döndürme amaçlı bu adımlar incelendiğinde, Atatürk’ün aynı zamanda, Türkiye’de gecikmiş bir dinsel inkılap hareketinin de öncüsü olduğu söylenebilir.” (Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, 396)"

HYP Lideri Prof.Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...k-le-allah-arasnda&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

97 YIL ÖNCE ÇİZDİĞİ KARİKATÜRDE BUGÜNLERİ GÖRMÜŞ!!

ddd.jpg


Osmanlı’da, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte, II. Abdülhamit’in basın üzerindeki sansürü kalkmış ve birçok gazete ve dergi çıkmaya başlamıştır. Bu dergiler içinde kadın dergileri ve mizah dergileri bile vardır. İşte o mizah dergilerinden birinde, bundan tam 97 yıl önce çizilmiş öyle bir karikatür var ki; insanı hem çok şaşırtıyor, hem de çok düşündürüyor.

Söz konusu karikatür, KALEM adlı Osmanlı mizah dergisinin 17 Kanun-i Evvel 1329 (1913) tarihli sayısında Mahmud Sadık imzasıyla yayınlanmış.

Karikatürün hemen altında, Osmanlıca, “ELLİ SENE SONRA TÜRKİYE” diye bir not var.

Karikatür, 1913 yılında yayınlandığına göre, karikatürü çizen kişi “elli sene sonra”, yani, 1963 yılında Türkiye’nin “karikatürdeki gibi” olacağı öngörüsünde bulunmuş.

Oldukça ayrıntılı olarak çizilen karikatürde İstanbul Beyoğlu tasvir edilmiş:

***

Karikatürde:

Bugünkü İstiklal Caddesi’nin her iki yanında uzanan çok katlı dükkanlar var.

Dükkanların çok değişik ürünlerle süslü zengin vitrinleri göze çarpmakta.

Dükkanların neredeyse tamamı Fransızca tabelalara sahip.

Bu tabelalarda: “BON MARCE, ZOOLOGİE, VOR NOTRE RAYÖNÜ, DENTELLES AU (…) ETAKE, ASCENSEUR, BAKER (o dönemin meşhur kumaşçısı), GRAND THEATR, KALEM” yazmakta.

Caddede araç trafiği çok yoğun. Caddenin görünen küçük bir bölümünde üç otomobil rahatlıkla seçilebilmekte. Otomobillerden birinin yoğun dumanı havaya saçılmış.

Bu araç trafiğinin içinde ön planda bir tramvay görülmekte. (Bugünkü nostaljik tramvayın neredeyse aynısı).

Caddede, karşıdan karşıya koşarak geçen bir erkek ve iki kadın var. Kadınlardan biri çarşaflı, diğeri ise uzun elbiseli ve elinde bir şemsiye var. Erkeğin başında ise fes…

Caddede ön planda sağda GRAND THEATR’ın hemen üzerinde bir durak var. Durağın üzerinde ışıklı bir lamba ve “uçan araç” bekleyen fesli bir beyefendi görülmekte. Yanlış okumadnız evet evet, "uçan araç" bekleyen fesli bir bey...

O beyefendinin hemen önünde, üzerinde POLİC yazan bir balonla havada uçarak hava trafiğini kontrol eden bir polis var. Evet, havada uçarak trafiği kontrol eden bir polis...

Caddede hava trafiği de çok yoğun. Havada yakın planda, kara çarşaflı bir bayanın sürdüğü dört tarafı camlı, şeffaf bir hava aracı var. Aracın direksiyonu ve güç kaynağı açıkça görülmekte. Bu şeffaf hava aracının ardında, biraz daha yüksekte, üzerinde LE TANINE BEİCOS yazan bir zeplin ve bir uçak var.

Arka plandaki çok katlı (bazıları 20 kattan yüksek) binaların üzerinde bahçeler, ağaçlar göze çarpmakta.

***

Geleceğin Türkiyesi hakkında “iddialı” bir öngörüde bulunan karikatürün, aslında kararsız ve ikili “Osmanlı modernleşmesini” eleştirdiği anlaşılmaktadır. Karikatürde, Osmanlı modernistlerinin, Tanzimat’tan beri cevap aradıkları “Nasıl modernleşmeli? Nasıl Batılılaşmalı?” sorusuna verdikleri, “Batı’nın bilimini, tekniğini alalım; ama geleneksel, dinsel, kültürel özelliklerimizi koruyalım” cevabına göre “modernleşildiği” halde, 50 yıl sonraki Türkiye’nin “çelişkileri”,“komik halleri” karikatürize edilmek istenmiş.

***

Karikatürü ve karikatüristin “düşündüren” ve “güldüren” öngörüsünü analiz ettiğimizde:

1. Karikatürist, Türk modernleşmesinin, sadece “teknolojik” ve “bilimsel” düzeyde gerçekleşeceğini, geleneksel ve kültürel bakımdan eski Osmanlı düzeninin aynen devam edeceğini düşünmektedir. Böyle bir durumda, 1963 Türkiyesi’nde “kara çarşaflı kadın sürücülerin (pilotların) uçan cam araçlar kullanacaklarını” ve “fesli uçan trafik polislerinin, hava trafiğini kontrol edeceklerini” öngörmektedir. Türkiye’de modernleşmenin sadece teknik alanda sınırlı kalacağını düşünen karikatürist, Türkiye’de insanların giyinişinde, görünüşünde, geleneksel yapıda bir değişim, bir devrim yapılamayacağını öngörmekte, en azından 1963’e kadar Atatürk gibi birinin çıkıp Türkiye’de sosyal hayatta (kadının giyinişiyle görünüşüyle modernleşmesi, şapka devrimi vs) bir devrim yapabileceğine imkan ihtimal vermemektedir.

2. Karikatürist, geleceğin İstanbulu’nun bütün vitrinleri Fransızca tabelaların süsleyeceğini belirterek, Fransızcanın egemen olacağı bir Türkiye öngörmektedir.

3. Karikatürist, geleceğin İstanbul’unun bir trafik sorunu yaşayacağını, bunun bir karmaşaya yol açacağını öngörmektedir.

4. Karikatürist, geleceğin İstanbul’unun yüksek binalarla dolacağını, dahası bu binaların terasında bahçelerin ve ağaçların olacağını öngörmektedir.

***

1913’ün Türkiyesi’nde baktığımızda, bir tarafta 1913 Babı-Ali Baskını’yla muhalefeti susturup tek başına iktidara gelen bir İttihat ve Terakki Partisi ve onun modernleşmeci bazı adımları, diğer taraftan emperyalist Batı’nın ve Osmanlı’ya kafa tutan Balkan devletlerinin saldırgan politikaları, Osmanlı Devleti’ni iki arada bir derede bırakmıştır. İttihatçılar, bir taraftan gücü ele geçirip otoriter yöntemlerle bir modernleşme programı uygulamak isterken, diğer taraftan emperyalist kuşatmadan kurtulmanın çarelerini aramaktadırlar. Osmanlıcılık politikasından bekledikleri sonucu alamayınca Türkçülüğe yönelmişlerdir. Fakat İttihatçılar, bütün iyi niyetli çabalarına rağmen çok geçmeden tecrübesizliklerinin kurbanı olacaklardır.

1911’de İtalyan emperyalizminin ani saldırısı üzerine Trablusgarp’ı İtalyanlara kaptıran Osmanlı Devleti, daha Trablusgarp’ın şokunu atlatmadan Rusya ve İngiltere destekli Balkan devletlerinin saldırısına maruz kalmış, 1913’teki I. Balkan Savaşı’nda Balkanların neredeyse tamamını kaybetmiştir. Osmanlı’nın 1913’te yaşadığı şok sadece bunlarla da sınırlı değildir; aynı yıl içinde Balkanlarda kalan Türkler, kendilerine yapılan büyük soykırımdan kaçarak yolara düşüp Anadolu’ya gelmiştir.

Özetle, 1913 yılı, Türkiye için bir “felaket” yılıdır. O felaket yılında, elli yıl sonraki Türkiye’yi doğru görebilmek, neredeyse imkansızdır. Yukarıdaki karikatüristin öngörüleri değerlendirilirken bu durum gözden kaçırılmamalıdır.

***

1913’ün Türkiyesi’nden, 50 yıl sonranın, 1963’ün Türkiyesi’ne bakmaya çalışan karikatüristin öngörülerinden bazıları 1963’ün Türkiyesi’nde gerçekleşmiş, bazıları hiç gerçekleşmemiş, bazıları ise 2000’lerin Türkiyesi’nde gerçekleşmektedir.

1963’te gerçekleşenler:

- Beyoğlu’ndaki hareketlilik ve kara trafiği

- Çok katlı yüksek binalar.

Hiç gerçekleşmeyenler:

- Beyoğlu’ndaki uçan araçlar ve hava trafiği

- Fesli erkekler.

- Sadece teknolojik alanda modernleşme ( Atatürk devrimi, Türkiye’de sosyo-kültürel alanda da büyük bir değişim yaratmıştır).

Bugün (2000’lerde) gerçekleşmekte olanlar:

- Çarşaflı kadınlar.

- Havada, camdan şeffaf uçan araçlarının direksiyonunda değil; ama yerde adeta uçarcasına giden son model ciplerinin içinde çarşaflı kadınlar.

- Fesli değil, ama cemaatçi polisler.

- Beyoğlu’ndaki mağazaların süslü vitrinleri ve Fransıca değil ama nerdeyse tamamı İngilizce tabelalar .

- Çok katlı evlerin (rezidans) üstünde bahçeler, ağaçlar. (Ağaoğlu: ‘Yaptı, oldu!).

Ve bir de:

- Beyoğlu’nda gelip giden o tramvay…

Bu durumda, 1913’te çizdiği karikatürün altına “Elli sene sonra Türkiye” diye yazarak, “1963 Türkiyesi’nde bunlar olacak” demek isteyen karikatüristin biraz acele ettiği anlaşılmaktadır:

“Elli sene sonra değil de doksan sene sonra Türkiye” deseymiş tam tutturacakmış...

Evet, karikatürst Atatürk devrimlerini öngörememiş, ama geleceğin Türkiyesi'nin "fesli", "çarşaflı", "yabancı hayranı" bir Türkiye olacağını öngörmüş...

Son olarak, 1913 Osmanlısında böyle bir karikatür çizilebilirken, acaba 2010'un "demokratikleşmiş" Türkiyesinde böyle bir karikatür çizilebilir mi? Bizim "dinciler" buna tahammül edebilir mi? diye de kendi kendime sormuyorum değil doğrusu....

(NOT: Bu karikatür 1913'ten sonra ilk kez 1998'de Hakan Alipin tarafından Atılgan dergisinde yayımlanmıştır.)

Sinan MEYDAN


08 Aralık 2010
kk.jpg
1913'te gelecekte uçan araç kullanacağı düşünülen çarşaflı kadın


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...e-buguenue-goermue&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

WİKİLEAKS BELGELERİNDEN ÖNCE İNGİLİZ BELGELERİ VARDI

ddd.jpg


Birkaç gündür WikiLeaks'in açıkladığı ABD Gizli Belgeleleri konuşuluyor, tartışılıyor.

Belgelerin büyük çoğunluğunun Türkiye'yle ilgili olması, WikiLeaks Belgeleri tartışmasının Türkiye'de çok daha "ateşli" bir hal almasını sağlamış durumda... WikiLeaks Belgeleri 'yle, 1946'dan beri (Türkiye'nin Kıbrıs Barış Harekatı ve ABD'nin Irak işgali hariç) aralarından sözüm ona "su sızmayan" iki müttefik; ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilerin ve ABD'nin Türk siyasetine ve siyasetçisine bakışının "perde arkası" çırılkçıplak biçimde ortaya saçılmış durumda...

Belgelerin nasıl sızdığı bir yana, açıklanan belgelerdeki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve bakanları hakkındaki iddialar çok ağır ve yenilir yutulur cinsten değil doğrusu...

Birkaç gündür dünyayı ve Türkiye'yi sarsan WikiLeaks Belgeleri, bana yakın tarihimizin perde arkasını aralayan İngiliz Belgelerini hatırlattı.

WikiLeaks Belgeleri , 2000'li yılların başında, ABD büyükelçilerinin ve temsilcilerinin gözlemlerine, incelemelerine, tanık oldukları olaylara, aldıkları bilgilere dayalı olarak tuttukları raporlara dayanıyor.

İngiliz Belgeleri ise, 1900'lü yılların başında İngiliz büyükelçilerinin, temsilcilerinin ve işgal subaylarının gözlemlerine, incelemelerine, tanıklıklarına ve aldıkları bilgilere dayalı olarak hazırladıkları raporlara dayanıyor.

Şimdi, gelin hep birlikte WikiLeaks Belgeleri'ni bir kenara bırakıp Kurtuluş Savaşı yıllarına geri gidelim ve Türkiye hakkındaki bazı İngiliz Belgelerine göz atalım:

İşte WikiLeaks Belgeleri'ni Gölgede Bırakan İngiliz Belgeleri

Belge 1: İngiliz Karadeniz Orduları Komutanı Milne, 17 Şubat 1919'da İngiliz Hükümeti'ne gönderdiği raporda: "Ordu Komutanı Yakup Şevki'yi attırdım. Yardımcısı Ali Rıfat Bey'i yakalattım. Batum Tümen Komutanı Mürsel Bey'i tutuklattım" demiş.

Belge 2: İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Webb, İngiltere'deki bir dostuna 19 Ocak 1919'da gönderdiği bir mektupta: "Görünürde memleketlerini işgal etmediğimiz halde valilerini tayin ediyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara aldırmadan özgür bırakıyoruz. Demiryollarını sıkça denetimimizde tutuyor ve istediğimiz herşeye el koyuyoruz. Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor... Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz... Bildiğiniz gibi Padişah (Vahdettin) bizi buraya yerleştirmeyi diliyor." demiş.

Belge 3: Anadolu'da Mustafa Kemal'i takip eden İngiliz Gizli Servisi'nden (MI6) Yüzbaşı Hurst, 12 Haziran 1919'da Samsun'dan İngiliz yetkililere gönderdiği bir raporda Mustafa Kemal'in çalışmaları hakkında: "Çevrdeki kasabalar ve ötesiyle kurduğu telgraf iletişimi öylesine büyük boyutlu ki, neredeyse telgraf haneyi tekeline almış gibi görünüyor. Yanındaki subaylarsa onun etkisiyle uzlaşmayan komşu köy ve kasabalarda sık sık görülüyorlar. Yunanlılara karşı bir direniş hareketini düzenlemekte olduğundan eminim..." demiş.

Belge 4: İngiliz Yüksek Komiseri Calthrope, 23 Haziran 1919'da İngiliz Dış işleri Bakanlığı'na gönderdiği bir raporda: "Gelibolu çarpışmalarında büyük bir ün kazanan Mustafa Kemal'in artık ulusal ve yabancı karşıtı duyguların merkezi haline geldiğini" belirtmiş ve Calthrope, bu raporun kenarına, "Mustafa Kemal Malta'ya sürülmelidir" diye de bir not eklemiş.

Belge 5: İngiliz Yüksek Komiser Vekili Webb, İngiliz Sir R. Graham'a, 28 Haziran 1919'da gönderdiği bir mektupta: "İzmir'e çıkışa kadar işler iyi gitmekteydi. Yavaş yavaş kötü (ulusalcı) vali ve komutanları işten attırıyorduk. Şimdi işler değişti. Mustafa Kemal, Samsun bölgesinde çalışıyor ve şimdiye kadar yola gelmeyi reddetti." demiş.

Belge 6: İngiliz Başbakanı Lloyd George, 5 Mart 1920'da Lordlar Kamarası'nda: "Mustafa Kemal Paşa, Maraş'ta, bizim müttefikimize (Fransa) saldırsın, biz hiçbir harekette bulunmayalım. Bu olamaz. Hemen en enerjik tedbirleri almalıyız. İlk iş olarak Mustafa Kemal Paşa'nın atılmasını istemeli. Sonra da Müttefik kuvvetlerle İstanbul'u işgal etmeliyiz." demiş.

Belge 7: 20 Haziran 1922'de İngiliz Kabinesi'nde yapılan gizli görüşmelerde: "Mustafa Kemal'e bir darbe indirmenin zamanı gelmiştir". "Ona hiçbir biçimde merhamet edilmemelidir". "Bolşeviklerle Kemalistler arasında bir çıkar çatışması yaratılmalıdır". "Bir Yunan birliği Bandırma'ya göndeirlip Mustafa Kemal arkadan sarılmalıdır". "Türkleri akıllandıracak en iyi yol Mustafa Kemal'i cephede yenmektir" denilmiş.

Belge 8: İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Rattigan, 24 Temmuz 1922'de Lord Curzon'a gönderdiği bir yazıda: "Kemalistlerin yenilgisi gerçekten kesin ise Anadolu'da bir Antikemalist hareket olasılığı çok kuvvetlidir... İstanbul'da Sultan'ın Dışişleri Bakanı Ahmet İzzet Paşa, bana Anadolu'daki ordunun yüzde 65'i ile Meclis'in yüzde 65'inin desteğini garanti etmiştir. Kemal devrilecektir. Kazım Karabekir Paşa da Sultana sadakat ve bağlılık telgrafı çekmiştir. Bu anlamlıdır". demiş. İngiltere Büyükelçiliği Baştercümanı Ryan'ın, 7 Şubat 1922'de Londra'ya gönderdiği "Mustafa Kemal'i Devirme Plan"ına göre, Mustafa Kemal, dışardan Müttefiklerin askeri gücüyle değil, içerden saltanatın gücüyle devrilecektir. Bunun için "daha makul" bir barış anlaşması yapıp sultana (Vahdettin'e) imzalatılacaktır. Bunun üzerine sultan milliyetçilerin bir kısmını kendi yanına çekip otoritesini yeniden kuracaktır. Arkadan da Müttefiklerce de desteklenecektir. Müttefikler, Türk halkının "milli amaçlarına istekli gözüküp" Sevr Antlaşaması'nda yapılacak bazı değişiklikleri "tantanayla" ilan edecekler ve bunları kabul etmeyenleri ezeceklerdir. Böylece Mustafa Kemal ve Milliciler kendiliğinden etkisizleştirilecektir. Yüksek Komiser Rumbold, 15 Ocak 1922'de kabineye başka bir plan sunmuştur. Onun plana göre ise barış teklifi Vahdettin'e yapılacaktır. Barış şartlarını kabul eden padişah Türk halkına bir çağrıda bulunarak milleti kendine çekecektir. Bu şekilde "Misak-i Milli" diye direten Kemalistler azınlıkta bırakılıp iş başından uzaklaştırılacaktır. Bu planı uygulamak için Rumbold, Padişah Vahdettin'le anlaşmıştır. 7 Ağustos 1922'de Vahdettin'le bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmede Vahdettin, Rumbold'a, "Millici liderlerin isyancılar topluluğu olduğunu, İttihat Terakki'yi canlandırdıklarını, onların Bolşevik olduğunu" belirterek, "İngiltere'nin barışı kendisiyle yapmasını, Yunan işgalindeki toprakların boşaltılıp kendisine verilmesini ve 'Kemalist asileri ' temizlemede' İngiltere'nin kendisine destek olmasını" istemiş.

Belge 9: Erzurum'daki İngiliz Kontrol Subayı Yarbay Rawlinson, İngiltere'ye gönderdiği bir raporda "Mustafa Kemal'in gelecekte bir İslam Cumhuriyeti kurmayı planladığını" belirtmiş.

Belge 10: General Milne, 16 Aralık 1918 tarihli raporunda: "Padişah Vahdettin'in, Sami Bey'i Ordu Genel Karargahı'na gönderdiğini ve Türkiye'nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için İngiliz Hükümeti'nden istirhamda bulunduğunu, barışın beklenilmesi halinde geç kalınmış olacağını söylediğini, İngiliz memurlarının kontrol amacıyla memleket içine gönderilmesini ve bu sayede İngiliz subaylarının idareye yardımda bulunmalarını rica etmiştir." demiş.

Belge 11: İstanbul'daki İngiliz temsilciden 10 Ocak 1919'da Bolfour'a gönderilen özel bir mektupta, "Padişah Vahdettin'in iyi bir İngiliz dostu olduğu, İngiliz Yüksek Komiserliği ile ilişki kurmak için herhangi bir yol olup olmadığını merak ettiği ve İngiltere'nin kendisine 'halifelik' makamında destek olup olamayacağını sorduğunu" belirtmiş.

Belge 12: Padişah Vahdettin, Sadrazamı Damat Ferit aracılığıyla, 30 Mart 1919'da İngiltere'ye bir barış projesi sunmuştur. Bu projeye göre: "1. İngiltere gerekli gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek, 2. Sultan, Osmanlı Bakanlıklarında gerekli görülen yerlere İngiliz müsteşarlarının tayinine izin verecek, 3. Her vilayete birer İngiliz Konsolosu tayin edilecek, 4. Bu konsoloslar 15 yıl süreyle Valinin yanında müşavirlik yapacak, 5. Türkiye'deki seçimler İngilizlerce kontrol edilecek, 6. İngiltere Türk maliyesini kontrol edecek, 7. Doğu halkının anlayışına göre anayasa sadeleştirilecek" İngilizler, bu anlaşma teklifini kabul etmeyince Vahdettin, yine sadrazamı Damat Ferit aracılığıyla, 8 Eylül 1919'da İngilizlere bir barış daha teklif etmiş, ancak bu seferki teklifte, 30 Mart teklifindeki şartlara bir de Doğu'da "Bağımsız bir Kürdistan" kurulmasını kabul ettiğini eklemiştir.İngilizler bu teklifi kabul etmiş ve İngilizlerle bir gizli antlaşma imzalanmıştır.

Belge 13: İngiliz Siyasi Müşaviri T.B. Hohler, İngiltere'ye gönderdiği 4 Kasım 1919 tarihli raporunda: "Sultanlık idaresi şimdi bayağı ve boş bir tavır takınmış bulunmaktadır.... Sultan (Vahdettin) ise zayıf karakterli olup... Yıldız'da titreye titreye oturmaktadır... Belki de bazı olayların kendisini taht ve tacından yoksun bırakacağından korkmaktadır. Osmanlı hanedanı artık kuvvetten düşmüş gibi görünüyor. Bu hanedana mensup hiçbir prens, halkını idare edebilecek yetenek ve enerjiye sahip görünmemektedir." demiş.

Belge 14: İngiliz temsilcisi Amiral de Robeck, 21 Ağustos 1920'de Vahdettin'le görüştükten sonra İngiltere'ye gönderdiği raporda: "Vahdettin, Türkiye'nin ölüm fermanı demek olan Sevr Anlaşması'nın imzalanması için emir verirken gelecekte İngiltere'nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini... Yaşayacak olduğu takdirede bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu... belirtmiştir." demiş.

Belge 15: İngiliz Yüksek Komiserliği'nden Tom Hohler, 5 Aralık 1918'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston'a yazdığı bir mektupta. "Burasının (İstanbul) Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmazsa çok yazık olacaktır. Bu kenti, sözünü edebeileceğimiz herhangi bir yönetim altında görmeye hazırım; yeter ki bu Türk yönetimi olmasın; çünkü bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte değillerdir. Türkler büsbütün yenilmiş olduklarını iyi biliyorlar. Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır. Kendileri ise sefalet içindedir. İstanbul işgal günleri yaşıyor. Buradaki yönetim her İngiliz tiksindirecek kadar aşağıdır." demiş.

Belge 16: Vahdettin, 23 Mart 1921'de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerle görüşmüştür. O gün Padişah'la görüşen İngiliz temsilcisi Rumbold, Lord Curzon'a gönderdiği yazıda görüşmenin detaylarını şöyle anlatmıştır: "Salonda, ben ve yardımcım Andrew Ryan'dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salıverdi ve Ryan'ın tercümanlık etmesini istedi. Sonra da Londra'da yapılmakta olan konfernasla ilgili Mustafa Kemal'den Tevfik Paşa'ya gönderilmiş olan üç telgrafa değindi ve Ankara'nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: 'Anadolu'daki durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişlerdir. Halkın iteatkar, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, tek kaygıları kendi çıkarları olan 16.000 subayın desteğine dayanır... Ankara önderleri, bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan veya başka ilişkileri bulunmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı Bulgar, Yunan ve Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirlerine benzemektedir. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Onların kıskacı o kadar etkindir ki, propaganda vasıtasıyla bile Türklere ulaşmak olanaksızdır. Gerçek Türkler merkeze sadıktır, ama tehdit ediliyor ve aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar. Bolşevikler şimdi Türk hududuna yaklaşmıştır. Ankara önderleri onlarla entrika çeviriyor".

Belge 17: İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, 10 Aralık 1921'de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a gönderdiği yazıda: "Kendi görüşümce, Padişah, durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde kalmalıdır. Şu anda pek az gücü vardır.Ankara'daki önderler ondan hoşlanmıyor, halk arasında da pek popüler değildir." demiştir.

Belge 18: Mustafa Kemal, TBMM Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir heyeti Londra'ya göndermeye karar vermiştir. Yusuf Kemal Bey, Londra'ya gitmeden önce İstanbul'a uğrayarak 23 Şubat 1922'de Padişah Vahdettin'le görüşmüştür. İngilizci Padişah Vahdettin, bir taraftan Yusuf Kemal Bey'le görüşürken, diğer taraftan bir ajanını Yusuf Kemal Bey'in kaldığı eve göndererek, Yusuf Kemal Bey'in çantasındaki "gizli belgelerin" suretlerini çaldırıp bir mabeyncisiyle suratle İngiliz Yüksek Komiseri Sir Rumbold'a göndermiştir. İstanbul'daki İngiliz Yüzksek Komiseri Sir Rumbold, Vahdettin'in, TBMM Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'in çantasından çaldırtarak kendisine verdiği belgeleri, 7 Mart 1922'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na göndermiştir.Belgeler, İngiltere Dışişleri Bakanlığını çok sevindirmiştir. Bakanlık yetkililerinden Francis Osborne, bu belgelerle ilgili olarak 14 Mart'ta şu notu yazmıştır: "Padişah, Yusf Kemal'in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bize göndermekle (İstanbul'la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi biçimde gösteriyor"

İngiliz Belgelerinden Çıkan Sonuç

Elimizde, Kurtuluş Savaşı yıllarına ait yüzlerce GİZLİ İNGİLİZ BELGESİ vardır. G. Jaeschke, S. Sonyel, E. Ulubelen, B. Şimşir gibi bilim insanları, İngiliz Arşivlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda WikiLeaks Belgeleri'ni gölgede bırakacak kadar önemli İngiliz Belgeleri'ne ulaşmışlar ve bunların tamamını yayınlamışlardır.

Yukarıda örneklendirdiğimiz İngiliz Belgeleri; Kurtuluş Savaşı'nda Türkiye'nin karşısındaki gerçek gücün Yunanistan değil İngiltere olduğunu, dolayısıyla Kurtuluş Savaşı'nın "buz gibi" bir antiemperyalist mücadele olduğunu, İngiliz emeperyalizminin Kurtuluş Savaşı'nın önderi Mustafa Kemal'i etkisiz hale getirmek için çok çaba harcadığını ve Kurtuluş Savaşı boyunca İngilizlerin oyuncağı haline gelen Padişah Vahdettin'in "su katılmamış bir hain" olduğunu gözler önüne sermektedir.

Ancak, bütün bu belgelere karşın, "kadim yobazlarımız" ve "dönme liboşlarımız", ya bu belgeleri görmezden gelerek veya bin dereden su getirerek tarihi gerçekleri tersyüz etmeyi başarmışlardır... İngiliz Belgelerindeki "açık gerçeklere" rağmen bugün bu ülkede, Kurtuluş Savaşı'nın antiemperyalist bir mücadele olmadığını, Mustafa Kemal'in İngilizlerle ortak hareket ettiğini ve Padişah Vahdettin'in "hain" değil "kahraman" olduğunu düşünen yüzbinlerce insan vardır...

WikiLeaks Belgeleri'nin Türkiye'de "taşları yerinden oynatacağını" ve "çok şeyi değiştireceğini" düşünenlere, "İngiliz Belgeleri neyi değiştirdi ki?" diye sormak isterim...

Mesele belgeler değil, mesele, o belgelere bakan gözlerin ne kadar gerçeği gördüğü, o belgelerin muhasebesini yapan vicdanların ne kadar nasırlaşmamış olduğu ve o belgeleri analiz eden beyinlerin ne kadar analitik düşünebildiğidir ...

Sinan MEYDAN

1 Aralık 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...liz-belgeleri-vard&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ADNAN MENDERES KARISINI ALENEN ALDATMIŞTI

ddd.jpg


Karısını aldatan mağdur olamaz" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan, bırakın siyasi ahlakı hiçbir tür ahlaka sığmayacak biçimde siyasetteki en büyük rakibi Deniz Baykal'a "bel altından vurarak" pirim yapmaya çalışmaktadır. Tayyip'in bu saldırısını kısaca analiz edersek:

1. Kasetteki görüntüleri, henüz kesinleşmeden peşinen Baykal'a aitmiş kabul etmektedir.
2. Yargının bu konuda vereceği kararı beklemeden kendisi karar vermektedir. Başbakan Ergenekon konusunda da benzer bir tavır sergilemiştir.
3. "Karısını aldattı" diyerek Baykal'a saldıran başbakan AHLAK İSTİSMARI yaparak siyasi rakibini kamuoyu karşısında rencide etmek istemektedir.
4. İktidara gelirken "dini" kullanan Tayyip, iktidarda kalmak için de "ahlakı" kullanmaktadır. Bunun adı ancak herşeyi istismar politikası olabilir.
5. Siirtte yaşanan ahlaksızlıkları "münferit bir olay" olarak nitelendiren, sübyancı Hüseyin Üzmez olayında sessiz kalan Tayyip, bu olayları gündeme getirdikleri için basını suçlarken, Deniz Baykal olayında sadece Baykal'ı suçlamaktadır. Bu kaseti servis eden dinci VAKİT gazetesine yönelik en ufak bir serzenişte bile bulunmamaktadr. Dahası bu gazetenin yazarlarını her zaman ATA uçağında baş köşede ağırlamaktadır.
5. "Karısını aldatan mağdur olamaz" diyen Tayyip geçen seçim kampanyalarında karısını aldattığı ayan beyan bilinen başka birisininin ADNAN MENDERES'İN devamı olduğunu belirten afişler hazırlatmış, konuşmalar yapmıştır. (bkz. Milletin Adamları: Bu afişlerde Tayyip Menderes ve Özal yan yana resmedilmişti).

NOT: DP başkanı ADNAN MENDERES filimlere, kitaplara ve gazete haberlerine konu olacak biçimde alenen karısını aldatmıştır.AYHAN AYDAN adlı hanımefendi ile MENDERES'İN yaşadığı yasak aşk Yassıada duruşmalarına bile konu olmuştur.
Ama Tayyip Bey, Menderes'in bu açık aldatmasını dikkate almayarak kendisini Menderes'in devamı olarak görebilmiştir.

Bugün AKP'ye oy veren AKP'yi Tayyip'i destekleyen İslamcı burjuva (dikkat Müslüman demiyorum) içinde "DİNİ NİKAH ALDATMACASI" ile resmi nikahlı eşi dışında birçok kadınla birlikte olan kimbilir kaç kişi vardır... Kaçamak yaptığı kadınlara dini nikah kıyan İslamcıların yaptığı aldatma değil midir sayın Başbakan? "Karısını aldatan mağdur olamaz" felsefesi çerçevesinde sizi destekleyen bu ahlaksızlara da birçift sözünüz olmayacak mı?Yoksa onların yaptığını meşru mu görüyorsunuz?

Ayrıca Tayyip ve taifesinin OSMANLI HAREMİNE de sempatiyle baktıklarını hatırlatırım... Padişahların haremden gözüne kestirdikleri kadınla eşlerini alenen aldatma hakları vardır. "Aldatan mağdur olamaz" felsefesinden hareketle Osmanlı padişahlarına da savaş açacak mı acaba Tayyip?

Yeri gelmişken karısını aldatan son Osmanlı'dan da bahsetmeliyim. Padişah Vahdettin... Belgeler, İslamcı kesimin "kahraman" haline getirdiği Vahdettin'in de karısını aldattığını göstermektedir: Vahdettin, ilk eşi Nazikeda Sultan’la evlenirken ona “üzerine başka bir kadınla nikahlanmayacağı” sözü vermiştir. Evet! Vahdettin 7 yıl boyunca sözünü tutmuş, başka bir kadınla evlenmemiştir, ama bu sürede gizlice başka kadınlarla birlikte olmuştur. “Vahdettin Efendi, tıpkı babası Sultan Abdülmecit ve Ağabeyi Sultan Abdülhamit gibi kadınlara düşkündü… Yemin ettiği için bir başka kadını nikahına alamıyordu, ama gizli gizli kısa süreli aşklar yaşıyordu…” (Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdettin, s.52). Başbakan ve taifesi, acaba "Karısını aldatan mağdur olamaz" diyerek Vahdettin'e de sırt çevirecek mi çok merak ediyorum doğrusu!


VAH BENİM MİLLETİM VAH: İŞTE PEŞİNE TAKILDIĞIN ADAMIN SON DURUMU....

Sinan MEYDAN


16 Mayıs 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...datmt-sayn-babakan&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

AKP Bir Dejavudur!

ddd.jpg


"Başbakanı, İçişleri Bakanını ve Diğerlerini 91 Yıl Önce de Görmüştük!"
24 Kasım 2010 tarihinde gazetelerde ve televizyonlarda şöyle bir haber gördük: “Son YAŞ toplantısında terfi ettirilmeyen ve Askeri Yüksek İdari Mahkemesi'ne (AYİM) başvurarak yürütmeyi durdurma kararı aldıran Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu Hükümet tarafından görevden alındı.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay Cumhuriyet tarihi boyunca bir ilke imza atarak, yetkisini kullanıp, Balyoz'da ve fişleme olaylarında adı geçen Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nu görevden aldı.

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ise Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun görevlerinden alındığını açıkladı.”

Menderes de Komutanları Görevden Almıştı

29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesinden 88 yıl sonra “ikinci kez”, generaller hükümet tarafından (İçişleri Bakanınca) görevden alındı. Basında iddia edildiği gibi bu olay, Cumhuriyet tarihinde bir “ilk” değildi. llk olay, Adnan Menderes döneminde yaşanmıştı.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra, darbe yapma hazırlığı içinde oldukları iddia edilen, 16 general ve 150 albayın orduyla ilişkileri kesilmişti. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, bir albay aracılığıyla kendisine ulaşan “darbe hazırlıkları” yönündeki bilgi sonrasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı da ikna ederek 16 general ve 150 albayı emekliye sevk etmişti. Menderes tarafından emekliye sevk edilenler arasında Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman ile Genelkurmay İkinci Başkanı, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları ile üç ordu komutanı vardı.

91 Yıl Önce, O da Hükümet Tarafından Görevden Alınmıştı

Yakın tarihimizde, hükümet tarafından generallerin görevden alınmasına yönelik son karar (Son olayı ve Menderes’in görevden almalarını saymazsak) günümüzden 91 yıl önce alınmıştı. Kaderin garip cilvesine bakın ki, 91 yıl önce (1919’da) dönemin Hükümeti ve İçişleri Bakanı tarafından görevden alınan o generaller arasında, 4 yıl sonra Cumhuriyeti kuracak olan Mustafa Kemal de vardı.

En başından alalım…

Orduyu Etkisizleştirmek İsteyen Bir Hükümet

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın “ordular dağıtılacak”, “silahlara el konulacak” maddesi gereği harekete geçen İtilaf devletleri, İstanbul Hükümeti’ni ve Padişah Vahdettin’i de kontrol altına alarak, Osmanlı ordusunun başarılı generallerini “sudan bahanelerle” görevden aldırıp tutuklamaya başlamışlardır. Irak Cephesi Komutanlarından Ali İhsan Paşa ve Kafkas Cephesi Komutanlarından Yakup Şevki Paşa, İngilizlerce tutuklanarak Malta’ya sürgün edilmiştir. Sonraki dönemde de Osmanlı Genelkurmay’ında “İtilaf devletlerine güçlük çıkaracak” ne kadar “gözü pek” general varsa hepsi görevinden alınmış veya tutuklanmıştır. Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Cemal Paşa, Cevat Paşa görevden alınan komutanlardan bazılarıdır.

Padişah Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de, “İngilizleri memnun etme politikası gereği” ordunun onda dokuzunun terhis edilerek erlerin memleketlerine gönderilmesine ilişkin kararnameyi, hiç itiraz etmeden, imzalamıştır.[1]

Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Hükümeti, Osmanlı ordusundaki, Fevzi Paşa, Cevat Paşa, Cemal Paşa gibi “ulusalcı generalleri”, işbirlikçi Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir. Damat Ferit, Kuvâ-yı Mıllîye'ye karşı istenilen şekilde hareket etmediğine kanaat getirdiği Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı görevinden alarak, 13 Ağustos 1919'da bu göreve, “Kuvâ-yı Millîye'nin hakkından ben gelirim.” diyen emekli Ferik Süleyman Şefik Paşayı getirmiştir. 14 Ağustos 1919 tarihinde Harbiye Nezareti makamına oturan Süleyman Şefik Paşa, Vahdettin’in Kuvayı Milliye’yi “ezmek” için kurduğu Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’nin başına geçmekle kalmamış, Türk ordusunun kalbur üstü birçok kumandanını topyekûn görevden almıştır. Bununla da yetinmeyerek, kolordu kumandanlarının "Kolordu ahz-ı asker" başkanlıkları ile şifreli muhaberede bulunmalarını yasaklamıştır. Fakat kolordu kumandanları bu emri dinlemediği gibi, 28 Ağustos'ta azledilen 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa’nın yerine tayin edilen Mirliva Ahmet Hulusi Paşa’ya baskı yaparak bu görevi kabul etmesini engellemişlerdir.

Damat Ferit, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb'e aralarında Ahmet İzzet, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların da bulunduğu gizli bir liste vererek; "siyasî düşmanlarım" diye nitelediği bu kişilerin tutuklanarak Malta'ya sürgün edilmelerini istemiştir. Yani bir başbakan, en güzide komutanları “siyasi düşmanları” olarak adlandırabilmiştir. Damat Ferit, bununla da yetinmeyerek, 24 Ağustos 1920 tarihinde çıkarmış olduğu “Tashih-i Rüteb-i Askeriyye Kararnamesi”ne dayanarak, 30 Ağustos 1920'de Müşir Ahmet İzzet, Ali Rıza ve Salih Paşaların rütbelerini ferikliğe indirmiştir. Ancak, daha sonra, Tevfik Paşa’nın son sadareti sırasında, 30 Ekim 1920 tarihli irade üzerine, 22 Kasım 1920'de bu üç güzide askerin rütbeleri yeniden iade edilmiştir.

Damat Ferit Hükümeti, orduyu o kadar yıpratmıştır, ki İngilizler ellerini kollarını sallayarak Türk generalleri etkisiz hale getirmişlerdir. İngiliz Karadeniz Orduları Komutanı General Milne, 17 Şubat 1919 tarihinde İngiliz Hükümeti’nde gönderdiği bir raporda “9. Ordu Komutanı Yakup Şevki’yi attırdım, yardımcısı Ali Rıfat Bey’i yakalattım. Batum Tümen Komutanı Mürsel Bey’i tutuklattım…” diye övünmüştür.

Vahdettin’in Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, ordunun tasfiye edildiği o günlerde, üstelik İzmir’in işgalinden 15 gün sonra, “ORDUNUN GÖREVİ ORUÇ TUTMAKTIR!” diye bir açıklama yapmıştır.[2]

Şeyhülislamın bu açıklamasından üç ay sonra Alemdar gazetesinde çıkan bir yazıda: “ORDUNUN BEŞ VAKİT NAMAZDA PADİŞAH’A DUADAN GAYRI BİRŞEY BİLMEMESİ LAZIMDIR” denilmiştir.[3]

İstanbul Müftüsü Dürrizade de, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada: “ULUSALCI PAŞALARIN ÖLDÜRÜLMELERİNİN DİNEN CAİZ OLDUĞUNU” ve “KUVAYI MİLLİYE’YE KARŞI MÜCADELE EDERKEN ÖLENLERİN ŞEHİT, KALANLARIN GAZİ OLACAĞINI” bildirmiştir.

Milli Güçleri Tasfiye Eden Bir Hükümet

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, “Valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, bu emirlere uyanların şiddetle cezalandırılacağını” bildirmiştir.

Damat Ferit’in isteğiyle 30 kadar “vatansever” mutasarrıf ve kaymakam azledilmiş ya da istifa etmiş sayılmıştır. Bunların yerine, 54 kadar “işbirlikçi” yeni mutasarrıf ve kaymakam tayin edilmiştir.

Damat Ferit, kendisine muhalif olan çevreleri sindirmek amacıyla teşkil ettirdiği Divân-ı Harplerle, eski İttihad ve Terakki kabinelerinde görev almış birçok devlet adamını mahkemeye sevk etmiştir.

Damat Ferit Hükümeti, ayrıca Anadolu’ya Tahkik Heyetleri göndermiştir. Heyetlerin amacı, “taşrada huzur ve asayişi bozabilecek bazı ahval ve hadisat ve muamelatın meydana gelmekte olması sebebiyle, soruşturmalarda bulunup rapor vermek ve acil işleri telgrafla bildirmekti”. Bunun anlamı açıktı: Genellikle merkeze itaatkar olan mülkiye teşkilatına karşılık, “askerî teşkilatta” merkeze karşı bir baş kaldırma durumu vardı ve bu gibi şahıslar hizaya getirilecekti! Fakat Amasya Genelgesi yayınlandıktan ve Erzurum Kongresi toplandıktan sonra, bu gibi kararları uygulamaya koymak hiç de kolay değildi. Nitekim kabine üyelerinden bazıları, örneğin Ahmet İzzet Paşa, bu heyetlerde görev almayı reddetmişlerdir.

Damat Ferit Hükümeti’nin çarpıcı icraatlarından biri de, Anadolu’ya İngiliz kontrol subaylarının atanmasını kabul etmesidir. Milli mücadele yıllarında nerdeyse bütün Anadolu şehirlerinden bir İngiliz Kontrol Subayı vardır.

Mustafa Kemal Paşa’yı Yok Etmek İsten Bir Hükümet

İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdetin, “İngilizlere yaranma politikası” gereği bu alçakça girişimlerde bulunurken, Anadolu’da “kelle koltukta” vatan ve hürriyet mücadelesi ve Mustafa Kemal Paşa çok büyük sıkıntılar çekmiştir.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthrope’un, 21 Nisan 1919 tarihinde Harbiye Nazırlığı’na verdiği, “Anadolu’daki karışıkların derhal önlenmesi, Türklerin elindeki silahların toplanması, direniş düşüncesinin etkisizleştirilmesi” biçiminde isteklerin yer aldığı nota üzerine 9. Ordu Müfettişi (sonra 3.Ordu) olarak Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya ayak basar basmaz, Havza ve Amasya Genelgelerini yayınlamış ve kendisine verilen görevinin tam tersine, açıkça “halkı direnişe çağırmıştır”.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya çıkıp kafasındaki “kurtuluş planını” uygulamaya koyar koymaz, İngilizler, İstanbul Hükümeti Başbakanı Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’den Mustafa Kemal’i derhal İstanbul’a geri çağırmalarını istemişlerdir. Bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Mustafa Kemal’i İstanbul’a geri çağırmışlar, ancak Mustafa Kemal, bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, “Sine-i millette bir ferdi mücahit gibi” mücadelesini sürdüreceğini bildirerek istifa etmiştir. (7/8 Temmuz 1919). Bunun üzerine Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlik görevine son vermiştir. (8 Temmuz 1919).

Hükümet, 23 Haziran 1919 tarihli kararı ile, “çağrıldığı halde gelmediği” ve "halkı hükümete karşı tahrike teşebbüs ettiği" gerekçesiyle, Mustafa Kemal Paşa’yı azlederek yerine Bahriye Nazırı Hurşit Paşa’nın tayin edilmesine ve Mustafa Kemal Paşa’nın bundan sonra yapacağı “tebligat ve iş'arların resmî sıfatının kalmadığını” ilgili vilayetlere bildirilmesine karar vermiştir.

İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey, Sivas’a gönderdiği 29 Haziran 1919 tarihli şifre telgrafla, Mustafa Kemal Paşa’nın "suret-i kat'iyyede" azledilmiş olduğunun (görevden alındığının) bilinmesini tebliğ etmiştir. 9 Temmuz 1919'da gönderdiği bir başka telgrafla da, “Samsun'a çıkarılan İngiliz işgal kuvvetleri için mümessiller nezdinde gerekli teşebbüsatın yapıldığını, bunun İngilizlerce bir işgal olarak kabul edilmemesi gerektiği cevabı alındığını” belirterek, “azledilmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın hareket ve tertiplerine iştirak ve muvafakat edilmemesini, Harbiye Nezareti’nce de kumandanlara bu yolda talimat verilmiş olduğunu” bildirmiştir. Aynı şekilde, 9 Temmuz 1919 tarihinde Diyarbekir vilayetine çekilen şifre telgrafla Mustafa Kemal Paşa’nın “azledilmiş” ve harekatının “merdud”, verdiği “emirlerin reddi” gerektiği vurgulanarak, “Erzurum Kongresi'nden maksadın ne olduğuna dair, acele bilgi verilmesi” istenmiştir.

Gelişmelerden son derece endişeye düşmüş olduğu anlaşılan Damat Ferit Hükümeti, "Müdafaa-i Millîye ve Redd-i İlhak Cemiyetleri”nin çalışmalarına asla yardımcı olunmayacağını ilan etmiştir. Mustafa Kemal Paşa kastedilerek, “bazı ordu müfettişlerine verilen yetkilerin, memleketin selamet ve asayişinin sağlanmasına ait tedbirleri almak olduğu” hatırlatılarak, direniş gösteren komutanlara karşı mülkî ve askerî kuvvetlerin birleşmesi gerektiği belirtilmiştir.

İç işleri Bakanlığı, 17 Temmuz'da Van ve 21 Temmuz'da da Bitlis, Hüdavendigar, Ankara ve Sivas vilayetleriyle Karasi Mutasarrıflığına gönderdiği şifre talimatlarla “lazım gelenlerin ikaz edilmesini ve etkili tedbirlerin alınmasını” istemiştir.

Damat Ferit Hükümeti, İçişleri Bakanı Adil imzasıyla 29 ve 30 Temmuz 1919 tarihiyle hemen tüm vilayet ve mutasarrıflıklara gönderdiği şifre telgrafla, Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in yakalanarak derhal İstanbul'a gönderilmelerini istemiştir.

İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin’in bilgisi ve isteği dahilinde İstanbul Müftüsü Dürrizade Abdullah Efendi’nin yayınladığı bir fetva ile, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının (Karabekir hariç) idam edilmelerinin “dinen caiz” olduğu bildirilmiştir. Bu “hıyanet fetvaları” Anadolu’ya İngiliz uçaklarınca atılmıştır. (11 Nisan 1920).

İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin’in bilgisi dahilinde toplanan Divanı Harp (Kürt Mustafa Divanı) Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını (Karabekir hariç) gıyaben idama mahkum etmiştir. (11 Mayıs 1920).

Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın nişanları, madalyaları ve fahri yaverlik rütbesi elinden alınmıştır.

Dejavu

30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Anadolu’da yaşanlar “dejavu” misali bugünün Türkiye’sinde yaşananlara benzemektedir.

Şöyle ki:

O günkü Hükümet, Türkiye’deki “milli güçlerden” rahatsız olarak bu güçleri tasfiye ederken, örneğin Anadolu’daki yerel yöneticilerin “milli” olanlarını “gayri milli” olanlarla değiştirirken; bugünkü Hükümet de “ulusalcı güçlerden” rahatsız olarak, bu güçleri tasfiye etmekte ve bu doğrultuda kadrolaşmaktadır.

O günkü Hükümet, “ulusalcı güçleri” tasfiye etme sürecinde İngilizlerden destek ve yardım görürken; bugünkü Hükümet de “ulusalcı güçleri tasfiye ederken” ABD’den ve AB’den destek ve yardım görmektedir.

O günkü Hükümet, yargıyı kontrol altına alarak “göstermelik yargılamalarla” bütün “vatansever” güçleri asker-sivil “suçlu” diye damgalayarak Bekirağa zindanlarına ve Malta Adası’na tıkarken, bugünkü Hükümet de yargıyı ele geçirerek, “bütün ulusalcı güçleri” asker-sivil “suçlu” diye damgalayarak Silivri’ye tıkmaktadır.

O günkü Hükümet, İngiliz kışkırtması ve baskısıyla Anadolu’da bir Kürt ve Ermeni devleti kurulmasına onay verirken, bugünkü Hükümet de ABD kışkırtması ve baskısı altında, Anadolu’da bir Kürt devleti kurulması çalışmalarına seyirci kalmaktadır.

O günkü Hükümet, Anadolu’da İngiliz “kontrol subayları” bulundurmasına izin verirken, bugünkü Hükümet de Anadolu’da “ABD gözlemcileri” bulunmasına, Türkiye’ye füze kalkanı konulmasına izin vermektedir.

O gün, “işbirlikçi”, “milli harekete karşı”, Hükümetin kontrolünde bir Mütareke basını varken; bugün yine “işbirlikçi”, “ulusal yapıya karşı”, Hükümetin kontrolünde bir Yandaş basın vardır.

O günkü Hükümet, “milli güçleri” etkisiz kılmak için “dinden” yararlanırken, bugünkü Hükümet de “ulusal güçleri” tasfiye ederken “dinden” yararlanmaktadır.

Ve

O günkü Hükümet, İngiltere’nin baskısı ve isteğiyle “orduyu tasfiye” ederken; bugünkü Hükümet de ABD baskısı ve isteğiyle “orduyu tasfiye” etmektedir.

Tarih Çarkı:

23 Haziran 1919: Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Ali Kemal, Mustafa Kemal Paşa görevden alınmıştır!

23 Kasım 2010: Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Tümgeneral Halil Helvacıoğlu’nu görevden almıştır!

1919 Mütareke basınına göre Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları “suçluydu” ve bu “azil” doğru bir karardı.

2010 Yandaş basınına göre Halil Helvacıoğlu Paşa ve arkadaşları“suçluydu” ve “görevden alınması” doğru bir karardır.

İnsan bu tabloya bakınca “tarih çarkının” dönmeye devam ettiğini ve tarihin gerçekten de tekerrürden (tekrardan) ibaret olduğunu düşünmeden kendini alamıyor doğrusu….

Sinan MEYDAN

25 Kasım 2010


Kaynaklar:


Sinan Meydan, Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Palanları, “Parola Nuh”, İstanbul, 2009.

Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İstanbul, 2010.

Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009.

Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar, İstanbul, 2000.

Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Ankara, 1984.

Türk İstiklal Harbi Dergisi.

Tayyib Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, Ankara 1959.

Başbakanlık Osmanlı Arşivleri.

Selahaddin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, Ankara 1973.

Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1983

Ali Fuat Cebesoy, Millf Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953

Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Ankara 1973

Atatürk, Nutuk, Kültür Bakanlığı Yayınları, C.I, İstanbul 1975.


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...:akp-bir-dejavudur&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

DEVRİMCİ BAŞÖĞRETMENE SELAM OLSUN

ddd.jpg


Atatürk'ü, "çağını aşan devrimci" yapan temel özelliklerinden biri "eğitim" konusundaki "düşünce" ve "uygulamalarıdır.

Yarı bağımlı, emperyalist kuşatmayla çevrilmiş, hurafelerin bataklığında debelenen, geri kalmış bir "ümmet imparatorluğu"ndan "tam bağımsız", "akıl ve bilimi" esas alan, "çağdaş bir ulus devlete" geçiş sürecinde Atatürk'ün ortaya koyduğu "devrimci iradenin" odağında "çağdaş, laik ve bilimsel eğitim" konusunda atılan adımlar vardır. Bugün bile hiçbir Müslüman ülkenin gerçekleştiremediği "eğitim devrimini" Atatürk, yüzyılın başında gerçekleştirmiştir.

"Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür" diyen Atatürk, Türk devriminin temeline "eğitimi" yerleştirmiştir.

Eğitimin odağında ise öğretmen vardır.

Dünyada bir benzerine daha rastlanmayacak biçimde Atatürk, bir taraftan Kurtluş Savaşı'nı idare ederken, diğer taraftan savaş sonrasındaki "eğitim savaşının" hazırlıklarını yapmıştır.

İşte "eğitim devriminin" kilometre taşları:

• 6 Mayıs 1920'de, I. TBMM'de "Maarif Vekilliği"ni kurdurmuştur. Yani, Milli Eğitim Bakanlığı, Cumhuriyetin en eski bakanlıklarından biridir.

• 25 Kasım 1920'de TBMM'de alınan bir kararla öğretmen ve öğrencilerin askerlik görevleri ertelenmiştir. Yani, Atatürk, bir ölüm kalım mücadelesi olan Kurtuluş Savaşı'na öğretmen ve öğrencileri almamıştır; onların çok daha önemli bir savaşı, "eğitim savaşını" kazanmalarını istemiştir.O günlerde askere gitmek isteyen Darülfunun hocalarından Hamdullah Suphi Bey'e Atatürk'ün verdiği cevap çok anlamlıdır: "Biz askere gidecek binlerce kişi buluruz, ama Darülfununa ikinci bir Hamdullah Suphi bulamayız"

• 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Sakarya Savaşı öncesinde bir Maarif Kongresi düzenlemiştir. Kurtuluş Savaşı'nın en kritk aşaması öncesinde, Atatürk'ün bir Eğitim Kongresi düzenlemesi, hem eğitime verdiği önemi, hem de Sakarya Savaşı'nı kazanacağından emin olduğunu göstermektedir

• 27 Ekim 1922'de Bursa'da, Kurtuluş Savaşı'nın hemen ertesinde bir Türkiye Öğretmenler Kongresi düzenlemiştir.Atatürk, kongreye katılan 517 kadın ve erkek öğretmene şöyle seslenmiştir: "Ordularımızın kazandığı zafer sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız hazırladı. Ordularımızın zaferini siz tamamlayacaksınız. Gerçek zaferi siz kazanacak ve devam ettireceksiniz. Ben ve bütün arkadaşlarım, sarsılmaz imanla, bütün gücümüzle sizi takip edeceğiz ve eğer kültür yolunda herhangi bir engelle karşılaşırsanız, sizin karşınızdaki engelleri kıracağız.Bütün gücümüzle sizin fikirlerinizi ileriye götüreceğiz."

• 3 Mart 1924'te TBMM'de Tevhidi Tedrisat Kanunu kabul edilmiş, ve Osmanlı'nın yamalı bohça durumundaki parçalı eğitimi birleştirilmiştir. Böylece "teokratik ve gayri milli" eğitimin "milli, laik ve bilimsel" niteliğe evrilmesi sağlanmıştır.

• 1 Kasım 1928'de Latin Harfleri Kabul edilmiş, böylece Türkçeyi, Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap harfleriyle yazma garebetine son verilerek Türkçenin yapısına birebir uyan (Göktürk-Etrüsk-Latin kökenli) alfabe kullanılmaya başlanmıştır.

• 1929'da Latin harflerini halka öğretmek için Millet Mektepleri açılmış ve 1936 yılına kadar Millet Mekteplerinden 2.5 milyon kişi okuma yazma öğrenerek mezun olmuştur. Osmanlı'da 1.4 milyon olan okur yazar oranı, 1928-1936 arasındaki 8 yıl içinde 2.5 milyon olmuştur.

• Halk Evleri ve Köy Enstitiüleri'nin kurulmasıyla Milli Eğitimin ve çağdaş kültürün yaygınlaştırılmasına çalışılmıştır.

• Kadınların eğitimine özel önem verilmiştir.

Kurtuluş Savaşı sonrasında, "Vatanı kurtardınız, şimdi ne yapmak istersiniz?" sorusuna Atatürk: "Milli Eğitim Bakanı olmak ve milli kültürü yükseltmeye çalışmak isterim" cevabını vermiştir.

"Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim" diyen Atatürk, Milli Eğitim Bakanı olmamış ama, gerçek bir başöğretmen olmuştur. 1928 Harf Devrimi sonrasında, geniş kapsamlı bir yurt gezisine çıkarak kara tahta başında halka yeni harfleri öğretmiştir. Böylece dünya tarihnde ilk kez bir devrimci, devrimini bizzat halkın ayağına götürmüştür.

1928'de kara tahta başında il il gezerek yeni harfleri halka öğreten başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, öğretmenlere vecizeleşecek şu sözlerle seslenmiştir:"Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır".

Atatürk'ün izinde "çağdaş nesiller" yetiştiren bütün öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun!...


Sinan MEYDAN

24 Kasım 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...etmene-selam-olsun&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

MEDENİ BİLGİLER KİTABINI ANLAMAK İÇİN ÖNCE MEDENİ OLMAK SONRA DA ATATÜRK'Ü ANLAMIŞ OLMAK GEREKİR!

ddd.jpg


(Atatürk ve Din Konusuna Nasıl Bakmalı?)

ÇAĞINI AŞMIŞ BİR DEVRİMCİ

Atatürk, çağını aşmış bir "savaş ustası", gelmiş geçmiş en büyük "örgütçü"lerden biri ve Asya'nın en büyük "devrimcisi"dir.
O tartışmasız bir "dahidir". Bu kadar "üstün yeteneklere" sahip bir insanı, bir "dahiyi" anlamak doğrusu çok da kolay değildir. Hele hele "okumanın" sadece "boş zaman" etkinliği olarak kabul edildiği, "felsefe" dersinin "önemsiz" görülerek okullardan kaldırıldığı, kitabi ve akıl süzgecinden geçirilmiş bilgininin yerine "kulaktan dolma" nakilciliğin egemen olduğu bir toplumda, Atatürk gibi çağını aşmış bir "dehayı" anlamak, özellikle de onun "felsefi derinliğini" çozmek çok zordur. Buna, bir de değişik kaygılarla bu dehanın "çarpıtılması" da eklenince, Atatürk'ün "insana," "evrene", "doğaya" ve "Tanrı"ya bakışını tam olarak ortaya koyabilmek neredeyse imkansızlaşmıştır. SÜREKLİ GELİŞEN VE OLGUNLAŞAN BİR BEYİN

Atatürk üzerine yaklaşık olarak 15 yıldır kafa yoran ve Atatürk'ü doğumundan ölümüne kadar inceleyen biri olarak şunu söyleyebilirm ki: Atatürk sürekli gelişen ve olgunlaşan bir düşünce dünyasına sahiptir. Bir taraftan ömrünü adadığı toplumunu kurtarmaya çabalarken, diğer taraftan içinde yaşadığı "evreni" anlamaya çalışmıştır. Felsefeden, tarihe, dinden, kuramsal fiziğe kadar pek çok farklı alanda 5000 civarında kitap okumasının altında yatan bir "bilimsel zeka" ve "bilim insanlarına has bir "merak" ve "sorgulama dürtüsü" vardır. Atatürk'ün "göz kamaştıran başarılarının" anahtarını da burada aramak gerekir....

DAHİNİN FELSEFİ KODLARI VE BİLİMSEL KAFA YAPISI

Yarı bağımlı, az gelişmiş bir imparatorluğun "sürekli değişimi arzulayan bir bireyi" olarak yetişen Atatürk, aile kucağında ve çevrede aldığı geleneksel dinsel eğitimden sonra (Zübeyde Hanım etkisiyle), eğitim hayatında, özellikle İstanbul Harp Okulu ve Harp Akademisi yıllarında dünyayı etkilemeye başlayan Pozitivizm, Materyalizm, Darvinzim, Sosyalizm üzerine kafa yormaya başlamış ve nitekim 1905'de not defterlerinden birine "Evvela Sosyalist olmalı maddeyi anlamalı" diye bir not düşmüştür... Atatürk'ün sonraki yıllarda karşımıza çıkacak olan "Akıl ve bilim" vurgusunun kökleri bu dönemlere gider. J. Jack Rousseau'dan, Montesquieu'ya, Namık Kemal'den Abdullah Cevdet'de birçok yerli ve yabancı aydının görüşleriyle bu dönemde tanışmıştır.

DİNE KAFA YORAN BİR DEVRİMCİ

Atatürk bir taraftan pozitivizm ve materyalizm üzerine kafa yorarken diğer taraftan da "din üzerine" okumaya ve düşünmeye devam etmiştir. Okuduğu kitaplar arasında bütün tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarıyla birlikte özellikle İslam dini konusunda "yüzlerce kitap" vardır... Onun sıradan insanlardan farkı, atadan, deden gelen her bilgiyi çağının gelişmelerine paralel yeniden değerlendirmesi ve sorgulamasıdır... Dolayısıyla mensup olduğu İslam dini de dahil, din ve Tanrı kavramlarını bile yaşamı boyunca ciddi biçimde sorgulamıştır. Atatürk'ün, din ve inanç konusundaki görüşlerini anlamak için bu "sorgulamalara" da göz atmak gerekir.

Atatürk'ün, Lenin, Stalin, Napolyon, İskender gibi liderlerden ve devrimcilerden farkı "din üzerine" ciddi bir biçimde, entelektüel düzeyde kafa yormuş olması ve dini yok etmek için değil, dinin anlaşılması için uğraşmasıdır.

ÇANAKKALE ETKİSİ

Atatürk, özellikle Çanakkale Savaşı yıllarında, savaş meydanlarında karşılaştığı manzaralardan dolayı olsa gerek, din ve Tanrı kavramı üzerinde düşünmekle kalmamış, inancın gücünü de bizzat gözlemlemiştir. Atatürk'ün Çanakkale savaşlarından yakın dostlarına yazdığı mektupların satır aralarındaki "Allah büyüktür", "Allah dilerse olur", "Allahın inayetine sağınarak çalışıyorum" gibi dinsel ifadeler ve Çanakkale anıları arasında bize aktardığı Bombasırtı vakası, onun 1915 yılında Çanakkale'de din ve Tanrı kavramını "içselleştirdiğini" kanıtlamaktadır. O günlerde askerlerinin inancıyla gurur duyan Atatürk, herşeye rağmen o dönemde bile "akılcı düşünceyi" bir kenara bırakmamıştır.

İSLAMİ MEŞRUİYET POLİTİKASI

Türk insanının "inancını" çok iyi bilen Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında bilerek ve inanarak bir "dinsel meşruiyet politikasına" başvurmuştur... Müslüman Anadolu insanını, Hıristiyan işgalciye karşı en iyi birleştirecek şeyin İslam dini olduğunu görerek, Kurtuluş Savaşı'nın başından sonuna kadar İslam dininden övgüyle söz etmiştir. Bu sırada Meclisi dualarla açtırmış, bazen camiye, bazen cem evine gitmiş, bütün yazışmalarında dinsel bir uslüp kullanmıştır. Atatürk, bunu yaparken aslında Kuran'daki "cihat" kavramından yararlanmıştır.... O günlere ait "Hafıza kuran okuttum", "Hafız Kuran okudu", "TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR" biçimindeki kendi el yazısıyla tuttuğu özel notlarından kendisinin de o günlerde samimi olarak Tanrı'ya yöneldiği anlaşılmaktadır....

DEVRİM STRATEJİSİ VE DİNSEL SÖYLEMİN TERKEDİLİŞİ

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında, devrimler sürecinde "dinsel söylemlerden" neredeyse tamamen vageçmiştir. Büyük bir "taktisyen" olan Atatürk'ün 1923 sonrasında dinsel söylemlerini önce azaltmasının, sonra din eleştirileri yapmasının ve son olarak da dinsel söylemlerden tamamen vazgeçmesinin nedeni yine "stratejiktir": Şöyle ki: Nasıl ki Kurtuluş Savaşı yıllarında dinin, Müslüman toplumu bir araya getireceğine inanarak "dinsel söylem" kulandıysa, dinden "övgüyle" söz ettiyse, devrimler sürecinde de "akıl ve bilimi" esas alan "laik" bir devleti yerleştirme sürecinde dinsel söylemlerden o kadar uzak durmuş, hatta zaman zaman "din eleştirileri" yapmıştır...

Tanrsal kaynaklı monarşik Osmanlı'nın yerine kurduğu laik Türkiye cumhuriyetinin lideri olarak "dinsel söylem" kullanmaya devam etmesi kuşkusuz ki büyük bir tutarsızlık olurdu.

MEDENİ BİLGİLER KİTABI'NIN SIRRI

Atatürk, 1930 yılında Afet İnan'a Medeni Bilgiler adlı bir kitap "dikta ettirmiştir". Bu kitabın yazılış amacı, adı üstünde topluma "medeni bilgiler" vermektir. Tarihi, sosyal, toplumsal ve dinsel konularda yoğunlaşan Medeni Bilgiler kitabında Atatürk, "devrimci bir yaklaşımla" yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yurtdaşlarını "evrensel bilgilerle" tanıştırmak istemiştir. Bu kitabın temel amacı, akıl ve bilime vurgu yaparak, çağdaş ve demokratik bir devletin yurttaşlarını bilinçlendirmektir. Radikal bir devrimci olan Atatürk, Osmanlı toplumunda "akıl ve bilimin" önünü kapatan şeyin "din" daha doğrusu "dinin çarpıtılmış yorumları" olduğunu bilmektedir.Bu durumda en çabuk biçimde akıl ve bilimin önünü açmak için, "kendisine dinsiz denilmesini bile göze alarak", genelde dinleri özelde de İslam dinini ağır biçimde eleştirmiştir. Dünya tarihinde hiçbir Müslüman devrimcinin cesaret edemeyeciği bu "din eleştirileri", Atatürk'ün kendisini toplumuna feda ettiğinin en açık kanıtlarından biridir.

İSLAM ELEŞTİRİLERİNİN NEDENİ

Medeni Bilgiler kitabındaki ATATÜRKÜN İSLAM DİNİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLERİNİ okurken, Atatürk'ün neyi ne zaman nerede ve neden söylediğini ve yazdığını bilerek okumak gerekir. Bunun için de ATATÜRK'Ü ANLAMIŞ OLMAK gerekir!.. Nasıl ki Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı yıllarında "İslam ve din" konusundaki "övgü dolu" yaklaşımlarını onun "dindarlığına" kanıt olarak gösteremezsek (çünkü, bunlar o günün koşullarında müslüman halkı milli mücadele etrafında toplamak için söylenmiştir), Atatürk'ün 1930'da Medeni Bilgiler kitabında yazdığı "İslam ve din eleştirilerini" de onun "dinsizliğine" kanıt olarak gösteremeyiz. Çünkü Atatürk 1930'larda Türk devriminin temel taşı olan "akıl ve bilime "vurgu yaparak onları öne çıkarmak ve "irticanın önünü kesmek" istiyordu, bunu yaparken de "devrimci bir mantıkla" dini eleştiriyordu. Atatürk'ün benzer "din eleştirileri" Tarih II Orta Zamanlar adlı kitapta da vardır... Özetle Atatürk'ün, hem 1920'lerdeki din hakkındaki "övgü dolu söylemleri" hem de 1930'da din hakkında "eleştirel yazdıkları" Atatürk'ün din anlayışını gerçek anlamda ortaya koymaz. bunlar tamamen "stratejik" ve "devrimci" açıklamalardır.

Bu kadar basit bir gerçeğe rağmen, bugün yobazı, liboşu, hatta "sözüm ona Atatürkçüsü", Medeni Bilgiler Kitabı'ndaki "din eleştirilerine" dayanarak Atatürk'ün "dinsiz" olduğunu iddia etmektedir...

HALKI İÇİN KİŞİSEL İNANÇLARINDAN VE ZEVKLERİNDEN BİLE VAZGEÇEN BİR DEVRİMCİ

Adeta toplumu için yaşayan Atatürk, zaman zaman "kişisel inançlarını" ve "zevklerini" bile toplumsal ilerleme adına bir kenara bırakabilmiştir. Örneğin, Alaturka müziği çok seven Atatürk, kulakları Alafranga müziğe alıştırmak için bir dönem (6 ay) Alaturka müziği yasaklamıştır.Ama o yasak günlerinde sarayda gizli gizli Alaturka müzik dinlemiştir... Bunun gibi 1930'da yazılan 1933'de basılan Medeni Bilgiler kitabında "İslamı eleştiren" Atatürk, yine 1930'lu yıllarda geceleri gizlice sarayında manevi kızı Nebile'ye ezan, özel hafızı Hafız Yaşar Okur'a ise Kuran okutup "göz yaşları içinde" dinlemiş, dinde Türkçeleştirme çalışmalarını başlatmış, Hafızlara güzel Kuran okuma yarışmaları yaptırmış, Çanakkale'de Mehmet Çavuş Abidesi'nde ve annesinin mezarı başında mevlüt okutmuş, Hz. Muhammed'ten övgüyle söz etmiş, hatta Hz. Muhammed'in mezarını yıkmak isteyen Arapları tehdit etmiştir... Yani toplumsal amaçlar için kişisel inanaçlarını ve zevklerini gizli yaşayabilecek kadar kendini topluma adamış bir liderdir Atatürk....Atatürk'ün, akıl ve bilimin önünü açmak için vahiy kaynaklı "dine yönelik" bu "dokundurmaları", onun "dinsizliğinin" değil, onun "taktisyenliğinin" bir göstergesidir.

GERÇEK DİN ANLAYIŞININ ADRESİ

Atatürk'ün gerçek din anlayışını "özel notlarında", "hatıralarında", "not defterlerinde" ve "mektuplarında" bulabiliriz... Ben bütün bu kaynakları taradım ve gerçeği gördüm... (bkz. ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA...) Atatürk'ün kendine özgü bir din anlayışı vardır... O, Hurafelerden arındırılmış İslama inanıyordu... İslama girmiş Emevi adetlerini ve bazı uygulamaları eleştiriyordu....Yobaza, din bezirganına, dinciye, dinin siyasete alet edilmesine karşıydı... Akıl ve bilimin önünü tıkamayan saf ve samimi bir din anlayışına asla karşı değildi; buna DOĞAL DİN adını veriyordu. ELMALILI HAMDİ YAZIR TEFSİRİNİ, cebinden para vererek hazırlatması, BUHARİ HADİSLERİNİ TÜRKÇEYE ÇEVİRTMESİ, 50 HUTBE KİTABINI HAZIRLATMASI VE 100.000 TAKIM DİN KİTABINI BASTIRIP TÜRKİYEYE ÜCRETSİZ DAĞITMASININ anlamı, "Şuura muahlif, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor" dediği İslam dininin anlaşılmasıydı.

Din hakkındaki gereçklerin bir gün yine bilim tarafından aydınlatılacağına, bu aydınlanma sağlanıncaya kadar heryerde dini kullanan DİN OYUNU AKTÖRLERİNE rastlanacağına inanıyordu....

ÖZGÜN BİR DİNDAR

Ayrıca, tabi ki Atatürk sıradan bir Müslüman değildi, İslam da da eleştirdiği, sorguladığı noktalar vardı. ibadetlerini eksiksiz yerine getiren biri de değildi, ama tek Tanrı'ya, İslamın "öz itibariyle" ilerlemeye engel olmadığına inancı tamdı....Gizili dünyasında kendine özgü biçimde ibadet eder, hatta Kuran okur ve dinlerdi, dini anlamaya çalışırdı...Toplumsal anlamda hiçbir zaman dine karşı bir savaş başlatmadı, o yobazlığa düşmandı, dindarla değil dinciyle kavgalıydı...

SAKIN ATATÜRK'Ü KENDİ İDEOLOJİNİZE HAPSETMEYİN

Bir insan, hem akla ve bilime vurgu yapar, hem materyalizm ve pozitivizm üzerine düşünür hem de nasıl dinle ilgilenir ve inanır? diye düşünüyorsanız, işte bu durum, çağını aşan deha, Atatürk'ün farkıdır.... İşte bu nedenle Atatürk, hiçbir ideolojinin kalıpları içine hapsedilememektedir, bütün kalıpları parçalayarak kendi ideolojisini, KEMALİZMİ yaratmaktadır. Sakın Atatürk'ü kendi ideoljinizin dar kalıplarına hapsetmeye kalkmayın, yoksa üzülürsünüz. Çünkü, örneğin Atatürk'ün dine bakışı ve din anlayışı sizin ideolojinizin kalıplarından taşabilir! İnanın, Atatürk, birşekilde sizin ideolojinizi parçalayacaktır. Atatürk'ü sevin ama sakın onu kendi ideolojinizin ideologu olarak göstermeyin, çünkü o yalnızca bir tek ideolojinin ideologudur, o da kendisinin 1935 ve 37'de bizzat el yazısıya yazdığı gibi KAMALİZİM' (Kemalizm)dir.(Atatürk'ün sağlığında "Kemalizm" tabirini kulanmadığı kocaman bir palavradır).

Ha gerçek bir Kemalist'seniz başka....

(Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA, İnkılap kitabevi, İstanbul, 2009. http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=450593)

Atatürk ve din konusunda bir tv programında söylediklerim: http://www.facebook.com/connect/uis...0150114501529196&oid=143191905728610&comments)


Not: Size bir gün birileri, Atatürk'ün Medeni Bilgiler kitabındaki "din eleştirilerini" gösterip, "Bakın işte Atatürk dinsizdi!" derse ona bu yazımı okutun....

NUR İÇİNDE YATSIN!..

Sinan MEYDAN

21 Kasım 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ue-anlamak-gerekir&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Teşekkürler Vural Savaş!

ddd.jpg


Sözcü gazetesi yazarlarından Vural Savaş, 12 Kasım 2010 (bugun) tarihli Sözcü gazetesindeki köşesinde benim CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI adlı kitabımdan övgüyle söz etmiş... Türk yargısının yüzaklarından olan Sayın Vural Savaş'a bu duyarlılığından dolayı teşekkür ediyorum. İşte, Vural Savaş'ın Sözcü'deki köşesinde "BELGELERLE MEYDAN OKUMA" adını verdiği o yazı:

"Atatürk'ün bir ölüm yıldönümünü daha geride bıraktık.

2010 yılı Atatürk'e ve onun Cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllarda olup bitenlere saldırıların en çok yoğunlaştığı bir yıl oldu.'Cumhuriyet Tarihi Yalancıları'nın böylesine çoğaldığı bir dönemi hiç yaşamamıştık.

Böyle bir dönemde bu yalanları üretenlerin maskelerini düşürecek ve bozguna uğratacak üç eserin birden yayınlanması muhakkak ki Atatürk'ün ruhunu şad etmiştir.

Birincisi: Turgut Özakman'ın Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanan 'Cumhuriyet 2' adlı muhteşem eseri

İkincisi: Tevazu göstermeden söyleyeceğim, benim yine aynı yayınevi tarafından yayınlanan, bir ay içinde dört baskı yapan, 'Kemalizmi anlatan en güzel eser' diye anılacağına inandığım 'Kim Bu Hainler' adlı eserim

Üçüncüsü: Sinan Meydan'ın İnkılap yayınları arasından çıkan 'Cumhuriyet Tarihi Yalanları' adlı eseri...

***

Sinan Meydan, bu kitabı niye yazdığını şöyle açıklıyor: 'Elinizdeki kitap, 'Resmi tarih yalan söylüyor!..' diyerek cumhuriyet tarihine ve Atatürk'e saldırmanın moda haline geldiği bu günlerde tarihsel belge ve bilgilerle gerçekte kimin neden ve nasıl yalan söylediğini gözler önüne sermek için kaleme alınmıştır.'

Bu kitapta belgelerle cevap verilen Cumhuriyet tarihi yalanlarından bazıları!

* Kurtuluş Savaşı'nın başlamasında Atatürk'ün herhangi bir etkisi yoktur! Atatürk, Kurtuluş Savaşı'na sonradan katılmıştır!

* Vahdettin hain değil kahramandır!

* Kurtuluş Savaşı önemsizdir!

* Kurtuluş Savaşı antiemperyalist bir mücadele değildir! İngilizlerle savaşılmamıştır!

* Güney Anadolu'nun kurtarılmasında Atatürk'ün hiçbir etkisi yoktur!

* Çerkez Ethem hain değil kahramandır!

* I. İnönü Savaşı olmamıştır! Sonradan uydurulmuştur!

* Yazı ve dil devrimi Türkiye'yi tarihinden koparmış, insanları bir gecede cahil bırakmıştır!

***

İsterseniz bu çok önemli eserin 'Önsöz'ünden aldığım bir parçayı bilginize sunayım; siz kitabı alarak devamını okuyun:

"Osmanlı İmparatorluğu'nu adım adım bölüp parçalayarak yok eden emperyalizm, Türk ulusuna en ciddi darbeyi vurmaya hazırlanırken Anadolu'da Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde hiç ummadığı bir direnişle karşılaşmış, bu direnişe boyun eğmek zorunda kalmış, ve dahası, daha iyi sömürebilmek için, hep ortaçağ karanlığında hurafelerin bataklığında görmek istediği Türkiye'nin çağdaşlaşmasını büyük bir şaşkınlık ve endişe içinde izlemiştir.

Ancak emperyalizm hiç vazgeçmemiştir. Evet! Sıkıştıkça Türkiye'yi bölüp parçalamaktan vazgeçmiş gibi görünmüş, ama bilinç altında ve sümen altında hep Türkiye'yi bölüp parçalamaya yönelik planları saklı tutmuştur. Emperyalizm, dün Sevr projesi diye Türkiye'ye dayattıklarını, bügün 'demokrasi', 'insan hakları', 'AB uyum yasaları' ve 'BOP' olarak Türkiye'ye dayatmaktadır.

Örneğin dün Sevr Antlaşması'yla Türkiye'ye dayatılan Anadolu coğrafyasında bir Kürdistan ve Ermenistan kurma planı bugün başka adlarla Türkiye'ye dayatılmaktadır.

Özetle, aradan geçen 87 yıla rağmen emperyalizmin Türkiye üzerindeki 'böl, parçala, yönet' biçiminde özetlenebilecek olan planları pek de fazla değişmemiştir. Bu bir paranoya değil, gerçeğin soğuk yüzüdür!

Emperyalizm, dünyanın her yerinde 'silahla' yapamadıklarını 'siyasetle', 'parayla' ve 'toplum kontrolüyle' yapmayı denemiş ve genelde de başarılı olmuştur... Emperyalizmin niyetini ve yöntemini çok iyi bilen Atatürk, askeri zaferlerini; ekonomik, bilimsel ve kültürel zaferlerle 'taçlandıramayan' ulusların emperyalizmin baskısından asla kurtulamayacaklarını da çok iyi bilmektedir. Bu yüzden ısrarla 'tam bağımsızlık' demiştir.

Atatürk'ün sağlığında pusuda bekleyen emperyalizm, Atatürk'ün ölümünden sonra hemen harekete geçerek 1919-1938 yılları arasında yapamadıklarını 1938'den sonra yapmanın yollarını aramıştır. Bunun için de önecelikle ekonomi ve siyaseti kontrol etmeye çalışmıştır. Bir taraftan para vererek Türkiye'yi kendisine borçlandıran emperyalizm, diğer taraftan da Türk siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmiştir. Bu süreçte emperyalizm, içerdeki para düşkünü işbirlikçilerle, aydınlanmamış kitlelerle ve karşı devrimcilerle çok sıkı bir ilişki kurmuştur.

Asırlık planlarını Atatürk'ün sağlığında uygulama fırsatı bulamayan emperyalizm, Atatürk'ün ölümünden sonra, özellikle Atatürk ve çağdaş cumhuriyet düşmanı 'kadim yobazlarımızı' ve '2. Cumhuriyetçi' liboşlarımızı kullanmıştır. Bunların bir kısmı emperyalizmin 'gönüllü hizmetkarıyken' bir kısmı da emperyalizmin 'paralı askerleridir'."

Üzerinde yıllarca emek harcayarak, liboşun yobazın yalanlarını deşifre ettiğim CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI adlı kitabımdan yaptığı bu uzun alıntıyla kitabıma dikkat çeken Sayın Vural Savaş'a tekrar teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum...

NOT: Vural Savaş dışında yazılarında ve TV programlarında "Cumhuriyet Tarihi Yalanları" adlı kitabıma dikkat çeken Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Hikmet Çetinkaya'ya, Yeniçağ Gazetesi Yazarı Hulki Cevizoğlu'na, Gazeteci-Yazar Banu Avar'a, Habertürk TV Programcısı Oylum Talu'ya, Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Ümit Zileli'ye de teşekkür ediyorum...

Sinan MEYDAN

12 Kasım 2010
sa.jpg
kitap1.png


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...kuerler-vural-sava&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

CUMHURİYET CADDESİNDE YÜRÜRKEN DURUN VE DÜŞÜNÜN!

ddd.jpg


ŞEHRİNİZDEKİ CUMHURİYET CADDESİ'NDEN GEÇERKEN BUNU HATIRLAYIN!

Atatürk'e Erzurum'dan bir telgraf gelir. Telgrafta, Erzurum'daki bir caddeye "Atatürk Caddesi" adının verilmesi istenmektedir.

Atatürk bu isteğe karşı çıkarak, Erzurum'daki o caddeye ille de bir ad aranıyorsa "Atatürk Caddesi" değil "Cumhuriyet Caddesi" adınının verilmesini önerir.

Önerisinin gerekçesini ise şöyle ifade etmiştir: "Benim naçiz vücüdum elbet birgün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."

O günden sonra sadece Erzurum'daki o caddeye değil Türkiye'deki neredeyse her ilde bir caddeye "Cumhuriyet Caddesi" adı verilmiştir.

Ben her seferinde Artvin'deki Cumhuriyet Caddesi'nden geçerken bu küçük ama önemli anıyı hatırlar ve ürperirim...

Sinan MEYDAN

30 Ekim 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-ve-bunu-dueuenuen&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

İSA SİZİ KORUSUN! "DP ve AKP'nin Gizli Misyonu"

ddd.jpg


AKP'NİN SIRRI


Türkiye'de AKP'ye oy veren seçmenlerin yabana atılamayacak kadar önemli bir bölümü AKP'nin Türkiye'yi "daha dindar" bir ülke yapacağını veya dindarların bazı sorunlarını (başörtüsü gibi) çözeceğini düşünerek AKP'ye oy vermiştir ve vermektedir.
AKP, Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ve AKP kurucularıyla milletvekillerinin dinsel bir kültürden gelmeleri, temel referanslarının din olması, sıkça halkın güzü önünde camiye gitmeleri, bolca dinsel söylev kullanmaları, dinsel olan herşeye olumlu yaklaşmaları, cemaatlerle sıkı fıkı olmaları vb durumlar, fazla eğitim almamış geniş halk kitlelerinin ilgisini çekmiştir. AKP'nin özellikle, Orta Andolu, Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden çok fazla oy almasının arkasında bu bölgelerde yaşayan insanların eğitim düzeyinin bir hayli düşük olması ve bu insanların kendilerini herşeyden önce "dinsel bir kimlikle" tanımlamaları yatmaktadır.

Özetle, "Laiklik karşıtı eğlemlerin odağı" olarak tescillenen AKP'nin Türkiye'de halkın teveccühüne mazhar olmasının temel nedeni dini kullanması, din eksenli siyaset yapmasıdır. Şunu da belirtelim ki; Türkiye'de eğitim düzeyini ve ekonomik refahı yükseltmedikçe dinsel eksenli siyaset yapmayan partilerin iktidar olması olanaksızdır.

TÜRK SİYASETİNİN ZEMİNİ ve DEMOKRASİ OYUNU

Türkiye'de siyasi eksen 1950'den beri DİN üzerine oturtulmuştur. 1950'den beri (bazı istisnalar hariç) dini en iyi kullanan partiler hep iktidar olmuştur. Üstelik, 1950'den biri din eksenli siyaset yapan partiler, Demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi Laikliği hiçe sayarak Demokrat olmuşlardır! Örneğin, temel söylemi "din" olan Demokrat Parti, 1950'de "Yeter söz milletindir!" diyerek seçimleri kazanmıştır. Ancak DP'den AKP'ye kadar"Yeter söz milletindir" diyen din eksenli partilerin, milletin demokrasi kültürünü yükseltmek,bunun için de milleti daha çok eğitmek gibi bir arayışları hiçbir zaman olmamıştır. "Yeter söz milletindir" diyen din eksenli partiler, "eğitim" derken sadece "dinsel eğitimi" anlamışlardır. Bu nedenle Köy Enstitülerini kapatıp olabildiğince fazla İmam-hatip okulu açmışlardır. Aslında bu anlayış kendi içinde çok tutarlıdır. Çünkü, seküler bir eğitimiden geçmiş, laik ve gerçekten demokrat bir toplumu "din propagandasıyla" kandırarak oy almak imkansızdır. Bu nedenle, cahil bırakılmış, aydınlatılmamış, eğitilmemiş, kandınların içe kapalı olduğu, bin yıl önceki geleneklere ve tabulara saplanmış bir toplumun karşısına çıkıp "Yeter söz milletindir" diye "demokrasi havariliği yapmak" çok kolay olmuştur.

1950'den beri Türkiye'de (istisnalar hariç) bu "demokrasi oyunu" tutmuş ve aslında demokrasiye tamamen karşı olan bir zihniyet hep iktidarda olmuştur. Bu oyun bozulmaya yüz tuttuğu zaman da darbeler devreye girmiştir. Örneğin, 12 Eylül 1980 öncesinde Türkiye'de bu dinsel eksenli siyaseti zorlayan, sarsan bir sol hareket gelişmeye başlamıştı. Türkiye'deki demokrasi oyununun bozulacağını anlayan iç ve dış güçler hemen devreye girerek 12 Eylül darbesini yapmışlar ve bir kere daha dinsel eksenli siyasetin önünü açmışlardırr. 12 Eylül sonrasında Türkiye'de bütün sol ve gerçek demokrat yapılanmaların yasaklanmasının arkasında bu gerçek vardır.

Peki bizim sahte demokratlar 60 yıl içinde Türkiye'yi ne hale getirmişlerdir?

SAHTE DEMOKRATLARIN MİRASI

Türkiye'de, 1950-2010 arasında (kısa süreler hariç) hep din eksenli siyaset yapan sahte demokratlar iktidarda olmuştur.

Ve bu sahte demokratların iktidarda olduğu dönemde Türkiye sadece DİNSELLEŞMİŞTİR. Eğer bu 60 yıllık sürede bazı kırılmalar olmasaydı Türkiye bugün tıpkı Osmanlıdaki Millet sistemi gibi kendisini dinsel aidiyetiyle tanımlayan insanların yaşadığı bir ORTAÇAĞ ÜLKESİ olurdu.

DP VE AKP'NİN GÖZDEN KAÇAN ORTAK NOKTASI

Türkiye'de dinsel zeminde siyaset yapan DP ve AKP gibi siyasi paritler döneminde ilginç bir şekilde DİNSELLEŞME sadece daha da Müslümanlaşmak (Emevi Müslümanlığı'ndan söz ediyorum, bu Kurani bir Müslümanlaşma değildir) anlamında kendini göstermemiş, aynı zamanda daha da Hıristiyanlaşmak biçiminde kendini göstermiştir.

Örneğin, DP hatta ANAP dönemlerinde, "turizm" adı altında Türkiye'de müthiş bir Misyonerlik ve Hıristiyanlaşma faaliyeti yürütülmüştür.

Prof. Oktay Sinanoğlu, "Yeniden Diriliş ve Kurtuluş İçin Ne Yapmalı" adlı kitabında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:

"DP döneminde sömürgeciler istilacı emellerini Müslüman halkın kendinden zannettiği kişiler vasıtasıyla gerçekleştirme yolunu tuttular. Önce büyük bir çoğunluğu samimi Müslüman olan halka, laikliğin teminatı altında olması gereken vicdan hürriyetini, bin yıllık ulusal inanç ve kültür birikimini hiçe sayan baskılar yapıldı. Halk bundan çok bunaldı.(İsmet Paşa tek parti dönemi) Sonra 'bu baskıyı kaldırırlar beklentisi içinde halk, büyük bir çoğunlukla Demokrat Parti'yi iktidara getirdi (1950).

"Evet! Menderes adıyla özleşen DP, iktidara gelir gelmez yurdun dört bir yanında camiler yaptırdı, ya da yapılmasına izin verdi. Neden olmasın? Öyle ya Müslüman ahali isterse cami yaptırır; Alevi Müslüman halk isterse cemevi yaptırır, olağan; ama şimdilerde pek bol ve devlet desteğiyle olduğu gibi, Hıristiyan olmayan bölgelere Kliseler yaptırılmadı; yaptırılmadı dediysek sıkı durun, devlet destekli misyoner faaliyetlerinin tohumları -çaktırmadan- o zaman atılmaya başladı... Halk Menderes'e 'İslamın kurtarıcısı' diye sarıldı. Ama unutmayalım ki, 1878'de de bir kısım halk, başta İstanbul Müftüsü olmak üzere İngilizlere, 'Velinimetimiz, İslamın hamisi, koruyucusu' diye sarılmış, (veya öyle gösterilmiş) ve hatta o kişi ve bazı din adamları İngiliz sefirinin at arabasından atlarını çözüp kendilerini at arabasına koşmuşlardı. Ancak eminim ki o zamanlar da halk ve aydınlar, bu İngiliz tezgahları karşında kendilerini muzdırap hissetmişlerdi.

"Menderes döneminde bir yandan muhteşem Osmanlı mimarisinin taklidinin tekdüze taklidi, ölçü ahenkleri her nesilde biraz daha yozlaşan mimarili camiler yaptırılırken, bir yandan da halkın önceleri pek fark edemediği sessiz sedasız derin işler yapıldı.

"Türkiye'de CIA güdümlü misyoner etkinlikleriyle ve devlet katkısıyla Hıristiyanlaştırma etkinliklerinin en önemli ayaklarından olan gezim (turizm) tuzağı gene 1950'de başlatıldı. Atatürk'ün, Türk Anadolu'yu Selçuk, Osmanlı eserleriyle tanıtmak, buna ek olarak Eski çağ Hitit, Frig, Lidya, Likya uygarlıklarını öne çıkrmak siyaseti yerine; Türkiye'nin Yunan-Roma kimliğine büründürülmesi, bunun gezim (turizm) ve kültür bakanlıkları aracılığıyla teşvik edilmesi (kısmen 1940'larda başlamışsa da) 1950'lerde yoğunlaşmıştı. Daha da önemlisi,'İslamın kurtarıcısı' Menderes döneminde dünya Müslüman halklarının Türkiye'deki İslami eserleri, türbeleri, kutsal emanetleri ziyaretleriyle turizm gelirleri sağlanacağına, Efes, Meryem Ana, Panarya, Kapulu Kilisesi ortaya çıkarılıp bir Hıristiyan haç yeri haline getirildi. Bu suretle Türk topraklarının Hıristayanların olduğu iddialarına devlet desteği verilmiş oldu; Haçlı kafalı Batılının ekmeğine yağ sürüldü." (s.125-181).

Özetle, 1950'lerde iktidara gelirken DİNSEL propaganda yapan ve daha çok Müslümanlık isteyen halkın oylarıyla iktidara gelen DP döneminde Türkiye'de Hırsitiyanlığın da önü açılmıştır.

Bugün de iktidara gelmek için din propagandası yapan ve daha çok Müslümanlık isteyen halkın oylarıyla iktidara gelen AKP döneminde de Türkiye'de Hıristiyanlığın önü açılmaktadır.Bugün "demokrasi", "dinler arası diyalog" aldatmacalarıyla, Türkiye'de, tarihi sembolik anlamları olan kliseler, manastırlar ibadete açılmaktadır.

YENİ OSMANLICILIĞIN DİN POLİTİKASI

Bizler, Türkiye'nin laik ve demokratik bir ülke olmasından yanayız; Laikliğin temel ilkesi, din kurallarının devletin işleyişine karşımaması ve din özgürlüğüdür. Bu nedenle Türkiye de herkes inancını ve inançsızlığını özgürce yaşamalıdır. Ama 1950'den biri dini kullanan "DİNCİ İKTİDARLAR" ın amacı, OSMANLI döneminde olduğu gibi kendisini "dinsel aidiyetiyle" tanımlayan insanların yaşadığı, insanlara kalıpları belirlenmiş bir MÜSLÜMANLIĞIN resmi din olarak dayatıldığı, buna karşın diğer taraftan da HIRİSTİYANLIĞIN özendirildiği bir Türkiye yaratmaktır.

Okyanus ötesindeki malum cemaatin "dinler arası diyalog" safsatasıyla desteklediği bu projenin amacı TÜRKİYE'yi bir ŞERİAT ÜLKESİ (Dinlerin belirleyici olduğu ülke) yapmaktır. İslam Şeriatı ve Hıristiyan şeriatının egemen olduğu bir ülke... Bir taraftan İSLAMIN KATI YORUMLARIYLA BAĞNAZLAŞIRKEN, DİĞER TARAFTAN DİNLER ARASI DİYALOG, DEMOKRASİ ADI ALTINDA HIRİSTİYANLAŞAN BİR UCÜBE...

Bu proje, YENİ OSMANLICILIĞIN din ve kültür ayağını oluşturmaktadır.

Ey güzel ülkemin samimi, gerçek dindar, sağduyulu insanları!

Bu oyunu artık bozun! Sizleri 1950'lerden beri "din-iman" diye kandırarak oylarınızı alanların, şehit kanlarıyla kurulan bu ülkeyi bugün nasıl bir uçuruma doğru sürüklediklerini artık görün!

Bu günaha ortak olmayın!...

Sinan MEYDAN

22 Eylül 2010
isa.jpg
Fethullahçı Aksiyon dergisi, sıkça İSA PROPAGANDASI yapmaktadır. Hiç düşündünüz mü neden?​
tt.jpg
Fehullah Gülen, Papa'yla el ele.. Kenidisni Hrisityanları ötekileştirerek meşrulaştıran bir cemaat liderinin bu Papa severliğinin nedenini hiç merak ettniz mi?
tttt.jpg
Kendini İslami kimliğiyle tanımlayan, Osmanlının Hristiyan Batıya yönelik fetihleriyle övünen, İsaril'e yönelik çıkışlarıyla tanınan Başbakan Recep Bey'in Yahudi cesaret ödülü ve Hıristiyan temsilcileriyle sıcak ilişkilerinin arkasında ne var acaba?
ttt.jpg

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...nin-gizli-misyonuq&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK DİYOR Kİ: "Fatih Sultan Mehmet Büyük Adamdı Büyük..."

ddd.jpg


Ayakta Uyuyan Vatanseverler

Evet Atatürk, Fatih Sultan Mehmet için, "BÜYÜK ADAMDI BÜYÜK..." demiştir her seferinde....
Kimilerimiz nasıl da ayakta uyuyoruz, kısır ideoljik tartışmalar içinde.... Nasıl da en büyük değerlerimizi "yobaza" "liboşa" kaptırıyoruz gündüz düşleri görürken.... Bir taraftan "aydın", "çağdaş", "vatansever", "ulusalcı" ve ATATÜRKÇÜ geçinirken diğer taraftan en büyük ulusal değerlerimizi hiç haketmeyen insanların salyalı ağızlarına, kirli ellerine, örümcek kafalarına emanet ediyoruz....Sahip çıkmamız gereken "ulusal değerlerimizi" anlaşılmaz bir mantıkla YOBAZA, İŞBİRLİKÇİYE, DİN BEZİRGANINA, POPÜLİST POLİTİKACIYA hediye ediyoruz....
Bunu yaparken de:
Sorsanız ULUSALCIYIZ ama bu ulusu, bu ulusun değerlerini tanımıyoruz, ATATÜRKÇÜYÜZ ama Atatürk'ü bilmiyoruz....
Farkında olmadan karşımızdaki cahil kitlenin, cehaletine yenik düşüyoruz....
Sözü nereye mi getireceğim?
Biz ulusalcı, Atatürkçü vatanseverlerin Osmanlı Tarihini ve bu tarihin değerlerini artık YOBAZA bırakmaktan vazgeçemeleri gerektiği noktasına getireceğim.....

Fatih'e Sahip Çıkmak

Bugün 29 Mayıs....
İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiği günün yıldönümü....
1950'lerden beri bugünü SİYASAL İSLMACILAR ve TÜRK-İSLAM sentezciler kutluyor.... Ve hepimizin bildiği gibi bu kutlamalar KARŞI DEVRİMİN GÖVDE GÖSTERİSİ olarak yapılıyor....
Mehter marşları, dualar, beyaz bir at ve bir gurup yeniçeri eşliğinde İstanbul her yıl yeniden feth ediliyor KARŞI DEVRİMCİLERLE....
Bizler ne yapıyoruz.... Ulusalcı, çağdaş, laik, Atatürkçü, vatansevler... Bizler ne yapıyoruz....
"BİZE NE OSMANLI'DAN FATİH'TEN" diyerek bu kutlamalara tepki gösteriyor, kızıyoruz....
Evet aslında ilk bakışta, kutlamaları yapan AKPli belediyenin niyetini düşününce kızmamak elde değil, ancak kızacağımıza 7000 yıllık Türk Tarihi'nin "hatalarıyla-sevaplarıyla" önemli bir parçası olan Osmanlı'ya ve Osmanlı'nın sembol isimlerinden FATİH SULTAN MEHMET'E daha fazla kafa yormamız, hataları, yanlışları eleştirdikten sonra özellikle FATİH'E sahip çıkmamız gerekmiyor mu?

Atatürk'ün Osmanlısı

Bakın dostlar....
ATATÜRK aynen böyle yapmıştı.... Hataları, yanlışları, eksikjleri, ortaya koyduktan sonra Osmanlının özellikle "bilimsel" "kültürel" ve "sanatsal" değerlerine ve bu değerleri yaratan kişilerine sahip çıkmıştı.... Lütfen Atatürk döneminde yazılan LİSE TARİH KİTAPLARINA ve TÜRK TARİHİ'NİN ANA HATRLARI adlı kitaba bakınız. Orada evet Osmanlı'nın dışa bağımlılığı, zaman içinde akıl ve bilimden uzaklaşması ve Türklerin ihmal edilmesi konuları eleştirilmiştir, ama Osmanlı sanatına, blimine sahip çıkılmıştır....
Türkiye'de gerçek anlamda Osmanlı Tarihi araştırmalarını başlatan bizzat Atatürk'tür. Atatürk, Cenevre'de Tarih doktarası yapan manevi kızı Afet İnan'a Osmanlı Tarihi'yle ilgilenmesini, özellikle ünlü Osmanlı denizcisi ve bilim insanı Piri Reis hakkında araştırmalar yapmasını önermiştir. Bu doğrultuda Piri Reis hakkındaki ilk kapsamlı çalışma Afet İnan tarafından yapılmıştır....
Atatürk .Timür, Cengiz, Yıldırım, Fatih ve Hz. Muhammed'e hayranlık beslemiştir...
Yıldırım Bayazit için; "Birgün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse Yıldırım'ın şahsında bulabilirler" demiştir.V. Murat'ın Çırağan Sarayı'nda göz altında tutulması ve öldüğünde cenazesinin sönük bir törenle kaldırılmasına üzülmüş ve "YAZIK ÇOK YAZIK! BİR PADİŞAHIN CENAZESİ BÖYLE Mİ KALDIRILIR*" demiştir.
Atatürk Osmanlı padişahlarından en çok FATİH'TEN övgüyle söz etmiştir.Fatih'in adı geçince, "BÜYÜK ADAMDI BÜYÜK" dediğine tanık olanlar çoktur....
Atatürk, Rumeli Hisarı'na ya da İstanbul'da uygun bir yere bir de FATİH HEYKELİ yapılmasını istemiş, bu konuda mahiyetindekilere emir vermiştir.

Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet İlişkisi

Peki ama Atatürk'ü Fatih'e yaklaştıran nedir?
İşte bugün FATİH'E sahip çıkan YOBAZIN işine gelmeyecek o gerçekler; Atatürk'ün Fatih Sultan Mehmet'ten övgüyle bahsetmesinin belli başlı nedenleri:
1. Fatih sadece bir devlet adamı ve komutan değil, aynı zamanda çok sayıda kitap okuyan bir düşünürdür.Fatih'in okuduğu kitaplar arasında HOMEROS'UN İLYADA VE ODESSA destanının Latince nüshası da vardır.
2. Fatih, adeta çağını aşarak, dünyayı daha iyi anlamak için tam 7 dil öğrenmiştir. Bu amaçla Rönesans İtalya'sından Latince öğrenmek için iki hoca getirtmiştir.
3. Fatih, sanata ve estetiğe meraklı bir hükümdardır. Bu amaçla yine Rönesans İtalyası'ndan davet ettiği İtalyan Ressam Bellini'ye bir portresini çizdirmiş, dahası saraya çağırdığı heykeltraşlara İLK OSMANLI HEYKELLERİNİ yaptırmıştır. Ancak "tutucu" ulemenın baskısı yüzünden bu heykeleri sarayın bahçesinden kaldırtmak zorunda kalmıştır.
4. Fatih, bilime, kültüre ve özellikle eğitime büyük önem vermiş, bu amaçla İstanbul'da birkaç kütüphane ve bir yüksek okul (şimdiki İstanbul Üniveriste'sinin temeli olan) SAHNI SEMAN MEDRESELERİ'ni kurdurmuştur. Bu medresede MATEMATİK, GEOMETRİ, KİMYA, ASTRONOMİ dersleri de okutulmuştur.
5. Fatih, Osmanlı'da görülmemiş bir biçimde ANTİK TARİHLE İLGİLENMİŞ, İLYADA VE ODESSA'YI OKUDUKTAN SONRA burada anlatılan TRUVA SAVAŞI'NDAN etkilenerek, Çanakkale'ye gitmiş ve Truva harabelerinde "İSTANBUL'U FETEDEREK TRUVALI KAHRAMAN HEKTOR'UN ÖCÜNÜ ALDIM" diye kurban kesmiştir. Dahası kendilerini Truvalıların soyundan gelme olarak gören İtalyanlara hitaben PAPA II. PİUS'A "İkimiz de Truvalıyız" diye bir mektup yazmıştır.... (Atatürk de benzer bir şekilde Sakarya Savşı'ndan sonra HEKTROUN İNTİKAMINI ALDIM demiş ve Truva araştırmalarına sahip çıkmış, yazdırdığı tarih kitaplarında Truvalıların Türklerle akraba olduklarını belirtmiştir. Bkz. Sinan Meydan, Son Truvalılar, İstanbul, 2006.)
6. Fatih, İstanbul'u fetetmek için de BİLİM den yararlanmıştır. Macar Urban Ustayı çağırıp dev toplar döktürmesi, fetih planlarını bizzat hazılaması, gemileri karadan kaydırmayı akıl etmesi, onun bugünün DİNCİ POLİTİKACILARI GİBİ İŞİNİ KURU KURUYA BİR "TEVEKKÜLE" BIRAKMADIĞINI, çağının bilimsel imkanlarından yararlandığını, akılcı stratejiler geliştirdiğini göstermektedir.
Atatürk'ün dediği gibi, İstanbul'un fethinin ardında HURAFE değil AKIL ve Bilim vardır.
ATATÜRK'ÜN NEDEN FATİH'E SAHİP ÇIKTIĞI ŞİMDİ ANLAŞILMIŞTIR SANIRIM....

Fatih Sultan Mehmet Yobaza Bırakılamayacak Kadar Önemlidir

Bilieme, sanata, kültüre, önem veren, "aklını" kullanan FATİH SULTAN MEHMET YOBAZA BIRAKILAMAYACAK KADAR ÖNEMLİ BİR TARİHSEL DEĞERDİR....
Ama gelin görün ki, bu FATİH bugün neredeyse bugünkü DİNCİ LİDERLERLE özdeşleştirlmektedir....
Kimseyi suçlamayın, tek suçlu biziz. Biz; aydın, çağdaş, ulusalcı, Atatürkçü vatanseverler.... Araştırıp, öğrenmeden, kısır ideolojik kavgalarla tarihimizin en büyük değerini YOBAZA, İŞŞBİRLİKÇİYE bırakmışız...
Ama artık uyanma zamanıdır...
ATATÜRK'ÜN yaptığı gibi HZ. MUHAMMED'E, PİRİ REİS'E, MEVLANA'YA, TÜMUR'A ve özellikle FATİH SULTAN MEHMET'E sahip çıkmalıyız....

Tarih Yazımında ADB Parmağı

SOMANLI TARİHİNİ SADECE BİR SAVAŞ VE FETİH TARİHİNE İNDİRGEYEN; 1950'LERDE TÜRK MİLLİ EĞİTİMİNDE GÖREV YAPAN ABD'Lİ UZMANLARDAN OLUŞAN FULBRAYT KOMİSYONU'DUR. Soğuk savaş döneminde Kominizm tehlikesine karşı TÜRKİYE'Yİ kalkan olarak kullanmak isteyen ABD, Türk Milli Eğitimi'ni ele geçirmek ve tarih eğitimine şekil vermek için 9 kişiden oluşan bir komisyon kurmuştur. Bu komisyondaki üyelirin 4'ü ABD'li 4'ü Türk'tür. Oylamada eşitlik olunca Türkiye'deki ABD Büyükelçisi de oy kullanma hakkına sahiptir.... İşte bu komisyon DP döneminde ATATÜRK'ÜN HAZIRLATTIĞI TARİH KİTAPLARINI DEĞİŞTİRMİŞ VE OSMANLI TARİHİNİ SADECE BİR SAVAŞ-FETİH TARİHİNE İNDİRGEYEN "IRKÇI" VE "DİNCİ" YENİ TARİH KİTAPLARI HAZIRLATMIŞTIR. ABD'nin amacı "Atalarının savaşçılığıyla motive olan Türk gençlerinden" Mehmetçik'ten savaş meydanlarında yararlanmaktır.... Böyle de olmuştur. Bilindiği gibi ABD çıkarları doğrıultusunda Mehmetçik Kore'de can vermiştir....
İşte artık bu ABD oyunuNU bozmalı ve yeniden Osmanlı kültürüne uygarlığına, FATİH'e sahip çıkmalıyız....
FATİH, ABD VE ONUN YERLİ İŞBİRLİKÇİSİ YOBAZLARA BIRAKILAMAYACAK KADAR ÖNEMLİDİR....

Sinan MEYDAN


29 Mayıs 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...uek-adamd-bueyuekq&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

En Kritik Soru!

ddd.jpg


YAZDIĞI KİTAPLA CEMAATİN KİRLİ ÇAMAŞIRLARINI ORTAYA DÖKEN "MUHAFAZAKAR"HANEFİ AVCI'NIN "DEVRİMCİ KARARGAH ÖRGÜTÜYLE" İLİŞKİLENDİRİLEREK TUTUKLANMASI VE BUNUN BU ÜLKEDE (BAZI İSTİSNAİ ÇIKIŞLAR HARİÇ) NORMAL BİR OLAY GİBİ KARŞILANMASI, BU OLAYA TOPLUMSAL CİDDİ BİR TEPKİNİN GÖSTERİLMEMESİ, TÜRKİYE'DE "NAMUSUN", "VİCDANIN" VE "AKLIN" TERK EDİLMEK ÜZERE OLDUĞUNUN SON KANITIDIR.... TÜRKİYE KOYU BİR KARANLIĞA DOĞRU SÜRÜKLENMEKTEDİR....

ÇOCUKLARIMIZA NASIL BİR TÜRKİYE BIRAKACAĞIMIZA BİZ Mİ, YOKSA ABD UYDUSU CEMAAT Mİ KARAR VERECEK? HERKESİN CEVAP VERMESİ GEREKEN EN KRİTİK SORU BUDUR...



"Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. "
Mustafa Kemal ATATÜRK



Sinan MEYDAN

29 Eylül 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...313:en-kritik-soru&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ZÜBEYDE ANAMIZ "Atatürk'ün En Büyük Aşkı"

ddd.jpg


Yeni açılan üniversitelere, Ankara’da “Yıldırım Beyazıt'', Bursa'da ''Bursa Teknik'', İstanbul'da 'İstanbul Medeniyet', İzmir'de ''Katip Çelebi'', Konya'da ''Konya'', Erzurum'da ''Erzurum Teknik'' ve Kayseri'de ''Kayseri Abdullah Gül'' ve Antalya'da ''Uluslararası Antalya Üniversitesi” adlarının verilmesini uygun bulan AKP, İzmir’de kurulacak üniversiteye Zübeyde Hanım Üniversitesi adının verilmesini uygun bulmadı? Peki ama neden?

Gerekçe: “Üniveristelere bilim insanlarının isimleri konur!” diye açıklandı. Ancak, Kayseri de kurulan üniversiteye Abdullah Gül adının verilmesiyle bu gerekçenin gerçeği yansıtmadığı da anlaşılmış oldu.

Peki ama, AKP’nin gerçekte Zübeyde Hanım’dan rahatsız olmasının nedeni nedir?

Bakan Çubukçu bu sorunun cevabını düşüne dursun, biz kendisine ve bütün AKP’lilere ZÜBEYDE ANAYI anlatalım biraz:

ZÜBEYDE HANIM

Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım 1857 yılında Selanik yakınlarındaki Lagaza’da dünyaya gelmişir. Çocukluk ve gençlik yıllarını burada babasının çiftliğinde geçirmiştir.

Genç kızken, zekâ ve cesaretle yoğrulmuş bir güzelliği vardır.

Kökleri

Zübeyde Hanım Türklüğüyle gurur duymaktadır.

“Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı.” (1) Zübeyde Hanım çok haklıdır; çünkü o gerçekten bir Yörük kızıdır.

Zübeyde Hanım’ın ataları Konya Yörüklerindendir. Baba soyu olarak Evlad-ı Fatihan’dır. (2)

Mustafa Kemal Atatürk’ün anne soyu, Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan dolayı da Rumeli’deki diğer Yörük gruplarından farklı olarak “Konyarlar” diye anılan Yörüklerdendir. Konyarlar, Konya Karaman’dan Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1466’da Karamanoğulları etkisiz hale getirildikten sonra Rumeli’ye göçürülerek iskân edilmişlerdir. (3)

Zübeyde Hanım’ın ataları önce Konya Karaman’dan alınarak Batı Makedonya’daki Vodin İlçesi’nin batısındaki Sarıgöl Bucağı’na yerleştirilmişler, daha sonra da Selanik dolaylarına gelmişlerdir.(4)

Zübeyde Hanım’ın babası, yani Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’dir. Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Bey’i de tanıyan Aydın Milletvekili Tahsin San, Zübeyde Hanım’ın baba soyu hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Atatürk’ün validesi Zübeyde Hanım, Sofuzade ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Bunlar Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130 sene evvel Sarıgöl’den Selanik’e gelmişlerdir. Vodina Kazası’nın batısında Sarıgöl Nahiyesi’nde 16 köyden ibaret olan bu nahiye ailesi Makedonya ve Teselya’nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı hükümetinin sevk ve iskân ettirdiği Türkmenlerdendir.” (5)

Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım, annesi Zübeyde Hanım’ın sık sık, “Soyumuz Yörüktür. Konya Karaman yöresinden buraya gelmişiz. Babam, Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’da kalmış, Mevlevi Dergâhı’na girmiş, orada Yörüklüğü tutmuş” dediğine tanık olmuştur.

Türk olmaktan derin bir haz duyan Zübeyde Hanım, Türklük bilincini çocuklarına da aşılamaya çalışmıştır. Mustafa Kemal daha çok küçükken Türk ile Yörük arasındaki ilişkiyi kavramış gibidir.

Makbule bir gün ağabeyi Mustafa’ya

“Yörük ne demektir?” diye sorduğunda,

Mustafa kendinden emin:

“Yürüyen Türk demektir.” yanıtını vermiştir.(6)

E.Benhan Şapolyo’nun Ruşen Eşref Ünaydın’dan naklettiğine göre, “Atatürk birçok kere benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenleridir” demiştir.(7)

Dahası Mustafa Kemal, ileriki yıllarda “Yörüklerle” ilgili kişisel bazı araştırmalar yapmış, kitaplar okumuştur. Dr.M.-Çakıroğlu’nun “Yörükler Üzerine” adlı çalışmasını okurken önemli bulduğu bazı yerlerin altını çizmiştir.

“Anadolu göçmeni (…) damarlarında Türk-men kanı taşıdığını pek de hatırlamaz.

Yalnızca Rumeli ve Konya’daki Türk-menler, bu akrabalığı unutmamıştır.

Türkmen göçebelerinin Anadolu’da ilk ortaya çıkışlarından bu yana on yüzyıl geçmiştir.” Atatürk, bu paragrafların başını dikey çizgilerle işaretlemiştir.(8)

“Yörükler İslamiyet’i kendine göre yorumlar ve özel bir ulusal karakteri muhafaza eder.”(9)

“Hammer, Yörük kadınları gibi Kula’daki Türk kadınlarının da yüzlerini kapamadıklarını ifade eder. (...) Bu aykırı davranış onların Türkmen kökenlerini kolayca kanıtlamaktadır.”(10)

“Türkmen kadınlar, Türkmenlerin yerleştikleri dönemde Amasis’inki gibi Anadolu’da daima güzellikleriyle ün salmıştır.”(11)

Önemli bularak, yukarıdaki paragrafların başlarını da dikey kalın çizgilerle işaretleyen Atatürk, “Orta Asyalı Türklere ve Türkmenlere Aydın vilayetinde rastlanmaktadır” cümlesindeki “Türklere ve Türkmenlere” ifadesinin de altını çizmiştir.(12)

Atatürk’ün, “Yörükler Üzerine” adlı kitapta altını çizdiği bu satırlardan, onun “Yörük kökenleriyle” gurur duyduğu sonucuna ulaşmak pek de abartılı bir değerlendirme olmasa gerekir.

Güçlü Karakter Sağlam İrade

Zübeyde Hanım, güçlü bir karaktere ve sağlam bir iradeye sahiptir. Doğru bildiği şeyler uğruna sonuna kadar mücadele etmiştir. Doğuştan akıllıdır. Yalnız yeteri kadar eğitim görmemiştir. Okuma yazmayı ailesinden öğrenmiştir. Az çok okuma yazma bildiği için kendisine “Zübeyde Molla” denilmiştir.

Belli ki Mustafa Kemal, hem görünüşüyle (sarı saçlı, renkli gözlü) hem de içsel özellikleriyle (güçlü karakter, sağlam irade) annesine çekmiştir. Nitekim babasına oranla, annesinden daha çok etkilenecektir.

Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine genç yaşta dul kalan Zübeyde Hanım, Mora eşrafından Ragıp Bey adlı bir memurla evlenmiştir. Ragıp Bey’in Süreyya ve Hakkı adlarında iki oğlu ile Fıtnat ve Ruhiye adlı iki kızı vardır.(13) Mustafa Kemal o günlerde bu evliliğe büyük tepki duymuş, hatta evi terk ederek bir süreliğine halasının yanında kalmıştır.(14) Ancak zaman içinde üvey babası Ragıp Bey ile son derce iyi bir iletişim kuracaktır.(15) Ali Fuat Cebesoy’un aktardığına göre Mustafa Kemal üvey babası Ragıp Bey’den şöyle bahsederdi: “Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar bir insandı.”(16)

Ana Oğul İlişkisinin Boyutları

Hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk’ün vatanından sonra en çok sevdiği annesi Zübeyde Hanım’dır. Atatürk’ün, annesi Zübeyde Hanım’a duyduğu derin sevgi tüm ömrü boyunca devam etmiştir. Bu sevginin en önemli nedenlerinden biri, Mustafa Kemal’in çok küçük yaşta babasız kalması ve bu süreçte Zübeyde Hanım’ın büyük fedakârlıklar göstermesidir. Annesine minnet duyan oğul, o yüce anaya hiçbir zaman saygıda kusur etmemiştir. Kılıç Ali’nin ifadeleriyle: “Annesi Atatürk’ü, Atatürk de annesini, ikisi birbirlerini adeta büyük bir aşkla severlerdi. Tuhaf değil mi? Zübeyde Hanım oğluna karşı adeta derin bir saygı beslerdi. Elini tuttuğunda sanki onu öpmek isterdi. Atatürk de annesine karşı olağanüstü saygılıydı.”(17)

Ana oğul arasındaki saygı ve sevginin boyutlarını Mustafa Kemal’in yaverlerinden Cevat Abbas (Gürer) şöyle gözlemlemiştir: “Ana ve oğul hazırlanmadan birbirlerini görmezlerdi. Ebedi Şef sabahları uyanır uyanmaz, eğer o gün annesini görecekse, birisi vasıtasıyla annesinden izin alırdı. Sonra büyük bir merasimde bulunacakmış gibi Atatürk hazırlanırdı. Bayan Zübeyde de hasta yatağında olsa dahi büyük bir ihtimamla Atatürk’ü kabule hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter, Makedonyalı gelinlik kızın zengin çeyizinden kalmış oyalı bürümcük gömleğinin üzerine ipekli entarisini giyerdi. Ve İstanbulkari renkli maş-alahı ile resmi kıyafetini tamamladıktan sonra oğlunu beklediği haberini gönderirdi.”(18)

Cevat Abbas’a göre Zübeyde Hanım’la Mustafa Kemal, ana-oğul adeta birbirine aşıktırlar. Cevat Abbas’a kulak verelim:

“Bu ziyaretlerin her birinde Atatürk anasının mübarek elini saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa hatta Mustafacık olurdu. Konuşmaları, latifeleri pek içten kaynayan taşkın sevgilerin yansımaları idi. Çankaya’da bu ana oğul görüşmelerinin birinde (…)Atatürk annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı. Bahtiyarlığı, gülen ve şirin yüzünden okunurken o büyük Türk anası kolları arasından uzaklaşan ciğerparesinin ellerine sarıldı. Atatürk: ‘Ne yapıyorsun anne?’ dedi, elini çekmek istedi. Bayan Zübeyde sükünetle ve kati bir ciddiyetle, ‘Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurataran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım. Elini öpebilirim.’ Cevabını verdi.”(19)

Düşünebiliyor musunuz, bir ana ki oğlunun elini öpmek ister ve bir oğul ki yapıp ettikleriyle anasını bu kadar mutlu eder...

Atatürk-Zübeyde Hanım İlişkisi Kronolojisi

Atatürk-Zübeyde Hanım ilişkisini kronolojik olarak şöyle özetlemek mümkündür:

1.Ali Rıza Efendi’nin zamansız ölümüyle çok genç yaşta dul kalan Zübeyde Hanım iki çocuğunu alarak ailesinin Langaza’daki çiftliğine dönmüştür.

2. Zübeyde Hanım, 1905’de Harp Akademisi’ni bitiren ve kurmay yüzbaşı olan ancak bu sırada kısa süre hapse atılan Mustafa Kemal’i görmek için üç beş günlüğüne İstanbul’a gelmiş ve oğlunu buradan ilk görev yeri Şam’a bizzat uğurlamıştır.

3.Balkan Savaşları sonunda Selanik’in kaybedilmesi üzerine burada yaşayan diğer Türkler gibi Zübeyde Hanım da kızı Makabule’yi yanına alarak İstanbul’a gelmiş ve Beşiktaş Akaretlerdeki 76.numaralı eve yerleşmiştir.

4. Çanakkale’de destan yazan Mustafa Kemal Paşa daha sonra Yedinci ordu komutanı olarak Filistin’in güneyindeki Sina cephesinde İngilizlerle çarpışırken Müttefik Alman Orduları Komutanı Fakenhayn’la arasındaki bir anlaşmazlık sonunda istifa ederek Halep’e gitmiştir. Burada ciddi şekilde sarılık hastalığına yakalanan oğlunu merak eden Zübeyde Hanım, Halep’e giderek oğlunu ziyaret etmiş, İstanbul’a dönmüştür.

5.Mustafa Kemal, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından birkaç gün sonra 13 Kasım 1918’de Suriye Cephesi’nden ayrılarak İstanbul’a gelmiştir. Doğru annesinin evine giden Mustafa Kemal, Zübeyde Hanım’ın elini öpüp boynuna sarılarak hasret gidermiştir. İstanbul’da bir süre Pera Palas Oteli, Fansa’ların Beyoğlu’ndaki evinde kalan Mustafa Kemal, daha sonra Şişli’de Madam Kasabyan’ın üç katlı evini kiralamış ve Beşiktaş Akaretler’de oturan annesi ve kız kardeşini de yanına almıştır.

Mustafa Kemal, vatanın işgal edildiği o kara günlerde Anadolu’ya geçerek bir bağımsızlık savaşı başlatmak için gerekli hazırlıkları Şişli’deki o üç katlı evde yapmıştır. 16 Mayıs 1919’da Samsun’a hareket edinceye kadar annesiyle ve kız kardeşiyle bu evde oturmuştur. Ve 16 Mayıs sabahı annesinin dualarıyla Samsun’a hareket etmiştir.

6. Mustafa Kemal, Samsun’a hareket etmeden önce İstanbul’daki dostu Sezai Ömer (Marda) Bey’e, senet ile bir miktar para bırakmıştır. 17 Kasım 1919’da Bandırma Vapuru’ndan Sezai Ömer Bey’e yazdığı mektupta senetteki bu parayı annesine bıraktığını belirtmiştir. Yaklaşık iki yıl sonra, 19 Haziran 1922’de yazdığı başka bir mektupta da annesine yaptığı yardımlardan dolayı Sezai Ömer Bey’e teşekkür etmiştir.(20)

7. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla birlikte Zübeyde Hanım ve Makbule, işgal İstanbul’unda yalnız kalmışlardır. Zübeyde Hanım, oğlunun, “idama mahkûm edildiği” ve hatta “öldüğü” biçimindeki haberlerden etkilenerek hastalanmış, kısmen felç olmuştur.

8. Bu sırada kızı Makbule’nin Mustafa Mecdi Bey adlı bir tüccarla evlenmesi Zübeyde Hanım’ı biraz olsun mutlu etmiştir. Gözü yaşlı anne, kızı ve damadıyla birlikte yeniden Akaretler’deki evde yaşamaya başlamıştır.

9. Mustafa Kemal ise hasta annesinden daha fazla ayrı kalmaya dayanamayarak Zübeyde Hanım’ı yanına, Ankara’ya getirmeye karar vermiştir. TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, annesini almak için Adapazarı’na gelmiştir(14 Haziran 1922). Burada, kendisinden bir gün önce gelen ve Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı Vehip Bey’in evinde kalan annesiyle buluşan Mustafa Kemal, geceyi annesiyle birlikte o evde geçirmiştir. Daha sonra da ana oğul bir otomobille 24 Haziran 1922’de Ankara’ya dönmüşlerdir.

10.Ankara’da, Mustafa Kemal ve akrabaları Fikriye ile birlikte kalan Zübeyde Hanım’ın sağlığı gitgide bozulmaya başlamıştır. Gözü yaşlı ana, kendi derdinden çok oğlunu düşünmekte, oğlunun artık bir an önce “dünya evine girmesini” istemektedir. Gelin adayı da hazırdır. Fikriye... Ancak çok geçmeden oğlu Mustafa Kemal’in başka biriyle evlenmek istediğini öğrenecektir. Bu yeni gelin adayının adı Latife’dir. İzmir’in köklü ve zengin ailelerinden birinin okumuş kızı Latife...

11. Zübeyde Hanım, son günlerini müstakbel gelin adayı Latife Hanım’ın İzmir Karşıyaka’daki köşklerinde geçirecek; ancak yüce ana, oğlunun mürüvvetini göremeden hayata gözlerini kapayacaktır. Öldüğünde 66 yaşındadır(15 Ocak 1923).

Dindar Bir Ana

Zübeyde Hanım çok dindardır. Atalarının geleneksel inançlarına sonuna kadar bağlıdır. Beş vakit namazını kılan, tabiri caizse “sofu” bir kadındır.

Zübeyde Hanım’ın dindarlığını anlamak bakımından, onun, 1996 yılında açılan Abdurrahim Tunçok Müzesi’ndeki özel eşyalarına göz atmak yeterlidir.(21) Zübeyde Hanım’a ait özel eşyalar arasında zemzem kabı, değişik tespihler, seccadeler ve Kur’an-ı Kerim gibi dinsel amaçlı eşyalar dikkat çekmektedir. Zübeyde Hanım’ı tanıyanlar, Zübeyde Hanım’ın evinde iki adet Kur’an’ı Kerim bulunduğunu, bu Kur’an’lardan birinin duvarda özel koruması içinde asılı, diğerinin ise evin başköşesinde bir rahle içinde açık durduğunu belirtmektedirler. Zübeyde Hanım’ın son nefesini verinceye kadar her fırsatta sıkça Kur’an okuduğu bilinmektedir.

Mustafa Kemal annesinin dindarlığına büyük saygı duymuş, ona hediye alacağı zamanlarda, seccade, tespih ya da başörtüsü gibi dinsel işlevi olan şeyleri tercih etmiştir. Örneğin, Şam’da kurmaylık stajını yaparken sevgili annesine hediye olarak Suriye yapımı dört tarafı gümüş sırmalarla işlemeli bir başörtüsü almış ve arkadaşı Ali Fuat’la Selanik’e, annesine göndermiştir.(22)

Zübeyde Hanım, kendi ailesi içinde ve kocasının ailesi içinde hacılar bulunmasından gurur duymaktadır. Mustafa’nın da onların yolunu izlemesini, iyi bir din eğitimi almasını, hatta iyi bir din adamı olmasını istemiştir. Bunun için Mustafa Kemal, mutlaka mahalle mektebine gitmeli, dini bütün Müslüman çocukları gibi, Kur’an ilkelerine uygun yetişmelidir.(23)

Mustafa Kemal’in anne soyundan yakın akrabaları arasında tekke şeyhleri de vardır. Hatta anlatılanlara bakılacak olursa, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım ve halası Emine Hanım, Selanik’te sık sık tarikat toplantılarına katılıp, şeyh ve derviş aileleriyle sıkı ilişkiler kurmuşlardır.(24)

Vasiyet ve Ölüm

Zübeyde Hanım, İslam dininin ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Ömrü boyunca dininin tüm gereklerini yerine getirmekle kalmamış, son günlerinde, öldükten sonra ruhuna hatim okutulmasını vasiyet etmiştir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında annesinden bir süre uzak kalan Mustafa Kemal, Ankara’dan Cemal Bey’i (Bolayır) sık sık İstanbul’da Akaretler’de oturan annesine göndererek hatırını sordurmuş ve bu şekilde bir şeye ihtiyacı olup olmadığını öğrenmiştir.

Cemal Bey’in, Zübeyde Hanım’ı son ziyaretlerinden birinde artık iyice hastalanmış olan Zübeyde Hanım ona vasiyetnamesini hazırlatmış ve Cemal Bey’den bir istekte bulunmuştur:



“Evladım, ben öldükten sonra ruhuma her sene hatim okutmak üzere bir yere bir miktar para bırakmak isterim. Bunu nereye verelim?”

Cemal Bey biraz düşündükten sonra:

“Peki, size çok iyi bir müessese göstereceğim. Arzu ederseniz sizinle oraya gidip görüşelim” demiş ve Zübeyde Hanım’a yardımcı olmuştur.

Ertesi gün Cemal Bey, o zaman Darüşşafaka müdürü olan Ali Kami Bey’i görerek Zübeyde Hanım’ın arzusunu ona iletmiştir. Ali Kami Bey “memnuniyet ile teberrularını (bağışlarını) kabul ederiz” demiş. “Mektep esas defterine kaydını yaparak her sene arzusu veçhile hatim ettirip duasını yaparız” diye de eklemiştir. Daha sonra, Cemal Bey ile Zübeyde Hanım Dürüşşafaka’ya gitmişler. Müdür Ali Kami Bey bütün öğrencileri büyük salona toplamış ve kendilerine Paşa’nın annesini tanıtmıştır. Bundan sonra ilahiler ve dualar okunmuş, Zübeyde Hanım bu güzel karşılanıştan çok memnun kalmıştır.

Zübeyde Hanım vasiyetnamesinde Dürüş-şafaka’ya da bir miktar para bırakmıştır.(25)

Daha sonra annesinin vasiyetini öğrenen Mustafa Kemal, her ölüm yıldönümünde annesine hatim okutup, hatim okuyan hafıza zarf içinde bir miktar para vermeyi adet haline getirmiştir. Bu, bir oğlun annesine duyduğu sevgi ve bağlılığın manevi bir işaretidir.

Zübeyde Hanım, babasının dindarlığından fazlaca etkilenmişti. Zübeyde Hanım’ın babası, yani Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi -daha öncede belirtildiği gibi- “Sofuzade” olarak bilinen Feyzullah Efendi’dir. Sofuzade Feyzullah Efendi, Atatürk’ün çocukluk anılarında okul tatillerinde tarlalarda kargaları kovaladığından bahsederken söz ettiği Selanik’e bir saat uzaklıkta Langaza’daki çiftliğin sahibidir. Zübeyde Hanım, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’ın tek kızıdır.(26)

Mustafa Kemal’in dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’nin ağabeyi, Mevlana Dergâhı’nın dervişlerinden biridir. Mustafa Kemal’e göre, annesinin dindarlığı Sofuzade Feyzullah Efendi’nin mirasıdır. “Atatürk annesinin ilahilerle, mahalle mektebine başlaması yolundaki ısrarının sebebini bu mirasa bağlıyordu.”(27)

Mustafa Kemal’in soyağacı incelendiğinde, anne soyunun çok dindar olduğu görülecektir. Mustafa Kemal’in, hayatı boyunca yanında bulunan anne soyundan tek akrabası Ahmet Fuat Bulca, Mustafa Kemal’in, annesinin dindarlığından çok etkilendiğini ve bu dindarlığın nedenlerini araştırdığını belirtmektedir.

Son Buluşma

Mustafa Kemal çocukluk ve ilk gençlik yılları dışında sıklıkla annesinden ayrı kalmıştı. Annesini çok seven bir oğul olarak annesinden uzak kaldığı dönemlerde anne hasretini derinden hissetmiş, tüm güçlüklere rağmen her fırsat bulduğunda annesini ziyaret etmeyi de ihmal etmemiştir.

Mustafa Kemal son olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında annesinden ayrı kalmıştır; fakat anne hasretine dayanamamış olsa gerekir ki, annesini Ankara’ya yanına aldırmıştır.

Mustafa Kemal, TBMM Başkanı ve Başkomutandır. Yıllardan 1922, aylardan Hazirandır. Anne ve oğul üç yıl ayrılıktan sonra nihayet kavuşmuşlardı. Zübeyde Hanım bir süre Çankaya Köşkü’nde kalmış; ancak kısa süre içinde İstanbul’dan beri devam eden hastalığı iyice artmıştır. Mustafa Kemal, hasta annesine İzmir havasının iyi geleceğini düşünmüştür. Zübeyde Hanım, uzun uğraşlardan sonra, İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edilebilmiştir. Zübeyde Hanım, İzmir’de Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki yazlık evlerinde kalmaya başlamıştır.

Burada bulunduğu sırada hastalığı iyice ağırlaşan Zübeyde Hanım 15 Ocak 1923’te vefat etmiştir.

Mustafa Kemal ise bu sırada özel treniyle Ankara’dan başlayan ve Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisine çıkmış ve 15 Ocak’ta Eskişehir’e gelmiştir.

Gün ağarmak üzeredir. Mustafa Kemal emir eri Ali Çavuş’u çağırıp, “Bir haber var mı?” diye sormuştur. Ali Çavuş, “Şifre geldi ama çözülmedi” diye yanıt verince, mavi gözleri çakmak çakmak olan Mustafa Kemal hafifçe başını kaldırıp Ali Çavuş’a hüzünle bakarak, “Annemin öldüğünü biliyorum. Bir rüya gördüm. Yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bire bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü” demiştir. Deşifre edilmiş telgraf kendine verildiği zaman gözlerini kapamış, derin bir nefes almış, başını hafifçe öne eğmiş, bir an düşündükten sonra “İzmir’e gidiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” talimatını vermiştir.

Mustafa Kemal, aynı gün, İzmir’de bulunan başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekmiştir: “...Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini (İslami kurallara uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-ı Hak milletimize hayat ve selamet versin.”(28)

Mustafa Kemal, kısa bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini yerine getirecek; annesinin mezarı başında ve Allah’ın huzurunda ellerini açıp dua edecektir.

Zübeyde Hanım’ın Cenaze Töreni

Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında İzmir’de bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın cenaze töreni hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a ayrıca bir vasiyet yazdırmıştır. Latife Hanım, ölüm haberini ilk önce İzmir valisi Mustafa Abdülhak (Renda’ya) bildirmiş, vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuz üç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştür.

Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar, hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi kurmay başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Bakü), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) paşalar cenaze alayının önünde yürümekte idiler.

Latife Hanım, siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti; fakat ailesinin ve din adamlarının, “İslam’da kadın cenazeye katılmaz” diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmiştir.

Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlit okutmuş, 52. gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti”(29)

***

Mustafa Kemal’in, anne soyu çok dindardır.Doğal olarak Mustafa Kemal Atatürk de bu dindarlıktan etkilenmiştir. Atatürk’ün yılar sonra dile getireceği şu sözlerin temelinde onun annesinden, ailesinden aldığı dini eğitimin büyük etkisi vardır.

“Hâlbuki Elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir.”(30)

“Biz dini eğitimi aileye bıraktık... Çocuk dini eğitimini ailesinden alacaktır.”

Acımasız İftiralar

Atatürk’ün anne ve babası hakkındaki tüm gerçekler ortadayken, Atatürk’ü karalamak, lekelemek ve halkın gözünden düşürmek isteyenler onun anne ve babası hakkında acımasız iftiralar ileri sürmüşlerdir. Atatürk’ün anne ve babasına acımasız iftiralar yöneltenler, vicdan yoksunu olmaları dışında, belli ki içlerinde zerre kadar Allah korkusu da taşımamaktadırlar.

Atatürk’ü karalamak, lekelemek isteyen Atatürk düşmanı yobazların asıl amacı, onun kurmuş olduğu cumhuriyeti yıkmak ve bir ütopyadan başka bir şey olmayan “Şeriat devleti”ni yaşama geçirmektir. Asıl üzüntü verici olan ise, kendilerini “liberal” veya “ikinci cumhuriyetçi” diye tanımlayan, Atatürk düşmanı yobazlarla kol kola girerek, Atatürk konusundaki yalan ve iftiralara ortak olmalarıdır. Saf ve temiz Türk halkını yalan ve iftiralarıyla zehirleyenlerle yeterince mücadele edilmemesi, onların yalan ve iftiralarının toplumun hafızasında yer ederek, zamanla doğruymuş gibi algılanmasına neden olmuştur.


Atatürk’ü lekelemek isteyen çevreler öteden beri onun anne ve babasına saldırarak, “Mustafa Kemal’in soyu sopu belli olmayan biri olduğunu” iddia etmişlerdir.

Müslüman olmaktan dem vuran, fakat zerre kadar Allah korkusu taşımayan bu çevreler, iftiralarına Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’la başlamaktadırlar. Ki o Zübeyde Hanım, tam bir Allah dostu, gerçek bir mümin ve tam bir Müslüman, mübarek bir anadır. O Zübeyde Hanım, beş vakit namazını kılan sofu bir kadındır. Ömrü boyunca defalarca Kur’an-ı hıfz etmiş gerçek bir Kur’an dostudur. Ve O Zübeyde Hanım, sevgili oğlu Mustafa Kemal’e de Allah sevgisini aşılayan ilk kişidir. Çok daha önemlisi Zübeyde Hanım’ın doğurduğu o evlat bir ulusu esir olmaktan, köle olmaktan kurtarmıştır. O mübarek ananın doğurduğu evlat sayesinde bugün Türkiye’de camilerden ezan sesleri yankılanabilmekte, Müslümanlar gönül rahatlığıyla dini vecibelerini yerine getirebilmektedir.

İşte bu insafsızlar, böyle bir anaya bile hiç utanmadan “genelevde çalıştığı” iftirasını atmaktan çekinmemişlerdir. Hatta bu asılsız iftiralarını 1990 yılında sahte bir mahkeme kararı ile belgelemek istemişlerdir.(31) Bu sahte karara göre Atatürk’ün annesinin “kötü kadın” olduğu, babasının da “belli olmadığı” güya ispatlanmış ve bu sahte belge 1990 yılında üstelik Milli Eğitim Bakanlığı’nda Personel Genel Müdürlüğü’nün bir şefi tarafından çoğaltılarak Meclis’te milletvekillerinin posta kutularına kadar atılmıştır.(32) Zübeyde Hanım’ın genelevde çalıştığı iddiasını ilk ortaya atan Dr. Rıza Nur’dur.

Dr.Rıza Nur’un Ahlaksızlıklarına Ortak Olmak

Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a “genelev kadını” diyen Rıza Nur, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi hakkında da ipe sapa gelmez iddialar ileri sürmüştür.

Dr. Rıza Nur, Atatürk’ün babasının belli olmadığını, Atatürk’ün, Ali Rıza Efendi’nin üvey oğlu olduğunu ileri sürmüştür. Nur, Kendisinin Atatürk’ün yakın arkadaşı ve özel doktoru olduğunu bu nedenle Atatürk’ü çok iyi tanıdığını söyleyerek asılsız iddialarının doğru olduğunu kanıtlamak istemiştir. Bir de sözüm ona, Atatürk’ün, babası Ali Rıza Efendi’den hiç söz etmediğini ileri sürerek, kendince bir çıkarım yapmış ve “Demek ki Ali Rıza Efendi Atatürk’ün üvey babasıdır” iddiasını ortaya atmıştır. Rıza Nur, doğrudan Ali Rıza Efendi’ye de saldırmış ve “Ali Rıza Efendi’nin Türk olmadığını Sırp mı Bulgar mı olduğunun da belli olmadığını” iddia etmiştir!

Birincisi; Dr Rıza Nur Atatürk’ün yakın arkadaşı, hatta arkadaşı bile değildir.

İkincisi; Rıza Nur evet doktordur; ama Atatürk’ün doktoru, hele hele özel doktoru hiç değildir. Atatürk’ün 1931’den 1938’e kadar gün gün saat saat yanında bulunanların tam listesini “Atatürk’ün Nöbet Defterleri”nde bulmak mümkündür. Bu defterlerde gün gün, saat saat Atatürk’ün yanında bulunan doktorlar isim isim belirtilmiştir. Ancak ne hikmetse özel doktoru (!) Rıza Nur’dan eser bile yoktur.(33) Çünkü Rıza Nur, Atatürk’ün doktoru değildir. Bu, Rıza Nur’un uydurmalarından sadece biridir.

Atatürk hakkındaki iddialarının birer uydurmaca olduğunu bilen Rıza Nur, anılarını Atatürk’ün sağlığında yayınlatma cesareti gösterememiştir. Anılarını 1935 yılında Britişh Museum’a, 1960 yılına kadar yayınlanmamak üzere göndermiştir. Yani sevgili iftiracı doktorumuz Atatürk’ün ölmesini beklemiştir.

Peki, Rıza Nur’u bu kadar öfkelendiren nedir? Neden Atatürk’e bu çirkin iftiraları atmıştır?

1927 yılında Atatürk Nutuk’ta, Rıza Nur’un Balkan Savaşı sırasında vatana ihanet etmiş olduğunu; herkes vatanı kurtarmaya çalışırken, Rıza Nur’un Arnavutları isyan ettirmeye çalıştığını açıklamıştır.(34) Rıza Nur, Nutuk’u okuduktan sonra 1928 yılında “Hayat ve Hatıratım” adlı anılarını yazmaya başlamıştır. Amacı, Nutuk’ta anlatılanları yalanlamak, Atatürk’ü lekelemek ve kendisini vatan hainliği ile suçlayan Atatürk’ten “acımasız iftiralarla” intikam almaktır.

Amacına da ulaşmıştır!

Rıza Nur’un anıları 1967/1968 yılında dört cilt halinde Türkiye’de yayımlamıştır. İşte bundan sonra Atatürk ve Türkiye düşmanları Rıza Nur’un anılarına dayanarak Atatürk’e saldırmaya başlamışlardır.

Rıza Nur’un “deli saçması” anıları akla hayale sığmayacak zırvalarla doludur. Örneğin,”Atatürk’ün eşcinsel olduğu, eşi Latife Hanım’ın kendisinden bu yüzden ayrıldığı ve Atatürk’ün onun bunun karısına sarkıntılık ettiği” şeklindeki saçmalıklar Rıza Nur’a aittir.(35)

Peki, ama kimdir bu Rıza Nur?

Cumhuriyet tarihinde onun adının geçtiği tek dişe dokunur olay Lozan Antlaşması’dır. Rıza Nur, Lozan’a giden heyette yer almıştır.


Rıza Nur anılarında, “Şüphesiz ki ben nevrastenik idim” diyerek bizzat kendisi akıl hastası olduğunu itiraf etmiştir.

Akıl almaz iftiraları, şaşırtan itirafları ve çelişkili anıları dikkate alındığında Dr. Rıza Nur’un gerçekten de akıl hastası olabileceği düşünülmüştür.

Rıza Nur’un yüzlerce sayfalık anılarını bir doktor gözüyle okuyan Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Dr. Hasan Behçet Tokol’un Rıza Nur hakkındaki teşhisleri dikkat çekicidir:

“Bu kişide bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalık var. Teşhisim: psikopatik bir zemin üzerinde paranoit reaksiyon, yani çok ağır bir ruhsal bozukluk tablosu. Bu tür hastalar, zekâ fakülteleri tamamen bozulmadığından kısa süreli de olsa olumlu işler yapabilirler. Anılarını, son duygu, düşünce ve yargılarına göre değiştirerek, geriye dönüp yeniden kurgulayarak, sanki gerçekmiş gibi nakletmiş ki, bu tutum bu tür hastalara özgü bir telafi ve tatmin yoludur.

Böyle bir hastanın anılarını ve tanıklığını ciddiye almak tıbben mümkün değildir.”(36) Doktorun, Rıza Nur’da belirlediği hastalıklar Şunlardır:

İzolasyon: (kendini çevreden soyutlama), depresyon: (ruhsal yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), homoseksüel eğilimli, obsesif-kompülsiv sendrom: (toz, mikrop korkusu), depresonelizasyon: (aşağılık duygusu), agresif ve hostil: (saldırgan ve kızgın), psikopat: (kişilik bozukluğu), mitomoni: (yalan söyleme), fabulasyon: (masal uydurma), fanteziler: (hayal ettiği şeyleri gerçek sanma), megolomani: (büyüklük fikirleri), narsizm: (kendine hayran olma), paranoid reaksiyon: (takip edildiğinde sanma duygusu, öldürülme korkusu), egosantrizm: (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, devamlı övünme, sahte gurur) Görüldüğü gibi Rıza Nur, gerçekten de bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalığa sahiptir.

Rıza Nur, devamlı bir uçtan bir uca gidip gelen bir kişidir. Balkan Savaşı’nda Arnavutları ayaklandırır. Kurtuluş Savaşı’nda milliyetçidir. Anılarını yazarken ırkçıdır. Anılarında, hem Hilafet ve saltanatı kaldırmış olmakla övünür, hem de hazırladığı parti programında Hilafet’i kurmak ister. “Türk Tarihi” adlı kitabında Mustafa Kemal’in hakkını teslim eder, onsuz zaferin olmayacağını belirtir, “Hayat ve Hatıratım” adlı anılarında ise olmayacak iftiralar atar.

Cinsi yönden de sağlıklı değildir. Kendi anlatımıyla gençliğinde bir kere cinsel tacize, bir kere de tecavüze uğramıştır. Sonrasında bir Harbiyeliye âşık olmuştur. Kadın olmak istemiş, cinsel organını aldırtmayı düşünmüştür.(37)

Dr. Rıza Nur’un Atatürk’e saldırdığı “Hayat ve Hatıratım” adlı kitabındaki bazı cümleler, onun nasıl bir ruh haline sahip olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır:

“Karımdan şu mektubu aldım: ‘Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkân bırakmıyorum.’ Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı:(s.l785).Galiba bu işte M.Kemal’in ve İsmet’in (İnönü) de parmağı var.(s. 1786)”

“(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor, (s.1346)”

“Bir Rus doktor, zampara mı zampara; karının sözüne göre de bizim karıya da sataşmış, (s. 1410)”

“Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım, (s.78)”

“Yaşlı adam tabancasını çekti ve bana: ‘(Donunu)çöz, yoksa öldürürüm’ dedi... Boğuşma başladı... Nihayet bayılıp kalmışım... Gözümü açtığım vakit yanımda kimse yoktu, (s.84)”

“Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım... Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüme bakmıyor, içimde heyecan duyuyordum... Anladım ki bu çocuğa âşık olmuşum... Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir. (s.22)”



“Kadın, erkekten aşağı bir mahlûktur, (s. 1530)”



“Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, iftiharım sebebidir. Bana büyük şereftir (s. 1305)”



“Ahlak ve temiz adetler ve faziletlerin bir kısmı kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terke mecbur oldum. Yalan da söyledim, (s. 105)”(38)

Rıza Nur’un anıları taranacak olursa daha pek çok bu gibi üstün özelliğe(!) rastlanabilir.

İşte Atatürk’e ve ailesine özellikle de ZÜBEYDE ANA’YA yönelik akla hayale sığmaz iftiraların sahibi Dr. Rıza Nur... Üzülerek söylemek gerekir ki, ülkemizde bilerek ya da bilmeyerek pek çok insan, hatta sözüm ona, araştırmacı-yazar sıfatını taşıyan pek çok aydın, Rıza Nur’u kaynak olarak kullanarak Atatürk’ü eleştirmiştir. Kuşkusuz bu tutum büyük bir hatadır. (Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, “Bir Ömrün Öteki Hikayesi”, İnkılap Kitabevi, 3.bs, İstanbul,2009, s.51-67).

Zübeyde Hanım’dan Kim Rahatsız Olur?

Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi, Zübeyde Hanım’ın adının İzmir’ds kurulacak yeni bir üniversiteye verilmesinin AKP tarafından reddedilmesi, akla “AKP neden Zübeyde Hanım’dan rahatsız?” sorusunu getirdi.

O zaman bizde hemen soralım:

AKP’nin Zübeyde Hanım’dan rahatsız olmasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir?

a) Atatürk’ü ve Atatürk devrimlerini içine sindirememiş olması,

b) Rıza Nur’a inanarak Zübeyde Hanım’ın “kötü kadın” olduğunu düşünmesi,

c) Zübeyde Hanım’ın vatana, millete zarar verecek şeyler yaptığına inanması,

d) Zübeyde Hanım’ın dindarlığından rahatsız olması,

e) Zübeyde Hanım’ın öz be öz, “Evladı Fatihan” Türklerinden olmasının “açılıma” zarar verebileceğini düşünmesi.

f) Hepsi.




Cevabı bulmaya çalışın!.. Bugün, o Zübeyde Hanım’ın oğlunun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten AKP hangi nedenle Zübeyde Hanım’ın adına bile tahammül edememektedir?


Dahası,çiftçisine “Ananı da al git diyen” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’si, bir gün, Zübeyde Anayı öz anası gibi seven biz Türklere de “Anınızı da alın gidin” der mi acaba?


1- Lord Kinross, Atatürk, İstanbul, 1994, s.21.

2- Evlad-ı Fatihan: Osmanlının yayılma, genişleme dönemlerinde vatan haline getirilen topraklara yerleştirilen yedi göbek Türklere verilen ad. Cemal Kutay, Türkçe İbadet, İstanbul 1998, s. 31.

3- Göksel, a.g.e, s.6.

4- Güler, a.g.e, s.32.

5- Şapolyo, a.g.e, s.22,23.

6- Kutay, Türkçe İbadet, s.131.

7- Şapolyo, a.g.e, s.20.

8- Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, C.20, Ankara 2001, S.415.

9- A.g.e, s.414.

10- A.g.e, s.420.

11- A.g.e, s.421.

12- A.g.e, s.424.

13- Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, İstanbul 2005, s.508.

14- A.g.e, s.508.

15- Zübeyde Hanım’ın bu ikinci evliliğinden sonra Atatürk’ün Zübeyde Hanım’a kırıldığı, hatta öfkelendiği doğrudur; ancak bazı araştırmacıların iddia ettiği gibi Atatürk’ün annesine yönelik bu kırgınlığının ve kızgınlığının ömrünün sonuna kadar devem ettiği doğru değildir. Bu geçici bir durumdur ve Atatürk zaman içinde Ragıp Bey’e alışarak onunla dost olmuştur. Dolayısıyla zaman içinde annesine duyduğu kırgınlık da sona ermiştir. Bunu bizzat Atatürk ifade etmiştir.

16- Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967 s.16.

17- Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, s.508.

18- Turgut Gürer, Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, İstanbul 2006, s.94.

19- A.g.e, s.95.

20- Murat Bardakçı, “Mustafa Kemal’in Mektuplarında Sözünü Ettiği Meçhul Akrabalar”, Hürriyet, 7 Ağustos 2005, s.27.

21- Abdurrahim Tunçok: Atatürk’ün manevi oğlu.

22- Cebesoy, a.g.e, s. 122.

23- Kinross, a.g.e. s.22.

24- Falih Rıfkı Atay, Çankaya, C.I, İstanbul 1958, s.269

25- Altan Deliorman, Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar, İstanbul 1999, s.29,30.

26- Kutay, Türkçe İbadet, s.131.

27- Ahmet Fuat Bulca’dan naklen, Kutay, a.g.e. s. 136.

28- Güler, a.g.e. s.43.

29- A.g.e, s.43,44.

30- ASD, C.II, s.131.

31- “Çirkin Tezgâhın Sahte Belgeleri”, Sabah Gazetesi, 21 Ocak 1990.

32- Erbil Tuşalp, Şeriat A.Ş, Bilgi Yayınevi, 1994, s. 103.

33- Atatürk’ün Nöbet Defteri, 1931-1938, Toplayan: Özel Şahin Giray, 1955.

34- Nutuk, s.599.

35- Rıza Nur’un tüm bu “deli saçması” iddiaları ve yanıtları için bkz. İsmet Görgülü, Atatürk’ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldırılar, Yalanlar, Bilgi Yayınevi, İstanbul 2003.

36- Turgut Özakman, Dr.Rıza Nur Dosyası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995.

37- A.g.e, s.25.

38- Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul, 1968; Turgut Özakman, Dr. Rıza Nur Dosyası, 1995; Görgülü, a.g.e, s.26-29.

Sinan MEYDAN


2 Ağustos 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ananz-da-aln-gidin&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

1933'TE ALMANYA DA HİTLER'E "EVET" DEMİŞTİ

ddd.jpg


SEÇİMDEN DİKTATÖRLÜK DE ÇIKAR

Tarihte büyük karşı devrimler ve eli kanlı diktatörlükler genelde REFERANDUM veya SEÇİMLE gelmiştir. İran da Molla diktatörlüğünü kuran Humeyni 1979'da REFERANDUMLA iktidara gelirken, (http://www.ilk-kursun.com/2010/09/1979da-iran-da-evet-demisti-sonra-ne-mi-oldu/)

Almanya'da Nazi diktatörlüğünü kuran Hitler 1933'de SEÇİMLE iktidara gelmiştir.

HİTLER'İN İKTİDARA YÜRÜYÜŞÜ

1914-1918 arasındaki I. Dünya Savaşı'nda Alman Bavyere Ordusu'na gönüllü olarak katılan Hitler, savaş sonrasında Sosyalist aktivist olarak Münih Devrimi'ne katılmıştır.

Hitler, daha sonra Yüzbaşı Karl Mayr başkanlığındaki Bayerische Reichswehr Gruppennkommando Nr.4 (Bavyera Ordusu'nun İstihbarat Şubesi)'nde eğitim alıp karşı devrim eylemlerinde bulunmuştur.

I. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yenilmesinden sonra Hitler, arkadaşı mühendis Gottfried Feder ve altı kişi tarafından kurulan Alman İşçi Partisi (Deutsche Arbeiterpartei, DAP) adlı bir partiye katılmış ve kısa sürede bu partide ilerleyip liderlik koltuğuna oturmuştur.

Hitler, 29 Temmuz 1923'te partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter Partei, NSDAP) olarak değiştirmiştir. NSDAP taraftarlarına, kısaca "Nazi" adı verilmiştir.

Parti, 25 maddelik bir program hazırlamıştır. Bu programın ilk maddesi Almanya'yı Versay'ın ezikliğinden (I. Dünya Savaşı sonrasındaki 1918 Versay Antlaşması Almanya'yı gerçekten de ezmiştir) kurtarmaktır. "Alman vatandaşlığının" yalnız Alman kanını taşıyanlarda olması gerektiği de önemli maddelerden biridir.

Parti, propaganda çalışmaları için Völkischer Beobachter adlı bir gazete çıkarmıştır. Gazetede partinin fikirlerini açıklayan makaleler yayınlanmıştır.

Hitler, Benito Mussolini'nin "Roma yürüyüşü"nü taklit ederek 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümeti devirmek için teşebbüslerde bulunmuş (Birahane Darbesi), ordu ve polisin desteklerini almayınca Erich Ludendorff'u lideri olarak göstermiştir. Fakat darbe, Bavyera hükûmeti tarafından bastırılmış ve bunun üzerine Hitler, 5 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve Landsberg Hapishanesi'ne girmiştir. Hitler, 20 Ekim 1924'de tahliye edilmiştir.

Hitler, hapisteyken "Mein Kampf" (Kavgam) adlı bir kitapta fikirlerini toplamıştır. Partinin bundan sonraki faaliyetlerine bu kitap yön vermiştir.

HİTLERİN SEÇİMLERİ

Hitlarin partisi NSDAP, 1924 ve 1929 yılları arasında başarısız olmuştur. Ancak 1929, Dünya Ekonomik Krizinden sonra oyları hızla artmıştır.

1930 seçimlerinde NSDAP, yüzde 18 oy ile SPD'den sonra ikinci büyük parti olmuştur.

Hitler'in oyları Katoliklerden çok Protestanlardan, şehirlerden çok kırsal bölge ve kasabalardan, işçilerden çok orta ve üst kesimden gelmiştir.

NSDAP, 31 Temmuz 1932'de üçüncü kez genel seçime katılmıştır. Seçim sonuçlarından yine parlamentoda çoğunluğu sağlayabilen bir parti çıkmamıştır. Toplam oyların yüzde 37’sini alan Nazi partisi NSDAP, parlamentoda çoğunluğu sağlayamamakla birlikte en çok sandalye sayısına sahip olmuştur.

1933 yılının Ocak ayında, Komünistlerin bir genel grevle tüm ekonomiyi işlemez hale getirerek bir “devrimci durum” yaratacakları ya da ülkede içsavaş çıkacağı konusundaki endişeler çok derinleşmiş, bunun üzerine Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg Hitler’i, Katolik Merkez Parti’yle bir koalisyon kurarak istikrarlı bir hükümet kurması umuduyla başbakan atamıştır.

Ancak Hitler, Katolik Merkez Parti’yle bir anlaşma sağlamamıştır.Milliyetçi Parti’nin desteğini alan Hitler, ülkeyi yeniden bir genel seçime götürmüştür.

Hitler ve partisi NSDAP, hükümette oldukları için devletin tüm olanaklarını kullanan bir seçim kampanyası yürütmüştür. Öte yandan Hitler, hiçbir şekilde ulusalcı bir sosyalist olmadığını, gerçekte ne olduğunu çok net bir şekilde, gereken yerlere anlatmıştır. Hitler ve NSDAP bu seçim kampanyası sırasında endüstri, finans ve sigorta devlerinden büyük miktarda mali destek sağlamıştır.

27 Şubat 1933 akşamı Reichstag Yangını çıkmıştır. Bu yangın NSDAP'nin polis örgütü olan gestapo tarafından yapılmıştır ve olay komünistlerin üzerine atılmıştır.

Ertesi gün, Hitler Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalatmıştır.

İzleyen günlerde de Nazi partisi ve Milliyetçiler dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulmuştur.

5 Mart 1933 günü yapılan seçimlerde Nazi partisinin oyları yüzde 44 düzeyine çıkmıştır.

SEÇİMLE GELEN DİKTA

Seçimlerin hemen ertesinde parlamentodan bir “yetki kanunu” çıkartılmıştır. Bu kanun, Reichstag’ın tüm yetkilerini dört yıl süre ile kabineye devretmiş ve çalışmalarına bir süre için ara vermiştir.Ancak böyle bir kanun için parlamentoda üçte iki çoğunluk kararı gerekmektedir. Bu çoğunluk kararının nasıl sağlandığı Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi tutanaklarına geçmiştir. Oylamanın yapılacağı gün parlamento SA tarafından kuşatılmış, bazı Sosyal Demokrat parlamenterler içeri alınmamıştır. Zaten 81 komünist parlamenter de seçimlerden önce göz altına alınmıştı.

23 Mart 1933 günkü parlamento oturumunda “Halkta ve Almanya’daki Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Kanun (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reicht) adındaki kanun tasarısı kabul edilmiştir.

Hitler, bu kararnameyle yürütme ve yasama erklerini eline almıştır. Hemen ardından diğer partileri yasaklamıştır. Büyük bir propaganda faaliyeti yürüterek ve olağanüstü hitabet gücünü ve yüksek ikna kabiliyetini kullanarak bütün Alman halkını Nazi bayrağı altında birleştirmiştir. Kendisini, Almanların yanılmaz büyük lideri ilan etmiş ve halkı da buna inandırmıştır. Bundan sonra Alman halkı ölümüne kadar Hitler'in peşinden gitmiştir.

Halka, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtaracağına söz vermiş ve bu yolda çalışmalarına başlamıştır Almanya'da aşırı artış gösteren işsizliği savaş hazırlığı için kullanarak iş sahası oluşturmuş ve ülke genelinde büyük otobanlar inşa ettirmiştir.

HİTLER ORDUYU DA KONTROL ETMİŞTİR

Hitler'in bir gecede pek çok üst düzey SA elemanının öldürülmesini emrettiği ve en azından 85 kişinin, SS subayları tarafından katledildiği geceye Uzun Bıçaklar Gecesi adı verilmiştir. 30 Haziran 1934'ü 1 Temmuz 1934'e bağlayan o gece sonunda Adolf Hitler ordu üzerinde tam otorite kurmayı başarmış, önce Avrupa, sonra da dünya fethi için Nazilerin kontrolünde, güçlü bir Alman Ordusu yaratma hazırlıklarına başlamıştır.

Sonrası malum:

Hitler ve Naziler, seçimle iktidara gelip orduyu da ele geçirdikten sonra içerde Yahudileri, Çingeneleri ve bütün azınlık unsurları yok etme; dışarda ise önce bütün Avrupa'ya sonra Rusya'ya ve daha sonra da bütün dünyaya yayılma stretejisini uygulamaya koymuşlardır...

Tarihin en kanlı ve en acı olaylarına yol açan 1939-1945 II. Dünya Savaşı Hitlerin seçimle iktidara gelmesinden sonra başlamıştır. Halkın iradesi bir kere daha kan ve göz yaşı olarak halka geri dönmüştür.

SİZE BİRŞEYLER ÇAĞRIŞTIRIYOR MU?

Hitler'in;

Kendini bir ideale adaması,

İdealine ulaşmak için bir siyasi partiye girip orada yükselmesi,

Cumhurbaşkanını kendi ideali doğrultusunda yönlendirmesi,

Propaganda çalışmaları ve etkili hitabet gücüyle halkı etkisi altına alması,

Bir süre hapis yatması,

Her seçimde oylarını biraz daha arttırması; bir seçimde yüzde 37, başka bir seçimde yüzde 42 ve son seçimde yüzde 44 oy alması,

Seçimlerde her türlü hükümet imkanlarını kullanması,

Endüstri, finans ve sigorta devlerinin desteğini alması,

Reichstag Yangını gibi kompolalardan yararlanması,

Anayasayı değiştirerek yürütme ve yasamayı ele geçirmesi,

Ülke genelinde büyük otobanlar inşa etmesi,

Orduyu kontrol etmesi....

HİTLER'İN BU YAPTIKLARI SİZE, TÜRKİYE'NİN YAKIN GEÇMİŞİ VE BUGUNÜYLE İLGİLİ BİRŞEYLER ÇAĞRIŞTIRIYOR MU?

Sinan MEYDAN

21 Eylül 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...lere-qevetq-demiti&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

İ979 DA İRAN DA "EVET" DEMİŞTİ

ddd.jpg


SONRA NE Mİ OLDU?

2002'den beri Türkiye'de olup bitenler, 1970'den sonra İran'da olup bitenlere şaşırtıcı derecede benziyor:

Şöyle ki: İran'da 1970'lerin başında Humeyni yanlıları, geniş kapsamlı bir propaganda çalışmasına başladılar, bu süreçte yanlarına bazı SOLCULARI da aldılar.

İran solu, Şah'ın devrilmesini ve yerine demokrasinin gelmesini bekliyor ve Mollalarla birlikte bunu başarabileceğini düşünüyordu.

İran Şah'ı 16 Ocak 1979'da İran'ı terk etti.1 Şubat 1979'da Humeyni Tahran'a döndü!

Demokrasi çığlıkları atan Humeyni yanlıları, halkın desteğini alıp kendi diktatörlüklerini kurmanın hesaplarını yapıyordu.

Humeyni yanlıları halkın desteğini alabilmek için 1 Nisan 1979'da REFERANDUMA gittiler.Halk, "İslam cumhuriyetine evet mi hayır mı?" sorusuna cevap verecekti.

Yapılan propagandalarda Humeyni'nin, Şah'ın diktatörlüğüne son vererek demokratik bir sistem kuracağı anlatıldı. Bu propagandaya en çok da bazı solcular kandı!

Nihayet referandum yapıldı ve halk Şah'ın gitmesine EVET dedi.

Evet'i alan Humeyni, halktan bu sefer de "Tüm yargının atamalarını yapmayı" istedi.

Halk bunu da kabul etti!

(Bizim Anayasa değişikliğinde de Anayasa Mahkemesi'nin ve HSYK'nın hükümetin kontrolüne girecek olmasına dikkat!)

Daha sonra ise halka "İslam Kültür Devrimi Paketini" oylattı.

İşte bu paketin kabulunden sonra İran solu uyandı!

Günaydın!

Ama artık çok geçti!

Humeyni'nin ülkeyi Şeriata ve dikta rejimine götürdüğünü anlayanlar harekete geçti:

Üniveristelerde gösteriler yapıldı.

Bu gösterilerin halkı etkileyeceğini düşünen Humeyni, iki yıllığına üniveristeleri kapattı.

Humeyni diktatörlüğünü son olarak 1982'de perçinledi. Bu süreçte yaklaşık 2 milyona yakın muhalif solcu katledildi.

Dünyanın en köklü kültürlerinden birini yaratan, tarihin en eski uygarlıklarından biri olan İran, 1970-1982 arasında göz açıp kapayıncaya kadar, "alıştıra alıştıra" değiştirilmiştir.


1979'da İslam devrimiyle kabuğuna çekilen İran'da en büyük darbeyi de kadınlar yemiştir. Demokrasi bekleyerek referandumlarda Humeyni'yi destekleyen İran kadını, taşlanarak recem edilmeye başlayınca gerçekle yüz yüze gelmiştir!

Ama artık çok geçtir!

O İran, 1930'larda tıpkı Afganistan gibi Atatürk Türkiye'sini örnek alarak çağdaşlaşmış bir ülkedir. Tıpkı Afgan Karalı Emanuallah Han gibi, İran Şahı Rıza Pehlevi de Atatürk'ün çok yakın dostudur...

Ancak, Atatürk Türkiyesini örnek alarak bağımsız ve çağdaş olmaya çalışan İslam dünyası, emperyalist Batıyı fena halde rahatsız etmiştir.

Öteden beri Müslümanların akıl ve bilimden uzak durmalarını, hurafelerin bataklığında debelenmelerini isteyen Batı, İslam dünyasını yeniden hurafelerin bataklığına çekmek için çok uğraşmış ve bunda da başarılı olmuştur....

Bugün bütün İslam dünyası dinin bağnazca yorumlandığı diktatörlerin yönetimindedir. Bu konuda Batıyı en çok uğraştıran Türkiye'dir. Afganistn'da, Irak'ta, İran'da, Arabistan'da yaptığını emperyalizm bugün de Türkiye de yapmak istemektedir...

Çünkü, aklını kullanan demokratik bir toplumdansa, dinin bağnazca yorumlandığı bir ümmeti ve o ümmetin kayıtsız şartsız bağlandığı bir diktatörü kontrol etmek çok daha kolaydır....

Özetle bir zamanlar, İran'da, Afganstan'da oynanan oyun bugün Türkiye'de oynanmaktadır.


Sinan MEYDAN


18 Eylül 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...n-da-qevetq-demiti&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

EMPERYALİZMİN TRUVA ATI: DEMOKRASİ

ddd.jpg


Referandum eski bir hesabı görmek isteyenlerin aldatmacasıdır!

Referandum, Türk milletinin Atatürk'ün önderliğinde verdiği Kurtuluş Savaşı'yla yırtıp tarihin çöp tenekesine attığı SEVR PROJESİ'nin 80 yıl sonra yeniden Türk milletinin önüne getirilmesi için planlanmış bir oyundur.... Bu oyun, "Demokratikleşme" aldatmacasıyla oynanmaktadır. ABD'nin "Irak'a yönelik saldırıları" da, hatırlanacağı gibi, "Irak'ı özgürleştirme", " Demokratikleştirme" aldatmacasıyla meşrulaştırılmıştı....

Özellikle, az gelişmiş, aydınlanmasını tamamlamamış, eğitim düzeyi geri toplumlarda "Demokratikleşme" kavramı, emperyalizmin TRUVA ATI'dır. Günümüzün en büyük emperyalist gücü ABD, "böl, parçala, yönet" stratejisini "Demokrasi" kılıfı altında gizlemektedir.

Türkiye'de son zamanlardaki DEMOKRASİ aldatmacasının altında SEVR PROJESİ vardır! Bu projenin yeni adı Büyük Ortadoğu Projesidir:

İşte, Sevr Barış Projesi (SBP):

SBP'de Kukla Padişah'ın başında olduğu, illerde Avrupalı kontrol memurlerının bulunduğu, ekonomisi ve siyaseti Avrupa'nın kontrölünde, özerk Kürdistan, Ermenistan'dan oluşan, bölünmüş bir Türkiye tasarlanmıştı.

Bu projeyi kabul eden: Padişah Vahdettin'dir!

İşte, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP):

BOP'ta da başında Kukla bir Başkan'ın olduğıu, illerinde AB kontrol memurlarının bulunduğu, ekonomisi ve siyaseti ABD kontrolünde , özerk Kürdistan'dan oluşan bölünmüş bir Türkiye tasarlanmaktadır.

Bu projeyi kabul eden: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dır (Bop Eşbaşkanı)!

Dikkat edilirse, 80 yıl önce Sevr'i "BARIŞ" kılıfı altında gizleyenler, bu gün de BOP'u "DEMOKRASİ" kılıf altında gizlemektedirler.

Sevr'i ortadan kaldıran (1923) Lozan Antlaşması yakında tartışmaya açılacaktır!. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını bütün dünyaya kabul ettirdiği Lozan'dan kurtulmadan Sevr'i hayata geçirmek imkansızdır!

TARİHTEN DERS ALMAYAN MİLLETLERİN TARİHİ SÜREKLİ TEKRAR EDER!...

Sinan MEYDAN


16 Eylül 2010

33.jpg


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...truva-at-demokrasi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

BUGÜN SEVR'İ SAVUNAN DİNCİLER 80 SENE ÖNCE DE AYNIYDI

ddd.jpg


“Tarih tekerrür eder” derler eskiler… “Tecrübeyle sabittir…” diye de eklerler… Evet! Tarih tekerrür eder etmesine de, hep “tarihten ders almayan milletlerin tarihi tekerrür eder.”

Geçmişi unutan,

Toplumsal belleği silinen,

Özellikle de “ulusal duygusu yok edilen” milletlerin tarihi tekerrür eder…. Çünkü çok basit; ders almazsan, ders alıp önlem almazsan, geçmişte yaşanan sorunların gelecekte de yaşanması kaçınılmaz olur…

İşte Türkiye’nin bugün yaşadıklarının arka planında tam da bu tür bir “geçmişten ders almamazlık durumu“ vardır. Türkiye “toplumsal bellek kaybı” yaşamış gibidir. 2010 Türkiyesi’nde, 1919 Türkiyesi’ndeki sorunların yaşanmaya başlanmasını başka türlü açıklamak olanaksızdır.

Yakın tarihte şöyle kısa bir göz atınca, her şey bir yana, 1919’un işbirlikçileriyle 2010’un işbirlikçileri arasındaki benzerlik insanı “şaşırtacak” türdendir.

TARİH: 1919

BİRİLERİ ORDUDAN RAHATSIZ!

Padişah Vahdettin, “İngilizleri memnun etme” politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır.(1) Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta’ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır.

Özellikle, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilip Meclisi Mebusan’ın dağıtılmasından sonra İstanbul’da bütün ipler işgal kuvvetlerinin eline geçmiştir. İngilizler, sözde Ermeni soykırımından sorumlu tuttukları “eski İttihatçıları” ve işgallere direniş gösteren “ulusalcı asker-sivilleri” tutuklatmışlardır. İngilizleri gücendirmek ve tedirgin etmek istemeyen Padişah Vahdetin ve onun taşeronu durumundaki Sadrazam Damat Ferit, İngilizlerin verdikleri tutuklama listelerindeki kişilere göz açtırmamışlardır.

29/30 Ocak gecesi ilk geniş çaplı tutuklamalar gerçekleştirilmiştir. İngilizlerin düzenlediği 60 kişilik tutuklama listesinden ilk aşamada 27 kişi tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne koyulmuştur.

Amiral Webb’in Londra’ya gönderdiği bir rapordaki şu ifadeler, tutuklamaların İngilizler için ne anlama geldiğini çok iyi göstermektedir:

“Tutuklamalar, bu zamana dek olmuş en sevindirici olaydır… Hükümet başladığı bu uygulamayı sürdürecek olursa, taşradaki edilgen direnişin çoğu çöker, hükümet sözünü geçirebilir..” (2)

Satılmış Mütareke basını da tutuklamalara alkış tutmuş; Alemdar, Sabah, Söz gazeteleri tutuklamaların daha da artırılmasını istemiştir. Örneğin, 2 Şubat 1919 tarihli Alemdar gazetesinde Refi Cevat, “Hepsi bu kadar mı?” diye sormuştur.(3)

Damat Ferit iktidara gelir gelmez İstanbul’da adeta bir “İttihatçı avı” başlatmıştır. Eski bakanlar, birçok subaylar, eski İttihat ve Terakkiciler, hatta İttihat ve Terakki’ye bağlı olmamakla birlikte “ulusalcı” olarak tanınalar da tutuklanmıştır. Kısa sürede tutuklanan asker-sivil ulusalcıların sayısı 200’ü aşmıştır.

Zaman içinde tutuklamalarla da yetinilmemiş idamlar da başlamıştır. Örneğin, Boğazlayan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey idam edilmiştir.

Özellikle, İsmail Canbulat, Sabri Bey ve Fethi Bey gibi tanınmış eski İttihatçıların tutuklanması, “vatanseverleri” sindirmeye yönelik bir harekettir. Prof. Sina Akşin’in ifadesiyle, “Bu kampanya İttihat Terakki’ye ve ulusçulara karşı topyekün bir sindirme hareketi niteliğine bürünüyordu.”(4)

İsmail Canbulat’tan sonra Fethi Bey’in de tutuklanması, sıranın Atatürk’e ve Rauf Bey’e geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazetelerde yakında Atatürk’ün de tutuklanacağı haberi çıkmıştır. (5)

İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye’ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki “ulusalcı subayları”, Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.

Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı’na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk’ten ve Temsil Heyeti’nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul’da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır (6).

Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti’dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir’in işgali sonrasında Ege’de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.(7)

Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’dir.

Bu tür “ihanet” ordularının sonuncusu ise Kuvayı Seferiye adlı ordudur.

ORDUNUN GÖREVİ ORUÇ TUTMAKMIŞ!

Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.

Örneğin, Vahdettin’in Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir’in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, “Ordunun görevi oruç tutmaktır!” demiştir.(8)

Şeyhülislamın, bu demecinden üç ay sonra, Alemdar’da yayımlanan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” denilmiştir.(9)

Ali Kemal de yazılarında sıkça, “Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur” demiştir.

İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen “caiz” olduğunu ve Kuvayı Milliye’ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir.

Ayrıca, ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk’ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır.

Ordu müfettişlikleri kaldırılmış,

Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir.(10)

Anadolu’daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul’a çağrılmış, Atatürk’ün “zorla asker topladığı” dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir.

Anadolu’ya gönderilen “inceleme kurullarıyla” ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.(11)

TARİH: 2010

BİRİLERİ YİNE ORDUDAN RAHATSIZ!

28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir.

O günlerde “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de ulusalcı asker ve sivillerin ortadan kaldırılmasını, tutuklanmasını istiyorlar.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de “egemen güçle” birlikte çalışıyorlar. İki farkla: Bir, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ermeni tehcirine karışmak!” iddiasıyla tutuklanırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ergenekon örgütüne karışmak!” iddiasından tutuklanıyorlar. İki, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Bekirağa Zindanları’na tıkılırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Silivri Zindanları’na tıkılıyor…

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugünde yabancıların isteklerine uygun hareket ediyorlar.

Ve işbirlikçiler o gün olduğu gibi bugün de en çok ORDUDAN rahatsız oluyorlar.

O günün, Alemdar, Söz, Sabah gazetelerinin ORDU KARŞITI yazılarını bugünün Taraf, Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Sabah gazetelerinde görüyoruz.

Soruyorum size, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Mümtazer Türköne ve diğerlerinin Ali Kemal ve Refi Cevat gibilerden ne farkları var?

“TSK’yı lağvedelim…” diyen Mümtazer Türköne, Ergenekon tutuklusu olarak Silivri’de yatan gazeteciler için “Onlara acımıyorum! hak ettiler!..” diyen Perihan Mağden ve “Şunlarda tutuklanmalı…” diyerek hedef gösteren Şamil Tayyar, İstanbul’da ulusalcıların tutuklanıp Bekirağa Zindanlarına atılmaları karşısında “Hepsi bu kadar mı?” diye soran Refi Cevat’tan daha mı gerideler?

Ya da, “TSK darbe yapacak! Kendi halkına saldıracak! Cami bombalayacak!” diyen Taraf gazetesi, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” diyen Alemdar gazetesinden daha mı geridir?

Yok canım!

Haksızlık etmeyin ama!..

İŞBİRLİKÇİ RUHLAR

Sanki zaman durmuş, akmayı unutmuş!

Sanki “işbirlikçi ruhlar” başka isimlerle yeniden bedenlenip geri gelmiş!

Sanki Mütareke basını hortlayıp, mezardan çıkmış ve bir kere daha Türkiye’nin üstüne karabasan gibi çökmüş!

Ne diyelim?

Allahım! Sen bizi bu zombilerden koru!

“Amin!..”

ÖZEL ORDU İSTEĞİNİN ARDINDA NE GİZLİ?

Son günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Özel ordu”dan bahseder oldu! Herkesin merakla, “Askerlik kalkıyor mu? Özel ordu da ne ola ki?” diye birbirine sorduğu bu günlerde, “Vahdettin’in de bir zamanlar “özel ordular” kurduğunu lütfen aklınızdan çıkarmayın:

İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı.

Askeri Nigehban Cemiyeti.

Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu).

Kuvayı Sferiye…

Bütün bu ordular, Padişah Vahdettin tarafından, Anadolu’da “kelle koltukta” emperyalistlerle vuruşan Atatürk’ün “Düzenli Ordusu”na karşı kurdurulmuştur.

Başbakan’ın “özel ordu” isteğine, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, "Bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır." diyerek önemli bir noktanın altını çizmiştir. .

Yakın tarihimizdeki “özel ordu” deneyimleri, Hamzaçebi’nin şu açıklamalarını değerli kılmaktadır:

“…Özel ordu dediğiniz zaman TSK’nın yapılanması dışında, onun emir ve komuta hiyerarşisi dışında bir başka oluşumdan bahsediyorsunuz demektir. İlke olarak doğru bulmuyorum. Özel birlik olabilir. Terör konusunda eğitilmiş bölgeyi iyi bilen, işin psikolojik ve sosyolojik yanlarını da tartabilen ve bu yönde silahlı mücadeleyi yürüten uzman birlikler tabi olabilir. Ama bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır. Aksi takdirde terörle mücadelede güçlü bir oluşum yaratalım derken daha zayıf bir oluşum yaratmış oluruz. Ayrı bir yapılanmayı doğru bulmam. Terörle mücadele terör örgütüyle silahlı mücadelenin yanı sıra sadece silahla çözülebilecek bir mesele de değildir. 1983 yılından beri Türkiye sınır ötesi harekatlar yapmıştır, zaman zaman başarılı olunmuştur, terör örgütünün sindirildiği, yok edildiğinin zannedildiği dönemler olmuştur ama bu örgüt halen vardır. Bu örgütün dış desteklerini, bağlantılarını da unutmayalım. Kuzey Irak’taki federe oluşumdan güç alan bir terör örgütü Türkiye’nin dış politika alanında bu desteği yok etmediği sürece Türkiye de faaliyetlerine devam edebilir. Biz istediğimiz kadar bu birlikleri kuralım önemli olan Kuzey Irak’taki desteği de yok etmektir.”

Bugün “özel ordu” kurmak isteyenler, geçmişte özel ordu kuranlar gibi TSK’yı etkisizleştirmek niyetinde olmasınlar sakın? Özel Ordu, TSK’yı tasfiye hayalinin bir uzantısı olmasın!..

Sinan MEYDAN


Dipnotlar:

(1) Tarih Vesikaları Dergisi, 3387; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.29, belge, 745; Minber, Ati, 6,7 Kasım 1918. Vahdettin’in Türk ordularının dağıtılma kararını imzaladığı o gün Atatürk, Adana’dan İstanbul’a, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta İNGİLİZLERE KARŞI DİRENİŞTEN SÖZ ETMEKTEDİR.

(2) FO 371/4172, 13694. (24. 1. 1919 tarihli telgraf) Akşin, age, s.152, 153.

(3) Alemdar, 2 Şubat, 1919.

(4) Akşin, age, s.198.

(5) Yeni Gazete, 14 Mart 1919.

(6) Sarıhan, Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar, s.37.

(7) Alemdar, Türkçe İstanbul, 7 Temmuz 1919.

(8) Sarıhan, age, s.71.

(9) Alemdar, 27 Ağustos 1919.

(10) Cebesoy, Milli Mücadele Hatırları, s.79.

(11) İlk kurul, 17 Ağustos 1919’da Fevzi Paşa başkanlığında Trabzon ve Erzurum’a gönderilmiştir.


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ene-oence-de-aynyd&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Uyan Be Halkım! Türkiye'yi Bölecekler!

ddd.jpg


NASIL DA DEMOKRATİKLEŞMEYE BAŞLADIK İKİ GÜNDE!

Anayasa Kabul Edildi Nasıl da Demokratikleştik Gördünüz mü: BUBÜN (14 Eylül 2010) ÜÇ PKK'LIN CENAZESİNE TAM 50.000 KİŞİ KATILDI....ESKİDEN PKK'LI CENAZELERİ GİZLİCE GÖMÜLÜR, AİLLERİ BİLE TÖRENE KATILMAKTAN ÇEKİNİRDİ; ÇÜNKÜ ANA BABALAR VATANA İHANET EDEN EVLAT YETİŞTİRMEKTEN UATNIRDI!.SAĞOLSUN RECEP BEY'İN AÇILIMLARI BU KUTSAL UTANCI BİTİRDİ! AMA ŞİMDİ, (Bakın daha bir gün oldu referandumdan sonra)TERÖRİST CENAZELERİ "ŞEHİT" CENAZELERİNİ GÖLGEDE BIRAKMAYA BAŞLADI! İŞTE, MİLLETİMİZİN YÜZDE 58'LE "ARKASINDAYIM" DEDİĞİ RECEP BEY VE AÇILIMININ MARİFETİ...

REFERNADUMUN ERTESİ GÜNÜ KÜRDİSTAN ÇIĞLIKLARI

Referandumun ertesi günü, dün (13 Eylül 2010) PKK destekçisi BDP'liler REFERANDUM SONUÇLARINI şenliklerle, bayram havasında kutladılar... BDP Genel Başkanı, BDP'li milletvekilleri ve Belediye Başkanı yaptıkları konuşmalarda, açıklamalarda EVET ve BOYKOT'tan duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Dahası, BDP'li yetkilier, referandumun ertesi günü, Diyarbakır'da havayi fişek gösterileri arasında, APO, KÜRDİSTAN sloganları atarark SÖZDE KÜRDİSTAN bayrağı astılar... Nasıl sevinmesinler ki? Liderleri APO, referandum öncesinde Başbakan Recep Bey'le anlaşarak ateşkes ilan etmiş, referndum sürecinde Recep Bey'in EVET kampanyyası zarar görmesin diye elinden geleni yapmıştı ve sonuçta APO-PKK-BDP'nin istediği olmuş, sandıktan hem EVET, hem BOYKOTçıkmıştı...

BİRAZCIK DÜŞÜNELİM

Şimdi taşları üst üste koyalım:

Ne demişti, 2003'te Başbakan Recep Bey: "DİYARBAKIRI BOP'UN MERKEZİ YAPACAĞIZ" demişti.

BOP neyi öngörmektedir?

ABD güdümünde, Türkiye'nin taşaronluğunda (Eş Başkan Recep Bey) parçalanmış bir ortadoğu ve Anadolu Konfedeasyonu! Bir tür özerk eyaletlerden oluşan bir bağımlı imaparatorluk!...

Anayasa değişikliğinin temel amaçlarından biri nedir?

Anayasada ileride yapılacak kapsamlı değişikliklerle, BOP çerçevesinde oluştuırulacak özerkliklere, özellikle de KÜRT ÖZERKLİĞİNE giden yolu açmaktır.Nitekim Başbakan, referandum öncesinde ve sonrasındaki açıklamalarında "Amacımız bu değişikliklerle yetinmek değil, daha kapsamlı bir anayasa hazırlamaktır" diemektedir. İşte sözü edilen o "kapsamlı değişiklikler" Anayasanın değişmez maddeleridir; üniter yapı, resmi dil ve tek ulus ifadeleri BOP'a uygun hale getirilecektir.

Bu konuda APO ve BDP ne diyor?

"Bizim de görüşümüzün dikkate alınacağı kapsamlı bir anayasa değişikliği istiyoruz" diyor.

APO ve BDP'nin görüşü nedir?

Hep ifade ettikleri gibi "DEMOKRATİK ÖZERKLİK" tir. Nasıl olsa demokratik özerklik kısa zamanda SİYASİ ÖZERKLİĞE evrilecektir.

BDP referandumda neden BOYKOT kararı almıştır?

BDP-PKK, tehidtle, şantajla, boş vaadlerle baskı altına aldığı Kürt kitlenin, Güney Doğu'da sandık başına gitmesini engelleyerek referanduum sonucunda Boykotun etkili olmasını sağlayarak güç gösterisinde bulunmak ve böylece özerkilik talebini "halkın isteği" kılıfı altında dile getirmek (Dikkat edilirse bölgede sandığa gidenler de yüzde 90-95 oranında evet demişlerdir) için bu yola gitmiştir.

Başbakan referadum öncesinde ve sonrasında ne diyor?

"Başkanlık sistemini tartşmaya açacağız" diyor.

Nasıl bir sitemdir bu?

Bir başkanın yönetiminde, özerk eyaletlerden veya bölgelerden oluşan bir ülke.... Yani BOP'a uygun bir ülke...

Tarih ne diyor?

1918-1922 yılları arasında Türkiye'yi bölmek ve paylkaşmak isteyen emperyalistlerin, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı'ya imzalattıkları Sevr Antlaşması'nda da parçalanmış bir Anadolu; Kürt özerk bölgesi ve kukla bir padişah vardır.... O projeyi Atatürk'ün önderliğinde Türk milleti yırtarak tarihin çöp tenekesine atmıştır. Ama asla pes etmeyen emperyalizm 80 yıl sonra aynı projeyi bu sefer başka bir adla bu milletin önüne getirmiştir.Aktörler ve isimler farklı amaç aynıdır!

İşte gerçekler!

RECEP BEYİ'İN BOYU POSUNA KURBAN GİDEN BİR ÜLKE

Referandumda "Evet" diyenler:

"TAYYİP BEY BOYLU POSLU, GÜZEL KONUŞUYOR! NAMAZ KILIYOR! MÜSLÜMAN ADAM! ONDAN ZARAR GELMEZ! ALT GEÇİT, ÜST GEÇİT, VİYADÜK YAPTI, METROBÜS GETİRDİ!" diyerek ABD'nin isteğiyle BOP çerçevesinde hazırlanan ve 1923'te Atatürk'ün kurduğu Türk Ulus Devleti'ni parçalara bölmeyi hedeffleyen anayasaya EVET dediniz....

Afedersiniz sizi rahatsız ettim evetçi kardeşlerim: Siz şimdi darbelerle yüzleşmeyi, 95 yaşındaki Kenan Evren'den intikam almayı, demokratikleşmeyi beklerken, ben de neden söz ediyorum...

Bekleyin.. Bekleyin bakalım!...

Sinan MEYDAN


14 Eylül 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...kiyeyi-boelecekler&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Geldikleri Gibi Giderler!

ddd.jpg


TARİH: 13 KASIM 1918

YER: HAYDARPAŞA TREN GARI

Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal'in 10 Kasım 1918'de Adana'dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45'te İstanbul Haydarpaşa Garı'na indi. Mustafa Kemal, yanında yaveri Cevat Abbas'la birlikte üzerinde asker üniformalarıyla o trenden inerken, aralarında Yunan kruvazörü Averof'un da bulunduğu 55 parçalık Müttefik donanması ağır ağır Haydarpaşa önlerinden İstanbul Boğazı'na doğru ilerliyordu. Bütün karşı sahiller, Ruymların, Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ile çınlıyordu. Düşman donanmasının Boğaza giriş töreni nedeniyle deniz trafiği durdurulmuştu. Tören sırasında bir Türk heyeti amiral gemisine giderek işgalcilere "Osmanlı Hükümeti adına hoşgeldiniz" dedi. Daha sonra işgal gemilerinden karaya çıkan 3500 kişilik bir kuvvet İstanbul'un stratejik noktalarına yerleşmeye başladı.

Mustafa Kemal, kendisini karşılamaya gelen Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer)le birlikte Haydarpaşa Garı'nın köşesindeki çayhanede, kafasında bin bir türlü düşüncelerle ve büyük bir üzüntüyle, 3-4 saat boyunca düşman donanmasının boğaza yerleşmesini seyretmek zorunda kaldı derin mavi gözlerini ufka doğu dikerek... Bu donanmayı, çok değil üç yıl önce Çanakkale'de kanla, ateşle durduran komutan , şimdi dirençsiz, çatışmasız bu işgali yüreği yanarak izliyordu. İçinden kendi kendinde , "Çanakkale'de boşuna savaşmış olamayız!" diye geçirdi. Bir ara ağzından, "Hata ettim, İstanbul'a gelmemeliydim. Bir an önce Anadolu'ya dönmenin çaresine bakmalı" sözleri döküldü. (Sinan Meydan, Atatürk'ün Gili Kurtuluş Planları "Parola Nuh" ktabından).

GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

Mustafa Kemal, öğleden sonra saat 3'e doğru küçük Kartal İstinbotuy'la dev boyutlu düşman zırhlılarının arasından Sirkeci'ye geçerken güvertede bir sigara yakmış, sigarasında birkaç nefes almış ve bakışlarını boğazı kaplayan çelik yığınlarının üzerinden ufka doğru çevirerek, hemen yanındaki Cevat Abbas Bey'in duyacağı şekilde, kendinden emin, "Endişelenme! Geldikleri gibi giderler!" demiştir...

EMPERYALİZMİN MERHAMETİNE KALMAK

I. Dünya Savaşı kaybedilmiş, 600 bine yakın vatan evladı Çanakkale sırtlarında Yemen çöllerinde can vermişti. Ülkeyi yöneten İttihat Ve Terakki Parti'si dağılmış, Enver, Talat ve Cemal üçlüsü gizlice ülkeden kaçmıştı. 1911-1918 arasında cepheden cepheye koşan Türk insanı varını yoğunu, herşeyini kaybetmiş bir şekilde, Anadolu'ya sıkışmış ve 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması'yla kayıtsız şartsız emperyalizmin merhametine bırakılmştı...

Ve emperyalizm merhametsizdi...

Bir kaç gün içinde işgaller başladı: İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Ermeniler ve Yunanlılar Türkün elinde kalan son toprak parçası Anadolu'yu batısından doğusuna kadar işgal etttiler: Yaktılar, yıktılar, katlettiler, satın aldılar, tehdit ettiler...

Orduları dağıttılar, silahlara el koydular,

Haberleşmeyi ve ulaşımı kontrol ettiler,

Madenleri ele geçirdiler,

Padişlahı ve hükümeti kontrol edip Mustafa Kemal ve arkadaşlarını "vatan haini" diye idama mahkum ettirdiler.

Aydınları ve gazetecileri satın aldılar, satın alamadıklarını susturdular,

İşbirlikçilerden yararlandılar,

Dini kullandılar, Mustafa Kemal'i ve arkadaşlarını şeyhülisalm fetvasıyla "dinsiz", "zındık" ilan ettirdiler.

İsyanlar çıkarıp, iç savaş başlattılar; Alevi Sünni, Kürt Türk ayrımıyla kardeşi kardeşe düşman ettiler.

Vatanseverleri sudan bahanelerle zindanlara tıktılar.

İşgal zenginleri yarattılar...

İNANCIN ZAFERİ

İşte o yokluk ve yoksulluk içinde, "Geldikleri gibi giderler!" diyen adam; Mustafa Kemal, yılmadan, yorulmadan, korkmadan kendine ve milletine inanarak mücadele etti:

O adam, o gözleri derin deniz mavisi, sarı saçlı adam:

Önce İstanbul'da Kurtuluş Savaşı'nın alt yapısını gizli kurtuluş planlarını hazırladı; Padişah dahil herkesle görüştü, bütün vatanseverlerle anlaştı.

Sonra, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı,

Havza'da, Amasya'da, Erzurum'da, Sivas'ta halkı örgütledi, direniş planlarına son şeklini verdi. Bir kurtuluş ekibi kurdu.

İstanbull'daki Osmanlı meclisinin silah zoruyla dağıtılması üzerine, emperyalizme meydan okurcasına Ankara'da TBMM'yi açtı.

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyen 1921 Anayasası'nı ilan etti.

Kuvayı Milliye'yi düzenli orduya çevirip, Anadolu bozkırına dağılan Yunan kuvvetlerinin ve onu desetkleyen emperyalizmin karşısına dikildi.

İnönü, Kütahya Eskişehir, Sakarya ve Büyük Taarrüz savaşları sonrasında düşmanı Anadolu yaylasına ve Ege'nin soğuk sularına gömdü.


Ve o adam, o gözleri deniz mavisi sarı saçlı adam;

Hani, 13 Kasım 1918'de, saat 3 civarında, düşman donanmalarıyla kaplı Boğaz'ın ortasında, kendinden emin, "Geldikleri gibi giderler" diyen o adam, haklı çıktı...

Düşmanlar, 1922 Ekimi'nin sonlarında gerçekten de "Geldikleri gibi gittiler"".

Gelişleri patırtılı gürültülü olmuştu ama gidişleri sessiz sedasız oldu...

ŞAŞIRTAN BENZERLİK

Mustafa Kemal'in İstanbul'u işgal eden düşman donanmasına doğru bakarak "Geldikleri gibi giderler!" dediği o gün 13 Kasım'dı!

Tarihin garip tecellesine bakın ki,12 Eylül referandumu sonucunda Türkiye'nin bölünmenin eşiğine geldiğini bu gün de 13 Eylül...


13'ÜN ŞİFRESİ

13 Kasım 1918'de İstanbul'un 55 parçalık emperyalist donanma tarafından işgal edildiği o gün, gelecekte o donanmayı İstanbul'dan çıkaracak adam, Mustafa Kemal de İstanbul'a gelmişti. Yani Türkiye,1918'de işgalcisinİ ve kurtarıcısını aynı anda, 13'ünde karşılamıştı... Nitekim bu garip tesadüfü 14 Kasım tarihli Yeni Gün Gazetesi'nde Yunus Nadi manşetten duyurmuştu...


Kim bilir! Belki Türkiye 2010'da yine işgalcisini ve kurtarıcısını bugün, 13'ün de karşılamıştır...


1918 Kasımı'nın 13'ünde istanbul'a giren ve Türkiye'yi bölüp parçalamak isteyen emperyalizme Mustafa Kemal, "Geldikleri gibi giderler" demişti ve gerçekten de 4 yıl sonra geldikleri gibi gittiler....


2010 Eylülü'nün 13'ünde Türkiye'nin demokratikleşmesi adı altında Türkiye'nin bölünmesine yol açacak refandumla daha da güçlenen iktidardakiler de, hiç şüpheniz olmasın, bir gün "Geldikleri gibi gideceklerdir."


1918 13 Kasım'da silahla gelenler (işgalci emperyalistler) silahla gittiler.

2010 13 Eylül'de seçimle gelenler (Türkiye'nin başına çöreklenenler) de seçimle gideceklerdir.

Sinan MEYDAN

13 Eylül 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...leri-gibi-giderler&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Evet" Diyen Kardeşim: Bugünden Sonra Türkiye'de Olacaklardan Sen Sorumlusun!

ddd.jpg


Evet" Diyen Kardeşim: Bugünden Sonra Türkiye'de Olacaklardan Sen Sorumlusun!

EVET! BİZ YANILDIK!... BİZ YENİLDİK!

DEMEK Kİ BİZ GERÇEĞİ GÖREMİYORUZ! TÜRKİYE'NİN YÜZDE 58'I AKP ANAYASASI'NA EVET DEDİĞİNE GÖRE DEMEK Kİ ÇOĞUNLUK AKP VE POLİTİKALARINDAN MEMNUN...

BUNDAN SONRA GELEN ŞEHİTLERİN DE, YOLSUZLUKLARIN DA, İŞSİZLİĞİN DE, ÜLKENİN SATILMASININ DA, DİKTATÖRLÜĞÜN DE, HİRİSTİYANLAŞMANIN DA, BÖLÜNMENİN DE, TEK SORUMLUSU AKP OLMAYACAKTIR. BUGÜNDEN SONRA AKP ANAYASASI'NA EVET DİYEN HERKES BÜTÜN BUNLARDAN SORUMLUDUR...

ŞERİATA,

DİN SÖMÜRÜSÜNE,

KÜRT DEVLETİNE,

MİSYONERLİĞE,

İŞSİZLİĞE,

CUMHURİYET DÜŞMANLIĞINA,

ATATÜRK DÜŞMANLIĞINA,

ÇAĞDAŞ UYGARLIK YERİNE HURAFELERE,

ÇİFTÇİYE, "ANANI DA AL GİT", ŞEHİTLERE "KELLE", BÖLCÜBAŞINA "SAYIN", MUHALİFE "BERTARAF EDERİM" DİYEN ZİHNİYETE

EVET....

İŞTE MİLLET İŞTE İRADESİ....

SAYGILIYIZ!

BİZ, BIKIP USANMADAN MÜCADELEMİZE DEVAM EDECEĞİZ...


ARTIK BIÇAK KEMİĞE DAYANMIŞTIR... EĞER, ÇOCUKLARIMIZA BÖLÜNMÜŞ, BAĞIMLI, KUKLA BİR DİKTATÖRÜN YÖNETİMİNDE, TÜRK SÖZÜNÜ BİLE KULLANMANIN YASAK OLDUĞU, KADININ EVE KAPATILDIĞI, CEMAATLERİN GÜDÜMÜNE GİRMENİN ZORUNLU OLDUĞU, HURAFELERİN BATAKLIĞINDA BİR TÜRKİYE BIRAKMAK İSTEMİYORSAK Kİ, İSTEMİYORUZ; MÜCADELE ETMEYE MECBURUZ...


Sinan MEYDAN

12 Eylül 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...dan-sen-sorumlusun&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Üst