Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

CAMİ YALANLARINA YANIT VERİYORUM (Tek Parti, Atatürk, İnönü, Menderes ve Camiler)

“CHP ve İnönü cami kapatmıştır! Peki ama Neden?”

"Atatürk cami yaptırmıştır"

“Tek Parti çok sayıda camiyi onartmıştır. İşte arşiv belgeleri"

“Keşke bütün siyasiler İnönü gibi dindar olsa”

“DP ve Menderes tarihi camileri yıktırmıştır. İşte o camiler"

…………………………………………………………………………………
ddd.jpg


Büyük Bir Çarpıtma

Son zamanlarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “tarihle yüzleşmek” adı altında çok sıkça “Tek parti, İsmet İnönü camileri kapattı. Camileri, “depo”, “ahır”, “lokal”, “hatta” tuvalet yaptı” diyerek, bu iddiasını bazı belgelerle (!) kanıtlama yoluna gitmektedir.

Aslında bu iddia Türkiye’de “cumhuriyet düşmanı” kesimin “şehir efsanesi” haline gelmiş “yalanlarından” ve “çarpıtmalarından” biridir. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın neden çok sık bir şekilde bu iddiayı gündeme getirdiğini anlamak mümkün değildir (!)

Sayın Başbakan’ın 24 Nisan tarihli AKP grup toplantısında dile getirdiği bu iddiaya ben yaklaşık iki yıl önce piyasaya çıkan “CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2. KİTAP” adlı eserimde çok ayrıntılı ve belgeli cevaplar vermiştim. (Bkz. Age, s.585-622) Anlaşılan Sayın Başbakanımız pek kitap okumadığından ve danışmanlarına çok inanıp güvendiğinden olsa gerek benim bu kitabımı da okumamış… Eğer adı geçen kitabımı okumuş olsaydı şu gerçeklerle karşılaşacaktı:


Tek Parti Camileri Kapattı Yalanının Kökleri

CHP, Tek Parti, İsmet Paşa camileri kapattı” yalanına 1966 yılında bizzat İsmet İnönü “Benim dönemimde camiler kapatılmamıştır” diye cevap vermiştir. Ama “cumhuriyet tarihi yalancıları”, yine bıkıp usanmadan bu yalanı sürdürmüşlerdir. Hatta “şeriatçılığıyla” ve “kışkırtıcılığıyla” ünlü “dinci yazar” Mehmet Şevket Eygi, 1966 yılında Yeni İstiklal gazetesinde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak, "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi’’ göndermelerini istemiştir. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal gazetesinde yayınlanmıştır. Bu resimleri kimlerin nasıl çekip gönderdiği ise sır olarak kalmıştır. Mehmet Şevket Eygi, bu konuyu 2003 yılında "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Yani, “CHP, Tek Parti döneminde camiler kapatıldı, depo ve hatta tuvalet yapıldı” iddiasını ileri sürenlerin “en büyük kanıtı”, şeriatçılığı tescilli bir “Atatürk ve cumhuriyet düşmanı” olan Mehmet Şevki Eygi’nin yazdıkları ve söyledikleridir.

Bu temelsiz iddia, son zamanlarda, Cumhuriyeti ve değerlerini içselleştirememiş, bazı akademisyenlerce de dillendirilmeye başlanmıştır. Örneğin, Bugün gazetesinde yazan ve Habertürk tv’de “Tarihin Arka Odası Programı”nda konuşan Doç. Dr. Erhan Afyoncu, 9 Mayıs 2010’da Bugün gazetesinde yazdığı bir yazıda bu iddianın “doğru” olduğunu belirtmiştir.
Son dönemde, “CHP camileri kapattı” iddiasını en çok istismar eden AKP’dir. Aslında kurulduğu günden bugüne AKP yetkilileri, her fırsatta bu iddiayı gündeme taşımaktadır. “CHP, Tek Parti ve İsmet İnönü camileri kapattı, depo, ahır vs yaptı” diye sızlanan AKP’li yetkililerin din istismarı yaptıkları açık bir gerçektir. Örneğin, AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, son referandum konuşmalarında, “Biz bunların tarihini, cemaziyelevve-llerini iyi biliriz. Bunların Anadolu topraklarında camileri nasıl ahır haline getirdiklerini iyi biliriz…” demiştir.
Daha sonra 24 Kasım 2010 tarihinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Camiler konusunda sabıkası vardır, hem de az buz değil dosyalar dolusu sabıkası vardır. Tek parti döneminde bir yığın cami kapatılmıştır, bir yığını satılmıştır, bir yığını yıkılmıştır, kiraya verilmiştir, depo yapılmıştır, ahır yapılmıştır, kışla yapılmıştır, hapishane olarak kullanılmıştır, sazlı, sözlü, içkili eğlence mekanı haline getirilmiştir’’ demiştir.
Son olarak da 24 Nisan 2012’de AKP grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Tek parti CHP, İsmet İnönü camileri kapattı!” demiştir.

CHP, Tek Parti, İsmet İnönü camileri kapattı” iddiasını diline dolayan Başbakan ve Yardımcısı’nın, Mehmet Şevket Eygi’den fazlaca etkilendikleri anlaşılmaktadır.

Peki ama işin aslı nedir?
Cami Fetişizmi: “Amaç İbadet mi Yoksa Gösteriş mi?”

Öncelikle, İslam dinine göre “İnsana şah damarından bile yakın olan ALLAH her yerdedir.” Dolayısıyla ibadet etmek için ille de sınırları belirlenmiş ve dört duvarla çevrilmiş bir mekana ihtiyaç yoktur… İslama göre, “darül harp” (işgal edilmiş, savaş alanı) olmayan ve temiz olan her yer bir ibadethanedir. Bu mantık gereği olsa gerek, Hz. Muhammed, İslamiyeti yaymaya başladığı ilk dönemlerde dört duvarla çevrilmiş bir ibadethane olmadan Müslümanları ibadete çağırmış ve ibadet ettirmiştir. Daha sonra da “görkemli olmayan” ibadethaneler diye tanımlanabilecek olan “Mescitler” inşa ettirmiştir. Hatta bunların inşaatında bizzat yer almıştır. İslamda “cami fetişizmi” İslamı yozlaştıran Emeviler döneminde başlamıştır. Dini siyasete alet eden Emeviler, ibadetleri “şov aracı” haline getirirken büyük boyutlu ve çok sayıda cami yaparak, bir anlamda “dindarlık eşittir görkemli ve çok sayıda cami” formolüne sarılmışlardır. Emevilerden sonra devam eden bu din dışı gelenek bugüne kadar gelmiştir. Din istismarının alıp başını gitti günümüz Türkiyesi’nde küçücük bir mahallede birbirine sadece birkaç kilometre uzaklıkta birkaç cami inşa edilmesi “dindarlığın” göstergesi olarak algılanmaktadır ve dahası bu camilerin altları da çoğunlukla belli cemaatlerce dükkan-market olarak kullanılmaktadır. Anlaşılan birileri "daha çok cami" diye diye malı götürmektedir...
Cumhuriyet’in Cami Politikası: İhtiyaç kadar camidir.
Cumhuriyet'in Cami Politikası: İhtiyaç Kadar Cami

1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı, “14.425 okula karşılık, 28.705 cami” vardır.[1]

Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 Sayılı Bütçe Kanunu’nun 14.Maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve nekadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir.[2]

Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir.[3]

Daha sonra bu nizamname biraz daha genişletilerek 25 Aralık 1932 tarihinde “Cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkındaki nizamname” adıyla yürürlüğe girmiştir.

Bu çerçevede Türkiye genelinde “ihtiyaç fazlası” olduğuna karar verilen camiler belirlenmiştir.[4] İşte kapatılan ve başka amaçlarla kullanılan bu “ihtiyaç fazlası” camilerdir.
İhtiyaç fazlası camilerin belirlendiği 1928’de Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre çok fazla olduğu kolayca anlaşılacaktır. Son dönemlerde girilen savaşlardaki aşırı can kaybından sonra Türkiye’de ihtiyaç fazlası camilerin olması çok doğaldır.Yeni kurulan Cumhuriyet, her şeyi planladığı gibi Türkiye’nin ihtiyacına göre cami planlaması da yapmış ve ihtiyaç fazlası camileri belirleyerek tasnif etmiştir. Üstelik bu iş için neredeyse bir yıllık bir zaman ayrılmış, gayet titiz bir çalışma sonunda ihtiyaç fazlası camiler belirlenmiştir. Yanmış yakılmış, asırlarca ihmal edilmiş, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, sıfırdan imar edilen ve kalkındırılmaya çalışılan, genç Cumhuriyeti kuranlar; “aşırıya”, “lükse”, “gösterişe” değil, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına önem vermiştir. Bu çerçevede “ihtiyaç fazlası camiler” belirlendikten sonra “dönüştürülerek” başka amaçlar için de kullanılmıştır. En basit bir inşaatın bile belirli bir maddi kaynak demek olduğu düşünülecek olursa, adeta sıfırdan imar edilen yeni Türkiye için, cemaati olmayan, bu nedenle tasnif dışı bırakılan camileri “boş” veya “atıl durumda” bekletme lüksü yoktur; bu nedenle- tekrar ediyorum- tasnif dışı camiler dönüştürülerek farklı amaçlar için kullanılmıştır; ama asla, camiler, ahır, eğlence merkezi veya tuvalet yapılmamıştır. Bu konudaki bazı örnekler, dünyanın her yerinde olabilecek uç örneklerdir. Bu kötü,uç örneklerden dolayı dönemin yöneticilerini suçlamak son derece gayri ciddi ve insafsız bir yaklaşımdır. Tek parti döneminin cami politikasının eleştirilebilecek tek yanı bazı tarihi camilerin de tasnife tabi tutulmasıdır. Ancak asıl tarihi cami kıyımı DP ve Menderes döneminde yapılmıştır. (Bu konuya ilerde değinilecektir).
Emevilerden beri devam eden “cami fetişizminin” etkisiyle olsa gerek, genç Cumhuriyet’in bu çok normal kararı (ihtiyaç fazlası camileri başka amaçlarla kullanma), çok geçmeden “CHP camileri kapattı, depo yaptı, ahır yaptı” biçiminde bir “iğrenç” propagandaya dönüşmüştür. Cumhuriyeti kuran iradeyi “din düşmanı” göstermeye yönelik bu maksatlı propaganda, zaman içinde çok kişiyi etkilemiştir.

14.425 okula karşılık, 28.705 caminin olduğu bir ülkede, normal insanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken, Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına tepki göstermesi gerekirken, bizler sabah akşam neden cami muhabbeti yapıyoruz acaba? Müslümana Müslüman propagandası yapmamızın başka bir amacı mı var acaba?
Tarihi Camilerin Yıkımını ve Amaç Dışı Kullanımı Konusundaki İstismarı Atatürk ve İnönü Önledi

Cumhuriyet'in ilk yıllarında bazı yerel yöneticiler tarafından eski eserlere gereken önemin verilmemesi üzerine bizzat Atatürk, aralarında camilerin ve türbelerin de bulunduğu eski eserlerin korunmasını istemiştir. Atatürk 1931 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra Hükümet de bu işle daha sıkı bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır.
31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, "imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü" belirtilerek, "bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması" istenmiştir. (4a)
3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekalet genelgesiyle, illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının "vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri" belirtilmiştir. (4b)
Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durduramamış olmalıdır ki Başvekaletin 14.10.1936 tarihli bir genelgesi ile "askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşıdıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valilik onayı ile Ziraat Bankasına buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyarbakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanamamaları" son defa istenilmiştir. (4c)
Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle "İmar Yapı ve Yollar Kanunu"na dayanarak "belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmek için önce üzerindeki sağlam binayı "haraptır" diye yıktıklarının görüldüğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi" bildirilmiştir. (4d)
Bu belgelerden de görüldüğü gibi Cumhuriyet'in ilk yıllarında "illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının 'vakıf eserleri haraptır' diye aralarında bazı camilerin de bulunduğu bu eserleri çabucak yıktıkları" anlaşıldıktan sonra Atatürk ve Hükümet olaya el koyarak tarihi değeri olan bu eserlerin yıkımlarını önlemiştir. Belgelerden ayrıca, Hükümet'ten habersiz bazı yerel yöneticilerin taşrada bazı camileri "amaçları dışında kullandıkları" anlaşılmaktadır. Hükümet bu durumu fark eder etmez yerel yöneticilere gönderdiği genelgelerle "bu camilerin derhal boşaltılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan amaç dışında kullanılmamaması gerektiğini" bildirmiştir.
Yani Sayın Başbakan'ın, Tek Parti döneminde amaç dışı kullanılan camilerin fotoğraflarını göstererk, "İşte Tak Parti, İsmet İnönü camileri böyle yatakhane, depo, ahır yaptı" demesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yukarıdaki beleglerde de açıkça görüldüğü gibi bu şekilde amaç dışı kullanılan bazı camiler, Hükümet'ten ve İnönü'den, hatta Atatürk'ten habersiz bir şekilde bazı işgüzar yerel yöneticiler tarafından bu hale getirilmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Atatürk ve İnönü'nün başbakanlığındaki Hükümet bu durumu öğrenir öğrenmez konuya müdahele etmiş; bu eserlerin bahanelerle yıkılmamasını, korunmasını ve amaç dışı kullanım için de mutlaka izin alınmasını şart koşmuştur.
İsmet İnönü Bazı Camileri Kapatıp Depo Yaptı, Kapısına Kilit Vurdu! Peki Ama Neden?

Cumhuriyet tarihi yalancıları ve onların yalanlarıyla beslenen “dinci partiler”, öteden beri CHP’ye ve İsmet İnönü’ye saldırmak için “Kafir İsmet İnönü camilere kilit vurdu. Etrafına asker dikti. Namaz kılmak için içeriye kimseyi sokturmadı. Camileri devamlı teftiş etti. Nöbetçilere, ‘İçeriye kimseyi sokmuyorsunuz değil mi?’ diye sordu!” biçiminde bir propagandayla, CHP ve İsmet İnönü’nün “cami düşmanı” olduğu yalanına neredeyse bütün Türkiye’yi inandırmışlardır.
Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-1946 arasında Türkiye’deki bazı camileri “depo” yapmış, bu camilerin kapısına “kilit” vurmuş, etrafına “asker” dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır! Burada sorulması gereken ama asla sorulmayan soru şudur: Ama neden? İsmet İnönü'yü camileri kapatmakla suçlayanların amacı İnönü'yü "cami düşmanı" göstermek olduğu için bu "ama neden" orusunu onlar asla sormaz, soramazlar.

Çünkü İsmet İnönü’nün bu davranışının nedeni “cami düşmanlığı”, “din karşıtlığı” değil; tam tersine “dinine olan bağlılığı”, “tarihine olan saygısı”dır.

“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim!

Şöyle ki:

İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin, Topkapı Sarayı’ndaki “Kutsal Emanetler”, bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek, Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. Dolayısıyla, “Kutsal Emanetlerin” bulunduğu bu “cami depolar”, ibadete kapatılmış ve kapısına kilit vurulup asker dikilmiştir. Çünkü İsmet İnönü, bu “Kutsal Emanetlerin” korunmasına çok büyük bir önem vermiştir.
Ayrıca İsmet İnünü, içinde kıymetli tarihi eserlerin saklandığı bu camilere çok iyi bakılmasını istemiştir. İsmet İnönü'nün isteği ile dönemin Hükümeti de bu konuda çok titiz davranmıştır. Örneğin, 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla, "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Sayı:6061, Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)
Kıymetli tarihi eserler, Kurtuluş Savaşı yıllarında da yine bazı camilerde saklanmış, bu nedenle yine o camilerin kapısına kilit vurulup, kapısına nöbetçi dikilmiştir. Örneğin, 14 Haziran 1923 tarihli bir belgeye göre, "Kıymetli eşyanın olduğu camiyi bekleyen tabur ile kıta arasındaki haberleşmeyi sağlayan telefon hattının bozulduğundan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 16714, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 159.115..14..)
Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır”.

Tufan Türenç, "Çirkin İftira ve Gerçek”, adlı yazısında, Cumhuriyet tarihi yalancılarının “bu çirkin iftirasının kaynağını”, yıllarca CHP’de görev yapmış, İnönü’nün yakınında bulunmuş, Necati Karakaya’nın anlattıklarıyla çürütmüştür.

Şimdi, Necati Karakaya’nın Tufan Türenç’e gönderdiği mektubu birlikte okuyalım:

28 Şubat 2008, Büyük Millet Meclisi’nde CHP’li bir milletvekili konuşma yapıyor. Mehmet Ali Şahin Bakan koltuğundan bağırıyor. ‘Haydi, Haydi! Biz sizin nerelere kilit vurduğunuzu çok iyi biliriz.’ Bununla, ‘siz camilere kilit vurdunuz’ demek istiyor...

1950 yılından itibaren Anadolu’nun dolaştığım her köşesinde bu iftirayı duydum.

Gerçek şudur.

1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde Hitler’in orduları sınırımıza dayandı. Türkiye’ye girip girmemekte kararsızlardı.

İsmet Paşa Trakya’da Çakmak hattını kurmasına rağmen İstanbul’un bombalanacağını tahmin ediyor bu nedenle de savunmayı Ankara’nın dışında yapmayı düşünüyordu. İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan tarihi eşyaları, zarar görmemeleri için Alman uçaklarının menzil dışında kalan bölgelerdeki camilere koymayı düşündü.

İsmet Paşa düşmanın camileri bombalamayacağını biliyordu. O nedenle bütün saray eşyalarını, padişahların tahtlarını, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hazreti Muhammed’in sancağını, kılıcını, Hırkai Saadeti, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerimi’ni, Atatürk’ün Samsun’da çıktığı tahta iskeleyi, müzelerde ne varsa tümünü tam 48 vagona yerleştirerek Niğde’ye gönderdi.

Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye gitti.

Eşyalar ve görevliler, tehlike tamamen geçene kadar Niğde’de kaldılar.

Bu değerli eşyalar Niğde’de 3 camiye yerleştirildi. Camilerin etrafına nöbetçi askerler yerleştirildi. 28 Ocak 1943 günü İnönü Adana’da Churchill ile buluşmak üzere Ankara’dan trenle yola çıktı. Tren Niğde’de durdu ve uzun süre bekledi.

İsmet Paşa tarihi eşyaları görmek üzere 3 camiyi de teftiş etti. Özellikle Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi görmek istiyordu. Saruhan Camii’ne gitti ve Tunabek’e sordu: ‘Asker nöbetini aksatmıyor, camilere kimseyi almıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın’ dedi.”


İşte o çirkin iftiranın gerçek yüzü böyle!…

Tufan Türenç’in dediği gibi; “Aradan 70 yıla yakın zaman geçmesine rağmen AKP hâlâ bu yalanı kullanıyor. Başbakan Erdoğan bununla da kalmıyor Kurtuluş Savaşı kahramanı, Cumhuriyet'in kurucusu, İkinci cumhurbaşkanı İsmet Paşa’yı Hitler’e benzetiyor. Ve açılan davada mahkeme Erdoğan’ı, ‘İnönü’nün böyle bir kişiye benzetilmesi, hatırasına saygısızlık teşkil ettiği gibi, milleti oluşturan bireylerin de kişilik haklarını ihlal edip incitmiştir’, gerekçesiyle mahkûm ediyor.”[5]

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaş ve stratejistlerinden biri olan Atatürk’ün yanında, yakınında bulunmuş olan İsmet İnönü, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerindendir. İşte bu İsmet İnönü’nün savaş stratejilerinden biri de zorunlu hallerde “camileri asıl amaçları dışında kullanmak”tır.

Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi komutanı olan İsmet Paşa, Büyük Taarruz’dan önce I. ve II. Ordu ile bunlara bağlı karargâhların barınması için Akşehir ve Konya çevresindeki camiler, hanlar ve kervansarayları kullanmıştır. Özellikle, kışın bölgede askeri birliklerin barınması için büyük kışlalar ve misafirhaneler olmadığından bu yola başvurmuştur. İsmet İnönü, aynı yönteme II. Dünya Savaşı yıllarında da başvurmuştur.[6]

İşte İsmet İnönü’nün “bu yöntemi”, sonraki yılların “din istismarcıları” tarafından, İsmet İsmet İnönü’nün camileri kapattığı ve ahıra çevirdiği şeklinde halka yansıtılmıştır.

Çok yazık doğrusu!...


Osmanlı da Camileri Otel Yapmıştı!

İsmet İnönü’ün, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasındaki “camilerin amaç dışı kullanılması” uygulaması, tarihimizde sadece İsmet İnönü’ye ait bir ilk uygulama değildir. Daha önce 19. ve 20 yüzyılda Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar görülmüştür.
Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında bazı camilerde bir süre göçmenler-mübadiller konaklamış, dolayısıyla bu camiler bir süre ibadete kapatılmıştır. Örneğin, 19 Mart 1924 tarihli "Kasabalardaki terkedilmiş evler, asker ve memurların ileri gelenlerince işgal edildiğinden mübadil olarak gelen muhacirlerin cami köşelerinde kaldıkları, söz konusu yerlerin muhacirlere verilmesi" şeklindeki bir belgeden, bazı camilerde muhacirlerin konakladığı anlaşılmaktadır. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 13517, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.1..17.)
Tarihimizde camiler ilk defa, 1877/78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Savaşı) sırasında amaç dışı kullanılmıştır. Bu savaşta Rumeli’den İstanbul’a büyük bir muhacir akını olmuştur. Rus ordusu ile Bulgar çetelerinin önünden kaçan yüz binlerce muhacir, kış mevsiminde İstanbul’a yığılınca bunların barındırılması için İstanbul’daki büyük camiler ibadete kapatılmıştır. Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi camiler muhacirlerin barınmasına ayrılmış, bu camiler ve müştemilatı bir anlamda, muhacirlerin kaldığı “oteller”, “yatakhaneler” olarak kullanılmıştır.
Rubert Furneaux’un; “Tuna Nehri Akmam Diyor”, Charles Ryan’ın; “Plevne’de Bir Avustralyalı”, Mehmet Arif Bey’in; “Başımıza Gelenler”, Turhan Şahin’in; “Öncesi ve Sonrasıyla 93 Harbi” adlı eserlerinde muhacirlerin uğradığı zulümlerle ilgili yürek burkan satırlar ve onların İstanbul’da camilerde barındırılmasıyla ilgili çalışmalar anlatılmıştır.

Böyle bir durum Balkan Savaşlarında da yaşanmıştır. İstanbul’a sığınan binlerce muhacir, yine camilerde barındırılmıştır. Balkan savaşlarını La Matin gazetesi muhabiri olarak izlemek amacıyla İstanbul’a gelen Stephane Lauzanne; “Hastanın Başucunda Kırk Gün” (Balkan Acıları), yine savaş muhabiri olan Georges Remond; “Mağluplarla Beraber” ve William M. Pickthall; “Harpte Türklerle Beraber” adlı kitaplarında muhacirlerin camilerde barındırılmasıyla ilgili gözlemlerini aktarmışlardır.[7]
20 yüzyılda girilen ardı arkası gelmeyen savaşlar yüzünden Türkiye'de camiler yatakhane ve depo olarak kullanılmak zorunda kalmıştır. Prof İlber Ortaylı bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı... İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri perişan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?" (7a)

İsmet İnönü’ye “camileri depo yaptı!” diye çıkışanlar, acaba bundan sonra, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı padişahlarına da “camileri otel-yatakhane yaptılar!” diye çıkışırlar mı?

Ne dersiniz!
İŞTE MECLİS ZABITLARI: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen Camiler ve Türbeler

Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu 1930’lu ve İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu 1940’lı yıllarda tek parti CHP, Türkiye’de pek çok tarihi camiyi ve türbeyi tamir ettirip koruyup kollamıştır.
1930’lu ve 1940’lı yılların Meclis Zabıt Cerideleri incelendiğinde birçok CHP’li milletvekilinin partilerinden-hükümetten, kötü durumdaki tarihi camilerin aslına uygun bir şekilde onarılmasını istedikleri görülmektedir. Dahası aynı milletvekillerinin, bu isteklerinin aksatılması veya gerektiği şekilde yerine getirilmemesi durumunda, yeri geldiğinde, ilgili genel müdürlüğü (Vakıflar Genel Müdürlüğü) ve hükümeti alabildiğince eleştirdikleri de görülmektedir. Çok daha önemlisi, dönemin tek parti hükümeti CHP, bu konudaki istekleri dikkate alarak, başta kötü durumdaki tarihi camiler olmak üzere Türkiye’deki birçok camiyi ve türbeyi tamir ettirmiş, camii ve türbe onarımları için özel tahsisatlar ayırmıştır. Vakıflar Genel Müdürleri, yeri geldiğinde Meclis konuşmalarında hükümetin onarttığı camileri, yapılan tamir işlemlerini, harcanan para miktarını tek tek açıklamışlardır.
İşte o Meclis Zabıt Ceridelerinden birkaç örnek:
27 Mayıs 1937’de, TBMM 4. Dönem, 46. Birleşimde söz alan Refik Şevket B. bazı camilerin tamirinden söz ederek, bu konuda Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bazı eleştirilerde bulunmuştur:
"Vakıf bütçesi söz konusu olduğu zaman, hiç bir zaman hatırımızdan geçmez ki bize ecdadımızın bıraktığı hayır kurumlarının imdadına koşan tek kurumdur. (…) Onun için bizim elimizde bulunan, gayet mazbut bir şekilde elimize verilmiş olan, ecdadımızın bir hayır ifadesi olan camilerin, çeşmelerin şu veya bu müesseselerin gözümüzün önünde nedensiz yıkılmasına meydan verecek kadar âciz bir nesil olmadığımızı ispat etmek bize düşer (Alkışlar). Onun içindir ki arkadaşlar, vakıf idarelerinin bilhassa kırtasiyecilikten doğan tahsisatsızlık yüzünden memleketimizin bir çok yerlerindeki 300, 400, 500 sene evvel kurulmuş ve hayırsever adamların bir nişanesi olan bu güzelim müesseseleri tamir ve ihya ve korumaya imkân bulunamamaktadır. Bırakanları rahmetle andığımız bu kurumlara daha çok gayret sarf ederek bakılmasını Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden özellikle ricayı vazife bilirim. Bizim görevimiz yıkmak değil, yapılanları tamir etmektir. Korumak göreviyle yükümlü olan bu nesil dünkü güzel eserler karşısında sessiz kalamaz. Vakıflar Genel Müdürlüğünden kendi hesabıma bir ricada bulundum, hüsnü telâkki ettiler. Meşhur Mimar Sinan’ın Manisa’daki Muradiye camimin tamiri için 1500 liralık tahsisat verdi ve tamir edildi. Fakat bu muazzam ve emsali artık yapılamayacak olan eserin maalesef 1500 liralık tamiratı, bilâkis onun büyük bünyesinde en ufak bir tesir bile meydana getirememiştir. Oradaki vatandaşlar ve onu gören her vatandaş bu müessesenin çatısını kurşunlarının açıldığını ve aktığını görmekle elbette ıstırap duyar. Türkiye B. M. Meclisi yürekten duyulan ıstırapların çaresine bakmakla mükellef olduğu için bizim namımıza görev yapan eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, millî bir duyguyla hayırsever bir imanın icap ettirdiği dikkatle hareket etmelidir..."
Vakıflar Genel Müdürü Rüştü B., Refik Şevket B’nin ince eleştirilerine şu yanıtı vermiştir:
"Refik Şevket Beyefendi kanun meselesinden sonra hayrata iyi bakılmaması konusunu söz konusu ettiler. Son zamanlarda bunu pek iyi yapamadığımızı itiraf ediyoruz. Fakat iki sene öncesiyle kıyaslanırsa bu konudaki çalışmalarımızın, vakıfların en parlak devri olan Meşrutiyeti takip eden devirde bile görülmediği anlaşılacaktır. 339’dan beri yalnız hayrata ait 4000 küsur ve akar olarak tamir ettiğimiz 900 ve yeni yaptığımız 400 bu kadardır. Bunlar hiç bir devirde böyle yapılmamıştır. (…) Manisa’daki camilerin tamiri meselesi: bunun önemlice bir tamir olduğu izaha muhtaç değildir. Kurşunlarını tamir için orada mütehassıs bulamadığımızdan İstanbul’dan bir adam göndermek gerekti. Geriye kalan tamirini bu sene yine yapmağa çalışacağız."
Görüldüğü gibi Vakıflar Genel Müdürü konuşmasında, son yıllarda aralarında Manisa’daki camilerin de olduğu yüzlerce tarihi eserin tamir edildiğini belirtmiştir.
Bu sırada Kocaeli Milletvekili Sırrı B., “Bildiğiniz gibi İstanbul’da, Tophanede iki sebil vardır. Onların şekli inşaları evvelce birer pırlanta gibi o havaliye süs vermekte idi. Fakat bir kaç seneden beri ihmal edildiği için yıkıldılar, birer harabe haline girdiler.” diye bir eleştiride bulununca, Vakıflar Genel Müdür Rüştü B., “Efendim, söz konusu ettiğiniz, Nusratiye camiinin sebilleridir. Kapının tarafeyninde sebilin parmaklıkları vardı. Gayet kıymettardı. Fakat çalındığı için kaldırıldı. Bu suretle sebil de yıkıldı. Bu sene bu konu incelendi. Gereken tahsisat ta verildi. Geçen gün gittim, gördüm, sebil yerine kondu." diye yanıt vermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 1, C.8, Birleşim 46, 4. Dönem, 12.5.1932, s.107-110)
TBMM’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1937 Bütçesi dolayısıyla söz alan Kütahya milletvekili Naşid Uluğ, hükümetin tamir edip onardığı camilerden şöyle söz etmiştir:
"Arkadaşlar; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Sayın Başbakanımızın pek yakından gösterdiği alâka ile, son senelerde hakikaten çok faydalı işler gördü. Memleketin millî eserlerini teşkil eden çok kıymetli camilerimizi ve daha bazı abidelerimizi tamir etti. Bu faydalı hizmetlerden dolayı Vakıflar yönetiminin manevî şahsiyetine bu kürsüden teşekkür etmek isterim. Arkadaşlar; ellimizde iki milyon sekiz yüz küsur bin liralık bir vakıf bütçesi var. Daha bir çok muhtacı tamir camilerimiz, tarihî abideler bulunduğu halde, bu gibi eserlerin tamiri için buraya konan para, 159. 010 liradır. Geçen yıl Beyoğlu’nun ortasında bulunan Ağacamii hakikaten millî bir üslûpta yeniden tamir edilmiştir. Evkaf idaresinin gelecek bütçelerinde memleketin, Anadolu’nun Rumeli’nin her tarafında vaktiyle yapılmış olan yüzlerce ve yüzlerce camiyi tamir edecek, bahçelerini ve etrafı harap olmaktan kurtarıp çiçeklerle, parklarla donatacak bir hizmete hazırlanmasını temenni ediyorum."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 6, C.18, Birleşim 66, 5. Dönem, 27.5.1937, s.292)
Naşit Uluğ’un Meclis kürsünden belirttiğine göre hükümet, 1930’ların sonlarında “çok kıymetli camileri” tamir etmiştir. Örneğin, 1936 yılında Beyoğlu’ndaki Ağa Camii aslına uygun olarak tamir edilmiştir. Vakıflar bütçesinin artırılmasıyla ülkenin değişik yerlerinde tamir bekleyen çok sayıdaki cami de tamir edilebilecektir.
TBMM’de 1930’lardaki cami tartışmaları, 1940’larda da devem etmiştir. Örneğin, 24 Aralık 1945’te, 7. Dönem, 17. Birleşimde konuşan Antalya Milletvekili H.Dağlıoğlu, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bütçesiyle bazı camileri ve türbeleri tamir ettirdiğini anlatmıştır:
"Arkadaşlar, bu yıl Vakıflar İdaresi bütçesi geldiği zaman arzedeceğim. Vakıflar İdaresi bütçesine Millî abideler ve camilerin tamiri için beş yüz bin lira ödenek konmuştur. Yüksek Meclis bu parayı vermekte hakikaten cömert davranmıştır. Gönül istiyor ki, Millî Eğitim Bakanlığın’ın eski eserler ve müzeler kısmına da bu kadar bir para vermekten çekinmeyelim. Arkadaşlar, geçen sene Yüksek Meclis pek yerinde olarak bazı türbelerimizin tamirini, bilhassa bir işaret olarak, bir direktif olarak Millî Eğitim Bakanlığı’ndan istemişti. Yaptığım tahkikat ve aldığım izahata göre geçen sene Maliyeden verilen 30 bin liralık bir tahsisat ile 5 – 6 türbe tamir edilmiştir. Bunların arasında Gazi Osman Paşa’nın türbesi olduğu gibi II. nci Bayazit'in ve Selçuk Hatun'un türbeleri de vardır. Bilhassa Osman Paşa gibi bir milletin şanını ve şerefini bütün dünyaya kanıtlamış olan büyük bir adamın türbesinin bilhassa böyle bir zamanda tamir edilmesi hakikaten bizi sevindirecek mahiyettedir. Ben kendi hesabıma Millî Eğitim Bakanlığı’na bu bakımdan teşekkür ederim. Abidelerin tamiri için bir koordinasyon yapmak lâzımdır. Vakıflar İdaresi, Millî Emlâk ve Millî Eğitim Bakanlığı elele vermelidir. Bunların üçünün vazifeside bir olduğu halde bazen aralarında anlaşmazlıklar yüzünden ihtilâf çıkmaktadır. Halbuki dâva abidelerimizi korumak, onarmaktır. Onun için ne yapmak lâzım geliyorsa yapmalı, bu üç idare birleşmeli ve esaslı tedbirlerle karşımıza çıkılmalıdır. Arkadaşlar, bu eserlerin onarılmasıyla, hakikaten sistemli ve programlı şekilde tanzimiyle memleket turizmi de bundan çok istifade edecektir. Arkadaşlar; bildiğiniz gibi bu memleketten bir çok ‘tevaifi mülûk’ gelip geçti. Bunlardan birisi Hamidoğullarıdır. Bunların merkezi Eğridir'dir, Bunların Dündarbey medresesi vardır. Hakikaten fevkalâde bir eserdir. Bilhassa ecnebi seyyahlar mükemmel bir eser diye üzerinde durmuşlardır. Bunu da kurtaralım, hattâ oraya mahallî bir müze de yaparak bütün mezarları vesaireyi de içine koyarak teşhir ederlerse çok iyi olur. Bunu da bilhassa rica ediyorum...." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 2, C.20, Birleşim 17, 7. Dönem, 24.12.1945, s.315-317)
Antalya Milletvekili Dağlıoğlu’nun bu konuşması son derece önemlidir. Dağlıoğlu’nun verdiği bazı bilgiler cidden dikkat çekicidir. Örneğin, 1945 yılında camilerin ve eski eserlerin tamiri için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine 500.000 lira ödenek konmuştur. 1944 yılında TBMM, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bazı türbeleri onarmasını istemiştir. Maliye bu için 30.000 lira ödenek vermiştir. Bu para ile, aralarında Gazi Osman Paşa, Selçuk Hatun ve II. Beyazit’in türbelerinin de bulunduğu 5-6 türbe onarılmıştır.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1940 yılı Bütçesi görüşülürken söz alan İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün cami tamir çalışmalarını şöyle eleştirmiştir:
"İstanbul'daki Kıymetli eserlerin tamiri konusunda Muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün göstermekte olduğu hassasiyet ve sarf ettiği gayret ne kadar şükranla karşılanmağa lâyik ise bu hassasiyet ve gayretin fîili sahaya intikalinde meydana gelen hatalar da o oranda teessürle karşılanacak bir mahiyet arz etmektedir. Bendeniz daha evvel Mahmutpaşa, Sinanpaşa, Lâleli ve Hüseyinağa camileri gibi bazı eski eserlerin tamiratı dolayısıyla yapılan hatalı işler hakkındaki mütalaa ve teessürlerimi kendilerine özel olarak söylediğim için burada tekrara lüzum görmüyorum. Gerçi sonraları İstanbul’da pek o kadar belli başlı tamirat yapılmamış ise de yine az çok bazı şeyler meydana getirilmiş olduğundan bunlar hakkındaki görüş ve eleştirilerimi, hiç olmazsa bundan sonra yapılacak tamirat esnasında dikkate alınır ümidi ile gerekli görmekteyim. Önce şurasını belirmeliyim ki, o gibi nefis tarihi eserlerin restorasyon usul ve kaidesine uygun olarak tamir edilmesi gerekirken bu konuya kesinlikle önem verilmemektedir Bilginiz dahilindedir ki her bina asrına göre bir malzeme ile yapılmıştır. Buna dair bazı örnekler vereyim: Karagümrük’teki Atikalipaşa camiinin hariç kubbeler evvelce ref edilerek yapılmış olan son cemaat yeri tamirat esnasında kamilen kaldırılarak camiin methali açıkta bırakılmış ve yağmur sularının içeri girmesine uygun bir vaziyet ortaya çıkmıştır. Hırka-i Şerif’teki Mesih Alipaşa camiinin tamirinde ise büyük bir dikkatsizlik göze çarpmaktadır. Camiin haricî ve dahilî duvarları baştan başa raspa edilerek bina bembeyaz ve cascavlak bir hale getirilmiştir. Bundan başka alçı pencereler ve kadim renkli pencere camları değiştirilmiş ve acayip bir manzara hâsıl olmuştur. Sultan Ahmed camiinin yan kapılarının dehlizleri üzerinde bulunan çifte örtülü 12 kubbenin bilmem ne vakit üst kubbeleri imha edilmiş olduğu gibi son cemaat yerinin ve şadırvan avlusunun revakları içindeki kıymetli malakârî rozetler bozulup üzerleri düz sıva ile sıvanmıştır. Sırası gelmişken şurasını da arz edeyim ki, camiin mahfeli ahşaptır ve sitile de uygun değildir. Fakat yapıldığı zamanın mantalitesini ve bir devri ifade ettiğinden dolayı hususiyeti vardır. Orasını kaldıracaklarını işittim. Halbuki, bu binayı yıkmak değil tamir etmek lâzımdır. Köprü başındaki Yenicaminin durup dururken kapı methalinin raspa edilmesinin anlamını anlayamıyorum. Bundan başka caminin saçakları betonarme yapılmıştır ki, bu da restorasyon usulüne külliyen muhaliftir. Kadırgadaki Sokullu camii muazzam bir camidir. Medrese tekke, darülhadis ve cami hep bir aradadır. Mimar Sinan’ın şaheserlerindendir. Burada yapılan tamirat arasında kubbe kenarlarındaki istalaktitlerin yine eskisi gibi taştan yapılması gerekirken bunlar alçıdan yapılmıştır. Senelerin tesir ile tarihî bir nefaseti ihzar etmiş olan iç cidarlarının kefeki taşları zamanla bağladığı esmer renkle bozulmuş çinilerin ahengini teşkil ettiği halde bunlar baştan başa raspa yapılmakla bembeyaz meydana çıkmış ve eskilik ahengi ve rengi tarihisi bozulmuştur. Dahilinde bulunan sekiz parça 12.nci asra ait yaldızlı yazılar da bozulup bunlardan bir kısmı yeniden yazdırılmıştır. Binaenaleyh, yazıların eskiliği ve eserin kıdemi feda edilmiştir. Tekke binasının kurşunları sökülmüş başka yerlerde kullanılmış ve bu binanın bir kısmı kiremitle örtülmüş ve bir kısmı da açık ve yağmur sularının tahribine maruz bir halde bırakılmıştır. Azapkapısı’nda kıymeti tarihi özelliği olan cami haricen çimento sıva ile berbat bir hale konulmuştur. Şimdi evkafın tamir hususundaki hatalarından söz edeceğim.
1 - Bir mahal tamir edilirken diğer vakıf binanın malzemesi sökülerek kullanılmaktadır.
2 - Klâsik tipte olan alçı pencereler çimentodan yapılmakta veya tamir edilmekte ve bu suretle kıymet bozulmaktadır. Eski çerçevelerdeki camlar renk ve şeffaflık itibarı ile hususiyet taşımakta ve yeni yapılan çerçevelerde kullanılanlar ise malûm olan mavi, sarı, kırmızı, ve yeşil renklerdeki adi camlardan ibaret olup çok çirkin bir manzara teşkil ve eserin mimarî ve tarihî kıymetini bozacak bir vaziyet ihdas eylemektedir. Bu görüşümün isabeti Topkapı müzesinde ve Ayasofya türbelerindeki alçı çerçevelerle yeni yapılan Lâleli, Mesihpaşa ve Bayazıd camilerindeki çerçeveler mukayese edilirse derhal tezahür eder. Bu camiler bu çerçevelerle birer ucube halini almışlardır.
3 — Eski eserlerin bir çoğu harap olup bunların çoğunun da sakafları açık ve çerçeveleri ve camları kırık olduğu halde gereken bu çeşit tamirat yapılmayarak raspa, boya ve yaldız gibi süs tamirat ile uğraşılmakta ve bu suretle lüzumsuz şeyler için ve bazen de ikinci ve belki de üçüncü derecedeki işler için bir çok masraflar yapılmaktadır ki bu da başarılı olmasa gerektir. Bu cümleden olmak üzere Süleymaniye camii kubbesini bir örnek olarak arz edebilirim: Bu cami kubbesinin sıvaları eski kalemkâri nakışlar meydana çıkarılacak diye bozulmasıdır. Halbuki o kalemkârî işler esasında bozuk olmamış olsaydı üzerine sıva vurulur mu idi? Bu kadar basit bir şeyin düşünülmemesi, boşuna masraf ile muazzam bir iskele kurulmasını ve binlerce amele çalıştırılmasını icap ettirmiştir.
4 — Görünüşe uygun olarak yapılan bu işler ya proje ve keşif gibi esaslı noktalara dayandırılmamakta veyahut keşiflere önem veren bir kişinin tamamıyla arzusuna ve keyfine bağlı bırakılmaktadır.
5 - Bazı mabetlerin işlerinde, sonradan yapılmış olan ve periyodik ifadeleri taşıyan mahfel, merdiven, maksure, dolap ve emsali parçalar gereksizdir diye sökülüp atılmakta ve bu suretle o mabet bütün bu hususiyetlerden mahrum bırakılmaktadır. Yapılan tamirat esnasında sona asrın icadı olan çimento, frenk kiremidi, Avrupakârî kilitler ve son sistem çerçeveler kullanılmaktadır. Bir devir sonra, bunların her hangi birini inceleyecek olan bir âlim, bir müdekkik bu yeni eserleri görünce hayret edecek ve eski ecdad ile yeni torunu karşılaştırmada bu devrimizi eleştirecektir. Bilginiz dahilindedir ki bu eski mabetlerin her biri tarihte nam bırakmış, büyük mimarlardan birinin eseri sanat ve maharetidir. Mimar Ayaş, Hayreddin, Acem Ali, Sinan, Kasım ve Memed Ağalar gibi sermimarı devlet unvanını almış olan bu önemli kişiler memleketin imarında pişüva olmuşlar ve hattâ vazifelerinde kusurları görülenler bu kusurlarını hayatları ile ödemişlerdir ve bu eserler için milyonlarla ölçülecek servet sarf olunmuştur. Bu gün bu eserleri göstererek medeniyette bizim de çok yüksek nasibimiz olduğunu çok haklı olarak iddia edebiliriz. Takdir buyurursunuz ki, bu kıymetli eserler Vakıfların malı, mülkü değildir. Vakıflar onların muhafızı ve bekçisidir. 3 odalı bir evi tamir ederken bir takım şartlara uyuyoruz. Binaenaleyh ecdadımızdan intikal eden ve millete mal olmuş olan bu kıymetli eserleri birer meşheri sanat ve maharettir. Binaenaleyh bunların tamirinde de o kadarcık olsun özen göstermek lâzımdır. Halbuki bu gün seçilen usulle bu eserler bozulmağa yüz tutmaktadır. Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve kadîm eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüsatta bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım. Temenni ederim ki, bu eserlerin tamirinde ayni hatalar yapılmasın ve yapılan işler restorasyon usul ve kaidelerine uygun olarak bu uğurda harcanan paralar heder edilmesin. Bendeniz bütün bu yanlışlıkların ve usulsüzlüklerin vukuunu yalnız mimar vasfını taşıyan kişilere ve müteahhitlere tamiratın verilmesinde görüyorum. Gerçi ortada bir danışma komisyonu vardır. Fakat bu komisyon her nedense fiili bir netice vermemektedir. Bu da görülen sakatlıklarla sabittir. Binaenaleyh buna ihtimal vermemekle beraber bu heyetin adeta görünüşü kurtarmak için teşkil edildiği zannı hâsıl olmaktadır. Gerçek amacı ise bittabi bu değildir. Hastalık meydandadır. Bu nasıl düzeltilebilir. Şimdi müsaadenizle kısaca buna da temas edeyim. Bu gibi eski nefis eserlerin fennî usul ve kaideye uygun tamirini temin için restoratörlerden, tarih müdekkiklerinden ve sanayii tezyini ustalarından oluşan kuvvetli bir heyet kurmak lâzımdır ve yapılacak bütün işlerin bunların kararı ile yapılması ve bilhassa, bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gördüğü teşvik ve himaye ile mütevazi şekilde çalışarak meydana getirdiklerini bizzat gidip gördüğüm, mesai semerelerini bu kürsüden yüksek bir şükran ile ve ciddî bir takdir ile arz etmeyi vicdan borcu bildiğim Topkapı müzesindeki abideleri koruma komisyonunun en evvel görüşünün alınması ve yani onlarla teşriki mesai edilmesi lâzımdır. Belki böyle bir komisyonun kurulması biraz masraf ihtiyarını icap ettirecektir. Fakat bu gereklidir. Yapılan masrafların heba edilmemesinden ise bu kadarcık masraf ile daha seçkin işlerin dürüst ve muntazam bir şekilde yürütülmesi çok yerinde olacaktır.
Sözüme nihayet verirken beyanatımın başlangıcında da arz ettiğim şekilde muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün, eski ve nefis eserlerin tamiri hususunda şahsen gösterdikleri arzu ve gayret ve samimî yardım cidden şükranla karşılanmağa lâyıktır. (..) Gayet açık ve samimî olan bu beyanatımı iyi niyetle dikkate alacaklarından eminim."
İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, 31 Mayıs 1940 tarihli Meclis oturumunda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü, tarihi camilerin tamiri yapılırken aslına uygun olarak yapılmadığı gerekçesiyle böyle eleştirmiştir. Karamürsel’in eleştirileri, tek parti CHP’nin iyi-kötü birçok tarihi camiyi tamir ettirdiğini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. Karamürsel, “Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve eski eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüste bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım” diyerek Türkiye’nin değişik yerlerdeki camilerinin onarıldığını belirtmiştir. Karamürsel’in konuşmasında verdiği bilgilere göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Mahmut Paşa, Sinan Paşa, Laleli, Hüseyinağa, Beyazid, Atikalipaşa, Mesihalipaşa camileri, Yenicamii, Sokullu camii, Azapkapı camii gibi çok sayıda caminin tamir edildiği, onarıldığı anlaşılmaktadır.
Daha sonra Tokat Milletvekili Nazım Poray söz alarak CHP'nin İstanbul’da tamir ettiği camilerden söz ederken eleştirilerini de şöyle dile getirmiştir:
"Evkaf idaresinden istediğim meseleler şunlardır: İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir. Geçen sene Kösemvalide’nin eseri olan Çinilicami, ki Üsküdar’ın adeta cevheridir, çok güzel bir surette tamir edilmiştir. Boğaza bakan Şemsipaşa camisi tamir edilmektedir. Bu bina Mimar Sinan’m en güzel eserlerinden birisi, adeta Boğazın incisidir. Maalesef İnhisarlar idaresi bunun ön tarafına depolar ve bürolar inşa etmiş ve bu güzel eserin perspektifini kapamıştır. Vakıflar şimdi bu camii tamir ediyor. Yalnız arkasında bir takım medreseler vardır. Malûmu âliniz bu medreseler bir özel kanunla özel idareye verilmiştir. Vakıf camileri tamir ediyor. Fakat medreseler eski hali harabe ve pislikte kalmaktadır. Acaba Vakıf idaresi için özel idarelerde anlaşarak böyle bir tamir yapıldığı zaman cami ve medreseleri beraber tamir etmeğe imkân yok mudur, bu imkân bulunamaz mı? Birinci sualim budur. İkinci olarak anlamak istediğim nokta, haber aldığımıza göre yine Üsküdar’da Üçüncü Sultan Mustafa’nın inşa ettirdiği Ayazma camii yakında tamir edilecekmiş. Bu cami tabi daha eski zamanlardan kalmış olduğu için çok kıymetli olmakla beraber biraz mimarisine ecnebi kokusu karışmıştır. Yani Türk mimarisindeki seciyeyi, sağlamlığı, vakarı korumuş bir bina değildir. Bu gibi binalara gelmektense, bu gün İstanbul’da daha eski ve çok harap olmuş camilerimiz vardır. Bunları tamirle işe başlamak daha doğru değil midir? Bence önemli olanı tercih etmek doğru olur. Meselâ Kasımpaşa’daki Piyale camimin çok harap olduğu söylenmektedir. Ben yakınlarda görmedim. Tamamen yapılmasının çok masraf gerektirdiğini takdir ederim. Acaba burasını kısmen olsun tamir etmek mümkün değil midir? Yine Üsküdar’da iskele başında Mihrimah camisi vardır. Bu cami de Sinan’ın eseridir ve gayet güzel, insana ferah verecek bir mabettir. Camiin yamadaki medrese, vaktiyle özel kanunla özel idareye terk edilmiş ve bu medrese çocuk bakım evi olarak kullanılmakta bulunmuştur. Bu medresenin tamiri esnasında, anlaşılan daha uygun bir yer bulamamış olacaklar ki, medresenin bir duvarını yıkarak kapı açmak suretiyle Mihrimah camimin harimine kömürlük yapmışlardır. Bunu hangi kötü eller, hangi mimar yapmıştır bilmiyorum. Mihrimah caminin hariminde, Sinan Paşa’nın kabrinin karşısına demirden yapılmış gayet adi, en kaba hisleri bile rencide edebilecek bir kömürlük. Şehremaneti ile Evkaf arasındaki anlaşmazlıkların çözümü bir hakem heyetine havale edilmişti. Bu davalar sırasında bu kömürlüğün de oradan kaldırılması Evkaf tarafından pek haklı olarak istenmişti, hakem heyeti de bu kömürlüğün kaldırılmasına karar vermişti. Bu karar verileli üç sene olduğu ve hüküm de kati olduğu halde bu gün halâ oradan geçenler kömürlüğü orada görmektedirler. Bunun kaldırılmasını rica ederim. Diğer sual: Rüstem Paşa camii hakkındadır. Bu cami Kanunî Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa’nın camisidir ki, çinileri ile meşhurdur. Süleymaniye’nin altında, Haliç’in üstünde olan bu cami pis barakalar altında kalmıştır. Bu pislikler oradan kalkarsa bu eserler birbirini tamamlayan iki abide olacaktır. Rüstem Paşa camiinin çinilerinin dünyada emsali yoktur. Bu da Mimar Sinan’ın eseridir. Sinan denize yakın olması itibar ile camii bir bodrum üzerine yapmıştır. Altını kazmış ve biraz yükseltmiştir. Bu caminin altındaki bodrum Vakıflar tarafından kiraya verilmektedir. Burasını tutanlar bir şeker fabrikası haline getirmişlerdir. Bonbon, yemek için aldığınız ve içinden manasız ve hatta küçük yazılar çıkan şekerler orada yapılmaktadır, Bunların bir takım kızlar tarafından kâğıda sarıldığını gördüm. Günün birinde bir yangın vuku bulursa cami yanmazsa da çok hasara uğrayacaktır. Bu camiin avlusu da pek kötüdür. Yalnız bu değil, daha bir çok camilerin de avluları kötüdür. Bilhassa Rüstem paşa camisi berbat bir haldedir. Vakıflar buradan ne kadar kira alır bilmiyorum. Fakat bu bodrumun boşaltılması iyi olacaktır. Üsküdar’da Ahmediye camimde haftanın belirli bir gününde fukaraya çorba tevzi edilmektedir. Bunu pek yakında oradan bir gün geçerken kemali şükranla ve aynı zamanda da teessürle gördüm. Çünkü manzara hakikate insana teessür verecek mahiyette idi"
Tokat milletvekili Nazım Poray’ın bu eleştirileri ve önerileri de dikkat çekicidir. Öncelikle Poray da bu konuda konuşan diğer milletvekilleri gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tamir ettirdiği camilerden söz etmiştir. Poray, “İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir..” diyerek, İstanbul’da Çinili Camii ve Şemsi Paşa Cami’nin tamir ettirildiğini, Ayzama Cami’nin de tamir ettirileceğini belirtmiştir. Poray ayrıca Üsküdar’daki Mihrimah Camisi’nin harimine yapılan kömürlüğün, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün isteğine rağmen hala kaldırılmamasını eleştirerek bunun biran önce kaldırılmasını istemiştir. Rüstem Paşa Camii’nin altındaki bodrumun kiraya verilmesinin doğru olmadığını belirterek, o bodrumun da boşaltılmasını istemiştir.
Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper bu “cami eleştirilerine” şu yanıtları vermiştir:
"Abidelerin tamirinde restorasyona uygun hareket edilmesi istendi; Bu zaten çalışmalarımızda öteden beri göz önünde bulundurduğumuz bir konudur.bunun içindir ki, biz teşkilâtımız haricinde memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz. Bu böyle olmakla beraber bilhassa saydıkları noksanlar hakkında benim de kulağıma gelen bazı konular oldu. Bunların içerisinde bu işler pek güç, her birinin ayrı ayrı uzmanlarının bulunması gereklidir. Belki hata edilmiş noktalar olabilir. Yalnız bir kaç tanesinde de yaptığımız incelemelerle söylenilen şeylerin pek de muvafık olmadığı neticelerine vardık. Meselâ Yeni Camiin raspa vaziyetinde. Bunu defalarca incelettik, raspa edilen yerler esasen taşların üzerini tekrar kazımak gibi değildir. Yapılan işte kireç ve saire bir kısmına evvelce sürülmüş, sürülen sıva bir şeyler olmuş, tabiî öbür tarafı böyle olmayınca sonradan görüldüğü zaman zannediliyor ki, üst tarafı da böyle idi.Halbuki bazı yerlere sıva sürmüşler, bazı yerlere sürmemişler. Bunlar yine görülebilir. ikincisi daha ziyade uzman heyetin arzusudur. Elbette daha iyi bir neticeye varılabilir. Abdileri koruma komisyonu hakkında tabi bir şey söylemek bendenize düşmez, onların da mesaisini takdir ederim. Esasen onların da bize karşı bazı talepleri olmuştur. Bir kısımlarını haklı olarak yaptırmışızdır, bir kısımlarını da inceletmişizdir. Merhum Halil B. bizzat gerek Azabkapı’daki cami hakkında, gerek bilhassa Kadırgadaki eserler hakkında dikkatimizi çekti. Biz bunları ayrı ayrı inceledik. Hepsinin yapılmasını arzu ederim. Bir de, camiler tamir olunurken medreselerin de tamiri ve bunların birlikte halinde bulunduğu, birisinin tamir edilirken diğerlerinin de tamirsiz kalmamasını söylediler. Bunun için Başvekâlet yüksek makamından istirhamda bulunduk. Vakıflar idaresinden, Maarif vekâletinden, İstanbul vilâyetinden ortak bir heyet teşkil edilerek İstanbul’u semt semt gezdiler. Süleymaniye Camisi’nin altındaki demirci dükkânları senelerden beri orada devam eden bir bozukluktur. Lâleli Cami’inin bir kapısında iki tane kömürcü dükkânı vardır. Sultanahmet’in yanı başında turşucu dükkânı vardır Rüstempaşa Camisi’nin altında belki de meyhane ve buna mümasil bir takım şeyler hemen hepsinde vardır. Kadırgadaki Şehit Mehmet Paşa Camisi’nde çerçeve şeklinde dükkânlar vardı ve pis pis, kirli kirli bezler asılı vaziyetler vardı. Bunları yavaş yavaş istimlâk ederek eski haline getirmeye çalışıyoruz. Fakat bunların hepsine birden yetişmeğe bu gün imkân yoktur. Zaten bu iş ufak, tefek bir iş değil, milyonlar gerektiren bir iştir. Düzgün bir programla yavaş yavaş üzerinde işlemek zarureti vardır.”
Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper’in “camilerin tamiri” konusundaki bazı eleştirilere verdiği bu yanıtın satır aralarında çok önemli bazı gerçekler saklıdır. Şöyle ki: Öncelikle, Kiper, "Biz teşkilâtımız dışında memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz.” demiştir. Yani tarihi camilerin restorasyonu sırasında aslına uygun olmayan onarımların, eksik ve yanlışların sorumlusu bu uzman ekiptir. Vakıflar Genel Müdürü bile “Biz tamamen uzmanların önerilerine uyuyoruz” dediğine göre camilerin tamiri, onarımı sırasındaki hatalardan ve eksiklerden Atatürk’ü veya İsmet İnönü’yü sorumlu tutmak hiç de doğru ve gerekçi bir yaklaşım değildir.Kiper ayrıca, camilerle birlikte türbelerin de onarımının yapılması için uzman bir ekip görevlendirildiğini ve bu ekibin bütün İstanbul’u gezerek incelemelerde bulunduklarını belirtmiştir. Kiper, cami altlarındaki dükkanların da zaman içinde temizleneceğini ifade etmiştir.
Konya milletvekili Dr. Osman Şevki Uludağ, söz alarak Vakıflar Müdürü’ne hitaben; “Efendim bir sorumu cevapsız bıraktılar. Bendeniz dedim ki; bundan üç sene evvel Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii ile Edirne’deki Bayazıd Darüşşifası hakkında o zaman bunların geçici olarak tamirlerinden bahsetmiş ve önemle nazarı dikkate alacaklarını cevaben söylemişlerdi. Bunlar nazarı itibara alınması tarihi ne zaman gelecektir?. Bu hususta hiçbir ifadede bulunmadılar?”. diye sormuştur.
Bu soruya Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper şu yanıtı vermiştir:
“Efendim Beyşehrin’deki Eşrefoğlu camii ile Edirne’deki Darüşşifadan hakikaten üç sene evvel söz edilmişti. Ben bunların o vakit nazarı dikkate alınacağını belirtmiştim ve bunlara da bakılmıştır. Bu Eşrefoğlu Camisi hakikaten çok yüksek bir eserdir. Bu gün buna başlanacak olsa elimizdeki arkadaşlarımız kendilerinden başka ayrıca bunlara bakacak uzmanlara gerek olacağını söylemişlerdir. Bu çok paraya dayanan bir iştir. Tahsisatımız 100. 000 liradır. Bütün bunlar nazarı dikkate alınmamış değildir. Hepsini yapmağa kudret ve kifayetimiz yoktur. Bir soru da Amasya’daki Bayazıd Camisi hakkında idi. Bayazıd Camisi meselesine gelince; o da maatteessüf diğerleri gibi yıkılmıştır. Bu gün onun tamiri için 200. 000 liraya ihtiyaç vardır. Amasya’daki güzel eserlerden çoğu kalmamıştır ve halkın arzusu bunun yapılmasıdır. Başvekilime verdiğim raporda bu da vardır. Zamanın uygunluğu nispetinde gelir temini ile yapılma noktası vardır.Vaziyet budur."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 7, C.11, Birleşim 60, 6. Dönem, 31.5.1940, s.482 vd.)
Vakıflar Genel Müdürü bütün açık yürekliliğiyle Beyşehirde’ki Eşrefoğlu Camii, Edirne’deki darüşşifa, Amasya’daki Beyazid Camisi gibi çok sayıda caminin ve tarihi eserin yeterli ödenek olmaması yüzünden maalesef zamanında tamir edilemediğini ancak gelir temin edilir edilmez bunların da onarılacağını ifade etmiştir.
Cami, tamiri ve onarımı konusundaki eleştirilere İzmir milletvekili Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 31 Mayıs 1944’te, 7. Dönem, 65. Birleşimde şöyle yanıt vermiştir:
"Arkadaşlar ortada büyük bir hakikat vardır. O da memleketimizin bir abideler memleketi olmasıdır. Tarihin tanıdığı günden beri milletin üstünde, oturduğu yerlerde yaptığı eserler o kadar çok, o kadar büyük ve abideler o kadar zengindir ki, bunların ince bir hesaptan geçirilmeksizin hepsini ayakta tutmak istemek, korkarım ki, en büyük abide olan hayatta olanları fazla rencide eder. Bunları iyi bir yöntemle tasnif ve tespit ederek - ki Vakıflar Genel Müdürlüğü de bunun üzerindedir - bunların başta gelenlerini, kaça mal olursa olsun, ihya etmek veya ayakta tutmak için elden gelen gayretin azamisi yapılır, bunda ben de tamamen sizinle beraberim.Yine doğru olan bir hakikat vardır ki, o da bu, işe şimdiye kadar kâfi ehemmiyet vermemiş olmamızdır. Şimdiye kadar fakir bir bütçe ile, fakir bir teşekkülü bu işi başarmağa memur etmiş bulunuyoruz. Bu nispeten çok az para ile çalışan idare, elinden geleni yapmış ve kurulduğu günden beri büyük abide sayılan müesseselerden yüze yakınını ya ihya etmiş veya ayakta duracak hale getirmiştir. Eğer bu teknik itibariyle, para itibariyle biraz daha takviye edilecek olursa bunun verimi, biraz önce arz ettiğim sahaya intikal etmiş olacaktır. Arkadaşlarımla beraberim, verdikleri izahatı dinledim, Vakıflar Müdürü ile de konuştum, ümit ediyorum ki, gelecek sene daha az kusurlu olarak huzurunuza çıkmış bulunacağız (Alkışlar)." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 8, C.10, Birleşim 65, 7. Dönem, 31.5.1944, s.434,435 vd.)
Başbakan Saraçoğlu’nun sözlerini özetlersek:
Ülkemiz, abideler ülkesidir.
Ülkemizde o kadar çok abide vardır ki, hesapsız bir şekilde bunların tamamını ayakta tutmak imkansızdır. Bu nedenle bunları iyi bir yöntemle belirlemek gerekir.
Bu işe şimdiye kadar gerekli önemi veremedik.
Bunun temel nedeni bütçemizin fakirliğidir.
Buna rağmen çok az bir para ile de olsa hükümet elinden geleni yapmış ve büyük abidelerden 100’e yakınını onarmıştır.
Eğer biraz daha paramız olursa daha çok abide tamir edilip, onarılacaktır.
Görüldüğü gibi tek parti CHP, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda çok sayıda tarihi camiyi, mümkün olduğunca, aslına uygun olarak tamir ettirmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, uzmanlardan kurulu heyetler oluşturarak, cami restorasyonlarını o heyetlere denetletmiştir. İstanbul dışında Amasya gibi Anadolu kentlerinde de çok sayıda tarihi cami onarılmış, tamir edilmiş ve yıkılmaktan kurtarılmıştır. Bu onarımlar, zaman zaman aslına uygun olarak yapılmasa da, bazı tarihi camiler ödenek yetersizliği nedeniyle onarılamasa ve yıkılsa da, bu konuda CHP’li milletvekillerin, ilgili müdürlüğün ve başbakanların “art niyetli” olduklarını söylemek olanaksızdır.
O dönemin ulaşım ve haberleşme koşulları da dikkate alındığında, Türkiye’nin her hangi bir yerindeki her hangi bir caminin onarılması, tamir edilmesi veya camilerin başka amaçlarla kullanılması, yıkılması gibi ayrıntılardan hükümetin başındakilerin (Atatürk’ün ve İnönü’nün) bazen çok geç haberleri olmuştur. Nitekim -yukarıda belgesini sunmuştum- İsmet İnönü birkaç kere yayınladığı genelgelerle, Anadolu’nun değişik yerlerindeki yerel yöneticilerden, tarihi camilerin başka amaçlarla kullanıldığının veya yıkıldığının haber alındığını, bu gibi durumlara biran önce son verilmesini istemiştir. Buna rağmen o dönemde yıkılan ve amaç dışı kullanılan camilerin baş sorumlusu olarak doğrudan Atatürk ve İnönü’nü görülmeye başlanmıştır. Bu son derece yanlış bir yaklaşımdır.
Tek parti CHP’nin camileri tamir ettirdiğini, onarttırdığını, bu konu için özel bütçeler ayırdığını Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgeler de kanıtlamaktadır.
İŞTE CUMHURİYET ARŞİVİ: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen ve Yaptırılan Camiler

Normal 0 21 false false false MicrosoftInternetExplorer4
Genç Cumhuriyet, asla “cami düşmanlığı”, yapmamıştır. Tam tersine Atatürk döneminde Cumhuriyet hükümetleri, gerektiğinde cami inşa ettirmiş, camilerin bakım ve tamirini yaptırmış, hatta kullanılmayan bazı kiliseleri camiye dönüştürmüştür.
İşte Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgelerle Atatürk ve İnönü dönemlerinde tek parti CHP'nin yaptırdığı, onarttığı camilerden bazıları:
1922 yılında Bakanlar Kurulu’nun ilk toplantısında konuşan Atatürk, Yunan çekilişi sırasında birkaç bin caminin yakılıp yıkıldığını belirtmiş ve “Bu camileri yenilemek görevimizdir. Bu hizmeti nutuk atmadan, gösterişe kaçmadan, siyasete alet etmeden yerine getirelim.” demiştir.[8] Nitekim, 26 Aralık 1922 tarihli bir belgeye göre, "Düşmandan kurtarılan yörelerdeki cami, hayrat ve vakıflarda meydana gelen zararın tesbiti için kurulan komisyonun hazırladığı raporun ilgililere sunulduğu" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 6061, Dosya: 13712, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.4..12.)
Atatürk 1 Mart 1923'te yaptığı Meclis konuşmasında, "Efendiler!Geçen yıl içinde Vakıf Bakanlığı, dini yapılar ve hayır kurumlarının onarım ve inşaatında oldukça önemli bir çalışma yapmıştır. Yapılan onarım içinde ülkemizin çeşitli yerlerinde olmak üzere 126 cami ve mescit ile 31 medrese ve okul, 22 su yolu ve çeşme, 175 gelir getiren yer ile 26 hamam bulunmaktadır" diyerek, 126 cami ve mescitin onarılıp inşa edildiğini belirtmiştir. ("Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin I.Dönem, 4. Yasama Yılını Açış Konuşmaları”, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. 1, C. 28, 1 Mart 1923, s. 2 )
Bu doğrultuda onarım ve inşa kararı çıkan camilerden bazıları şunlardır:
- 26 Mart 1923'te Hamidiye Camii'nin tamir ve tefrişatının umum evkaf malından yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 14005, Fon Kodu: 51..0.0.0, Yer No: 2.12..6..)
-12 Şubat 1924 tarihli bir belgeye göre, "Turgutlu'da tamiratı devam eden Pazar Camii için 1500 Türk Lirası gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 14005, Fon Kodu: 51..0.0.0, Yer No: 13.109..4.)
- 25 Temmuz 1925 tarihli bir belgede "Bitlis Camiinin tefrişi için 3000 liranın gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:14005, Dosya: 22911, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.313..11.)
- 7 Aralık 1925'te Niğde’nin Fertek Köyü’ndeki bir kilisenin camiye çevrilmesine karar verilmiştir.
- 28 Eylül 1930 tarihli bir belgeye göre, "Fırtınadan hasara uğrayan camilerin tamiri için Edirne Vakıflar Müdürlüğü'ne 11 000 lira tahsisat gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:790, Dosya: 22939, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.314..20.)
-9 Aralık 1931 tarihli bir kararla, "İstanbul Eyüp Camii kurşun ve sıva tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 11987, Dosya: 229-59, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 24.77..9..)
- 1 Mayıs 1932 tarihli bir kararla, "İstanbul Edirnekapı'daki Neslişah Camii'nin emanet usulüyle tamir ettirilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 12791, Dosya: 229-63, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 28.36..8.)
- 17 Eylül 1933 tarihli bir kararla, "Babaeski'deki Cedit Ali Paşa Camii ile Manisa'daki Muradiye Camiinin tamiri" istenmiştir. (BCA, Sayı: 14960, Dosya: 229-68, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 39.64..19.)
- 18 Mart 1933'de "Edirne’deki üç şerefeli camiinin sıva tamirinin yapılması" istenmiştir.[9]
- 26 Mayıs 1937 tarihinde "Ankara'daki tarihi eser niteliğindeki camilerin tespit edilerek tamirlerine başlanıldığı" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25919, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.447..3.)
- 27 Ekim 1937 tarihli bir kararla, "Kiğı'da tamiri mümkün olmayan Bültenbey Camii'nin yerine Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yeni bir cami yaptırılacağı" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 5016, Dosya: 22966, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.316..10.)
- 13 Ağustos 1937 tarihinde tamir ettirilen camilerin tekniğe uygun yapılıp yapılmadığının tespiti için kurulan komisyon ve bu komisyonun vermiş olduğu rapordan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25922, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.447..6.)
- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Üsküdar'daki Şemsi Paşa Camii tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 92582, Dosya: 229-113, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.65..17.)
- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Havsa'daki Sokullu Mehmetpaşa Camii tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 92492, Dosya: 229-156, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.65..8.)
- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Kadırga'daki Sokullu Camii'nin tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir.(BCA, Sayı: 92352, Dosya: 229-155, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.64..14.)
- 16 Mayıs 1938 tarihli bir kararla "İstanbul'daki Haseki, Mahmutpaşa ve Mihrimah camileriyle etrafındaki binaların ne şekilde tamir edileceklerine dair üç adet rapor hazırlanması" istenmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25922,Fon Kodu: 30..10.0.0,Yer No: 213.447..6.)
- 6 Mart 1939 tarihli bir kararla, "Malatya'daki Hacı Ömer Camii tadilat ve inşaatı için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesine izin verilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 105102, Dosya: 229-158, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.19..4.)
- 25 Mart 1939 tarihli bir kararla "Konya'daki İplikçi Camii restorasyon işi için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 106382, Dosya: 229-159, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.25..12.)
- 30 Mart 1939 tarihli bir kararla, "Kars'ın Sarıkamış İlçesi'nde yaptırılacak cami inşaatı için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 106692, Dosya: 229-160, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.27..3.)
- 9 Mart 1940 tarihli bir kararla,"İstanbul'daki Şemsipaşa ve Azatkapı Camilerinin onarımının devamı için 5000'er lira daha sarfına" izin verilmiştir. (BCA, Sayı: 130012, Dosya, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 90.22..3.)
- 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)
Atatürk'ün Yaptırdığı Camiler


Atatürk'ü, "din düşmanı" diye adlandıran "utanmazların", "Atatürk'ün camileri kapattırdığı" yalanını yerle bir eden çok önemli bazı belgeler var elimizde... Bu belgeler, Atatürk'ün bırakın camileri kapattırdığını, tam tersine cami yaptırdığını kanıtlamaktadır.
Atatürk, Erzurum Kongresi`nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olan Mihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Metin aracılığıyla 5 bin lira gönderip, Yunanlılar`ın işgal sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.
Atatürk`ün tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihallıççık`tadır ve `Aşağı Camii` veya "Mihalıççık Atatürk Camii" diye adlandırılmaktadır.
Ali Çavuş (Metin), Atatürk’ün en yakınlarındandır. Ailesi aslen Malatyalı’dır. 1877-78 yıllarındaki Osmanlı-Rus savaşı sırasında, aile Eskişehir’e göçmüş, eski ismiyle Mihalıççık “Çukurviran” köyüne yerleşmiştir. Bilahere babası Hacı İsmail, aileyi Mihalıççık’a getirmiştir. Babasından dolayı da “Hacıların Ali” diye anılmıştır.
Ali Metin Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nın en hızlı olduğu dönemde 1915 yılında, daha 18 yaşındayken askere alınmıştır. O zamana göre iyi bir eğitimi vardır. Bunun için de Sivas’ta askerken “Küçük Zabit Mektebi”ne alınmış. Burada Enver Paşa’nın dikkatini çekmiş, onun karargahında hizmet vermiştir. Savaştan yenilgiyle çıkmamız üzerine tekrar Anadolu’ya dönmüş, Kazım Karabekir Paşa’nın başında bulunduğu 15. Kolordu’da askerliğine devam etmiştir.Orada da kendisini göstermiş. Atatürk’ün Erzurum’a gelmesi üzerine Karabekir Paşa, Ali Metin’i, 3 Temmuz 1919 günü Atatürk’ün hizmetine “Emir çavuşu” olarak vermiş, Atatürk’ü ölümüne kadar, özellikle Kurtuluş Savaşı süresince yakınlığı devam etmiştir. Atatürk’ün yemeklerini Ali Çavuş yapmıştır.
Halk dilinde “Aşağı Cami”, asıl ismiyle “Cami-i Kebir” 1302(1886) yılında Sivrihisarlı Hacı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. O tarihlerde Mihalıççık, Sivrihisar’a bağlı bir kasabadır. Mihalıççık da Yunan işgaline uğramıştır.Cami, Yunanlılar tarafından tahrip edilmiştir. Uzun süre tamir edilememiştir. Ta ki, Atatürk yeniden yapımı için 5 bin lira gönderinceye kadar.
Özetle, Ali Metin’in vesile olmasıyla Atatürk, 5000 lira vererek Mihalıccık Camii'nin yeniden yapılmasını sağlamıştır.[16]
- Atatürk’ün çizdiği, “İdeal Cumhuriyet Köyü’nün” tam merkezinde bir de camiye yer verilmiştir. Atatürk, çizdiği projede 22 numarayla gösterdiği camiyi, köy hamamı ve etüv makinesinin hemen yanına yerleştirmiştir.(10 )
- Atatürk, çıkan büyük bir kasırgada hasar gören Edirne Selimiye Camii’nin onarılması için ödenek göndermiştir.[11]
- Atatürk, sadece Türkiye’deki değil yurt dışındaki camilerle de ilgilenmiştir. 1919’da başlanıp 1926’da tamamlanan Paris Camii’ne yardım yapanlar arasında Atatürk de vardır. Paris Camii’nde büyük emekleri olan Bencheikh El Hocine Abbas “Mustafa Kemal Atatürk’ün de Paris Camii’nde izleri bulunduğunu” ifade etmiştir. Şeyh Hamza Ebubekir’in, Bencheikh El Hocine Abbas’a anlattıklarına göre: Mustafa Kemal Atatürk, Abdülhamid’in ölümünden sonra 1938 yılına kadar her yıl Paris Camii’ne “bizim de çorbada tuzumuz bulunsun” diyerek, bir miktar para göndermiştir.[13] Caminin şeref defterine göre de II. Abdülhamit ve Atatürk’ün caminin yapımına katkıları olmuştur.[14] Batı’da Paris Camii’ne yardım eden Atatürk, Doğu’da ise Tokyo Camii’nin yapımına katkıda bulunmuştur. 1931 yılında Türkiye’ye gelip Atatürk’ü ziyaret eden Japon Elçisi Torijori Yamada, Atatürk ile yaptığı görüşmede Türklerin Tokyo camiinin yapımına katkıda bulunmasını istemiştir. Yamada’nın bu isteğini geri çevirmeyen Atatürk, iddiaya göre Tokyo Camii’nin yapımına da katkıda bulunmuştur.[15] Bu nedenle olsa gerek ki, Tokyo Caimii'nin 1938'deki açılış töreni sırasında camiye Japon bayrağı ile birlikte bir de Türk bayrağı asılmıştır. (15a)
Atatürk Edirne Selimiye Camii’nde

7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Paşa Camii’nde öğle namazı kılan ve bir hutbe veren Atatürk, özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında öğle ve Cuma namazlarını, Anadolu’nun değişik şehirlerindeki (Havza, Amasya, Ankara, Balıkesir gibi) değişik camilerde kılmıştır. Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra da yurt gezilerinde özellikle tarihi camileri ziyaret etmeye büyük özen göstermiştir.

Örneğin Atatürk, Edirne ziyaretinde Edirne Selimiye Camii’ne gitmiştir.
wer.jpg
Atatürk Edirne'de Selimiye Camii ve Külliyesini gezerken. (25 Aralık 1930)*​
Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı açıklamalar yapmıştır:

Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:

Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.” Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.[17]


Atatürk’ün Cami Araştırmaları

Atatürk, ayrıca belki de Türk siyasetçileri arasında ilk ve tek “cami araştırması” yapan liderdir. İslam tarihinde ilk camilerin nasıl ortaya çıktığını merak eden Atatürk, Leon Caetani’nin “İslam Tarihi” adlı eserinin 3. cildinde “Caminin Kökeni”, “Medine’de Caminin Kurulması” başlıkları altındaki satırlarla ilgilenmiş, önemli bulduğu satırların altınız çizmiş ve sayfa kenarlarına bazı notlar almıştır.[18]


Keşke İnönü Gibi Dindar Olabilseniz!

Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün veya tek partinin “Cami düşmanı” olduğu kocaman bir cumhuriyet tarihi yalanıdır. Evet, daha öncede anlattığımız gibi İnönü döneminde bazı camiler kapatılmış , bazı camiler başka amaçlarla kullanılmıştır. Ancak bu durumun nedeni İnönü’nün “din düşmanlığı” değil, Türkiye’nin o dönemdeki iç ve dış koşullarıdır. Kurtuluş Savaşı yıllarında askeri nedenlerle, silah ve cephaneyi saklamak için bazı camiler kapatılarak depo olarak kullanılmış, Cumhuriyet döneminde nüfus oranına göre ihtiyaç fazlası olan camiler tespit edilerek başka amaçlarla kullanılmak için tasnif edilmiş, II. Dünya Savaşı yıllarında ise Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler Niğde’deki bazı camilere taşınmış, dolayısıyla bu camiler ibadete kapatılmış, kapsına kilit vurulmuştur. Çok daha önemlisi Tek parti CHP, Atatürk ve İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan’ın kaçarken ateşe verdiği çok sayıda camiyi ya yeniden yaptırmış ya da tamir ettirerek yeniden ibadete açtırmıştır.
nn.bmp


Değişik kaygılarla “cami kapatan”, “din düşmanı” diye belletilen İsmet İnönü, mitinglerinde, “din istismarı olur” diye “Allah” sözünü ağzına almaktan çekinen, yatak odasındaki “ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR” levhasının fotoğrafının bir gazetede yayınlanmasına çok kızan, buna karşın geceleri gizlice namaz kılan, gerçek ve samimi bir Müslüman’dır.

İsmet İnönü'nün torunu Gülsün Bilgehan'ın yazdığı "Mevhibe" adlı kitapta, İnönü'nün bazı notları da yayınlanmıştır. O notlar içinde İsmet İnönü'nü, zaman zaman namaz kıldığından söz etmiştir.

İşte o notlardan bazı bölümler:

"Saat altı, sabah namazı vaktinden evvel Mevhibe beni uyandırdı...Kalkıp kırmızı odaya geçtik. Sabah namazını kıldım"

Mevhibe Hanım'ın notların da İsmet İnönü'nün "son derece dindar" bir insan olduğunu kanıtlamaktadır.

İşte o notlardan bir bölüm:

"22 Nisan 1922'de Konya'ya giderken, saat 15:00'da Malatya'dan ahreket ettik... Hamdi Bey'in evinde misafir ettiler... Ramazanın ilk günü oruçlu olduğumuzdan fena halde acıkmıştık. Ertesi gün 12'de yola çıkıp Kangal'a vardık... oraya yerleştik. Yemekten sonra namazlarımızı kıldık"

"3. Mayıs 1922'de bizi otelden aldılar. Dört arabayla Abdülvehap Gazi'yi ziyerete gittik. Kurban götürerek orada kestik. Etini türbedara bıraktık"

İnönü'nün kızı Özden Toker de 2000 yılında Vatan gazetesine verdiği bir demeçte babası İnönü'nün ve İnönü ailesinin "dindarlığını" şöyle anlatmıştır:

"Annem (İnönü'ün eşi) kuran okurken başını örterdi.Evimizde ramazanlarda huzur dolu bir hava yaşanırdı. Ev halkı, başta Cevriye ve Mevhibe olmak üzre İslam dinine tümden saygılı ve bağlı kişilerdi. İsmet Paşa ve Mevhibe Hanım'ın yatak odalarındaki duvarda kocaman harflerle 'ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR' yazılı bir levha asılıdır. Bu yazı hiçbir zaman yerinden kaldırılmamıştır. Mevhibe, resmi ve sosyal görevlerinin yanında dinin vecibelerini de mükemmel olarak yerine getirirdi. Alice sahura kalkılır, iftarlar neşe ile yapılırdı."[19]


Bu İnönü mü "din düşmanı", "cami düşmanı"!

Atatürk’ün ölünceye kadar yanından ayrılmamış Fevzi Paşa da beş vakit namazını kılan, dinini gösterişten uzak biçimde yaşayan gerçek ve samimi başka bir Müslüman’dır… Dahası, Atatürk’ün en yakın dostlarından biri Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’dir.

Atatürk’e ve cumhuriyeti kuran kuşağa, “din düşmanı” demek her şeyden önce “günahtır”.


Bugün Camiler Açıksa ve Ezan Sesleri Hala Yankılanıyorsa…

Her şeyden önemlisi, “Cami düşmanı” olmakla suçlanan Atatürk ve İsmet İnönü gibi silah arkadaşları olmasaydı, bu vatanseverlerin “kelle koltukta” verdikleri o “kutsal mücadele” olmasaydı, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan çoluk çocuk demeden korkunç bir katliama başlayan Yunanlılar, camileri yakıp yıkacak, ezanları susturacak ve işte o zaman camiler; ahır, tuvalet, eğlence merkezi yapılacak, hatta Ayasofya’ya çan takılacaktı. Nitekim İzmir’in işgal edildiği günlerde, Yunanlılar camilere saldırmış, camileri yakıp, minareleri yıkmış, Yunanlılardan cesaret alan Rumlar da camilerdeki halı ve kilimleri çalmışlardır. Örneğin, o günlerdeki bir gazete haberine göre, “Şehrin camilerinin de Rumlar tarafından basıldığı ve birçok kıymetli halı ve kilimin kaçırıldığı da tespit edilmiştir. Bu arada Hisar ve Bölükbaşı camilerinde bir tek halı ve kilimin kalmadığı görülmüştür.”
sasas.jpg
Fotoğraf altı: Yunanlılar tarafından yakılan Orhangazi kasabası cami-i şerifi. (Orhangazi kasabası tahminen 1000 haneli olup yunanlılar tarafından bilcümle emakini diniyye ve resmiyesiyle kamilen ihrak ve ahalinin kısmi azami katil ve imha ve eşya ve nakitleri gasb ve yağmalanmıştır.)**
sass.jpg
Yunanlılar tarafından yakılan Nasrettin Paşa Camii***
Bugün bu ülkenin camileri açıksa ve bugün bu ülkenin semalarından hala ezan sesleri yükseliyorsa bunu “cami düşmanı” ilan ederek saldırdığınız o Atatürk’e, o İsmet İnönü’ye, o cumhuriyeti kuran iradeye borçlusunuz beyler.


Atatürk Adlı Camiler

Bugün Türkiye'deki 83.000 camiden sadece 6'sının adı “Atatürk Camisi”dir. Benim tespit edebildiklerim şunlardır:

1- Bitlis, ATATÜRK CAMİ-İ ŞERİFİ,

2- Mardin-Kızıltepe ATATÜRK Camii,

3- Eskişehir-Mihallıçcık ATATÜRK Camii,

4- İstanbul-Kartal Soğanlık ATATÜRK Camii,

5- İzmir-Karşıyaka MUSTAFA KEMAL PAŞA Camii,

6- İstanbul-Büyükçekmece Beykent ATATÜRK Camii…

Bırakın Atatürk adını taşıyan camileri, bugün Türkiye'de "Atatürk rozetine" bile tahammül edemeyen sözde “imamlar” vardır: Örneğin, 27 Kasım 2010 tarihli Hürriyet'in haberine göre: "Trabzon'un Beşikdüzü İlçesi Merkez Camii İmamı Sezai Yaşar, yakasında Atatürk rozeti ile gelen 80 yaşındaki Ömer Atalar'a, “Bunu takıp camiye gelmeyin, günah işliyorsunuz” demiştir.[20]


Menderes’in Yıktırdığı Camiler ve Mescitler

AKP'nin "cami söyleminin" Mehmet Şevket Eygi'den etkilendiği açık. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer, Mehmet Şevket Eygi'nin yazıp söylediklerini bile işlerine geldiği şekilde kullanmışlardır. Şöye ki, Eygi "Cami Kıyımı" adlı kitabında, "Cami kıyımı 1950-60 arasında da devam ederek yol açma bahanesiyle nice tarihi caminin temellerine kadar yıkılmasına sebep oldu" diyerek 1950-1960 arasında DP ve Menderes döneminde yıkılan ve satılan camilerden de söz etmiştir. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer "cami söylemlerinde" hiç bir zaman bu durumdan söz etme gereği duymamışlardır.
Bu nedenle ben de DP lideri Menderes’in sattırdığı ve yıktırdığı camilerden söz edeyim. Kim bilir belki Sayın Başbakanımız gelecek grup toplantısında da DP’nin ve Menderes’in yıktırdığı camilerden söz eder!
Araştırmalarım sonunda Menderes zamanında sadece İstanbul'da 54 tane caminin yol açma ve değişik imar faaliyetleri sebebiyle yıkıldığını öğrendim. DP döneminde İstanbul Tophane, Karaköy, Fatih, Eminönü, Beşiktaş'da tam anlamıyla bir tarihi cami katliamı yaşanmış.
DP ve Menderes döneminde İstanbul'daki tarihi cami ve mescit katliamı İstanbul'un imarı için getirilen Fransız Mimar Henry Prost eliyle gerçekleştirilmiştir. Zeki Bağlan Hoca, 2010 yılındaki bir konferansında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:

"İlk darbeyi Saraçhane-Unkapanı arasında vurur. Çandarlı ibrahim Paşa Hamamı, Altuncuzade Tekkesi ve Süleyman Halife Mektebi bir yana Hoca Teberrük Mescidi sanat değeri çok yüksek bir binadır. Revani Mescidi hiç gereği yokken yıkılır. Divan Edebiyatının ünlü isimlerinden Revani Çelebi'nin mezar taşı dahi kırılır. Bir Bayezid devri eseri olan Firuzağa Mescidi yola tesadüf etmez. Buna rağmen bileti kesilir, ortadan kaldırılır.

Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.

Prost, bu kadarla yetinmez. İkinci yıkım Furyası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Zeytinciler Mescidiyok edilir.. Voynuk Şücaeddin Camii'nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, istanbul'un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey'in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda iMÇ blokları yayılır.... Sadece 56-57 yılları arasında 54 camiyi yıktırır. Bunun yanında hamamların, tekkelerin, sebillerin, çeşmelerin hesabı yapılmaz..."
(20a)
Prof. İlber Ortaylı, Milliyet gazetesinde "Cami Olmaktan Çıkan Camiler" başlıklı yazısında Menderes'in İstanbul'da Mimar Sinan'ın mescitlerini, camilerini buldozerle yıktırdığını, ancak hiçbir Müslümanın nedense bu gerçekten söz etmediğini şöyle ifade etmiştir: "70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir." (20b)
İstanbul'un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sayılı sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu'na verdiği röportajda, Menderes’in bazı camileri yıktırdığını ileri sürmüştür.

1950’lerde Yeni Sabah gazetesinde yazar olan Semavi Eyice, Adnan Menderes'in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii'nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.

Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını da belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.[21]

Prof. Semavi Eyice, “Sanat Alemi” dergisinden Ülkü Ö Akagündüz’e verdiği röportajda da bu gerçeğin altını çizmiştir:

İşte Semavi Eyice’in o röportajından bazı bölümler:

Menderes döneminde nice ibadethaneler şuursuzca yıkıldı. (Menderes'in) adına görkemli bir türbe yapıldı; ama günahı da çoktu hani.” diyen Eyice, İstanbul’da geniş caddelere, meydanlara ve yeşil sahalara karışıp giden elliden fazla caminin bazısı, projeleri hiç tehdit etmediği hâlde biraz da keyfî uygulamalarla ortadan kaldırılmış. Semavi Hoca, Menderes’in açtırdığı Atatürk Bulvarı’na kurban giden iki camiden şöyle söz ediyor:

"Bozdoğan kemerinden Aksaray’a inerken sağda iki küçük cami vardı. Baba Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camileri. Baba Hasan Alemi’yi daha o zaman vakıflar kiraya vermişti. Hatta bir öğretmen oturuyordu içinde. Cadde üstünde olmamasına rağmen yıktılar onu. Oruç Gazi mamurdu, kullanılıyordu. Hiç lüzumu yokken yıkıldı o da. Bulvar açıldığında, dört tarafında servi ağaçlarıyla çok şirin bir durumu vardı, caddeden dışarıda ve biraz çukurdaydı zaten. Kimin aklına estiyse, lüzumsuz burada dediler, yıktılar.

Adana’da kentin göbeğinde, camisi, medresesi, kütüphanesiyle görkemli bir külliye düşünün. 1650’lerde Cafer Paşa yaptırmış, 1950’de cadde genişleyecek bahanesiyle yıkılmış. Ne var ki arsa hala boş, külliye yıkıldığı ile kalmış, şehrin anıtsal yapısının yerinde şimdi çömlekçi var".[22]
İşte İstanbul'da DP döneminde Menderes'in yıktırdığı ve tahrip ettirdiği tarihi camilerden bazıları:
-1465 tarihinde inşa edilmiş olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.
-Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan tarihi Oruç Gazi Camii, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.

-Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.

-Aksaray'da Vatan cadesinin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.
-Karaköy Kabataş arasında -bugünkü Mimar Sinan Üniveristesi'nin tam karşısındaki- Salıpazarı Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
-Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.
-Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.
-Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır. (20c)
1_56.jpg
Menderes döneminde yıkılan camilerden biri
b.jpg
Adana'da cadde genişletmek bahanesiyle 1950'lerde yıkılan Cafer Paşa Camii
or1.jpg
or2.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1956'da yıkılan Oruç Gazi Camisi'nden iki ayrı görüntü****​
nusretiye_abdulhamit_arsivi.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1958'de bazı bölümleri yıkılıp yeniden yapılan Nusretiye Camii
sbc.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (yakından görünüm)
sb.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (uzaktan görünüm)
murat%20paa%20camii.jpg
İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Murat Paşa Camii (uzaktan görünüm)
aksaray-2.jpg
aksaray-3.jpg
DP ve Menderes döneminde İstanbul Aksaray'da Vatan Caddesi yapılırken birçok tarihi cami yıkılmış ve zarar görmüştür*****
cami.jpg
Karaköy'de kıyıda, Galata Köprüsü’ne bakan Ziraat Bankası’nın (bir zamanlar Avusturya Bankası) hemen arkasında yer alan, fotoğraftaki bu küçücük şirin ve zarif cami, 1958’de DP döneminde Menderes tarafından meydan genişletmesi bahanesiyle yıkıldı. Oysa ki uzmanlara göre, eğer amaç, gerçekten de meydan veya yol genişletmesi ise camiin yıkılmasına gerek yoktu. Nitekim bu cami ile aynı hizada bulunan Ziraat Bankası'na dokunulmadan yol genişletilmiştir.
stadyum.jpg
Menderes döneminde Bayrampaşa'ya Stadyum Yapılması için Yıktırılan Tarihi İstanbul Surları
İstanbul'un birçok tarihi camisini yıktıran DP ve Menderes, (tarihi camilerin bakım ve onarımı konusunda çıkarılan yasaya rağmen)İstanbul'un abidevi camilerine de ilgisiz kalmıştır. Bu durum dönemin basınınca eleştirilmiştir. Örneğin, Sultanahmet Camii'nin etrafının gecekondularla kuşatılmasını ve bakımsızlığını Metin Engin, 1953 yılında Cumhuriyet gazetesinde şöyle eleştirmiştir: "İstanbul'un en büyük tarihi abidelerinden olan Sultanahmet Camisi gecekonduların ve usulsuz inşaatın istilası altında... üç beş teneke parçası ya da taş bulan her şahıs caminin duvarına bitişik bir gecekondu inşa ediyor. Sultanahmet Camisi'nin hali ise büsbütün utanç verici.1950'de Vakıflar tarafından tamir edilirken bir amalenin dikkatsizliği yüzünden kül olan, camiye bitişik mahfil-i hümayun üç seneden beri harap ve yanık bir vaziyette bırakılmış.Bu feci manzara muhteşem caminin bütün güzelliğini ortadan kaldırmaya kafi geliyor. Vakıflar Umum Müdürlüğü acaba neden burasını tamir edip camiyi bu çirkin vaziyetten kurtaramaz." (22a)
Bu noktada insanın aklına birkaç soru geliyor:

1. İsmet İnönü keyfi nedenlerle camileri kapatmadığı halde “İsmet Paşa camileri kapattı!” diye birileri yıllardır milleti kandırırken; Adnan Menderes, bazı tarihi camileri ve mescitleri yıktırdığı halde neden hiç kimse “Menderes camileri ve mescitleri yıktırdı!” diye çıt bile çıkarmamıştır.

2. Menderes döneminde Türkiye’nin dört bir yanındaki tarihi kiliseler, cemaati olmadığı halde, törenlerle ibadete açılırken, neden hiç kimse “Menderes Türkiye’de Hıristiyanlığın yayılmasını sağladı!” diye bağırıp çağırmamıştır.[23]

3. Çok daha önemlisi AKP döneminde 2010 yılında satışa çıkarılan İzmir Foça’daki Kozbeyli köyü camiinden neden hiç söz eden yoktur?[24]

4. “Tek parti CHP camileri kapattı” diye sızlananlar neden hiçbir zaman “Tek parti döneminde açılan Halkevleri ve Köy Enstitülerini DP kapattı. Böylece Türk aydınlanması büyük bir darbe yedi.” demez? 1951’de DP ve Menderes, Türkiye’nin dört bir yanındaki 478 Halkevi merkezini, 5000 Halkevi şubesini ve 4000 Halkodasını kapatmıştır. 1954’te de o güne kadar 25.000 öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerini kapatmıştır.[25]

Sonuç olarak diyeceğim şu ki: Tarih üzerinde işinize geldiği gibi tepinemezsiniz beyler...

Cumhuriyet tarihi yalanlarına cevap vermeye devam edeceğim…
NOT: Bu konunun ayrıntılarını CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2. KİTAP ve Kasım 2013'te çıkacak olan EL-CEVAP adlı kitaplarımdan öğrenebilirsiniz.
ÖNERİ: Sabah akşam, "CHP, İnönü camileri kapattı, sattı, ahır, tuvalet yaptı!" diyerek "cami siyaseti" yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'si döneminde Türkiye'de 10 yılda açılan KİLİSELERİ görmek için lütfen tıklayınız...

Sinan MEYDAN

25 Nisan 2012
Kaynaklar-Dipnotlar

[1] Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye’de İslamcılık, Ankara, 1972, s.65,66.

[2] Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009, s. 655.

[3] Jaeschke, age, s.64, 65.
[4] Vakit gazetesi, 30 Kanunu Evvel 1928.
(4a) Remzi Oğuz Arık, Halkevlerinde Müze Tarih ve Folklor Çalışmaları Klavuzu, Ankara, 1947, s.49; Halit Çal, Türkiye'de Cumhuryet Deveri Taşınmaz Eski Eser Tahribatı ve Sebepleri, s.372. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1249/14313.pdf, (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)
(4b) Arık, age, s. 55; Çal, agm, s. 372.
(4c) Feridun Akozan, Türkiye'de Tarihi Anıtları Koruma Teşkilatı ve Kanunlar, İstanbul, 1977, s. 38.Çal, agm, s. 372. (14 Nisan 1936'da doğrudan Başbakan İsmet İnönü, "Diyarbakır'daki Hüsreviye ve Behramiye camilerinin derhal boşaltılması ve bundan sonra camilerin ve eski eserlerin asıl görevinin dışında başka amaçla kullanılmamasına dair" bir tamim yayınlamıştır. (BCA, Dosya: 1354, Fon Kodu: 30..10.0.0,Yer No: 15.84..4.)
(4d) Akozan, age, s. 38; Çal, agm, s. 372.
[5] Tufan Türenç, “Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyet gazetesi, 11 Ocak 2011.

[6] Ramazan Balkan, “İsmet Paşa’nın Yıktırdığı Camiler”, Kocatepe gazetesi,

[7] Balkan, agm.
(7a) İlber Ortaylı, "Cami Olmaktan Çıkan Camiler", Milliyet gazetesi Pazar, 29 Nisan 2012.
[8] Turgut Özakman, Cumhuriyet, II. Kitap, Ankara, 2011, s.15

[9] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden nakleden Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, s.656.

[10] A. Afet İnan, Devletçilik İlkesi, (İlk baskı 1937) Ankara, 1972, ek 7.

[11] Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İstanbul, 2006, s.390.

[13] Üzeyir Lokman Çaycı’nın Paris Camii ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine’le yaptığı röportajdan; Üzeyir Lokman Çaycı, “Paris Camisinde Atatürk’ten Işıklar ve İzler Var”, Aktüel dergisi, 26 Eylül 2009.

[14] İsmail Yakıt, “Birikimli ve Bulunmaz Bir Dost Prof. Dr. Hüseyin Ayan Hoca”,AÜ, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.39, Erzurum, 2009. s.1.

[15] Hakan Yılmaz, “Yamamada Torijori: Abdülhamit’ten Türkçe Öğrendi Atatürk’e Japonca Öğretti”, Zaman gazetesi, 6 Mayıs 2006; Torijori Yamada'nın Türkiye anılarını anlattığı kitaplarından biri “Toruko Gakan” (Türkiye'ye Resimli Bir Bakış) adını taşımaktadır. Yamada'nın isteğiyle Atatürk'ün Tokyo Camii'nin yapımına katkıda bulunduğunu anlatan belgesel bir roman için bkz. Erdal Güven, Yumi-İstanbul'da Bir Geyşa, "Japon Kara Ejder Teşkilatı'ndan Kuvayı Milliye'ye", İstanbul, 2010.
(15a) Ahmet Uzunoğlu, Tokyo Camii, Ankara, 2003, s.12 (Fotoğrafta japon ve Türk bayrakları açıkça görülmektedir.)

[16] Ali Metin Çavuş’tan nakleden Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, İstanbul, 2005, s.156.

[17] Kasapoğlu, age, s.390, Meydan, age, s.656,657.

[18] Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.657 vd.

[19] İbrahim Ural, Bu da Bilmediklerimiz, İstanbul, 2009, s.24, 25.
[20] Hürriyet gazetesi, 27 Kasım 2010.
(20a) Zeynep Şahiner, "Menderes Camileri Tekkeleri Neden Yıktırdı", HABERKÜLTÜR.NET. 5 Ocak 2010.
(20b) Ortaylı, agm.
(20c) Barış Ertem-Mustafa Cevdet Altunel, "İstanbul İmarındaki Tarihi Eser Kaybının Tarih ve Turizm Açısından İncelenmesi: Karaköy-Kabataş Bölgesi", Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, C.2, S.4, Aralık 2011, s.69-72;Behçet Ünsal, “İstanbul’un İmarı ve Eski Eser Kaybı”, Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri Dergisi,Cilt 2, s.46-49; Müge Ceyhan, İstanbul'da Tarihi Çevre Koruma ve Basın, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s.41-42.

[21] “Meğer Menderes Camileri YıktırmışOdatv.com, 30 Mart 2011.

[22] “Sanat Alemi”nden naklen, “Satılan Cami ve Mescitler Ne Oldu?”, Haber 7.com, 19 Şubat, 2008.
(22a) Metin Engin, Cumhuriyet gazetesinden naklen Ceyhan, age, s.37.

[23] Menderes döneminde açtırılan kiliseler için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, s. 612 vd. “Menderes’in Açtırdığı Kilise ve Diyalogculuk"

[24] “AKP’den Satılık Cami”, Yeniçağ gazetesi, 08.11.2010.

[25] Sinan Meydan, Akl-ı Kemal “Atatürk’ün Akıllı Projeleri” 2.cilt, İstanbul, 2012, s.101,104.

* www.isteataturk.com'dan alınmıştır. (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)

** www.orhangazim.net'den alınmıştır. (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)
*** www.hayirlarkoyu.com'dan alınmıştır. (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)
**** www.wowturkey.com'dan alınmıştır. (erişim tarihi 25 Nisan 2012)
*****www.dunyabulteni."Aksaray'ın Kayıp Hazineleri" Dünya Bülteni, 28 Eylül 2010.

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...enderes-ve-camiler&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

HALİFELİK YALANINA YANIT VERİYORUM(!) "Yine Mustafa Armağan Yine Yalan""

ddd.jpg


YALAN VE ÇARPITMA! "Hilafetin kaldırılmasını İngilizler Şart Koşmuştu" diye bir yazı kaleme alan Mustafa Armağan, sözüm ona bir de belge sunmuş: Belgeye bakın da hizaya gelin: "Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında 'Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı' söyleniyor." Yani burada geçen YENİ BİR ÇAĞ AÇILMASI ifadesini Mustafa Armağan, "İngilizlerin Türkiye'ye Halifeğilin kaldırılmasını şart koştukları" şeklinde yorumlamış. Dahası belgenin orjinalini de tamamen çarpıtmış, Yani gözlerimizin içine bakarak tarihsel gerçekleri ÇARPITMIŞ ve YALAN YAZMIŞ... Orjinal belgeyi çarpıtması bir yana, "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" ifadesinden "Türkiye'de halifeliğin kaldırılmasının" kastedildiğini çıkardığına göre Mustafa Armağan bir medyum olsa gerek!...
Benin yanıtımı okumadan önce lütfen bir doktora öğrencisinin Mustafa Armağan'ın bu yalanına verdiği şu mükemmel yanıtı okuyunuz. (çakma tarihci mustafa armagan kotu yakalandı)
Şimdi de gelin Mustafa Armağan'ın bu yazısında dile getirdiği o klasik Cumhuriyet Tarihi yalanına; (İngilizler Halifelikten Korkuyordu! Bu Nedenle Halifeliğin Kaldırılmasını Çok İstiyordu!) yanıt verelim.
İNGİLİZLER HALİFELİKTEN KORKUYOR YALANI

En büyük Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri İngilizlerin halifelikten korktukları ve ne yapıp edip halifelikten kurtulmak istedikleri şeklinindedir. Hiçbir bilimsel temeli olmayan, tamamen düz siyasal İslamcı mantığı önermesi olan bu tez, Atatürk'ün genç Cumhuriyeti'ni "dinsiz" ve "İngiliz işbirlikçisi" göstermek için kurgulanmış yalan ve aslında komik bir tezdir. Çünkü 1920'lerde İngilizlerin Hilafetten korkmalarını gerektirecek hiçbir durum yoktur. Birincisi İngilizler, 1914-1918 arasındaki I. Dünya Savaşı'nda HALİFELİĞİN Osmanlı adına hiçbir işe yaramadığını çok iyi görmüştür. İkincisi 1918-1922 arasında HALİFE zaten İngilizlerin kontrolündedir. Üçüncüsü Halifelik var olduğu ve İngilizler Halifeyi kontrol ettikleri sürece HALİFELİK Müslümanlardan çok, milyonlarca Müslümanın yaşadığı sömürgelere sahip olan İngilizlere yarayacaktır.

İNGİLİZLER, HALİFELİĞİN KALDIRILMASINI İSTEMİYORDU

Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddialarının aksine, o günlerde aklı başına İngilizler "Hilafetin kaldırılmasını" hiç istemiyorlardı. Bu nedenle Hilafetin kaldırılması gündeme gelince Hint Müslümanı görünümünde, ama gerçekte İngiliz ajanı iki kişiye (Emir Ali ve Ağa Han) Başbakan İsmet Paşa'ya gönderilmek üzere HİLAFETİN KALDIRILMAMASINI İSTEYEN bir mektup yazdırmışlardı.

İngilizlerin planı: Kurtuluş Savaşı'nın ardından firari padişah VAHDETTİN'e sahip çıkarak, onun HALİFELİK YETKİLERİNİ kullanıp, İngiltere'ye karşı ayaklanmış olan MISIR ve HİNT MÜSLÜMANLARINININ isyanlarını önlemekti. İngilizler, "HALİFE ve HALİFELİK ARTIK BİZDE" propagandası yaparak kendilerine başkaldıran HİNT MÜSLÜMANLARININ başkaldırılarını engellemeyi amaçlıyordu. ANCAK İNGİLİZLERİN BU OYUNLARINI ATATÜRK BOZMUŞTUR. Atatürk, VAHDETTİN İngilizlere sığınıp yurt dışına kaçar kaçmaz, İngilizlerin, Vahdettin'in HALİFELİK YETKİLERİNİ KULLANACAKLARINI anlayarak hemen yeni bir halife seçtirip (ABDÜLMECİT EFENDİ) Vahdettin'in halifelik yetkilerini o yeni halifeye verdirmiştir. Böylece İngilizlerin Vahdettin'in halifelik yetkilerini kullanarak HİNT MÜSLÜMANLARININ BAĞIMSIZLIK ATEŞİNİ SÖNDÜRMELERİNİ engellemiştir. Vahdettin'in halifelik yetkilerini kaybetmesi üzerine İngilizler de VAHDETTİN'e tekmeyi yapıştırmışlardır. Böylece firari padişahın sefaleti de başlamıştır.

ATATÜRK, hem İngilizlerce HALİFELİĞİN istismarını önlemek, hem de Cumhuriyet karşıtlarının HALİFELİK etrafında toplanıp rejim düşmanlığı yapmalarının önüne geçmek için 3 Mart 1924'te HALİFELİĞİ kaldırmıştır.

Üstelik TBMM Halifeliği kaldırırken Atatürk, "Halifelik TBMM'nin manevi şahsında saklıdır" diye bir madde ekletmiştir. Böylece İngilizler başta olmak üzere emperyalist ülkelerin "kaldırılmış halifeliği" yeniden canlandırıp istismar etmelerini de önlemek istemiştir.

Halifeliğin kaldırılması İSLAM DÜNYASINDA HİÇBİR OLUMSUZLUĞA YOL AÇMADIĞI GİBİ, HİÇ BİR İSLAM ÜLKESİ DE HALİFELİĞE SAHİP ÇIKMAMIŞTIR. DAHASI İSLAM ÜLKELERİNDEKİ BAZI MÜSLÜMAN KANAAT ÖNDERLERİ ATATÜRK'ÜN HALİFE OLMASINI İSTEMİŞTİR. Atatürk bu teklifi, "Türkiye gibi bütün İslam ülkeleri bağımsız olmadıkça Halifeliğin İslam dünyasının hiçbir işine yaramayacağını" belirterek geri çevirmiştir. Aslında 20. yüzyılda Halifelik Müslümanlardan çok Müslümanları sömürenlerin işine yaramıştır. Bilindiği gibi Osmanlı, I. Dünya Savaşı'nda HALİFELİĞİ kullanıp cihat ilan etmiş, ancak dünya Müslümanları bu cihat çağrısına olumlu cevap vermedikleri gibi ARAP ve HİNT MÜSLÜMANLAR İNGİLİZLERİN YANINDA OSMANLI'YA KARŞI SAVAŞMIŞTIR.

Ayrıca zannedildiği gibi "Halifelik" İslami bir gereklilik de değildir. Dört halifenin sonuncusundan itibaren halifelik bir oyuncağa dönüşmüştür. İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürmüştür. Osmanlı Devleti de Halifeliğin gücünü neredeyse hiç bir dönemde kullanmış değildir. Bu konuda yazılanların tamamı hamasetten başka bir anlam ifade etmez.
EMPERYALİZM HER ZAMAN PADİŞAHLAR, HALİFELER, DİKTATÖRLER İSTER
ŞURASI UNUTULMASIN Kİ: Emperyalizm "bir milleti" kontrol etmektense, adı sultan, padişah, kral, diktatör veya halife olan "bir adamı" kontrol etmenin çok daha kolay olduğunu bilir. Bu nedenle "ulusal egemenliğe", "milli iradeye", "cumhuriyete" karşıdır. Emperyalizim her zaman kendi kuklası durumunda padişahlar/ halifeler ister. Nitekim bugün bile emperyalizmin güdümündeki İslam dünyasında kukla diktatörler vardır. Emperyalizm Kurtuluş Savaşı sırasında padişaha/halifeye sahip çıkmış, onu kullanarak Atatürk'ün etrafında gelişen milli iradeyi yok etmek için çok uğraşmıştır. Dahası emperyalizm Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Lozan Antlaşması görüşmelerine bile Osmanlı Padişahının temsilcilerini çağırarak onlarla muhattap olmak istemiştir. Ancak ATATÜRK, KURTULUŞ SAVAŞI ile ANADOLU YAYLASINA GÖMDÜĞÜ EMPERYALİZMİN BİR DAHA TÜRKİYE ÜZERİNDE ETKİLİ OLAMAMASI İÇİN, EMPERYALİZMİN KUKLASI DURUMUNDAKİ PADİŞAHLIK/HALİFELİK GİBİ "TEK ADAM" İDARELERİNE SON VERMİŞ, CUMHURİYETİ İLAN EDEREK YÖNETİMİ MİLLETE VERMİŞTİR. Özellikle İngilizler bu duruma çok üzülmüştür. İrlanda'da M. Kolins'e ve İran da Rıza Şah'a Cumhuriyetİ ilan ettirmeyen İngilizler, Türkiye'de Atatürk'ün cumhuriyeti ilan etmesini engelleyememişlerdir. Üstelik Atatürk, adeta emperyalzimden intikam alırcasına Cumhuriyeti özellikle 29 Ekim'de ilan etmiştir. Böylece 30 Ekim'de İngilizlerle imzalanmış olan Mondros Ateşkes Antlşaması'nın intikamını almıştır.
EMPERYALİZMİN EN BÜYÜK HAYALİ

Emperyalizmin hayali Türkiye'nin eskiden olduğu gibi yine padişahlar/halifeler tarafından yönetilmesiydi. Çünkü onlar -daha önce de ifade ettiğim gibi- bir milleti kontrol etmektense bir adamı kontrol etmenin çok daha kolay olduğunu biliyorlardı... Nietkim Osmanlı'nın son yüzeli yılında bu durumdan çok ustaca yararlanıp Osmanlı'yı bir sömürge haline getirmişlerdi.

Türkiye dışında bütün Arap-İslam ülkelerinin bugün bile emperyalizmin güdümündeki "diktatörlerce" yönetilmesinin alameti farikası işte buradadır...

Sinan MEYDAN

3 Mart 2012


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...a-yant-veriyorumq-&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

CEHALETTE BOĞULUP SITMADAN ÖLMEDİYSEK EĞER BUNU ONA BORÇLUYUZ

ddd.jpg


Atatürk'ün Cumhuriyet Mucizesinin Bilançosu

Bugün Cumhuriyetimizin 88. yıldönümü. Türk insanının "padişahın kullarından" "özgür bireyler" haline getirilmesinin, kadının "köle" durumundan kurtarılıp erkekle "eşit" kılınmasının, aşağılanan, dışlanan Türklere kimliklerinin ve kişiliklerinin yeniden hatırlatılmasının, "akıl" ve "bilim"in gücünün vurgulanmasının, kısaca bu milletin yeniden insan onuruna yakışır biçimde yaşamaya başlamasının 88. yıldönümü. Kutlu olsun!
Cumhuriyet Devrimi (Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki yenilikler) Atatürk’ün kafasında ilk gençlikten beri biçimlenen, tecrübeyle, bilgiyle harmanlanan, zaman içinde olgunlaşan ve yeri ve zamanı geldikçe aşama aşama düşünceden uygulamaya geçirilen bir uygarlık projesidir.

Atatürk, 1918’de I. Dünya Savaşı’ndan 550.000 kayıpla çıkan, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla orduları dağıtılan, ağır silahları elinden alınan, tünelleri, demiryolları, tersaneleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilen, bu da yetmezmiş gibi elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında, aydınlanmamış, geri kalmış yıkık ve perişan bir ülkeyi önce bağımsız sonra çağdaş bir ülke haline getirmeyi başarmıştır.

Yoksul, perişan, cahil, yılgın, moralsiz ve emperyalizmle kuşatılmış ve kışkırtılmış bir topluluktan önce bir “birlik”, sonra bir “ordu” sonra da bir “millet” yaratmıştır.

Atatürk, 1921 yılında TBMM'de emperyalist ve kapitalist Avrupa’ya,“Biz tüm ulus olarak bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusça savaşan insanlarız” diyerek baş kaldırmış ve kazanmıştır.

Böylece dünyada ilk kez bir adam ve o adama inana bir millet, eli kanlı emperyalizmi dize getirmiştir.

Bu büyük başarı Atatürk’ü ve Türk milletini ezilen-sömürülen Doğu’nun bağımsızlık sembolü haline getirmiştir. İslam dünyasına göre o, Hıristiyan emperyalizmini dize getiren “ALLAH’IN KILICIDIR”

Prof. Arnold Tyonbee, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Türk ulusu kendisi için savaşırken aynı zamanda yoksul ülkelerin de savaşını vermiştir. Kendisine karşı kabaran sel sularını Ankara kapılarında durdurarak İzmir’e, Trakya’ya, İstanbul’a doğru süren Türklerin başlattığı yeni akım belki de Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Tunus, Cezayir ve Hindistan’a dek etkisini sürdürecek ve bu ülkeleri kaplayan Batı selini sürükleyip götürecektir.”

Atatürk, emperyalizmin ezberini bozan ilk ve tek doğuludur: Önce yetersiz insan gücü, yetersiz silah ve cephane, yetersiz bilgi, yetersiz para ve yetersiz moral gücüyle sanayileşmiş, bilgili, zengin ve şımarık emperyalizmi yenmiş; sonra da ortaçağ kalıntısı, geri kalmış, yoksul, bağımlı, bilgisiz ve sağlıksız bir “ümmet” imparatorluğundan çağdaş bir “ulus” yaratmıştır.

Atatürk, hiç abartısız önce bir vatan, sonra bir millet sonra da bu vatanda bağımsız yaşayacak millete çağdaş (uygar) bir gelecek hazırlamıştır.
Dünyanın hiçbir döneminde ve hiçbir yerinde bir millet için bu kadar çok olumlu şey yapan başka bir lider daha yoktur.
Özetlemek gerekirse Atatürk bu milleti iki kere kurtarmıştır: İlk kurtuluş; akılla-silahla-imanla-cesaretle- kazandığı Kurtuluş Savaşı, ikinci kurtuluş ise; akılla-kalemle-bilgiyle-azimle kazandığı Uygarlık Savaşı’dır.
Elimizde Yokluk ve Yoksulluk Var İsmet

Atatürk, cumhuriyetin ilanından bir gün sonra 30 Ekim 1923’te İsmet Paşa’yı köşke davet ederek, ona ülkenin içinde bulunduğu durumu, Osmanlı’dan devralınan mirası anlatmıştır. Atatürk sözlerine, “Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz…” diye başlamıştır.

Atatürk çok haklıdır….

Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk, yoksunluk ve bir de bağnazlıktır.
İşte genç Türkiye Cumhuriyeti’ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı’dan kalan miras:

♦ Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne postahane, ne de dükkan. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2’si okur-yazar. 37.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var.
♦ Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.
♦ Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için geçilmesi çok zor.
♦ 4.000 km kadar demiryolu var Anadolu’da. Bir metresi bile bizim değil. Tamamen emperyalistlere hizmet ediyor. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım.
♦ Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüş.
♦ Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu’da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var.
♦ Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş zenginleri halkı eziyor.
♦ Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.
♦ Tüm Türkiye’de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye’deki toplam eczacı sayısı 60.
♦ Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.
♦ Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema sadece büyük kentler de var…
♦ Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar, dış borçlar ve Duyun-u Umumiye belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az.
♦ Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa’nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
♦ Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15’i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde.
♦ Osmanlı’dan bize kalan sadece dört önemli fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları...
♦ Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok.
♦ Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı kentlerde var.
♦ Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400.000’i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor.
♦ Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7’si, kadınların %04’ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil.
♦ Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var.
♦ Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş.
♦ Halk kitap okumuyor. 1729’dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı’da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000’i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.
♦ Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.
♦ Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak.
♦ Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış. Antik tarihten ve Arkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar.
♦ Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş. Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca almış başını gitmiş, Türkçe unutulmaya terk edilmiş.
♦ Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil.
♦ Bir çok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
♦ 600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.
♦ Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”, gülünç durumda…
♦ Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani “avam” olarak görülmüş.

İşte Cumhuriyet mucizesi bu korkunç tabloyu çok kısa bir sürede tamamen tersine çevirmiştir. Bu yokluk, yoksulluk ve geri kalmışlık içinde Atatürk ve çevresindeki “devrimci kadro”, sadece 15 yıl gibi çok kısa bir sürede dünyaya parmak ısırtacak bir başarıya imza atmıştır.
Üstelik ATATÜRK Cumhuriyet mucizesine imza atarken, ilk on yıl içinde bir büyük isyan (Şeyh Sait İsyanı), irili ufaklı çatışmalar, iki kısmı seferberlik ve bir büyük dünya krizi yaşanmıştır. Kısıtlı bütçesine rağmen yabancılardan çok fazla borç almadan kalkınmayı başarmıştır. Cumhuriyet, İzmir İktisat Kongresi’yle başlayan kalkınma sürecinde denk bütçe, açık diplomasi, “yurtta barış dünyada barış” ilkeleriyle hareket etmiştir. Milletler Cemiyeti’ne ancak davet edilince girmiştir. Bu dönemde % 10 kalkınma hızı, %20 sanayileşme hızı yakalamıştır. Son beş yılda ise, bir büyük isyan (Dersim İsyanı) ve irili ufaklı çatışmalar, Hatay ve Boğazlar sorununa rağmen Devletçi ekonomiyle ve kalkınma planlarıyla fabrikalarını, demiryollarını, bankalarını kurmuş ve büyük bir hızla sanayileşmiştir. Halkçılık ilkesi doğrultusunda halkevleri, halkodaları, köy öğretmen okulları, köy okulları, millet mektepleri, enstitüleri, yüksek okulları ve üniversitesini kurarak halkı bilinçlendirmiştir. 15 yıl gibi kısa bir sürede, ortaçağ kalıntısı geri kalmış bağımlı bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratılmıştır. Neresinden bakarsanız bakınız bunun adı Atatürk ve Cumhuriyet mucizesidir.
İşte Atatürk ve Cumhuriyet mucizesinin kısa bir bilançosu:

♦ Kurtuluş Savaşı boyunca “milli egemenlik” ilkesi doğrultusunda hareket eden, emperyalist kuşatmayla çevrilmiş ve demokrasi geleneği olmayan bir ülkede “ille de meclis, önce meclis” diyerek milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’yi açan, bütün bir ölüm kalım savaşını bu halk meclisiyle birlikte yürüten, daha sonra “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 600 yıllık Osmanlı saltanatını yıkan, siyasal kültürü artırmak için bir siyasi parti kuran (CHP), Cumhuriyeti ilan eden, hilafeti kaldıran ve kadınlara seçme seçilme hakkı veren ve iktidarı denetlemek için bir parti daha kurup (SCF) demokrasinin alt yapısı hazırlayan Atatürk böylece, 600 yıldan fazla bir zamandır sultanlar-padişahlar-halifeler tarafından “rai” (çoban), “reaya” (sürü) mantığıyla güdülen bir “kul” kitlesinden, özgür iradesiyle kendi kaderini kendisi belirleyen “bireyler” yaratmıştır. Cumhuriyet sayesinde kul bireye, ümmet millete dönüşmüştür. Bu gerçek anlamda “devrimci” bir dönüşümdür. İslam dünyası bugün hala Atatürk’ün yüzyılın başında yaptığı bu dönüşümü yapamamanın sıkıntılarını çekmektedir. İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik işleyişe sahip olan ülke sayısı Avrupa’da 5 Amerika’da 5 olmak üzere toplam 10 ülkedir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Türkiye, KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda İslam dünyasında “1.”, Avrupa’da “7.”, Dünya’da “12.” sıradadır. Demokrasi ve kadın hakları konusunda oldukça geri kalmış bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin bu başarısı, kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Avrupa’da faşist diktatörlüklerin kol gezdiği bir ortamda Atatürk demokrasiyi, “İnsan ırkının ümidi” ve “daima yükselen bir deniz” olarak adlandırmış ve bu doğrultuda Türkiye’yi demokrasiye hazırlamıştır. Nitekim bu hazırlıklardan sonra Türkiye 1946’da çok partili hayata 1950’de de demokrasiye geçmiştir.
Atatürk, 600 yıldır Türkleri “etrak-ı bi idrak” diye merkezden çevreye dışlayan, onları çiftçi-köylü ve asker yapan, devlet yönetimini tamamen Hıristiyan-Yahudi-dönme-devşirme-soylu unsurlara bırakan, Kürtleri kullanma karşılığında onların aşiretleşmelerine ve fedaileşmelerine izin veren zihniyete son verip Türkleri yüzyıllar sonra yeniden çevreden merkeze taşımıştır. Cumhuriyet'le Türklere devlet kapıları yeniden açılmış, ülke yönetimi saltanat soylularının elinden alınarak halka verilmiştir Cumhuriyet'le birlikte, yüzyıllar sonra ilk kez bu ülkede dönme-devşirme-saltanat soylusu olmayan sıradan halk kitleleri başbakan, cumhurbaşkanı ve bakan olabilmişlerdir. Yakın tarihimizde, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan gibi “halkın içinden gelmekle” övünen kişilerin ülke yönetiminde söz sahibi olmalarının tek nedeni Atatürk’ün ve Cumhuriyet'in Osmanlı’nın dönme-devşirme-soylu saltanatına son vermiş olmasıdır. Ama Atatürk ve genç Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan bu kişiler, Atatürk Cumhuriyeti’ni “jakoben” (tepeden inmeci) ve “seçkinci” olarak adlandırmışlar, kendilerini Osmanlı sultanlarıyla özdeşleştirmişlerdir. Akıl tutulması bu olsa gerekir. Atatürk'ün genç Cumhuriyeti Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurmuş, Türk Tarih Tezi’ni ve Türk Dil Tezi’ni geliştirip Türkçenin yapısına uygun Yeni Türk Harflerini (Göktürk- Etrüsk- Latin Harfleri) kabul etmiş, Türk ağızlarında tarama ve derleme çalışmalarıyla unutulmaya yüz tutmuş Türk dilini yeniden açığa çıkarmış, böylece Osmanlı’da tarihini, dilini, dolayısıyla kimliğini ve kişiliğini kaybetme noktasına gelen Türklere yeniden dilini, tarihini; kısaca milli kimliğini anımsatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek de Türkiye’deki herkesi, ırkına, cinsine, dinine bakmaksızınTürk milleti” diye adlandırmıştır.
Atatürk, 1928’de Yeni Türk Harflerinin kabul edilmesinin ardından Millet Mekteplerini açtırmıştır. Ülke genelinde toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589’u şehirlerde, 35.46’sı köylerdedir. Bu okullarda toplam 46.000 öğretmen görev almıştır. 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde Millet Mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Millet Mektepleri’nde 1929-1936 tarihleri arasında ise 2.546.051 kişi yeni yazıyı öğrenerek diploma almıştır. Millet Mekteplerinde hiç okuma yazma bilmeyen 458.000 köylü kadından 152.968’ine okur-yazarlık belgesi verilmiştir. Türkiye’de 1927 yılında okuma-yazma oranı erkeklerde % 7 kadınlarda % 04 iken, Harf devriminden 7 yıl sonra, 1935 nüfus sayımına göre (toplam 17 milyon) okur-yazarlık oranı % 19.2’ye yükselmiştir. Bu oran, Harf devrimi öncesinin neredeyse iki katıdır. Okuma-yazma oranı sürekli artarak 1940-41’de % 22,4’e yükselmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın bu artış bir dünya rekorudur. Köy eğitmenleri projesiyle Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar genç ve idealist öğretmenler gönderilmiş, bu öğretmenler köylülerle birlikte kurdukları okullarda köy halkına hem okuma-yazma öğretmiş, hem bilim, sanat, kültür konularında temel bilgiler vermiş, hem de tarım, hayvancılık, bağcılık ve bahçecilik, el sanatları gibi konularda halkı eğitmiştir. 1940’ların ortalarına kadar 7000 köye okul götürülmüştür. Atatürk döneminde okul ve öğrenci sayılarında büyük bir artış görülmüştür. 1924-1936 yılları arasında ki 12 yılda ilkokul sayısı % 25’lik bir artışla 4.894’ten 6.112’ye çıkmış; 1936-1946 yılları arasındaki 10 yılda ise bu sayı % 146’lık bir artışla 6.112’den 15.009’a çıkmıştır. Öğrenci sayısındaki artış ise ilk dönemde % 92, ikinci dönemde ise % 114’tür. İsmail Hakkı Tonguç’un verdiği bilgilere göre bu ikinci dönemde asıl artış köylerde olmuştur. Bu dönemde okul sayısındaki artış % 185, öğrenci sayısındaki artış ise % 119’dur.
Atatürk, tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri kapatarak, tarikatlara son vererek, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve din istismarıyla mücadele ederek, hurafelerin bataklığında debelenen bir topluma “gerçek dini” göstermek için çok ciddi adımlar atmıştır. Softalıkla, yobazlıkla mücadele etmiştir. Dine ve dindara değil, dinciye ve din oyunu aktörlerine karşı gelmiştir. Halkın dini gerçekleri hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan anlaması için kutsal kitap Kuran-ı Kerim’i ve sağlam hadis kaynaklarını Türkçeye tercüme ettirmiştir. Bu iş için TBMM özel bir bütçe ayırmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsir ve tercümesini ve Buhari’nin Hadis Kaynağını on binlerce takım bastırarak ülkenin dört bir yanına ücretsiz olarak dağıttırmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve yurdun en ücra köşelerine kadar dağıtılmıştır. Bu kitapların dağılımı şöyledir: 45.000 adet Kuran-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar cilt), 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt), 247.000 adet din kültürü eserleri… Şeri bir imparatorluk olarak bilinen Osmanlı’da 1400 ile 1730 yılları arasında, yani yaklaşık 300 yıllık bir dönemde telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akit ve kelam, 11 ahlak, 44 değişik konular ve sadece 1 tane de hadisle ilgili kitap yazılmıştır. Yani Osmanlı’da yaklaşık 300 yıl boyunca din içerikli toplam 143 eser yazılmıştır. Görüldüğü gibi kimilerince “dinsizlikle” suçlanan genç Cumhuriyet’in dini konularda ortaya koyduğu eser sayısı “dindar” diye adlandırılan Osmanlı’da 300 yılda ortaya koyulan eser sayısından katbekat fazladır: 300 yılda sadece 143 dini esere karşılık, 25 yılda 352.000 takım dini eser… Kimin gerçekten daha dindar olduğuna siz karar verin!... (Bu bilgilerin ayrıntılarına ulaşmak için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bas, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)
♦ Atatürk, dünya işlerini dinsel ilkelere göre değil, çağdaş hukuka, akıl ve bilim ilkelerine göre halletmek için şeri hukuka son vermiş, din adamlarıyla devlet adamlarının yetki ve sorumluluk alanlarını ayrıştırmıştır. Bir taraftan dinle dünya işlerini birbirinden ayırırken, diğer taraftan Kimsenin inanışına engel olunamaz… Biz düşünceye ve inanışa saygılıyız…” diyerek inanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına almıştır. Tarikatların, cemaatlerin, din istismarcılarının dini kendi kontrollerine almalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurmuştur. Türk çocuğunun dinini-diyanetini doğru bir şekilde öğrenmesi için çalışmalar yaptırmış, köy okullarında din dersleri devam etmiş, bu derslerde 3. ve 4. sınıflarda Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri adlı ders kitapları okutulmuştur. Atatürk, okullarda okutulan ve bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı Medeni Bilgiler ve Tarih II kitaplarında, “dinler” ve “İslam tarihi” konusunda eleştirel bir yaklaşım ortaya koyarak gençlerin “din” konusuna bile “akılcı” ve “eleştirel” bir gözle yaklaşmalarına zemin hazırlamıştır. Bu durum tamamen onun devrimci, stratejik ve taktisyen hareket tarzıyla ilgilidir. Atatürk'ün "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabındaki "din" ve "İslam" eleştirilerini "onun dinsizliğine" kanıt gösterenler fena halde yanılmaktadırlar. Nasıl ki Atatürk'ün 1923 yılında Balıkesir Paşa Camii'nde minbere çıkıp hutbe okuması onun "dindarlığına" kanıt olarak gösterilemezse, 1930'da "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabındaki "din eleştirileri" de onun "dinsizliğine" kanıt olarak gösterilemez. Çünkü her ikisi de tamamen koşullara göre yapılmış stratejik açıklamalardır. 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na göre İstanbul Darülfünun’u bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına karar vermiştir. Üniversite Reformu’ndan sonra bu kurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Camiler açık olmuş, ezanlar susmamış, ibadet devam etmiş, dini bayramlar bütün coşkusuyla kutlanmıştır. Dahası, camisi olmayan veya Kurtuluş Savaşı yıllarında camisi yıkılan köylere ve kentlere bizzat Atatürk cami yaptırmıştır. Örneğin, Eskişehir’in Mihalıççık köyündeki tarihi bir cami, Atatürk’ün verdiği 5000 lirayla yeniden yaptırılmıştır. (Bu bilgilerin ayrıntılarına ulaşmak için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bas, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)
Atatürk, Müslüman Türk milletini dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşüren ve Batı’nın Türklere yönelik aşağılamalarına “görsel meşruiyet” kazandıran, çağın ve hayatın gerisinde kalmış, Türk kültürüyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan garip kılık kıyafeti çıkarttırarak, bütün medeni dünyada kullanılan çağdaş kılık kıyafeti giydirmiştir. Atatürk, Şapka giydirdim ki, başa giyilen şeyle din değiştirilmeyeceğini anlasınlar…diyerek şapka devriminin bir gardırop meselesi değil bir zihniyet meselesi olduğunu anlatmak istemiştir. Türkiye’de tek bir Allah’ın kulu şapka giymediği için idam edilmemiş ve cezalandırılmamıştır. İstiklal Mahkemesi, şapka devrimine karşı kışkırtıcılık yapan, halkı isyana teşvik eden sadece 27 karşı devrimciye idam kararı vermiştir. Tük kadını tefritten ve ifrattan kaçınmalıdır” diyen Atatürk, kadınların kılık kıyafeti konusunda hiçbir yasal yaptırıma gitmemiştir. Yalnızca kadınların bilinçlendirilmesi ve yerel yönetimlerin bu konudaki tavsiye niteliğindeki kararlarıyla yetinmiştir. CHP’nin kadınların çarşaflarını, peçelerini, başörtülerini zorla çıkarttırdığı kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
♦ Atatürk, çağdaş dünyayla ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkileri arttırmak için çağdaş dünyanın kullandığı alfabe, takvim, saat, ölçü, hafta sonu tatilini kabul etmiştir. Böylece içe kapalı Türkiye, özellikle ticarete, kültürde ve siyasette çağdaş dünyaya açılmıştır. Bu bakımdan Atatürk Cumhuriyeti’nin “statükocu”, “içe kapalı” olduğu iddiası kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
♦ Atatürk, çağın şartlarına ve hayatın gerçeklerine uymayan, modası geçmiş eski hukuk sistemini büyük oranda değiştirerek çağdaş dünyanın kullandığı zamana ve hayata uygun hukuk sistemini kabul etmiştir. Böylece kadın haklarını sınırlandıran Mecelle’nin yerine Türk aile yapısına uygun İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiş, bu kanunla Türk kadınlarına sosyal, kültürel ve ekonomik haklar tanınmış; çok kadınla evlilik yasaklanmış, resmi nikah zorunlu hale gelmiş, kadının kocasını boşamasının ve kız çocuklara miras bırakılmasının önü açılmış, kadının çalışmasını ve sosyal hayata katılmasını engelleyen ortaçağ kalıntısı zihniyete büyük bir darbe vurulmuştur. Türk Ceza Kanunu İtalya’dan alınmıştır. Ancak, bu kanun bazılarının iddia ettiği gibi Faşist Musolini’nin ceza kanununun çevirisi değildir, bizim aldığımız ceza kanunu 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nun çevirisidir. O dönemde dünyadaki en ileri ceza kanunu budur. Her alanda çağdaş hukuka geçilip eski hukuk kökünden sökülüp atılarak Osmanlı’daki hukuk karmaşasına son verilmiştir. Ankara Hukuk Mektebi açılarak çağdaş Türk hukukçuları yetiştirilmiştir.
Atatürk, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla yamalı bohça görünümündeki çok başlı eğitim sistemine son vererek eğitim öğretimi birleştirmiştir. Böylece çağın gerisinde kalan, uzun bir dönemdir kapılarını akıl ve bilime kapatan Medreseler kapatılmıştır. Türkiye’deki yabancı okullar kapatılmış, azınlık okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak denetlenmiş, bu okullarda Türkçenin okutulması zorunlu kılınmıştır. Böylece, yabancı okullar (misyoner okulları), azınlık okulları, 19. yüzyılda açılan çağdaş okullar ve eski usul eğitim ve öğretim veren mektep ve medreseler arasında bocalayan gençlerin çağdaş, milli ve laik bir eğitim alabilmelerinin yolu açılmıştır.
Atatürk, bilgi üretemeyen, harf devrimi yapıldığında Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarımdiyen, Okul bahçesinde fotoğraf çektirmenin günah olduğunu” söyleyen hocaların görev yaptığı yüksek medrese görünümündeki Darülfünun’u kapatarak Nazi baskısından kaçan bilim insanlarının da istihdam edildiği İstanbul Üniversitesi’ni açtırmıştır. İstanbul Üniversitesi, 1930’lu yılların dünyasındaki en önemli üniversitelerden biridir. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı bilim insanları arasında kendi alanlarında dünyaca ünlü çok sayıda bilim insanı vardır: İktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark; kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P. Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E. Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter… bunlardan sadece birkaçıdır. Dünyanın en önemli fizikçileri, matematikçileri, müzikologları, Sümerologları, Hititologları, antropologları İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir. Ayrıca Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve Ankara Hukuk Mektebi de genç Cumhuriyet'in güzide kültür kurumlarındandır.
Atatürk, Türkiye’nin dört bir yanında Halkevleri-Halkodaları açtırarak, yüzyıllardır cahil bırakılmış, eğitimle, sanatla, kültürle, bilimle bütün bağları koparılmış Anadolu insanı her konuda aydınlatmaya çalışmıştır. Anadolu’nun en ücra köşesine kadar yayılan Halkevleri-Halkodaları uygulaması, Türkiye’de gerçek anlamda bir Anadolu Rönesansı başlatmıştır. Halkevleri-Halkodaları sayesinde Anadolu insanı eğitimle, sanatla, bilimle, kültürle, sporla tanışmıştır. Batı’dan yaklaşık 400 yıl kadar sonra Anadolu insanı gerçek anlamda ilk kez okuma-yazma öğrenmiş, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, kadınlı erkekli toplantılara katılmış, birlikte öğrenmiş ve birlikte eğlenmiştir. Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşan Halkevleri, çölde bir vaha misali Anadolu bozkırına can vermiştir. 1932’de 24 Halkevi ve 34.000 üyesi vardır. Aradan geçen altı yıl sonra, 1938’de ise bu rakam 209 Halkevine ve erkek-kadın 100.000’den fazla üyeye ulaşmıştır. 1936 yılında 103 Halkevi çatısı altında çeşitli etkinliklere katılan insan sayısı 2 milyon 100 bin’dir.
Atatürk aşiret ve tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak istemiş, bu yönde ilk adımları da atmıştır. 1934 yılında çıkartılan İskan Kanunu’yla yoksul köylüye toprak dağıtılmıştır. Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtmıştır. Atatürk’ün, Doğu’daki ağa-şeyh-aşiret-tarikat yapılanmasını yok ederek halkı özgürleştirmek için attığı bu önemli adım, emperyalizmin kontrolünde halkı sömüren feodallerin tepkisiyle karşılaşmış ve Doğu Anadolu’da genç Cumhuriyete karşı Ağrı ve Dersim isyanları patlak vermiştir.
♦ Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 17 Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’yle Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını başlatmıştır. 1923-1929 arasındaki liberal ağırlıklı Karma Ekonomi denemesi 1929’daki dünya ekonomik krizinin ardından 1930-1938 arasında Planlı Devletçiliğe dönüştürülmüştür 1927’deki Teşvik-i Sanayi Kanunu ve 1929’daki gümrük tariflerinin kontrolüyle canlanan ekonomi, 1934'te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardından başlayan ağır sanayi hamlesiyle dosta düşmana parmak ısırtacak bir başarı elde etmiştir. Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalan genç Cumhuriyet, 1926-1938 arasında Türkiye’nin değişik bölgelerinde 28 fabrika kurmuştur. Bu fabrikalarda işçi hakları en üst düzeyde tutulmuş, işçiler ve yöre halkı için sosyal imkanlar sağlanmıştır. Bu fabrikalar aynı zamanda birer kültür kumudur. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi % 152 artarken toplam sanayi üretimi % 80 artış göstermiştir. Artış kömürde % 100, kromda % 600, diğer madenlerde % 200 olurken, demir üretimi sıfırdan 180.000 tana çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır, 1930 yılında Türk Parası’nın Kıymetini Koruma Kanunu ve yine aynı yıl Merkez Bankası’nın kuruluşu çerçevesinde, TL’nin sterlin, ABD doları ve İtalyan lireti karşısındaki değeri yükselmiştir. Ulusal bankaların sayısı giderek artmıştır. Ülke genelinde 1924'de 19 ulusal banka varken (15’i yabancıların) 1938'de bu sayı 39'a yükselmiştir (9’u yabancıların). 1923 yılında İthalat ihracat arasındaki fark (-60) iken, başarılı ekonomik politikalar sonunda 1938’de bu fark (-5)’e düşmüştür. 1929 dünya ekonomik krizine rağmen 1924-1938 arasındaki büyüme hızı % 10’un altına düşmemiştir. Enflasyonsuz büyüme gerçekleştirilmiş, GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. 1923-1938 arasında 11 yıl boyunca gelir gider eşitliği sağlanmış (denk bütçe), 3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. 1938’e gelindiğinde Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın vardır. Artık şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tamamı, yünlü dokumada % 83’ü, pamuklu dokumada % 43’ü, kağıtta % 32’si, camda ve cam eşyada % 63’ü milli üretimle karşılanmaktadır. 1938’de devletin Osmanlı borçlarından başka borcu yoktur.
♦ Atatürk, ülkenin dört biryanını demiryolu ağlarıyla birbirine bağlamıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyete, yabancıların kontrolündeki 4.112 km demiryolu miras kalmıştır. 1928-1938 arasında bu demiryollarının 3.387 kilometrekaresi satın alınarak milleştirilmiştir. 1923’de 4.112 kilometre olan demiryolu uzunluğu, 1938’de 7.132 kilometreye ulaşmıştır. Yani Osmanlı’nın son 150 yılında üstelik tamamen yabancılara yaptırıp işlettiği demiryoluna yakın uzunlukta bir demiryolu ağını genç Cumhuriyet 10 yılda kendi imkanlarıyla yapmıştır. Üstelik Cumhuriyetin demiryolları, ülkenin doğusuyla batısını, kuzeyiyle güneyini eksiksiz birbirine bağlayan çok daha işlevsel niteliktedir. 1938’den günümüze kadar geçen 73 yılda yaklaşık, 1500 kilometre demiryolu yapıldığı göz önüne alınırsa, Atatürk Cumhuriyeti’nin demiryolu konusundaki başarısı çok daha iyi anlaşılacaktır. Atatürk, yol olmadığı için adeta kaderine terk edilmiş durumdaki köyleri merkeze bağlamak amacıyla köy yollarının yapımına ve onarımına büyük önem vermiştir. Bu doğrultuda çok kısa bir zamanda adeta bir dünya rekoru kırılmış ve 1923-1926 yılı arasında 27.850 km köy yolu açılmış onarılmış ve düzeltilmiştir.
♦ Atatürk, 1926 yılında Teyyare ve Motor Türk AŞ.’yi kurdurmuştur. 1928’de Kayseri’de bir Uçak Fabrikası kurularak üretme başlamıştır. Fabrika, Alman Junkers firmasıyla birlikte 1938 yılına kadar 15 adet Junkers A 20 Uçağı, 15 adet ABD Havk Muharebe Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat Uçağı üretmiştir. Kayseri Uçak Fabrikası’nda toplam 112 uçak üretilmiştir. Fabrika yurt dışından bile uçak siparişi almıştır. Fabrika, 1939 yılından itibaren uçak üretimine son vererek sadece Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların bakım ve onarım işlerini yapmaya başlamıştır. 1925 yılında Vecihi Hürkuş, her şeyi ile yüzde yüz ilk Türk uçağını yapmıştır. 1936 yılında Nuri Demirağ, İstanbul Uçak Fabrikası’nı kurmuştur. Nu 37 koduyla uçak üretimine başlamıştır. Bu uçaklardan 24 adet üretilmiştir.
Atatürk, Türk insanının belini büken amansız hastalıkların kökünü kazımıştır. Sağlık bakanlığına bağlı bir avuç idealist Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve bu hasatlıkları büyük oranda etkisiz hale getirmiştir. 1924 yılında 150 ilçede Muayene ve Tedavievi açılmıştır. Hastane sayısı 1940’ta 198’e ulaşmıştır. 1926’da Manisa ve Elazığ’da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastaneleri, Ankara ve Konya’da Doğum ve Çocuk Bakımevleri açılmıştır Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni de Trohom Savaş Hastaneleri açılmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2.215’i tedavi, 4.318’i ameliyat edilmiştir. 1925-1931 arasında ülke genelinde 40.000 trohomlu tedavi edilmiştir. Adana’da Sıtma Enstitüsü hizmete girmiştir. Değişik bölgelerde 11 Sıtma Dispanseri kurulmuştur. 1931 yılına kadar 2 milyon hasta tedavi edilmiştir. 1924-1938 arasında 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiştir, 5 milyonu tedavi edilmiştir, 350 kilometrekare bataklık kurutulmuştur. 1000 km kanal açılmıştır. çıkmıştır. Sıtmayla mücadele konusundaki bu büyük başarının dünyada eşi benzeri yoktur. 1922’de 22 olan Kızılay Dispanseri sayısı 1932’de 339’a, yatak sayısı ise 189’dan 1318’e çıkmıştır. 1960 yılına gelindiğine ülke genelinde doktor sayısı 9.826’ya, hemşire sayısı 2420’ye, ebe sayısı 3126’ya çıkmıştır. 1922’de 1.950 köyde sığır vebası vardı. 1932’de sığır vebası tamamen önlenmiştir.
♦ Atatürk, Türk insanına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu, çevreyi sevdirmiştir. Halkevleri aracılığıyla resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema gibi sanatların Anadolu’nun dört bir yanına yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri Avrupa'ya resim, müzik öğrenimi için göndermiştir Böylece Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir. 1937’de Türkiye’deki ilk resim galerisini, Resim ve Heykel Müzesi’ni açmış, İbrahim Çallı başta olmak üzere dönemin Türk ressamlarıyla ilgilenmiş, İlk Türk operasının (Özsoy) hazırlanması için ünlü müzisyen Adnan Saygun'u görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e de ilk konservatuarı kurdurmuştur. Türk müziğinin araştırılmasını sağlamış, çok sesli müziğin tanınıp dinlenmesi için mücadele etmiştir. Kulakları çok sesli Alafranga müziğe alıştırmak için bir süre çok sevdiği Alaturka müziği yasaklamıştır. (Bu durum da devrimci bir stratejidir). Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı kurdurmuştur. Şehir tiyatrolarının yurdun en ücra köşelerine kadar turneler düzenleyerek halka temsiller vermesini sağlamıştır. Eski Türk oyunlarının yeniden hatırlanmasını ve oynanmasını istemiştir. Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan’ın hatırlanmasını ve anılmasını; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında bilimsel araştırmaların yapılmasını ve bu kişilerin heykellerinin dikilmesini istemiştir. Nitekim Piri Reis hakkındaki ilk bilimsel araştırmalardan birini Manevi kızlarından tarihçi Afet İnan’a yaptırmıştır. Arkeolojiye, eski eserlere ve müzelere önem vermiş, Anadolu’nun köklü tarihinin sergilendiği müzeler açtırmıştır. Radyo yayınlarını başlatmış, sinemanın yayılmasına önayak olmuştur. Güreş, atletizm, havacılık, yüzme sporlarının gelişmesini, dahası bu branşlarda Türk kadın sporcuların yetişmesini sağlamıştır. Ankara’da Millet Bahçesi’nde bir Milli Sinema kurumuş orada halka açık filimler gösterilmiştir. Bireysel olarak da sinemayla ilgilenmiş, fırsat buldukça film izlemiş ve dahası, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir film senaryosu yazmıştır. Atatürk, başta Ankara Orman çiftliği olmak üzere Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu “örnek çiftliklerle” modern tarım-ileri hayvancılık yapılan ve biyoyakıt kullanılan çevreci bir Türkiye yaratmak istemiştir. Orman Çiftliği’ne 3 yılda 150 bin, Yalova-Termal arasındaki yola ise 2250 ağaç diktirmiştir. Yalova’da bir çınar ağacağının dalını korumak için ağacın hemen yanındaki köşkünü altına ray döşeterek birkaç metre yana kaydırmıştır. O günden sonra o köşke “yürüyen köşk” adı verilmiştir. Ölmeden önce, içinde örnek çiftliklerinin ve fabrikalarının da bütün mal varlığını "Ya istiklal ya ölüm!" diyerek uğruna hayatını tehlikeye attığı MİLLETİNE bağışlamıştır...
İşte Atatürk’ün aklıyla, iradesiyle yarattığı Cumhuriyet mucizesinin çok kısa bir bilançosu…
İşte günümüzde kimilerince (kadim dinciler, dönme liberaller/liboşlar, İkinci Cumhuriyetçiler ve tatlısu solcuları) küçümsenmeye, sıradanlaştırılmaya, unutturulmaya çalışılan Atatürk gerçeği, Atatürk mucizesi…

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin haksız mıyım? “Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz.” derken haksız mıyım?...,

Sinan MEYDAN


29 EKİM 2011

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...bunu-ona-borcluyuz&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 2. KİTAP, "Atatürk ve Cumhuriyet Düşmanlarına Belgeli Cevaplar"
Sinan MEYDAN'ın son kitabı "CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2. KİTAP" tüm kitapçılarda...
sin1.png
Kamuoyunda büyük ilgi gören CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI adlı kitabımın ikinci cildini tamamladım. Yaklaşık 700 sayfa civarındaki ikinci ciltte Atatürk'ün ÇANAKKALE SAVAŞLARI'ndaki rolü, KÜRT SORUNU'NUN tarihsel arka planı (Şeyh Sait ve Dersim İsyanları), anlatılmayan SAİD-İ NURSİ gerçekleri ve İSMET İNÖNÜ hakkındaki çarpıtmalar, yalanlar, yanlışlar ve yutturmacalara yer verdim.

İşte, CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI (2. KİTAP)'ın arka kapak yazısı:

ATATÜRK VE CUMHURİYET DÜŞMANLARININ YALANLARINA BELGELİ CEVAPLAR

Cumhuriyet Tarihi Yalanları; yandaşlığın, yalakalığın, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığının pirim yaptığı bu günlerde, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e yönelik saldırılara, yalanlara, yanlışlara ve yutturmacalara belgelere dayalı olarak cevap vermek; kandırılan ve aldatılan kamuoyuna mümkün olduğu kadar gerçekleri göstermek amacıyla yazılmıştır.
Cumhuriyet Tarihi Yalanları’nın ikinci cildinde cevap verilen yalanlardan bazıları şunlardır:
« Atatürk’ün Çanakkale Savaşları’nda önemli bir başarısı yoktur! (Yalan)
« Çanakkale Zaferi Liman Von Sanders’in eseridir! (Yalan)
« Çanakkale Zaferini Yeşil Sarıklılar kazandırmıştır! (Yalan)
« Kürt Sorunu Cumhuriyet’le başlamıştır! (Yalan)
« Atatürk ve Cumhuriyet, Kürtlere düşmandır! (Yalan)
« Atatürk Kürtlere özerklik sözü vermiştir! (Yalan)
« Şeyh Sait İsyanı’nda İngiliz parmağı yoktur! (Yalan)
« Dersim isyan etmemiştir! (Yalan)
« Cumhuriyet Doğu’ya yatırım yapmamıştır! (Yalan)
« Atatürk Dersim’de Alevi-Kürt katliamı yapmıştır! (Yalan)
« Said-i Nursi Kurtuluş Savaşı kahramanıdır! (Yalan)
« Said-i Nursi’nin Ayrılıkçı Kürt Hareketiyle ilgisi yoktur! (Yalan)
« Said-i Nursi siyasetle ilgilenmemiştir! (Yalan)
« Said-i Nursi Hür Adam’dır; Almancı ve Amerikancı değildir! (Yalan)
« Atatürk, İsmet İnönü, CHP camileri kapatmıştır! (Yalan)
« İsmet İnönü din düşmanıdır! (Yalan)
« İsmet İnönü paralardan Atatürk fotoğrafını çıkartmıştır! (Yanlış)
Cumhuriyet Tarihi Yalanları’nda, Türkiye’nin dönüştürülme sürecinde, yakın tarihin nasıl sistemli bir şekilde çarpıtıldığı, Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in nasıl “ahlaksızca” karalandığı ve Türk insanının nasıl “vicdansızca” kandırıldığı şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmıştır.​
“Sevgili gençler!... Yalanlara, çarpıtmalara, yutturmalara karşı uyanık durun. Sizi kandırmalarına izin vermeyin. Gerçeğe saygı duyun ve gerçeği dürüst, namuslu kaynaklardan yararlanarak öğrenmeye çalışın. Doğru, gerçek tarihinizi, yanlışları ve doğrularıyla öğrenin. Ağzı kalabalık, kalemi karışık olanlara karşı dikkatli olun. Kanıtsız, belgesiz, tanıksız iddiaları, yani dedikoduları ciddiye almayın. Vicdanınız ve sağduyunuz pusulanız olsun. Tarihimizdeki doğrulardan yararlanın, yanlışlardan uzak durun.”
(Turgut Özakman, Cumhuriyet, Ankara, 2009, s.12,13)

“Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

Sinan MEYDAN
7 Temmuz 2011​

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-belgeli-cevaplarq&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

KÜRTÇÜ FAŞİZMİ BESLEYEN EMPERYALİZMDİR “ABD Temsilcisinin 89 Yıl Önce Hazırladığı Kürt Raporu’nun Sırrı”

ddd.jpg


Türkiye’de “Kürt Sorunu” diye adlandırılan ayrılıkçı Kürtçü faşizmi besleyen iki ana damar vardır. Bunlardan biri aşiret-tarikat kontrolündeki feodal yapı, diğeri ise emperyalizm kıskacıdır.

Yüzyılın başında Anadolu’da “uydu bir Kürt devleti” kurdurmak isteyen ABD, İngiltere ve Fransa, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Anadolu’daki Kürtlerle çok yakından ilgilenmiş, ayrılıkçı Kürtleri önce Türk ulusunun ölüm kalım mücadelesi olan Türk Kurtuluş Savaşı’na, sonra da çağdaş Türk ulus devletine karşı isyana teşvik etmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonrasında Anadolu’da Türkiye karşıtı 30’dan fazla Kürtçü isyan çıkmıştır.[1]

“Kürt Sorunu”nun, daha doğrusu “ayrılıkçı Kürtçü faşizmin” kaynağını doğru anlamak için, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye’de cirit atan ABD, İngiltere ve Fransa temsilcilerinin ve ajanlarının hazırlayıp ülkelerine gönderdikleri Kürt raporlarını iyi incelemek gerekir.

Örneğin, Kurtuluş Savaşı yıllarında ABD’nin Türkiye’deki Yüksek Komiseri Tuğamiral Mark L. Bristol, 20 Şubat 1922’de İstanbul’dan Washington’a gönderdiği bir “Kürt raporunda”şu bilgilere yer vermiştir: Sayın Dışişleri Bakanı Efendim!
11187-adm--mark-l--bristol.jpg


Başkanlığın bilgisi için askeri ateşe tarafından Kürdistan’daki durumla ilgili hazırlanan raporu sunuyorum. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Kürt sorunu dikkati çekecek değerdedir. Normal koşullarda bile Kürtler daima komşuları için sorun olmuşlardır. Şimdi, Kürdistan’ın ünlü petrol yatakları nedeniyle yabancı entrikalar kuşkusuz başladığı için ciddi sonuçlar çıkabilir. İngilizler herhalde Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmak isteyeceklerdir. Türkler de Kuzey Mezopotamya’yı (Kuzey Irak’ı) ele geçirmek için aynı şeyi yapacaktır. Kürdistan’ı özel etki bölgesi sayan Fransızlar da Türk İngiliz sürtüşmesinden çıkar sağlamakta bir an duraksamayacaklardır.”

Bristol raporuna, Fransız Askeri İstihbaratı’nın Kürtler hakkında hazırladığı bir rapordan alıntılar yaparak, şöyle devam etmiştir:
“Rapor’da Kürdistan ayaklanmasına, bütün Yakındoğu sorununun bir parçası ve İngilizlerin, dünyanın bu bölgesindeki amaçları ve istekleri açısından bakmak gerektiğini belirtmektedir. Sonra Büyük Britanya’nın en büyük sorununun Hindistan’ı güven altına almak olduğu, İngilizlerin planlarına bu bakımlardan yaklaşmak gerektiği ileri sürülmektedir. Bunlardan biri İran üzerinden Bolşevik tehdidi, öte yanda Mezopotamya, İran ve Gülucistan üzerinde Milliyetçi-Türk Pan İslam tehdididir. Bu son tehdidi önlemek için İngilizler, Filistin ve Irak dahil Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan kendi etkilerinde bir dizi devlet kurmak görüşündedir. Kral Hüseyin ailesini kullanarak güçlü bir Arap imparatorluğu kurmak ve Türklerin yoluna set çekmek istemiş, ancak Hicazlı aileyle işler yolunda gitmemiştir. Büyük çapta bir Arap ordusu düzenlemek oldukça güç bir iştir. Ayrıca daha kötüsü Halifelik İstanbul’da bulunmaktadır. Dolayısıyla Büyük Britanya’nın Kürdistan’daki rahatsız durumdan yararlanıp Mustafa Kemal’in sırtında bir tehdit olacak bir biçimde bunu geliştirmeye çabalamasına, aynı zamanda Milliyetçi Türkiye ile Mezopotamya arasında bir perde kurmasına şaşmamak gerekir."


Bundan sonra Kürt tarihi ile ilgili bilgiler verilmiştir. Bu arada Kürdistan’ın tamamen coğrafi bir deyim olduğu, hiçbir zaman siyasal bir birlik haline gelmediği belirtilmiştir. Kürtler, Türkiye ve İran da dağınık durumdadırlar.İran’da, Kürdistan’da, sonra Azerbaycan ve Ardilan’da başka etnik gruplara karışık olarak bulunmaktadırlar. Türkiye’de ise altı doğu vilayetinde; Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır’da, ayrıca Sivas ve Musul vilayetlerinde bulunmaktadırlar. Ermeno-Kürdistan’da ve Sivas’ta Ermeni ve Türk halkı ile birlikte yaşamaktadırlar. Diyarbakır ve Musul’da ‘Milli’ denilen Araplarla iç iç içedirler. Türkiye’deki Kürtlerin sayısı aşağı yukarı 1.200.000’dir. Dünya Savaşı sırasında başlıca Kürt ailelerinden Bedirhan ailesinin başı Abdürrezzak Bedirhan, kendini Kürdistan Prensi tanıması koşuluyla Rusya’ya hizmetini ve 25.000 süvari vermeyi önermiştir. Çar’ın egemenliğini kabul etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Rusya, bu öneriyi çok tehlikeli olacağı gerekçesiyle reddetmiştir. Ara yerde İstanbul Hükümeti, Kürtleri ayaklandırmaya çalıştığı için Bedirhan’ı ölüme mahkum etmiş, Bedirhan ise çabalarını sürdürmüş ve bu defa İngilizlere dönmüştür, ancak birden bire ölmüştür. Ölümünün Türk ajanlarının verdiği zehirden ileri geldiği öne sürülmüştür. Versailles Antlaşması’ndan önceki yıllarda Paris’te yaşamakta olan zengin ve etkili bir Kürt, Şerif Paşa, bu anlaşmaya bir Kürt devleti kurulmasını sokuşturmayı neredeyse başarmış, ancak Londra Konferansı bunu engellemiştir. Türkler, Şerif Paşa’nın eylemlerinden başka, Kürt devleti akımının arkasında kimsenin bulunmadığını iddia etmektedirler, ancak gerçek şudur ki, Kürt halkı kendisinden devamlı adam ve para istenmesinden bıkmıştır. İngilizler, onların bu hoşnutsuzluğundan yararlanarak karışıklık yaratmak, bir isyan çıkarmak üzere ajanlar göndermiştir. Bu ajanlar arasında Kürt Mustafa Paşa, Mulan Zade ve Hamit Paşa vardır. Geçen ilkbahar da Ankara Hükümeti’nin Kürtlerden istekleri o kadar dayanılmaz bir düzeye gelmiştir ki, en sonunda ayaklanmışlardır. Başlangıçta bu ayaklanma hiçbir güçlük çıkmadan bir Türk taburuyla bastırılmıştır. Haziran’daki başka bir ayaklanma daha ciddi olmuş ve bununla başa çıkmak için bir tümen kadar kuvvet gerekmiştir. Kazım Karabekir Paşa, bütün yaz boyunca Kürtlerin eylemlerine katılanların sayısının, bütün önlemlere rağmen artması karşısında kuşku içinde kalmıştır. (…) Kasım ayında Mardin’in Kürtler tarafından alındığı haber verilmiştir.”


Kürt akımı çok ciddiye alınmamalıdır. Kürtler bir lider bulamamışlardır. Onları düzene koyacak güçte kimse yoktur. Şerif Paşa, ülkesinden yetki alamamıştır. İstanbul’daki iki Kürt derneği ise oturup uzun uzun tartışmakta, ancak ortaya bir lider çıkaramamaktadır. Halen Süleymaniye’de bulunan Kürt Kongresi, bir başkan seçmek ve bir program üzerinde birleşmek için çağrıda bulunmuş, ancak Kürt aşiret reislerinin üçte ikisi bu çağrıya katılmamışlardır. Askeri ve siyasi liderlikten yoksundurlar. Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir. Ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorunlarına son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gen de Kürt durumuyla meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar. Bay Churchill, Avam Kamarası’ndan İngiliz Yüksek Komiserliği’nin yönetiminde olursa Kürtlerin Mezopotamya (Irak) ile birlikte idare edilmeye razı olduklarının araştırmalar sonunda öğrenildiğini söylemiştir. Gerçekte ise bu araştırmalar, İngilizlerin İstanbul’daki iki Kürt derneğini ‘Teali’ ile ‘Teşkilat’ Musul ve Mardin bölgesindeki bazı küçük Kürt reislerini satın almaları biçiminde sınırlı olmuştur. (…)”


“Alınan istihbarata göre İngilizler, Hicazlı Kral Hüseyin’in üçüncü oğlu Emir Zeid’i kral yapmak istemektedir. Ancak kendinden çıkacak bir lideri bulamayan Kürdistan’ın bir yabancı prensi kabul etmesi düşünülemez.


Fransız-Türk anlaşmasına karşı yürüttükleri kampanya ve Kürt ayaklanmasına verdikleri itici güç konusunda İngilizlerin eylemlerini yakından izlemek gerekir. İngiliz iddiasına göre, gizli bir anlaşma ile Türkler geri aldıktan sonra Musul’daki petrol yataklarının işletilmesini Fransızlara söz vermişlerdir. Böyle bir anlaşmanın varlığı konusunda ellerinde kanıt yoktur. Şimdi aynı zamanda bizim Türklere yaptığımızı (yanlış olduğuna eminim)Kürtlere yapmaya çalışmaktadırlar. Kürtleri, Mardin ve öteki bölgeleri ele geçirmeye, yani Türklerin bize verdikleri bölgeleri ele geçirmeye itiyorlar. Bu durumda İngilizler, Fransız çıkraları aleyhinde çalışmıyorlar mı?”[2]


İşte, Atatürk’ün ifadesiyle, Bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin… kirli yüzü ve kirli oyunları…

İşte emperyalizmin Türkiye’yi bölüp parçalamak için kullandığı etnik silah, Kürt kartı!

Amiral Bristol’un Washington’a gönderdiği bu rapor, emperyalizm için “Kürt”, “Türk” veya başka bir milletin değil, “ulusal çıkarların” esas olduğunu, emperyalizmin “kendi ulusal çıkarları için” gözünü kırpmadan, büyük bir soğukkanlılıkla “halkları” kullanabileceğini gözler önüne sermektedir.

Bu rapor, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “Kürtçü isyanların” ve “ayrılıkçı” Kürt hareketlerinin arkasında “emperyalist güçlerin” olduğunu; İngilizlerin ve Fransızların Kürtler üzerindeki “kirli oyunlarını” ve “entrikalarını”, bir başka emperyalist ABD’nin çok yakından takip ettiğini şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlamaktadır.
Özetlemek gerekirse:
1. ABD temsilcisine göre Kürtler, komşuları için bile daima sorun olmuşlardır.
2. Kürtler üzerindeki yabancı entrikaların temel nedeni bölgedeki petrol yataklarıdır.
3. İngilizler, Kürt bölgelerini (Kürdistan’ı) denetim altına almak için Kürtleri Türklere karşı kullanmaktadırlar.
4. Fransa da Kürt bölgelerini (Kürdistan’ı) özel etki bölgesi saymakta ve çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır.
5. İngiltere, Hindistan sömürgelerini korumak için Ortadoğu’da kendi etkisinde bir dizi devlet kurmak istemektedir. Bu devletlerden biri de Kürdistan’dır.
6. İngiltere, Kürt bölgelerindeki rahatsızlıktan yararlanıp Atatürk’ü, tehdit edecek bir biçimde Kürt sorununu geliştirip milliyetçi Türkiye ile Mezopotamya (Irak)arasında bir tampon oluşturmaya çalışmaktadır.
7. Kürdistan adı tarih boyunca hep “coğrafi bir bölge” adı olarak kullanılmış, hiçbir zaman “siyasal birlik” anlamında kullanılmamıştır.
8. ABD temsilcisi, Ermeno-Kürdistan kavramından söz ederek, emperyalistlerin bölgede bir Ermeni-Kürt Federasyonu kurmak istediklerini ima etmektedir.
9. Bazı Kürt liderleri ve Kürt aşiretleri I. Dünya Savaşı’ndan beri ayrılıkçı faaliyetler içine girmişlerdir.
10. İngiltere, Kürtlerin içinde bulundukları durumdan yararlanarak onları Türklere karşı kışkırtmak için ajanlar göndermiştir.
11. Kürtler, Ankara’daki Milli Hükümet’e karşı ayaklanmışlardır.
12. Kürtlerin başında iyi bir lider olmadığı sürece Kürt hareketini fazla ciddiye almamak gerekir.
13. Yunanlılar, önemli bir zafer kazanırsa Kürt isyanları Türkiye’yi tehdit edecek boyuta ulaşabilir, Ancak, savaşı Türkler kazanırsa Türkler “Kürt sorununu” çözebilir.
14. İngiltere, Atatürk, Kürt sorunuyla meşgul edildiği sürece, Türkiye’nin Musul’a el koyamayacağını düşündüklerinden bölgedeki Kürtleri Atatürk’e ve Ankara Hükümeti’ne karşı kışkırtmaktadırlar.
15. İstanbul’da iki Kürt cemiyeti vardır. Bu cemiyetler Kürtleri Türkiye’den koparıp İngiliz mandası altına almaya çalışmaktadırlar
16. İngiltere’nin ve Fransa’nın Kürt bölgelerindeki çıkarları çatıştığı için İngiltere ve Fransa arasında gizli bir mücadele yaşanmaktadır.

1922-2011; aradan geçen 89 yıla rağmen, ABD’nin ve Avrupa’nın Kürt politikası bugün ne kadar değişmiştir?

Görüldüğü gibi Kürt Sorunu’nun kaynağı Kemalizm değil, emperyalizmdir. Köksüz tatlısu solcularına, dönme liberallere ve kadim yobazlara duyurulur!..

Sinan MEYDAN

17 Ağustos 2011

Kaynaklar-Dipnotlar

[1] Bütün bu Kürtçü isyanların ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Cummhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, İstanbul, (Eylül) 2011

[2] Orhan Duru, Amerikan Gizli Belgelerinde Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, İstanbul, 2001, s.156-161

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...uert-raporunun-srr&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK'ÜN GAP PROJESİ "Ayrılıkçı Kürtçüler Bunu Biliyor mu?"

ddd.jpg






Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Yatırımları
Atatürk, “çağdaş” bir Türkiye yaratmak istemiştir; hurafeler yerine “akıl” ve “bilimin” egemen olduğu, “kulluktan” kurtulup “birey” olan insanların “özgür iradeleriyle” kendi kendilerini yönettiği, eğitim seviyesi yüksek, herkesin birlikte çalışıp, birlikte üretip, birlikte bölüştüğü,“eşitlikçi” ve “tam bağımsız” bir Türkiye yaratmak istemiştir.
Atatürk, böyle bir Türkiye yaratırken, öncelikle Türkiye’deki Ortaçağ kalıntısı “kemikleşmiş” feodal yapıyı kırmakla işe başlamıştır.
Ancak, “tarikat” ve “cemaat” yapısı içinde kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş, kaderini ağaya, şeyhe ve şıha bırakmış, ekonomik özgürlüğü olmayan, okuma yazma bilmeyen, dinle kandırılmış, emperyalist oyunlarla kışkırtılmış Kürt vatandaşları, 500 yıllık “feodalist” ve “emperyalist” kıskaçtan bir anda çekip almak çok da kolay olmamıştır.
Yüzlerce yıllık alışkanlıklar ve çıkarlar, genç Cumhuriyetin karşısına “dev bir hayalet” gibi dikilmiştir.
Atatürk, “Kürt sorununu” besleyen Doğu’daki “feodal yapıyı” kırmak için herşeyden önce “toprak ağası” durumundaki “aşiret reislerinin” topraklarını ellerinden alarak yoksul köylüye dağıtmanın, yani “toprak reformu”nun hesaplarını yapmıştır.
Bu amaçla, 1934 yılında İskan Kanunu çıkarılmıştır.[1] Bu kanuna göre yoksul ve topraksız köylüye toprak dağıtılacaktır.[2] Kanunun 10. maddesine göre “Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği” kaldırılmıştır. Kanun, “Aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara gönderme yaparak, reis, bey, ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı ve kayıtsız bütün taşınmazların teminatsız kamulaştırılıp, göçmenlere, mültecilere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanmasını” öngörmüştür. [3]
1935 yılında toplanan (9-16 Mayıs) CHP 4. Büyük Kurultayı’nda ilk kez Toprak Reformu’na yer verilmiştir.[4] 14 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen CHP Programı’nın 34. maddesi şöyledir:“Her Türk çiftçisini yeter toprak sahibi etmek partimizin ana gayelerinden biridir. Topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için özgü istimlak kanunları çıkarmak lüzumludur.”[5]
1935 ve 1937’de İçişleri, Sağlık ve Tarım Bakanlıkları Toprak Kanunları hazırlamıştır.[6]
1935’te Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla Vakıf toprakları eylemli olarak tasfiye dilmiş, böylece feodal, dinsel kurumların temelini oluşturan büyük vakıf toprakları devlet mülkiyetine alınıp satış yoluyla özelleştirilmiştir. Ancak bu toprakların varlıklı alilerin eline geçmesi istenilen sonucu vermemiştir.[7]
1937’de kamulaştırma ve toprak dağıtımı için Anayasa değişikliği yapılmıştır.13 Şubat 1937’de Anayasa’nın 74. maddesine şu fıkra eklenmiştir:
“Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları devlet tarafından idare etmek için istimlak olunacak arazi ve ormanların istimlak bedelleri ve bu bedellerin ödenmesi sureti özel kanunlarla tayin edilir.” [8]
Sonuçta, 1934-1938 arasında toplam 90 bin civarında aileye 3 milyon dönüm kadar toprak dağıtılmıştır.[9] Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9. 983.750 dekar toprak dağıtmıştır.
Ancak, Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin bütün iyi niyetli çabalarına karşın ortaya çıkan bu tablo yetersizdir. Her şeye rağmen feodalizim canavarı Cumhuriyete meydan okurcasına halkın kanını emmeye devam etmiştir.
Atatürk, Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit yurttaşları” yapmak için kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok adım atmıştır.
Bu adımlara geçmeden önce 1920’lerde ve 1930’larda bölgenin temel özelliklerine bakmak yerinde olacaktır.
İşte o günlerin Güneydoğusu:
« Bölgenin imkânsızlıklarından dolayı, bölgeye yöneticiler ve memurlar gitmemektedir.
« Bölge halkı hükümet ile eşkıya arasında sıkışıp kalmış ve iki taraflı “korku psikolojisi” içine girmiştir. Köylü hükümete, eşkıya hakkında bilgi verince, eşkıyanın baskını ile karşılaşmaktadır.
« Bölgede sıkça isyan çıkmaktadır.
« Bölgede dikkate değer esnaf, tüccar ve sanat erbabı yoktur. Bu durum halkı mağdur etmektedir.
« Yol durumu çok kötüdür.
« Okuma yazma oranı çok düşüktür.
« Tabiat şartlan çok zordur. Bölgenin bazı illerinde kış, 8 ay sirmekte ve yollar ulaşıma kapanmaktadır.
« Erzurum sathı 1900, Van gölü sathı 1720 m. irtifadadır. Böyle olunca ürünler şehirlere gidemediği için köylünün elinde kalarak çürümektedir.
« Topraklar, toprak ağalarının elindedir, köylü ağaların hizmetkarı durumundadır.
Cumhuriyet tarihi yalancılarının sıkça dile getirdikleri, “Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yatırım yapmadığı!” tezi doğu değildir. Sürekli isyanlarla çalkalanan, dolayısıyla sürekli “asayiş sorunlarının” yaşandığı, coğrafi ve toplumsal yapıdan kaynaklanan zorlukların geçit vermediği bir bölgeye yatırım yapmanın güçlüğüne karşın, genç Cumhuriyetin yine de en çok yatırım yaptığı bölgelerden biri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri olmuştur. Nitekim, aynı dönemde ülkenin diğer bölgelerinde asayiş problemi yaşanmamasına karşın, Doğu illeri ortalamalarının altında kamu harcaması almış iller vardır.[10] Bu nedenle o dönemdeki göreceli “yatırım azlığını”, “Genç Cumhuryet doğuya yatırım yapmadı!” yalanıyla değil de, ülkenin genel ekonomik koşullarıyla açıklamak daha doğru olacaktır.[11]
Ayrıca bölgedeki isyanlar, ülke ekonomisine ciddi yükler getirmiştir. İngiliz The Times gazetesine göre Türkiye’nin sadece Şeyh Sait İsyanı’ndaki kaybı 20 milyon Paund’dur. Buna rağmen, genç Cumhuriyet, bölgenin asayişini sağlamak ve bayındırlık hizmetleri götürmek için, uzun yıllar boyunca bölgeye “özel ve olağanüstü” ödenekler aktarmıştır.[12] Hatta “Tunceli” adında yeni bir il bile kurmuştur.[13] Bu ilin kurulmasına ilişkin yasa teklifi, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “...Cumhuriyet devri memleketin esaslı ihtiyaçlarını temin ederek asıl hastalığı tedavi etmek şiarı olduğu için, burada da medeni usullerle bir tedbir düşünüldü. Ve bu program ile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini gözetti” denilerek Meclis’e sunulmuştur.[14] Özakıncı’nın deyişiyle, Dersim'i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli "Tunceli Vilayeti'nin İdaresi Hakkında Kanun"la,“Cumhuriyet, aşiretlerin Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının Tunçeli’ne dönüştürmek” istemiştir.[15]
“Cumhuriyet, aşiretlerin ‘Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının ‘Tunç Eli’ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.
Aşiretler Dersim'inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet'inin "Tunç Eli"ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu. Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında o günleri:
Atatürk Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim'in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: ‘Bu meseleyi kökünden hallediniz’ diye anlatmıştır.”[16]
İşte Atatürk Cumhuriyeti’nin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı yatırımları[17]:
« 1924’te Diyarbakır-Ergani Madeni devletleştirilerek işletmeye açılmıştır.
« 1925’te -köylüyü ezen- Aşar Vergisi kaldırılmıştır.
« 1925’te 3 milyon lira sermaye ve %50 nispetinde Alman sermayesiyle “Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi” kurulmuştur.[18]
« 1925’te tütün rejisi yabancılardan alınmıştır.
« 1929’da Elazığ’da “Elaziz İpek Mensucat Türk Anonim Şirketi”nin” kurulmasına karar verilmiştir.[19]
« 1929’da “Yol ve Köprüler Yapımına İlişkin Kanun” çıkarılarak Güneydoğu Anadolu’da pek çok yol ve köprü inşa edilmiştir.
« 1932’de Ankara’da Birinci Tütün Kongresi toplanmıştır.
« 1934’te Diyarbakır-Siirt yolunda Pasur köprüsü açılmıştır.
« 1934’te Fevzipaşa-Diyarbakır demiryolu tamamlanmıştır.
« 1934’te Elazığ’a demiryolu ulaşmıştır.
« 1934’te Yolçatı-Elazığ demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1934’te Siirt’te 7 yeni cadde ve 21.384 metre yeni kaldırım yapılmıştır.
« 1934’te Elazığ’ın Maden ilçesi Alacakaya (Guleman) krom sahası “Şark Kromları İşletmesi” idaresinde 1936’dan itibaren işletilmiştir.
« 1935’te Adıyaman Göksün köprüsü açılmıştır.

« 1935’te Munzur suyu köprüsü açılmıştır.
« 1935’te Van gölü işletmeye açılmıştır.[20]
« 1935’te Keban maden köprüsü açılmıştır.
« 1936’da Erzurum’da Kız Sanat Okulu açılmıştır.
« 1936’da Erzurum-Sivas demiryolu hattının temeli atılmıştır.
« 1936’da Yazıhan-Hekimhan demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1936’da Malatya’da Sigara Fabrikası kurulmuştur.[21]
« 1936’da Bitlis’te Sigara Fabrikası kurulmuştur.
« 1937’de Malatya Bez Fabrikası’nın temeli atılmıştır.[22]
« 1937’de Hekimhan-Çetin demiryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Islahiye deniryolu işletmeye açılmıştır.
« 1937’de Atatürk Tunceli’de Singeç körüsünü açmıştır.
« 1937’de Diyarbakır- Cizre demiryolunun temeli atılmıştır.
« 1938’de Ankara-Erzurum demiryolu Erzincan’a ulaşmıştır.
« 1938’de Sivas Çimento Fabrikası’nın yapmına başlanmıştır.[23]
« 1938’de Erzurum’da 900.000 TL.lık bir imar çalışmasıyla ilçeler dahil 30 ilkokul, sinema şehir elektriği vs. yatırımlar gerçekleştirilmiştir.
« 1938’de Erzurum’da Ilıca nahiyesinde posta ve telgraf merkezleri açılmış, 14 derslikli ilkokul binası ihale edilmiş, gazino ve lokantası olan bir otel de planlamaya alınmıştır.
« 1938’de Erzurum’da Doğu Kültür Kongresi açılmıştır.
Atatürk’ün genç Cumhuriyeti, Türkiye’de görülen “trahom hastalığıyla mücadele” konusunda Güneydoğu Anadolu’da büyük bir çalışma başlatmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2215’i tedavi, 4318’i ameliyat edilmiştir.[24]
Fethi Okyar Hükümeti’nin önemli hedeflerinden biri Doğu Anadolu’da “dokuma sanayine” hız kazandırmaktır. Hükümet programında, bölgede 10.000 iğlik bir iplik fabrikası kurma hedefinden söz edilmiştir.[25]
Atatürk, 1937’de Celal Bayar başkanlığındaki hükümete “en kısa yoldan, en ileri ve en refahlı Türkiye idealine ulaşmak” için yeni ekonomik hedefler göstermiştir. Bu hedefler doğrultusunda hazırlanan Celal Bayar’ın üç yıllık maden işletme ve dört yıllık sanayileşme planlanı,[26] kamuoyunda büyük heyecan yaratmıştır.[27] Bayar’ın sanayileşme planında, Doğu Anadolu’yu doğrudan etkileyecek Trabzon limanı ile Sivas’ta çimento ve Motor fabrikaları, Iğdır pamuklarını işlemek için Erzurum’da iplik fabrikası kurulması da yer almıştır. Ayrıca programda öngörülen üç şeker fabrikasından ikisinin Doğu illerinde inşası planlanmıştır.[28]
Erzurum’da kurulacak iplik fabrikası için gereken elektrik enerjisinin Tortum şelalesinden elde edilmesi için mühendisler grubuna incelemeler yaptırılmış ve buradan elde edilecek enerjiyle “bütün Doğu’nun, bilhassa Erzurum’un mühim bir sanayi merkezi olması kabiliyetini kazanacağı” anlatılmıştır.[29]
Atatürk döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde 6.124 işyeri açılmıştır.[30]
Atatürk, 1930’larda Doğu’da bir “üniveriste kurma” talimatı vermiştir. Bu doğrultuda bugünkü Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuştur.[31]
Rahmi Doğanay, “1930-1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları” çalışmasının sonucunda, genç Cumhuriyetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok yatırım yaptığını doğrulamıştır:
“Doğu Anadolu, Birinci Sanayi Planı çerçevesinde maden, dokuma ve sigara sanayi gibi birçok endüstriyel kuruluşa kavuşmuştur. Kaldı ki; bu dönem kalkınma ve sanayileşme hedefleri bölgesel gelişmeyi değil, bütün ülkenin topyekün gelişmesini hedeflemiştir. İkinci Sanayi Planı ise daha geniş kapsamlı olmakla birlikte uygulamada dünya ve Türkiye’nin olağanüstü şartları içinde daha etkisiz kalmıştır.(…)
İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren ülkenin tümüyle bayındır ve mamur hale getirilmesi konusunda izlenen iktisadi politikalar hem devletin sorumluluk alması, hem de özel teşebbüsün yatırımlar için teşvik edilmesine yöneliktir. Birkaç kez çıkarılan Sanayii teşvik Kanunları da iktisadi gelişmeyi sağlamak amacını taşımaktadır. Birinci ve İkinci Beş yıllık Sanayi Planları da ülkenin her tarafı için olduğu kadar, Doğu Anadolu’da devlet ve özel teşebbüs yatırımlarının yaygınlaştırılması yönünde hedefler koymuş, Atatürk de yurt gezilerinde bölgenin özelliklerine göre yapılacak yatırımlar açısından görüşlerini beyan etmiştir. Ayrıca bu gezilerde yatırımları teşvik amacı da dikkate alınmıştır..”[32]
Ramazan Topdemir de, “Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politkası ve GAP” adlı kitabında, Atatürk döneminde genç Cumhuriyetin ayrım yapmadan “yurdun her tarafını” kalkındırmak için çok büyük yatırmlar yaptığını, özellikle tarımla uğraşan köylüye büyük kolaylıklar sağladığını ifade etmiştir:
"Ülkenin en uzak köşelerinde bile halkın huzuru ve güvenliği öylesine sağlanmıştır ki bunu geçmişin en sakin dönemleriyle karşılaştırmak bile yersiz olur. Herkes güven içinde tarlasında çalışmakta ya da zanaatını yürüttüğü yerde işin başındadır. Bu insanlar çalışmalarının sonuçlarından yararlanabileceklerinden emin ve bunların ellerinden zorla alınamayacağının güveni içindedirler. Ekonomi, eğitim sosyal yardım konularında şimdiden somut sonuçlar alınmıştır. Daha önceden var olan tarım okullarına Bursa’da, Balıkesir’de İzmir’de, Adana’da, Erzincan’da beş yenisi eklenmiştir. Savaşın ve değişmelerin işlemez hale getirdiği Ziraat Bankası yeniden çalışır hale getirilmiş ve birçok yerde şubeler açılarak halkın yardımına koşulmuştur. Pek çok sığınak ve göçmen refahları yönünden uygun yerlere gönderilerek yerleştirilmiştir. Bu işin daha çok yürütülmesi için özel yardım bankaları kurulmak üzeredir.
Köylülere önemli düzeyde iki buçuk milyon liralık tarım aletleri dağıtılmıştır ve dağıtım sürdürülmektedir. Ayrıca köylülere tarım araç, gereçleri vermek gerektiğinde bunları onarmak amacıyla sermayesinin yüzde 70`ine katıldığımız bir şirketle anlaşma yapılmak üzeredir. Bu anlaşma çiftçileri çok memnun edecek ve onların yararına olacaktır.”
Atatürk’ün Güneydoğu Anadolu bölgesine yönelik en önemli projesi, Atatürk öldükten sonra hayata geçirilen GAP Projesi’dir. Tarihin en büyük dehalarından Atatürk, "Buraya bir insanlık gölü inşa edelim" diyerek GAP’ın ilk adımını 1934 yılında atmıştır.[33] Atatürk’ün talimatıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki mevcut su kaynaklarından elektrik elde edilmesi için 1936 yılında Elektirk İşleri Etüd İdaresi kurulmuştur. “İdare, ‘Keban Projesi’ ile yoğun etüdlere başlamış, Fırat Nehri'nin her açıdan tetkiki ve sonuçlarının tespiti için rasat istasyonları kurmuştur. 1938 yılında Keban boğazında jeolojik ve topoğrafik etüdlere başlanmıştır. 1950-1960 yılları arasında gerek Fırat gerekse Dicle üzerinde Elektrik İşleri Etüd İdaresi tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verilmiştir”[34].Böylece GAP’ın alt yapısı hazırlanmıştır.
Atatürk, Doğu’yu nasıl görmek istediğini; Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Tunceli gezisinde yanındaki Sabiha Gökçen’e şöyle ifade etmiştir:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor Gökçen… Geçtiğimiz yerlerde fabrikaları görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektirkle donanmış köyler, küçük, fakat canlıi tertemiz, sağlıklı insanların yaşayabileceği evler, büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum.
Gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum.
İstanbul’da ne medeniyet varsa, Ankara’ya da ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl mamur kılıyorsak, yurumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum. Ve bunu çok ama çok yapmak istiyorum.
Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil. Mamur olmalı Türkiye’nin her bir tarafı, müreffeh olmalı…
Devletin yapamadığını, millet; milletin yapamadığını devlet yapmalı. her şeyi yalnız devletten ya da her şeyi yalnız milletten beklemek doğru olmaz. Devlet ve millet ülke sorunlarını göğüslemede daima elele olmalıdır.
Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun, benim kitabımda yok. Geleceği, geleceğin Türkiyesi’ni, düşünmek görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da verdceğiz… Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım.”
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da fabrikalar, ekili tarlalar, düzgün yollar, elektirkli köyler, tertemiz, canlı ve sağlıklı insanların yaşayacağı evler, gürbüz çocuklar ve büyük yemyeşil ormanlar görmek isteyen Atatürk’ün en büyük amaçlarından biri bütün Türkiye’nin olduğu gibi Doğu’nun da kalkınmasıdır!...
Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin tüm Türkiye’yi olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kalkındırmak için yaptığı bu çalışmalar, asırlardır bölge halkını sömüren feodal unsurların; ağaların, şeyhlerin ve şıhların tepkisini çekmiştir. Genç Cumhuriyetin bu yatırımları devam ederse bölge halkı üzerindeki nüfuzlarını tamamen kaybedeceklerini düşünen bu feodal unsurlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen ayrılıkçı unusurlarla anlaşarak, genç Cumhuiyete başkaldırmışlardır. Genç Cumhuriyetin “çağdaşlaşmaya” yönelik devrimlerini, “dinsizlik” olarak adlandırıp, bu yönde propaganda yapan feodal unsurlar, bölgede yapılan yolları, köprüleri, santralleri tahrip ederek karakollara saldırmışlardır.
İşte, 1937-1938 Dersim isyanı, böyle bir ortamda patlak vermiştir.
NOT: Ayrılıkçı Kürtçü hareketi, yakın tarihimizdeki Kürtçü isyanları, Kürtçü hareketin arkasındaki emperyalizm desteğini ve Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı sırasındaki Kürt poltikasını bütün bilinmeyenleriyle CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2.KİTAP'ta derinlemesine anlattım....
Sinan MEYDAN
15 Ağustos 2011
Kaynaklar-Dipnotlar
[1] 14 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen 2510 sayılı kanun.
[2] İskan Kanunu hakkında bkz. Fikret Babuş, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Sosyal Politikalar Çerçevesinde Göç ve İskan Siyaseti ve Uygulamaları, İstanbul, 2006.
[3] Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul, 1980, s.454 vd.Doğu Perinçek, “Cumhuriyet Döneminde Kamulaştırma”, Teori, S.134, Mart 2001, s.32 vd. Ancak bu konundan beklenen verim alınamamıştır. Uygulaması uzun süreli olamamış, kısa süre sonra ağalar ve şeyhler gerei dönmüş ve devletin el koyduğu topraklar da kendilerine verilmiştir.
[4] Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, s.98 vd.
[5] Bkz. Doğu Perinçek, Atatürk’ün CHP Program ve Tüzükleri, İstanbul, 2008, s.182 vd.
[6] Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, s.52, 116-119
[7] age, s.113,114.
[8] age, s.119.
[9] age, s.152.
[10] Sait Aşkın, “Atatürk Döneminde Doğu Anadolu, (1923-1938)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 50, C.XVII, Temmuz, 2011
[11] agm.
[12] Örnek olarak Tunceli bölgesindeki yol işleri için her yıl 1.350.000 TL. olmak üzere üç yıllık program bütçeye, o günün koşullarında ayrı bir yük getirmiştir. Bkz. Ayın Tarihi, Haziran 1936, S.30, s.67.
[13] Tunceli, 4 Ocak 1936 tarih ve 3197 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Yeniden Dokuz Kaza ve Beş Vilayet Teşkiline ve Bunlarla Otuziki Nahiyeye Ait Kadrolar Hakkında Kanun” ile “il” yapılmıştır.
[14] Bu yasanın görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya: “...Burası 91 aşirete münkasımdır. 1876’dan bugüne kadar muhtelif zamanlarda Dersim üzerine 11 harekatı askeriye yapılmıştır. Halk cahil, biraz da toprağın fakirliği dolayısıyla fakir olur ve eli de silahlı bulunursa tabii böyle bir yerde vukuat eksik olmaz. Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da da böyle yerler vardır. ... Efkarı umumiyemize arzetmek isterim ki, memleketimizde anormal bir vaziyet yoktur” demiştir. Bkz. Ayın Tarihi, Ocak 1936, s.25, s.25 vd.
[15] Cengiz Özakıncı, “Dersim’den Tunceli’ye Yurttaş Hakları Devrimi, Dersim Dersi”, Bütün Dünya dergisi, S.2010/01, 1 Ocak 2010 , s. 62.
[16] agm, s.62,63.
[17] Bkz. Ramazan Topdemir, Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politikası ve GAP, İstanbul, 2011
[18] 1930’lu yıllarda Ergani madeni için üretim miktarı 7.500 blister olarak tasarlanmış ve bunun 1.200 tonu ülkenin ihtiyacına alıkonularak 6.300 ton ham bakırın dışarıya satılması düşünülmüştür. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Sanayi Planı, Ankara, 1973, s.51.
[19] 12.9.1929 Tarih ve 1/8350 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı. C.A. Karton No: 030.18. 1/5.45.17.
[20] Nisan 1935’te Van Gölü İşletme İdaresinin bütçesi hakkında Meclis’te yapılan görüşmeler sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şöyle demiştir “...Cumhuriyet Şeyh Sait vakasından ve onu takip eden hadiselerden sonra icap eden inzibat tedbirlerini tamamıyla aldı. Onu müteakip de oranın ümranını gözetti. Bu muntazam bir program halinde devam edecektir ve etmesi de lazımdır. Van Gölü İşletmesi Vapurları Van Gölü sahillerinin ve havalisinin birebir irtibat vasıtalarıdır. İki köy arasında, iki şehir arasında Devlet şosesini yaparken nasıl onun gelirini değil memleketin inkişafını gözetirse, Van Gölü’nün işletilmesinde kullanılan vapur ve sair vesaiti nakliye müteharrik bir köprü, bir şose telakki edilmelidir. Bu bir amme hizmetidir. Bir irat membaı değildir. Ve uzun yıllar böyle devam edecektir”
[21] 720 ton sigara üretim kapasitesine sahip Malatya’daki fabrikada çevre illerin tütünü de işlenmiştir. Ersal Yavi, Cumhuriyet Döneminde Doğu Anadolu, Ankara,1994, s.118-119
[22] 1939 yılında kurulan “Malatya Bez ve İplik Fabrikası” kısa sürede büyük bir üretim hızı yakalamış, Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan da yararlanarak 1941’de Malatya’daki 4 işyerinin toplam üretiminin %32.2’sini gerçekleştirmiştir. Yurt Ansiklopedisi, C.5, s.5455
[23] 8 Şubat 1938’de Almanlara ihale edilen Sivas çimento fabrikasının yapılış nedeni “şark vilayetlerimizle Orta Anadolu’da daha ucuza çimento satışını temin etmek” olarak kayıtlara geçmiştir..
[24]Aşkın, agm.
[25] “Okyar Hükümeti Programı”, T.B.M.M. Kütüphanesi.
[26] Başbakan Celal Bayar’ın bu ekonomik plan hakkında Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamanın tam metni için bkz.Ayın Tarihi, Eylül 1938, S.58, s. 19-22.
[27] Muhittin Birgen, “Celal Bayar’ın Üçüncü Planı”, Son Posta Gazetesi, 22 Eylül 1938.
[28] Bkz. Asım Us, “Çifte Plan İle İcraata Giriş”, Kurun Gazetesi, 20 eylül 1938; Ayın Tarihi, Eylül 1938, S.58, s.19-22.
[29] Ayın Tarihi, Temmuz 1938, s.55, s.9
[30] Ramazan Topdemir, “Atatürk’ün Güneydoğusu”, Hürriyet, 24 Eylül 2009.
[31] agm.
[32] Rahmi Doğanay, “1930-1945 Dönemi Doğu Anadolu Bölgesinde Uygulanan Sanayi Politikaları”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilgiler Dergisi, C. 10, S.2, Elazığ, 2000, s.229,230
[33] Bkz. Ramazan Topdemir, Atatürk’ün Doğu-Güneydoğu Politikası ve GAP, İstanbul, 2011.
[34] “GAP’ın Tarihçesi”, TC. Başbakanlık Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı İnternet Sitesi, (http://www.gap.gov.tr/gap/gap-in-tarihcesi).
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK'ÜN CAMİLERİ

ddd.jpg






İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı nedeniyle her yerde vıcık vıcık "din istismarı" ve “Osmanlı seviciliği” yapılan bu günlerde, ben Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün çok az bilinen bir özelliğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu ülkede sürekli birileri İsmet İnönü’nün cami kapattırdığını söylerken (ki bu kocaman bir yalandır.) nedense hiç kimse Atatürk’ün cami yaptırdığını, cami yapımına katkıda bulunduğunu söylemez[1].

Oysa ki, Dünya yuvarlağının batısında ve doğusunda ilk okunan ezanlarda Atatürk'ün de katkısı vardır.

“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim!

Şöyle ki:

Fransa’daki Paris Camii (la Mosquée de Paris) ve Japonya’daki Tokyo Camii (Tokyo Jamii Mosque)
Atatürk’ün yardımlarıyla tamamlanmıştır.Her iki camide de Atatürk'ün katkısı vardır[2] Dahası, Kurtuluş Savaşı'nda büyük zarar gören Eskişehir Mihalıççık Camii de bizzat Atatürk tarafından yeinden yaptırılmıştır. Bu yazımı okumdan önce lütfen Atatürk ve İnönü döneminde yaptırılan ve tamir ettirilen onlarca cami için "CAMİ YALANLARINA YANIT VERİYORUM" yazıma bakınız!
Atatürk Diyor ki: "O Camileri Bir An Önce Tamir Edip Koruyun"


Atatürk'ün ihtiyaç olduğunda cami yaptırdığı gerçeği bu toplumdan bilinçli olarak saklanmıştır. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde Atatürk döneminde yaptırılan tamir ettirilen yüzlerce caminin belgesi vardır.Atatürk ayrıca özellikle tarihi camilerin ve türbelerin korunmasına büyük önem vermiştir.
Örneğin Atatürk, 1931 yılındaki Konya gezisinde Selçuklu döneminden kalan Alaaddin Camii’nin ve ek yapılarının orduya tahsis edildiğini görünce bu durumdan çok rahatsız olmuş, Başvekil İsmet İnönü’ye çektiği bir telgrafla derhal caminin ve ek yapılarının boşaltılıp restorasyonunun yapılmasını istemiştir.
İşte o telgraftan bir bölüm:
Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine,
1. (...) Son tetkik seyahatimde muhtelif yerlerdeki müzeleri ve eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim (…)
2. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabi içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetlerinin hakiki mimari şaheserleri sayılacak kıymette bazı mebani vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahip Ata Medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Cami derhal ve müstecelen tamire muhtaç haldedir. Bu tamirin gecikmesi, bu abidelerin kamilen indriasını mucip olacağından, evvela asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kaffesinin mütehassıs zevat nazaretile tamiri temin buyrulmasını rica ederim. Gazi Mustafa Kemal.”
(Atatürk’ün, Başbakan İsmet Paşa’ya gönderdiği 22 Mart 1931 tarihli telgraf.)
Bu belge “cami düşmanı” olarak suçlanan genç Cumhuriyetin ve CHP’nin kurucusu Atatürk’ün özellikle tarihi camilerin ve türbelerinin korunmasına büyük önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Atatürk, özellikle Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahip Ata Medresesi, cami ve türbesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Cami’nin derhal tamir edilmesini; ayrıca asker işgalinde olan camilerin de derhal boşaltılarak tamir edilmesini istemiştir. Bu nedenle özellikle tarihi camilerin gördüğü zararlardan Atatürk’ü sorumlu tutmak son derece yanlış ve gerçek dışı bir yaklaşımdır. Atatürk, Türkiye’deki bütün tarihi eserler gibi camilerin de aslına uygun olarak restore edilerek korunmasını istemiştir.
PARİS CAMİİ (la Mosquée de Paris)

Mustafa Kemal Atatürk, Paris Camii´nin yapımı için «bizim de çorbada tuzumuz bulunsun» diyerek, aralıklarla belli bir miktar para göndermiştir. Atatürk´ün ölümünden sonra bu yardım kesilmiştir.[3]

Paris Camii ve Enstitüsü Rektörü Abbas Bencheikh El Hocine “Mustafa Kemal Atatürk´den Paris Camii´nde ışıklar ve izler bulunduğunu ifade ederek bu gerçeği doğrulamıştır[4]

Caminin şeref defterine göre de II. Abdülhamit’le ve M. Kemal Atatürk’ün Paris Camisi’nin inşasına maddî ve manevî katkıları olmuştur.[5]


TOKYO CAMİİ (Tokyo Jamii Mosque)


Avrupa’da Paris Camii’nin yapımına katkıda bulunan Atatürk, Asya’da ise Tokyo Camii’nin yapımına katkıda bulunmuştur.
1931 yılında Türkiye’ye gelip Atatürk’ü ziyaret eden Japon Elçisi Torijori Yamada, Atatürk’le yaptığı görüşmede, Atatürk’e, Tokyo’da Kazan Türklerince yaptırılmasına karar verilen bir camiye yardım etmesini teklif etmiştir. Yamada'ya göre Atatürk de bu teklifi kabul ederek 1938’de tamamlanan Tokyo Camii’ne katkıda bulunmuştur. (6)
Bu nedenle olsa gerek ki, Tokyo Camii'nin 1938'deki açılışı sırasında cami içine Japonya bayrağıyla birlikte sadece Türkiye bayrağı asılmıştır.(7) Bu durum bu iddiayı daha da kuvvetlendirmektedir.
Sunay Akın’ın o tatlı heyecanıyla biraz da abartarak dediği gibi:Bu millet şunu biliyor mu! Bu gezegenin en doğusundaki (ve batısındaki) sabah ezanının ilk okunduğu camiyi Mustafa Kemal Atatürk yaptırmıştır.”
Aslına bakılacak olursa genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında dış ülkelerdeki cami yapımıyla ilgilenecek, bu camilere para yardımı yapacak lüksü ve gücü yoktur.Genç Cumhuriyet daha çok Türkiye'deki, camilerin onarım işiyle ilgilenmiştir. Ancak emperyalizmi dize getiren ilk Müslüman olan Atatürk, dünya Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı'na yaptıkları yardımı da hatırlayarak- dünya Müslümanlarına sembolik de olsa yardım etmeyi uygun görmüş olabilir. Üstelik o bu sembolik yardımları hiçbir zaman "gösteriş" malzemesi de yapmamıştır. Eğer bu iddialar doğruysa gerçekten böyle yardımlar yapılmışsa, bu yardımlar son derece sesiz ve gösterişsiz bir şekilde yapılmıştır. Bu arada bu iddiaları (tezleri) tam olarak doğrulayacak çok ciddi belgelere de ulaşma aşamasında olduğumu belirtmeliyim!
ESKİŞEHİR MİHALIÇÇIK CAMİİ (Aşağı Camii)

Atatürk'ün Paris'te ve Tokyo'da cami yapımına katkıda bulunduğu iddialarına burun kıvıranlara o kadar uzaklara gitmeden bizden bir örnek verelim. Atatürk, Erzurum Kongresi`nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olan Mihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Metin aracılığıyla 5 bin lira gönderip, Yunanlılar`ın işgal sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır. Üstelik bu bir iddia (tez) değil gerçeğin taa kendisidir.
Atatürk`ün tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihallıççık`tadır ve `Aşağı Camii` veya "Mihalıççık Atatürk Camii" diye adlandırılmaktadır.
Ali Çavuş (Metin), Atatürk’ün en yakınlarındandır. Ailesi aslen Malatyalı’dır. 1877-78 yıllarındaki Osmanlı-Rus savaşı sırasında, aile Eskişehir’e göçmüş, eski ismiyle Mihalıççık “Çukurviran” köyüne yerleşmiştir. Bilahere babası Hacı İsmail, aileyi Mihalıççık’a getirmiştir. Babasından dolayı da “Hacıların Ali” diye anılmıştır.
Ali Metin Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nın en hızlı olduğu dönemde 1915 yılında, daha 18 yaşındayken askere alınmıştır. O zamana göre iyi bir eğitimi vardır. Bunun için de Sivas’ta askerken “Küçük Zabit Mektebi”ne alınmış. Burada Enver Paşa’nın dikkatini çekmiş, onun karargahında hizmet vermiştir. Savaştan yenilgiyle çıkmamız üzerine tekrar Anadolu’ya dönmüş, Kazım Karabekir Paşa’nın başında bulunduğu 15. Kolordu’da askerliğine devam etmiştir.Orada da kendisini göstermiş. Atatürk’ün Erzurum’a gelmesi üzerine Karabekir Paşa, Ali Metin’i, 3 Temmuz 1919 günü Atatürk’ün hizmetine “Emir çavuşu” olarak vermiş, Atatürk’ü ölümüne kadar, özellikle Kurtuluş Savaşı süresince yakınlığı devam etmiştir. Atatürk’ün yemeklerini Ali Çavuş yapmıştır.
Halk dilinde “Aşağı Cami”, asıl ismiyle “Cami-i Kebir” 1302(1886) yılında Sivrihisarlı Hacı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. O tarihlerde Mihalıççık, Sivrihisar’a bağlı bir kasabadır. Mihalıççık da Yunan işgaline uğramıştır.Cami, Yunanlılar tarafından tahrip edilmiştir. Uzun süre tamir edilememiştir. Ta ki, Atatürk yeniden yapımı için 5 bin lira gönderinceye kadar.
Özetle, Ali Metin’in vesile olmasıyla Atatürk, 5000 lira vererek Mihalıccık Camii'nin yeniden yapılmasını sağlamıştır. (8)
ATATÜRK EDİRNE SELİMİYE CAMİİ'NDE

7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Paşa Camii’nde öğle namazı kılan ve bir hutbe veren Atatürk, özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında öğle ve Cuma namazlarını, Anadolu’nun değişik şehirlerindeki (Havza, Amasya, Ankara, Balıkesir gibi) değişik camilerde kılmıştır. Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra da yurt gezilerinde özellikle tarihi camileri ziyaret etmeye büyük özen göstermiştir.

Örneğin Atatürk, Edirne ziyaretinde Edirne Selimiye Camii’ne gitmiştir.
wer.jpg
Atatürk Edirne'de Selimiye Camii ve Külliyesini gezerken. (25 Aralık 1930)
Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı açıklamalar yapmıştır:

Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:

Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.” Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.(9)


ATATÜRK'ÜN CAMİ ARAŞTIRMALARI

Atatürk, ayrıca belki de Türk siyasetçileri arasında ilk ve tek “cami araştırması” yapan liderdir. İslam tarihinde ilk camilerin nasıl ortaya çıktığını merak eden Atatürk, Leon Caetani’nin “İslam Tarihi” adlı eserinin 3. cildinde “Caminin Kökeni”, “Medine’de Caminin Kurulması” başlıkları altındaki satırlarla ilgilenmiş, önemli bulduğu satırların altınız çizmiş ve sayfa kenarlarına bazı notlar almıştır.(10)
***
Atatürk, hiçbir zaman İslamla kavgalı olmamıştır; o gericilikle, bağnazlıkla, Arapçılıkla savaşmıştır. Herşeyden önce o kendini hep emperyalist Batıya meydan okuyan bir Müslüman, bir Doğulu olarak görmüştür. Doğu’nun sanatını, kültürünü, mimarisini, yaşam birçimini en mükemmel biçimde yaşatmaya ve tanıtmaya çalışmıştır. Mensup olduğu dinle her zaman gurur duymuştur. Dinle ve dindarla değil, hurafeyle ve dinciyle (yobazla) mücadele etmiştir. (Atatürk'ün din anlayışı konusunda Türkiye'deki en kapsamlı çalışma için Bkz. Sinan Meydan, ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2009 ).

Not: Biliyorum, bu yazımdan sonra yine, Atatürk’ün dinle, Kuran’la, camiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığına inanmak isteyen bazı Tanrıtanımazlarca ve bazı Yobazlarca ağır hakaretlere maruz kalacağım, ezberi bozulanlarca çirkin saldırılara uğrayacağım: Ama GERÇEK ATATÜRK’ÜN ortaya çıkarılması adına bütün bu hakaretlere ve saldırılara göğüs germeye devam edeceğim…
Not: "Atatürk'ün İslam Dinine Hizmetleri" başlıklı yazımı da öneririm.
Sinan MEYDAN

12 Ağustos 2011

Kaynaklar - Dipnotlar

[1] “İsmet İnönü camileri kapattırdı, han, hamam, otel tuvalet yaptırdı” yalanına verdiğim belgelere dayalı cevabı, “Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap” adlı eserimde bulabilirsiniz.

[2] Paris Camii 1926 yılında, Tokyo Camii ise 1938 yılında tamamlanmıştır.

[3] Üzeyir Lokman Çaycı’nın Paris Camii ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine’le yaptığı röportajdan; Üzeyir Lokman Çaycı, “Paris Camisinde Atatürk’ten Işıklar ve İzler Var”, Aktüel dergisi, 26 Eylül 2009.

[4] Çaycı, agm.

[5] İsmail Yakıt, “Birikimli ve Bulunmaz Bir Dost Prof. Dr. Hüseyin Ayan Hoca”, AÜ, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.39, Erzurum, 2009. s.1.
[6] Hakan Yılmaz, “Yamamada Torijori: Abdülhamit’ten Türkçe Öğrendi Atatürk’e Japonca Öğretti”, Zaman gazetesi, 6 Mayıs 2006. (Elimizde, Yamada'nın Atatürk'e Japonca öğrettiği iddiasını doğrulayan hiçbir somut belge yoktur.) Tokyo Camii üzerine yazılan az sayıdaki kitapta ve Tokyo Camii sitesinde "Atatürk ve Tokyo camisi hakkında hiçbir bilginin" olmamasının kanımca iki temel nedeni vardır: Birincisi bu konuda yeterli araştırma yapılmamış olması, yapılsa bile bu konudaki iddianın inandırıcı bulunmaması, ikincisi ise bazı çevrelerin Atatürk'ün cami yapımına katkıda bulunmuş olması ihtimalinden bile fena halde rahatsız olmalarıdır.
(7) Ahmet Uzunoğlu, Tokyo Camii, Ankara, 2003, s.12 (Fotoğrafta japon ve Türk bayrakları açıkça görülmektedir.)
(8) Ali Metin Çavuş’tan nakleden Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, İstanbul, 2005, s.156.
(9) Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İstanbul, 2006, s.390.
(10) BKZ Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009, s. 657 vd.
Torijori Yamada'nın yazdığı kitaplar şunlardır:
Yamada, Torajiro (1896). Letter addressed to Soho TOKUTOMI. No.2. Tokutomi Soho Memorial Hall Shiozaki Foundation.
Yamada, Torajiro (1899). “Toruko Jijo”. Taiyo, Volume 5, No.20.
Yamada, Torajiro (1911). Toruko Gakan. Hakubunkan.
Yamada, Torajiro (1939). “Kaikyo Gojunen no Toruko” Kaikyoken. 3-3/4.
Fotoğraflar
1atat%203.jpg
Atatürk’ün Yapımına katkıda bulunduğu iddia edilen Tokyo Camii (1938)
1atat.jpg
Atatürk’ün yapımına katkıda Bulunduğu Paris Camii (1926).


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...adaki-ezanlarn-srr&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

ATATÜRK, RAMAZAN VE KURAN! “Yobazın ve Çakma Atatürkçü'nün Ezberini Bozacak Gerçek”

ddd.jpg






BÜYÜK GÜNAH Atatürk düşmanlarının öteden beri Atatürk’e saldırmak için kullandıkları en önemli yöntem, Atatürk’ün “dinsiz” olduğu ve “dindarlara baskı yaptığı” şeklindeki yalanı durmadan tekrarlamaktır. Şüphesiz ki, dünyanın en büyük devrimcilerinden birini, milleti için yapıp ettikleriyle değil de “inanıp inanmadığıyla” değerlendirmek, ancak az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine has bir durumdur. Maalesef aydınlanması yarım kalmış olan ülkemizde de Atatürk gibi bir “dünya lideri”, milleti için yapıp ettikleriyle değil de dini inancıyla değerlendirilmektedir. Her şeyden önce bu durum çok ama çok üzücüdür. Yokluk ve yoksulluk içindeki bir toplumda önce emperyalizmi dize getiren sonra da yarı bağımlı ve geri kalmış bir ümmet impratorluğundan çağdaş bir ulus yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Atatürk ile Allah arasında” kalması gereken din-inanç konusundaki tutumuna göre değerlendirilmesi, (gerçekten inanlar için söylüyorum) herşeyden önce günahtır! Çünkü din, Atatürk’ün de dediği gibi, “ALLAH İLE KUL ARASINDAKİ BAĞLILIKTIR”.
Atatürk'ün inanıp inanmadığı, az yada çok inandığı kişisel bir tercih olduğundan sadece Atatürk'ü ilgilendirir, ancak "Atatürk'ün din düşmanı olduğu,dindarlara baskı yaptığı" iddiası herkesi ilgilendirir, bu nedenle de üzerinde durulması gerekir. Atatürk'ün hayatı incelendiğinde onun hayatının hiçbir döneminde hiçbir dine ve hiçbir din mensubuna kötü gözle bakmadığı, hangi dinden olursa olsun bütün dindarlara saygıyla yaklaştığı, hiçbir din mensubuna baskı yapmadığı görülecektir. Atatürk, "Her türlü düşünceye ve inanışa saygılıyız" diyerek laiklik ilkesini hayata geçirmiştir.

ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA
kitap2.png

Atatürk düşmanları, Atatürk’ü Müslüman-Türk milletinin gözünden düşürmek için Atatürk’e “dinsiz” diye iftira atmışlar, genç nesilleri bu çirkin iftirayla zehirlemişlerdir. İşin asıl şaşırtıcı tarafı, kendisini "Atatürkçü" diye adlandıran bazı çevrelerin ise Atatürk'ü yüceltmek adına onu "dinsiz" diye adlandırmış olmalarıdır. Yani, bir grup "aşağılamak" için, bir başka grup ise "yüceltmek" için Atatürk'ün "dinsiz" olduğunu iddia etmiştir. Yani hiçbir konuda anlaşamayan dinci-yobaz ile ateist çakma Atatürkçü "ATATÜRK'ÜN DİNSİZLİĞİ" noktasında söz birliği etmiştir. Örneğin ben Atatürk'ün "dinsiz olmadığını" iddia ettiğim için hem Atatürk düşmanı yobazların hem de bu çakma Atatürkçülerin saldırısına uğramaktayım.
Her neyse...
Din bezirganı Atatürk düşmanlarının ve ateist çakma Atatürkçülerin Atatürk’e yönelik bu asılsız iddialarına cevap vermek için 15 yılımı vererek tam 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı bir kitap yazdım. Bu kitapta Atatürk’ün din anlayışını, doğumundan ölümüne kadar çok ayrıntılı bir şekilde belgelere dayalı olarak inceledim. Neredeyse bütün arşivlere girdim, yerli yabancı bütün kaynakları taradım. Ve 15 yıllık çalışmalarım sonunda Atatürk’ün bu ülkeye gelmiş geçmiş EN BİLİNÇLİ VE EN SADE İNANANLARDAN biri olduğunu gördüm. Araştırmalarım sonunda; Atatürk’ün inancını kendi içinde yaşayan, toplumun herşeyden önce dinini ANLAMASINI isteyen, bunun için DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ geliştiren, din istismarıyla ve yobazlıkla savaşan, başka inançlara saygı duyan "kendince samimi bir dindar" olduğunu gözler önüne serdim…

Burada Atatürk ve din konusundaki 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı özetleyecek değilim; bu yazımda RAMAZAN AYI nedeniyle RAMAZAN AYLARINDAKİ ATATÜRK‘TEN kısaca söz etmek istiyorum.

RAMAZAN AYLARINDAKİ ATATÜRK

Atatürk çok özgün bir din anlayışına sahiptir. Bu nedenle zaman zaman Atatürk’ün din konusunda söyleyip yazdıkları bizleri şaşırtabilir. (Örneğin, Medeni Bilgiler’deki din eleştirlileri… Ancak bütün bunların bir açıklaması vardır. Bu açıklamaları “Atatürk İle Allah Arasında“ adlı kitabımda bulabilirsiniz.

Atatürk, İslam dininin sosyal ve toplumsal boyutuna çok fazla önem vermiştir. Müslümanlar için kutsal ayların ve günlerin toplumsal dayanışmayı, birlik ve bütünlüğü pekiştirdiğini düşünen Atatürk, özellikle Ramazan ayına çok büyük bir önem vermiştir.

Atatürk, Ramazan aylarındaki manevi havadan etkilenmiştir: zaman zaman oruç tutmuş, oruç tutanlara kolaylıklar sağlamış, onlara büyük bir saygı duymuş, hatta Ramazan aylarında bazı kişisel zevklerinden (alkol almak, ince saz heyeti dinlemek gibi) vazgeçmiş, dahası sıkça Kuran okumuş veya özel hafızına Kuran okutarak dinlemiş, akşamları hafızları çağırtarak onlarla Kuran ve din sohbetleri yapmıştır…

Şimdi gelin lafı fazla uzatmayalım ve tanıklara kulak verelim.
Önce Atatürk’ün uşağı Cemal Granda‘yı dinleyelim:
“… Ramazanlarda Kadir gecesi ağzına kadehini koymazdı… Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. Bazen Mevlit dinlediği de olurdu. Miraç bölümünde, ‘Gerçeklere çıktı Mustafa’ denince gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük. İnanışı samimiydi. Bence Allah’a inanıyordu.”

Atatürk Ramazan aylarında Dolmabahçe Sarayı’na gelen ve oruç tutan misafirlerine özel ilgi göstermiş; iftar sofrasıyla bizzat ilgilenmiş, ibadet etmek isteyenlere yer göstermiştir.

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım bu konuda şunları söylemiştir:

“…Her Ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir gecesi bana iftara gelirdi. O gün, imkan bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi.”


Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule Hanım’a; “Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme…” diye hatırlatmada bulunup, hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir.

Atatürk’ün özel hafızı Hafız Yaşar Okur, Atatürk’ün Ramazan aylarındaki davranışlarını şöyle gözlemlemiştir:

“… Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kuran’ı Kerim’den bazı sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.

Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikyu camilerinde şehitlerin ruhuna Hatim-i Şerif okumamı emrederlerdi. O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle cami hıncahınç dolardı…”


Görüldüğü gibi Atatürk Ramazan ayları boyunca bazı alışkanlıllarından da uzak durmuştur. Örneğin incesaz heyetini Çankaya’ya sokmamış, Kandil Geceleri saz çaldırmamıştır. Ayrıca Kuran-ı Kerim okumuş, çeşitli camilerde de şehitlerin ruhlarına Hatim-i Şerif’ler okutmuştur. Atatürk’ün bütün bu davranışları, onun Ramazanın anlam ve önemini idrak etmiş inanca saygılı son derece sade bir Müslüman olduğunu kanıtlamaktadır.

Şimdi de Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu‘ya kulak verelim:

“Atatürk otuz ramazan geceleri başta Saadettin Kaynak Hoca olmak üzere o devrin hafızları olan Hf. Yaşar, Hf. Zeki, Hf. Küçük Yaşar, Hf. Burhan, Hf. Hayrullah beyleri davet ederdi ki bu hafızlardan Hafız Yaşar aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Alaturka Müzük Şefi’ydi. 1930 yılında emekli oldu. Ama ölene kadar hep Atatürk’ün yanındaydı. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk ona ‘Okur’ soyadını vermiştir. Atatürk davet ettiği bu hafızlardan tek tek din konusunda bilgiler alırdı. Ayrıca çok üzerinde durduğu Türkçe Kuran’ı Kerim hakkında görüşlerini de sorardı.

Yine bir Ramazan ayı gecesinde Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda aceleyle beni çağırttı. Derhal makamına girdim. O gece sofra şefimiz İbrahim Bey izinli olduğundan, benim görevim olmadığı halde düzenimi ve intizamımı beyendiğinden olacak beni istemişler. Odaya girdiğimde, ‘Nuri oğlum hafızlar gelecek . Bu gece hafızların seslerini aksi sedasıyla daha güzel dinlemek için muayede salonundaki hususi daireye yemek masasını kurun, ama acele ha: kaç dakikada kurabilirsin?’ Pek tecrübelisi olduğum bir konu değildi. Derhal lazım gelen emirleri gerekli kişilere tebliğ ettim, herkes işe koyuldu. Hakikaten tam otuz dakika sonra herşey tamam gibiydi. Sevdiği çiçekleri de elimle tam masaya koyarken Atatürk, misafirleriyle birlikte gelmez mi? Masanın yanına geldi. Şöyle bir göz ucuyla masayı düzeni süzdü ve bana dönerek: ‘Aferi Nuri, İbrahim’i aratmamışsın, çiçekler de pek güzel…’ diye iltifatta bulundu. Zaten hep güzel şey yaptığımızda takdir ederdi. Amma bir de yanlış mı, hata mı yaptın, sadece bir bakardı ki, o bile yeterdi, içimize işlerdi.

Salona girdiler, sandalyeleri çekip oturdular, yemeğe başladılar. Konu yine Türkçe Kuran-ı Kerim’di. Atatürk hepsiyle ayrı ayrı ilgilendi. Kuran-ı Kerim’den okuttuğu duları zevkle dinledi.”


Nuri Ulusu’nun dediği gibi gerçekten de Atatürk özellikle DİNDE TÜRKÇELEŞTİRME ÇALIŞMALARINI başlattığı 1932 yılı Ramazan ayında sıkça tanınmış hafızlarla bir araya gelmiş, onlarla KURAN KONUŞMUŞ, KURAN OKUTUP DİNLEMİŞ, hatta bizzat KURAN OKUMUŞTUR.

Hafız Yaşar Okur‘u dinleyelim:

“1932′de Ramazanın ikinci günüydü. Atatürk ile Ankara’dan Dolmabahçe Sarayı’na geldik. Beni huzurlarına çağırdılar. ‘Yaşar Bey’ dediler. ‘İstanbul’un mümtaz hafızlarının bir listesini istiyorum. Ama bunlar musikiye de aşina olmalılar.”

Bu emir üzerine Hafız Yaşar Okur, İstanbul’un en tanınmış hafızlarından, Saadeetin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki Azasından Büyük Zeki, Muallim Nuri ve Burhan beylerin yer aldığı bir liste hazırlamıştır.

Sonraki gelişmeleri yine Hafız Yaşar Okur’dan dinleyelim:

“O ana kadar bunların niçin çağrılmış olduğunu ben de bilmiyordum. O gün anladım ki, tercüme ettirlmiş olan bayram tekbirlerini kendilerine meşk ettirecektir. Hafızlar ikişer ikişer oldular ve şu metin üzerine meşke başladılar. ‘Allah büyüktür…Allah büyüktür…’

Atatürk, Cemil Said Bey‘in Kuran tercümesini getirtti. Bizlerin tercüme konusunda tek tek fikirlerini aldıktan sonra hemen hemen sabaha kadar tartıştık. Daha sonra ayağa kalkarak ceketlerinin önünü iliklediler. Kuran-ı Kerim’i ellerine alıp Fatiha Suresi’nin Türkçe tercümesini açıp halka okuyormuş gibi ağır ağır okudular. Bu haeketleriyle bizlerin halka nasıl hitap etmemiz gerektiğini göstermek istiyorlardı.

Sonra Atatürk: ‘Sayın hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. İncil’de Aramca yazılmış ama sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz İncilini İngilizce, bir Alman İncilini Almanca okur. Herkes okunan mukabelelerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır” dediler.

Sonra yanındakilere: ‘Gazetelere haber verin, yarın camilerde okunacak surelerin Türkçe tercümesi de okunacaktır’ emrini verdiler.”

Atatürk, bu hafızlarla 1932 Ramazan ayında sıkça toplantılar yapmıştır: Camilerde Kuran okuyacak hafızlarla bizzat ilgilenmiş, hatta defalarca hafızlara Kuran’ın nasıl okunacağını göstermiştir.

Saaddetin Kaynak anlatıyor:


“Dolmabahçe Sarayı’nda büyük muayede salonunda saz takımı toplanmıştı. Atatürk bir imtihan ve tecrübe yapmaya hazırlanmış görünüyordu. Elinde Cemil Said’in Türkçe Kuran-ı Kerim’i vardı. Evvela Hafız Kemal’e verdi okuttu, fakat beyenmedi. ‘Ver bana, ben okuyacağım’ dedi.

Hakikaten okudu, ama hala gözümün önündedir, askeri kumanda eder, emir verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu.”

ATATÜRK'ÜN ORUÇ ARAŞTIRMALARI

Atatürk her konuyla olduğu gibi din konusuyla da “bilimsel” gözle ilgilenmiştir. Atatürk’ün dünyadaki diğer devrimcilerden en temel farklarından biri dini “akıl dışı” diye dışlamaması ve din üzerine de kafa yormasıdır.

Atatürk bir taraftan Ramazan aylarındaki manevi havayı solurken diğer taraftan oruç ibadetini anlamaya çalışmıştır. Okuduğu bazı kitaplarda “oruçla ilgili” bazı bölümlerin altını çizip, bazı notlar alması onun “orucu anlama” çabasının bir yansımasıdır.

Atatürk, Leon Caeteni‘nin “İslam Tarihi” adlı eserini okurken orucun anlatıldığı bazı satırların altını çizmiş, ve sayfa kenarlarına bazı özel işaretler koymuştur.

Örneğin, Hz. Muhammed’in, nefsine hakim olamadığı için hadım olmak isteyen İbn-i Mazun’a onay vermemesi; “nefsine hakim olmak istiyorsa oruç tutmasını” söylemesi, Atatürk’ün dikkatini çekmiştir:

“Peygamber onay göstermedi. Heveslerini yatıştırması için oruç tutmasını tavsiye etti.”

Atatürk, önemli gördüğü bu satırın altını boydan boya çizmiştir.

Atatürk, aynı kitapta ‘Ramazan bayramının ortaya çıkışını” anlatan bölümle de ilgilenmiştir.

“O sene (Hz) Muhammed taraftarlarına fitre zekatı vergisinin ödenmesini emretti. Bundan bir iki gün önce Müslümanlara bir konuşma yaptığı rivayet olunuyor. Ramazan ayı sonunda (Hz) Muhammed bütün ashabı ile birlikte şehirden çıkarak musallaya gitti. Salatül-iyd (bayram namazı) denilen namazı orada kıldı. Orucun bitimi bu namaz ile kutlanmış oluyordu. İlk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi…”

Önemli bularak bu satırların altını çizen Atatürk, ayrıca, “ilk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi” cümlesinin başına iki adet “X” işareti ve “Dikkat” anlamında bir “D” harfi koymuştur.

İşte, yobazın, liboşun, tatlısu solcusunun ve çakma Atatürkçü'nün “dinsiz” ve “din düşmanı” diye adlandırdığı ATATÜRK.
Aslında önemli olan Atatürk’ün inanıp inanmadığı, az ya da çok inandığı değil bu millet için yapıp ettikleridir. Onun bu millet için yapıp ettikleri, bu milleti seven herkesin (atesit, deist, Hıristiyan, Musevi, Müslüman vb...) ona sahip çıkıp, ona minnettar olması için yeterlidir.
Özet: Türkiye'de din düşmanları ile dincilerin birleştikleri tek ortak nokta "ATATÜRK'ÜN DİNSİZ OLDUĞU" inancıdır. Din düşmanları bunu "olumlu" bir durum olarak görürken, kendi dün düşmanlıklarına Atatürk ile meşruluk kazandırırken, dinciler bunu "olumsuz" bir durum olarak görüp, Atatürk düşmanlıklarına meşruiyet kazandırmaktadırlar.

Not: Atatürk ve din konusunda aklınıza takılan bütün soruların cevaplarını, Atatürk’ün din anlayışınının bilinmeyenlerini ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımda bulabilirsiniz…

Sinan MEYDAN

5 Ağustos 2011


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ini-bozacak-gercek&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

"KÜRT SORUNUNU KEMALİZM ÜRETTİ" YALANINA YANIT VERİYORUM

ddd.jpg


KÜRT SORUNU’NU KEMALİZM ÜRETTİ YALANI

Cumhuriyet tarihi yalancıları, Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün sorunların olduğu gibi “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin” de Kemalizm’in “yanlış politikalarından” kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Atatürk eğer Türk Devrimini gerçekleştirmeyip Türk Ulus Devleti’ni kurmasaydı, Osmanlı’daki haliyle Kürtler asla sorun olmayacaklardı!

Bu güdük tez, bugün yobaz-liboş ve tatlısu solcusu entellerin en çok rağbet ettikleri tezlerden biridir. Ama diğer tezleri gibi bu tezleri de temelsizdir, çürüktür, yanlıştır, yalandır…

Mesele onların iddia ettiklerinden çok ama çok başkadır.

Şöyle ki: “Kürt Sorunu”, daha doğrusu “Ayrılıkçı Kürtçü Hareket”, Osmanlı’nın klasik çağı diye bilinen Yükselme Donemi’nden, yani 16. yüzyıldan beri devam eden bir sorundur. Çok daha önemlisi, Kürt aşiretlerini “sorun” haline getiren de bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngörüsüz ve yanlış poltikalarıdır.

“Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik sözü vermişti” diye yalan söyleyerek bugün Ayrılıkçı Kürtçü Harekete tarihsel dayanak arayan Cumhuriyet tarihi yalancılarına, ben gerçek bir tarihsel dayanak vereyim. Alsınlar onu kullansınlar!


Osmanlı’nın Kürt Politikası

“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk Kütlere özerklik verdi” diyerek bugün “özerk Kürdistan” planları yapan Kürtçülerin eline “tarihsel dipnotlar” vermeye çalışan Cumhuriyet tarihi yalancıları, aslında Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin değil ama, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının Kürtlere özerklik verdiklerini bildikleri için her fırsatta “Osmanlı seviciliği” yaparak Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e saldırmaktadırlar.

1514 Çaldıran Savaşı’nda İdris-i Bitlisi liderliğindeki Kürt aşiret reisleri, Şah İsmail’in liderliğindeki Safevilere karşı Osmanlı’ya destek olmuşlar, Osmanlı ordusuyla birlikte Safevi Türkmenlere karşı mücadele etmişlerdir. Dönemin Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin bu yardımlarını ödüllendirmiş ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerine “bir tür özerklik” vermiştir.


Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yeniçerilerin huzursuzluğu artınca Amasya’ya dönen Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’da “düzenin sağlanması“ görevini İdris-i Bitlisi’ye vermiştir. İdris-i Bitlisi de 25 Kürt aşiretini biraraya getirerek, onları, “ Kızılbaşların-Türkmenlerin kökünü kazımaya“ teşvik etmiştir.

İdris-i Bitlisi, bu kararını Amasya’ya giderek Yavuz Sultan Selim’e bildirmiştir.

İdris-i Bitlisi’nin önerisi üzerine, Bıyıklı Mehmed Ağa, Diyarbakır bölgesi beylerbeyi yapılmıştır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, yayınladığı bir fermanla 33 Kürt beyine derebeylik hakkı vermiştir. Bu hak sayesinde Kürt aşiret beyleri, bulundukları köyün veya kasabanın sahibi olmuşlardır. Minorsky bu durumu, “Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Kürtler arasında derebeylik hayatının inkişafına müsait bir muhit çıkmıştı.” diye ifade etmiştir.

İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnamesi“nde yazdığına göre, “40 bin Kızılbaşın/Alevi Türkmenin başı kesilmiştir.“ İdiris-i Bitlisi, “Bir şafi ne kadar günahkar olursa olsun 7 Kızılbaş öldürürse cennete gider“ diyecek kadar büyük bir Alevi düşmanıdır. Binlerce “Alevi-Türkmen“ İdiris-i Bitlisi gibilerin katliamdan kurtulmak için “Sünni-Şafi Kürt“ kılığına bürünmüştür.

Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri Hakkında İçtimai Tetkikler“ adlı incelemesinde Türklerin tarih içinde nasıl Kürtleştiklerini, Diyarbakır ve Silvan’daki Karakeçililerin Kürtleşmesi olayı üzerinden anlatmıştır.

Yavuz Sultan Selim’in “Kürtleri, Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanma karşılığında” Kürtlere verdiği ayrıcalıkları, oğlu Kanuni Sultan Süleyman da devam ettirmiştir.

Aşağıdaki ferman Kanuni Sultan Süleyman’a aittir: “ (…) Yavuz Sultan Selim zamanında (…) Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaatları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi, ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip, mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (mülk) ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı; dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emri celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
Bey, öldüğünde eyalet kaldırılmayıp, bütün sınırlarıyla, padişah tapusu uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerinde kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yoluyla ebediyete kadar sürekli kullanıcısı olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona verilecektir.”

Cumhuriyet tarihini çarpıtmakla ün yapmış Araştırmacı Altan Tan ve onun gibilerin bugünkü “Özerk Kürdistan” yaklaşımının altında Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürt aşiret reislerine tanımış olduğu “haklar” ve “ayrıcalıklar” bulunmaktadır.
Altan Tan, bir kitabında “Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması”nı şöyle anlatmıştır:
“Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’a dönerken Amasya’da konakladı. Savaşta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında, Amasya’da buluşarak tarihi, Kürt-Osmanlı özerklik Anıtlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi…
"Altan Tan kitabında, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürtlere verdiği “özerklik” konusunda da şunları yazmıştır:

“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle babadan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.”

“Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen özerklik şartlarına göre Kürt emirleri, atalarından kendilerine intikal eden topraklarda bağımsız olarak geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler, eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir. Osmanlılar, yabancı bir devletle savaştığında, Kürt beyleri, kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışardan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılar da Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır. Kürt emirler, Osmanlı Devleti’ne her yıl tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.”


Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde bağıra çağıra, Atatürk’e ve Cumhuriyete “kin kusan” Altan Tan’ın yukarıdaki cümleleri, her şeyden önce, “ağır faşizm” kokmaktadır.

Altan Tan’ın, Kızılbaşlara karşı olmayı “müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunmak“ diye değerlendirmesi, egemen Sünni görüşün, klasik Alevi-Türkmen düşmanlığının bir yansımasıdır.

Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ve babası Yavuz Sultan Selim döneminde “Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren” Kürtlere, devlete gösterdikleri bu “öz kulluk” ve “dilaverlikleri” karşılığında “eyaletler”, “şehirler”, “köyler”, “mezralar”, “kaleler” ve “topraklar” vermiştir. Böylece Kürt aşiretlerinin “feodalleşme” süreci başlamıştır. Yani, Kürt aşiretlerini feodalleştiren veya mevcut feodal yapıyı daha da güçlendiren, Osmanlı padişahlarının “öngörüsüz” politikalarıdır.

Erdal Sarızeybek’in dediği gibi: “ İşte, o gündür bugündür, ‘ağalar’ Doğu’da hep ağadır, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Zeydan gibi, tıpkı Geylani gibi. O gün bugündür ‘mir’ ‘beyler’, hep mir ve beydir, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Dengir Mir Mehmet Fırat gibi. Bugün bize demokrasi, insan haklarından bahsedenler ortaya çıkıp da ‘Demokrasilerde ağalık, beylik olur mu!’ hiç demez, diyemez. Çünkü kendileri de bu sistemin bir parçasıdır. Cumhuriyet kurulalı 87 yıl olmuş, ama hala ağalar ağa, beyler bey, mirler mir, , şeyhler şeyhtir, geri kalanlar ise köylüdür, köylü kalmış, işçi kalmış ve hiç ‘hak ve söz sahibi’ olamamıştır. Şanlı Urfalıların deyimiyle ‘Maraba’ kalmış, yani ağanın yanında çalışan amele olmuştur. (…)

Demokrasilerde ‘söz hakkı olmayan insan’ olur mu hiç? Terör olayları nedeniyle göç etmek zorunda kalan iki milyon insanı bir kenara koyunuz. Doğu’da halkımızın çoğunluğu toprak sahibi olmadığı için ve Altan Tan’ın deyimiyle bu halk kitlesinin söz hakkı olmadığına göre, düşününüz böyle bir demokrasiyi, neredeyse hepimiz ‘maraba’ olmuşuz, ama haberimiz olmamış. Göçlerle kırsaldan şehirlere gelenlerin çoğunluğunun sorunları çözülmediği için yaşam zorluklarıyla karşı karşıya kaldıklarından dolayı mağdur halk kitlesine dönüşüp PKK çizgisindeki bir siyasetin tabanı haline gelmiştir. Aslında bunun da marabalıktan hiçbir farkı yoktur. Gerçek buyken, ülkemizde bu trajik gerçeğin adı ‘demokrasi’ olmuştur, insan hakları olmuştur, yazık…”

Osmanlı’nın “Kürtleri kullanma” karşılığında Kürtlere verdiği “ayrıcalıklar” bitmek tükenmek bilmemiştir. Örneğin, 1587 yılında padişah 3. Murat, Hakkari’deki Kürt beyine gönderdiği bir fermanda Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç sallamaya devam etmelerini istemiştir. “Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihat ede gelmişlerdir. (…) Din uğrunda çalışıp Kürt emirlikleri arasında faydalı ve adla anılır olasız.” diyen 3. Murat’ın sadece Kürtleri değil “dini” de çok rahat bir şekilde kullandığı görülmektedir.

Belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlı İmparatorluğu’nda “Tımar sistemi” çerçevesinde hiçbir topluluğa verilmeyen “özel mülkiyet” hakkı sadece Kürt aşiretlerine verilmiş, bu da Kürtlerin merkezden koparak“feodalleşmeleri sürecini” hızlandırmıştır.

Kürtleri olabildiği kadar “şımartan” Osmanlı İmparatorluğu, devletin “asli unsuru” Türkleri ise bir o kadar küstürmüştür. Osmanlı’nın özellikle 15. yüzyıldan itibaren Alevi-Kızılbaş Türklere-Türkmenlere yönelik saldırgan politikaları, Türklerin “ezilmeleri”, “sindirilmeleri” ve “devlet kademelerinden dışlanmalarıyla” sonuçlanmıştır.
İmparatorluğu “dönme-devşirmelere” teslim eden Osmanlı, 15 yüzyıldan itibaren Türklere “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) demeye başlamıştır. Ünlü Osmanlı tarihçisi Naima’ya göre Osmanlılar Anadolu Türklerini şu sözlerle tanımlamışlardır: “ Nadan Türk (Çaresiz Türk), Türk-i bed lika (Çirkin suratlı Türk), etrak-i bi idrak (Düşüncesiz Türk), Türk-ü sütürk (Çoban köpeği Türk), Hilekar Türk” Osmanlı’da “Türk” sözcüğü -hiç abartısız- 500 yıl boyunca “aşağılama sıfatı” olarak kullanılmıştır.

Her gün ekranlarında “şişe gerine”, ballandıra ballandıra Osmanlı’dan söz eden günümüzün büyük tarihçileri (!) nedense bu gerçeklerden hiç söz etmezler!

Osmanlı döneminde yüzyıllarca “kimliksiz”, “kişiliksiz” bırakılan; merkezin “dönme” “devşirmelere” bırakılmasıyla merkezden çevreye itilen Türkler, 20. yüzyılın başlarında Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasıyla uzun bir aradan sonra yeniden “kimliklerini” ve “kişiliklerini” kazanmışlar, yeniden “çevreden” “merkeze” taşınmışlardır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Alevi Türkmenlere karşı Sünni Kürtlerin “kollanması” ve “kullanılması”, bölgedeki Alevi Türkmenleri yeni arayışlara sürüklemiştir. Yaşam kaygısı içindeki bu Türk toplulukları, Kürt egemenliği altında hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlar, bunun için de Kürtçe öğrenmişler, Kürt adetlerini benimsemişler ve sonuçta Kürtleşmişlerdir.

Evet, Osmanlı’nın “klasik döneminde” -Kürt aşiretleri hariç- feodal (derebeylik) sistemin gelişmesine izin verilmemiştir. Ancak zaman içinde Batı, feodal sistemi yıkarak merkezileşmeye başlarken, Osmanlı tam tersine, zaman içindeki güç kaybına paralel, merkezi otoritesini yitirmiş ve “feodalleşmeye” başlamıştır. Osmanlı’da 17. yüzyıldan sonra başlayan bu feodalleşmenin adı, “Kürtçülük” ve “Ayanlık” tır.

Feodal sistemde üretim ilişkileri gereği “köylü”, toprak ağasına bağımlıdır; köylü, toprak ağası için çalışmakla yükümlüdür. Kısaca köylünün kaderi ağanın, iki dudağı arasındadır. Ağa, köylüyü, kayıtsız şartsız kendisine “biat ettirebilmek” için, bir taraftan köylünün “aydınlanmasını” engellerken, diğer taraftan köylünün devlet otoritesiyle bağlantısını kesmenin yollarını arar. Öyle bir aşamaya gelinir ki, köylü ile devlet arasındaki ilişki tamamen kesilir; artık feodal sistemdeki o köylü için “devlet”, bağlı olduğu toprak ağası ve aşiretidir. İşte Osmanlı’nın, güç kaybetmeye başladığı 17. yüzyıldan sonra özellikle Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu Anadolu’da böyle bir süreç yaşanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı, Kürt bölgelerindeki bu aşırı feodalleşmeyi Kürtlere bazı ayrıcalıklar vererek önlemeye çalışmıştır. Örneğin, II. Abdülhamit’in “Kürt Hamidiye Alaylarını” ve “Kürt Aşiret Mekteplerini” kurması, Kürtleri yeniden merkezi sistemin içine almaya yönelik başarısız girişimlerdir. Ancak burada çok ilginç bir durum vardır, şöyle ki: Daha önce Yavuz oSultan Selim’den itibaren Osmanlı, “Kürtleri Türklere karşı kullanmak karşılığında” Kürtleri feodalleştirirken; II. Abdülhamit’ten itibaren “Kürtleri Ermenilere karşı kullanmak karşılığında”, Kürtleri merkeze bağlamak istemiştir.

“Osmanlı Devleti’nin, bu aşiretlerin ilkel hayatına ve geri toplumsal yapısına müdahale etmekte zaaf içinde kalması, bu geri toplumsal yapının kemikleşmesinin ana nedenini oluşturmuştur. Artık, bu toplumsal yapının ana birimlerini aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve zamanla bunların elinde emperyalizm desteğiyle gelişecek olan Kürtçülük teşkil edecektir”

Feodal toplum, aydınlanmamış, ekonomik özgürlüğüne sahip olmayan, güdümlü bir toplumdur. Bu nedenle yönlendirilmesi de çok kolaydır. Nitekim 19. yüzyıldan itibaren, ayrılıkçı Kürt liderlerinin ve Kürtleri kullanmak isteyen emperyalizmin kışkırtmalarıyla çok sayıda Kürt isyanının çıkmış olması tesadüf değildir. Bir zamanlar Osmanlı’nın bazı tavizler karşılığında kullandığı Kürtleri, 19. yüzyıldan itibaren de Batı emperyalizmi, bazı vaadler karşılığında kullanmaya başlamıştır.

Dünyada Fransız Devrimi’nden, beri gerçek “demokrasi”nin olmazsa olmazları, “laiklik”, “özgür akıl” ve “özgür irade” dir. Birilerinin “kulu” olmaktan kurtulup “özgür birey” olmadıkça, “kör inançlar” yerine “aklını” kullanmadıkça, “ümmet” olmaktan kurtulup “ulus” olamadıkça bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Ancak nedendir bilinmez, ağızlarından “demokrasi” sözünü eksik etmeyen “liberallerimiz” ve “siyasal İslamcılarımız” hiçbir zaman, ülkemizde demokrasinin önündeki en büyük engelin “aşiret yapılanması”; “ağalık, şeyhlik düzeni” olduğunu dile getirmezler, getiremezler…

16. yüzyılda Şii İran’dan Sünni Osmanlı’ya yönelen Safevi tehlikesine karşı, Sünni Kürtleri “yardımcı kuvvet” ve “kalkan” olarak kullanmak isteyen Yavuz Sultan Selim, Kürtlere “bir tür özerklik” vermiştir. Böylece 16. yüzyıldan sonra Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretleri “derebeyleşerek” merkezi otoritenin dışına çıkmaya başlamışlar, bir anlamda devlet içinde devlet olmuşlardır.

“Osmanlı gücüne güç katarken Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Kürt derebeylikleri de güçlendiler. Devlet içinde devlet oldular, tıpkı PKK’nın günümüzdeki durumu gibi halktan vergi topladılar, halkı yönettiler, güçlerine güç kattılar. Osmanlı güçlüyken ve güçlerine güç katarken sorun yoktu. Ama ne zamanki Osmanlı güç kaybetmeye başladı, güç kaybetmek istemeyen Kürt derebeyleri, devlete karşı isyan ettiler. Kürt devleti kurmak için değil, bölgelerinde Osmanlı’dan almış oldukları gücü ve kendi çıkarlarını korumak için. Bu süreç 1514 Çaldıran Savaşı’ndan 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar süregeldi., yaklaşık üç yüz yıl. Bu demektir ki Doğu’da üç asır süren Kürt derebeylikleri vardır ve ülkemizin bugün yaşadığı sorunlar da bu derebeylerinin çıkarmış olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır.”

Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla birlikte “Kürt özerkliği”, büyük sıkıntılara yol açmıştır. Özellikle Osmanlıyı parçalamak isteyen emperyalizmin bu “başına buyruk” Kürt aşiretlerini kullanmaya başlamasıyla birlikte Kürtler, 19. yüzayıldan itibaren Osmanlı için ciddi bir “sorun” olmaya başlamıştır.

Osmanlı bu sorunu çözmek için Kürt aşiretlerine yine “tavizler” vermiştir.

Batılı uzamanların yönlendirmesi sonucu 1839’da Tanzimat Fermanı’nı yayınlayan Mustafa Reşit Paşa, 1842 Vilayet Kanunnamesi’ne bir “Kürdistan Eyaleti” maddesi koydurmuştur.

Kürdistan eyaleti, 1864 yılına kadar devam etmiştir.

Aynı Mustafa Reşit Paşa bir de “Kürdistan Eyaleti Madalyası” çıkarmıştır.

Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, “ulus devlet” anlayışı içinde Güneydoğu Anadolu’da 16. yüzyıldan beri süregelen Kürt derebeyliklerini yıkarak, “şıha”, “şeyhe”, “ağaya”, bağlı, “eğitimsiz” bölge insanını eğitip “çağdaş” toplumun bir parçası yapmak için politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet, emperyalizmin güdümündeki ağaların, şeyhlerin kulları, marabaları olan Kürtleri, bu ağalardan, şeyhlerden kurtarıp “özgür bireyler” haline getirmek için çok önemli projeler geliştirmiştir. Atatürk’ün birkaç kez Meclis gündemine getirdiği “Toprak Reformu” bu projeler içinde çok özel bir yere sahiptir. Ancak, Cumhuriyetin, “Kürt derebeyliklerini yıkarak Kürt halkını özgürleştirmeye çalışması”, Kürt derebeylerinin (ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin) büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Emperyalizmin de desteğini alan bu “Kürt derebeyleri”, Cumhuriyetin ilk yıllarında peşi sıra isyan etmiştir.

İşte Altan Tan ve onun gibi “Kürtçülerin” tarihi eğip bükerek, Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırmalarının nedeni burada gizlidir. Onların “karın ağrılarının” nedeni; Atatürk ve Cumhuriyetin, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Mustafa Reşit Paşa’nın, kısaca Osmanlı’nın Kürt ağalarına, şeylerine, şıhlarına, Kürt derebeylerine verdiği ayrıcalıklara son verip, Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmış olmasıdır…

Vahdettin’in, Kürdistan Planları

Bilindiği gibi Son Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “hainliğinin” hesabını veremeyeceğini düşünerek Türkiye’den kaçıp İngilizlere sığınmış ve İtalya’da yaşamını sürdürmüştür. Vahdettin, hainliklerine Türkiye’den “kaçtıktan” sonra da devam etmiştir. Örneğin, San Remo’da yaşadığı günlerde, “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanımanın hesaplarını yapmıştır.

Bilindiği gibi Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasında 64. maddesinde önce “özerk” sonra “bağımsız” Kürdistan kurulacağı belirtilen Sevr Antlaşması’nı da onaylamıştı.

Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanımaya söz vermiştir.

Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:

“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”

Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı hain 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır. Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.

Uğur Mumcu, Mevlanzade Rıfat-Vahdettin ilişkisini şöyle açıklamıştır:

“San Remo’daki villasında Sultan Vahdettin Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tan ‘Kürdistan’daki olaylar’ konusunda son haberleri alıyordu.”

Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya Bükreş’teki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıda, Türkiye’de Atatürk’e karşı bir darbe yapılması ve Damat Feri Hükümeti’nin eski İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey başkanlığında yeni bir hükümet kurulması kararı almış ve bu kararı Vahdettin’e bildirmiştir. Vahdetin de bu kararı kabul etmiştir. Hilafet-i Kübra Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı’ndan önce, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.

Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:

“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..”


Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır sanırım.

Sonuç olarak, “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketi”n temellleri Atatürk ve genç Cumhuriyetin yanlış politikalarında değil, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngürüsüz politikalarında gizlidir. Ama Cumhuriyet tarihi yalancıları ısrarla Kürt Sorunu’nun Cumhuriyetle birlikte başladığını iddia etmektedirler ki, bu kocaman bir kuyruklu yalandır. 16. Yüzyıldan beri Türklere-Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanılmaları karşılığında feodalleşmelerine izin verilen Kürt ağaları, şeyhleri ve şıhları, 19. yüzyıldan sonra emperyalizmin kıskacına düşmüşler ve emperyalizm tarafından kullanılmışlardır. Atatürk ve genç Cumhuriyet, Osmanlı’nın Kürt aşiretlerine, ağalarına, şeyhlerine, şıhlarına tanıdığı ayrıcalıklara son verip, bu Kürtçü-dinci feodallerin Kürt insanını sömürmesini önlediği için Kürtçü-dinci feodallerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Kemalist sistem, yobaz-liboş kesimin iddia ettiği gibi Kürtlere değil, Kürtleri ezen sömüren Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi emperyalizmin kıskacındaki Kürtçü-dinci feodallere savaş açmıştır.

NOT:
Sinan Meydan’ın Eylül’de çıkacak CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI II. KİTAP adlı eserinde Osmanlı’nın Kürt Politikası çok derinlemesine incelenmiştir.

Sinan MEYDAN

28 Temmuz 2011


Kaynaklar
“Kürdistan’ı Tanıyacaktı”, Yeniçağ, 11 Ekim 2010.
Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele,Ankara, 2007.
Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994
Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin Gurbet Cehenneminde
Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, s.83.
Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış, C.V, May Yayınları, 1974
Atilla İlhan, “İşin İçindeki İşler”, Cumhuriyet; Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İstanbul, 2010
Altan Tan, Kürt Sorunu, “Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik”, İstanbul, 2009.
Erdal Sarızeybek, Çarçella, Anadolu’da Ateşle Oynamak, İstanbul, 2011
Orhan Türkdoğan, “Kürtlerin Kimliği ve Günümüz Siyasi Gelişmeleri”, s. 20
Macit Gürbüz, Kürtleşen Türkler, İstanbul, 2007
Rıza Zelyut, Dersim isyanları, Seyit Rıza Gerçeği, Ankara, 2010
Umar Ö. Oflaz, Oğuzname, “Köklere Giden Yol”, Almanya, 2007
Veli Saltık,Tunceli’de Aşiret, Oynak, Ocaklar, Ankara, 2009
Minorsky, “Kürtler Maddesi” İslam Ansiklopedisi, s.1098.
Kaya Ataberk, “Türkiye’de Kürtçülüğün Sağcı Temelleri”, İleri dergisi, S.27, Ekim-Kasım-Aralık, 2005, s.121


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...t-sorunu-carptmas-&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

CEMİL KOÇAK'IN PİŞKİNLİĞİ “Kürt Özerklik İsteklerine Atatürk’ü Alet Etme Kurnazlığı”

ddd.jpg


Yavuz Hırsız Misali

Cemil Koçak’ı hepniz tanırsınız! Bildiğiniz gibi Atatürk ve Cumhuriyet “düşmanlığını” tarihçilik sanan yandaşlardandır kendisi!
Yazılarında ve kitaplarında Atatürk’e ve Cumhuriyete dair ne varsa “karalamayı” ilke edinmiş olan bu Okyanus ötesinden gelmiş “büyük tarihçi”, yandaş medyaya da sırtını dayayarak gemi azıya almış bir şekilde çalakalem yakın tarihi çarpıtmaktadır. Yalanlarını ortaya koyduğumuzda da “pişkince” hala o iğrenç yalanlarını savunmaya ve hatta “yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış misali” hiç utanmadan bizleri yalancılıkla suçlamaya kalkışmaktadır. Atatürk’e “Yarbay Mustafa” diye hitap eden, Atatürk’ün Çanakkale Savaşlarındaki ve Kurtuluş Savaşı’ndaki olağanüstü rolünü küçültmeye çalışan, bu “büyük tarihçi”nin bizlere saldırmasını yadırgamamak gerekir aslında…

Sözü fazla uzatmadan konuya geleyim.

Cemil Koçak’ın “Kürt Özerkliği” Sevdası ve Sinan Meydan Fobisi
cemil%20koak.jpg


7 Nisan 2011′de yazdığım “O yalanı Artık Söyleyemeyecekler” adlı bir yazıda “Atatürk Kürtlere Özerklik Sözü Verdi” yalanını bütün boyutlarıyla gözler önüne sermiş ve bu yalanı söyleyenlerden birinin de “büyük tarihçi” Cemil Koçak olduğunu belirtmiştim.

Ancak büyük tarihçi, 26 Haziran 2011′de Satar gazetesindeki köşesinde “Herkesin Bildiği Sır: 1921 Anayasası’ndaki Özerklik, Atatürk ve Kürtler” adlı bir yazı kaleme alarak, hiç utanıp sıkılmadan, yalanında ısrar etmiş ve yine “yavuz hırsız” misali beni “tarihsel gerçekleri çarpıtmakla” suçlamıştır.

Yazısında tarihsel gerçekleri eğip bükerek, amiyane tabirle yine “kıvırarak”, “Atatürk Kürtlere özerklik Sözü Verdi” diyen Cemil Koçak, hızını alamamamış ve yazısının bir yerinde bana şöyle saldırmıştır:

“…İŞİN zor kısmına geldik; çünkü genellikle metinler yeni Türkçeye çevrilirken, tahrifata uğramakta ve üstelik sanki tam metinmiş gibi tırnak içinde gösterilmektedir. Söylenene, okuduğunuza, gördüğünüze sakın inanmayın. Pek çok “yazar” ve “tarihçi”, orijinal metni kendi gönlünden geçirerek değiştiriyor. Hiçbirinde orijinal metni görmüyorsunuz; sadece onların yaptığı çeviriyi okuyorsunuz. O çeviri ki, sansür edilmiş, değiştirilmiş, çıkarılmış ve hatta ekleme yapılmış, yani itinayla elden geçirilmiştir. Üstelik bir de kendi yazdıklarını tırnak içinde sunarlar ki, sanki orijinalinden aynen alınmış gibi yaparlar. Kimler mi? Canım artık her şeyi de ben söylemeyeyim; şöyle etrafınıza bir bakın bakalım. Ya, işte onlar! Bırakın onlar özerklikle “bir çeşit özerklik” arasındaki farkı bulmaya çalışsınlar. Meselâ, OdaTV’den Sinan Meydan’a sorarsanız eğer; yasada sözü edilen “muhtariyet” gerçek anlamda özerklik değildir; sadece belediye işlerine has güçlü yerel yönetim anlamına gelmektedir. Soru: o halde yeni anayasaya özerklik sözünü yazmakta sakınca yoktur, değil mi?”

Cemil Koçak, aklınca beni orjinal metni “değiştirmekle”, “çarpıtmakla” suçluyor. Suçluyor ama kelimenin tam anlamıyla “çuvallıyor!”

Bunu İlkokul Çocukları Bile Anlar

Öncelikle Atatürk, İzmit Basın Toplantısındaki konuşmasında Kürt konusundan söz ederken “özerklik” değil, “bir nevi mahallî muhtariyetler” ifadesini kullanmıştır. Bu ifadenin günümüz Türkçesindeki karşılığı “Bir çeşit (tür) mahalli özerklik”tir.

Beni, “özerklik”le “bir çeşit özerklik” arasındaki farkı bulmaya çalışmakla eleştiren Cemil Koçak’ın böyle bir çalışmasının olmaması, onun “özerklikle” “birçeşit özerklik” arasında bir fark olmadığını düşündüğünü göstermektedir. Bir tarih profesörünün bu iki kavram arasındaki farkı görememesi cidden düşündürücüdür. İki kavram arasında çok ciddi bir fark vardır. Dili çok iyi kullanan Atatürk, bilerek ve isteyerek “özerklik” dememiş, “bir çeşit yerel özerklik” demiştir. Üstelik Atatürk, “…Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilât-ı Esasiye Kânunu gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır.” diyerek 1921 Anayasası’na gönderme yapmıştır.
Cemil Koçak, yine çok pişkin bir şekilde, açık gerçeği çarpıtarak beni şöyle eleştirmiş:

“…Sinan Meydan’a sorarsanız eğer; yasada sözü edilen “muhtariyet” gerçek anlamda özerklik değildir; sadece belediye işlerine has güçlü yerel yönetim anlamına gelmektedir.”

Sayın Koçak, sadece Sinan Meydan’a değil aklı başında her kime sorarsanız sorun, 1921 Anayasası’ndaki “muhtariyet” (özerklik) ifadesiyle, “sadece belediye işlerine has güçlü yerel yönetimlerin kast edildiğini” size söyleyecektir.

Gelin soralım!

İşte Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı’nda gönderme yaptığı 1921 Anayasası’nın 11. Maddesi

“İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince, Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek İl Kurullarının yetkisindedir.”

Cemil Koçak için maddenin ojinalini de verelim:

“Vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtarihyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şeri, adli ve askeri umur, beynelmilel iktisadi münasebet ve hükümetin umumi tekalifi ile menafii birden ziyade vilayete şamil hususat müstesna olmak üzre, Büyük Millet Meclisi’nce vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, medaris, maarif, sıhhiye, iktisat, ziraat, nafia ve muavenet-i içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şüralarının salahiyeti dahilindedir.”

İşte Atatürk, İzmit Basın Toplantısı’nda “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır” derken 1921 Anayasası’nın bu maddesine gönderme yapmıştır.

1. Açıkça görüldüğü gibi bu anayasa maddesi sadece Kürtlerin yaşadığı bölgeler için değil, bütün Türkiye için geçerlidir.

2. Açıkça görüldüğü gibi, bu anaysa maddesindeki “vilayet mahalli muhtariyeti hazidir” şeklinde söz edilen “özerklik” ifadesiyle kastedilen İl Kurullarının “yerel işleri” idare etmesidir. Bu işler anayasa maddesinde “Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım” işleri olarak belirtilmiştir. Üstelik il Kurulları bu işleri de kendi başlarına değil, “Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince” yerine getirebileceklerdir. Ayrıca, İl Kurullarının, “Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işlerle” ilgilenmesi de yasaktır.

Görüldüğü gibi Sayın Koçak, Atatürk, “bir çeşit (tür) özerklik” ifadesiyle, 1921 Anayasası’ndaki “güçlü yerel yönetimleri” kastetmiştir. Maddenin hiçbir yerinde “yarı bağımsızlık” veya “siyasal ayrılık” anlamına gelen bir “özerklik”ten söz edilmemiştir. Üstelik “bir çeşit özerklik” kapsamında kurulacak “güçlü yerel yönetimlerin” de Hükümet’e ve TBMM’ye bağlı olacağı belirtilmiştir.Siz dünyanın hiçbir yerinde böyle bir siyasal “özerklik” gördünüz mü?

3. Çok daha önemlisi, 1921 Anayasası’nın “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olduklarını” belirten bu 11. maddesi, 1924 Anayasası’nda yer almamıştır Sayın Koçak. Yani, Atatürk’le İzmit’te yapılan bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. Maddesiyle “illere tanınmış olan yerel özerklikler” kaldırılmıştır. Burada şu soruyu sormak gerekir? Atatürk eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vermek isteseydi, 1921 Anayasası’nda “illere tanınmış olan yerel özerklikleri” 1924 anayasasına da koydurmaz mıydı? Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Sayın Koçak, 1921 Anayasası geçici bir savaş anayasasıdır, oysa ki 1924 Anayasası Türk Devrimi’nin anayasasıdır. Ve Türk devriminin mimarı Mustafa Kemal ATATÜRK, 1924 Anayasası’nda değil “özerkliğe”, ” bir çeşit özerkliğe” bile yer vermemiştir.

Anlayacağınız sevgili okuyucularım; Cemil Koçak, hep yaptığı gibi yine tarihsel gerçekleri çarpıtmış, ben kendisinin “yalanını” gözler önüne serince de “yavuz hırsız” misali beni suçlama yolun gitmiştir. Ancak, sürekli Sinan Meydan’ın bir açığını arayan “büyük tarihçi” Cemil Koçak, yine baltayı taşa vurmuştur.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıyla gözleri kör olan bu yandaş-yalaka takımıyla mücadelem sürecek.

Not: Eylül 2011′de çıkacak olan CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI 2. KİTAP’ta Cemil Koçak ve diğer Cumhuriyet tarihi yalancılarının yalanlarına verdiğim belgeli cevapları bulabilirsiniz. Yalancının mumunu eninde sonunda mutlaka söndüreceğim.


Sinan MEYDAN
24 Temmuz 2011

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...-alet-etme-kurnazl&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

BİZ BU FİLMİ 1921'DE GÖRMÜŞTÜK “Bölücü Kürtçüler Geçmişte de Özerklik İlan Etmişlerdi”

ddd.jpg


Yılgınlık ve Teslimiyet

PKK’ın 13 Mehmetçiğimizi şehit ettiği gün (14 Temmuz) PKK’nın Meclis’teki uzantısı BDP “özerklik” ilan ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okudu!

Bunun üzerine bizler, birden bire umutsuzluğa kapılarak “Türkiye parçalandı! Artık geri dönüş yok!” demeye başladık.

İktidarın, muhalefetin ve ordunun Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu KÜRTÇÜ “meydan okuma” karşısında sesiz kalması bizleri derinden yaraladı. “30 yıldır halledilemeyen KÜRTÇÜ-AYRILIKÇI-BÖLÜCÜ PKK TERÖRÜ yoksa sonunda amacına ulaştı mı? “diye düşünmeye başladık.

Aslında, böyle düşünmekte haklıyız!
1334.jpg


Bundan 88 yıl önce yokluk ve yoksulluk içinde yedi düvele meydan okuyarak adeta “yoktan varedilen” Türkiye’nin son 30 yılda AYRILIKÇI KÜRTÇÜ TERÖRÜ bir türlü bitirememesi Türk toplumunu “yılgınlık” noktasına getirdi.

Aslında istenen ve beklenen buydu!

CIA’nın Tivistok Enstitüsü’nde öğretilenlere göre, “hedef ülke” önce sersemletilir, sonra alıştırılır, sonra yılgınlığa sevk edilir, sonra da teslim alınır.

Bugün hedef ülke Türkiye bu aşamaların sonuna getirilmiş durumdadır: Alışkanlık aşaması tamamlanmış, yılgınlık aşamasına geçilmiştir. Bu aşama da tamamlanınca son aşama olan “teslimiyet” gerçekleşecektir.

Peki ama buradan geri dönüş mümkün değil midir?

Tabi ki mümkündür!

Yeter ki, biraz inanç ve biraz kendine güven olsun!

Bunun için biraz tarih bilinsin, hafızalar yenilensin!

Biraz tarih bilinip, hafızalar yenilendiğinde Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların “yeni olmadığı” anlaşılacak, geçmişte çok daha imkansız koşullarda bu sorunları çözen Türkiye’nin, bugün de bu sorunları çözebileceğine yönelik inanç artacak ve bu inanç beraberinde kendine güveni getirecek ve bu güven de eyleme geçmeyi sağlayacaktır.

O zaman gelin biraz geçmişe gidelim ve bugünün ayrılıkçı-bölücü-Kürtçüsü BDP’sinin kendi kendine “özerklik” ilan ederek Türkiye’ye meydan okumasının aslında hiç de yeni birşey olmadığını görelim! Görelim ki, geçmişte, üstelik çok daha zor koşullarda, bu meydan okumaya pabuç bırakmadığımızı hatırlayalım.


Biz Bu Filmi Daha Önce Görmüştük

Kurtuluş Savaşı sırasında, “Ekim 1920-Haziran 1921) tarihleri arasında Anadolu’da çıkan KÜRTÇÜ KOÇGİRİ İSYANI öncesinde yaşananlarla, bugün yaşanan KÜRTÇÜ ŞIMARIKLIK fazlaca birbirine benzemektedir. Şöyle ki:
Koçgiri İsyanı’na katılanların ellerinde yeşil-kırmızı-beyaz renklerden oluşan (sözde) Kürdistan bayrağı, ağızlarında ise, “Kürdistan’ın orduları/Kahrettiler barbarları/Vatan için öleceğiz/ İstemeyiz Moğolları” sözlerinden oluşan (sözde) Kürdistan marşı vardır.
Koçgiri İsyanı, “bağımsız Kürdistan” kurmak amacıyla çıkarılmıştı, ama Sevr Antlaşması’nın 64. maddesine göre önce “özerklik” ilan etmek, sonra da aşamalı olarak “bağımsızlığa” geçmek mümkündü! Bu nedenle, isyancılar Ankara’ya çektikleri telgraflarda Ankara’ya bağlı “özerk idareden” veya “konfederasyon sisteminden” de söz etmişlerdir.
Koçgiri İsyanı, Kürt Teali Cemiyeti tarafından Dersim’e gönderilen Alişan Bey’in ve Sivas’a gönderilen Baytar Nuri’nin çalışmaları sonunda başlamıştır.Baytar Nuri, Sivas’ın Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi’nde yaptığı toplantıda, Sevr Antlaşması’na uygun olarak bir Kürt devleti kurulması düşüncesini kabul ettirmiştir.Daha sonra Baytar Nuri, Sivas’ın Zara, Divriği ve Kangal ilçeleriyle, İmraniye, Beypınar, Celalli, Sincan, Hamo, Zınara ve Domurca bucaklarında; Alişan Bey de Dersim’de Kürt Teali Cemiyeti’nin şubelerini kurmuştur.
Hazırlıklardan sonra Temmuz 1920’de Zara’nın Panza köyünden Mısto adlı bir eşkıya Zara’nın Çulfa Ali köyündeki jandarma karakolunu basarak askeri malzemelerin ikmalini engellemiştir.
Koçgiri isyanı öncesinde, Dersim’in Hozat ilçesinde bazı Kürt aşiretleri arasında Hozat toplantısı yapılmıştır. Refahiye Kaymakamı Vekili Alişan yanındaki 100 adamıyla birlikte Dersim’e gelerek burada Çemişgezek ve Hozat aşiretleriyle yaptığı toplantıda isyan konuşulmuştur. Toplantı sonunda Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı bir bildiriyle Kürt aşiretleri Ankara hükümetine isteklerini iletmişlerdir. Bu bildiri, bölgenin ileri gelenlerinden Miço Ağa tarafından, Ankara’ya ulaştırılması için Dersim mutasarrıfına verilmiştir. Miço Ağa, bildiriyi verirken Dersim mutasarrıfına, “Bu isteğimize yirmi dört saat zarfında cevap gelmediği takdirde bu parmaklarımla senin gözlerini çıkartırım” demiştir.
Ankara’ya gönderilen 15 Kasım tarihli bildirideki ayrılıkçı Kürt istekleri şunlardır:

Kürdistan muhtariyet (özerk) idaresine muvafakat eden (kabul eden) İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu baptaki kararının Mustafa Kemal Hükümeti’nin de kabul edip etmediğinin açıklanması.
Kürdistan muhtariyet idaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda aşair rüesasına (aşiret başkanlarına) acele cevap verilmesi.
Elazığ, Sivas, Malatya ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde tutuklu bulunan bütün Kürtlerin derhal serbest bırakılması
Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurların çekilmesi.
Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan müfrezelerin derhal geri çekilmesi.


Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı Ankara’ya gönderilen bu bildiriden sonra Batı Dersim aşiret liderleri adına 25 Kasım’da TBMM’ye bir bildiri daha gönderilmiştir. Bildiride TBMM açıkça tehdit edilmektedir:“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz”
Anadolu’nun emperyalistlerce kuşatıldığı bir ortamda, ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin bu istekleriyle sarsılan TBMM, bölgeye nasihat heyetleri göndererek ve bazı Kürt aşiret liderlerine milletvekilliği teklif ederek isyan ortamını dağıtmaya çalışmıştır. TBMM’nin bu hamleleri kısmen sonuç vermiş ve Miço Ağa, Diyap Ağa, Ahmet Remzi ve Binbaşı Hasan Hayri milletvekili olmuşlardır.
İsyancılardan Baytar Nuri, isyan planını şöyle açıklamıştır: “İlk önce Dersim’de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden resmen Kürdistan istiklalini tanımasını isteyecek”
İsyanın önderlerinden Seyit Rıza, TBMM’ye katılan Kürt milletvekillerinin Dersim’i temsil etmediklerini, çünkü Doğu Anadolu’da bir Kürt yönetimi kurularak bağımsızlığın ilan edildiğini bildirmiştir.

Koçgiri İsyanı, Haziran 1921′de bastırılmıştır.

Kürt bayrağı,

Bölücü Kürtçüler,

Türkiye’ye meydan okunması,

Meclis’in protesto edilerek yeni bir yönetimden söz edilmesi.,

ve

Özerklik ilanı…

Görüldüğü gibi 1921′deki ayrılıkçı Kürtçülerin istekleri ve faaliyetleri, 2011′deki ayrılıkçı Kürtçülerin istekleri ve faaliyetleriyle birebir örtüşmektedir.

1921′deki istekleri ve faaliyetleri, Mustafa Kemal Atatürk tarafından sonuçsuz bırakılan ayrılıkçı-bölücü Kürtçüler, bıkıp usanmadan aynı istekleri dile getirmeye ve bu amaçla isyan etmeye devam etmişlerdir.

Anlayacağınız, meselenin özü şudur: AYRILIKÇI-BÖLÜCÜ KÜRTÇÜLER, dün KOÇGİRİ’DE, AĞRI’DA, DERSİM’DE yapamadıklarını bugün DİYARBAKIR’DA, ŞIRMAK’TA yapmak istemektedirler.

DEMOKRASİ, İNSAN HAKLARI, KÜLTÜREL HAKLAR vb istekler,”geçek isteği” gizlemeye yönelik kamuflajdan başka birşey değildir.

Ama hiç kimsenin kuşkusu olmasın, yine başaramayacaklar!

Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerini dize getirerek, kanla-ateşle-göz yaşıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, içinde bulunduğu koşullar her ne olursa olsun, asla bir avuç ayrılıkçı-bölücü KÜRTÇÜ’ye teslim olacak bir ülke değildir.


NOT: Bu yazıdaki tarihsel veriler, Sinan Meydan’ın Eylül ayında çıkacak CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI II CİLT, adlı kitabından alınmıştır.

Sinan MEYDAN
20 Temmuz 2011


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...klik-lan-etmilerdi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Atatürk İlkelerine Bağlı Kalacaklarına Büyük Türk Milleti Önünde Yemin Ediyorlar

ddd.jpg


Günlerdir Meclis’te yemin krizi yaşanıyor!

AKP ve MHP yemin etmişler! CHP ve BDP etmemişler! Nihayet CHP bugün yemin etti!

Yemin eden milletvekilleri, “Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma, büyük Türk milleti önünde yemin ederim…” diyerek yemin ettiler!

Daha önceki milletvekilleri, daha önceki hükümetler de böyle yemin etmişlerdi!

“ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAKLARINA... BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ÖNÜNDE” yemin etmişlerdi!

Eeee ne oldu?

Hele son 9 yılda yeminlerine ne kadar sadık kaldılar:

Türban diye tuturup, cemaatleri kollayıp, irticayı hortlatıp LAİKLİĞİ hiçe saymadılar mı?

“Ne mutlu Türküm diyene” diyeni Silivri’ye tıkarak, bölücü başıyla pazarlık yaparak MİLLİYETÇİLİĞİ hiçe saymadılar mı?

Yandaşı zengin edip, işçiyi, memuru coplayıp, çiftçiyi perişan edip HALKÇILIĞI hiçe saymadılar mı?

Türkiye’nin bütün milli varlıklarını yandaşa-yabancıya satıp DEVLETÇİLİĞİ hiçe saymadılar mı?

Çoğunluk diktası kurup, azınlığın haklarını gasp ederek CUMHURİYETÇİLİĞİ hiçe saymadılar mı?

Hurafecilik, din istismarı, Osmanlı seviciliği; bilim, sanat, kültür düşmanlığı yaparak DEVRİMCİLİĞİ hiçe saymadılar mı?

Eeeee!…O zaman!…

Edilen yemin ayaklar altına alındıktan sonra yemin etmenin ne anlamı var Alllah aşkına?

Gece gündüz, Atatürk’e ve Atatürk’ün kurduğu “bağımsız” ve “çağdaş” cumhuriyete saldıranlar veya saldıranlara pirim verenler, ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAKLARINA…. BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ÖNÜNDE YEMİN EDİYORLAR!…

Ve daha o yemin kullaklarında yankılanırken “ANAYASADAN “ATATÜRK” VE “TÜRK” SÖZCÜKLERİNİ ACABA NASIL ÇIKARSAK” DİYE DÜŞÜNMEYE BAŞLIYORLAR….

Bizler de oturmuşuz “CHP ve BDP yemin etmedi? Şimdi ne olacak?” diye düşünüyoruz…

Ortada bir “kukla tiyatrosu” oynandığının farkında değiliz?

Eğer farkında olsayadık, 2002′de ettiği yemini hemen bozan bir iktidar, sonraki iki genel seçimi, üstelik oylarını her seferinde biraz daha arttırarak kazanabilir miydi?

Gerçek şu ki, artık bu ülkenin büyük bir bölümü “ATATÜRK İLKELERİNE BAĞLI KALACAK” milletvekili istemiyor!

Bırakın kukla tiyatrosunu!

Çıkarın dilinizin altındaki baklayı!

Memnun edin yüzde elliden fazlayı! (Nasılsa çoğunluk herşeyi yapar!)
Değiştirin Anayasa’yı, çıkarın TÜRK ve ATATÜRK sözlerini…Koyun KÜRT VE ATAKÜRT sözlerini… (Dün Taraf yazarı Önder Aytaç, CNN’de kullandı ATAKÜRT ifadesini)

Sizler ve 50 yıldır beynini yıkayarak biat ettirdiniz çoğunluk; hep beraber rahatlayın…Gönül rahatlığıyla bir ayağınızı kaldırmadan yemin edin göysünüzü gere gere!…

AKP, MHP ve şimdi de CHP yemin etmiş, BDP yemin etmemiş!

İnanın hiç umrumda değil….

Etseler ne olur, etmeseler ne olur?

Nasılsa yine uymayacaklar!


Sinan MEYDAN

12 Temmuz 2011

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...de-yemin-ediyorlar&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Böldükçe Bölüyorlar! (Bu Oyuna Gelmeyelim)

ddd.jpg


Türkiye sonu bilinmeyen bir kör karanlığa doğru büyük bir hızla yuvarlanıyor.

Türk halkı, tarikatlar, cemaatler içinde, yandaş medyanın beyin yıkayan yayınlarıyla ve ele geçirilmiş yargının operasyonlarıyla sersemletiliyor.

İnsanların doğru karar verme yetisi yok ediliyor.

İnsanlar büyük güruhlar halinde oradan oraya sürüklenen “bilinçsiz yığınlar” haline getiiriliyor.

İnsanlar uyuşturuluyor!

Beyinler çökertiliyor!

Hafızalar hergün “istenilen yönde” yeniden formatlanıyor!

İnsanlar kin ve nefret tohumlarıyla her geçen gün çok daha fazla kamplara bölünerek, ötekileştirliyor.

Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Dindar, Atatürkçü-Cemaatçi, AKP’li-AKP’li olmayan gibi bölünmüşlüklere ve çatışmalara son günlerde yeni bölünmüşlükler ve çatışmalar ekleniyor.

Peki ama birilerinin bu toplumu “böldükçe bölmek” istemesinin amacı ne?

Yoksa bu iyi bişey; demokrasinin bir gereği mi?

Yoksa bu “bölünmüşlük” bir amaca yönelik olarak mı gerçekleştiriliyor?

Yoksa bu bölünmüşlüklerin çatışmaya dönüşmesi mi isteniyor?

Eğer öyle ise, ki bence öyle; bu çatışma ortamı kime ve neye hizmet edecek?

Görünen o ki, Atatürk’ün yüzyılın başında “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek birleştirdiği Türkiye, bugün “etnik-dinsel-mezhepsel-siyasi-ideolojik ve hatta sportif farklılıklar” vurgulanarak bölünüyor ve parçalanıyor….

Gerçek şu ki:

Atatürk,
Türk Ulus Devleti’ni “birleşme” formülüyle kurmuştu!

Erdoğan,
Türk Ulus Devleti’ni “ayrılık” formülüyle tasfiye ediyor!

Bizlerse, uyuşturulmuş beyinlerimizle,körermiş doğru karar verme yetilerimizle, birilerinin estirdiği rüzgara göre savruldukça savruluyoruz!…

Neyse boşverin bunları!… Biz son esen rüzgara bırakalım yine kendimizi: “Duydunuz mu FB 2. lige düşecekmiş!… Bu sene kesin bizim takım şampiyon!…”

Sinan MEYDAN

6 Temmuz 2011

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...u-oyuna-gelmeyelim&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

MAZİNDE BİR TARİH YATAR “Atam İzindeyiz!”

ddd.jpg


Salyalı Fanatikler

Birkaç gündür Türkiye’de “şike soruşturması” kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti’yle yaşıt bir büyük kulüp; Fenerbahçe, o kulübe gönül vermiş milyonlarca taraftarının ve dünyanın gözü önünde adeta “linç” ediliyor. Haber kanallarında, Fenerbahçeli yöneticilerin ve futbolcuların “şike soruşturması kapsamında” göz altına alındığını duyuran ve gelişmeleri anlatan fanatik spor-haber spikerleri, gözlerinin içi parlayarak, Fenerbahçe’nin şampiyonluğunun elinden alınıp 2. lige düşürüleceğini anlatıyorlar sevinç içinde; hem hakim, hem savcı edasında, güya kulislerden aldıkları son haberleri aktarıyorlar şişe gerine... Utanmasalar, düğün bayram yapıp göbek atacaklar...

Fenerbahçeli bazı yöneticilerin bazı “alengirli işlerin” içinde oldukları kanıtlansa bile bu durum, yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olan, Kurtuluş Savaşı’ndaki katkısıyla Cumhuriyetin harcında alın teri olan Fenerbahçe’nin “kurumsal kimliğine” hiçbir zarar vermeyecektir. Nasıl ki Türkiye’yi yöneten hükümetlerin yanlışları, hataları varsa onları eleştirmek gerekirse, FB’li yöneticilerin yanlışları hataları varsa da onları eleştirmek gerekir: Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Tayyip Erdoğan karşıtlığı başka şeydir, Türkiye’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor diye Türkiye düşmanı olmak çok başka şeydir. Bunun gibi Aziz Yıldırım karşıtlığı başka şeydir, FB’yi, Aziz Yıldırım yönetiyor diye FB düşmanı olmak çok başka şeydir. Hiçbir yöneticinin hatası yönettiği kurumu “linç” etmeyi gerektirmez.
kitap5.png

Bugün “FB’liler şike yaptı!” diye FENERBAHÇE’YE, FENERBAHÇE’NİN kurumsal kimliğine, 25 milyonluk FB camiasına saldıranlar, hep birlikte göreceğiz, çok yakında o asırlık SARI-LACİVERT engin denizde boğulacaklardır.

Tıpkı FB gibi, bu cumhuriyetin kuruluş harcında alın teri olan GS ve BJK’nin sağduyulu yöneticileri ve taraftarlarının fanatizmden uzak “olgun duruşları”, onların neden “büyük kulüp” olduklarının da en açık işaretlerinden biridir.

Büyük Olmak Başka Şeydir
Üç büyüklerin büyüklüğü, şampiyonluk sayılarıyla, alınan kupalarla ve kazanılan maçlarla ölçülen bir büyüklük değildir; üç büyüklerin büyüklüğü, Çanakkale Savaşı’nda verdikleri şehit futbolculardan, Kurtuluş Savaşı’nda işgal kuvvetlerine karşı kazandıkları maçlarla Türk insanına aşıladıkları umuttan, silah ve cephane yokluğunda İstanbul’dan gizlice Anadolu’ya silah kaçırarak Mustafa Kemal ATATÜRK’E verdikleri destekten gelen bir büyüklüktür. Üç büyüklerin formaları, sadece siyah beyaz, sadece sarı kırmızı ve sadece sarı lacivertle boyanmamıştır; o renklerlerin yanında bir de kimsenin göremediği, ama formalara işlemiş bir de kan kırmızısı vardır. Nitekim daha çok üç büyüklerden oluşan Milli Takım formasında karşımıza çıkar o kan kırmızısı...
Bu nedenle üç büyüklere “saldırırken”, “küfrederken”, “hakaret ederken” çok dikkatli olmak gerekir. Yoksa maazallah “O forma kutsaldır…” tezahüratında olduğu gibi o kutsal forma bir gün sizi çarpar!...

Şimdi gelin GS ve BJK’nin kutsal formalarını “saygıyla” bir kenara koyup, FB’nin o kutsal formasından söz edelim; söz edelim ki, salyalı ağızlarıyla FB’nin kurmasal yapısına saldıran kendini bilmez medya maymunları “kiminle dans ettiklerini” anlasınlar!

Atatürk’ün Fener’e Verdiği Görev


Tarih 3 Mayıs 1918 Cuma

Kurtuluş Savaşı’nın gizli kurtuluş planlarını yapan Mustafa Kemal Atatürk, Fenerbahçe Spor Kulübünü ziyaret etmiş, Kulp yöneticilerinden Mustafa Elkatip Bey’in de aralarında bulunduğu yöneticilerle üç saat süren gizli bir görüşme yapmıştı.
O gün o görüşmede konuşulanlar, üç yıl sonra anlaşılacaktır: İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Harringtün, “FB’lileri Anadolu’daki milliyetçilere silah kaçırmakla suçlayıp” kulübü kapatacaktı.

Mustafa Kemal, kulüpten ayrılmadan önce maroken kaplı kulüp defterine şu unutulmaz satırları yazmıştır:

“Fenerbahçe Kulübü’nün her tarafta mahzar-ı takdir olmuş bulunan asar-ı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve ebedi hamiyeti tebrik etmeyi vazife etmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir.

Takdirat ve tebriklerimi buraya kayd ile mübahiyim.

3 Mayıs 1334 (1918) Mustafa Kemal”

Mustafa Kemal öğleden sonra kulüpten ayrılmıştır. Ancak ayrılırken bir kayıkla karşıya geçmek istemiştir. Amacı buradan kıyıları takip ederek Anadolu’ya silah kaçırmanın mümkün olup olmadığını bizzat tecrübe etmektir.

Mustafa Kemal, Mustafa Elkatip Bey’in çektiği kayığa binerken geri dönmüş ve Başkan Sabri (Toprak) Bey’e bakarak, “FB’ye ebedi muvaffakiyetler dilerim” demiştir.

O günkü toplantıda Mustafa Kemal, FB’ye Anadolu’ya silah kaçırma görevi vermişti.

Fener’in İşgal Yıllarındaki Politikası

FB, Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütlerinden Mim Mim Grubu gibi örgütlerde koordineli bir şekilde çalışarak Kurtuluş Savaşı’nın en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur.

Nitekim, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihinde FB’nin Altıyol’daki kulüp binasında çok özel bir toplantı yapılmıştır.

FB’nin önde gelen yöneticilerinden Ali Naci Karacan ve bazı arkadaşları bir yıl kadar önce Mustafa Kemal’in de oturduğu o masanın etrafında oturtarak, işgal boyunca FB’nin izleyeceği politikayı tartışmışlardır.

O toplantının sonunda alınan kararlar, FB’nin işgal İstanbul’unda toprak sahalarda yapacağı maçların artık “ulusal çıkarlara” hizmet edeceğini göstermektedir.

Ali Naci Karacan, o gün aldıkları kararları sonradan şöyle açıklamıştır:

“1. FB’yi Mütareke döneminin İstanbul’a döktüğü işgal kuvvetlerine mensup takımlarla çarpıştırarak, mümkün olduğu kadar galibiyetlere sevk etmek.

2. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve bilhassa Rumlar, Ermeniler ve bunların muhtelifleriyle yapılacak maçları gazetelerde mümkün olduğu kadar anlatarak, FB’yi milli bir mücadele bayrağı haline koymak ve halka sevdirmek

3. Bir taraftan ve mütemadiyen maçlar ve diğer taraftan bu maçların gazetelerde propagandasını yaparak büyük kitlelerin futbola karşı alakasını hareketlendirmek….”

Özetle, Kurtuluş Savaşı yıllarında FB aynı anda iki maça birden çıkacaktı:

Hem Dereağzı’ndan Anadolu’ya gizlice silah ve cephane kaçırarak Kurtuluş Savaşı’na sürekli lojistik destek sağlayacak, hem de İstanbul’a işgal güçleriyle ve azınlık takımlarıyla yapacağı karşılaşmaları kazanarak halkın moralini yükseltip, ulusun kırılan onurunu bir nebze de olsa onaracaktı.

Aslında “vatan savunması” FB’nin kuruluş felsefesiydi…

Kuruluş Tüzüğündeki 2. Madde’nin Sırrı

1900’lerin başında Osmanlı Devleti emperyalist bir kuşatmayla çevrilmişti. Ruhen ve bedenen sağlıklı gençlere çok ihtiyaç vardı. FB’nin Enver Bey ve Zeki Bey gibi vatansever kurucuları bu durumun farkındaydı. FB’yi kurarken hem Abdülhamit istibdadına karşı mücadele etmeyi hem de sporla uğraşan sağlıklı genç nesillerin yetişmesini amaçlamışlardı.

1913 yılında İkdam matbaası tarafından basılan FB Tüzüğü’nün 2. maddesinde kulübün kuruluş amacı şöyle ifade edilmişti:

“Madde 2: Kulübün takip ettiği amaç ve gaye memlekette bedeni ve fikri terbiyenin yayılmasına çalışmak ve vatan gençlerini vatanın korunmasına, zorluklara ve askeri seferberliklere alıştırmaktır.”

Balkan ve Çanakkale Savaşlarında BJK ve GS liler gibi cepheden cepheye koşan FB’liler, şimdi de bir ölüm kalım savaşında Kurtuluş Savaşı’nda mücadele edeceklerdi.

Belki de dünyada ilk kez bir futbol kulübü, bir ulusun bağımsızlık mücadelesinde bu kadar büyük bir etkiye sahip olacaktı.

FB Dereağzı’ndan Anadolu’ya gizlice silah kaçırırken İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin baskınına uğramış ve bu baskın sonunda iki futbolcusu “şehit” olmuştu.

Bu olaydan sonra FB Başkanı Sabri Bey de Malta adasına sürgün edilmişti. Mustafa Kemal’in arkadaşlarından Sabri (Toprak) Bey’i en çok kahreden esir olmak değil, İngiliz askerlerinin Moda’daki evini basıp onu çocuklarının gözleri önünde yaka paça dışarıya sürüklemeleriydi.O anı ömrü boyunca hiç unutmayacaktı.

Sabri Bey, daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılacak ve Posta Telgraf Müdürü olarak görev yapacaktı.

FB’nin bir numaralı kurucu üyesi Enver Bey, vatan ve hürriyet mücadelesi veren bir vatanseverdi. FB’yi de bu amaçla kurmuştu. Kulüp sayesinde gençleri bilinçlendirmeyi amaçlıyordu.

Enver Bey, Kurtuluş Savaşı yıllarında Sirkeci Gümrük Baş Müdürlüğü yapmıştı. Aslında bu görev sadece bir kamuflajdı; onun gerçek görevi Anadolu’ya silah ve cephane kaçırmaktı. Gümrük sorumlusu olması silah kaçırma işinde büyük kolaylık sağlıyordu. İngilizler bir süre sonra onu da yakalayacaklardı.

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sırasındaki büyük yararlılıklarından dolayı İstiklal Madalyası ile ödüllendirilen Enver Bey’e “Korkusuz Türk” unvanını verecekti.

FB’nin 1921 yılındaki başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi’ydi. İstanbul Hükümeti ve Osmanlı Padişahı Vahdettin İngilizlerle birlikte Milli Hareketi yok etmek için çabalarken, FB’li şehzade Ömer Faruk Efendi, Milli Harekete katılmak için Anadolu’ya geçmişti.

Ege’de Kuva-yı Miliyeci kılığında Yunanla savaşan “Efe Başvekil” Şükrü Saraçoğlu’nu da unutmamak gerekir tabi…

FB tarihinde, FB’ye sızan Doktor Nazım gibi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları da olmuştur kuşkusuz, ama bu bünye onları çok fazla barındırmamıştır…

İngilizlerin Fener’den Çektiği

FB, Kurtuluş Savaşı yıllarında, adeta üzerine ölü toprağı serilen, işgal altındaki İstanbul’un tek gurur ve neşe kaynağı haline gelmişti..

Çünkü FB, işgal İstanbul’unda İngiliz-Fransız işgal takımlarıyla 50 maç yapmış, bunların 41’ini kazanıp 4’ünde berabere kalırken sadece 5’ini kaybetmiştir. Bu maçlarda düşman filelerine 193 gol atan FB sadece 37 gol yemiştir. FB, ayrıca Ermeni ve Rum takımlarıyla yaptığı 16 maçın da tamamını kazanmıştır. Toplam 66 maç yapan FB, bunların 57'sini kazanmış, sadece 5'ini kaybetmiştir.

Bazı FB’lilerin gizlice Anadolu’ya gizlice silah kaçırdıkları, bazılarının elde silah cepheden cepheye koştukları dikkate alınacak olursa FB’nin yetersiz kadrosuyla işgal takımlarına karşı elde ettiği başarının boyutları çok daha iyi anlaşılacaktır.

Uzun ve yorucu ve acımasız savaş yılları ülkeyi olduğu kadar futbol takımlarını da yıpratıyordu. Cepheye giden futbolcular birer ikişer şehit ve gazi olunca ligler çocuk yaştaki futbolcularla oynanmaya başlamıştır. FB’de 14-16 yaşları arasında çok sayıda genç futbolcu vardı.

Bu maçlarda sadece top oynanmıyor, her seferinde vatanın gerçek sahipleriyle işgalciler kapışıyordu.

FB’nin işgal güçlerinin takımlarına karşı kazandığı maçların zafer haberleri, dönemin gazetelerinde geniş yer alıyordu. Ve bir strateji dehası olan Mustafa Kemal, bu zafer haberlerinin yer aldığı gazeteleri Türk cephelerine ulaştırıyordu.

O günlerin FB’sini Ali Naci Karacan şöyle anlatmıştır:

“Mütareke döneminde halkın işgal kuvvetlerine hıncı o derece idi ki FB’nin hemen her Pazar giriştiği bu maçlar, daha doğrusu ‘futbol oynuyorum’ diye yaptığı o milli kavgalar, inanılmaz bir ilgi uyandırdı.

“FB öyle müthiş bir silindir haline geliyor ve maç yapa yapa öyle idmanlı oluyordu ki, karşısında bu ecnebi takımlarından bir tanesi bile dayanamıyor ve sahaya çıkmaları ile birlikte kalelerine üzüm salkımları gibi goller asılı kalıyordu. Karşımıza çıkan işgal kuvvetlerini yenince bu sefer onların karmalarını yapmaya, karşımıza bu şekilde çıkmaya sevk etti. Ayrı ayrı o kadar kolay yeniyorduk ki, maçların biraz enteresan olabilmesi için onları birbirleriyle anlaşarak kuvvetlendirmeye biz sevk ediyorduk. Sevk ediyorduk ve yeniyorduk.

Mütareke’nin o elim günlerinde ıstıraptan bunalmış halka, bu galibiyetlerin ne büyük teselli teşkil ettiğini, ancak o maçlarda bulunanlar anlayabilir….”


General Harrington Fener’i Kapattı


İşgalci İngilizlerin Anadolu’daki kabusu Mustafa Kemal, İstanbul’daki kabusu ise Fenerbahçe’ydi.

Bu nedenle İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Harrington, İstanbul’daki kabusundan kurtulma planları yapmıştı.

İşgalcilere İstanbul’u dar eden, kazandığı maçlarla Türk halkının milli hislerini okşayan, ulusa yeniden öz güven kazandıran FB’yi etkisiz hale getirmek gerekiyordu.

İşte tam da o günlerde General Harrington’un kulağına, FB’nin Derağzı’ndan Anadolu’daki Millicilere silah ve cephane kaçırdığı haberi gelmişti.

General Harrington beklediği fırsatı bulmuştu.

İşgal kuvvetleri, 1920 Haziranı’nda Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasını basıp sıkı bir arama yapmıştır.

Aramadan sonra kulüp boşaltılmış ve kapısına kilit vurulmuştur.

İngiliz Kuvvetleri, kulüpten ayrılırken yöntemcilerden Ömer Nazım Bey’in eline bir bildiri tutuşturdular.

General Harrington, imzasını taşıyan bildiride FB’ye yönelik şu suçlamalar vardı:

1. Fenerbahçe Spor Kulübü, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bir şubesi olup spor maskesi altında siyasi faaliyette bulunmaktadır.

2. Fenerbahçe, Müttefik kuvvetlere karşı düşmanca duygular beslemekte ve bunu her fırsatta ifade edip ahaliyi kışkırtmaktadır.

3. Kulüpte yuvalanan bazı kimseler, Anadolu’daki asilere silah ve mühimmat sevk etmektedir.

4. Görülen lüzum üzerine, Fenerbahçe Spor Kulübü süresiz olarak kapatılmış ve azaları her türlü sosyal faaliyetten men edilmiştir.”


General Harrington, FB’den ebediyen kurtulduğunu düşünürken hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştı.

İstanbul’un işgaline bile sessiz kalan Müslüman ahali, FB’nin kapatılmasına karşı olağanüstü bir tepki göstermişti.

İşgalcileri destekleyen gazeteler bile FB’nin kapatılmasını eleştirerek bunun Anadolu’daki Milli Harekete güç vereceğini yazmışlardı.

Kulüp Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi ve bazı saraylılar araya girerek FB’nin açılmasını sağlamışlardı..

Mim Mim Grubu, FB’yi kapatan General Harrrington’un bu davranışını cezasız bırakmamaya karar vermişti. Öyle bir şey yapacaklardı ki, İngiliz generali önce işgal güçlerine sonra da tüm dünyaya rezil olacaktı.

Mim Mim Grubu’ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, General Harrington’un otomobilini çalarak İnebolu üzerinden Mustafa Kemal’e göndermişti… Birkaç hafta sonra Mustafa Kemal o otomobilin üzerinde görüntülenmişti.

Atatürk’ün Futbol Stratejisi

Savaş ve strateji dehası Mustafa Kemal, kurtuluş savaşı yıllarında gerçekten de futboldan bir silah olarak yararlanmıştı. Mustafa Kemal, Fenerbahçe’nin Anadolu’ya silah kaçırması ve işgalcilerle yaptığı maçlar dışında, büyük taarruz öncesinde de “futboldan” yararlanmıştır.

Mustafa Kemal, Büyük Taarruz’dan bir ay kadar önce ordu takımları arasında bir futbol turnuvası düzenlemiştir. Bu turnuvanın final maçını seyrederken savaş planlarını silah arkadaşlarıyla paylaşmayı planlamıştır.

Yunanlılar, Mustafa Kemal’in bu futbol ilgisi karşısında “Kemal yenileceğini anladı, şimdi de futbola merak saldı” diyerek onunla dalga geçerken, Charles H. Sherril, anılarında bu maçtan şöyle söz etmiştir:

“Bu büyük futbol maçıyla ilgili haberler, gazetelerde ön planda yer alıyordu. Bu durumdan Yunanlılar da hoşnut görünüyordu. Zira Türk ordusunun hiç olmazsa yakın bir gelecekte herhangi bir harekatta bulunması söz konusu olmayacaktı. Çünkü Türkler şimdilik yalnızca futbolla ilgileniyordu”.

28 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal, 1. ve 2. ordu arasında oynanacak final maçını izlemek için Akşehir’e gelmiştir.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Yakup Şevki Paşa ile birlikte sadece maçı izlememiş, savaş planlarının ayrıntılarını da konuşmuştur. Böylece düşman hiç bir şeyden kuşkulanmadan Büyük Taarruz hazırlıklarına son şekil verilmiştir.

30 Ağustos 1922’de Başkomutan Mustafa Kemal’in önderliğinde Yunan ordusunu bozguna uğratan Türk ordusu, imkansızı başarıp Kurtuluş Savaşı’nı kazanmıştır.

Harrington Kupası

İngilizler, Mustafa Kemal’i yenme şansını kaybetmişlerdi, ama yine de ellerinde son bir şans vardı: gitmeden önce FB’yi yenerek acılarını biraz olsun hafifletmek istiyorlardı. İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington İstanbul’u şöyle bir ağız tadıyla işgal ettirmeyen FB’den giderayak intikam almak istiyordu.

Harrington gazetelere verdiği ilanlarda kendisine güvenen bir Türk kulübüyle, İngiliz Gardlar Karması’nın maç yapmak istediğini belirtmişti. İlanda ayrıca, kazanan takıma özel olarak yaptırılan Harrington Kupası’nın verileceği belirtilmişti.

Haber aynı gün İstanbul’un diline düşmüştü: Kahvehanelerde, camilerde, Tepebaşı ve Taksim Bahçelerinde ve boğazın öteki tarafında Moda’da, Üsküdar’da herkes bu maçı konuşmaya başlamıştı.

Bu ilanı FB kendisine yönelik bir maç daveti olarak algılamış ve İngilizlere aynı gün şu yazılı cevabı vermişti:

“İstanbul ve Havalisi Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı Cenab-ı Alisi’ne;

Fenerbahçe Spor Kulübü, bütün kulüplere vaki davetinize muttali olmuştur. Kulübümüz, arzu duyulan futbol maçını, yine arzu buyrulan gün ve saatte yalnız kendi kadrosuyla oynamaya hazır ve cevabınıza muntazır olduğunu cenab-ı alilerine bildirmekle kesbi şeref eyler.”

FB bir kere daha işgal kuvvetlerine meydan okuyordu: Kendi kadromla, nerede istersen orada, ne zaman istersen o zaman!…


Maçın adı konmuştu: Gardlar Karması-Fenerbahçe

Harington, Gardlar karması’nın dünyaca ünlü İngiliz Çelse kulübünden getirttiği dört futbolcuyla takviye etmişti.

İstanbul bu haberle çalkanıyordu.

Kurtuluş Savaşı, İstanbul’un kurtuluşu, Lozan görüşmeleri unutulmuş, herkes bu maça kilitlenmişti.

Maçın önemi, diğer takımları da harekete geçirmiş, FB’nin ezeli rakibi GS, başta Aslan Nihat olmak üzere en iyi birkaç futbolcusunu FB’ye vermeyi teklif etmiş, ancak FB, ezeli rakibine teşekkür ederek bu maça kendi kadrosuyla çıkacağını belirtmiştir.

Maç, 29 Haziran 1923’te Taksim Stadı’nda oynamıştır.

Fenerbahçe, Gardlar Karmasını 2-1 yenmiş ve Harrington Kupası’nı almıştır. Bu kupa bugün FB Müzesi’nde sergilenmektedir.

İşgal kuvvetleri giderayak FB’den unutamayacakları bir tokat yemişti.

Zafer haberi kısa sürede Türkiye sınırlarını aşmış ta İsviçre’ye kadar gitmişti.

Lozan Görüşmelerini yürütmek için İsviçre’de bulunan İsmet Paşa, FB’nin İngiliz Gardlar Karması’nı yenerek Harrington Kupası’nı aldığını duyunca çok sevinmiş ve bir telgrafla FB’yi tebrik etmiştir:

İsmet Paşa’nın FB’ye gönderdiği telgraf şöyle bitiyordu:

“Heyetimiz adına meserretle gözlerinizden öperim… İsmet.”


Ergenekoncu Fenerbahçe!


Aradan yıllar geçti, Türkiye çok değişti!

1950’lerde başlayan karşı devrim sürecinde Cumhuriyet ve o cumhuriyetin kurucusu Atatürk yok edilmek istendi.

12 Eylül’den sonra Atatürk Cumhuriyetini değiştirmek için olağanüstü bir dönüşüm başlatıldı. Cumhuriyetin Polisi Cumhuriyetin eğitim sistemi, Cumhuriyetin yargısı, Cumhuriyetin ordusu yavaş yavaş dönüştürüldü.

Bütün bu dönüşüme inat, her hafta milyonların kalbini çarptıran Fenerbahçe, aynı kaldı: Hala o Dereağzı’nda Anadolu’ya silah kaçıran, hala o İngiliz-Fransız takımlarını Taksim Stadı’nda yenen, hala o Atatürk’ün ziyaret ettiği ve şeref defterini imzaladığı FB olarak varlığını sürdürdü…

Türkiye’de nice kurumlar “Atatürk”ün adını bile anmaktan korkarken Fenerbahçe, tribünlerinde, şanlı tarihine yakışır bir şekilde, hep o “ATAM İZİNDEYİZ” pankartı asıldı.

2006 yılında UEFA kupasında FB bir İspanyol takımıyla eşleşince İspanyol basını, “ATATÜRK’ÜN TAKIMIYLA OYNAYACAĞIZ” diye manşet attı.

2008 yılında FB Şampiyonlar Ligi’nde Sevilla ile oynarken Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” afiş açıldı.

Ve dönüştürülen Türkiye’de birileri “direnen” FB’den fena halde rahatsız oldu.

29 Mart 2009 Pazar günlü Taraf gazetesi şöyle bir manşetle çıktı:

“Ergenekon Fenerbahçe’de…”

Haberde;

“Ergenekon Fener-Sevilla maçında Şükrü Saraçoğlu stadına Mustafa Kemal’in askerleriyiz afişi astırmış.” denildi.

Türkiye’nin “dönüştürülme sürecinde” Atatürkçü ve Cumhuriyetçi olan herkese yapıştırılan “Ergenekoncululuk” damgası bu seferde Fenerbahçe’ye yapıştırılmıştı.

FB’yi Silivri’ye tıkmak çok kolaydı!

Nasıl olsa bu ülkede paçalarından fanatizmi akan bir futbol dünyası, olayları irdelemeden üzerine atlayan bir basın ve dizilerle beyni sulandırılmış bir halk, bu operasyona kolayca inanacaktı…

***

Diyelim ki FB’li bazı yöneticiler gerçekten de suçlu!

Diyelim ki FB’nin şampiyonluğu elinden alındı!

Diyelim ki FB ikinci lige düşürüldü!

Ne değişir?

“Çamura düşmekle altın değerinden ne kaybeder!”

FB, ne Aziz Yıldırım’dır, ne Şekip Mosturoğlu’dur, ne Emenike’dir ne de başka biridir! Hiçbir şahıs FB’yi bağlamaz! Çünkü FB Türkiye’dir, Türkiye FB’dir: FB’nin yaşadıklarını Türkiye, Türkiye’nin yaşadıklarını FB yaşar!

Bir FB’li olarak inadına ve gururla, Şükrü Sarçoğlu’ndaki o pankartı okuyorum:

“Atam izindeyiz!”

Sinan MEYDAN

5 Temmuz 2011

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...atar-atam-zindeyiz&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

OSMANLI'YI BİR DE ATATÜRK'TEN DİNLEYİN

ddd.jpg


Osmanlı tarihinden bir kesit sunan “Muhteşem Yüzyıl” adlı televizyon dizisi nedeniyle bir tartışmadır gidiyor. Dizi daha yayına girmeden hemen harekete geçen “muhafazakar çevreler”, dizide Kanuni’nin “içki içmesine” ve “haremdeki kadınlara” büyük tepki göstererek, “Ecdadımız böyle gösterilemez!...” diye filmi protesto ettiler, etmekteler. Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda tarihçilerin “Klasik dönem” diye adlandırdıkları, Fatih-Yavuz-Kanuni döneminde üç kıtaya yayılan gerçek bir “dünya imparatorluğu” haline gelmiştir. Ancak 17. yüzyıldan itibaren başlayan çözülmeyle birlikte imparatorluk yavaş yavaş küçülmüş ve 20 yüzyılın başlarında da büyük bir gürültüyle yıkılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının temelde üç nedeni vardır: 1. Akıl ve bilimin ihmal edilmesi, 2. Dünyadaki hızlı değişme ayak uydurulamaması, 3. Emperyalist kuşatmayla çevrilmesi ve bu emperyalist baskıya dayanacak askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip olmaması.

Neresinden bakılırsa bakılsın Osmanlı İmparatorluğu, Türk-İslam tarihi’nin en önemli siyasi oluşumlarından biridir. Bu yapıyı bütün yönleriyle anlamak, doğrularıyla ve yanlışlarıyla, bu yapıyı çözümlemek ve bu çözümlemeden dersler çıkarmak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son üç yüz yılındaki “değişim ve dönüşümden” etkilenen Türkiye Cumhuriyeti için de yaşamsal bir zorunluluktur.

OSMANLI DÜŞMANI MI OSMANLI SEVİCİSİ Mİ?

“Türk tarihinin sürekliliğine” inan bir tarihçi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki: Türkiye Cumhuriyeti bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki “değişim hareketlerinden” etkilenirken, diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, sosyal, toplumsal yapısından tamamen farklı yeni ve çağdaş bir çizgi belirlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti-Osmanlı ilişkisinde hem bir “kopuş”, hem de bir “süreklilik” vardır. Örneğin Cumhuriyet, Osmanlı’nın sanatını (minyatür sanatı) mimarisini (camiler, hanlar, hamamlar, köprüler), bilim-sanat insanlarını (Piri Reis, Mimar Sinan vb) vb özelliklerini benimserken; siyasi yapısını (sultanlık), hukuk sistemini (şer’i hukuk), bağımlı ekonomisini (kapitülasyonlar), dış politikasını (sürekli genişleme), Türklere yaklaşımını (diğer unsurlara göre Türklerin dışlanması), kadın konusuna bakışı (kadının ikinci sınıflığı) vb. reddetmiştir. Genç Cumhuriyetin özellikle Atatürk’lü yıllarında Osmanlı’ya bakışı bu çerçevededir.

Bazen iddia edildiği gibi Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, asla bir “Osmanlı düşmanı” olmamıştır. Ancak Atatürk hiçbir zaman bir “Osmanlı sevicisi” de olmamıştır. O, Osmanlı’nın 600 yıllık tarihine saygı duyarak, Osmanlı’nın, kendi ifadesiyle, “En aşağı yedi bin yıllık Türk yurdu olan Anadolu’nun” önemli devletlerinden biri olduğunu belirtmiştir. Ama bu durum, hiçbir zaman onun Osmanlı’yı eleştirmesini de engellememiştir.

İYİ TARİH BİLEN ATATÜRK OSMANLI’YI DA İYİ BİLİRDİ

Atatürk, Türk tarihinin, bütün “zenginliği” ve “derinliğiyle” ortaya çıkarılarak genç kuşaklara anlatılmasını istemiştir. Türk Tarih Kurumu’nu kurması, Tarih kurultayları düzenlemesi, bu kurultaylara dünyanın en saygın tarihçilerini çağırması, Hititoloji ve Sümeroloji bölümlerini kurması, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurması, yurt dışına tarih eğitimi için öğrenci göndermesi, Türk büyüklerinin biyografilerinin araştırılmasını istemesi ve dahası bizzat kendisi, Türklerin çok eski çağlarda Orta Asya’dan dünyanın değişik yerlerine yayıldıklarını, bu yayılma sırasında dillerini ve kültürlerini de yayıldıkları bölgelere taşıdıklarını iddia eden Türk Tarih Tezi’ni ileri sürmesi, onun Türk tarihine ne kadar çok önem verdiğinin en açık kanıtlarından sadece bir kaçıdır.

Atatürk adeta bir tarihçi gibi tarih üzerine eğilmiştir. Okuduğu beş bine yakın kitap içinde bin küsur tanesi tarihle ilgilidir. Atatürk’ün “göz kamaştıran başarıların” arkasında yüksek bir tarih bilinci yatmaktadır.

Atatürk’ün Osmanlı Tarihi üzerine okuduğu kitaplardan bazıları şunlardır:

1. Joseph Purgstall-Hammer, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”

2. M. Dochez, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”

3. Theophile Lavellee, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”,

4. N. Jorga, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi”,

5. Ahmet Rasim, “Osmanlı Tarihi”

6. Necip Asım-Mehmet Arif, “Osmanlı Tarihi”,

7. G. Des Godins de Souhesmes, “Osmanlı Ülkesinde”,

8. Mahmut Esat Bozkurt, “Osmanlı Kapitülasyonlarının Yönetimi”,

9. Muhammed Ferid Bey, “Günümüz Osmanlı Krizi Üzerine Bir İnceleme”,

10. İbrahim Peçevi, “Peçevi Tarihi”,

11. Cemalettin Bey, “Sultan 5. Murat”,

12. Ebu’l Gazi Bahadır Han, “Şecere-i Türk”,

13. Abdurrahman Şeref, “Tarih-i Devleti Osmaniye”

14. Ali Reşat, “Tarih-i Osmani”,

15. Ahmet Aşık-i Aşıkpaşazade, “Tarihi Ali Osman Aşıkpaşazade Tarihi”

16. Hüseyin Kazım Kadri, “Türk İmparatorluğu, Sultanlar, Toprak ve İnsanlar”

17. Necip Asım, “Türk Tarihi”,

18. Richard Knalles, “Türklerin Genel Tarihi”,

19. Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı”.

20. Namık Kemal, “Osmanlı Tarihi”[1]

ATATÜRK’ÜN OSMANLI ELEŞTİRİLERİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden “yeni” ve “çağdaş” bir “ulus devlet” çıkaran Atatürk’ün Osmanlı’ya bakışı genelde eleştireldir, Atatürk, yüzyıllar içinde köhnemiş ve nihayetinde yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nu “romantik” değil, “akılcı” bir gözle analiz etmiştir; Osmanlı’yı önce duraklatan, sonra da yıkıma götüren “iç ve dış” nedenleri “objektif” ve “bilimsel” bir biçimde araştırıp ortaya koymuş ve “tarihten ders” alarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Tarihten ders almasını bilecek kadar “tarih bilincine sahip” olan Atatürk, bugünkü “popülist politikacalar” gibi asla körü körüne bir “Osmanlı seviciliği” yapmamıştır. Osmanlı’nın mimari, askeri strateji vb. güçlü yönlerinin altını çizen Atatürk, Osmanlı’nın, ölçüsüzce genişlemesini, bu genişleme sürecinde Türklerin gücünden yararlanılmasını, bir dönemden sonra medrese eğitiminin yozlaşmasını, akıl ve bilimin ihmal edilmesini, bazı padişahlarının yetersizliklerini, son dönemlerde kapitülasyon belasıyla ekonominin tamamen dışa bağımlı hale gelmesini, sanayileşme ve kültürel aydınlanma konusunda geç kalınmış olmasını çok ağır bir biçimde alabildiğince eleştirmiştir. Bu eleştirileri daha çok halka yönelik konuşmalarında halkın gözünün içine bakarak yapmış, “Aman geleneksel bağlara sıkıca bağlı halk ne der?” demeden, soğuk ve çıplak gerçeklerle halkı yüzleştirmiştir. Onun bir zamanlar bir ferdi olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nu eleştirmesi, tamamen “devrimci” bir tavırdır. Bilindiği gibi dünyadaki bütün önemli devrimciler, özellikle devrimi yerleştirme sürecinde devrilen eski siyasi yapıyı alabildiğince eleştirmişlerdir.

İşte Atatürk’ün 1923, İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı bir Osmanlı eleştirisi:

Atatürk’e göre “milli” bir yapıya sahip olmayan Osmanlı’da “milli bir tarih” de yoktur. Osmanlı döneminde hakimiyet millete değil, milletin başına geçen birtakım kişilerdedir. Millet, evi barkı ile ilgileneceği, kendi topraklarında hayatını devam ettirebilmek için çalışacağı yerde cepheden cepheye koşturulmuştur. Milletin arzusu, emelleri ve gerçek ihtiyaçları göz önünde bulundurulacağına millet şunun bunun şahsi ihtiraslarına alet edilmiştir. İç politika ise dış politikanın gereğine göre düzenlenmiştir. Bu nedenle Osmanlı dönemde Türk halkı milli bir hayat yaşamamıştır.


“Efendiler! Osmanlı tarihini tetkik edersek görürüz ki, bu bir milletin tarihi değildir. Milletimizin mazideki halini ifade eden bir şey değildir. Belki milletin ve milletimizin başına geçen insanların hayatlarına, ihtiraslarına teşebbüslerine ait bir hikayedir.Bu böyle olmakla berber, bütün bu devirlerin de devlet namına muayyen bir istakamet-i siyasiyesi yoktu. Belki devletin ve milletin başına geçen insanların kendilerine mahsus siyasetleri vardı veyahut hiç siyasetleri yoktu… Mesela Fatih Sultan Mehmet, kendi ecdadından tahsis etmiş olduğu Osmanlı Devleti ile Selçuklu Devleti tacına tevarüs etmişti ve İstanbul’un fethiyle Şarki Osmanlı İmparatorluğu’na da tevarüs etmişti. Bundan sonra Garbe (Batıya) doğru tevassü (genişlemek) istiyordu. Fatih arzu ediyordu ki, Roma’yı da alsın ve Garbi Roma İmparatorluğu tacını da başına koysun.

Birçok Avrupa memaliki (ülkesi) zapt olundu. Fakat orada İslam anasırı yoktu, milel-i muhtelife (değişik milletler) vardı. Denilebilir ki Fatih’in siyaseti bir garp siyaseti idi. Ancak siyaseti hariciyede kuvvetli olabilmek için kuvvetli bir siyaseti dahiliye lazımdır. Fakat, Fatih Sultan Mehmet, kuvvetli bir teşkilatı dahiliye nasıl vücuda getirebilirdi. Memalik-i şahanesi (Osmanlı ülkesi) sekseni muhtelif anasırdan mürekkep idi…

Fatih’in ölümünden sonra Beyazit başka bir siyaset takip etti. Bu siyasetin rengi kabil-i ifade değildir. Beyazit çok mütedeyyin ve itikadı taassup derecesinde idi. Fatih’in siyasetini takip etmedi.

Sonra Yavuz Sultan Selim geldi. O da başka bir siyaset teveccüh etti. Garp siyasetini bıraktı, Şark siyaseti… İttihad-ı İslam (Müslümanların birleşmesi) siyaseti takip etti. İran istikametinde nüfuz-u iktidarını ibraz etti ve Mısır seferi neticesinde de Hilafeti aldı.

Vefatında yerine geçen Kanuni başka bir siyaset takip etti. Yani hem Şark, hem de Garp siyaseti takip eyledi. İki cepheli bir siyaset…

Belli başlı bu dört sultandan başka diğerlerini nazar-ı itibara alırsak onların hiçbir siyaset takip etmedikleri görülüyor.”[2]

Görüldüğü gibi Atatürk, yukarıda Osmanlı’nın “Muhteşem Yüzyılı”nı eleştirmektedir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “ulus devlet” olması, Atatürk’ün Osmanlı eleştirilerini daha çok, Osmanlı’nın yayılma siyasetinin çelişkileri, padişahların tek adamlıkları, yani saltanat sisteminin zararları ve çok uluslu Osmanlı yapısı içinde Türklerin ikinci plana itilmeleri üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Atatürk, 1927 yılında CHP Kurultayında okuduğu Büyük Nutuk’ta: “Osmanlılar zamanında çeşitli siyasi ilkeler takip edilmiş ve edilmekteydi. Ben bu siyasi ilkelerin hiçbirinin yeni Türkiye’nin siyasi şekillenmesinde ilke olarak kabul edilemeyeceğine inanmıştım” demiştir. [3]

Atatürk, “Bu konuyla ilgili olarak öteden beri söylediklerimin ana noktalarını burada hep birlikte hatırlamayı yararlı bulurum” diyerek Osmanlı eleştirilerini şöyle özetlemiştir:

“Efendiler! Bilirsiniz ki hayat demek, mücadele ve kavga demektir. Hayatta başarı kazanmak mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır. Bu da maddi ve manevi güç ve kudrete dayanan bir özelliktir. Bir de insanların uğraştığı bütün meseleler, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar, toplumca yapılan genel bir mücadelenin dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğulu kavimlerin Batılı kavimlere saldırı ve hücumu, tarihin belli bir sayfasıdır. Doğu milletleri arasında Türklerin başta geldiği ve çok güçlü olduğu bilinmektedir. Gerçekten de Türkler, İslamlıktan önce Avrupa içerisine girmişler, saldırılar, istilalar yapmışlardır. Batı’ya saldıran ve İspanya’yı ele geçirerek Fransa sınırına kadar giden Araplar da vardır. Fakat efendiler, her saldırıya daima bir karşı saldırı düşünmek gerekir. Karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir bir tedbir bulmadan saldırıya geçenlerin sonu, yenilmek, bozguna uğramak ve yok olmaktır.

Atilla, Fransa ve Batı Avrupa topraklarına yayılmış olan imparatorluğunu batırdıktan sonra, bakışlarımızı Selçuklu Devleti’nin yıkıntıları üstünde kurulmuş olan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere çevirelim. Osmanlı hükümdarları arasında Almanya’yı, Batı Roma’yı ele geçirerek çok büyük bir imparatorluk kurma çabasında bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri bütün İslam dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye ve Mısır’ı zaptetti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı zapt etmek, hem de İslam dünyasını hüküm ve idaresi altına almak gayesini güttü. Batı’nın sürekli karşı saldırısı, İslam dünyasının hoşnutsuzluk ve isyanı ve bu şekilde bütün dünyayı ele geçirme düşünce ve emellerinin aynı sınırlar içine aldığı çeşitli unsurların uyuşmazlıkları, sonunda benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine gömdü.” [4]

Osmanlı İmparatorluğu’nun “ölçüsüz ve hesapsız” fetih anlayışının Osmanlı’yı yıkıma sürüklediğini iddia eden Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini, “Milli değil, belirsiz, bulanık ve kararsız” diye adlandırmıştır.[5]

“Çeşitli milletleri ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu çeşitli unsurlardan oluşan kitleleri eşit haklar altında bulundurarak güçlü bir devlet kurmak parlak ve çekici bir siyasi görüştür; fakat aldatıcıdır.” diyerek çok uluslu imparatorluk siyasetini eleştiren Atatürk, buradan sözü yeni Türk Devleti’ne getirerek şöyle demiştir:

“Bizim kendimizde açıklık ve uygulama imkanı gördüğümüz siyasi ilke, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların akıllarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur. İlmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir…

Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Genellikle milleti uzun uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluklar beklemektir.”[6]

Görüldüğü gibi Atatürk, “fetihçi” karaktere sahip “çok uluslu” bir “ümmet” imparatorluğundan “tam bağımsız” bir “ulus devlete” geçerken Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetini alabildiğince eleştirmiştir. Bu eleştirilerin amacı, “cumhuriyet tarihi yalancılarının” söyledikleri gibi “geçmişi kötülemek” değil, geçmişin hatalarından ders alarak “geleceği kurgulamaktır”.

Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” bir yönüyle “konjektürel” olsa da başka bir yönüyle “tarihsel gerçekleri” yansıtmaktadır.

Atatürk, Osmanlı siyasal düşüncesini ve bu düşüncenin temel dayanakları olan “hanedan” ve “hilafet” gibi kavramları eleştirerek, “Türk ulusu” ve “ulusal egemenlik” gibi kavramları vurgulamıştır.

“Osmanlı tarihini incelersek görürüz ki, bu bir millet tarihi değildir, milletimizin geçmişteki halini ifade eden bir şey değildir. Belki milletin başına geçen birtakım insanların hayatlarına, ihtirasılarına, teşebbüslerine ait bir hikayedir.”[7] diyen Atatürk, devrimci bir mantıkla bu “hanedan tarihini”, alabildiğince eleştirmiştir. Aslında Atatürk’ün en temel amaçlarından biri, binlerce yıllık Türk tarihini bu “hanedan tarihinin darlığından” kurtarmaktır.

Atatürk başta olmak üzere erken cumhuriyetçi kadronun Osmanlı eleştirilerinde bir ulus oluşturma kaygısının derin izleri vardır. Bu eleştirilerle “eki Osmanlı ümmeti” kimliği tamamen tasfiye edilerek, yeni “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” kimliği oluşturulmak istenmiştir. [8]

Atatürk’ün Osmanlı’ya yönelttiği temel eleştirilerden biri, “Osmanlı’nın Türkleri ihmal ettiği” yönündedir. Atatürk’e göre Osmanlı, izlediği fetih siyaseti sonunda fethettiği yerleri korumakta güçlük çekince buralarda yaşayan farklı dil, din ve geleneklere sahip milletlere bütün bu farklılıklarını koruyabilecekleri istisnalar, imtiyazlar verdikten sonra Türkleri de buralara muhafız yapmıştı. Atatürk, Türklerin Osmanlı’da askerlikten başka nerdeyse hiçbir şeyle uğraşmadıklarını, oysa diğer milletlerin çalışarak zenginleştiklerini ve sonuçta Türklerin kendi anayurtlarında başkasına muhtaç duruma düştüklerini belirtmiştir.[9]

Şu sözler Atatürk’e aittir:

“Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir vaziyete getirilmişti. Bu netice arz ettiğim gibi, milletin kendi iradesine ve kendi hakimiyetine sahip bulunmamasından ve bu irade ve hakimiyetin şunun bunun elinde istimal edile gelmiş olmasından kaynaklanıyordu.”[10]

Atatürk’ün “Osmanlı eleştirilerinin” temelinde, yeni kurulan Türk Devleti’ni daha sağlam temeller üzerinde yükseltmek için Osmanlı’nın yaptığı hataları bilip bu hataları tekrarlamamak düşüncesi vardır.

Örneğin, daha 1922 yılında not defterlerinden birine (22 no) Konya’da bir sanat okulunun açılışı için yapacağı konuşma metninde “Osmanlı Devleti’nin sanata önem vermediğini” belirterek Osmanlı Devleti’ni eleştirmiş ve yeni Türk Devleti’nin Osmanlı’nın bu “yanılgısını” tekrarlamayacağını belirtmiştir.

İşte Atatürk’ün 2 Nisan 1922 tarihli o notları:

“… Fakat Osmanlı Türkleri İstanbul’u, Rumeli’yi fethettikten sonra kendilerini içtimai ve askeri hayatın ihtiyaçlarını bizzat temin ile başka işlerle (sanatla) uğraşmaya ihtiyaç duymadılar. Bu konuları, içli dışlı ilişkide bulundukları yabancıların sanatkarlarına bıraktılar.

Onlar yalnız uzun seferlerin hızını, geniş savaş alanlarının ulaşılmaz kahramanlığı şerefini elde ederek övündüler.

Onlar için bu kahramanlık sanatından başka sanat yoktu. Veya başka sanatla ilgilenmeyi haysiyetlerine zarar verecek sanırlardı.

Hafızamda aldanmıyorsam, Belgrat üzerinden Viyana’ya yürüyen bir Osmanlı ordusunun başında bulunan Sultan Süleyman-ı Kanuni’nin atının nalı düşmüştür. Nalbant bulmak önemli bir sorun olmuştur. Nihayet askerler arasında nalbantlıktan anlayan birisi bulunmuştur. Padişahın atı nallanmıştır. Fakat Padişah bu olaydan, ordusunda bir nalbant bulunmasından müteessir olmuştur. (Çünkü) Padişah, bu gibi sanatların orduya girmesinin orduyu zayıflatacağını düşünmekteydi.

İşte bu zihniyetin uygulaması sonucundadır ki, Osmanlı ordusunu iğneden ipliğe her türlü ihtiyacını sağlamada cahil ve aciz bir halde bırakmıştır.

Bütün ihtiyaçlarının sağlanması için millet ecnebilere bağlı kaldı. Bu zihniyetle sanatın gereği, sanatkarlığın önemi ve şerefi takdir olunamazdı.

Efendiler, bu zihniyetin ne kadar yanlış, ne kadar akıldan uzak olduğunu, asırların verdiği acı tecrübe ile ve özellikle bugün içinde bulunduğumuz şartların zorluğuyla anlamış, acısını hissetmemiş bir kişi kalmamıştır.”[11]

Bu sözleriyle Osmanlı’nın sanata, sanatçıya, zanaata ve zanaatkara önem vermemesini eleştiren Atatürk, sözü yaşanılan zamana getirerek, sanata önem verilmesi gerektiğini. “Bugün bu sanat okulunun açılışında hazır bulunduğumuzdan cidden bahtiyarım…” diyerek ifade etmiştir.[12]

ATATÜRK’ÜN ELEŞTİRDİĞİ OSMANLI PADİŞAHLARI

Atatürk’ün en sert biçimde eleştirdiği Osmanlı padişahı Vahdettin’dir.[13] Kurtuluş Savaşı’nın belli bir dönemine kadar, Halife-sultana bağlı kitlelerin Kurtuluş Savaşı’na cephe almamaları için Vahdettin’den “saygıyla” söz eden Atatürk, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı yıllarındaki hıyanetlerini görmeye başladıktan sonra (1920) Meclis gizli oturumlarında Vahdettin’in “hain” olduğunu açıkça ifade etmiş, ama yazışmalarında yine “strateji gereği” bu gerçeği açıklamamıştır. Ta ki, son padişah son ihanetini yapıp, düşmana sığınıncaya kadar... Atatürk, Vahdettin İngilizlere sığındıktan sonra (17 Kasım 1922) “Vahdettin gerçeğini” ulusuyla paylaşmıştır.

Bugün, cumhuriyet tarihi yalancılarınca “kahraman” ilan edilen Vahdettin’i Atatürk çok ağır biçimde eleştirmiştir. İşte o eleştirilerden bazıları:

“Saltanat, hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta…”[14]

Atatürk Vahdettin’e sadece “alçak-hain” demekle kalmamış, çok daha ağrırı, “yaratık” demiştir. Evet! Yanlış okumadınız YARATIK demiştir…

İşte Atatürk’ün Vahdettin hakkındaki o sözleri:

“O zaman egemenliğin babadan oğula geçmesi gibi yanlış bir yöntem olarak büyük bir kat, gösterişli bir son kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği, kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten neden ve nasıl olursa olsun Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek derecede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa bir ulusun başında olduğunu düşünmek ne acıklıdır. Kıvancımız şudur ki: Bu alçak alçaklığını, atalarından kalma padişahlık katından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu öncelikli davranışı elbette övülmeye değer. Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama böyle bir yaratığın bütün Müslümanların halifesi kimliğini taşıdığını söylemek kuşkusuz uygun düşmez.”[15]

“Beceriksiz, aşağılık, duygusuz, anlayışsız, soysuz bir yaratık…” İşte Atatürk’ün Vahdettin’e bakışı bu kadar net ve bu kadar serttir. Tartışmasız, Atatürk’ün en sert biçimde eleştirdiği Osmanlı padişahı Vahdettin’dir. Çünkü o, hiçbir Osmanlı padişahının yapmadığını yapmış, bir ölüm kalım savaşında düşmanla çok sıkı bir işbirliğine girmiş, vatanı kurtarmaya çalışanların üzerine ordu göndermiş, bir iç savaş başlatmış, kısaca düşmanın maşası olmuş, bu da yetmemiş savaş sonrasında hiç çekinmeden düşmana sığınarak vatanından kaçmıştır.

Atatürk, “sultan” unvanına fazlaca önem vermesi ve Timur’la olan çatışmasından dolayı Yıldırım Bayezıt’ı, Fatih’in hamlelerini devam ettirmeyen II.Bayezıt’ı ve “saltanatı uğruna ülkeye yabancıları davet etti” dediği II. Mahmut’u da eleştirmiştir.[16] Ama bu eleştirilerin hiçbiri Vahdettin’e yönelik eleştiriler kadar sert değildir.

Atatürk, Harp Okulu yıllarındaki bir konuşmasında Osmanlı Devleti’nden, bazı Osmanlı padişahları ve devlet adamlarından şöyle söz etmiştir:

“Nerde Fatih, Yavuz, Kanuni, üçüncü Selim gibi hükümdarlar! Son devir Osmanlı padişahları hep cahil ve zavallı kimseler.Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit Mustafa Reşit Paşa’dan, Abdülaziz Ali ve Fuat paşalardan, Abdülhamit Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları işbaşına getirmişlerdir.Şunu iyi bilelim ki: Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz ne de donanmamız bugünkü hale düşerdi. Akdeniz’de ikinci durumda olan donanmamız Karadeniz’de Ruslar’a herhalde dersini verecek 1877-1878 seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik.Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı haliçten çıkarmayacak hale getirmek suç değil midir? Millet padişahından neden hesap soramamalıdır?Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?”[17]

Görüldüğü gibi Harp Okulu öğrencisi, daha 20’li yaşlarındaki Mustafa Kemal, bir Osmanlı tarihi eleştirisi yaparak, “Millet padişahından neden hesap sormamalıdır?” diyebilmektedir. Ne diyelim “adam olacak çocuk işte!...”

ATATÜRK’ÜN HAZIRLATTIĞI TARİH KİTAPLARINI KİM DEĞİŞTİRDİ?

Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” cumhuriyetin okul kitaplarına da girmişti. Liseler için hazırlanan tarih kitaplarında Osmanlı’nın eksik yönleri, yanlış politikaları hiç çekinilmeden eleştirilmişti. Bugün yapıldığı gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki ders kitaplarında “romantik” bir Osmanlı tarih anlatımı yoktu. Türk-İslam tarihinin en uzun süre ayakta kalmış devletinin eksikleri, yanlışları eleştirilerek Türk gençlerinin tarihlerinden ders almaları ve geçmişin hatalarını tekrarlamamaları amaçlanmıştı. Yani genç cumhuriyet Osmanlı tarihini, bir rahatlama aracı, eski başarılarla avunma yöntemi olarak değil, bir sosyal laboratuar olarak kullanmıştı. Genç cumhuriyetin Osmanlı tarihine yönelik bu yaklaşımı son derece doğrudur. Çünkü bilindiği gibi “tarih bilimi”, insanların kendi kendilerini avutmaları, geçmiş başarılarla övünmeleri amacıyla icat edilmiş bir oyun aracı, bir hamasi düşler makinesi değildir; “tarih”, toplumların geçmiş hatalarını bilerek o hataları tekrarlamalarını engellemek amacıyla geliştirilmiş, belge ve bilgiye dayalı bir sosyal bilimdir.

Ancak bugünün Türkiyesi’nde üstelik kendilerini “liberal” olarak tanımlayan kimileri, buz gibi, “Osmanlı seviciliği” yapmakta ve Atatürk’ün 20. yüz yılın başlarında Osmanlı’nın en gözde padişahlarının “fetih siyasetlerini” eleştirmesini yadırgamaktadırlar. Örneğin Taha Akyol, bir köşe yazısında Atatürk’ü, Fatih’i eleştirdiği için eleştirmiş ve haksız bulmuştur.[18] Oysa ki Peçevi, İbrahim Efendi, Katip Çelebi ve Naima gibi tarihçiler de Viyana’ya kadar dayanan Osmanlı fetih siyasetini, üstelik yüzlerce yıl önce, eleştirmişlerdi.[19]

Atatürk döneminde okul kitaplarında Osmanlı tarihi, “savaş” ve “anlaşma” tarihi olarak değil, “bilim”, “kültür”, “sanat” tarihi olarak anlatılmıştır. Atatürk, genç cumhuriyetin “kul” olmaktan “birey” olmaya terfi etmiş “çağdaş yurttaşlarını” savaş ve fetihle değil, savaş ve fetih başarılarının da ardında yatan “bilim”, “kültür” ve “sanat” alanındaki başarılarla motive etmeye çalışmıştır.[20]

Ancak Atatürk’ün bu “tarih bilinci” birilerini rahatsız etmiş, ve Atatürk öldükten sonra Türkiye’de genel olarak tarih eğitimi, özel olarak da “Osmanlı tarihi anlatımı” değiştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’yle imzalanan 1949 Eğitim Komisyonları Anlaşması gereğince, ABD’li uzmanların isteğiyle Osmanlı tarihi, yeniden “savaş”, “fetih” ve “anlaşma” tarihine indirgenmiş, Osmanlı “sanatı” “kültürü” (en azından mimarisi) nerdeyse tamamen kitaplardan çıkarılmıştır. Amerika’nın, Osmanlı tarih yazımında böyle bir değişiklik yapmasının nedeni 1950 ve sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde siyasi rakibi Komünist Rusya’nın burnunun dibindeki Türkiye’den daha rahat yararlanmak istemesidir. Şöyle ki: ABD, “Osmanlı atalarının savaşçılığıyla motive olan Türk gençlerinin”, asker olarak kendisine daha yararlı olacağını düşünmüştür. Bu nedenle Türk tarih Osmanlı tarihine, Osmanlı tarihi de “savaş” ve “fetih” tarihine indirgenmiştir.

İşte bu süreçte, sadece tarih kitapları değiştirilmemiş, Atatürk’ün “ulus” ve “milliyetçilik” anlayışları da değiştirilmiştir. Atatürk’ün, “En aşağı 7 bin yıllık” Anadolu tarihinden beslenen, Hatti, Hitit, Sümer, Truva, Bizans, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerinin mirasçısı olan “Türk milleti” tanımı, 1071’de Orta Asya’dan Anadolu’ya giren “göçebe kitlelerin”, zaman içinde Anadolu’da kurdukları Osmanlı Devleti’ne indirgenmiş, Osmanlı Devleti de sadece “savaşa” ve “fetihe” mahkum edilmiştir. Bu tarihi okuyan Türk gençleri de “Osmanlı’nın askeri zaferleriyle” övünmeyi, “Milliyetçilik” zannetmeye başlamışlardır.[21]

ATATÜRK’ÜN BEYENDİĞİ OSMANLI PADİŞAHLARI

Osmanlı’yı “akılcı” ve “bilimsel” ölçülerde alabildiğince eleştiren Atatürk, asla bir “Osmanlı düşmanı” değildir. Osmanlı tarihinin, Türk-İslam tarihinin çok önemli bir bölümü olduğunu da her defasında vurgulamış, özellikle bazı Osmanlı padişahları ve bazı Osmanlı büyüklerinden övgüyle söz etmiş, genç kuşaklara onların mutlaka anlatılması gerektiğini belirtmiştir.

Örneğin, Atatürk daha Harp Akademisi’nde öğrenciyken tuttuğu notlarda Yavuz Sultan Selim’i, Çaldıran’da soğukkanlılığını hiç kaybetmediği için takdir etmiştir.[22]

1904 yılında 3 numaralı not defterine, “Meşhur Osmanlı Kumandanları” başlığı altında Makbul İbrahim Paşa ve Lala Mustafa Paşa’nın biyografilerini yazmış, her iki Osmanlı devlet adamından da övgüyle söz etmiştir.[23]

Osmanlı’nın belli politikalarını alabildiğince sert biçimde eleştiren Atatürk, Türk-İslam tarihindeki bütün önemli isimler gibi Osmanlı tarihinin abide isimlerine de gereken önemi vermiştir. Atatürk’ün en çok değer verdiği tarihi isimlerin başında Hz. Muhammed, Cengiz, Timur, Yıldırım ve özellikle Fatih gelmektedir.

Hz. Muhammed için, “Benim senin adın silinir; fakat o ölümsüzdür” demiş.[24]

Yıldırım için: “Bir gün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse Yıldırım’ın şahsında bulabilirler” demiş.

Timur’u çok akıllı bulmuş, “Onun yaptıklarını ben yapabilir miydim, bilmiyorum” demiş,

Çok önem verdiği Fatih’ten: “Büyük adamdı büyük…” diye söz etmiş ve İstanbul Rumeli Hisarı’na bir Fatih heykeli diktirmek istemiştir.

Yine İstanbul’a Barbaros Hayrettin Paşa, Timur, Mimar Sinan ve İbn-i Sina’nın heykellerini diktirmek istemiştir.[25]

Dahası Atatürk, 1930’lardaki tarih çalışmaları kapsamında Osmanlı tarihinin de bilimsel bir şekilde araştırılmasını istemiş ve ilk olarak yurt dışında Tarih doktorası yapan manevi kızı Afet İnan’a ünlü Osmanlı denizcisi Piri Reis’in hayatını araştırma görevi vermiştir. Afet İnan’ın Piri Reis araştırmasıyla bizzat ilgilenen Atatürk, Afet İnan’ın ihtiyaç duyduğu arşiv belgelerini bizzat kendisi temin ederek Cenevre’ye Afet İnan’a göndermiştir. [26]

ATATÜRK’ÜN ABDÜLHAMİT’E BAKIŞI
Atatürk’ün Osmanlı padişahları hakkında en ilginç değerlendirmesi Padişah II. Abdülhamit hakkındadır. Bir zamanlar Abdülhamit istibdadını yıkmak için mücadele etmiş, hatta Harp Okulu’ndan mezun olur olmaz Abdülhamit karşıtlığından dolayı hapis yatmış olan (1905) Atatürk, 1937 yılında Abdülhamit hakkında şunları söylemiştir:

“… Bak çocuk, kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim, 19. yüzyılın sonlarında uygulanmış olursa…”[27]

ATATÜRK’ÜN FATİH HAYRANLIĞI

Zaman zaman bazı politikaları nedeniyle eleştirmiş olsa da Atatürk’ün en sevdiği, en beğendiği Osmanlı padişahı tartışmasız Fatih Sultan Mehmet’tir.

Atatürk, 1930’da Afet İnan’a, Fatih Sultan Mehmet’in en büyük başarılarından biri olan İstanbul’un fethi hakkında şu çarpıcı sözleri söylemiştir:

“İstanbul’un fethi olayını değerlendirirken diyenler vardır ki: Bizanslılar Türklerden daha medeni idiler, fakat Türklerin harsı kuvvetli olduğu için galip ve başarılı oldular! Bu anlayış anlatım doğru değildir. Gerçekte Türkler Bizanslılardan daha hem daha medeni idiler, hem de ırki karakterleri onlardan yüksekti. Medeniyet dediğimiz harsın üç önemli özelliğini göz önünde tutarak olayı değerlendirirsek fikrimiz kolaylıkla anlaşılmış olur:

İstanbul’u alan Türkler, devlet hayatında elbette Bizans İmparatorluğu’ndan çok yüksekti. Türklerin İstanbul’un fethinde inşa ve icat ettikleri gemileri toplar ve her çeşit araçlar, gösterdikleri yüksek fen yeteneği, bilhassa koca bir donanmayı Dolmabahçe’den Haliç’e kadar karadan nakletmek dehası, daha önce Boğaziçi’nde inşa ettikleri kuleler, aldıkları tedbirler, Bizans’ı alan Türklerin fikir ve fen aleminde ne kadar ileri olduklarının yüksek şahitleridir. Bizans prenslerinin Türk ordugahlarında staj yaptıklarını, her konuda ders aldıklarını da hatırlatmak isterim. Daha Atilla zamanında Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türklerin haraçgüzarı olacak kadar siyasette ve askerlikte bilgi ve beceriden yoksun düzeyde olduğu bilinmektedir. Bizans’ı alan Türklerin, ekonomik hayatta, Bizanslıların çok ilerisinde olduğunu anlatmaya dahi gerek yoktur.”[28]

Görüldüğü gibi Atatürk, İstanbul’un fethinin arkasındaki “akla”, “fenne”, “tekniğe” vurgu yapmaktadır. “Yüksek bir akılla” İstanbul’u fetheden zihniyetle övünen Atatürk, daha sonraki yüzyıllarda “yüksek akılsızlıkla” bir devleti batıran zihniyeti eleştirmektedir.

Aslında mesele bu kadar basittir.

Atatürk, bir keresinde Fatih’e hayranlığını şöyle ifade etmiştir:

Bir gün İstanbul’un fethinden konuşulurken söz Fatih Sultan Mehmet’e gelir. Atatürk ortaya: “Tarih acaba benim mi yoksa İkinci Mehmed’in mi yaptığımız işleri daha mühim bulacaktır” diye bir soru atar.

Orada bulunanların neredeyse hepsi: “Siz!..” derler. Bunun üzerine Atatürk “Niçin?” diye bir soru daha sorar.

Cevap sırası gelenler, “Atatürk’ün Fatih’ten çok büyük olduğunu kanıtlamak için” akla hayale gelmeyecek kanıtlar toplamaya ve Atatürk’e övgüler dizme konusunda adeta birbiriyle yarışmaya başlarlar.

Hatta bazıları: “Sizin yanınızda Fatih kim olurmuş?” der.

Ancak bütün bu cevaplar Atatürk’ü tatmin etmez.

Sonunda söz orada bulunanlardan en genç olana gelir. Bu genç: “Efendim!” der ve şöyle devam eder: “Tarih bir sınav salonuna benzer, karşısına gelenlere birtakım özel sorunlar verir. Sonuçta verdiği sorunları çözüşüne ve bundaki yeteneğine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin sınavına çıkanların hepsi ayrı şartlar içinde ayrı sorunlar karşısında kalmışlardır. Bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır …

Fatih karşısına çıkan sorunları en iyi şekilde çözerek on numara almıştır. Siz de önünüze çıkan sorunları halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz.”

Bu sözleri büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk: “Bravo!” diyerek genci kutladıktan sonra biraz önce Fatih’i küçümseyenlerden birine dönerek:

“Sen haltetmişsin!..” der ve şunları söyler:

“Ben Fatih’ten büyük olabilir miyim! Çok kereler Fatih’in karşılaştığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı çözüm yollarını bulmuşumdur. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım sorunları nasıl hallederdi?Bunu çok merak ederim.. İkinci Mehmet büyük adamdır büyük…”

Atatürk, biraz uzaklara dalıp düşündükten sonra “Tarihimize nasıl bakmalı?” sorusuna cevap verircesine şunları söylemiştir:

“İmkan olsa da her Türk ailesinin tarihi tespit edilebilse. Asırlar içinde her ailenin bir, iki, üç büyük adam verdiği tespit edilebilir. Mesela Timur soyundan Hasan Baykara, Osmanoğulları’ndan Fatih, Yavuz, hatta Dördüncü Murat, Selçukoğulları’ndan Ertuğrul, Kılıç Arslan filan o dönemin tarih anlayışı içinde hatıraları bize kadar ulaşmış Türklerdir. Yalnız şunu da unutmamalıdır ki, hiçbir adamın memleketine hizmet etmiş olmasına karşılık, sülalesini bir memleketin başına sarmağa da hakkı yoktur. Onun içindir ki Türk’ün karakterine bey’zadelik geleneği yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra köşesindeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin nesli olabilir. Ama bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz büyük babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki cumhuriyet Türk’ün en tabii yönetim şeklidir.

Amma ben Fatih’in devrinde yaşasaydım reyimi (oyumu) tereddütsüz ona verir ve onu reisicumhur (cumhurbaşkanı) seçerdim”[29]

İşte Atatürk’ün Fatih’e bakışı… İşte Atatürk’ün Osmanlı’ya bakışı… Tarihiyle “kavga” etmeden yanlışları ve doğruları ayrı ayrı ortaya koyan, tarihten dersler çıkaran ve bu derslerle geleceği biçimlendiren bir lider. Oy uğruna, “Osmanlı romantikliği” ve “padişah seviciliği” yapmayan, hain Vahdettin’i alabildiğince eleştirirken büyük Fatih’e sonuna kadar sahip çıkan gerçek bir lider…

İşte Atatürk… İşte Atatürk’ün “Muhteşem Yüzıl”a bakışı…

Sinan MEYDAN

[1] Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Ankara, 2001.

[2] Afet İnan, Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s. 27, 28.

[3] Atatürk, Nutuk, İstanbul, 2002, s. 341.

[4] Nutuk, s.341,342.

[5] Age, s.342.

[6] Age, s.342,343.

[7] İnan, age, s.27.

[8] Cumhuriyetin resmi yayın organı durumundaki Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Osmanlı’ya yönelik çok ağır eleştiriler vardır. Bkz. Hakimiyet-i Milliye, 10 Haziran 1929, 6 Mart 1929.

[9] Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C.II, Ankara, 1972,s. 103-105.

[10] Age, s.103-105.

[11] A. Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, s.118-121.

[12] Age, s.121.

[13] “Vahdettin’in hainliği” konusunda, Türk ve dünya arşivleri taranarak yapılmış son çalışmalardan biri için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, s. 102-279

[14] Nutuk, s.1.

[15] Age, s.546.

[16] Mehmet Halit Yaşaroğlu, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954, s.57.

[17] Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1953, s.14 vd.

[18] Taha Akyol, “Osmanlı ve Bizans”, Milliyet, 10 Aralık 2004.

[19] Sabahattin Özel, Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul, 2006,s.184.

[20] Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3.bs, İstanbul, 2010, s. 124 vd

[21] Atatürk’ün Tarih Tezi’nin 1949’dan sonra nasıl değiştirildiği ve ABD’nin tarih kitaplarına nasıl müdahale ettiği konusunda bkz. Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, 3. bs, İstanbul, 2010, s.351 vd.

[22] Atatürk’ün Not Defterleri II, Ankara, 2004, s. 28.

[23] Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.I, s. 27.

[24] Atatürk’ün Hz. Muhammed’e bakışı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İstanbul, 2010, 871 vd.

[25] Asaf İlbay’dan aktaran, Özel, age, s.184,185; Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, s.128, 129.

[26] Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, s.941-944.

[27] Atatürk bu sözleri 1937’de bir gazetede Abdülhamit’i ağır şekilde eleştiren bir yazı kaleme alan kişiye söylemiştir.Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s.34,35.

[28] Ergün Sarı, Atatürk’le Konuşmalar, s. 183,184.

[29] Yaşaroğlu, age, s.57,58.


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...atuerkten-dinleyin&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

DP'Lİ, AMERİKANCI, DİYALOGCU BİR HÜR ADAM! "İşte Said-i Nursi Gerçeği"

ddd.jpg


Türkiye, 1950’den sonra ABD çıkarları doğrultusunda “değiştirilip”, “dönüştürülmeye” başlanmıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin en büyük korkusu olan “komünizm” tehdidi ve tehlikesi, bu tehdidin burnunun dibindeki Türkiye’yi ABD için “çok stratejik” ve “çok önemli” bir ülke haline getirmiştir. Komünizm tehdidine karşı İslamı “kalkan” olarak kullanmak isteyen ABD, Türkiye ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerin önderliğinde bir “Yeşil Kuşak” oluşturarak, Kominizi İslamla vurmak istemiştir. ABD, komünizm tehlikesine karşı kalkan olarak kullanmayı düşündüğü Türkiye gibi ülkelere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kesenin ağzını açmıştır: Marşal Yardımı, Truman Doktrini, NATO’ya üyelik gibi konular bu çerçevede değerlendirilmelidir.

“Komünizme karşı İslam” stratejisiyle yola çıkan ABD, İslam ülkelerindeki “Komünizm karşıtlığını” körüklemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bu doğrultuda İslam ülkelerindeki “çağdaş”, “laik”, “sosyalist” yapılanmalara ve kişilere darbe vurarak, “İslamcı”, “şeriatçı” yapılanmaları ve kişileri ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Özetle; II.Dünya Savaşı sonrasında İslam dünyasında birden bire başlayan “dincileşme” hareketlerinin arkasında, komünizmi İslamla durdurmak isteyen ABD vardır. Rus-Afgan Savaşı’nda ABD’nin Afganistan’a yardım etmesi ve Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi karşılığında ABD’nin isteğiyle NATO’ya alınması hep bu stratejinin ayaklarıdır.

SAİD-İ NURSİ DP’Yİ DESTEKLEMEDİ Mİ?

“ABD”nin Komünizme karşı İslam” stratejisi, Türkiye’de 1950’de “dinsel bir söylemle” iktidara gelen Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’ni (DP) ve yasaklı din adamı Said-i Nursi’yi desteklemeyi ve onlardan “yararlanmayı” gerekli kılmıştır.

1950’de yoğun bir “dinsel söylemle” iktidara gelen DP’nin ilk politikaları da “din” alanında olmuştur. DP iktidara gelir gelmez, Atatürk döneminde Türkçeleştirilen ezanı, yeniden Arapçalaştırmıştır. Atatürk devrimlerini, “Halka mal olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran, milletvekillerine “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyen DP lideri Adnan Menderes, 1951’de İzmir’de, DP Kongresi’nde, şunları söylemiştir: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirecektir.”

Menderes’in 1951 yılındaki bu sözleri, Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğinin çok iyi bir göstergesidir. Menderes’in, “Müslümana Müslüman propagandası” yaparak “oy uğruna” İslam dinini istismar ettiği çok açıktır. DP dönemine kadar İslamın baskı altında olduğunu söylemesi, ezanın Arapçaya çevrilmesini “Müslümanlığa dönüş” diye adlandırması ve DP’yi “İslamın bayrağı” gibi tanımlaması, bugün AKP’nin “din politikalarını” ve “din istismarını” çağrıştırmaktadır. Demek ki, “siyasal İslamcı iktidarların” ortak yönlerinden biri, aradaki zaman farkına rağmen, benzer bir “söylem” kullanmalarıdır.

***

1948’de 20 aya mahkum olan Said-i Nursi, Nur talebeleriyle birlikte Afyon hapishanesine konulmuştur. O sırada hükümete başvurarak “Bolşeviklere karşı birlikte mücadele etmeyi” önermiştir:

“Beni serbest bırakınız. El birliğiyle Komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”[1]

Said-i Nursi, DP iktidarına yedi ay kala, 20 Eylül 1949’da hapishaneden çıkmış ve 20 Kasım 1949’da Emirdağ’a sürülmüştür.

14 Mayıs 1950 seçimlerini DP kazanınca Said-i Nursi Celal Bayar’a bir kutlama telgrafı göndermiştir:

“Cenab-ı Hak sizi İslamiyet, vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin.”[2]

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Said-i Nursi’nin bu telgrafına: “Samimi tebriklerinizden fevkalade mütehassis olarak teşekkürler ederim” diye, nazikçe bir cevap vermiştir.[3]

1950’de DP tarafından serbest bırakılan Said-i Nursi, kendisine tahsis edilen bir otomobille propaganda gezilerine çıkmıştır

DP, 1950’de iktidara gelince Said-i Nursi de Ankara’ya gelmiştir. Kendi anılarına göre Ankara Üniversitesi’nde bir konferans vermiştir. Konferansını, yerli ve yabancı profesörlerle bazı milletvekilleri izlemiştir![4]

1950’lerin sonunda ekonomik durumun bozulmasına paralel güç kaybeden DP, “İslamı daha çok kullanmaya ve ödünler vermeye başlamıştır. 1957 seçimlerinde dinsel sloganları ağırlıklı kullanırken, Nurcularla da seçim ittifakına girmiştir. 1958’de ise yine Nurcuların anti-laik propagandalarına göz yumulurken radyodaki dini programlar artırılmıştır…. Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Emirdağ’da yeşil tuğralı bayrakla ve Said-i Nursi tarafından karşılanmaktan memnuniyet duymuştur…”[5]

Said-i Nursi, 1956’da DP’yi desteklediğini açıklayan bir “manifesto” yayınlamıştır. Bu arada Afyon Mahkemesi de Nur risalelerinin zararsız olduğuna karar vermiştir.[6]

1950’lerde Said-i Nursi DP’yi, DP de Said-i Nursi’yi desteklemeye başlamıştır. DP milletvekili Tahsin Tola, Said-i Nursi’nin risalelerinin Latin harfleriyle basılmasını önermiş, bunun üzerine DP lideri Adnan Menderes de Diyanet idaresine talimat vermiştir. Bu talimatı alan Diyanet İşleri Başkanı A. Salih Korur: “Bu eserlerin neşredilmesi için Said-i Nursi’nin ismi kafi değil mi?” demiştir. Ve Nur Risaleleri Latin harfleriyle basılmıştır.[7]

Said-i Nursi, 1957 seçimlerinde DP’den aday olan Senirkentli Tahsin Tola’nın desteklenmesini istemiştir.[8]

Said-i Nursi, 27 Ekim 1957 seçimlerinde Isparta’dadır. Oy kullanmak istediğini bu nedenle seçim sandığının kendisine getirilmesini istemiştir! Sandık başkanı bu isteği reddedince yanına Zübeyir Gündüzalp’i alarak sandığa gidip göstere göstere DP’ye oy vermiştir.[9]

Bütün bu girişimlerine karşın Said-i Nursi anılarında, “siyasete girmemiş olduğunu” iddia etmiştir. Said-i Nursi’yi parlatmak için kitap yazanlar da bu iddiadan hareketle “Said-i Nursi siyasetle ilgili değildi, hiçbir partiyi desteklememişti” demişlerdir. Ancak bu doğru değildir; yukarıda da görüldüğü gibi Said-i Nursi ayan beyan bir şekilde DP’yi desteklemiştir. Milletvekili olmamasının nedeni ise diplomasızlıktır; çünkü o zamanki yasaya göre en az ilkokul diploması sahibi olanların milletvekili olması mümkündü. Ayrıca kendisi de milletvekili olmak istememişti zaten…

AH CEMAL KUTAY AH!

Said-i Nursi, 1950’lerde Amerikan destekli yerli işbirlikçilerle parlatılmaya başlanmıştır. DP’nin iktidar olduğu ve “Karşı Devrimin” başladığı o yıllarda Amerikan eksenli tüm politikaları basın yayın yoluyla halka benimsetmeye çalışan gazeteci, yazar Cemal Kutay, Cengiz Özakıncı’nın deyişiyle: “Said-i Nursi’yi sindiği köşede bulup çıkarıp Amerika’nın izniyle Türk gençliğinin düşünsel önderi olarak parlatılıyordu. Çünkü Amerika, dünya üzerinde eskiden Almanya çıkarına çalışan bütün ajanları toplayıp kendi hizmetine koşmaya başlamıştı. Türkiye’de yapılan buydu”[10]

Cemal Kutay, Said-i Nursi’yi parlatmak için yazdığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabında, bir taraftan Said-i Nursi’yi överken, diğer taraftan DP iktidarının isteği doğrultusunda Said-i Nursi’yi nasıl arayıp bulduğunu, nasıl ortaya çıkartıp nasıl Amerikan isteklerine uygun bir din adamı olarak tanıttığını anlatmaktadır.[11]

Kitabında, Emirdağ’a giderek Said-i Nursi ile görüştüğünü ve elini öptüğünü yazan Cemal Kutay, yıllar sonra Emirdağ’a gitmediğini açıklayacaktır.[12] Dahası, kitabında Said-i Nursi’yi yere göğe sığdıramayan Cemal Kutay, (Mustafa Yıldırım’ın iddiasına göre) yıllar sonra bu kitabı 100 bin lira karşılığında yazdığını itiraf edecektir.[13]

Cemal Kutay’ın tamamen Said-i Nursi’nin yazdıklarına, anılarına ve bazı başka anılara dayanarak kaleme aldığı, anılar dışında neredeyse hiçbir kaynak kullanmadığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabı, sonraki bütün Said-i Nursi kitaplarının “ana kaynağı” olmuştur. Prof. Şerif Mardin bile “Bediüzzaman Said-i Nursi Olayı” adlı kitabını yazarken “temel kaynak” olarak Cemal Kutay’ın bu propaganda kitabını kullanmıştır.

Aynı Cemal Kutay’ın 12 Eylül sonrasının “ateşli Atatürkçülerinden” biri olması da çok düşündürücüdür! 12 Eylül’de “içi boşaltılan Atatürkçülüğü” topluma benimsetme görevi de yine Cemal Kutay’a verilmiştir belli ki.

1950’lerde sadece Said-i Nursi değil, daha önce Türkiye’deki Hitler örgütlenmesinde görev alan Alman güdümlü Cevat Rıfat Atilhan da Almanya yenilince rotayı Amerika’ya doğrultmuş ve 1950’lerde Amerikan güdümlü İslam çalışmalarına katılmıştır.[14]


Soğuk savaş döneminde Amerika’nın, kırk yıl önce Almanya için “cihat fetvası” yazan Said-i Nursi gibi İslamcılara çok ihtiyacı vardı. Amerika, bu İslamcıları şimdi de “Amerikan malı cihat fetvası” yazmaları için kullanacaktı. Cengiz Özakıncı bu geçeği, “Said-i Nursi hem eski Almancı, yeni Amerikancı, hem İslam birliği yandaşı, hem Osmanlıcı, hem Kürt, hem hilafetçi olması bakımından Amerika’nın Bullit tarafından kurallaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye’deki kanaat önderi ve ruhani lideri olup çıkmıştır.”[15] diye ifade etmiştir.

SAİD-İ NURSİ ABD ETKİSİNE GİRMEDİ Mİ?

Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nda Sovyet saldırısından Kuran’ın koruduğunu ileri süren[16] Said-i Nursi’ye göre Komünistler, “serserilere ve fakirlere zenginlerin malını peşkeş çekilmektedirler.”[17]

Said-i Nursi, 1950’lerde açık bir ABD taraftarıdır. Anlaşıldığı kadarıyla İslam dünyasını kominizim tehlikesine karşı ABD’nin koruyacağını düşünmektedir.

Şu sözler Said-i Nursi’ye aittir:

“Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükunet ve müsamaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan müddeayı ispat ediyor, kuvvetli şahit olur.”[18] Yani, Said-i Nursi, “Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıktığını, Amerika’nın, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdiğini, Amerika’nın yeni doğan İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak ettiğini” bütün dünyaya ilan ediyor!

Nursi’nin bu sözleri, bugün onun yolundan giden Fethullh Gülen’in sözlerine ve yaşam biçimine nasıl da güzel örnek oluşturuyor.

Said-i Nursi’ye göre kominizim tehdidi nedeniyle ABD ve Avrupa, Müslümanları desteklemek zorundadır:

“…Rehber risalelerindeki Leyle-i Kadir meselesi: şimdi hem Amerika hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükümetimizin hakiki kuvveti, hakiki Kuran’iyeye dayanmak ve hizmet etmektir… Eskiden Hıristiyan devletleri bu İttihad-ı İslama taraftar değildiler.Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika hem Avrupa devletleri Kuran’a ve İttihad-ı İslama taraftar olmağa mecburdurlar…”[19]

Said-i Nursi, anılarında DP’ye, ABD’yi desteklemesi yönünde akıl verdiğini iddia etmiştir. Necmetin Şahiner bu konuda şu bilgileri vermiştir:

“Üstad’a, Tahsin Tola geliyor. Ankara’ya gidiyormuş. Üstad: ‘Hemen git Menderes’e, İngiliz ve Fransız elçisini reddedip Amerikan elçisinin dediğini kabul etmesini söyle’ diyor. Tahsin Tola hemen gidiyor. Menderes o sırada İngiliz elçisiyle konuşuyormuş. Biraz sonra Fransız elçisi geliyor. Daha sonra Amerikan elçisi geliyor. Tahsin Tola içeri girip de Menderes’le bir türlü konuşamıyor.”[20]

24 Şubat 1955’te ABD’nin isteğiyle Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında ortak güvenlik ve savunma kuruluşu CENTO kurulmuştur. O günlerde Said-i Nursi, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve Başbakan Adnan Menderes’e birer mektup göndererek komünizme karşı Hıristiyan ve İslam dünyasının birlikte hareket etmesinin iyi olduğunu belirtmiştir. [21]

ABD’ye yaranmak için kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin oluşturulmasında ve çalışmalarında Said-i Nursi talebelerinin çok önemli katkıları vardır. Bu gerçeği Fethullah Gülen şöyle anlatmıştır:

“ İsmi Ali’ydi. Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Camii’nin (Erzurum) önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve cemiyet işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bizi uyardı, bize yol gösterdi… Arkadaşlar da benim derneklerle bu kadar içli dışlı olmamı biraz fazla buluyorlardı. Benim hareketlerimden rahatsız oldular. ‘Bu Komünizmle Mücadele Derneği’ de nerden çıktı? Sen Nur’ları oku. Bundan iyi mücadele olmaz’ dediler. Daha sonra da ‘Meğer biz yanılmışız’ diyecekler ve Komünizmle Mücadele Derneği’ni onlar kuracaklardı.”[22]

DP iktidar olduktan sonra Türkiye büyük bir hızla ABD etkisine girmeye başlamıştır. (Aslında Türkiye’nin ABD etkisine girme süreci İsmet İnönü döneminde, 1946 anlaşmalarıyla başlamış, 1950’den sonra DP ve Menderes döneminde bu süreç hızlanmıştır). 1950’lerde NATO’ya girmek için çırpınan Türkiye, ABD’yi memnun etmek ve bu sayede NATO’ya girmek için Kore iç savaşına asker göndermiştir.

O günlerde Said-i Nursi de ABD’nin yanında savaşa katılmayı desteklemiştir. Hatta kendisinin de bir ordu kurup bu ordunun başında gönüllü olarak Kore’ye savaşmaya gitmek istediğini belirtmiştir:

“Hükümet Kore’ye asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, 5000 genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harbetmek için ben de giderim.”[23]

NUR’CULAR VE MOON’CULAR

Kore Savaşı’nda ABD’nin tarafında yer alarak bu savaşa katılmak isteyen Said-i Nursi o dönemde yine ABD’nin yanında yer alan başka bir Koreli’ye çok benzer!

Bu Koreli; ABD ile ilişkilerini geliştiren ve savaş sonrasındaki diktatörlük döneminde CIA ile işbirliği yapan “Unifiacation Church” (Birleştirme Kilisesi)’ü kuran Sun Moyung Moon’dur [24]

Mustafa Yıldırım, “Meczup Yaratmak” adlı kitabında Sun Myung Moon yapılanmasıyla Said-i Nursi hareketinin yollarının 1980’lerin sonuna doğru kesişmiş olduğunu ve Moon’cuların Türkiye’den Nurcular’dan büyük bir destek aldığını anlatmıştır.

Şimdi sözü Mustafa Yıldırım’a bırakalım:

“Moon öncelikle tüm Hıristiyanları birleştirerek kendisini bir tür Mesih olarak tanıtır. Adem ve Havva’nın günah işleyerek insanoğlunun kanını kirlettiğini, İsa’nın ise siyaset bilmediğinden başarılı olamadığını ileri sürer. Örgütlülük ağı geliştikçe de öteki dinden insanları yanına çekmek için ‘Mesihlik’ propagandasını yükselterek Müslümanları da birliğe çağırır; onlarla akademik, kültürel ve sonra da ticari ilişkiler ağı kurmayı başarır.

Moon, okullar medya, kültürel örgütler, şirketler, finans kurumlarından oluşan bir model yaratır. Onun Türkiye ilişkileri içinde yer alanlar devlette önemli görevleri üstlenirler.[25] Türkiye’den giden ilahiyatçılar Moon’un okullarında ders verirler.

Moon’un parasal-siyasal ilişkilerine temel yapmış olduğu Hıristiyanları giderek tüm dinleri birleştirme senaryosunu birtakım dinsel temalara indirgemek, asıl olanı buğular altında bırakmak olur. Ancak örgütlenme modeli son derece tutarlı ve başarılıdır. Devlete karşı durmak yerine, kişiler aracılığıyla kurumları ele geçirmek ise, en örnek alınası tarzdır.

Yıllar sonra bu model Türkiye’de de Said-i Nursi ardıllarınca benzer biçimde kurulur. Bu modelin simgesi olan kişi de tıpkı Moon gibi ABD’ye yerleşir.

Said-i Nursi de, Moon gibi ABD örgütlülüğünde ‘antikomünist’ mücadelenin yararını kavramış görünmekte ve ABD’yi desteklemenin gerekçesi olarak Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında dinsel bir ayrılık olmadığını, Müslümanlarla Hıristiyanların birleşmeleri gerektiğini ileri süren satırlar yazdırır:

‘Ehl-i iman Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medarı-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak gerekir.Çünkü küfr-ü mutlak hucum ediyor.’[26]

Bu sıralarda ABD’de CIA’yı kurmuş ve Londra merkezli bir karşı casusluk, karşı propaganda ağı oluşturmaktadır.

Ortadoğu ve özellikle Asya ülkelerindeki Müslümanları kendi cephesinde tutup savaşımında kullanmak amacıyla ‘komünizme karşı din’ propagandasıyla ve örgütlenmesiyle ülkeler içinde kendisine bağlı odaklar oluşturmakta ve bu odakları etkisine aldığı devlet kurumları ve işadamı çevreleriyle desteklemektedir…


Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin insanları Haçlı saldırılarını unutmamışlardır. Müslümanları Hıristiyanların saflarına çekmenin yolu ‘İslamiyetin, Museviliğin ve Hıristiyanlığın’ kardeşliğini ileri sürmekten geçmektedir.”[27]

Yıldırım’ın belirttiği gibi gerçekten de ülkemizde Said-i Nursi’den “el alan” bir cemaat, Moon tipi örgütlenmiş ve Moon’la işbirliğine girmiştir.

Söz konusu cemaatin, “devlet içinde devlet olacak” biçimde gizli ve derinden yapılanması, devlet kurumlarını ele geçirmeye çalışması, Mesih düşüncesini canlı tutması, cemaat burjuvası oluşturması, STK’lar, medya ve eğitim yoluyla toplumu biçimlendirmek istemesi, dinler arası diyalog peşinde koşması ve ABD’yle sıkı ilişkiler içinde olması, Moon tipi örgütlendiğini kanıtlamaktadır.

İSA SİZİ KORUSUN!

Söz konusu cemaatin, “Aksiyon” adlı dergisinin, 8 Aralık 2003 tarihli 470. sayısında Hz. İsa kapak konusu olarak işlenmiştir. Kapağında kocaman bir İsa ikonasının yer aldığı derginin içindeki yazıya, “Hıristiyan dünyası Hz. Mesih(Christ)’in doğum yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken Müslümanlar salat ve selam getirerek Hz. İsa’ya diğer peygamberlere olduğu gibi hürmet gösteriyor. Ve iki dinin müntesipleri geçmişte oluşan önyargıları yıkarak insanlığı tehdit eden tehlikelere karşı ortak noktalarda buluşmanın yollarını arıyor.” denilerek başlanmıştır. Belli ki burada “…Ve iki dinin müntesipleri geçmişte oluşan önyargıları yıkarak insanlığı tehdit eden tehlikelere karşı ortak noktalarda buluşmanın yollarını arıyor.” denilerek, “dinler arası diyalogun” altı çizilmiştir.


Türkiye’de “dinler arası diyalog” arayışları Said-i Nursi’yle ivme kazanmıştır. Hıristiyan-Müslüman çekişmesinin geçici olduğunu ileri süren Said-i Nursi, kavga edecek bir şey olmadığını belirtmiştir:


“Ahir zamanda İsevilerin dindarları ehl-i Kuran’la ittifak edip müşterek düşmanları olan zendekaya (zındıklara) karşı dayanacakları gibi, şu zamanda ehl-i diyanet (dine bağlı) ve ehl-i hakikat (hakikata bağlı) değil, yalnız din daşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri (din önderleri) ile dahi medarı ihtilaf (anlaşmazlık nedenleri) noktaları muvakkaten medarı münakaşa (geçici tartışma nedenleri) ve niza (kavga) etmeyerek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”[28]

Yani, Said-i Nursi, Hıristiyanların dindarlarının Müslümanlarla birleşip ortak düşmanları olan “dinsizlere” karşı dayanacaklarını, dine bağlı olanların, Hıristiyan din önderleriyle kavga etmeyerek “dinsizlerle” karşı birleşmek zorunda olduklarını belirtmiştir.

Said-i Nursi’nin halefi olan Fethullah Gülen de aynı kanıdadır. Gülen, Said-i Nursi’nin Emirdağ Lahikası’ndaki görüşlerini tekrarlayarak Müslüman-Hıristiyan birlikteliğine şöyle vurgu yapmıştır:

“İslam’da ve Katolik Hıristiyanlık’ta esas olan inanç hükümlerinden başka, her iki dindeki ahlaki esaslar da denilebilir ki aynıdır. Teferruat (ayrıntı) olan tali (yan) meseleleri bir tarafa bırakalım.”[29]

PAPA’YA RİSALE

“Dinler arası diyalog” çerçevesinde Said-i Nursi’nin risaleleri dünyanın değişik ülkelerine gönderilmiştir. Talebelerinden Selahattin Çelebi ve oğlu Nazif Çelebi, kitapları teksirle çoğaltarak dünyanın değişik ülkelerine postalamışlardır. Said-i Nursi’nin risalelerinden oluşan bir paket kitap da Vatikan’ın İstanbul temsilcisine gönderilmiştir. Oradan da Papa’ya ulaştırılmıştır. Papa’nın özel kalemi 22 Şubat 1951 tarihli kısa bir mektupla Nurculara “teşekkürlerini” bildirmiştir.[30]

PATRİK’LE GÖRÜŞME

Said-i Nursi sadece Katolik Hıristiyanlarla değil Ortodoks Hıristiyanlarla da iyi ilişkiler kurmaya, onlarla da yakınlaşmaya çalışmıştır. 1953 yılında talebesi Ziya Arun’u yanına alarak Fener Ortodoks Rum Patriği Athanogoras’a gitmiştir. Patriğe, “Peygamberi ve Kuran’ı kabul ederlerse ehl-i necat (kurtuluş ehli) olacaksınız” demiştir. [31]

Said-i Nursi’nin ve talebelerinin Papa’yla kurduğu ilişkiler meyveleri zaman içinde vermiş ve yıllar sonra Said-i Nursi’nin halefi Fethullah Gülen, Vatikan’da Papa ile görüşmüştür.

WİLSON’A ÖVGÜ

Said-i Nursi, sadece Papa’ya değil, “dindar” olan bütün Hıristiyan liderlere övgüler dizmiştir. Örneğin, I. Dünya Savaşı’nda ve sonrasındaki Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye yönelik yapmadıkları düşmanlığı bırakmayan Wilson, Lloyd George ve Venizolos hakkında şunları söylemiştir:

“Din-i İslamı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lakayıd olmak pek büyük bir hatadır. Evvela: Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Lloyd George, Venizolos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerinde mutaassıp olmaları şahiddir ki, Avrupa dinine sahiptir…”[32]

CESARETİNİZ VARSA İLİŞİNİZ!

Said-i Nursi’nin “din eksenli” hayat görüşü, onun “din dışı” akımlara karşı “düşmanlık” beslemesine yol açmıştır. Özellikle “ateizme” ve “komünizme” karşı çok serttir. 1950’lerde CHP’ye karşı DP’yi; Rusya’ya karşı ABD’yi desteklemesinin temel nedeni bu “din eksenli” hayat görüşüdür. Atatürk devrimlerini uygulayan, laik ve çağdaş ulus devletin savunucusu CHP’ye karşı, “dinsel söylemleri” ve “uygulamaları” ön plana çıkaran DP’yi desteklerken; Sovyetlerden yayılan “din karşıtı” kominizim akımına karşı da Moon tarikatı gibi Hıristiyan tarikatların yuvalandıkları, komünizme karşı mücadele eden ABD’yi desteklemiştir. Bu sayede hem DP, hem de ABD, Said-i Nursi’den çok rahat bir şekilde yararlanmışlardır.

“Hoşgörü abidesi” ve “mazlum” olarak gösterilen Said-i Nursi, “dinsizlere” ve “düşmanlarına” karşı çok kindar ve acımasızdır.

Şu sözler Said-i Nursi’ye aittir:

“Ey din ve avretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz! İlişirseniz, intikamım katmerli bir suretle sizden alınacağını biliniz, titreyiniz!


Ben rahmet-i ilahiden ümit ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak!

Cesaretiniz varsa ilişiniz!

Yapacağınız varsa göreceğiniz de var!”[33]

Korktunuz mu?

***

1950’lerde, “Hükümet Kore’ye asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, 5000 genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harbetmek için ben de giderim” diyerek 74 yaşında ABD için Kore’de savaşmaya can atan Said-i Nursi, nedense 1919’da, üstelik 43 yaşındayken, Anadolu’daki Türk Kurtuluş Savaşı’na katılmak için kılını bile kıpırdatmamıştır.[34]

Sinan MEYDAN


[1] Malmisanij, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, 2.bs, İstanbul, 1991, s. 27; Şualar, s.377.

[2] Emirdağ Lahikası, s.280.

[3] Necmettin Şahiner, Son Şahitler, Bediüzzaman Sid Nursi Anlatıyor, İstanbul, 1992, s.381.

[4] Sözler, Redoks, s.747.

[5] Necip Mirkelamoğlu, Din ve Laiklik, İstanbul, 2000, s. 513; Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İstanbul, 2010, s.726-727.

[6] Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, 2bs, Ankara, 2006, s.142.

[7] Şahiner, age, s. 413-415; Yıldırım, age, s.142,143.

[8] Yıldırım, age, s.146.

[9] Şahiner, age, s.415-416.

[10] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s. 145

[11] Bkz. Cemal Kutay, Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said-i Nursi, Yeni Asya Yay, İstanbul, 1981.

[12] Yıldırım, age, s.23.

[13] Age, s.66.

[14] Özakıncı, age, s.146.

[15] Age, s.146.

[16] Yıldırım, age, s.126.

[17] age, s.127.

[18] Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101.

[19] Emirdağ Lahikası, s. 54.

[20] Necmettin Şahiner, Hatıralarda Bediüzzaman, s.177.

[21] Şahiner, age, s.411; Yıldırım, age, s.142.

[22] Yıldırım, age, s.131.

[23] Şahiner, age, s.75-78; Yıldırım, age, s.127.

[24] Yıldırım, age, s.127.

[25] “Moon’un en kapsamlı Türkiye atağı, “Unification Movement” gezisidir. 35 ülkeden toplanan 150 kişi New York, Kudus, İstanbul, Roma, Yeni Delhi, Katmandu, Bangkong, Pekin, Tokyo, New York yolculuğu boyunca her kentte bir hafta kalarak işlerini gördüler! Sözde dinler arası ilişkinin amacı, Moon’un hedefine uygun olarak adam örgütlemektir. Bu o denli açıktır ki, Moon’un örgütçüsü Dr. Joseph Bettis, “Heyetimiz içinde yer alanlar bütün dünyada tek din olmasını amaçlıyorlar.Bu bizim ikinci turumuz. Bunu devam ettirmek istiyoruz’ dedikten sonra örgütlerin geleneksel yayılma yöntemlerine uygun bir açıklamada daha bulunuyordu: ‘Ancak tura katılanlar her yıl değişecek… Bu yıl sekiz Türk’ün de bizimle gelmesine çok memnun olduk.’ Türkiye’yi temsil edenler arasında Dünya Dinleri Gençlik Semineri’ne katılan Türk heyetinde Ahmet Davutoğlu bulunuyordu. Boğaziçi Üniveristesi’nin öğretim görevlisi olan Davutoğlu, masumane çalışmaların amacını şu ilginç sözlerle açıklıyordu: ‘Amerika’da kendi sahasında söz sahibi değişik dinlere mensup bir grup profesörün önderliğini yaptığı bu gezide, amaç bilfiil yaşayarak, daha açık bir ifade ile ‘gezici bir üniversite şeklinde’ dinler arasında diyalog ve fikir alış verişi temin etmektir. İlki geçen sene yapılan bu geziye Türk temsilciler bu sene katıldı. Gerek ABD’de gerekse Kudüs’te gerçekten çok değerli gözlemler yapma imkanı bulduk.” Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, 13.bs, s.530; Yıldırım, Meczup Yaratmak, s. 128, dipnot:190.

[26] Emirdağ Lahikası, 1, Redoks, 206.

[27] Yıldırım, Meczup Yaratmak, s. 127-129.

[28] Lem’alar, s.151.

[29] www.fgulen.org

[30] Şahiner, age, s.384.

[31] Age, s.405.

[32] Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s.312.

[33] Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s.774.

[34] Bkz. (http://www.odatv.com/n.php?n=hur-adam-hurriyet-savasinda-neredeydi-0701111200)

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ogcu-bir-huer-adam&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Gişede Hür Adam Filmini Yakaladık!

ddd.jpg


" Bu Hür Adam Eleştirileri Hür Adam Filmi Kadar Görüldü" Geçen günlerde HÜR ADAM filminin yönetmeni, filiminin daha ancak 250 bin kişi tarafından izlendiğini belirterek, muhafazakar çevreleri filme sahip çıkmamakla suçladı. Bu da yetmedi filmi izlemeyenlere hakaret ederek, kendisini eleştiren birine mikrofon fıralatıp, canlı yayını terk etti.
(http://video.mynet.com/habervideo/Canli-yayinda-mikrofon-firlatti/1078079/)

Hür Adam filminin yönetmeni nasıl çıldırmasın ki!

"Türk sinema tarihinin en çok izlenecek filmi bu filim olacak" diye çok iddialı konuşan, filmin yapımı ve tanıtımı için milyonlarca dolar harcayan yönetmen belli ki umduğunu bulamamanın hayal kırıklığını yaşıyor.

Ancak bence yönetmen "çıldırmakta" çok haklı! Düşünsenize milyonlarca dolar harcayarak yapılan, cafcaflı tanıtım reklamlarıyla tanıtılarak vizyona giren Hür Adam geçen haftaki izlenme rakamlarına göre 250 bin civarında kişi tarafından izlenmiş.

Şimdi sizlerle paylaşacağım rakamlar, yönetmenin neden çıldırmakta haklı olduğunu kanıtlayacaktır:

Hür Adam filminin vizyona girdiği gün ve ertesi gün yazdığım "HÜR ADAM" KONULU İKİ ELEŞTİRİ YAZISI da 200 binden fazla kişi tarafından okundu.

ODA TV

İLK KURŞUN

GÜNCEL MEYDAN

siteleri başta olmak üzere internet üzerinden yayın yapan onlarca sitede yayınlanan bu eleştiri yazılarım 200 bini aşkın insan tarafından okunup paylaşıldı. Oda tv, İlk Kurşun, Güncel Meydan, Facebook, Tviter ve diğer sitelerin tıklanma rakamlarına göre bu iki eleştiri yazısı neredeyse Hür Adam filmiyle aynı oranda izlendi.


Ben buradan kendime değil de sağduyulu Türk insanına pay çıkarmayı çok daha doğru buiuyorum. 50 yıldır bilinçli bir beyin yıkama projesiyle karşı karşıya olan Türk insanı, herşeye rağmen sağduyusuyla gerçeği çok çabuk görmüş ve aslında "Güdümlü Bir Adam" olan Said-i Nursi'yi "Hür Adam" diye parlatanlara ders vermiştir.


İşte HÜR ADAM FİLMİYLE gişede yarışan HÜR ADAM ELEŞTİRİLERİ:

(Yazıların altındaki okunma oranları sadece facebook beyeni rakamlarıdır. Gerçek okunma oranları çok farklıdır. Örneğin,Oda tv den aldığım rakamlara göre "Hür Adamın Gerçek Öyküsü" adlı yazı100 bini aşkın kişi tarafından okunmuştur...)


1-HÜR ADAM KURTULUŞ SAVAŞI'NDA NEREDEYDİ

(http://www.odatv.com/n.php?n=hur-adam-hurriyet-savasinda-neredeydi-0701111200)

(http://www.ilk-kursun.com/2011/01/hur-adam-hurriyet-savasinda-neredeydi/)

(http://www.guncelmeydan.com/pano/sinan-meydan-f408.html)


2-İŞTE HÜR ADAMIN GERÇEK ÖYKÜSÜ

(http://www.odatv.com/n.php?n=iste-hur-adamin-gercek-oykusu-3112101200)

(http://www.ilk-kursun.com/2011/01/hur-adam-mi-gudumlu-adam-mi/)

(http://www.guncelmeydan.com/pano/sinan-meydan-f408.html)

OKUYAN, DÜŞÜNEN GERÇEĞİN PEŞİNDE AKLINI KULLANAN HERKESE TEŞEKKÜRLER.

Sinan MEYDAN

13 Ocak 2011


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...m-filmini-yakaladk&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

TÜM DEVRİMCİ RUHLARIN ATEŞİ ATATÜRK

ddd.jpg


GANDİ’Yİ VE CHE’Yİ BIRAK ATATÜRK’E BAK!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “halkçı” ve “sosyal” söylemlerle gündeme gelen bir siyasetçi. Halkın içinden gelmesi, giyinişi, görünüşü ve doğrudan halka, halkın anlayacağı bir dille hitap etmesi nedeniyle Gandi’yle özdeşleştirilen bir lider. Ancak Gandi Kemal Kılıçdaroğlu son günlerde ne olduysa oldu birden bire Che Guevara olup çıktı!. CHP’nin geçtiğimiz günlerdeki son kurultayında, kurultay salonunda, Che ile Kılıçdaroğlu’nu bir arada gösteren bir pankart asıldı. Bir yanda Deniz Gezmiş, bir yanda Che Guevera’nın o bildik pozunda Kemal Kılıçdaroğlu, sarı bir zemin üzerine kırmızı kocaman harflerle “68 Ruhuyla Halkın İktidarını Kurmaya Geliyoruz” pankartında bir araya gelmişler.

Bu pankartı asanların her şeyden önce 68 ruhundan habersiz oldukları çok açık. 68 ruhu, “tam bağımsızlık” demektir. ABD emperyalizmine “Yanke go home” demektir. ABD 6. Filosu’nu denize dökmektir 68 ruhu….Ve o ruhun ilham kaynağı da Batı emperyalizmine karşı ilk antiemperyalist zaferi kazanan Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Evet! 1969’da “Mustafa Kemal Yürüyüşü” yaparak Atatürk’ten ilham aldığını gösteren 68 kuşağı da zaman içinde Atatürk’ü unutup, Lenin ve Che gibi “yabancı devrimcilerin” peşine düşmüştür. Kanımca, bu “ithal devrimci sevdası” 68 kuşağının en temel yanılgısıdır. Geçmişin “hızlı solcu” gençlerinin ABD emperyalizmi tarafından çepeçevre kuşatılan bir ülkede bu tür savrulmaları son derece normaldir; ancak yıllar sonra, üstelik “dünyadaki bütün devrimci ruhların ilham kaynağı” olan Atatürk’ün kurduğu bir partinin, CHP’nin, Atatürk’ü “unutup” yeniden Deniz Gezmiş’e ve Che Guevera’ya yönelmesi, 68’in de gerisine düşmektir.

Evet! Hem Deniz Gezmiş hem de Che “antiemperyalist” çağrışımlarından dolayı iki baskın ve önemli semboldür, ama her ikisinin de ilham kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Halkçı CHP’nin “unuttuğu” Mustafa Kemal Atatürk!...

Şöyle ki:

20 YÜZYILIN EN BÜYÜK DEVRİMCİSİ

ATATÜRK, 20. yüzyılın en büyük devrimcisidir.

O, daha genç bir kurmay subayken, 1904’yılında not defterlerinden birine "Maddeyi anlamalı, evvela sosyalist olmalı" diye bir not düşmüştür.

O,

Trablusgarp’ta, İtalyan emperyalizmine karşı,

Çanakkale'de İngiliz emperyalizmine karşı,

Muş ve Bitlis'te Rus emperyalizmine karşı,

Suriye-Filistin'de İngiliz emperyalizmine karşı,

Sakarya ve Dumlupınar'da İngiliz destekli Yunan emperyalizmine karşı savaşmış;

Ve bütün bu savaşlardan zaferle çıkmıştır.

O dünya tarihinde yenilmeyen "tek" antiemperyalist özgürlük savaşçısıdır.

O, sadece "emperyalizmi" dize getirmekle kalmamış, "yarı bağımlı", bir "ümmet" imparatorluğundan "tam bağımsız", "çağdaş" bir "ulus devlet” yaratacak devrimleri de gerçekleştirmiştir.

TÜM DEVRİMCİ RUHLARIN ATEŞİ

Atatürk’ün devrimci ruhu, Doğu'dan Batı'ya, bütün antiemperyalist mücadelelerin "ateşi" olmuştur.

Afganistan'da Amanuallah Han,

Hindistan'da Muhammed Ali, Gandi ve Nehru

İran'da Şah Rıza Pehlevi,

Mısır'da Nasır,

Küba'da Castro ve Che,

Çin'de Mao

Ve daha niceleri.... Dünyanın önde gelen bütün "devrimci ruhları”, onun ateşiyle "kıvılcım" almıştır.


“Tarihçilerin kutbu” olarak bilinen yaşayan en büyük Türk tarihçisi Prof Dr. Halil İnalcık, Atatürk’ün antiemperyalist mücadelesinin “bütün dünyayı” nasıl derinden etkilediğini şöyle ifade etmiştir:

Mustafa Kemal’in emperyalistlere karşı zaferi Batı’yı sarsıyordu. Avrupa’nın sömürge halinde getirdiği Hindistan ve Çin bu kahramanın mücadelesini günü gününe izliyorlardı. Harpten yeni çıkmış İngiliz halkı, Yunan’ın yardımına gitmek için asker olmayı kabul etmedi. (1922). Yunan yalnız kaldı. İngiliz Hükümeti, Büyük Savaşta olduğu gibi Hintlilerden, Hintli Müslümanlardan bir ordu yapıp Mustafa Kemal’e karşı Yunanlıların yardımına gelmek istedi. Fakat Hintli Nehru ve Gandi, o zaman Mustafa Kemal’in Anadolu’daki savaşını heyecanla izliyorlar, bağımsızlıkları için bir savaş öncesi gibi algılıyorlardı. İngiltere’ye asker vermemek için ‘non cooperation’ hareketini başlattılar. Eğer Gandi ve Nehru bu hareketi başlatmasalardı İngiltere Yunan’ın yanına gelecekti, o zaman işler çok daha başka olabilirdi. Mustafa Kemal, kendi vizyonuyla Asya’yı fethetmişti. Hindistan’ı bağımsızlığa götüren Gandi’nin kahramanı Mustafa Kemal’di. Çin o tarihte kapitülasyonlarla Batı’nın bir sömürgesi haline geldi. Çin kapitülasyonları Batı’nın yüzüne atma cesaretini ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra başardı. O günlerin gazetelerini okursanız göreceksiniz, Avrupa’nın bir kölesi haline getirilen ülkeler, Endonezya, Çin, Hindistan, Orta Asya Mustafa Kemal’den cesaret aldılar. Afganistan’da Amanuallah Han, İran’da Şah Rıza Pehlevi Gazi Mustafa Kemal’i örnek aldılar…”

(Prof. Dr. Halil İnalcık, “Atatürk ve Atatürk’ten Hatıralar”, Atatürk’le Yaşayanlar, İstanbul, 2010, s.107).

Görüldüğü gibi Gandi’nin de ilham kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

CHE’NİN ÇANTASINDAN ÇIKAN NUTUK

İddiaya göre Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde, çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır. (İddiayı ilk ileri süren Araştırmacı, gezgin DURSUN ÖZDEN'dir. Ben onun bu iddiasını tekrarlamaktayım.Çünkü kendisi yazdığı kitabında ve makalelerinde Küba'ya-Bolivya'ya giderek bizzat yerinde incelemeler yaptığını belirtmiştir.)

Gelin şimdi, "Türkiye'den binlerce kilometre uzakta öldürülen CHE'nin çantasında Atatürk'ün Nutuk'unun ne işi var" sorusuna yanıt verelim:

Dünya Barış Konseyi Dönem Başkanı Nazım Hikmet, ölümünden 2 yıl önce, 12 Mayıs 1961 yılında Fidel Castro’ya “Barış Ödülü” vermek üzere Havana’ya gitmiştir. Yanında son sevgilisi Vera da vardır. Havana'da Fidel Castro ile özel bir görüşme yapan Nazım Hikmet, daha sonra Moskova’ya dönmüştür. Nazım Hikmet, Castro’ya Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı anlatmıştır. Bu görüşmenin ardından Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro,Türk Büyük Elçiliği'nden Atatürk'ün Nutuk kitabını istemiştir.Genç Diplomat Bilal Şimşir, Milli Kütüphane’de uzun araştırmalar sonunda bulduğu Fransızca Nutuk’u Dışişlerine teslim etmiş, Dış İşleri de Nutuk'u Castro'ya ulaştırmıştır. Fidel Castro Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı ve devrimlerini anlattığı Nutuk'u okuduktan sonra Atatürk'e büyük bir sevgi ve saygı duymaya başlamıştır.

Nutuk'u okuyan Castro, dünyadaki ilk antiemperyalist savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk'ten ve onun "utkuya eriştiren" 1919 Ruhu’ndan esinlenmiştir."Fidel Castro Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı ve devrimlerini anlattığı Nutuk'u okuduktan sonra Atatürk'e daha büyük bir sevgi ve saygı duymaya başlamıştır.

Castro, Nutuk'u okuduktan sonra pekala dava arkadaşı, yoldaşı Che Guevara'ya vermiş olabilir. Böylece Che de Nutuk'u okumuş olabilir... Yani bazı TATLISU SOLCULARIMIZIN sandığı gibi bu hiç de imkansız bir durum değildir.


İddiaya göre sevgilisine Nazım’dan en güzel aşk şiirleri okuyan ve mektuplar yazan Küba Devrimi'nin öncülerinden Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “GRAN DISCURSO - Revolucionario Kemal Atatürk” (Atatürk’ün Büyük Nutuk’u), Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı“ ve “Amo en ti lo imposible” adlı, 1961 Havana basımı Şiir Antolojisi kitabı çıkmıştır. Bugün Santa Clara şehrinde bulunan Devrim Treni ve Che Müzesi’nde bir Nazım Hikmet kitabı da bulunmaktadır.

Eğer doğruysa Çhe’nin çantasından çıkan “Nutuk” ve “Kuvayı Milliye Destanı”, Arjantinli devrimci Che Guevera’nın “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “devrim” mücadelesinde, ilk antiemperyalist zaferin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ten ve onun önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı’ndan doğrudan etkilendiğini kanıtlamaktadır.

Che'nin çantasından Nutuk çıkmadığını, bunun uydurma olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak aslında burada mesele çantadan Nutuk çıkıp çıkmadığı değildir -nitekim ben de yazımda bunun "bir iddia" olduğunu belirtmekteyim- mesele, Che'nin düşünce dünyasında Atatürk'ün yeri olup olmadığıdır. Bunu anlamak için de Che'nin esin kaynaklarına bakmak gerekecektir. "Çantadan çıkan Nutuk" iddiasına yer vermemin nedeni konuya biraz daha dikkat çekmek içindir. Hepsi bu! Buradan Sinan Meydan ve Atatürk düşmanlarına ekmek çıkmaz anlayacağınız! (*)

CHE’NİN AKIL HOCASI ATATÜRK HAYRANIYDI

Che, “devrim düşleri” görmeden önce Arjantinli bir gezgindi. Che, Boenos Aires Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken, arkadaşı Alberto Granada ile birlikte tek silindirli 500 cc’lik Norton marka bir motosikletle Şili üzerinden Peru’ya geldiklerinde birkaç günlüğüne Dr. Hugo Pasce’nin evinde konuk olmuşlardı. İşte o evin kütüphanesindeki bir kitap Che’nin hayatını değiştirecektir. Che’yi “silahlı devrime” yönelten bu kitap, Jose Carlos Mariategu’nin, “Siete ensayos de interpretacion de la realided Peruana” (Peru Gerçeğinde 7 Yorum) adlı eseridir.

Che’yi derinden etkileyen bu Jose Carlos Mariategu, kelimenin tam anlamıyla bir Atatürk hayranıydı.

Latin Amerika’da Türk Kurtuluş Savaşı’nı, Türk devrimini ve Atatürk’ü en iyi ve en erken anlayanlardan biri oydu.

Türk Kurtuluş Savaşı bittiğinde Arjantin, Uruguay ve Peru gibi İngiliz etkisindeki Latin Amerika “imparatorlukları” Türk zaferine, “tüm dünyaya yayılacak bir salgın” gibi bakmışlar, Türk zaferinden büyük üzüntü duymuşlardı:

Örneğin, Peru gazetesi El Comercio, Atatürk’ü Cengiz Hana’a benzettiği bir analiz yazısında, “Cengiz Han veya Kemal, değişen sadece isimler. Aynı ırk, aynı yöntemler. Fakat Avrupa Türklerin katliamları karşısında sessiz kalıyor ve katillerin lideriyle masa başına oturmayı düşünüyor. Bize Türklerin bir daha Avrupalıların şerefiyle oynayamayacakları ve Asya dağlarının ötesindeki sınırlara atılacakları sözünü vermişlerdi. Aslan yürekli Richard’ın, Kızıl Sakal Frederic’in ve Philippe Aguste’nin torunları şimdi kollarını kavuşturmuş, Osmanlı ile barış yapıyor. Avrupa’yı asırlık düşmana karşı böyle dağınık görmek, bugün insanı gerçekten üzüyor.” demiştir.

Her şeye rağmen Latin Amerika ülkelerinde Türk Kurtuluş Savaşı’nı daha “soğuk kanlı” ve daha “gerçekçi” değerlendiren gazeteler de vardı.

Örneğin, Montevideo’da yayınlanan El Dia gazetesi, 1 Eylül 1922’de, “Türklerin zaferi tam bir İngiliz yenilgisidir. Arap dünyasındaki İngiliz planlarına en güçlü ve en akıllı darbedir.” yorumunu yapmıştır.

Arjantin’in La Nacion gazetesi ise, 18 Eylül 1922’de, “Türklerin zaferi sadece Yunanlıların değil aynı zamanda Asya ve Afrika halklarının gözünde tüm Avrupa medeniyetinin yenilgisidir.” yorumuna yer vermiştir.

İşte emperyalizm kıskacındaki Latin Amerika ülkelerinin Türk Kurtuluş Savaşı ve Atatürk’ü anlamaya çalıştıkları o günlerde, Perulu yazar Mariategui, “Türk Devrimi ve İslam” adlı makalesinde, Türk devriminin ve Atatürk’ün “ezilen ülkeler” için adeta bir “kurtuluş reçetesi” olduğunu belirtmiştir.

Atatürk devrimini “mükemmel bir örnek” diye tanımlayan Maritegui, İtalyan Musolini ve Latin Amerika diktatörlerine karşı Atatürk’ü “ilerici lider tipi” olarak adlandırmıştır.

Mariategui, özellikle Kemalist Devrim’in “hızı” üzerinde durmuştur. Şu cümleler ona aittir:

Türkiye şimdiye kadar görülmemiş, muazzam dönüşümlere sahne oluyor. Beş yıl gibi bir sürede ülke, kurumlarını, izleyeceği yolları ve düşünce tarzını radikal bir biçimde değiştirdi.”

Mariategui, ayrıca, Türkiye’nin beş yıl içinde çağdaş bir toplum haline geldiğini, ulusal birliğe kavuştuğunu ve Batı medeniyetiyle bütünleştiğini anlatmıştır. Üstelik bunun, yabancıların baskısıyla değil, kendiliğinden, içten gelen bir dürtüyle gerçekleştiğini belirtmiştir.

Mariategui’ya göre, Türk Devrimi’nin başarısının altında Türk Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim’în kararlılığı yatmaktadır.

Mariategui, Türk Kurtuluş Savaşı’nı “Davut’un Golyat’a karşı kazandığı zafere” benzetmiştir. Yenik ve parçalanmış “hasta adam” yeniden ayağa kalkmış ve dönemin en büyük emperyalistlerine karşı meydan okumuştu. Böylece insanlık tarihinde Japonya’dan sonra (1905-Rus-Japon Savaşı) bir başka ezilen, “barbar” olarak adlandırılan bir halk, Avrupalı güçlere dur demişti.

Ona göre, Türklerin bu zaferi Latin Amerika ülkeleri için de çok önemliydi.

Mariategui, 1924 yılında genç cumhuriyetin düşmanının “emperyalist Avrupa” olduğunu da belirtmişti: Hilafetin kaldırılmasını “Türkiye’deki en önemli kurumun yok olması” diye adlandıran İngiliz The Times gazetesinin başlığına gülümseyerek, “Doğu’nun gerçek düşmanı Batı’dır. Çünkü Batı, Doğu’nun Batılılaşmasını, kendi ideolojisinin ve kendi kurumlarının Doğu’da yayılmasını istemiyor” demiştir.

İşte, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan, Türk Devrimi’nden ve Atatürk’ten çok fazla etkilenen ve Atatürk’ü “emperyalizme baş eğdiren Doğu’nun kahramanı” olarak gören bu Mariategui, devrimci Che’yi en fazla etkileyen yazardır. Özetle, Che’nin “akıl hocası” Maritegui, bir Atatürk hayranıdır. Che’nin Türk Kurtuluş Savaşı’ndan ve Atatürk’ten etkilenmesini sağlayan da o dur.

Bırakın Che'nin çanrtasından çıkan Nutuk'u, Che’nin akıl hocası Mariategui’nin “bir Atatürk hayranı” olması Arjantinli devrimci Che Guevera’nın “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “devrim” mücadelesinde, ilk antiemperyalist zaferin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ten ve onun önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı’ndan etkilendiğini kanıtlamaktadır.

KENDİNİZE BAŞKA ESİN KAYNAĞI ARAMAYIN

1997’de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Castro, yaptığı konuşmada:“Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını ben asla başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk.... Bu kadar büyük bir devrim yaptım, ama Kemal Atatürk’ün yaptıklarını başaramazdım... Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın.” demiştir.

Fidel Castro’nun 70. Yaş günü anısına düzenlenen, Uluslararası Edebiyat Yarışması‘nda ödül almak üzere Küba’ya giden ve 12 Aralık 1996’de Castro ile ödül töreni sonrası görüşme imkanı bulan Dursun Özden “...Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’ya tapıyorlar, sizleri tek ve mutlak önder olarak kabul ediyorlar. Sizin şarkılarınızı, marşlarınızı ve kitaplarınızı dillerinden ve ellerinden düşürmüyorlar...” diyerek sürdürdüğü sorusunu tamamlamadan; Castro kibarca Dursun Özden’in sözünü keserek şunları söylemiştir: “Övgün için teşekkür ederim. Atatürk’ün ülkesinden genç bir Türk Şairi Dursun Özden’i konuk etmekten çok mutluyum. Ama söyledikleriniz yanlış... Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar... Atatürk, 1919’da Anadolu’dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi’yle Samsun’a çıktı. Ve anti-emperyalist bir savaş verdi ve zafere erişti. Biz, Atatürk’ün bu devrimci savaşından etkilendik-esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959’da Granma Gemisi’yle Havana’ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve işbirlikçisi Faşist Batista rejimini yıkmak için. Biz de zafere eriştik. Bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır Devrimci Kemal Atatürk... Sağdan sola doğru yazılan Arap harfli ALFABE’yi bırakıp, soldan sağa doğru yazılan Latin harfli ABECE’ye geçilen Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş ve Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimlerini bu kadar kısa sürede biz asla başaramazdık. Atatürk sosyalist olsa da aynı şeyleri yapardı. Kendinize başka esin kaynağı aramayın... Büyük bir deha ve komutan olan Kemal Atatürk’ün kıymetini bilin ve kendinize başka önder, yol ve yordam aramayınız...” demiş. “1995 yılında Habitat 2 Toplantısı nedeniyle görme fırsatı bulduğum; bir dünya cenneti olan uygarlıklar harikası, güzel ve büyüleyici İstanbul’u çok özlüyorum...” diyerek sözlerini bitirmiştir.

Castro, Küba’nın en önemli parklarından birine de Atatürk büstü koymuştur. Küba’nın başkenti Havana Linea Caddesi 13/K parkında bulunan Atatürk büstü, 26 Temmuz 2007’de Havana Karnavalı sırasında Avrupa ülkelerinden gelen “Kürt kökenli” gençler tarafından parçalanarak yerinden sökülmüştür.

Havana’daki Türkiye Büyükelçisi Şanıvar Kızılderi, yeni büstün Habana Vieja’da bir meydana dikileceğini söylemiştir.

(http://turkpolitika.com/haberler-ma...28-chenin-cantasndan-ckan-nutuk-dursun-oezden).

BEN ÇİN’İN ATATÜRK’ÜYÜM

Mao, 1935’teki ‘Uzun Yürüyüş ’öncesinde Şangay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye:: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm.” diye seslenmiştir. (Tatlısu solcularımız bunu da reddetmektedirler!)


Ve 1948’den bugüne, 1,5 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyeti’nin okullarında 8 ve 9. sınıflarda okutulan “Yakınçağ Tarihi” ders kitaplarının kapağında bir Atatürk resmi yer almaktadır ve içinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri anlatılmaktadır.

Çin, Atatürk’ü ve devrimleri gençlerine öğretirken, KKTC’de Annan Planı gereği, “Yakınçağ Tarihi” ders kitaplarından, “Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı” bölümleri çıkarılıp yerine, Kuzey Kıbrıs’ta bulunan kilise ve manastırların tarihçeleri ve resimleri konulmuştur.

AB’nin, Türkiye’deki “İnkılap Tarihi” derslerinden ve Atatürk’ten rahatsız olduğu herkesin malumudur.

VENEZUELLA’DAN NORVEÇ’E

Bugün, Venezuella'nın antiemperyalist lideri Hugo Chavez, Venezuella'da "Atatürk'ün Sosyal Fabrika Projesi'ni" uygulamaya koymuştur. Gazeteci Yazar Banu Avar, Venezuella gezisinde “Atatürk modeli fabrikalarla” karşılaştığında çok şaşırmıştır.

Chavez’in Yeni Anayasa’sında, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 ve 1961 anayasalarından alınan 65 madde yer almaktadır.

Ve bugün bir Norveçli, içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya geldiğinde, Norveç diline yerleşmiş olan "Atatürk gibi düşünmek" deyimini anımsamaktadır.

EN BÜYÜK HALKÇI: MUSTAFA KEMAL

Halkla birlikte bir Kurtuluş Savaşı yürütmesi, Halk ordusuyla emperyalizmi dize getirmesi,

Bir ölüm kalım savaşında "ille de meclis" diyerek halkın temsilcilerinden oluşan TBMM'yi açması,

I. TBMM'de "Halkçılık Programını" kabul etmesi,

Halkı "koyun sürüsü" olarak gören "saltanat sistemini" yıkıp, Cumhuriyeti ilan ederek, "egemenliği kayıtsız şartsız halka vermesi".

Halkı, yaşadığı çağdan koparıp Ortaçağ’a bağlayan geri kalmış kurumlara son vermesi, "akıl ve bilimin" önünü açarak çağdaş uygarlığı hedef göstermesi,

Fakir bir halkı en çabuk biçimde kalkındıracak bir ekonomik program yürütmesi,

Ezilen kadına, yeniden "kadınlık onurunu" kazandırması,

Ve HALKÇILIK ilkesiyle Devletin temeline "halkı, halkın refah ve mutluluğunu" yerleştirmesi;

Atatürk’ü Türk tarihindeki en büyük sosyalist olarak adlandırmamıza yeter de artar bile... Ama O, klasik bir SOSYALİST değildi, o bütün ideolojilerden olduğu gibi Sosyalizm’den de beslenmiş ve kendi ideolojisi olan KEMALİZM içine “Türk sosyalizmi” olarak adlandırılabilecek HALKÇILIK ilkesini yerleştirmişti....

Bugün, “Halkın iktidarını kuracağız” diyenlerin “kimden” ilham almaları gerektiği sanırım anlaşılmıştır!...

ATATÜRK VARKEN BAŞKA ÖNDER ARAMAK

Her şeyi bir kenara bırakın, sadece CHE'nin çantasından çıkan NUTUK bile, yakın zamanların gelmiş geçmiş en büyük "özgürlük savaşçısı" ve "devrimcinin" ATATÜRK olduğunun en açık kanıtı değil midir?

Özetle, bir Türk olarak ben, Arjantinli CHE'yi, Kübalı CASTRO'yu, Çinli MAO'yu, Hintli GANDİ’yi değil, bütün bu isimlerin ilham kaynağı olan "gelmiş geçmiş en büyük özgürlük savaşçısı" ATATÜRK'Ü kalbimde ve yakamda taşırım...

Atatürk’ün kurduğu partinin liderine de tavsiyem, kendisini Gandi’yle veya Çhe’yle değil, Che’nin ve Gandi’nin bile “ilham kaynağı” olan Atatürk’le özdeşleştirmesidir.

Castro’nun, Dursun Özden’e dediği gibi, “Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar...”

Tatlı su solcularına (kendi ülkesinin gerçeklerine yabancı, tarihinden habersiz, bağımsızlığın kıymetinin farkında olmayan solculara) ithaf olunur!...

Sinan MEYDAN


25 Aralık 2010
(*) Benim bu eski iddiayı (CHE'NİN ÇANTASINDAN NUTUK ÇIKMASI) gündeme getirdiğimi gören PUSUDA BEKLEYEN düşmanlarım( evet düşmanlarım, çünkü bu kadar art niyet ancak düşmanlarda olur) hemen kaleme sarılıp hakkımda akıllarınca HAKARETE, ALAYA varan ELEŞTİRİ yazıları yazdılar. Üstelik bu iddiayı en son dile getiren ben olmama karşın, sanki ilk kez ben dile getiriyormuşum gibi de kamuoyunu yanıltarak bunu yaptılar. (Örneğin Yiğit Günay, Cemil Koçak, Gürkan Hacır ve bazı sözlük yazarları vb.) Bugüne kadar 10.000 sayfadan fazla kitap, onlarca makale yazan, bu yazılarında binlerce dipnot ve kaynak kullanan, yüzlerce arşiv belgesine yer veren Sinan Meydan'ı, yani beni "söylenti tarihçiliği" ile suçlayan sözde solcu şarlatanlar bile oldu. Aslında hedefleri ben değilim, bu şarlatanların hedefi benim üzerimden Atatürk'e saldırmaktır. Ama yağma yok. Kitaplarımda bu şarlatanlara verilmiş onlarca, yüzlerce belgeli, bilimsel yanıt vardır. (meraklısına not).

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...larn-atei-atatuerk&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

Bu Aydınlar Neden Susturuluyor?

ddd.jpg


HÜKÜMETE KARŞI, ABD VE AB'YE KARŞI, BAĞNAZLIĞA, DİN BEZİRGANLIĞINA KARŞI, CUMHURİYETÇİ VE ATATÜRKÇÜ DİYE;

UĞUR MUMCU,

AHMET TANER KIŞLALI,

NECİP HABLEMİTOĞLU,

ÖLDÜRÜLDÜ!.. MUSTAFA BALBAY: "ERGENEKONCU, DARBECİ" DENİLEREK SİLİVRİ'YE TIKILDI,

TUNCAY ÖZKAN: TV'Sİ ELİNDEN ALINDI, "ERGENEKONCU, DARBECİ" DİYE SİLİVRİ'YE TIKILDI:

MEHMET HABERAL: DÜNYACA ÜNLÜ TIP DOKTORUYDU;"ERGENEKONCU, DARBECİ" DİYE SİLİVRİ'YE TIKILDI.

ERGUN POYRAZ: BAŞBAKAN KİTAPLARINA KIZDI; "ERGENEKONCU, DARBECİ" DİYE SİLİVRİ'YE TIKILDI.

BANU AVAR: TRT'DEN ATILDI; BAZI ÜNİVERSİTELERE BİLE GİRMESİ YASAKLANDI; BÜYÜK KANALLARCA SANSÜRLENDİ;

NİHAT GENÇ: SKYTÜRK'TEN, AKŞAM GAZETESİ'NDEN ATILDI; BASKILAR ÖYLESİNE ARTTI Kİ YAZMAMA KARARI ALDI,

EMİN ÇÖLAŞAN: HÜRRİYET'TAN ATILDI, GÖRÜŞLERİ SORULMAZ OLDU; ADETA YOK SAYILDI,

BEKİR COŞKUN: HABERTÜRK'TEN ATILDI,

MİNE G. KIRIKKANAT: VATAN'DAN ATILDI.



BİZLER, "MUHALİF GENÇ KUŞAK YAZARLAR", YOK SAYILIP, KORKUTULUP, TEHDİT EDİLİP SUSTURULMAYA ÇALIŞILMAKTAYIZ!


İYİ AMA NEDEN? "DEMOKRATİKLEŞEN" (!) TÜRKİYE'DE;

HÜKÜMETİ ELEŞTİRMEK;

ABD'NİN VE AB'NİN DAYATMALARINA KARŞI OLMAK,

CEMAATÇİ OLMAMAK,

BAĞNAZLIĞA, DİN BEZİRGANLIĞINA KARŞI OLMAK,

CUMHURİYETÇİ VE ATATÜRKÇÜ OLMAK

NEDEN SUÇ?

HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

Diyelim ki bütün bu aydınlar gerçekten de "suçlu", "kötü niyetli" insanlar; iyi de koskoca 75 milyonluk Türkiye'de hapislerde çürütülen, işten atılan, baskı altına alınan aydınlar neden hep benzer veya aynı değerleri savunan aydınlar?

Neden?

Yoksa bu bir tesadüf mü?

Ne dersiniz!..


Sinan MEYDAN

25 EYLÜL 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...neden-susturuluyor&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Sinan MEYDAN'ın Köşe Yazıları

TARİH PROFESÖRÜNE ATATÜRK VE ÇANAKKALE DERSİ

ddd.jpg


Atatürk’e ve Çanakkale Savaşlarına Saldırmanın Dayanılmaz İğrençliği

İddiaya göre, Sabancı Üniversitesi’nin öğrenci aileleri için düzenli olarak hazırladığı etkinlikler çerçevesinde 23 Ekim 2010 tarihinde “Çanakkale Savaşları” konulu bir konferans düzenlenmiş. Konferansta konuşan Prof. Dr. Cemil Koçak, Mustafa Kemal Atatürk ve Çanakkale Zaferi hakkında ağzına geleni söylemiş!.. “5-10 Kişiyi Bile Yönetemezdi”

Prof. Koçak, Yarbay Mustafa Kemal’den “Yarbay Mustafa” diye söz etmiş. “Yarbay Mustafa”dan öyle sözler ile bahsetmiş ki, aileler bu Mustafa’nın kim olduğunu anlamaya çalışmış. “Bu Yarbay Mustafa, tarih sahnesine tamamen tesadüf eseri çıkmış, aslında onu Alman komutan Gelibolu içlerinde bir yere gözden uzak olsun diye attıklarını, hayatında 5-10 kişiyi bile yönetmediğini, zaten şansı yaver gitmeseydi kahve köşelerinde emekliliğini yaşayıp gideceğini” alaycı bir dille söylemiş

Kimdir bu tarih sahnesine tesadüfen çıkan, şansı yaver giden, hayatında 5-10 kişiyi bile yönetemeyen Yarbay Mustafa?

“Yarbay Mustafa Yeteneksizdi”

En sonunda bir öğrenci ailesi dayanamamış, “Yarbay Mustafa diye bahsettiğiniz Mustafa Kemal mi?” diye sormuş. Koçak “Evet” demiş Aileler şaşkın! Öğrenci ailesi devam etmiş: “Neden hiç Mustafa Kemal demediniz?” Koçak “Tarih o gün ki oldukları görevle yazılır” demiş ve şöyle devam etmiş “Zaten Yarbay Mustafa yeteneksizdi ve itaatsizlikten görevden alındı.”

“Çanakkale Zaferini Türkler Değil Almanlar Kazandı”

Koçak, Atatürk’e saldırısını bitirdikten sonra, Çanakkale Zaferi’ne dil uzatmaya başlamış; aslında Çanakkale Savaşı’nın galibinin Türk Milleti değil, Almanlar olduğunu söylemiş, “Türk Milleti zaferi, Almanlar kutlamaya başladıktan sonra kutlamaya başlamıştı” diyerek tezini kanıtlamaya çalışmış.

Koçak, hezeyanlarına şöyle devam etmiş: “Kime sorsan dedesinin Çanakkale’de şehit olduğunu, bir tek savaş Çanakkale de mi olmuş, niye diğerleri anılmıyor…”

Geçen gün Prof. Koçak, bir basın açıklaması yaparak bu iddiaları yalanladı.

Şimdi, “Kardeşim mademki, Prof. Koçak, bu iddiaları yalanlamış, siz neden bu iddiaları ciddiye alıp cevap yazısı yazıyorsunuz?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız! Mesele sadece Prof. Koçak’ın bu iddiaları olsa çok haklısınız! Ancak, söz konusu olan Prof. Koçak ve “onun gibiler” olunca işler biraz değişiyor!

Şöyle ki:

Akademik Tetikçiler

Prof. Cemil Koçak ve “onun gibiler” (Dr. Taner Akçam, Dr. Halil Berktay, Prof. Atilla Yayla, Prof. Mehmet Altan) bence emperyalizmin “akademik tetikçileridir”. Onlar, Türk ulusunun 20. yüzyıldaki “yüz akı” tarihi olaylarını ve kişilerini önce “sıradanlaştırmak” sonra da “yok saymak” için bir proje kapsamında bu ülkenin belli üniversitelerinde, (Bilgi, Sabancı vb.) yuvalanmışlardır. Emperyalizmin hizmetindeki bu “akademik tetikçilerin” amacı, Türkiye’de “ulus devlet” düşüncesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kuruluş felsefesini” ve “kurucusunu” “eksik”, “zayıf”, “yanlış” göstererek, halkı etkilemek ve Türkiye’yi ABD projelerine uygun olarak yeniden biçimlendirmektir.

Daha iki ay kadar önce yayınlanan CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI adlı kitabımda bu “akademik tetikçilerin” cumhuriyet tarihini nasıl çarpıttıklarını, bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalıştım. Yalanlarını tek tek sıralayıp belgelerle cevap verdim. Orada sıraladığım “cumhuriyet tarihini çarpıtanlar” listesinde 15. sırada Prof. Cemil Koçak var!

Yani, anlayacağınız, Koçak’ın “Atatürk 5-10 Kişiyi Bile Yönetemezdi” dediği iddiası, onun, Atatürk ve yakın tarih konusundaki ilk “aykırı” açıklaması değil; bunun öncesi de var:

Peki kimdir bu Cemil Koçak:

“Prof Cemil Koçak: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan Cemil Koçak, ‘Siyaset ve Sosyal Bilimler’ alanında doktora yapmıştır. Sabancı Üniversitesi’nde tarih hocalığı yapan Cemil Koçak, Tarih Vakfı’nın yayınladığı , ‘Toplumsal Tarih Dergisi’nin’ yayın politikasını belirlediği dört kişiden biridir. Prof Cemil Koçak, son zamanların en önemli cumhuriyet tarihi çarpıtmacılarından biridir. ‘Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvelle savaşmadık’ diyen Cemil Koçak’ın bazı cumhuriyet tarihi yalanları şunlardır: ‘İngilizler İstanbul’a 100 bin kişi ile geldiler, ama İngilizlerle savaşılmadı… Anadolu’da çok büyük bir işgal yaşanmadı…. Batı Anadolu’da Yunan işgaline karşı savaşıldı… Kurtuluş Savaşı’nın pırıltılı hale getirilmesinin nedeni, cumhuriyete ve cumhuriyetle birlikte yapılanlara bir meşruiyet kazandırmak içindir.”

(Neşe Düzel’in Söyleşisi, Radikal, 13 Kasım 2006’dan Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010, s.24.)

Yani, Prof. Koçak’a göre, Kurtuluş Savaşı “çok önemli” bir mücadele değildir! Antiemperyalist bir niteliği yoktur, sadece Yunana karşı savaşılmıştır! Kurtuluş Savaşı sonradan “pırıltılı” hale getirilmiştir!

Ben burada uzun uzadıya bu “cumhuriyet tarihi yalanlarına” cevap vermeyeceğim. Yalnız bu “palavralara” verdiğim cevapları görmek isteyenler, daha önce ODATV’ye yazdığım “Kurtuluş Savaşı Emperyalizme Karşı Mıydı” adlı yazıma (http://www.odatv.com/n.php?n=c0648878-30081012009 ve “Cumhuriyet Tarihi Yalanları” adlı kitabıma bakabilirler.

Ben burada, Prof. Koçak, hakkındaki son iddiaya, “Çanakkale bir Türk zaferi değildir! Atatürk 5-10 kişiyi bile yönetmezdi, Çanakkale’de hiçbir başarısı yoktu! vb.” tabirimi maruz görün ama “artık bayatlamış yobaz –liboş yalanlarına” cevap vereceğim.

Çanakkale Savaşı’na ve Atatürk’e Saldırmak

Öncelikle “Çanakkale Savaşlarını ve bu savaşlarda Atatürk’ün rolünü küçümseme” modası yeni ortaya çıkmış değildir, bu modanın kökleri bir hayli eskilere dayanır. Şöyle ki: Geçmişte, Çetin Altan, Yalçın Küçük, Kadir Mısıroğlu, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Altan, Mete Tunçay vb. birçok isim, “Çanakkale’nin bir zafer olmadığını, zafer olsa bile bir Türk zaferi olmadığını ve Atatürk’ün bu zaferde önemli bir rolünün olmadığını” iddia etmişlerdir.

(Ayrıntılar için bakınız. Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, s.94 vd.)

Şimdi de gelin kısaca tarihi gerçeklere göz atalım:

1. Çanakkale Büyük Bir zaferdir:

« 27 Eylül 1914’te Çanakkale Boğazı bütün gemilere kapatıldı.

« 3 Kasım 1914’te İngiliz-Fransız Birleşik Filosu Çanakkale Boğazı giriş tahkimatını Bombardıman etti.

« 19 Şubat-17 Mart 1915 tarihleri arasında Birleşik Filo boğazın girişindeki orta kesimdeki tabyaları tahrip etmek istedi. Düşman bu sürede boğazı 14 gündüz, 21 gece aralıksız bombaladı.

« 18 Mart 1915’te, üç sıra olarak dizilmiş düşman savaş gemileri Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya geçmek için ilerlemeye başladı. Yedi saat sonra düşman filosu geri çekildi. Düşmanın 16 savaş gemisinden 3’ü, Nusret’in bıraktığı mayınlara çarparak battı. 3’ü topçu ateşiyle ağır yaralanıp sulara gömüldü. Böylece Çanakkale Deniz Zaferi kazanıldı.

« 25 Nisan 1915’te 308 savaş ve nakliye gemisi Boğazın Asya kıyısına ve Gelibolu’nun çeşitli noktalarına çıkarma yaptı. Düşmanı Mustafa Kemal karşıladı. 1916 yılının başına kadar 8,5 ay süren düşman kara taarruzu, 8/9 Ocak 1916’da tamamen sona erdi. Çanakkale Boğazı’nı denizden geçemeyen düşman, karadan da geçemeyince çekilip gitti.

« Bütün savaş boyunca, subay, er şehit olanlar 250 bin değil, 57 bin 84’tür. Hastanede ölenleri de buna eklersek toplam şehit sayımız 75 bin 830 kişiye çıkar. (Özakman, age, s.99)

Yani, “cumhuriyet tarihi yalancılarının” iddiasının aksine Çanakkale “buz gibi” de bir Türk zaferidir. Her iki tarafta 200 bine yakın askerin 8 ile 15 metre yakınlıktaki siperlerde göğüs göğse mücadele ettikleri, düşmanın 300’den fazla savaş gemisiyle saldırdığı, 8,5 ay süren, sonunda her iki taraftan toplam 150 binden fazla kaybın yaşandığı ve düşmanın yenilgiyi kabullenerek, gemilerini ve askerlerini kaybederek çekilip gittiği bir büyük zaferin onurunu o savaşta canla başla savaşan Türk Mehmetçiklere ve cesur Türk komutanlara değil de, Türk ordusundaki Alman komutanlara vermek, kelimenin tam anlamıyla “vicdansızlıktır”.

2. Çanakkale Almanlara (Alman komutanlara) Rağmen Kazanılmıştır

« Çanakkale’de 5.Ordu’nun başında belli bir döneme kadar Alman Mareşal Limon Von Sanders Paşa vardır. Ancak, Çanakkale’de Türk ordusunu komuta etme iddiasındaki bu Limon Paşa’nın hataları neredeyse savaşın kaybedilmesine neden olacak kadar önemlidir. İşte Alman Komutan Limon von Sanders’in Çanakkale Savaşı’ndaki en ciddi hataları:

« 3. Kolordu ve Türk Tümenleri, Çanakkale’ye düşman donanmasının Sebdülbahir ve Kabatepe’den çıkacağını düşünürken, Liman Paşa, düşmanın Saroz körfezinin uç kısmından, Bolayır civarından çıkacağını düşünmüş, bütün savaş planlarını bu yanlış öngörüsü üzerine yapmıştır.

« Liman Paşa, Türk komutanların düşmanı mümkün olduğu kadar kıyıda karşılama planını değiştirerek, kuvvetleri merkezde toplayıp nereye çıkarma olursa oraya yönlendirme stratejisi izlemiştir. Bu plana bağlı olarak Türk komutanların kıyılara yerleştirdiği kuvvetleri geri almıştır. Örneğin, yarımadanın en güneyindeki Sebdülbahir’de sadece bir tümen bırakılmıştır. Bu nedenle düşman her çıktığı noktada rahatça tutunma şansı bulmuştur.

« Liman Paşa, Çanakkale’ye çıkarmanın başladığı gece, Gelibolu’daki karargahından ayrılıp Saros’a gitmiş, Mehmetçik düşmanla boğazlaşırken, Sanders Paşa, o gece orda kalarak sabah geri dönmüştür. (Liman von Sanders, s.87,88). Üstelik kimseye emir yetkisi vermemiştir. İşte o gece Mustafa Kemal kimseden emir almadan “inisiyatif kullanarak” harekete geçmek zorunda kalmıştır.

« Liman Paşa, gelen birlikleri gece taarruzuna zorlamıştır. Gelen her yeni birliği cepheye sürmüştür. Böylece plansız programsız birlikleri eritmiştir. Örneğin, Liman Paşa’nın emriyle yapılan 19 Mayıs gecesi taarruzunda bir gecede, tam 9000 Mehmetçik telef olmuştur. Üstelik Liman Paşa anılarında bu taarruzun bir hata olduğunu şöyle itiraf etmiştir: “Bahis konusu taarruzun tarafımdan işlenmiş bir hata olduğunu itiraf ederim. Bu hatayı düşman kuvvetlerini iyi takdir edememekle ve elimizdeki az topçu kuvvetiyle ve çok sınırlı cephaneyle bu işi başaracağımızı önceden hesaplayamamakla işledim…” (s.98.). Liman Paşa’nın hatasının yol açtığı bir gecelik kayıp, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki ve Başkomutanlığındaki Kurtuluş Savaşı’nda bütün cephelerdeki kayıplara eşittir. Alın size “Alman mucizesi!..”

« Liman Paşa’ya yönelik en ağır eleştiriler ise o sırada cephede olan Türk komutanlardan gelmiştir. 3.Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın anıları, Kurmay Başkanı Yarbay Fahrettin (Altay)’ın, Yarbay Selahattin Adil’in anıları, Mustafa Kemal’in Enver Paşa’ya gönderdiği Liman Paşa hakkındaki yazı, Korgeneral Fahri Belen’in anıları, Liman Paşa’nın Çanakkale’de çok ciddi hatalar yaptığını ve Çanakkale Savaşı’nın onun hatalarına rağmen kazanıldığını göstermektedir.

« Mustafa Kemal, 3 Mayıs 1915’te Arıburnu’ndan Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya gönderdiği mektupta, Mareşal Liman von Sanders’ten şöyle söz etmiştir: “… Maydos bölgesi kuvvetlerini komuta ettiğim zaman aldığım tertibat ile, düşmanın karaya çıkmasına imkan verilmeyebilirdi. Liman von Sanders Paşa, bizim orduları, bizim memleketimizi tanımadığı, gerektiği şekilde incelemede bulunacak kadar da bir zamana sahip olmadığından, sadece ihraç noktalarını, tamamıyla açık bırakacak tertibat almış ve düşmanın karaya çıkmasını kolaylaştırmıştır… Vatanımızın savunulmasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmadığına şüphe olmayan başta Liman van Sanders olmak üzere bütün Almanların fikri gücüne de itimat buyurmamanızı kesin olarak temin ederim. Bence bizzat buraya teşrif ederek, umumi vaziyetimizin gereklerine göre bizzat sevk ve idare etmeniz münasip olur kardeşim.”

« Prof İsmet Görgülü, “Çanakkale İlk Günde Biterdi” adlı çok önemli kitabında, eğer Alman Mareşal Liman von Sanders’in hataları olmasaydı, Mustafa Kemal’in savaş planlarını uygulasaydı savaşın ilk günde biteceğini belirtmiştir.

Görüldüğü gibi Çanakkale Zaferi, Almanlar sayesinde değil, Almanlara rağmen kazanılmıştır. Ordunun en tepesindeki Alman Mareşal Limon von Sanders’in hatalarından, diğer Alman komutanların hatalarına yer kalmadı… Ayrıca, Çanakkale Savaşları sırasında Türkiye’nin müttefiki olan Almanlar, hiç de sadık bir müttefik gibi davranmamışlardır; örneğin silah ve cephane sıkıntısı çeken birliklere “eski tüfekler” ve “eski savaş araç gereçleri” dağıtmışlardır çoğu kez… Çanakkale’de ne yeteri kadar gemimiz, ne yeteri kadar silahımız, ne de yeteri kadar cephanemiz vardır. Ne hikmetse “sadık müttefik” Almanya bu yokluktan habersizdir! Asker yönünden de dişe dokunur bir desteği yoktur Almanların… Ha yine de, “Çanakkale’yi, öngörüsüz Liman Paşa kazandı” diyorsanız, size söyleyecek başka sözüm yok doğrusu!...

Çanakkale’nin geçek kahramanları Esat Paşa, Fahrettin Paşa ve Mustafa Kemal Paşa gibi cesur ve öngörülü Türk komutanlardır.

3. Mustafa Kemalsiz Bir Çanakkale Savaşları Tarihi Yazılamaz

İşte Çanakkale’deki Mustafa Kemal:

« I. Dünya Savaşı başladığında Bulgaristan Sofya’da “ateşemiliter” olan Mustafa Kemal, “Avrupa’daki rahatını” bırakarak “vatan ve millete borcunu ödemek için” adeta “gönüllü” olarak Çanakkale Savaşlarına katılmıştır. Mustafa Kemal, Kasım 1914’te, Başkomutanlık Vekaleti’ne müracaat ederek cephede aktif bir göreve getirilmek istemiş, ancak kendisine, “Sizin için orduda her zaman bir görev vardır. Ancak Sofya Ateşemiliterliği’ni daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz” cevabı verilmiştir. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Aralık 1914’te Sofya’dan Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir mektup yazarak cephede aktif görev alma isteğini yenilemiştir: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.”

« Mustafa Kemal, bu ısrarları üzerine, 20 Ocak 1915’te, Esat Paşa komutasındaki, 3. Kolordu’ya bağlı olarak Tekirdağ’da kurulacak 19. Tümen Komutanlığı’na atanmıştır.

« Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşlarına “yarbay” olarak başlamıştır, fakat beş hafta sonra 1 Haziran 1915’te “albay” olmuştur.

« 2 Şubat 1915’te Tekirdağ’a gelen Mustafa Kemal 19. Tümeni kurma çalışmalarına başlamış, 25 Şubat 1915’te, Tekirdağ’daki 19. Tümen Komutanlığı, Maydos (Eceabat)’a nakledilmiş ve Mustafa Kemal 19. Tümen ve Maydos Bölge Komutanlığı’na getirilmiştir. (19. Tümene ek olarak, 9. Tümenin 2 piyade alayı bazı topçu birlikleri de Maydos Bölge Komutanlığı emrine verilmiştir.)

« 23 Mart 1915’te Maydos Bölgesi Komutanlığı genişletilerek, “Müstehkem Mevki Rumeli Bölgesi Komutanlığı” adını almış ve komutanlığına Albay Halil Sami Bey getirilmiştir. Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen ordu yedeğine alınarak 3. Kolordu Komutanlığı’nın emrinde yine Maydos’ta bırakılmıştır. 24 Mart 1915’te Mustafa Kemal, bir aydır devam ettirdiği Maydos Bölgesi Komutanlığı’nı Albay Halil Sami Bey’e bırakarak 19. Tümen Komutanlığı’na dönmüştür.

« 18 Nisan 1915’te, Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümen, Çanakkale’ye yeni atanan Mareşal Liman von Sandersi’n komutasındaki 5. Ordu’nun yedeğine alınarak Bigalı köyüne gönderilmiştir. Böylece Mustafa Kemal, Maydos’tan Bigalı’ya geçmiştir.

« Çanakkale Savaşı öncesinde, Osmanlı ordusunun başındaki Alman General Liman von Sanders Paşa, Çanakkale’ye İngiliz çıkarmasının, Saroz Körfezi ve Anadolu kıyılarından, özellikle Bolayır’dan yapılacağını düşünürken, Yedek Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale’ye İngiliz çıkarmasının Anafartalar bölgesinden; Alçıtepe ve Kocaçimen’den yapılacağını belirtmiştir. Gelişmeler, Mustafa Kemal’i haklı çıkarmıştır.

« 25 Nisan 1915’te İngiliz, Fransız ve Anzak birlikleri Çanakkale’de sabaha karşı Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale sahillerinden çıkarma yapmaya başlamıştır. Seddülbahir’e çıkan düşman, kıyı topçusunun yoğun ateşi ve kuvvetlerimizin karşı taarruzuyla durdurulmuş, Kumkale kıyılarından yapılan çıkarma gelişememiş, Arıburnu’na çıkan düşman ise, Mustafa Kemal komutasındaki birliklerce geri püskürtülmüş ve bozguna uğratılmıştır. Çanakkale’ye 25 Nisan 1915’te, saat 05:30 civarında ayak basan düşman çıkarma birlikleri, 09:45’te karşılarında Mustafa Kemal’i ve 57. Alayı bulmuşlardır. 25 Nisan 1915’teki ilk çıkarma başladığında Çanakkale Bigalı Köyü doğusunda Değirmenlik mevkiindeki karargahında bulunan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, çıkarmayı haber alır almaz, (Maltepe’deki 77 Alay ve 9. Tümenden aldığı raporlarla), inisiyatif kullanarak, 07:45’de karargahından hareket etmiş ve 57. Alayla birlikte saat 09:40’da Kocaçimen’e varmıştır. Orada yaklaşık 10 dakika 57. Alayı dinlenmeye bırakarak kendisi atına atlayıp sarp araziden Conkbayırı’na gitmiştir. Buraya geldiğinde, 27. Alay 2. Taburun “Balıkçı Damlarındaki” savunma müfrezinden arta kalan erlerin, 261 rakımlı tepeye (Conkbayırı’nın güneyindeki platonun üzerinden kuzeye) doğu geri çekildiklerini görmüştür. İşte tam o an atından inen Mustafa Kemal, düşmandan kaçan Türk erlerinin tam önünde durarak o ünlü “düşmandan kaçılmaz” konuşmasını yapmış; kaçan erlere süngü taktırıp yere yatırarak, bozguna uğramış bir birlikten arta kalanlardan bir savunma hattı kurmuştur. Mustafa Kemal komutanlara verdiği emirde: “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve komutanlar geçebilir” demiştir. Türk ordusunun yeniden savaş durumuna geçtiğini gören düşman kuvveti neye uğradığının şaşkınlığını yaşarken imdada yetişen 57. Alay ve 8. Tabur düşmana saldırmıştır. Conkbayırı sırtlarında yaşanan boğaz boğaza çatışma sonunda 57. Alayın neredeyse tamamı şehit olmuş, ama düşman çıkarması da sonuçsuz kalmıştır. Mustafa Kemal’in ifadesiyle “kazandığımız an bu andır.” Mustafa Kemal, yönettiği, 25 Nisan 1915 taarruzunu, gece saat 10:00’da 3. Kolordu Komutanlığı’na çektiği telgrafta şöyle anlatmıştır: “Sağ kanatta Alay 57, sol kanatta Alay 77, Alay 27, Arıburnu istikametinde taarruz etmektedir. Düşman mavnalara binip kaçmaya başladı. Umum cephede düşmana taarruz ve (düşmanı) takip ediyorum. Sağ kanatta taarruz eden Alay 57’yi Alay 72’den bir taburla takviye ederek hücuma sevk ediyorum.”

« Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915’teki Arıburnu taarruzunda gösterdiği başarıdan dolayı “Arıburnu Kuvvetler Komutanlığı”na getirilmiş ve 25 Nisan 1915’ten 16 Mayıs 1915’e kadar bölgedeki tüm kuvvetleri tek başına komuta etmiştir. “Mustafa Kemal, 5-10 kişiyi bile idare edemezdi” dediği iddia edilen “tarih profesörüne” ithaf olunur!..

« 25/26 Nisan 1915’te düşman Arıburnu ve Conkbayırı’ndan yeni çıkarmalar yapmış ve her seferinde karşısında Mustafa Kemal’in komutasındaki Mehmetçiği bulmuştur. Örneğin, 26 Nisan tarihinde Conkbayır’na yapılan taarruzu Mustafa Kemal, daha sonra Kemalyeri diye adlandırılacak yerden yönetmiş, Kanlısırt-Kırmızısırt hattında düşmana ağır kayıplar verdirerek, düşmanı kıyıya çekilmeye zorlamıştır.

« Bu başarılarından dolayı 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa, 27 Nisan 1915’te, Mustafa Kemal’e bir kutlama telgrafı çekmiştir :“Başarınızı kutlarım. Raporlarınızı Başkomutanlık Vekaleti Yüksek Makamına arz ediyorum… Emrinize verilen 33. Alay’la birlikte düşmanı denize dökünüz. Donanmamız bizi ateşle destekleyecektir. Tanrı’nın yardımı bizimledir.” Esat Paşa, 30 Nisan 1915’te bir kere daha Mustafa Kemal’e kutlama telgrafı çekmiştir: “Geceli gündüzlü devam eden harbi, başarı ile yöneterek her an bir başka surette belirmekte olan fedakar hizmetlerinizin devamını bekler, sizi yürekten kutlarım.”

« Mustafa Kemal, Çanakkale’deki başarılarından dolayı 30 Nisan 1915’te Gümüş İmtiyaz Madalyası almış, bunu Altın ve Gümüş Liyakat Madalyaları izlemiştir. (Mustafa Kemal’i günahı kadar sevemeyen Enver Paşa, bu madalyaları herhalde Mustafa Kemal’in mavi gözleri için vermemiştir.)

« 1 Mayıs 1915’te, Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümen, Arıburnu cephesinde düşmana taarruz etmiş, istenen sonuç alınamayınca, Mustafa Kemal, 2 Mayıs’ta taarruzu durdurmuştur.

« 9/10 Mayıs 1915’te Arıburnu cephesinin sağ yanından taarruza geçen düşman, Mustafa Kemal’in 19. Tümeni’ne bağlı birliklerce durdurulmuş ve geri püskürtülmüştür.

« 10 Mayıs 1915’te, Mustafa Kemal’in Arıburnu muharebelerini yönettiği tepeye, 3. Kolordu Komutanlığı’nın günlük emriyle- “Kemalyeri” adı verilmiştir.

« 11 Mayıs 1915’te Başkomutan Vekili Enver Paşa, öğleden sonra 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’yla birlikte Kemalyeri’ndeki Arıburnu karargahına gelerek cephe hakkında Mustafa Kemal’le görüşmüştür.

« 16 Mayıs 1915’te, Edirne Valisi Hacı Adil Bey, Gelibolu Mutasarrıfı Rıfat, Maydos Kaymakamı Rahmi, Keşan Kaymakamı, Gelibolu Jandarma Komutanı’nın oluşturduğu bit heyet, 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’yla beraber Kemalyeri’nde Mustafa Kemal’i ziyaret ederek cephede gösterdiği fedakarlık ve kahramanlık nedeniyle kendisini tebrik etmişlerdir.

« 17 Mayıs 1915’te Mustafa Kemal, Arıburnu Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ayrılarak 19. Tümen Komutanlığı’ndaki görevine dönmüştür. Ayrıca 19. Tümen, Kuzey Grubu Komutanlığı’na bağlanmıştır. Mustafa Kemal, Arıburnu Komutanlığı’ndan ayrılırken emrindeki birliklere yazdığı veda yazısında: “23 gün sevk ve idare etmek mutluluğu kazandığım siz demir kitlenin, Tanrı’ya sığınarak yaptığı hücum iledir ki düşmanın 20.000’i aşan kuvveti Arıburnu’nda yok edildi. Yirmi üç günlük ateşli ve kanlı ortak çabalarımız anısının samimi ve temiz duyguyla korunacağından eminim.” demiştir.

« 17 Mayıs 1915’te Mustafa Kemal’e, Arıburnu muharebelerindeki başarısından dolayı padişah adına “Muharebe Altın Liyakat Madalyası” verilmiştir.

« Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1915’te Anafartalar Gurup Komutanlığı’na getirilmiştir. Bu görevi Çanakkale’den ayrılacağı 10 Aralık 1915’e kadar devem etmiştir. Anafartalar Grup Komutanı olarak emrinde 3 kolordu (2.16.15. kolordular) vardır. Bu, Ordu Komutanlığı niteliğinde bir komutanlıktır. Turgut Özakman’ın da belirttiği gibi, “Çanakkale Savaşı boyunca, Liman Paşa dışında hiçbir komutan, bu kadar uzun zaman, bu kadar çok birliği ve bu kadar geniş bir alanı komuta etmemiştir.” (Özakman, age, s. 112). “Mustafa Kemal, 5-10 kişiyi bile idare edemezdi” dediği iddia edilen “tarih profesörüne” ithaf olunur!... Evet! Mustafa Kemal, 5-10 kişiyi değil binlerce kişilik koca 3 kolorduyu yönetmiştir.

« 23 Mayıs 1915’te, gösterdiği başarılardan dolayı Mustafa Kemal’e Alman İmparatoru tarafından “Demir Haç” nişanı verilmiştir.

« 30 Mayıs 1915’te, Çanakkale Ağıldere’de İngilizlerle şiddetli çarpışmalar yaşanmış, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordular Ağıldere muharebesini kazanmıştır.

« 1 Haziran 1915’te Mustafa Kemal’in albaylığa yükselmesi nedeniyle Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa, Mustafa Kemal’e “tebrik telgrafı” çekmiştir: “Yeni rütbenizi tebrik ederim. Bu terfi, görmekte olduğunuzu büyük ve fedakarane hizmetlerinize karşılık bir mükafat değil, ancak memlekete daha mühim ve ordumuza daha kıymetli hizmetler görebilecek mevkilere erişmek için geçilmesi gereken bir basamaktır”

« 4/5 Haziran 1915’te İngilizlerin gece Arıburnu cephesindeki siperlere saldırmaları üzerine başlayan mücadeleyi, sabaha karşı Düztepe’deki karargahından Tümen cephesine gelen Mustafa Kemal yönetmiştir. 19.Tümen birlikleri, işgal edilen siperleri düşmandan geri almıştır.

« 7 Haziran 1915’te Mustafa Kemal, Kemalyeri’ne giderek 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’yla görüşmüş ve tümeni için yeterli miktarda el bombası istemiştir.

« 29 Haziran 1915’te, Başkomutan Vekili Enver Paşa, Şehzade Ömer Faruk Efendi ve İstanbul Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın, Gelibolu’da 5. Ordu Karargahı’nı ve Kemalyeri’ni ziyaret etmişler. Daha sonra da Düztepe’de 19. Tümen Karargahı’nda Mustafa Kemal’i ziyaret etmişlerdir.

« 15 Temmmuz 1915’te Mustafa Kemal’e başarılarından dolayı, “Takfon” (nikel, bakır, çinko alaşımı) Harp Madalyası verilmiştir.

« 16 Temmuz 1915’te gazeteci, yazar ve şairlerden oluşan bir heyet Gelibolu’ya gelerek 5. Ordu ve 3. Kolordu karargahlarını gezmiştir. Heyet, Cesarettepesi’ne giden yolun düşman kontrolünde olmasından dolayı Mustafa Kemal’i ziyaret edememiş, fakat telefonla konuşarak başarılar dilemiştir.

« 6/7/8 Ağustos 1915’te İngilizlerin Arıburnu cephesine ve Conkbayırı’na saldırmaları üzerine çok kanlı çarpışmalar olmuştur. Mustafa Kemal, 7 Ağustos 1915’te saat 05:05’te, Kuzey Gurubu Komutanlığı’na yazdığı raporda: “Düşman gece yarısından başlayarak topçusuyla şiddetli ateş altına aldığı 18. ve 27. Alay cephelerine, saat 04:30’da hücum etmişse de Tanrı’nın yardımıyla ağır kayıplar verdirilerek hücum sonuçsuz bırakılmıştır.” demiştir.

« 8 Ağustos 1915’te, Conkbayırı İngilizlerin eline geçmiştir. Mustafa Kemal, saat 19:00’da Kuzey Grubu Komutanı Esat Paşa’ya, Conkbayırı bölgesindeki kritik durumu belirterek 5. Ordu Komutanı Liman von Sandersi’i ikaz etmesini bildirmiştir. Conkbayırı’ndaki durumun iyice kötüye gitmesi üzerine, 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders adına Kurmay Başkanı Albay Kazım (İnanç), Mustafa Kemal’i telefon başına çağırarak “durumu nasıl gördüğünü” sormuştur. Mustafa Kemal bu soruya: “Bütün mevcut kuvvetlerin, komutam altına verilmesinden başka çare kalmamıştır!” diye cevap verince, şaşıran Kurmay Başkanı, “Çok gelmez mi?” diye sorunca, Mustafa Kemal: “Az gelir!” cevabını vermiştir. İşte o kritik aşamada Mustafa Kemal gece saat 21:45’te Maraşal Liman von Sanders’in emriyle Anafartalar Grubu Komutanlığı’na getirilmiş ve 9 Ağustos günü sabahın ilk ışıklarıyla taarruz emri verilmiştir. Mustafa Kemal, gece saat 01:30’da Anafartalar Grubu Komutanlığı karargahının bulunduğu Çamlıtekke’ye giderek grubun komutasını eline almıştır.

« 9 Ağustos 1915’te Mustafa Kemal’in komutasındaki kuvvetler Anafartalar bölgesinde düşmana saldırmıştır. Mustafa Kemal, 7. ve 12. Tümenlerin sabaha karşı başlayan taarruzunu, Anafartalar bölgesindeki bir tepeden başından sonuna kadar yönetmiştir. Düşman bozguna uğrayarak kaçmıştır. Taarruz sonrasında Mustafa Kemal akşamüzeri Anafartalar’dan ayrılıp Conkbayırı’na hareket etmiştir. Yol üzerinde Çamlıtekke’de, Liman von Sanders ile görüşerek akşam, Conkbayırı ile Suyatağı arasındaki 8. Tümen Karargahı’na gelmiştir. Burada son durumu inceleyerek, 10 Ağustos şafağında yapılacak taarruzun son hazırlıklarını tamamlamıştır.

« 10 Ağustos 1915’te, Mustafa Kemal, İngilizlerin 8 Ağustos’ta ele geçirdiği Conkbayırı’na taarruz etmiştir. Mustafa Kemal taarruz öncesinde askerlerine: “Askerler! Karşınızdaki düşmanı mağlup edeceğinize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız.” 8. Tümen alayları tarafından başlangıçta sadece süngü hücumuyla gerçekleşen bu taarruzda 4 saat süren kanlı süngü muharebeleri sonunda Conkbayırı’nıın tamamı ele geçirilmiştir. Düşmana çok büyük kayıplar verdirilen bu savaş sırasında Mustafa Kemal, göğsündeki saate isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralanmıştır. Mustafa Kemal, Conkbayırı’nı geri aldıktan sonra öğleden sonra 8. Tümene veda ederek Anafartalar Grubu Karargahı’na dönmüştür.

« 16 Ağustos’ta İngilizler, Anafartalar cephesindeki Kireçtepe’ye taarruz etmiş, Mustafa Kemal ateş hattında 5. Tümen Karargahı’nın bulunduğu 161 rakımlı tepeden savaşı yönetmiştir.

« 1 Eylül 1915’te Mustafa Kemal’e, Gelibolu’daki “üstün başarılarından” dolayı Gümüş Liyakat Madalyası verilmiştir.

« Mustafa Kemal, Çanakkale’de 20 Eylül 1915’te rahatsızlanmıştır.

« Mustafa Kemal, 27 Eylül 1915’te Liman von Sanders’e,, Anafartalar Grubu Komutanlığı’ndan istifa edeceğini bildirmiştir. İstifa gerekçesi olarak, Enver Paşa’nın son gelişinde kendisini ziyaret etmemesini göstermiştir. Ancak istifası kabul edilmemiştir.

« 31 Ekimde Enver Paşa, 3 Kasımda Ayan ve Mebusan Meclisi üyeleri Çanakkale’de Mustafa Kemal’i ziyaret etmiştir.

« 7 Kasım 1915’te, İngiliz Savaş Kabinesi Çanakkale’yi boşaltma kararı almıştır.

« 11 Aralık 1915’te Mustafa Kemal İstanbul’a gelirken, onun yerine Anafartalar Grubu Karargahı’na Fevzi (Çakmak) Paşa atanmıştır.

« 19/20 Aralık 1915’te İngilizler, Çanakkale’deki siperleri boşaltarak çekilmeye başlamışlardır.


İşte, “5-10 kişiyi bile idare edemediği” iddia edilen Mustafa Kemal’in “Çanakkale Savaşları”ndaki “baş döndüren” liderliği, başarıları ve kahramanlığı… Sadece büyük zaferleri; Arıburnu zaferi, Conkbayırı taarruzu, I ve II. Anafartalar zaferleri, başka hiçbir şey yapmamış olsa bile, onun adının tarihe altın harflerle yazılmasına yeter de artar bile…

Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları’ndaki bütün planlarını, kararlarını, emirlerini, başarılarını, yaşanan sıkıntıları ve çelik iradesini “Anafartalar Muharebelerine Ait Tarihçe” ve “Arıburnu Muharebeleri Raporu” adlı anılarından belgeleriyle ve bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır. Bunlar yayınlanmıştır. Mustafa Kemal’in anlattıklarını, Çanakkale Savaşlarına katılan diğer komutanların anıları da doğrulamaktadır. Ayrıca, Çanakkale Savaşları sırasındaki “emirler, “yazışmalar”, “mektuplar”, “raporlar” bugün elimizdedir. Bunlara bakılınca Mustafa Kemal’in Çanakkale’de nasıl bir “inanç” ve “cesaretle” mücadele ettiği, askerlerinin en önünde nasıl hücumlara kalktığı, nasıl savaşıp nasıl kazandığı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir.

Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemal’in “olağanüstü kahramanlığı” konusunda daha önce ODATV’ye yazdığım “Atatürk Siperde Nasıl Dururdu?” adlı yazıma bakılabilir. (http://www.odatv.com/n.php?n=ders-ataturk-siperde-nasil-dururdu-2706101200)

Bir Yobaz-Liboş ve Tatlısı Solcusu Yalanı Daha: “Mustafa Kemal’i Çanakkale Savaşlarından Sonra Kimse Tanımıyormuş!”

Bugün “antiemperyalist”, “vatansever” çıkışlarıyla tanıdığımız, sevdiğimiz ve görüşlerinden yararlandığımız Prof. Yalçın Küçük, bakın geçmişte ne demiş bir kitabında:

“Kemal Paşa için parlak bir askeri geçmiş yaratmak için bulunabilen ve seçilen tek yer Gelibolu oluyor… Yaptıklarından dolayı zamanında bir kahraman sayılmıyor. Kahramanlığının ilanı çok sonraki yıllara denk düşüyor… Kemal’in, Anafartalar kahramanlığı, ilk kez, genç bir gazeteci yazar olan Ruşen Eşref tarafından, 1918 yılı Mart ayında ortaya atılıyor. 1919 yılı yaz ortalarına gelindiğinde bile, kahraman susuzluğu yaşayan ülkede bunun fazla tutmadığı anlaşılıyor…” (Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, 5, s. 255, 398; Özakman; age, s.112.)

Sevgili Yalçın Hoca’nın “geçmişte” böyle düşünmesinin iki nedeni olabilir: 1. Ya sevgili hocamız, tarihi iyi araştırmamış, iyi okumamış, dolayısıyla “yobaz-liboş” tezlerinden kolayca etkilenmiş! 2. Ya da tarihi iyi biliyor ve bilerek bu düşünceleri ortaya koyuyor! Ben hocamızın “bilerek” Türk toplumunu yanıltacağını düşünmüyorum. Ama o zaman da “Koskoca profesöre araştırmadan, incelemeden kitap yazmak yakışır mı?” diye sormak geliyor içimden!

“Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşları’nda herhangi bir başarısı olmadığı” iddiasının “kocaman bir yalan” olduğunu yukarıda gördük. Şimdi de gelin, “Mustafa Kemal Çanakkale’de yaptıklarından dolayı zamanında bir kahraman değildi” yalanını deşifre edelim:

Mustafa Kemal 1919’da Anadolu’ya geçtiğinde, Havza, Amasya, Erzurum, Sivas, Anakara’da hap “kahraman gibi” karşılanmıştır. Amasya’da halk tarafından “kırmızı halıyla” karşılanan Mustafa Kemal’e Amasya Müftüsü, “Çanakkale’den sonra memleketi ikinci defa kurtarmaya geldiniz…” diye iltifat eder. Demek ki, 1919’da Amasyalılar ve Müftü Hacı Hafız Tevfik Efendi, Mustafa Kemal’in “Çanakkale kahramanı” olduğunu bilmektedir.

Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşlarındaki başarısını kıskanan Enver Paşa, Mustafa Kemal’in “fazla parlamaması” için onun resminin gazetelerde basılmasını bile yasaklamasına rağmen, Mustafa Kemal adının duyulmasına engel olamamıştır.

Mustafa Kemal’in “Çanakkale kahramanı” olduğunu bizim “yobaz-lioşlar” dışında inanın herkes bilmektedir.

İşte, 1915-1919 arasında Mustafa Kemal’in “Çanakkale kahramanı” olduğunu bilenler, yazanlar, söyleyenler:

Yeni Mecmua:

1918 yılında, Çanakkale Savaşlarına “özel bir sayı” ayıran Ziya Gökalp’in Yeni Mecmua dergisinde Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki başarıları anlatılmıştır.

Mehmet Emin Yurdakul:

Mehmet Emin Yurdakul, 15 Eylül 1915’te yayınlanan Tan Sesleri adlı kitabında, “Ordunun Destanı” adlı manzumenin ilk dörtlüğünde Mustafa Kemal’den söz etmiştir.

Lütfi Simavi:

1924’te yayınlanan anılarında; “Bu gezide, o sırada İstanbul’da bulunan Çanakkale kahramanlarından Mustafa Kemal Paşa’da bulunuyordu….Çanakkale’deki övünç ve gurur verici hizmetleriyle, herkes gibi ben de kendisini gıyaben tanıyordum, fakat şahsen görmemiştik. Hizmetlerinden ve başarılarından dolayı kendisini orada tebrik ettim.”

İsmail Hakkı Okday (Vahdettin’in Damadı):

“Vahdettin Efendi, bu seyahate çıkarken, kendisine refakat etmek üzere o zaman ‘Anafartalar Kahramanı’ diye anılan Mustafa Kemal Paşa’yı da yayına almıştı.”

Ruşen Eşref Ünaydın:

Mustafa Kemal’le Çanakkale Savaşlarındaki başarıları konusunda bir mülakat yapan Ruşen Eşref Ünaydın, 28 Mart 1918’de Mustafa Kemal ve Çanakkale Savaşları konusunda şunları yazmıştır:

“Memleketin en tehlikeli zamanlarında can verircesine vazife başına atılan bu kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu ruhuyla derin bir şükran olduğu halde yanından ayrıldım”

Rıza Tevfik:

19 Ağustos 1918’de şöyle demiştir: “Aşiyan’da Tevfik Fikret’le yapılan ilk anma töreni için… geldiği zaman kendisini kapıda karşılamış ve orada bulunanlarla Tevfik Fikret’in eşine, ‘Anafartalar kahramanı meşhur Miralay Mustafa Kemal Beyefendi’ diye takdim etmiştim.”

Amiral Chaltrope:

İngiliz İşgal Kuvvetleri komutanlarından Amiral Chaltrope, 23 Haziran 1919’da, Lord Curzon’a gönderdiği bir telgrafta Mustafa Kemal’den, “Çanakkale Savaşı’nda büyük ün yapmış Mustafa Kemal Paşa” diye söz etmiştir.

Amiral Webb:

İngiliz İşgal Kuvvetleri temsilcilerinden Amiral Webb, 28 Haziran 1919’da Sir R. Graham’a gönderdiği telgrafta Mustafa Kemal’den, “Çanakkale Savaşı’nda bir hayli ün yapan Mustafa Kemal… Samsun’a müfettiş olarak gönderildi” diye söz etmiştir.

Yeni Gün Gazetesi:

Yunus Nadi’nin Yeni Gün gazetesi, Mustafa Kemal’in Adana’dan İstanbul’a gelişini, 14 Kasım 1918 tarihli sayısında manşetten, “Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal bir gün önce İstanbul’a geldi” biçiminde duyurmuştur.

L’İllustrasyon Dergisi:

26 Şubat 1921’de 4069. sayısında Mustafa Kemal’i: “Kararlı, sert ama iman etmiş olan Mustafa Kemal Paşa, dünyaya baş kaldırmıştır. Meslekten askerdir. Çanakkale’de İngilizler karşısında kazandığı büyük zafer anılmaya değer.”olarak tanımlamıştır.

Tevhid-i Efkar Gazetesi:

31 Ağustos 1921 tarihli sayısında Mustafa Kemal için, “Çanakkale’de iki defa İstanbul’u kurtarmış olan Mustafa Kemal Paşa, bu defa da vatanı kurtaracaktır.” demiştir.

Yahya Kemal:

Yahya Kemal, 1921 yılında, Mustafa Kemal’den şöyle söz etmiştir: “Fatih’te, Aksaray’da küçük dükkanlarda, Eminönü’ne kadar bütün vitrinlerde, muzaffer kumandanlarımızın yanında Mustafa Kemal Paşa’nın da resmi bulunurdu, hatta köprüde, şapkalı satıcıların Mustafa Kemal Paşa’nın alçıdan küçük heykellerini sattıkları bilinmektedir”.

M. Zekeriye Sertel:

20 Mart 1919’da Mustafa Kemal hakkında şöyle demiştir: “Osmanlı tarihinin en şerefli bir sayfasını işgal edeceğine şüphe olmayan Çanakkale başarısı, orada çarpışan Türklük ruhunu, Türklük fedakarlığını ispat ettiği gibi, bir de Mustafa Kemal gibi büyük bir kahramana malik olduğumuzu gösterdi. Tarih, Çanakkale vakasını kaydederken hiç şüphesiz Mustafa Kemal ve Cevat Paşaların isimlerini de altın harflerle yazacaktır… Büyüklerini tanıma mecburiyetinde olan gençlik, Mustafa Kemal adını da belleklerine eklemeli ve kurtarıcılarımızdan birinin de o olduğunu unutmamalı”.

***

Bütün bu gerçekler, “kabak gibi” ortada dururken, hala hiç utanıp sıkılmadan, hiç vicdan azabı duymadan, hiç Allah’tan korkmadan, “Çanakkale Savaşı’nı Türkler değil Almanlar kazandı!”, “Mustafa Kemal, 5-10 kişiyi bile idare edemezdi!” “Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşlarında herhangi bir başarısı yoktu! Çanakkale Kahramanı olduğu sonradan uydurulmuştur” gibi “yalanlarla” önce kendilerini, sonra da bu milleti zehirleyenlere karşı sonuna kadar mücadele edeceğimi buradan bir kere daha ilan ediyorum.


Kaynaklar:

Cemil Conk, Conkbayırı Savaşları, Ankara, 1959.

Erol Mütercimler, Gelibolu, İstanbul, 4.bs, İstanbul, 2005.

Esat Paşa’nın Çanakkale Anıları, İstanbul, 1975.

İsmet Görgülü, Çanakkale İlk Günde Biterdi, İstanbul, 2008.

Mustafa Kemal Atatürk, Anafartalar Muharebelerine Ait Tarihçe, Ankara, 1962.

Mustafa Kemal Atatürk, Arıburnu Muharebeleri Raporu, Ankara, 1968.

Turgut Özakman, Vahdettin Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6.bs, İstanbul, 2007.

Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, İstanbul, 1999.

Yeni Mecmua Dergisi Özel Sayısı, 1918.


Sinan MEYDAN


16 Aralık 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...ve-canakkale-dersi&catid=62:yazlar&Itemid=228
 
Üst