Begendiğiniz köşe yazıları.

Şimşek

Dost Üyeler
Katılım
22 May 2009
Mesajlar
207
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Türkiye’de gazeteci olmanın!..


Her şeyden önce gazetecilik çok sorumluluk, bilgi, yasalara ve meslek ilkelerine sadakat, dikkat ve özen isteyen mesleklerin başında geliyor.
Yani, bazılarının sandığı gibi, patronun veya üst düzey yöneticilerin akrabası, dostu, ahbabı olmak, hiçbir zaman kimseye “gerçek” gazeteci sıfatını kazandırmıyor.
Gerçekten de, Türkiye’de gazeteci olmanın dayanılmaz koşul ve engellerinin dönem dönem beraberinde getirdiği “korkular” mesleğin başında “Demoklesin kılıcı” gibi sallanıyor.
Ne var ki, Türkiye’de gazeteci olmanın “konu bulma” bakımından da, dayanılmaz cömertliği bulunuyor.
Memleketimin hangi manzarasına bakılırsa bakılsın, “sorunlar yumağı” hemen kendini gösteriyor.
Pek çok trajik ham malzemelerden çok azı ya haber oluyor ya da yorumlanıyor.
Geride ise, her biri “dert küpü” olan meseleler, yılların ihmaliyle yoğrula yoğrula çığ gibi büyüyor.
Çok uzaklara ve derinlere gitmeksizin, şike iddiaları, Van depremleri, bedelli askerlik, Uludere olayı, emekli milletvekillerine tanınmak istenen maaşlar, buna mukabil memur, işçi ve emekli aylıklarındaki çok az zam, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi, Adana ve İzmir Belediye Başkanları’nın tutuklanması gibi onlarca gelişmeyi, başka ülkelerde üst üste bulmak her halde, medya mensuplarına nasip olmuyor.
Buna bir de, iç ve dış politikamızdaki kronik sorunlarımızı, mesela AB ile donan ilişkilerimiz, tarihi Ermeni yalanı, Kıbrıs anlaşmazlığı, Yunanistan hoşnutsuzluğu, kanlı terör örgütü PKK’nın mevcudiyeti gibi süreçler eklenirse medyanın deposu malzemeden dolup taşıyor.
Hele, Suriye ve İran bu “hengâmeye” katılırsa, manşetler bile, birbirine karışıyor.
Üstüne üstlük, bir türlü hukuki rayına hâlâ oturtulmayan Silivri duruşmaları, buna tuz biber ekiyor.
En son olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek” suçundan tutuklanması, haber ve özellikle yorum potasını âdeta çılgına çeviriyor.
“Hukukun üstünlüğüne” sıkı sıkıya inananların bile, “şok” olduğu bu “derin” gelişmenin yorumlanması, gittikçe zorlaşıyor.
Herhangi bir yorumdan önce, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kimse mahkeme kararı olmadan suçlu ilan edilemez. Herkes hukuk karşısında eşittir” demecine mukabil, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri: “Bunlara ’sivil mahkeme’ demek mümkün değil. Bunlar siyasi iktidarın istediği kararı aldırabileceği mahkemeler.”
Ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “TSK’nın komuta kademesinin zirvesinde iki yıl görev yapan bir şahsiyet, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten dolayı böylesi bir yaptırıma maruz kalması çok vahim bir hadise olarak gündeme damgasını vurmuştur. Ayrıca iyice şirazesinden çıkan darbe soruşturma ve iddialarının nerede duracağı ve kimleri kapsamına alacağı belirsiz ve şaibeli bir duruma gelmiştir” uyarılarını sütunumuza almamız gerekiyor. Medya bu tür şok gelişmelerden hem bunalıyor hem de ne yazık ki zorlanıyor.
Bazen, çelişkili olaylar, süratli gelişmeler gazetecilere hatalar da işletiyor.
Aslında, “dürüst” davranmak gerekiyorsa, bütün bu olay ve sorunları, gazetecilerin “objektif” aksettirebildikleri veya “korkusuzca” yorumladıklarını öne sürmek, kelimenin tam anlamıyla mümkün olmuyor.
Bu arada, medyanın serbest haber alma ve özgür düşünme işlevini tam olarak yerine getirememesinin, bazı gerçeklerin kamuoyu ile paylaşılmadığının sıkıntıları da yaşanıyor.
Her ne kadar, basın özgürlüğünün hiç bir şekilde kısıtlanmadığı demeçleri sık sık veriliyorsa da, madalyonun öbür yüzünde, bu iddialı söylevler pek ışıldamıyor.
Yarın 10 Ocak Gazeteciler Günü. Türkiye’de gazeteci olmanın zorluğunu gündeme getirmek icap ediyor.

Kenan AKIN.
 

Şimşek

Dost Üyeler
Katılım
22 May 2009
Mesajlar
207
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Biz de adalet arıyoruz

Önce NTV’den bir haber okuyalım. “Deniz Feneri savcılığından el çektirilen Nadi Türkarslan ve Abdulvahap Yaren’in basın soruşturma bürosundaki görevlerine de son verildi. Daha pasif birime atanan iki savcı, bitki çeşitlerine ait ıslahatçı haklarının korunması gibi konular üzerinde çalışmalar yapacak. Markaların ve bitki çeşitlerine ait ıslahatçı haklarının korunması, endüstriyel tasarımların korunması hakkında işlenen suçları araştıracaklar.”
Hatırlayacaksınız.
Deniz Feneri sanıklarının başvurusu üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu evrakta tahrifat ve görevi kötüye kullanma iddiasıyla iki savcı hakkında soruşturma başlatmıştı.
Dolayısı ile bitki haklarının korunmasını hak etmişler.
Memlekette adalet yok diyenler utansın.
Bak işte adalet karşımızda tüm çıplaklığı ile duruyor.
Yalnız adaletin olmadığı yer yok da değil. Özellikle “katil devlet” bağlamında adaletsizlik almış başını gidiyor.
Dink cinayeti meselesine bakar mısınz?
Birileri sokaklarda.
Ne var kardeşim?
Adalet arıyoruz.
Niye?
Katiller cezalandırılmadı.
Öyle ise hepiniz Ermeni olun.
Olduk zaten.
İşte siyah daireler içindeki pankartlarda yazıyor.
Gene mi adalet bulamadınız?
Yok valla.
Öyle ise durun bakalım. Bir de Cumhurbaşkanına soralım.
Efendim hepimiz Ermeni olduk, adalet arıyoruz. Ne diyorsunuz?
Ben de arıyorum.
Anlamadım!
Valla. Bakın beni ikinci kere Cumhurbaşkanı seçmiyorlar. A-ha kanun daha yeni çıkıyor. Üstelik beni seçime sokmayan kanunu da bana imzalatıyorlar. Siz tutmuş devlet içindeki katiller, çeteler henüz bulunmadı diyorsunuz.
Beni bana katlettirenler apaçık belli de ne oluyor?
Başbakana mı sorsak ne.
Sayın Başbakanımız ülkede adalet yok. Hepimiz Hırant olduk, Ermeni olduk adalet arıyoruz. Ne diyorsunuz?
Valla, ne diyeyim haklısınız ama mahkeme süreci falan filan var.
Peki adalet?
Biz de arıyoruz.
Düşünsenize bir ülkede insanlar cumhurbaşkanından başbakanına, oradan meclis başkanına derken TÜSİAD başkanına kadar adalet arıyor.
Herkesin örgütü var. Adalet peşinde koşacak taraftarı var. Peki, bizim neyimiz var.
Valla biz de adalet arıyoruz.
Cumhurbaşkanım..
Başbakanım..
TÜSİAD.
Daha ötekiler. Biz de adalet arıyoruz. Siz de kimsiniz?
Türk’üz...
Ülkemizi talan ediyorlar. Devletimizi milletimizi birbirine düşürüyorlar. Dirlik ve düzenimizi bozuyorlar. Adaletimizle oynuyorlar.
Bu sebeple derdimiz çok. Adalet arıyoruz.
Ermeni olanları Türk olmaya çağırıyorum. Lütfen bizim haklarımızı da savunun.

Ahmet GÜRSOY.
 

Şimşek

Dost Üyeler
Katılım
22 May 2009
Mesajlar
207
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Denktaşlaşmak-Dinkleşmek


Merhum Rauf Denktaş’la, Hrant Dink’i -toprağı bol olsun- karşılaştırmak; adlarını bir arada telâffuz etmek, yazmak; ağrıma gidiyor... Ama ikisi hakkında yapılmakta olan yorumlar, mukayeseler beni mecbur ediyor... Ölüleri hayırla yad etmemiz gerekse de Dink, artık kafamıza dank, canımıza tak etti... Boynumuza, değirmen taşı gibi asılı kalacak!.. Ölüsü, Ermeni tebaasına dirisinden fazla hizmet edecek!
Denktaş’ın daha kırkı dolmadan malum birileri, O’nunla Dink’i mukayese etmeye yelteniyor. “Denktaşlaşmaktan” söz ediyorlar. Keşke hepimiz -hepsi- Denktaş gibi olabilsek!

***

Fakat asıl bir de “Dinkleşmek” var... Dink suikastinden sonra başlayan “Hepimiz Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz” avazeleri, Dink davasında karar “istenildiği gibi” çıkmadı diye, bu sefer çok daha kapsamlı, coşkulu ve planlı sokaklara döküldü...
“Karar” kimseyi, Başbakanı, hatta yardımcısı Arınç’ı tatmin etmedi... Suikastin arkasında bir “örgüt”, “derin devlet” olduğu delillerle ve belgelerle sübut bulmadı... Mahkeme başkanına kızıyorlar ama o da, içi rahat olmasa da yeter delil olmadığı için bu kararı vermeye mecbur olmuştu... Ne yapsaydı; başka yargıçlar gibi “Karakuşî” hüküm mü verseydi?! Herhalde bu karar yıllar boyu ağızlara sakız olacak...
Yıllardır Ermeni iddialarıyla, Ermeni diasporasının içeride ve dışarıdaki destekçileriyle, Sarkozy ile mücadele ederken, Dink’in ölümüyle “Ermenilere soykırımı yapıldı” iddialarına bir “sembol” bulundu. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, durumdan “işgüzarlık” , kendisine siyasi rant çıkardı. Şişli’de “Hrant Dink anıtı” dikecek!... Ve siz sembolizme bakın! Suikastin “Ergenekon” örgütü tarafından yapıldığı da iddia ediliyor ya; “Ergenekon” caddesinin adı “Hrant Dink” olacakmış... Şişli’deki “Hrant Dink anıtı” Erivan’daki gibi “Ermeni katliamının” simgesi olacak!!!

***

Hayrettir: Dink davası kararına karşı gösterilen tepki ve öfke eski Genelkurmay Başkanı E. Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklama kararına karşı gösterilmiyor!..
Ve Denktaş ile Dink’in kıyaslanması rezaleti... Rauf Denktaş, hakiki bir millî kahraman! Dink kim?.. Toprağı bol olsun. Ölümünden sonra dinimiz gereği hayırla yad etsek de “Damarlardaki zehirli Türk kanı” diye yazmış; Ermeni davasını Agos gazetesinde sürdürmüş bir yazar!.. Ama gene de öldürülmesi, gazetecilik mesleğine ve insanlığa karşı cinayet, ne olursa olsun tasvip edilemez; tel’in edilir! Fakat abes, ayıp ve acı olan Dink’in öldürülmesinin 5. yıldönümü ile Denktaş’ın vefatı aynı zamana denk gelince, Denktaş’la Dink’i mukayese etmeye kalkışmak!.. Hep abeslerle iştigal eden Ali Bayramoğlu’nun yazısı bu densizliğin örneği!..

***

Dink davasında ‘mahkeme kararı’nın açıklanmasından sonra, Dink ailesi, dostları, avukatları hep beraber Beşiktaş’tan Şişli’ye yürümüşler... Ali der ki: “Devlet ve siyaset Lefkoşa’da yürüyor, biz İstanbul’da yürüyorduk...” Karşılarına caddeyi boydan boya kesen dev bir afiş çıkmış... Üzerinde, “Ulusal Kahramanımız Denktaş” yazıyormuş... Kol kola girdiği Cengiz Çandar ve Cengiz Aktar’a “mırıldanmış” : “Bugün Hrant’ı tekrar öldürdüler, Denktaş’ı ise devlet töreniyle gömüyor, kutsuyorlar”... Bayramzade, hatırlatıyor: “Denktaş, ‘Talat Paşa Komitesi’nin başkanıydı. Bu komite Türkiye’deki Perinçek gibi ‘ulusalcı fedailer’in örgütüydü, ülkenin demokratikleşme, tartışma, yüzleşme çabalarına bir meydan okuma aracı olarak kurulmuştu ve eylemler yapardı.” Ahmet Altan yazmış, “Devlet töreniyle, ‘yüce Türk’olarak toprağa verilen Denktaş, yaşlı ve hasta olmasaydı, Ergenekon sanıklarından birisi olabilirdi. Arkasından yürüyen siyasetçilerin devrilmesinden medet uman, devrilmesine çaba gösteren birisiydi... Denktaş’ın kendisinin de politikasının da kurduğu siyasi bahçenin de doğrudan ‘özel harekât’ yapısı ve mantığıyla ilişkisi vardı. TMT, Genelkurmay Özel Harekât Dairesi’nin kurduğu ilk örgüttü. Bu örgüt yıllar içinde, ortalık keskinleşsin diye kendi insanlarını, kendi camilerini bile hedef almıştı...” Bu kadar terbiyesizliğe, Dink’i göklere çıkarırken rahmetli Denktaş’a böyle sövmeye “pes” bile denemez... Böylesine Türkler oldukça Ermenilere, yabancı düşmanlara iş kalmıyor!..

***

“Ben ‘Hrant Dink’ değilim, ‘Ermeni’ hiç değilim”... “Türküm” ve adımla sanımla “Altemur Kılıç’ım”... Denktaş’ın arkasından ağlarım... PKK’nın öldürdüğü şehitlerin, ASALA’nın kıydığı insanlarımızın arkasından çok göz yaşı döktüm... Dink’in arkasından timsah göz yaşları dökemem!.. Allah günahlarını affetsin, toprağı bol olsun. Rahmetli Denktaş, milletinin bağrına, vatan topraklarına gömüldü... Mekânı muhakkak cennettir!..

Altemur KILIÇ.
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

FES’İN MAHREM TARİHİ

Fesin Ecnebi Kökeni ve Bir İngiliz Oyunu

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yobaz kesimin öteden beri sembolüdür fes… Atatürk düşmanı kafaya sorsanız “şapka” ecnebi/Hıristiyan başlığı, “fes” ise Müslüman/Osmanlı başlığıdır! Bu düşüncesi nedeniyle Atatürk düşmanı yobaz, adeta şapkanın üstünde tepinip, sabah akşam şapkaya küfrederken, fesi din ve iman simgesi sanarak sevip sayar, hatta bugün 21. yüzyılda kafasına kalıbı bozulmuş bir vişneçürüğü fes takıp, püskülünü gururla dalganlandıra dalgalandıra arz-ı endam eder! Onu bu fesli haliyle gören cemaat mensupları da “Adama bak amma Müslüman!” diye takdirlerini belirtmekten kendilerini alamazlar!...

Oysa ki Atatürk düşmanı yobaz kafa fena halde yanılmaktadır.

Her şeyden önce fesin Müslümanlıkla hiçbir alakası yoktur. Fesi ilk kullananlar da, fesi üretip Osmanlı’ya satanlar da Müslüman değildir!

Dahası, fes Osmanlı Devleti’nin geleneksel şer’i yapısı değişmeye, devlet Batılılaşmaya başladığı bir dönemde 19. yüzyılın başında reformist (yenilikçi) Osmanlı Padişahı II. Mahmut tarafından bir reform, bir modernleşme adımı olarak kullandırılmaya başlanmıştır. II. Mahmut Kaptan Hüsrev Paşa’nın Kalyoncu askerlerine giydirdiği TUNUS FESLERİNİ beğenerek devlet mamurlarının da aynı başlığı kullanmasını istemiştir. II. Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra kurduğu Asaker-i Mansure-i Muhammediye ordusuna da fes giydirmiştir. 1829’dan itibaren din adamları ve kadınlar dışındaki herkesin fes giymesini zorunlu kılmıştır. 1832’den itibaren neredeyse herkes fes giymeye başlamıştır. II.Mahmut, devlet memurlarına fes kullanımını zorunlu tuttuğunda dönemin yobazları “Sarığımızı çıkartmayız!”, “Bu ecnebi başlığını kabul etmeyiz!” “Kahrolsun fes!” diye bağırarak fesin gavur başlığı olduğunu belirterek, fes takmayı reddetmişlerdir. Bunun üzerine II. Mahmut fesin “dinen caiz olduğunu” belirten fetvalar yayınlatmak zorunda kalmıştır.

Çok daha önemlisi Fes gerçekte bir Ortaçağ BİZANS BAŞLIĞI’dır. Yeniçağ’da Avrupa’da İSKOÇ BAŞLIĞI olarak da kullanılmıştır.

Aslına bakılacak olursa II. Mahmut’un fes reformunun tek nedeni modernleşmek değildir. Bu durumun pek bilinmeyen çok ilginç bir nedeni daha vardır.

Şöyle ki:

II. Mahmut bilindiği gibi 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması’yla İngilizlere çok geniş ekonomik ayrıcalıklar vermiştir. Bu ayrıcalıklardan biri de İngiliz üretimi feslerin Osmanlı topraklarına pazarlanmasıdır. II. Mahmut daha bu anlaşmayı imzalamadan önce 1832'de fes giyilmesini zorunlu kılarak İNGİLTERE'DEN İTHAL EDİLEN FESLERE OSMANLI'DA BİR PAZAR YARATMIŞTIR.

Her şeyi en başından anlatalım:
İngiltere Kraliçesi Elizabeth 1583’te İngiliz ticaret temsilcisine, Cezayir ve Tunus’ta ‘Benettos Colorados Rugios’ (Kırmızı Renkli Başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı için Türkiye’de (Osmanlı’da) Pazar bulması buyruğu vermiştir. Bunun üzerine İngilizler, Fesi Tunus ve Cezayir gibi iller dışında bütün Osmanlı illerine pazarlamaya hazırlanmışlardır. Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki “Fez” şehriyle ilgili olması bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.

Özetle, İngiliz Kraliçesi 16. yüzyılda Osmanlı’daki elçisine “kenarsız kırmızı İskoç başlığı” diye tanımladığı, Cezayir’de ve Tunus’a pazarlanan fesin, bütün Osmanlı topraklarına yayılmasını istemiştir.

Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, İngilizler, İngiliz Kraliçesi’nin, “kenarsız kırmızı bir tür İskoç şapkası –fes- giye buyruğunu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardır”.
Osmanlı Devleti İngilizler dışında Avusturya-Macaristan'dan da fes satın almıştır bir dönem. Avusturya, Bosna-Hersek'i ilhak edince İstanbul'da Osmanlı Botkotaj Cemiyeti Avusturya feslerini protesto kampanyası başlatmıştır. Bu kampanya çok etkili olmuş ve çoluk çocuk, yaşlı genç tüm Osmanlılar başlarındaki fesleri çıkarıp üzerinde tepinmiştir.
Fesi Din-İman Sembolu Sananlara Kötü Haber:
Sonuç olarak bizim dinle kandırılmış yobazlarımızın din ve iman sembolü sandığı FES aslında İngiliz emperyalizminin Osmanlı’yı daha çok sömürmek için Osmanlı’ya pazarladığı bir ihraç malından başka bir şey değildir. Bugün OSMANLICI olduğunu göstermek için fes giyenler de aslında OSMANLICI değil OSMANLI'YI fesle sömüren İNGİLİZCİ olduklarının bilincinde değillerdir herhalde!.. Ayrıca fes, Osmanlı'nın haşmetli dönemlerini değil, Batı karşısında her bakımdan geri kalıp, emperyalizme sömürüldüğü dönemleri çağrıştıran bir semboldur.

II. Mahmut özünde bir BİZANS VE İSKOÇ BAŞLIĞI olan fese karşı dinsel tepkileri önlemek için şeyhülislama “FES GİYMEK DİNEN CAİZDİR” diye fetvalar yayınlattığı için ve Atatürk'ün, yerine şapka giydirip kaldırdığı püsküllü vişneçürüğü/kırmızı FESİ din ve iman sembolü sanıp hala kafasından çıkarmayanlar var bu ülkede…

Allah akıl fikir versin… AMİN!
07_kadir.jpg
(Şekil:1)
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıyla tanınan, her sözüyle Atatürk'ü ve Cumhuriyeti "İslama zarar vermekle" eleştiren Kadir Mısıroğlu, "şapkayı" Hıristyan başlığı diye lanetlerken, fesi Müslüman başlığı sanarak (!) yüceltmekte, hatta bugün bile başının üstünde taşımaktadır. Bu konudaki açıklamasında ise şapkanın namaz kılarken alnın secdeye gelmesine engel olduğunu bu nedenle fes giydiğini belirtmektedir. Ancak bilindiği gibi Müslümanlar namaz kılarken kafalarındaki başlığı çıkarıp bir kenara koyarlar. Müslümanın başımızda şapka veya fes olması farketmez, çünkü namazda çıkarır. Bu durumda demek ki Mısıroğlu NAMAZLARINI BİZANS-İSKOÇ BAŞLIĞI FESLE KILMAKTADIR. Ne diyelim inşallah o namazları ALLAH kabul eder!... Ancak gerçek şu ki, Mısıroğlu'nun başında BİZANS (Yunan) ve İSKOÇ başlığığı fes, boynunda HIRVAT boyun bağı kravat, sırtında ise ecnebi tarzı bir ceket vardır genelde!... (Bkz Şekil:1)
Yalanlarla savaşım sürecek... (Konunun ayrıntıları ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımdadır.)

SİNAN MEYDAN, 20 Ekim 2012

http://sinanmeydan.com.tr/index.php...3:fesn-mahrem-tarh&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

MEHMET AKİF İSTİSMARI ve GERÇEKLER

Akif'in Kemiklerini Sızlatmak


ddd.jpg
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları her şeyi kullanır hale geldi. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yandaşlar için artık milli bayramlar, Cumhuriyet dönemine damga vurmuş önemli kişilerin doğum ve ölüm yıldönümleri Atatürk ve Cumhuriyet'e saldırmak için bulunmaz fırsat günleri!..
Örneğin, geçtiğimiz günlerde (27 Aralık) Cumhuriyet tarihine damga vurmuş isimlerden Mehmet Akif Ersoy'un 76. ölüm yıldönümüydü. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, Mehmet Akif'in ölüm yıldönümünde Akif'e bir Fatiha okumak yerine Akif üzerinden Atatürk'e ve Cumhuriyet'e saldırmaya çalıştılar. Hep yaptıkları gibi "resmi tarih yalan söylüyor" iddiasıyla kendi günyüzü görmemiş yalanlarını sıraladılar tv ekranlarında gazete köşelerinde...Yine tarihi çarpıttılar arsızca... Yine gerçeği eğip büktüler fütursuzca... Yine din istismarı yaptılar Allah'tan korkmadan...
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Atatürk Şapka Devrimi'ni yapınca buna çok bozularak (!) Mısır'a gitmiş. Yani bir anlamda Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sinden kaçmış!
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Cumhuriyeti benimsememiş, devrimleri eleştirmiş!
Neymiş efendim! Atatürk Mehmet Akif'ten hoşlanmazmış! Hatta Akif'in mezarının ziyaret edilmesini yasaklatmış!
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Mısır'da yaptığı Türkçe Kuran tercümesinin namazda okutulacağını düşündüğü için bu tercümeyi yakmış!
Neymiş efendim! Mehmet Akif, Atatürk'ten hiç hoşlanmazmış! Hatta nefret edermiş!
gibi daha onlarca iddia/yalan saçtılar ortaya Akif'in 76 ölümyıldönümünde...Çok bilmiş tavırlarla, türlü akıl oyunlarıyla, laf kalabalıklarıyla inandırmaya çalıştılar Müslüman Türk insanını bu yalanlarına...
ma.jpg
(Onlar Türkiye Cumhuriyeti'nin iki ortak değeridir).
Kuvvacı Din Adamları Gibi

Her şeyden önce Mehmet Akif'i, Kurtuluş Savaşı boyunca İstanbul'da kalıp risaleler (küçük kitap) yazan, Kurtuluş Savaşı bittiğinde, 1922 yılında Ankara'ya gidip milletvekillerini "dinsizlikle" suçlayarak onları namaza çağıran bildiriler dağıtan bazı sözde din adamlarıyla karıştırmamak gerekir!

Çünkü;

Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı'nın en buhranlı döneminde, 1920 yılında Ankara'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir vatan şairidir.

Atatürk'ün bütün din adamlarından, hatiplerden, aydınlardan isteği doğrultusunda o da Anadolu'yu dolaşarak halkı Kurtuluş Savaşı'na katılmaya çağırmıştır. Kastamonu Nasrullah Camii'nde yaptığı konuşma çoğaltılarak elden ele dağıtılmıştır.

Bu arada I. Meclis'te Burdur milletvekili olarak görev yapmıştır.

On gün aralıksız çalışıp yazdığı İstiklal Marşı için kendisine verilen para ödülünü geri çevirmiştir.

Özetle Akif, Kurtuluş Savaşı'nda "Ya istiklal ya ölüm!" diyen Atatürk'ün yanındadır. Savaştan sonra "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın" demiştir.
Çağdaş Bir Müslüman Aydın

Akif, bağımsızlıktan yana çağdaş bir Müslüman şairdir. Bu nedenle Atatürk'ün, "Muasır medeniyetler düzeyine ulaşmalı hatta o düzeyi aşmalıyız" hedefine inanmıştır. Müslüman Türkiye'nin çağdaşlaşmasına asla karşı değildir. Öyle ki Akif, "Kafası gavur kalbi Müslüman" nesillere ihtiyaç olduğunu söylecek kadar Batı'nın yönetemine, yani akıl ve bilime önem vermiştir.

Akif, dine cahil softaların gözüyle bakmayarak batıl inanışlara karşı mücadele etmiştir. Akif'e göre İslam dini "ÖLÜLER DİNİ" değildir.Ona göre Müslümanlık "HAYAT DİNİ, İNSANLIK DİNİ"dir.Bu nedenle softalığa karşıdır.
Şu dizeler Akif'indir:
"Tevekkülün manası hiç öyle değil
Yazık ki beyni örümcekli bir yığın cahil
Nihayet dine oynayarak en rezil oyunu
Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hale onu
."

Akif, gerçek İslam ile çağdaş bilimin çelişmediğini savunmuştur.

Akif, iyi bir Müslümandır. Hiiçbir zaman çevresindeki insanlara, hatta ailesine bile dinsel konularda baskı yapmamıştır. Örneğin, eşinin ve kızının başı açıktır.(Bkz. ekteki foto).
me.jpg
mo.jpg
(Akif’in eşi İsmet Hanım, Oğlu Emin Bey ve Kızı Feride Hanım) -(Akif oğullarıyla birlikte)​
Akif, "Resim yapmak günah" diyen bizim cahil softalara inat, kızı Suat'a, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'dan resim dersleri aldırmıştır.

Akif, Müslüman Türk toplumunun gelişim dinamizmini engelleyen eski geleneklere de karşıdır. Örneğin 1936 yılında Emine Abbas Hanım'a yazdığı bir mektupta müzik hakkında şunları şöyle demiştir: "Paris'teyken dünyanın en büyük sanatkarlarını dinlediniz. Ne mutlu size. Bendeniz son zamanlarda hanende musikisinden adeta iğrenir gibi oldum". Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının Cumhuriyete, devrimlere karşı olduğunu iddia ettiği Akif, görüldüğü gibi Batı musikisine özlem duymakta "hanende musikisi" diye adlandırdığı Alaturka musikiden ise "iğrenir gibi" olmaktadır. Akif de Atatürk gibi Alaturka musikiden "uyuşturucu negamet" diye söz etmiştir. Şu beyit Akif'indir:

"Ne musikimize girmiş uyuşturur negamet

Ne şiirimizden olur tarumar fikr-i hayat"

Bir dönem (sadece 6 ay) kulakları çok sesli Batı musikisine alıştırmak için Alaturka muski çalınmasını yasaklayan Atatürk'ü "gelenek" ve hatta "din düşmanı" olarak adlandıran Karşı devrimci softalar,Akif'in Alaturka musikiden "adeta iğrendiğini" öğrendiklerinde Akif'e de "gelenek" ve "din düşmanı" derler mi? Ne dersiniz?
Hem Akif hem Atatürk kendi musikilerine karşı değildir şüphesiz, ancak her ikisi de objektif bir yaklaşımla ortada bir sorun olduğunu tesbit edip bu sorunun adını koymuşlardır cesurca.

Özetle: Akif, Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki "çağdaşlaşmacı" devrimlere de karşı değildir. Onun karşı olduğu bazı yanlış uygulamalardır.
Akif, Şapka Devrimine Karşı Olduğu İçin Mısır'a Gitdi Yalanı


Mehmet Akif, 1925 yılında Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için değil, Atatürk'ün TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği Kuran'ın Türkçe'ye tefsiri ve tercümesi görevini rahat bir şekilde yerine getirmek için Mısır'a gitmiştir. Bu görevi için TBMM kendisine özel bir tahsisat (ödenek) de ayırmıştır. (Belge aşağıda).

Aslında Akif daha Kurtuluş Savaşı'ndan önce Mısır'a gitmek istemiştir. Ancak Ankara'ya gidip Kurtuluş Savaşı'na katılınca bu yolculuğunu savaş sonrasına ertelemek zorunda kalmıştır.

Akif, ilk olarak 1923 yılında Abbas Hilmi Paşa'yla Mısır'a giderek 7 ay kalmıştır.

Akif, 1924 yılında Türkiye'ye geri dönmüştür.

Akif, 1924 yılının sonunda ikinci kez Mısır'a gitmiştir.

Akif, 1925 Mayıs'ında bir kere daha Türkiye'ye dönmüştür.

Akif, üçüncü olarak Eylül 1925'te Mısır'a gitmiştir. Bu seferki gidişinin nedeni de Şapka Devrimi'nden kaçmak değil, Atatürk'ün, TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği KURAN'I TÜRKÇEYE TEFSİR ve TERCÜME ETME görevidir. Akif burada ayrıca "Selahaddin-i Eyyübi" adlı manzum bir piyes yazmayı da planlamıştır.

Görüldüğü gibi Akif, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının iddia ettiği gibi 1925 yılındaki Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için Mısır'a gitmemiştir.O daha önce iki kez gittiği Mısır'a 1925'te üçüncü kez gitmiştir. Gidiş nedeni ise bir kaçış veya sürgün değil, hem kendi projesini hem de kenidisne verilen görevi yerine getirmektir.
Kuran Tercümesi Görevi Neden Akif'e Verildi?


Çünkü din alimlerinin daha önce yaptığı tercümeler yeterli görülmemiştir. İslam dinini ve Kuran-ı iyi bilen bir şairin Kuran'ın musikisini de dikkate alacağı, böylece Kuran'ın ruhuna çok daha uygun şiirsel bir çeviri yapacağı düşünülmüştür. Bu nedenle Akif gibi Kuran-ı iyi bilen, Arapça'ya hakim çok iyi bir şair bu işle görevlendirilmiştir. Ayrıca Akif, "Çanakkale Destanı" ve "İstiklal Marşı" gibi "dini-milli" şiirlerin şairi olarak Kuran'ın Türkçeye çevirisi gibi çok önemli bir "dini-milli" görevi hakkıyla yerine getirecek kişi olarak düşünülmüştür. Aslına bakılacak olursa bu görev sadece Akif'e verilmemiştir, aynı anda (1925 yılında) Elmalılı Hamdi Yazır'a da verilmiştir. Yani hem Kuran'ı iyi bilen bir şair, hem de çok iyi bir din alimi aynı anda bu işle görevlendirilmiştir. Nitekim Akif'in yarım bıraktığı işi Elmalılı tamamlamıştır.
Akif: "Yaptığım Tercüme İçime Sinmedi"

Akif, Mısır'da Kuran tefsir ve tercüme işine giriştiğinde, bu işin düşündüğünden çok daha zor bir iş olduğunu anlamış, Kuran'ı bir şair olarak kendisinin hakkıyla Türkçeye tercüme edemeyeceğini hissetmiştir. Akif, yakınlarına, yaptığı tercümeyi beğenmediğini, Kuran'daki ifadelerin tam karşılığını tercümeye yansıtamadığını, kısacası çeviriyi hakkıyla yapamadığını açıklamıştır. Akif, 1931'de daha önce yapıp gönderdiği tercümeleri geri istemiş, aldığı avansı da geri vermiştir.Meali soranlara, daha eksikleri olduğunu, üzerinde daha çalışılması gerektiğini, kendisini tatmin etmeyen bir eserin başkalarını da tatmin etmeyeceğini belirtmiştir. Son hastalığında, "İyi olursam getirir, üzerinde meşgul olurum. Belki o zaman basılabilir" demiştir.
Akif Mısır'dan dönmüş ve ölümünden birkaç ay önce hasta yatmaktadır. Ziyaretine gelenlerrden biri Kuran tercümesinin ne durumda olduğunu merak etmişir. Akif misafirinin merakını gideren açıklamalar yapmıştır. Mithat Cemal Kuntay'ın anlatımıyla: "Tercümeyi bitirmişti. Bastıracaktı.Hatta karar vermişti, bir ilmi heyet tetkik edecekti. Ve Mevlana Mehmet ALi'nin İngilizce Kuran tercümesi gibi ipek kağıtlara bastıracak, ortaya metni, etrafına tercümesi konacaktı. Ve ilave etti: 'Beyaz etmiştim'. Misafir daha fazla merak ederek sordu: 'Niçin bastırmıyorsunuz, madem ki beyaz da etmişsiniz' 'Beyaz etmiştim ama gün geçtikçe kenarları yine simsiyahtı. Kafi şeklini verdim sandıktan sonra yine düzeltiyordum. Bazı bir tek kelimenin daha iyi mukabilini buluyordum. O zaman bütün Kuran'da da bu kelimenin tercümelerini baştan başa değiştirmek lazım geliyordu' Misafir bu lüzumsuz titizliği anlamayan gözlerle susuyordu.Akif anlatmaya mecbur oldu. 'Bir lisan ki bir kelimesi, bir sigası hep birden hem zat, hem zaman, hem mekan ifade eder.Bunun başka bir lisana tercümesi nasıl kabil olur?' Hülasa (özetle) bu Kuran tercümesi Akif'in gözünde bir türlü bitmiyordu. 'Tercüme bitti ama" diyordu 'tashihi bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek ben mi ondan evvel" .(Mithat Cemal (Kuntay), Mehmet Akif, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, 2.bas, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Ankara, 1990,s.196-198) Maalesef Akif ondan önce bitmiş ve tercüme tamamlanamamıştır.

Atatürk döneminin tanıklarından din adamı Ercüment Demirer, Mehmet Akif'in Kuran tefsir ve tercümesinden neden vazgeçtiğini şöyle ifade etmiştir:

"Mehmet Akif yazdığı tesfiri noksan yaptığını, tam karşılığını veremediği düşüncesine kapılarak yırtmıştır. Nitekim bize, 'Kuran'ı istediğim şekilde tesvir edemedim' demişti. Mehmet Akif Kuran'ın sadece ölüler için okunan bir kitap olmadığını iyi bilenlerdendi. Buna işaretle manzum olarak şöyle söylemiştir:

'Açarız nazmı celilin bakarız yaprağına

Yahut üfler geçeriz, ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kura, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için"

Özetle, "Akif'in Kuran tercümesini namazda okutulacağı düşüncesiyle yaktığı" iddiasını ileri sürenleri, o günlerde Akif'in yanında bulunan Akif'in dostları çürütmektedir. Gerçek şu ki, Akif, Kuran'ı tam anlamıyla Türkçeye tercüme edemediğini düşündüğü için tercümeyi yetkili makamlara teslim etmemiştir. Yaptığı iş içine sinmemiştir.
Atatürk, Akif'in Kuran Tercümesinin Peşinde

Akif, Kuran tefsir ve tercümesini hakkıyla yapayamaycığını düşünse de Atatürk, Akif'in bu görevin üstesinden geleceğine hep inanmıştır. Bu nedenle de Akif'in Kuran tercümesinin izini sürmüştür. Bu doğrultuda tercümeyi bulmak için Mısır'a adam göndertmiştir. Kazım Taşkent'in tercümeyi bulmak için Mısır'a gönderdiği adam Akif'in tercümeyi emanet ettiği Mısırlıyı bulmuş, ancak Mısırlı onu yaktığını söylemiştir.

Bunun üzerine Atatürk bu sefer de hakkı Tarık Us'u Mehmet Akif'le görüşmeye göndermiştir. Tarık Us Akif'e gidip, "Atatürk'ün tercümeyi istediğini" söyleyince Akif yaptığı tercümeleri Mısır'da birisine verdiğini, onun da başka birine verdiğini, ancak zaten yaptığı tercümeyi beğenmediğini, eğer iyileşirse yeniden bir cüz yaparak onu Atatürk'e takdim edeceğini, Atatürk beğenirse tercümeye devam edeceğini belirtmiştir. Hakkı Tarık Us, bütün ısrarlarına rağmen mevcut tercümenin nerde ve kimde olduğunu öğrenememiştir.

Asaf İlbay bu konuda Atatürk'ün şöyle dediğini aktarmıştır:

"Şair Akif'e Kuran tercüme edilmesi vazifesi verildi ve kendisine 10.000 lira gönderilmiş olduğu halde bugün yarın diye işi uzatmakta ve nihayet tercümeyi güya meçhul bir adrese göndermiş olduğu cevabını vermektedir."

Atatürk, adeta bıkıp usanmadan Akif'ten tercümeyi istemiş ve her şeye rağmen Akif'in 1936 yılına kadar tercümeyi bitirip kendisine teslim edeceğini düşünmüştür. Ancak bu beklentisi sonuçsuz kalmıştır. Bu durum Atatürk'ün Akif'e kırılmasına neden olmuştur.

Karşı Devrimci softalar, bu gerçekleri bilerek veya bilmeyerek Akif'in yaptığı Kuran tercümesinin namazda okutulacağını düşünerek tercümeyi yaktığını iddia etmişlerdir. Ancak bu iddia tamamen bir yakıştırmadır. Nitekim bugün tercümenin önemli bir bölümü bulunmuş, böylece yakılmadığı kesin olarak anlaşılmıştır. Ayrıca Akif, gerçekten de Kuran'ın Türkçe tercümesinin namazda okutulacağını düşündüyse bu düşüncesinde yanıldığı çok açıktır. Çünkü bilindiği gibi Akif'in tam anlamıyla yapamadığı/yapıp da içine sinmediği için teslim etmediği Kuran'ın Türkçeye tefsir ve tercümesini Atatürk, TBMM'nin onayıyla Elmamlılı Hamdi Yazır'a yaptırmıştır.Yazır'ın yaptığı tercüme de o hiçbir zaman namazda kullanılmamıştır.
Karabekir'in Çarpıtması ve Gerçek

Kazım Karabekir, Atatürk'le görüş ayrılığına düşüp, İzmir Suikasti nedeniyle İstiklal Mahkemesi'nda yargılandıktan sonra kaleme aldığı kitaplarında doğru yanlış, belgeli, belgesiz Atatürk'ü alabildiğince eleştirmiştir. Karabekir'in bu eleştirileri/saldırıları arasında, Atatürk'ün, "Alçakça uydurulmuş, bana yapıştırmak istiyor" diye çok sert bir biçimde "yalan" olduğunu ifade ettiği "iftiralar" da vardır. Örneğin Karabekir, "Atatürk'ün Kuran'ı bazı İslamlık aleyhtarı kimselere tercüme ettireceğini" yazmıştır. Ancak bilindiği gibi Atatürk, Kuran tefsir ve tercüme işini "İslam düşmanı" kişilere değil, bu işi en iyi şekilde yapabilecek kişilere; Mehmet Akif'e, ve Elmalılı Hamdi Yazır'a vermiştir. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığı Kuran tercümesi bugün hala aşılabilmiş değildir. Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır "İslam düşmanı" olmadığına göre Karabekir'in gerçekleri çarpıttığı çok açıktır.
Laik nitelikli devrimlerin ağırlık akzandığı 1925 yılında bile dönemin tek parti hükümetinin ve Atatürk'ün -iddiaların akisene- bu Kuran tercümesine ne kadar çok önem verdiklerinin en açık kanıtı Araştırmacı yazar Übeydullah Kısacık'ın ulaşıp "Bir İstiklâl Aşığı Mehmet Akif" adlı kitabında yayınladığı 10 Ekim 1925 tarihli orijinal belgeyle kanıtlanmıştır. Belge, Beyoğlu 4. Noteri'nde yapılan bir sözleşmedir. Sözleşmede Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır'ın yanı sıra Diyanet İşleri Riyaseti adına Aksekili Ahmed Hamdi Efendi'nin imzaları vardır. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı TBMM onayı ve Atatürk'ün isteği ile Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır ile bir Kuran tesfir ve tercüme sözleşmesi yapmıştır. Sözleşmeye göre Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır'a biner lirası peşin olmak üzere 6 bin lira ödeme yapılması taahhüt edilmiştir. Sözleşmenin aşağıda yer verdiğim madelerine göz atılacak olursa TBMM'nin (dönemin CHP Hükümeti'nin) ve Atatürk'ün bu Kuran tercümesi işine ne kadar büyük önem verdikleri çok açık bir şekilde görülecektir:
s.jpg
İşte orjinal diliyle o sözleşme:

1- Kur'an-ı Kerim'in tercümesiyle muhtasar bir surette tefsirini Mehmet Akif Bey ile Hamdi Efendi deruhde etmişlerdir.
2- Riyaset-i müşarunileyha Hamdi Efendi ile Mehmet Akif Bey'den her birine altışar bin lira te'diye edecektir.
3- İşbu meblağın te'diyesi şu suretle olacaktır: Her birine biner liradan cem'an iki bin lirası peşin verilecek ve mütebaki miktar birinci cüz nihayetinde yüz seksen altışar, diğer cüzlerden beheri nihayetinde yüz altmış altışar lira verilmek suretiyle muksitan te'diye edilecektir.
4- Tarz-ı tahrir şekl-i atide olacaktır. Ayet ve ayat-ı kerime yazılarak altına meal-i şerifi ve bunu müteakip tefsir ve izah kısmı yazılacaktır.
5- Tefsir ve izah kısmında bervech-i ati nukat nazar-ı dikkate alınacaktır.
a) Ayat-ı kerime nisbetindeki münasebat
b) Esbab-ı nüzul
c) Kıraat 'Ki aşereyi tecavüz etmemek lazımdır.''
d) İktizasına göre terkib ve hükemanın izahat-ı lisaniyesi
e) İtikatça Ehl-i Sünnet mezhebine ve amelce Hanefi mezhebine riayet olunarak ayatın mütazammın olduğu ahkam-ı diniye, şer'iyye ve hukukiyye, ictimaiyye ve ahlakıyye işaret veya alakadar bulunduğu mübahis-i hikemiyye ve ilmiyeye müteallik izahat bilhassa tevhid ve tezkir-i meva'ıza müteallik ayatın mümkün mertebe basit izahı, alakadar ve yahut münasebattar olduğu bazı tarih-i İslam vukuatı.
f) ... müelliflerince yanlış veya tahrif yollu şeyler dermeyan edildiği görülebilen noktalarda tenbihat-ı muhtevi notlar.
g) İnde'l-iktiza nasih ve mensuh ve muhassas.
h) Baş tarafa mühim bir mukaddime tahririyle bunda hakikat-i Kuran'ın ve Kur'an'a müteallik mesail-i mühimmenin izahı
6- Peyderpey takarrür eden müsveddeler üçer nüsha olarak tebyiz edilerek biri Hamdi Efendi'de biri Akif Bey'de diğeri de riyaset namına heyet-i müşavere azasından Aksekili Hamdi Efendi'de bulunacaktır.
7- Müsveddelerin tebyiz ve inde'l-iktiza kütüphanelerden bazı eserlerin istinsah ettirilmesi için mumaileyhimin emrinde ücret-i maktu'a ile güzel yazılı bir yahut icab ederse iki zat istihdam olunacak ve bunlara takdir edilecek ücret riyasetten te'diye kılınacaktır.
8- İlk tab'ın Diyanet İşleri Riyaseti'nin hakkı olup on bin adet olarak güzel kağıda ve nefis bir surette tab ettirilecek ve fakat yüzde yirmisi müelliflere ait olacak ve tabın şeklini müellifler tayin edecektir.
9- Eser-i mezkurun esna-yı tabında formaların tashih ve tab'ına müteallik bütün iştigalat riyaset-i müşarunileyhaya aittir.
10- Sahifelerin istertopisi alınacak ve bila bedel müelliflere verilecektir.
11- Birinci tabından sonra hakkı tab yalnız müelliflere ait bulunduğu cihetle müellifler dilediği miktarda eser-i mezkuru tab edilecektir.
Şimdi Atatürk düşmanı din bezirganlarına soruyorum: Kuran'ı tahrif etmek işteyen bir hükümet ve bir lider, Kuran tercümesi yaptıracağı kişilerle Kuran'ın en mükemmel şekilde tercüme edilmesi amacıyla böyle ayrıntılı bir sözleşme yapar mı?
Bu belge, Akif'in 1925'teki Şapka Devrimi'ne kızdığı için Türkiye'den kaçıp Mısır'a gittiği yalanını da çürütmektedir. Görüldüğü gibi Akif 1925'te dönemin hükümetinin (CHP) ve Atatürk'ün resmi sözleşmeyle kendisine verdiği önemli görevi kabul etmiştir. Alan memnun satan memnundur. Ortada küsmek, kaçmak, sürülmek gibi bir durum yoktur. Eğer öyle bir durum olsaydı Akif gibi birinin "Ben sizin Kuran tercümesi işinizi de samimi bulmuyorum!" diyerek yaptığı sözleşmeyi yırtarak bu işten daha başından vaz geçip Mısır'a gitmesi gerekmez miydi? Ancak Akif sözleşmeyi imzalamış, avansı almış ve belli ki bu önemli görevi salim kafayla, rahat bir şekilde yerine getirmek için daha önce iki kez gittiği Mısır'a üçincü bir kez daha gitmiştir.
Atatürk'ü din düşmanı göstermek isteyen bizim din bezirganları "Akif'in ve Elmalı'nın Kuran tefsir ve tercümesi yapmakla görevlendirilmesinde Atatürk'ün hiçbir rolu yoktur! Bu işi TBMM yapmıştır!" diyerek akıllarınca bu işten Atatürk'e paye vermemeye çalışmaktadırlar. Bu din bezirganları, güya Atatürk bu işe karşıymış da TBMM Atatürk'e rağmen bu işi yapmış gibi bir aldatmacaya gitmişlerdir. Ama fena halde çuvallamışlardır. Çünkü, birincisi TBMM'nin Atatürk'e rağmen böyle önemli bir işi yapması imkansızdır. Bütün devrimler gibi bu devrimci adım da Atatürk'ün isteği, onayı ve bilgisi dahilindedir. İkincisi, Kuran'ın Türkçeye tercümesi Atatürk'ün "Din Dilinin Türkçeleştirilmesi" projesinin en önemli adımlarından biridir. Atatürk bu işle doğrudan ilgilidir. Kuran'ın Türkçeye tercümesini herkesten çok Atatürk istemiştir. Bu nedenle yukarıda belgesini verdiğim hafızlarla yapılan sözleşmede göze çarpan dinsel ayrıntıları belirleyen de bizzat Atatürk'tür. Bu gerçeği Hasan Rıza Soyak'tan öğreniyoruz. Atatürk ayrıca bu iş için hükümetin ödeneği dışında cebinden para da vermiştir. Dahası Atatürk 1932'de Ramazan ayında İstanbul'da camilerde, dönemin ünlü hafızlarına Kuran'ın Türkçe tercümesini okutmuştur. Atatürk bu iş için tam 9 gün aralıksız hafızları Dolmabahçe Sarayı'na çağırarak onlara camilerde Türkçe Kuran-ı nasıl okuyacaklarını bizzat uygulamalı olarak anlatmıştır. (Bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 6.bas. İnkılap Kitabevi, İstabul, 2012)
Akif: "Allah Benim Ömrümden Alsın O'na Versin"

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı devrimci softalarca neredeyse "Atatürk düşmanı" olmakla itham edilen Mehmet Akif', Mısır'dan Türkiye'ye döndüğünde Atatürk hakkında aynen şunları söylemiştir:

"Mısır'da onbir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydımartık çıldırırdım. Sana halisane (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. ALLAH BENİM ÖMRÜMDEN ALIP O'NA (MUSTAFA KEMAL'E) VERSİN" (Akif'in böyle bir söz söylemediğini iddia edenlere pratik bir yanıt için bkz.)
İstiklal Marşı'nın yazarı Akif'in Atatürk'e böyle bir sevgi duymasından fena halde rahatsız olan bizim din bezirganları, "Akif böyle birşey demedi, bunlar uydurma, Akif, Atatürk düşmanıdr!" gibi niyet okumalarla Türk ulusunun iki değerini birbirinden uzak tutmaya çalışırlar. Diyelim ki, bizim din bezirganları haklı! Akif, Atatürk'le ilgili bu sözleri söylemedi! Ne değişir? Akif'in Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'ün yanında bağımsızlık mücadelesine katıldığı, savaş sonrasındaki devrimler sürecinde, devrim karşıtı bir görünüm sergilemediği, bağnazlığa karşı olduğu, Kuran'ın anlaşılması, Türkçeleştirilmesinden yana olduğu ve dahası Atatürk'ün, TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği Kuran tercümesi görevini kabul ederek çalışmalara başladığı gerçeği değişir mi? Bütün bunlar Akif-Atatürk ilişkisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren gerçekler değil midir?
Akif'in Sıkıntıları

Bu gerçeklere karşın Akif'in Cumhuriyet döneminde bazı sıkıntılar çektiği de doğrudur. Yukarıda görüldüğü gibi Akif, Atatürk'ü "ona ömrünü verecek kadar" çok sevmektedir. Atatürk de özellikle Kurtuluş Savaşı sırasındaki katkıları, İstiklal Marşı'nı yazması, bağnaz bir İslam anlayışına sahip olmaması gibi nedenlere Akif'i çok taktir etmiştir. Böyle olduğu için Kuran'ın Türkçeye tefsir ve tercüme işini herkesten önce ona vermeyi doğru bulmuştur. Ancak Akif'in bir türlü bu işi tamamlayamaması Atatürk'ü Akif konusunda biraz hayal kırıklığına uğratmıştır. Atatürk, çok önem verdiği KURAN'IN TÜRÇEYE TERCÜME İŞİNİ yarım bıraktığı için 1930'larda Akif'e kırgındır, ancak -bizim Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettikleri- gibi Atatürk hiçbir zaman Akif'in mezarının ziyaret edilmesini yasaklamamış, Akif'i küçülten hiçbir açıklama yapmamış, hiçbir zaman Akif'e düşmanlık beslememiştir. Cumhuriyet'in Atatürk'lü yıllarında Atatürk'ün çevresindeki bazı isimler bile Atatürk'ü maalesef doğru anlayamamışlardır. Örneğin, Falih Rıfkı Atay, "Çanka"sında Laikliğin "dinsizlik" olarak algılandığını yazmıştır. Böyle bir ortamda dinsel hassasiyetleri yüksek Akif'in unutulduğu doğrudur. Ancak bu işin sorumlusu Atatürk değil, Atatürk'ü ve devrimi doğru anlamakta zorlanan yöneticilerdir. Nitekim bu yöneticilerin Atatürk öldükten sonra izledikleri politikalar, Atatürk'ü hiç ama hiç anlamadıklarını göstermiştir.

Atatürk'ün Rıfat Börekçi, Fevzi Çakmak gibi dinsel hassasiyetleri yüksek dostlarının olduğu da düşünülecek olursa Atatürk'ün dinsel hassasiyetlerinden dolayı Akif'i dışladığı iddiası da yerle bir olmaktadır.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına son bir hatırlatma: Gerçek bir Müslüman, gerçek bir vatansever, büyük bir şair olan Mehmet Akif sirozdan vefat etmiştir. Bu arada siroz hastalığının tek nedeni alkol değildir.Doktor raporlarına göre sirozdan vefat eden Atatürk'e "ayyaş" damgası yapıştıran softalarımız, "dindar" diye sahip çıktıkları Akif'e ne diyecekler acaba? Akif'e de sirozdan öldüğü için "ayyaş" derler mi bilemem ama içlerinde Akif'e "p...k" dediği iddia edilecek kadar alçalanların olduğunu biliyorum!..
AKP Gençliği Akif'i Doğru Anlarsa

Yeniçağ Gazetesi'nden Ahmet Gürsoy' un "AKP geçliği Akif'i doğru anlarsa Başbakan'ı bırakır" tespitine katılıyorum:
Şöyle ki:
Mehmet Akif Ersoy’un kitabı Safahat’a gönderme yaparak gençlere seslenen Başbakan, Mehmet Akif’in, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan aldığı, geniş İslam ve Osmanlı coğrafyasından derlediği medeniyet tasavvurunu kendi süzgecinden geçirdiğini ve bu millete teslim ettiğini söyledikten sonra, “Sizlere tavsiyem şudur; her evde bir Safahat olsun ama o yastık altı kitabınız olsun. Onu okurken uyuyun. O size huzur verir” dedi ve konuşmanın bir yerinde "Mehmet Akif gibi dindarlaşmaları" gerektiğini söyledi.
Sayın Başbakan, eğer AKP gençliği Mehmet Akif gibi dindarlaşırsa, önce "millici" olur, sonra Kurtuluş Savaşı'na ve sonrasında kurulan çağdaş Cumhuriyet'e sahip çıkar, çağdaş bir yaşam sürer, ailesine ve çevresindekilere dinsel baskı yapmaz, çok daha önemlisi Said-i Nursi gibi sözde din adamlarına karşı çıkar, dahası Akif gibi Atatürk'ü sever...
Sayın Başbakan, AKP gençliği Akif'i eğer doğru anlarsa korkarım artık AKP gençliği olmaktan çıkar.
Buna hazır mısınız, Sayın Başbakan!

Not: Bu konunun ayrıntıları, kaynakları için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 4. bas, İstanbul, 2012, s. 673-679

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının yalanlarına yanıt vermeye devam edeceğim.

Sinan MEYDAN-
28 Aralık 2012


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...7:akif-ve-atatuerk&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

“27 MAYIS” BİR DEVRİMDİR

27 Mayıs, Kurucu felsefenin temelini oluşturan ve Anayasa’da da yerini alan, ancak 1950-1960 arası yönelişlerle yok edilmek istenen Kemalist ideolojinin, Aydınlanma Devrimi’nin yeniden canlanmasını ve 2003 yılına kadar sürmesini sağlayan bir devrimdir.
27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinin modernleşme yönelişinde, özgürleşmenin ve demokratikleşmenin önünü açan bir devrimdir. 27 Mayıs’tan sonra özgür ve demokratik bir siyasal ve toplumsal ortam yaratılmıştır.
Bir hareketin devrim olup olmadığını anlayabilmek için onu yapandan çok, yapılma amacına, onu yaratan nedenlere ve sonucunda ne sürede ve nasıl bir düzen getirildiğine bakmak gerekir.
Darbe, mevcut düzene karşı fiili durum yaratmaktır. Mevcut düzene karşı fiili durum yaratanın apoletli ya da apoletsiz olmasına göre “askeri” ya da “sivil” darbeden söz edilir. Türkiye’de, demokrasiye karşı ilk sivil darbeyi Demokrat Parti (DP) iktidarı yapmıştır. DP’nin Meclis’te kendi milletvekillerinden oluşan 15 üyeli bir “Tahkikat Komisyonu” kurması[1] bir sivil darbe örneğidir.[2] Komisyon’un kuruluş amacı, çağdaş demokrasinin “onsuz olmaz koşulu” olan muhalefeti yok etmek, iktidar karşıtı siyasal etkinlikleri yasaklamaktır.
Bu amacı, 7 Nisan 1960 günlü DP Grup toplantısında konuşan Başbakan Menderes şöyle açıklamıştır: “…her şeyi hükümetin sırtına bırakmayın, kanun yapın kanun, açın bir Meclis tahkikatı tespit edin bunları, biz Amerikalılara kızlarımızı peşkeş çekmişiz, bunları söylemişler mi? Bu namussuzca, hayasızca söylenenleri tespit edin, bunları getirin Meclis’e. Düşünelim, konuşalım. Ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatıyoruz diye BMM kararı ile kapatalım.”[3]
Komisyon, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası, Askeri Muhakeme Usulü Yasası, Basın Yasası’nın ve diğer yasaların Cumhuriyet savcısına, sorgu ve sulh yargıcına ve askeri adli amirlere tanımış olduğu tüm yetkilerle donatılmıştır. Komisyon, aynı zamanda yargılama ve tutuklama yetkisi verilerek mahkeme konumuna sokulmuştur.
Yani Komisyon, hem soruşturacak hem yargılayacak; hem iddia makamı, hem yargılayıp karar verecek merci olarak kurulmuştur. Üstelik kararlarına karşı temyiz yolu da kapatılmıştır.
Böylece yasama, yürütme ve yargı yetkisi DP iktidarında toplanmış; DP diktatörlüğü “yasa yoluyla” ilan edilmiştir.
Bu yasa üzerine, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi “Castro Nuri” arkadaşlarına, “Artık burada oturup hukuk eğitimi yapmamızın bir anlamı kalmamıştır. Tahkikat Komisyonu’nun yeni aldığı kararlar hukukçuların şeref ve haysiyetine indirilen ağır bir darbedir. Hepimizi dışarıda bir mücadele bekliyor, bu hürriyet mücadelesidir”[4] diye seslenmiştir.
Bunun üzerine 28-29 Nisan 1960 öğrenci hareketleri başlamıştır. DP iktidarı buna karşılık sıkıyönetim ilan etmiş; Genelkurmay Başkanlığı, gerekiyorsa silah bile kullanılarak öğrenci hareketlerinin bastırılması talimatı vermiştir. Turan Emeksiz, hükümete karşı İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldürülmüş; Hüseyin Onur ancak bacağı kesilerek kurtarılabilmiştir.
Milli Birlik Komitesi üyesi Suphi Gürsoytrak’ın deyişiyle, Türk Ordusu, “ya kendi halkına ateş edecek, ya da artık gayrimeşru ve kanunsuz olan iktidara karşı tavır alacaktı.”[5] DP iktidarının yaptığı yalnızca bundan ibaret değildir. İki önemli olumsuz gelişmeyi de not etmek gerekir. Hukuk'un üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri Köker, Yargıtay Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay 2. Başkanlarından Haydar Yücekök, Yargıtay Üyeleri Melehat Ruacan, Kamil Çoşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Dizdaroğlu “görülen lüzum üzerine” emekliye sevk edilmişlerdir.
1954-1958 yılları arasında 238 gazeteci iktidara karşı yazılar yazmak suçundan mahkûm ettirilmiştir.
O günlerin Çetin Altan’ının dediği gibi, “Anayasa’yı çiğnediler, hürriyetleri kestiler, hukuk dışı komisyonlar kurdular… Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’si Nutuk’u tefrika halinde yayınlamak dahi suç olmuştur… Atatürk’ten bahsedilmesini istemiyorlardı. Onun kurduğu inkılap Türkiye’sinin Cumhuriyet’ine bir beyefendiler saltanatı halinde çöreklenmek ve memleketi basınsız, üniversitesiz, hatta Meclis’siz idare etmek niyetine kapılmışlardı.”[6]
Özetle, 27 Mayıs Devrimi, 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde de ifade edildiği gibi, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının” kullanılmasından başka bir şey değildir. Menderes’in sivil darbesine karşı yapılmış bir harekettir.[7]
27 Mayıs sonrasına bakıldığında da özgürleşme ve demokratikleşme yolunda çok önemli adımlar atıldığı görülmektedir. Bu dönemin eseri 1961 Anayasası’nın yapılış yöntemi ile içeriği ve kendi içlerindeki muhalefeti tasfiye etme pahasına çok kısa sürede seçimle sivil yönetimin kurulması bunun kanıtlarıdır.

Kurucu Meclis’çe hazırlanıp, halkoyuyla kabul edilen 1961 Anayasası’yla yasaklar kaldırılmış, demokratikleşme sağlanmış, hak ve özgürlükler saygın yerine oturtulmuştur. Sendikalaşma ve sendikal haklar getirilmiş, sosyalist partilerin, gençlik örgütlerinin kurulması olanaklı kılınmıştır. Üniversite özerkliği, parlamenter hükümet sistemi, erkler ayrılığı ilkesi, yargı bağımsızlığı kabul edilmiştir. Ekonomide planlı kalkınma dönemine geçilmiştir.
1961 Anayasası’nın iki önemli eseri Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Senatosu olmuştur.
Öncesine, amacına ve sonra yaşananlara bakıldığında “27 Mayıs”a devrim denilmemesi ancak önyargılı yaklaşımla olanaklıdır. Günümüz gelişmelerini görmezden gelerek 27 Mayıs’a “darbe” denilmesi tam bir yanıltmacadır, kafa karıştırmacılığıdır.

Bülent Serim
Odatv.com

DİPNOTLAR:
[1] 28 Nisan 1960 günlü, 7468 sayılı yasa
[2] Emre Kongar, Cumhuriyet, 15.05.2012
[3] Şevket Çizmeli’den aktaran Işık Kansu, Cumhuriyet, 06.06.2011
[4] Okan İrtem, Aydınlık, 11.04.2012
[5] Bkz. Dpn. 4
[6] Milliyet, 28.05.1960; aktaran, Dr. Noyan Umruk, Aydınlık, 26.05.2011
[7] Bkz. Dpn. 2
http://www.odatv.com/n.php?n=27-mayis-bir-devrimdir-2705121200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

“METAL FIRTINA”KİTABI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Dr. Ergun GÖKNEL
“Metal Fırtına” kitabı konusu ve yazılım biçimi dolayısıyla “komplo teorisi romanı” veya “politik kurgu roman” olarak adlandırılıyorsa da, bu sıfatlardan daha değişik bir dizi özelliği olan bir kitap. Özellikle yazılma ve yayınlanma tarihinden iki yıl sonrası olabilecekleri anlatan bir kitabı “politik kurgu” olarak adlandırmak pek doğru olmaz. George Orwell’ in 1984 romanı gibi yayınlanmasından 35 yıl sonrasını anlatan bir kitaba “politik kurgu” denebilir. İki yıl sonra olabilecekleri anlatan bir kitap ise ancak psikolojik savaşın bir parçası olabilir. Yazılanlar bir “siyasi fantezi romanı” olarak adlandırılacak kadar da masum değil. Kitaba “komplo teorisi romanı” demek de bence doğru değildir, çünkü komplo teorisi bir teoridir ve romanı olmaz. İlla da bir teori olarak adlandırılacaksa kitap, yazarların da söyledikleri gibi bir “olasılık teorisi”. Önemli olan bu teorinin ve dolayısıyla kitabın ne gibi etkileşmelere sebep olduğu? Bu etkileşmenin bilmeden mi yoksa kasıtlı olarak mı yaratılmak istendiğini de iyice düşünmek gerekir. Kendi söylemlerine göre felsefe, tarih ve politika düşüncesine sahip yazarların kitabın etkilerini düşünmemiş olmaları hiçbir şekilde olası değildir..
Yazarların kitabı yazmaktaki amaçlarını anlamak çok güç değil. Her ne kadar yaptıkları bir söyleşide kitap üzerine on tane komplo teorisi üretildiğini söylüyorlarsa da, olası amacı en fazla ikiye indirmek mümkün. Özellikle Orkun Uçar’ın söylemlerinde milliyetçiği ve Haçlı Seferi olgusunu öne çıkaran üslup ağır basmakta ve kitabın ABD’den gelebilecek tehlikeye karşı Türk milletini uyarmanın tek hedef olduğu belirtilmektedir. Olası ABD saldırısının sebebi olarak da Türkiye’nin Bor minerali zenginliği ileri sürülmektedir. Burada temel alınan Bor minerallerinden elde edilecek Bor’un yeni bir enerji kaynağının temelini teşkil edeceği. Bu tez ileri sürülürken de özellikle 1 Mart 2003 tarihinde reddedilen tezkere dolayısıyla ABD’nin Türkiye’ye fazla sempati ile bakmadığı söylenmekte ve on bir askerimizin başına çuval geçirilmesi, beş özel tim görevlisinin öldürülmesi, PKK’nın ortadan kaldırılması için her hangi bir girişimde bulunulmaması gibi olgular, 1 Mart tezkeresine karşı misilleme olarak gösterilmektedir.
Basında çıkan yazıların bir bölümü de bu milliyetçi söyleme kapılmış gözüküyor. O kadar ki zaman zaman köşe yazarları anti-Amerikan ve anti-Siyonist duyguların bilenmesi için kitabın okunmasını öneriyorlar. Türk askerinin aşağılandığı sayfalar nedense ve nasılsa gözden kaçıyor.
Bu milliyetçi söylemler ve sözde ant i- Amerikanizm sanki kitabın asıl amacını kamufle etmek için ileri sürülüyor. Yazılanlar ABD’nin psikolojik savaş için kullanabileceği türden. Dikkatle okuduğunuzda Türk toplumunun ve kurumlarının yanlışları (!) çok kalın çizgilerle belirtiliyor. Tabii bu arada birkaç kahramanlık hikayesi ve duygusal paragraflar serpilerek asıl söylenmek istenenler ve bilinç altına işlenmek istenenlerin çok açık bir şekilde psikolojik savaş özelliklerine sahip olduğu gözlerden saklanmak isteniyor. ABD ile bir savaş halinde nelerle karşılaşacağı en vahşi şekilde anlatılarak Türk insanının gözü korkutuluyor, ve “Aman direnç göstermeyin. Yoksa başınıza neler gelir. Boşuna ölürsünüz. Bu sonsuz güç karşısında savaşın sonucu değişmez. İyisi mi, istenenleri harfiyen yerine getirin.” düşüncesi aşılanmaya çalışılıyor.
Kitabın konusunu içeren olayların günümüzden iki yıl sonra geçmesi doğru zamanlamayı gösteriyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini gerçekleştirmek ve Irak batağından çıkmak için Türkiye’ye ihtiyacı var. Türkiye ise ABD’nin hemen hemen kabul edilemez isteklerini yerine getirmekte tereddüt içerisinde. Bu isteklerin kabulü için insanların gözünün korkması gerekli. İşte kitap bu korkuyu sağlıyor. Psikolojik savaş dediğimizde bundan başka bir şey değil.
Yazarlar devamlı olarak bu kitabı bir savaşı engellemek için yazdıklarını söylüyorlar. Savaş nasıl engellenecek? .ABD’nin hidayete ermesiyle mi? Yoksa Türkiye’nin teslim olmasıyla mı? Akla gelen ilk sorular bunlar. Kitabın vermek istediği mesaj: Türkiye ABD’nin isteklerini yerine getirirse bu korkunç savaş ve insan kıyımı gerçekleşmez. Herkes mutlu olarak yaşamına devam eder, Amerikanın getireceği nimetlerden faydalanır.
Kitapta önemli bir sorunun cevabı da verilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bu savaş felâketinden kim kurtarıyor? Tabii ki usta politikacı, akıllı insan Recep Tayip Erdoğan. Nasıl kurtarıyor? Amerikanın tek başına elde etmek istediği Bor ve diğer minerallerden, sıkı bir pazarlıktan sonra, Rusya, Fransa, Çin ve Almanya’ya da ABD ile birlikte pay vererek.
Kitapta hiçbir asker gerçek adıyla anılmazken, Türkiye’deki ve Türkiye dışındaki politikacıların gerçek adları kullanılıyor. Nedenini iyi düşünmek gerekir.
Yazılanlardan, doğrudan çıkardığımız verilere göre hangi temel unsurların kullanıldığını özetleyelim:

  • ABD’nin İslam’a karşı Haçlı Seferi düşüncesini desteklemek.
    [*]ABD’nin gücünü abartarak insanları korkutarak sindirmek.
    [*]Özellikle sivil halka korku vermek.
    [*]“Siyasi olarak ABD’nin istekleri ile uyum sağlamak en doğrusudur” düşüncesini kabul ettirmek.
    [*]Halkı bölmek, azınlıklara ve zenginlere karşı kışkırtmak.
    [*]Verilen yanlış askeri bilgilerle okuyucuları yanıltmak ve olabileceklerden korkutmak.
    [*]Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve genelde Türkiye Cumhuriyeti’nin güçsüzlüğü düşüncesini yerleştirmek.
    [*]Türk Silahlı Kuvvetlerinin teknik yetersizliği konusunda doğruluğu çok tartışılabilir olgular ileri sürmek.
    [*]Türk Silahlı kuvvetlerinde plansızlık ve ileriyi görüş eksikliğinin hakim olduğu düşüncesini söyleyerek, halkın güvenini sarsmak.
    [*]Türk askerinin moral bozukluğu içerisinde olduğunu belirten olayları saymak.
    [*]Türkiye’de pek çok şeyin rüşvetle kolayca halledildiği izlenimini yaratmak.
    [*]Amerikan ordusunun dayanılmaz ve karşı konulamaz bir güce sahip olduğuna okuyucuyu inandırmak.
    [*]Türkiye gazete ve televizyonlarının ABD taraftarı olduğuna ve yalnızca çıkarlarını gözettiğine okuyucuyu inandırmak.
    [*]Türk toplumunun yağmacı ve terörist olduğu düşüncesini uyandırmak.
    [*]Türkiye’nin üniter değil federatif bir devlet olarak yönetilmesinin, bir felaket anında, ne kadar doğru olduğunu göstermek.

Tüm bu başlıklar kitabın psikolojik harbin bir aracı olduğu kanısını güçlendirmektedir.
Belki de gözden kaçan iki noktaya da özellikle dikkat çekmek istiyorum:
Orkun Uçar 26 Şubat 2005 tarihli Ceviz Kabuğu programında en az iki defa, bu kitabı yayına verirken, “ölümden korkmadığını” söyledi. Gene 10 Mart 2005 tarihli Objektif programında da aynı yazar telefonla bağlanan Doğu Perinçek’ i kapalı da olsa korkaklıkla suçladı. Kitap henüz raflara girmeden yapılan bir röportajda da bazı yayınevlerinin kitabı yayınlamaktan korktuklarını söylüyor. Diğer röportajlarda da “korku” ve “ölümü göze almak” kavramları zaman zaman ön plana çıkıyor. Kısacası Orkun Uçar bir korku sendromu içerisinde. Nedenini düşünmek gerekir. Yazdıklarının psikolojik sonuçlarından kendisi de mi korkuyor? Yoksa insanlarda ABD gücü karşısında “korku” duygusunu uyandırma işlevini gören bir kitabı yazmış olmaktan dolayı gelecek tepkilerden mi korkuluyor? Veya “korku” olgusunu dile getirerek insanların olabileceklerden korkmasını akla getirmek mi istiyor?
Gözden kaçan ikinci nokta da kitapta resmedilen Türk medyasının teslimiyetçiliği konusuna ne basında ne de röportajlarda değinilmemiş olması. “Sükût ikrardan gelir” deyimine uygun olarak yazılanlar kabul mü ediliyor, yoksa basından kimse kitabı dikkatle okumadı mı? Veya yazılanlar ciddiye alınmıyor mu?
Ayrıca ilk sayfalarda , kitabın belli bölümlerinin İngilizce’den çevrildiği konusunda çok açık göstergeler vardır.
Ve bir senaryo hazırlamak gerekiyorsa şöyle düşünülebilir:

  • Fethullah Gülen yıllardır Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunmaktadır. Cemaatine de oradan yön vermektedir.
    [*]Timaş Yayınevi’nin sermaye yapısı Fethullah Gülen Cemaatine mensup kişilere aittir ve gene bu cemaate mensup kişilerce yönetilmektedir.
    [*]Yazarlar kitabı, basılmak üzere, doğrudan Timaş Yayınevi’ne getirmişlerdir. Neden? (Timaş Yayınevi’nin kitap listelerine baktığınızda benzer konulu bir kitap bulamayacaksınız)
    [*]Yazarlar birbirlerini son bir buçuk yıldır tanımaktadır ve Orkun Uçar devamlı olarak “öldürülme ihtimali olmasına karşın kitabı yazıp bastırdığını söylemektedir”.
    [*]Kitabın en azından bir bölümü İngilizce olarak yazarlara verilmiştir. Ve Türkçe’ye çevrilerek diğer bölüme monte edilmiştir.

Bu bağlantıları kurduğunuzda hemen kavranabilecek bir senaryo, en azından düşünülebilir ve iddia edilebilir duruma gelmektedir.
Son olarak kitapla ilgili tartışmalarda yazarların ve de özellikle Orkun Uçar’ın dikkat çeken eleştiriye hoşgörülü yaklaşamama özelliğine de dikkat etmek gerekir. Gerek ekrandaki tartışma programlarında gerekse Internet sitesinde kendi yayınladığı köşe yazarlarının eleştirileri için yaptığı yorumlarda bu unsur sıkça öne çıkıyor. Acaba sebebini bilemediğimiz korku, hoşgörüsüzlüğü de birlikte mi getiriyor?
“Metal Fırtına” kitabını okuduğunuzda kitabın iki ayrı kişi tarafından yazıldığı, üslûp farkından dolayı hemen göze çarpmaktadır. Kitabın başlangıçtaki bir bölümünde yer alan cümle kuruluşları ve Türkçe kelimeler açık açık çeviri (muhtemelen İngilizce’den) izlenimi vermektedir. Örneklerini aşağıda sunacağım.
Kitapta dikkat çeken birkaç noktaya gelince:
İngilizce’den çeviri izlenimi uyandıran bölümler

  • Sayfa 5: “Çölün sona erdiği topraklarda düzlükler ve yükseltiler birbirine karışmaya başlıyordu” Burada “yükselti” sözcüğü, İngilizce “heights” sözcüğünün çevirisi olarak kullanılmıştır. Türkçe’de “yükselti” nin doğru karşılığını verelim: “Bir noktanın deniz yüzeyinden olan yüksekliği, rakım, irtifa.” (Bk. TDK Türkçe Sözlük.9.Baskı Ankara 1998). Aynı sayfada üç satır aşağıda büyük olasılıkla yazarların kendi ekledikleri, üç satır sonraki bir cümlede doğru olarak “tepe” sözcüğü kullanılmaktadır.
    [*]Sayfa 7: “Yorumcular, belki de bu nedenle…..” Burada “yorumcu” sözcüğü, İngilizce “commentator” sözcüğünün tam karşılığıdır.
    [*]Sayfa 8: “cızırtılı arka ses” deyimi kullanılıyor. Türkçede böyle bir deyimin olduğunu ilk defa görüyorum. İngilizcedeki “back noise” deyiminin aynen çevirisi kullanılmış.
    [*]Sayfa 9: “Ancak karşılarındaki birlik, eğer yanılmıyorlarsa, ki yanılmadıklarından emindi hepsi de, Apache helikopterleri ile desteklenen yirmi bin kişilik bir tümenin en hızlı tugaylarındandı.” Doğrudan Türkçe yazılmadığı belli bir cümle. İngilizce’den kötü bir çeviri.
    [*]Sayfa 12: “….kayaların üzerinde zayıf bitkiler vardı…..” Ya doğrudan kötü bir çeviri veya çok kötü bir Türkçe.
    [*]Sayfa 120: “Ateş!!!” diye bağırdı; sesi etraftaki tepelerde ekolandı.” “ekolandı” sözcüğü kötü bir çeviri. Türkçesinin “yankılandı” olması gerekirdi.
    [*]Sayfa 232: “Amerikan stratejistleri Bandırma yarımadasını 82’nin zıplama noktası olarak kullanmayı düşünmüşlerdi.” Türkiye haritasında “Bandırma Yarımadası” değil “Kapudağ Yarımadası” vardır. Burada ya bir Amerikan belgesinden doğrudan çevirerek alıntı yapılmıştır, ya da yazarlar Türkiye coğrafyasını bilmemektedirler.

ABD’nin İslam’a karşı Haçlı Seferi düşüncesini destekleyen sözler

  • Sayfa 22: “Bu tarihi bir operasyon, binlerce yıllık bir hareketi tersine döndürecek” Özetle Türklerin ve İslam’ın Batı’ya doğru ilerlemesi önlenecek. Avrupa topraklarından ve hatta Hristiyanlığın yükseldiği Anadolu’dan kovulacak.
    [*]Sayfa 27: “İstanbul’a dünyanın en büyük Evangelist kilisesini yaptırmaya yemin ettiği söyleniyordu.” Ayasofya’nın yeniden kilise haline getirilmesi hayalinin değişik bir şekliyle karşılaşıyoruz.
    [*]Sayfa 153: ABD Genelkurmay karargahında verilen brifingde söylenenlerden birkaç satır, “O topraklar bir asker için kutsaldır neredeyse. Bütün Avrupa’nın bir zamanlar kovalandığı yerler ne de olsa.”

Kitabın erişmek istediği hedef: korkutarak sindirmek

  • Sayfa 22: Kitabın erişmek istediği hedef burada açıkça belirtiliyor: Olası direnci kırmak veya en aza indirmek. Türk ordusunun güçlü olduğu imajının yıkmak. “Onların beyinlerindeki imajlar hızla yıkılmalı ve kimse direnmeyi aklına bile getirmemeli.” Birkaç satır aşağıdadirenilmesi halinde Türklerin başına neler geleceği belirtiliyor: “Tam on gün, evet, on gün boyunca saldırılar hiç susmayacak. Aklınıza gelen her yer vurulacak. Uçaklar hiç durmayacak. Saldırıların yavaşlaması diye bir şey söz konusu değil.”
    [*]Sayfa 23: Devam ediliyor; “Saldırı bittiğinde insanlar, bırak ellerini silaha götürmeyi, lastik patlamasına bile dayanamayacak hale gelecek. Türk halkının psikolojisini yıkıma uğratmalıyız.”
    [*]Sayfa 28: “Eğer olaylar topyekün bir çatışmaya dönüşürse, Cumhuriyet’in bütün yatırımları heba olabilirdi” Demek istenen kısaca şu: Cumhuriyet’in tüm yatırımları heba olacağına siz en iyisi topyekün bir çatışmaya girişmeyin ve güçlü ABD’ye boyun eğin.
    [*]Sayfa 30: “Durum kötü, bu bir var olma mücadelesinin ilk adımları.” Bu ABD ordusuna karşı koymak zor. Adamlar bizi silip süpürecek sonunda yok olacağız.
    [*]Sayfa 66: “Ne zamandır Amerika’nın Türkiye üzerine oynadığı oyunlarla ilgili spekülatif haberler dolaşıp duruyordu. İnsanlar bu düşünceleri bir roman kurgusu gibi dinleyip hafızalarından silmişti. Şimdi bu hafızaların derinliklerine giren şeyler gün ışığına çıkmıştı ve gerçek bir korkunun temellerini atmaya başlıyordu.” Demek isteniyor ki, şu anda sizlere spekülatif ve olmaz gibi görünen olaylar pekala olabilir. Ve bu kitapta da bunlar roman gibi anlatılmıştır. Ona göre ayağınızı denk alın. Yanlış bir hareket yapmayın. Yoksa…..
    [*]Sayfa 73: Türk ordusunun ABD güçlerine karşı direndiğinde başına gelecekler anlatılıyor, Slayer bombaları atıldıktan sonra durumu tespit etmek için ilerleyen Amerikan zırhlı araçlarının gördükleri anlatılıyor, Türk tugayları yok edilmişti, “O sırada tankın periskopundan görünen manzara askerin dilinin tutulmasına neden olmuştu; konuşamıyor, sorulara cevap veremiyordu. Midesi bulanan asker periskoptan bakmayı durdurmuştu……Nedense herhangi bir canlının hayatta kalmış olduğuna dair his yoktu içlerinde……Irak’ın kuzey bölgesinde konuşlanmış bulunan üç Türk Tugayı artık yoktu….”
    [*]Sayfa 141: Gerçekte kitapla erişilmek istenen hedef ve amaç yazarların kendi kelimeleriyle kitapta belirtiliyor; “Türk halkını derinden yaralamalı ve teslim olmalarını sağlamalıydı.”
    [*]Sayfa 149: Sivil halkın korkutulması ve direncinin kırılması için gerekli söylemler de eksik bırakılmamış, ABD Genel Kurmay Başkanı Başkan’a rapor veriyor, “Ancak çatışma sırasında bizimkiler biraz sert davranmışlar. Adana’nın çoğu boşaltılmıştı ancak yine de komando birliğinin siper alması olasılığına karşı tümenimizin geçeceği bazı yerlerdeki yerleşim birimlerine Slayer bombaları atılmış. Bu bölgelere dümdüz olduğu için şehir pek iyi görünmüyor doğrusu.”

Özellikle sivil halka korku vermek

  • Sayfa 185: Sivil halkın korkması ve ne şartla olursa olsun savaşın bitirilmesini düşünmesi için gerekenler yazılıyor, “Ankara’da gece M1A2 Abrams tanklarının oluşturduğu alev topları ile aydınlanıyordu. Sivil halk ne yapacağını şaşırmış bir halde evlerine kapanmıştı.”
    [*]Sayfa 190: Direnişçilerden Barkın’ın gözlemleri müthiş, “Geçtiği sokaklardaki insanlar, karanlığa boğulan evlerinden başlarını çıkartmaya korkuyorlardı. Sadece kendi ayak seslerini duyabiliyordu ve korkuyordu….İsli sokaklardan koşarken kendi gölgesinden korktuğunu fark etti….İçinde bir şeyler ona kaçmasını söylüyordu…Ruhunda yayılmaya başlayan teslim olma içgüdüsünü yenmesine yardım edecek bir şeye ihtiyacı vardı. Ne yapabilirdi ki, saldıranları görmüştü, onlardan bir bölümünü öldürseler ne olacaktı? Kendileri de ölecekti ve sonunda onlar kazanacaktı. Eğer yaşarsa belki düzelirdi bir şeyler…Eski günlere dönülebilirdi belki, kim bilir? Direnmek isteyenlere ümitsizlik ve teslimiyetçilik aşılamak için daha etkili kelimeler bulunabilir miydi?
    [*]Sayfa 196: Aman direnmeyin, bakın sonra başınıza neler gelir, “Bu saldırının durdurulması zordu. Karşılık veren savunma noktalarına fazla güçle bindirme yapılıyor ve sivil kayıplar oluşuyordu. Gözlerinin önünde yanan binalardan sarkan, atlayan insanlar vardı. Bu durumda savunma yapmak yarardan çok zarar getirirdi.”
    [*]Sayfa 197: Direnişçilerin komutanı Şahin Bey Barkın’a neler diyor, “Şimdi ne yapsak boş. Kararlılar ve her imkanları var. Sivillerin fazla zarar görmesini istemiyoruz değil mi?
    [*]Sayfa 198: Şahin Bey düşünmeğe devam ediyor, “Bu harekata direnmek demek, sivil kayıpların artması anlamına geliyordu, çünkü direnişin olduğu noktalar acımasızca hava saldırısına hedef olmaktaydı
    [*]Sayfa 200: “Şehir, inanılmaz bir tahribat görmüştü ve sivil kayıp çok yüksekti.”
    [*]Sayfa 233: Bir kahvedeki konuşma, “Bu şerefsizler direnenleri sorgusuz sualsiz bombalıyormuş Fevzi Amca, diye söylendi orta yaşlı bir esnaf.”
    [*]Sayfa 234: aynı kahvede başka bir konuşma, “Bu adamların silahları ile başa çıkmak zor. Baksana, sabah hiçbir şey yoktu şimdi koca ordu gelip yerleşti şuracığa.

Amerikan ordusuyla Türk ordusu arasındaki sıcak savaşın nasıl gelişeceği konusunda bir örnek.
Sayfa 37:- 60 “Kuzey Irak – Türk Tugay Karargahı” bölümü:

  • Sayfa 44: Irak topraklarında bulunan üç Türk tugayından bir tanesinin ABD kuvvetleri saldırısı karşısındaki durum bu bölümde anlatılıyor. Çizilen tabloya göre ümitsiz ve çaresiz kalmış bir Türk askeri gücünün tablosu çiziliyor. Hava desteğinin geleceğinden ümitlerini kesmiş, “Hava desteğinin geleceği konusunda o anda bile inanç yoktu içinde.”; Çaresizlik içinde şehit olan askerler, “Pek çok Türk deniz komandosu göçen siperlerde şehit olmuş gibi görünüyordu. ‘Paşam, durumunuzu bildirin. Sesler felaket geliyor buraya.’” ; ABD askerinin üstün gücü karşısında ne yapacağını şaşırmış komutanlar, “Felaket komutanım felaket, pek çok yönden topyekün saldırdılar, kötü saldırıyorlar.” ;
    [*]Sayfa 45: Sonuç olarak, kaçış panik ve umutsuzluk Türk askerlerine hakim olmuştu, “Askerlerin bir bölümü ise dağlık araziye kaçarak saldırının ölümcül etkisinden kurtulmayı başarmıştı ama aralarındaki iletişim kopmuştu artık……telsiz konuşmalarına sonsuz bir umutsuzluk hakimdi.”
    [*]Sayfa 46: Amerikalıların Türk askerlerini nasıl yok ettikleri son derece ürkütücü bir üslupla anlatılarak direnmenin ne kadar zor olduğu anlatılıyor, “Havan topları yer değiştirip……….Gecenin siyahı iç parçalayan çığlıklarla doldu, ayakta durmaya çalışan bir gölgenin iç organları boşalmıştı, kimse yaralılara yaklaşamıyordu.”
    [*]Sayfa 47: Ve aynı şekilde devam ediyor kitap. Türk askerinin düştüğü kargaşalığı ve aczi anlatıyor, “Askerler roketleri arka arkaya ateşlediler ve en öndeki dev M1A2 tankını birkaç isabet ile yakmayı başarabildiler ama yerleri belli olmuştu…….Hepsi birkaç saniyede şehit oldu……Ön siperlerdeki askerler dağılmamıştı ama çok ciddi bir hat tutamıyorlardı……Tugayın siperleri dağılmıştı.” (Sayfa 51) “Onlarca Apache helikopteri belirli mesafeden ateş ederek kolayca avlıyordu onları” (Sayfa 53) “Deniz Piyade Tugayının hatlarında tam bir karmaşa yaşanıyordu. Ellerindeki bütün silahlarla helikopterlere ve tanklara ateş ediyorlardı ama bu bir işe yaramıyordu doğrusu.”
    [*]Sayfa 48: Tugay komutanı kararsız ve düzgün emir vermekten aciz bir subay olarak gösteriliyor. Komutanı neredeyse emrindeki subaylar yönetiyor, “Yine gelirler…” diye mırıldandı İhsan Paşa. “Ön siperlere mayın döşesek…” Sesi kararsızdı. “Komutanım, hareket alanımız daralır. Mayınlar bizi de durdurur,” diye atıldı, tabur komutanlarından birisi. Haklısın der gibi başını salladı İhsan Paşa…..”Komutanım izin verin bana .” Tabur komutanlarından Binbaşı Haşim Eralp’ti söze giren. “Ne için evladım?” Şu anda yirmi beş zırhlımız var komutanım, dokuz tane de tank. Karşı saldırı yapalım.” “Oğlum bu intihar olur.” Şaşırmıştı İhsan Paşa….”Komutanım, yapmazsak bu araçlar sonraki saldırıda vurulacak. Hiç olmazsa…” İhsan Paşa düşündü biraz, Binbaşı doğru söylüyordu…….Peki oğlum, bu rahatlıktan faydalanın. Hemen başlat saldırıyı…….Allah hepinizden razı olsun.”….. (Sayfa 50) “Onlara piyade desteği verirsek bir geri püskürtme olur mu acaba?” diye bağırdı tabur komutanlarına.” (Sayfa 52) “Türk hatlarından çatışmayı izleyen İhsan Paşa, ‘Allah’ım ne yaptık biz?’ diye bağırdı.” (Sayfa 53) “Allah’ım yavaş yavaş ölüyoruz hepimiz, diye düşündü İhsan Paşa.” (Sayfa 59) “Tek bir emir vermişti ve o emir sonucu, iki yüz kırk üç asker biraz ilerisinde yanmış ve parçalanmış bir halde yerde yatıyordu.”
    [*] Sayfa 49: Türk ordusunun eğitimde geri kalmışlığına(!) ve savaşta duruma göre taktik üretememesine dikkat çekiliyor, “Amerikalılar saldırıyı heyecanla birbirlerine haber veriyordu. Buna benzer direniş hareketlerini Irak savaşında görmüşlerdi. Zor durumdaki askerler kendilerine öğretileni bazen ezbere yapıyordu ve sonuçları dramatik oluyordu.” (Sayfa 57) “….Mehmetçik, hatlarını daha sıkı hale getirmek için yayıldığı alanı daralttı…..Aslında istedikleri tam olarak da buydu. Türk tugayının daha dar bir alana sıkışmasını istiyorlardı. İstedikleri neredeyse olmuştu. Tıpkı Irak’taki diğer birliklerde uyguladıkları stratejiyi uyguluyorlardı.”
    [*]Sayfa 58: Türk ordusu çağdışı silah ve teçhizata sahiptir. Yeni silahlar hakkında bilgisi yoktur veya çok zayıftır. Bu sebeple tek ellerinden gelen şey, düşmana olabildiğince çok zayiat verdirerek ölmektir. Savaşı kazanma olasılığı yoktur, “Ancak Türk tanklarının hemen hepsinin eski model M-60 tankları olması da işleri daha kolaylaştırmıştı……Amerikan tanklarının uranyumlu mermileri Türk tanklarını delip geçmiş ve (cümlenin son bölümü ne demek?) çoğu zaman bu nedenle birden çok kez vurulmak zorunda kalmıştı……Askerler yok olmadan önce bütün güçleri ile düşman öldürmeye çalışacaklardı.”

Siyasi olarak ABD’nin istekleri ile uyum sağlamak en doğrusudur

  • Sayfa 32: “Ama son zamanlarda Ermeni tasarısı ve Kıbrıs nedeniyle ilişkileri iyi sayılmazdı. Son bir yıldır Türkiye’ye karşı soğuk bir politika güdüyordu.” ABD ordusunun hücumu karşısında Türkiye Başbakanı ABD Başkanı ile görüşmenin doğru olduğunu düşünüyor. Ancak Ermeni ve Kıbrıs sorunlarında diretildiği için arada soğukluk var. ABD isteklerine boyun eğilmiş olsaydı, uyum sağlansaydı şimdi rahatça görüşülebilirdi. İşte uslu çocuk olmamanın sonucu budur. Sakın böyle bir şey yapmayın ve Ermeni soykırımı ve Kıbrıs konusunda itaatkâr olun.
    [*]Sayfa 171: “Bu saldırıdan sonra hayat daha da zorlaşacaktı kuşkusuz. Saldırının özel olarak hayatı zorlaştırmak için planlandığı belli oluyordu.” Bizim isteklerimize karşı koyarsanız sizi o duruma sokarız ki bugünlerinizi çok ararsınız. Size hayatı zehir ederiz düşüncesi bilinçaltına yerleştiriliyor.

Halkı bölmek, azınlıklara ve zenginlere karşı kışkırtmak

  • Sayfa 23: ABD Başkan danışmanı “Jack Argosian” adlı Ermeni asıllı bir Amerikalı. Harekat raporlarını inceliyor. Türkiye’de Ermeni karşıtlığını kışkırtmak için gayret gösteriliyor.
    [*]Sayfa 84: Nedense Türklere karşı olanların içerisinde hep Ermeniler yer alıyor, burada da silah tüccarı olarak karşımıza “Arman Bogosian” çıkıyor.
    [*]Sayfa101: Türkiye’nin bölünmesinde Ermenilere önemli bir rol veriliyor. Tarihe dönüşle “American Board of Commisioners for Foreign Missions” kısaca “Board”un Anadolu’da Protestanlığı yaymak için özellikle Ermeniler için yaptığı çalışmalara değiniliyor. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor, hem Ermeni karşıtlığı hem de Hristiyan karşıtlığı körükleniyor. Ciddi bir provokasyon….İleride ki sayfalarda göreceğimiz “Sevr” hatırlatmasının ilk temelleri atılıyor, “…..American Board of Commisioners for Foreign Missions adlı kuruluşun 1818 yılında yapılan senelik olağan toplantısında aldığı bölgenin Protestanlaştırılması kararının hayata geçmesinin ardından her zaman Ermeniler nezdinde misyonerlik faaliyetlerinin ana üssü olmuştu. Ve sonrasında geri kalan bölgelerin bir kısmı belki kurulacak Kürt devletine, bir kısmı Ermenistan’a, bir kısmı da Yunanistan’a…”
    [*]Sayfa 151: ABD’nin Türkiye Cumhuriyetini parçalamak ve yok etmek amacını güttüğü yazılıyor. Bu konuda Türk halkının çok duyarlı olduğu “Sevr” kelimesi kullanılarak Birinci dünya Savaşı sonrası duruma atıf yapılıyor, ABD Başkanının Bor madenlerinin imtiyazını almak isteyen kişiyle yaptığı konuşma şöyle, “Operasyon Sevr…? Dedi karşı taraftan ses. Bu genel harekatın gizli adıydı. Herkes savaşın Türk toprakları üzerinde kurulacak yeni bir kukla hükümet oluşturuluncaya dek süreceğini zannediyordu. Oysa en baştan beri Türk Devletini ortadan kaldırmak, en önemlisi de Türkleri Anadolu’dan tamamiyle atmak hedefti. Avrupalılar artık Müslüman ve savaşçı bir milletle uğraşmak durumunda kalmayacaktı.” Sonra Anadolu’nun nasıl parçalanacağı anlatılıyor.
    [*]Sayfa 102: Türk halkında yabancı düşmanlığı yaratmak, uluslararası ortamdan uzaklaştırarak kendi içine kapanık bir politika güdülmesini sağlamak için yazılanlar dikkat çekiyor, “İşin içinde devletler, dinsel kurumlar, lobiler vardı…Şok bir baskından sonra kısa sürede Anadolu ‘barbar’ Türklerin elinden alınması gereken bir Hristiyan yurdu şeklinde sunulacak ve Amerikan ordusu gecikmiş bir Haçlı Seferinin kahramanı olacaktı. Zaten 11 Eylül saldırılarından sonra Başkan Bush, ‘Bir Haçlı Seferine başladık’ dememiş miydi?” Bu sözler tabiiki aynı zamanda Halkın Amerikan halkına karşı duygularını olumsuz olarak etkileyerek düşmanlık yaratıyor. Kısacası bir tür provokasyon….
    [*]Sayfa 215: Güneydoğu’da ayrılıkçı bir güç yaratmak için yapılan çalışmalar açıkça belirtiliyor, “Amerikan Özel Kuvvetler komutanlığına bağlı (SOCOM) birlikler ve timler Güneydoğu’da pek çok nokta baskını yapıyor, halkla görüşüyor ve onları yanlarına çekmeye uğraşıyordu……Operasyonun can alıcı kodu İstanbul’du. İstanbul düştüğü anda düğmeye basılacak ve ikinci operasyon başlayacaktı: Operation Sevr!”
    [*]Sayfa 222: Gene Hristiyan düşmanlığı kışkırtılıyor. Amerikan Genel Kurmay karargahında konuşuluyor, “Sırada ne var? İstanbul. Evet, gerçek kutsal şehir. Beş yüz küsur yıllık bir istila son bulmalı artık…..İstanbul savaşı diyebiliriz ya da İstanbul’un Yeniden Fethi.” Burada “Yeniden Fethi” kelimelerinin büyük harfle yazılmasına dikkat ediniz.
    [*]Sayfa 225: Kitabın en ustaca kurgulanmış bölümü. Türkiye’deki gelir dağılımının bozukluğu ustalıkla kullanılmış ve halkın bu yönden de nasıl bölüneceği son derece etkili bir biçimde anlatılıyor, “Amerikan uçakları anlaşılmaz bir biçimde fakir semtleri bombalıyordu. Zengin semtlere dokunmamışlardı bile. Bombardıman nedeniyle varoşlarda yaşamak neredeyse imkansız hale gelmişti. İnsanlar gruplar haklinde merkezdeki zengin semtlere doğru gidiyordu…..Savaşın şiddetine rağmen fakirler, geldikleri zengin semtlerinde ‘karışıklığa’ neden olmuştu. Hava saldırısına uğramayan semtlerin sakinleri, vurulmuş semtlerden gelen insanlara iyi gözle bakmıyorlardı…Amerikan ajanları, (Bunlar nereden çıkıyor? Herhalde savaş öncesi bir türlü bu konuda hazırlık yapılmış) bireysel gerilimleri sosyal gerilimlere taşımak için yapmadıklarını bırakmıyorlardı…..Savaşın şiddeti kimin neye hizmet ettiğini gizliyordu. Varoş kesimlerde, Amerikan işgalinin getireceği güzel yaşamın reklamı yapılıyordu……eğer rahatlığın devam etmesi isteniyorsa Amerikan çıkarlarına tam olarak uyum sağlanmalıydı.” Yazarlar biliyor ki işgale karşı direnç orta ve fakir halk tabakalarından gelecektir. Yazılanlarla bu kesim zenginlere karşı kışkırtılıyor, onlara bir zarar gelmeyeceği düşüncesi saklanarak anlatılmaya çalışılıyor. Ve denmek isteniyor ki, zenginler nasıl olsa ABD ile işbirliği içindedirler veya işbirliğine girerler. Sizler boşu boşuna mağdur olmayın, ölmeyin. Teslim olursanız sizlere için de güzel günler gelecektir.
    [*]Sayfa 226: İşgale direnmemenin, teslim olmanın ve isteneni yerine getirmenin getireceği güzellikler mukayeseli olarak anlatılıyor, “O güzel günlerin hatıraları, şarapnel parçalarından daha fazla acı veriyordu, silahların yarattığı terörden daha çok teslimiyet duygusunu kamçılıyordu, uyumlu olmaya ikna etmek için uğraşıyordu, insanları……Bir yandan hayatta kalma mücadelesi,bir yanda düşmanın göz boyayan vaatleri…”
    [*]Sayfa 237: Satırlar arasında Türkiye’de federatif bir yapının savaş durumunda getireceği faydalara değiniliyor. Bu amaçla ABD örnek alınarak paralellikler çiziliyor. “Washington yok olunca ABD’nin eyalet yapısı yararını göstermişti. Bu eyaletler zaten kendilerini yönetiyor durumdaydı. Yeni bürokrasi kurulana dek her şey yolunda gidecek gibiydi.”
    [*]Sayfa 240: ABD Başkanı Genel Kurmay Başkanına talimat veriyor, “Howdy, artık Sevr Operasyonunun başlamasını istiyorum. Türklerin rejimi çözüldü. O topraklarda hak iddia edenleri durduracak hiçbir güç yok.”

Askeri yanıltmalar ve yanlışlar

  • Sayfa 9: “Hepsinin elinde birer kalaşnikof vardı…..” Ne zamandan beri Türk Silahlı Kuvvetleri Rus yapısı kalaşnikof kullanıyor?


  • Sayfa 25: “C-130’lar on beş tonluk Slayer bombalarını atacaklar.” C-130 uçakları bütün kitap boyunca, Türk Hava Kuvvetleri tarafından herhangi bir şekilde rahatsız edilmeden büyük tahrip gücü olan Slayer bombalarını atmakta ve binlerce kişinin ölümüne sebep olmaktadır. Nedense hiçbir şekilde taciz edilememektedir. C-130 gibi pervaneli uçaklar ne kadar geliştirilirse geliştirilsin, F-16 veya benzeri savaş uçaklarının hareket kabiliyetleri,ne ve hızlarına sahip olamazlar. Fakat kitabımızda bu uçaklar teknoloji harikalarıdır.
    [*]Sayfa 37: C-130 uçaklarından söz edilirken, “Bu görünüşleri ile hantal Rus uçaklarını andırdıkları söylenebilirdi” ve birkaç satır aşağıda, “C-130 uçaklarını korumaya gerek yoktu, yapılan geliştirme çalışmaları sayesinde hayli yüksek bir irtifadan bombalarını aşağıya bırakabileceklerdi.” Deniyor. Bir taraftan uçakların hantallığı belirtilirken diğer taraftan da “hayli”(bu nasıl bir ölçüyse) yüksekten uçacakları söylenerek korunmaya gerek olmadığının altı çizilmektedir. Havacılık konusunda fazla bilgi sahibi olmadan dahi bu tespitlerin doğru olmadığı ve F-16 saldırılarına karşı uçakların görevlerini yerine getiremeyecekleri söylenebilir. Amaç insanların bilincinde, ABD silahlarına karşı korunmanın olanak dışı olduğu kavramının yerleştirilmesidir.
    [*]Sayfa 206: Türk Genelkurmay karargahında Başbakan ve komutanlar arasındaki konuşma, ‘Haberler 82. Hava İndirme Tümeni’nin saldırıyı gerçekleştireceğini söylüyor’ Tayip Bey bu bilgiden emin gibiydi. ‘ Başbakanım, bu doğru olabilir. Ama birkaç saat içinde İstanbul yakınlarına yerleşebilecek donanımı var” Hatay ile İstanbul arası yaklaşık 1100 km. Hiçbir direnç görmeden dahi bir tugayın bu mesafeyi birkaç saat içerisinde aşması pek inandırıcı gözükmüyor. Gene Amerikan gücünü büyük gösterme çabası var.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve genelde Türkiye Cumhuriyeti’nin güçsüzlüğü düşüncesini yerleştirmek

  • Sayfa 12: “Düşmana zayiat verdiriliyor komutanım…………..umutsuzca var olmaya çalışıyordu” Dikkatle okunması gereken bir paragraf. Psikolojik savaşın bir parçası olduğu o kadar belli ki. İnsanların ümitsizliğe kapılmasına kolayca sebep olacak bir bölüm.
    [*]Sayfa 13: “Çocuklarım, biz buradan sağ çıkamayız, isteyen varsa hemen kamyona atlayıp karargaha dönsün. Bu vebali üzerime alamam” Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu bir Yüzbaşının bu sözleri söyleyebileceğini hayal dahi edemiyorum. Belki demokratik(!) ABD ordusu subayları bu sözleri kullanabilir. Bu satırların psikolojik savaşın bir parçası olduğu o kadar belli ki..
    [*]Sayfa 19: Türk askerinin aczini göstermek için yazılan kelimeler: “…herkesi gözle görülür bir endişe almıştı. Durum her saniye daha da kötüye gidiyordu. Otuz beş asker çatışmada ölmüştü ve hiçbir şey yapacak durumda değildiler.”


  • Sayfa 29: “Komutanım, durum vahim. Bence acilen Irak’taki birliklere geri çekil emri vermeliyiz.” Genelkurmay toplantısındaki bu konuşma ile Irak’ta bulunan birliklerin çekilmesi öne sürülüyor. Siz en iyisi kendi topraklarınıza çekilin. Oraları bize bırakın, yoksa başınıza gelecekler vardır.
    [*]Sayfa 110: Türk istihbaratçısı Gökhan bile bakın nasıl düşünüyor, “Aslına bakarsan buna inandırabilsek bile Türkiye ABD’ye karşı ne yapabilir? Konvansiyonel savaşta ordumuzun dayanması imkansız, istihbarat alanında zaten içimizdeler. Medya, hükümet,ordu, ekonomi….Her yere sızmış vaziyetteler” Bu durumda yapacak bir şey yok, en doğrusu teslimiyetçi bir politika izlemek. Ordu zayıf, diğer kurumlara ABD sızmış ve ele geçirmiş durumda, en iyisi direnmemek….
    [*]Sayfa 123: Amerikanın gücüne karşı konamaz düşüncesi işlenmekte, “Amerikan birliklerine karşı ne denizde ne de havada savaşmanın pek imkanı vardı”
    [*]Sayfa 125: ABD uçakları Türk Hava Kuvvetlerini bir çırpıda yok ediyorlar. Amerikanın önünde durulmaz, Malatya’dan kalkan uçaklar hakkında şu bilgi veriliyor, “Komutanım uçaklarımızın karşısında nerdeyse yüz savaş uçağı vardı. Ne yapmalarını bekliyorduk ki? F-16’larımızın yarısı vuruldu, bir bölümü yaralı şekilde üsse dönerken düştü.”
    [*]Sayfa 131: Türk Silahlı Kuvvetlerinin güçsüzlüğü konusunda Amerikalılar da konuşuyor, “Hava savunmasındaki zafiyetleri iyi biliyorduk. Bu nedenle uçaklarımız fazla zorlukla karşılaşmadı.”
    [*]Sayfa 189: ABD ne kadar güçlüydü. Türk Silahlı Kuvvetlerini kısa sürede nasıl yok ediyordu, “Hava kuvvetlerinin direnişi ancak bir hafta sürmüştü. Hava alanları bombalanmış, uçaklar düşürülmüş ya da oldukları yerde vurulmuştu. Deniz kuvvetleri ise gemilerin vuruluşunu engellemek için hiçbir şey yapamamıştı. Kara kuvvetleri, klasik bir savaşta yapılması gereken manevraları büyük bir disiplin içinde yerine getirmişti ama ordunun bu kadar önemli bir güce karşı özel hazırlık yapmadığı belliydi.”

Türk Silahlı Kuvvetlerinin teknik yetersizliği

  • Sayfa 62: Genelkurmay Başkanı Hikmet Paşa’nın Başbakana verdiği brifingdeki sözlerinden, “Bize gelen bilgiler tam güvenilir değil.Tugaylarımızla kurulan iletişim zayıf ve bu nedenle sürekli bilgi akışı sağlayamıyoruz.”
    [*]Sayfa 121: Kitabın ilerideki sayfalarında yukarıda yazılanlarla çelişkiye düşülmekte. “Türk ordusu TAFICS sistemi sayesinde düşmanın elektronik karıştırıcılarının işe yaramayacağı bir iletişim altyapısına kavuşmuştu ve saldırının başlamasından saatler sonra bile Türkiye’nin her yerindeki birliklerle doğrudan doğruya telefon görüşmesi yapabilecek seviyede iletişim sağlanabiliyordu.” Yazarlar nedense sonradan Türk ordusunu bu kadar aciz göstermeme ihtiyacını duyuyorlar.
    [*]Sayfa 193: “Genelkurmay sürekli hareket halinde olmasına rağmen askeri birliklerle bağlantı devam ediyordu.” Savaşın ilerleyen aşamalarında dahi Silahlı Kuvvetlerdeki iletişim devam ediyor, nedense Irak’taki tugaylara saldırıldığında bu olanak yoktu.

Türk Silahlı kuvvetlerindeki plansızlık ve ileriyi görüş eksikliği

  • Sayfa 64: İçişleri Bakanı’nın Kıbrıs’taki birliklerin Rumların saldırısına “Ne kadar?” süre dayanabileceği sorusuna Genelkurmay Başkanı Hikmet Paşa’nın cevabı, “Bilmiyorum”
    [*]Sayfa 124: Bir Hava kuvvetleri komutanı bu yazılan şekilde aczini ifade edebilir mi? Olanlardan haberi yok izlenimi uyandırılmak isteniyor, “Aldığım son haber hava savaşının devam ettiği yönünde. Ancak boyutları belirsiz.” Türk silahlı Kuvvetlerinde komuta kademesi ne olup bittiğini bilmiyor mu? Malatya Erhaç 7.Ana Jet Üssü komutanının verdiği bilgi, “Bazı amerikan uçaklarının vurulduğu haberleri geliyor. Henüz kesin bir rapor yok.” Uçaklar havalanıyor, kendi başlarına savaşıyorlar, ne olup bittiğini kimse bilmiyor.
    [*]Sayfa 282. Türk Genelkurmay Başkanı Hikmet Paşa düşünüyor, “Neden daha önce bu riski düşünüp gerekli önlemleri almadık, diye kızdı kendine….Allah kahretsin, kesinlikle bir baskına karşı hazırlıklı olmalıydık, diye düşündü.”

Savaş zamanı şartlarına hazırlık da var

  • Sayfa 129: Kitapta ilerledikçe, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin belli bir savaş hazırlığı olması gerektiği düşünülmüş, “Tüm ülkede savaş zamanı şartlarına göre düzenlenmiş özel bir yönetim başlamıştı. Gizli silah depoları açılmıştı, televizyondan ve radyolardan yayınlanan parolayı duyan Ergenekon askerleri hızla görev yerlerine gidiyorlardı.”
    [*]Sayfa 166: Yazılanlardan anlaşıldığına göre Türkiye Cumhuriyeti savaş için pek de hazırlıksız değildi,“…..tam bir çökme olduğu söylenemezdi. Dolar rezervleri tamamen ordunun emrindeydi. Kamu fabrikaları tam hız çalışıyordu, üretimi önemli bazı fabrikalar da devletleştirilmişti. Gıda fabrikaları jandarma timlerinin kontrolünde çalışıyor, işçilere maaş yerine yiyecek ve yakacak veriliyordu.”

Türk askerinin moral bozukluğu

  • Sayfa 67: Irak’taki Deniz Piyade tugayı komutanı İhsan Paşa’nın düşünceleri, “Otomatik tüfeği omzunda, siperler arasında dolaşıp askerin moralini düzeltmeye çalışıyordu. Buna ihtiyaç vardı doğrusu.”

Türkiye’de her şey rüşvetle kolayca hallediliyor


  • Sayfa 105: Bor madenlerini ele geçirmenin, her konuda Amerikalıların yaptığı gibi, rüşvetle mümkün olduğu izlenimi uyandırılıyor, “Adamlar bir madeni almak isteseler birkaç rüşvet verip halledemezler mi?”
    [*]Sayfa 110: Milli İstihbarat Teşkilatında dahi rüşvetin etkili olduğu anlatılıyor, “Amerikalılar her yerde bastırıyor, büyük rüşvetler dönüyor. Daire başkanına beş milyon dolar verildiği, çocuklarının Amerika’da okuması için tüm masraflarının karşılandığı söyleniyor. Rüşvet veriyorlar, olmadı korkutuyorlar.”

Amerikan ordusunun dayanılmaz ve karşı konulamaz gücü

  • Sayfa 14: Amerikalı askerleri açıkça görebiliyordu, çok iyi siper almamışlardı. Savaşmaktan çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Kendilerine ateş edilmesi umurlarında değil gibiydi, birkaç yaralı Türk askerinin ateşi onları korkutmuyordu.” Burada bilinçaltına yerleştirilmek istenen Amerikan askerinin üstünlüğüdür. Amerikan askeri korkusuzdur, özellikle de Türk askerinden korkmaz. Onun için savaş eğlence gibidir.


  • Sayfa 142: Amerikanın gücüne ve teknolojik üstünlüğüne kimse, hiçbir ordu karşı koyamaz, “Türk ordusu çok başarılı bir biçimde karşı koyuyordu. Karşılarında başka bir ordu olsa çoktan onu yok etmişlerdi. Rus ordusu bile Türk ordusu karşısında direnemezdi amma düşmanın elindeki teknolojik güç sayesinde Amerikan ordusuna karşı istenen sonuç alınamıyordu.”
    [*]Sayfa 155: ABD genel karargahında konuşulanlardan bir alıntı, “Tanrım, inanamıyorum. Türk ordusu da bize direnemiyor….Evet bu dünyada ordumuzu yenecek hiçbir güç yok.”
    [*]Sayfa 164: “Amerikan savaş taktikleri bir gerçeği ortaya çıkarmıştı; Amerikan ordusu inanılmaz hava gücü sayesinde bir şeyi kabul ettirmişti ki Amerika ile savaşan ülke, Amerika ile savaşan ülke, bütün sistemini gözden çıkarmak zorundaydı.”

Türkiye gazete ve televizyonlarının ABD taraftarlığı ve çıkarcılığı
Kitabın çeşitli bölümlerinde Türkiye medyasının ne kadar çıkarcı, medyada çalışanların vatansever olmadıklarını telkin eden cümleler ve görüşler var. Amaç gene halkta genel bir güvensizlik yaratmak ve yazılanların da doğruları ifade etmediğini bilinç altına yerleştirmek.

  • Sayfa 154. “Sakın elektriklerini kesmeyin ve televizyon vericilerini vurmayın. Bizim en güçlü silahımız medya…..Kesinlikle katılıyorum. Bütün yaptığımız saldırıları anında bildiriyorlar….İnsanların başlarına gelen şeyi iyi anlamasını istiyoruz. Kendilerine tarih derslerinde öğretilenlerin tersine döndüğünü görmelerini ve şok olmalarını istiyorum. Savunma güdülerini yitirmelerini istiyorum.”
    [*]Sayfa 159: ABD’li saldırganlar tarafından Türk televizyonlarının nasıl kullanıldığı anlatılıyor, “Haberler büyük hızla yayılıyordu, insanların morali üzerinde büyük etkiye sahipti televizyon. Genelde kötüydü haberler ve büyük bir hızla Türk TV kanalları yoluyla insanlara ulaşıyordu.”
    [*]Sayfa 172: Türk ordusunun ve halkının ABD işgaline karşı direnci oluştukça, bu direnci kırmak için medyanın ne durum aldığını gösteren satırlar da fazlalaşıyor, “Televizyonu açtı, ekranda gözlerinin altı şişmiş ve sakalı uzamış bir gazeteci, kameraların kaydettiği görüntüler üzerine yorum yapmaya uğraşıyordu. Görüntüler yorum yapılacak cinsten değildi doğrusu. Gazetecinin gözlerinde kaçak bakışlar, korku gördü. Sanki bir an önce bu kabusun bitmesini ister gibiydi. Sesi kesik ve derinden geliyordu. Aslında Amerika ile anlaşmaya varılabileceğini söylüyordu.”
    [*]Sayfa 174. Türk gizli servisinden Gökhan’ın izlenimleri: “Anıtkabir’deki durumu, Türk ordusundan kalan enkaz, ele geçirilen kasabaları, kentleri, ABD ordusuyla beraber hareket eden basın mensuplarının çektiği insan yüzlerini hatırladıkça kızgınlığı büyüyordu.”
    [*]Sayfa 201: Direnişçilerden Barkın’ın izlenimleri, “Televizyonu açtı… Elektrikler ve televizyon hep çalışır haldeydi. Sanki Amerikalılar bunu isteyerek yapıyorlardı. Evet, evet…İsteyerek yapıyorlardı. Buna şüphe yoktu. Önemli bir silahtı bu onlar için. Yıkımın görüntüsü, kendisinden daha çok etki yaratıyordu.”
    [*]Sayfa 203: Amerikan saldırısı geliştikçe ve Türk ordusunun direnç gösteremeyeceği anlaşıldıkça medyanın işgalcilerle işbirliği yapma dürtüsü de artıyor, “Kaosun gittikçe arttığı bir anda hükümetin – sadece Başbakan – ve askeri kanadın bir araya gelip istişarede bulunması önemli bir olaydı. Bu durum ülkenin geri kalanına iletilirse halkın morali üzerinde olumlu etki yaratırdı. Ancak televizyonlar bu sorumluluğu alamıyorlardı. Eğer o görüntüleri yayınlarlarsa Amerikan güçleri tarafından hemen sorgulanacaklarını düşünüyorlardı. İşgal henüz fiziki olarak tamamlanmamıştı ama insanların beyinlerinde önemli bir kısmı tamamlanmış görünüyordu.”
    [*]Sayfa 227: Washington’da patlayan nükleer başlık Türk halkında bir ümit ışığı doğurmuştu. Bu ışığı söndürme görevini medya yükleniyor, “Oysa sonradan gazetelerde köşe yazarları bu olayın Amerikalıların daha acımasız olmasına yol açacağını, artık yenilgiden sonra bir Türk devleti bırakmayacaklarını söylemeye başladılar. Bu olumsuz görüşler de halkın direncini düşürüyordu.”
    [*]Sayfa 260: “Birkaç gün önce en çok satan gazetelerden birisinin genel yayın yönetmeninin yazısı mantıklı gelmişti onlara ve acaba onun gibi mi düşünmeleri gerekiyordu? Ve bu genel yayın yönetmeni bakın neler yazıyor, “…..Hep güvendiğimiz ordumuz, gelişen teknoloji karşısında yenik düştü ve Amerikan Ordusunun tankları topraklarımızda cirit atıyor. Gelen haberlere göre birkaç gün sonra da İstanbul’a saldırmaya hazırlanıyorlar. Gelin şimdi sakin olmaya ve mantıklı düşünmeye çalışalım…….Evet, ben Amerikan işgaline karşı çıkılmamasını ve onlarla anlaşma yoluna gidilmesini savunuyorum.” Kısacası en akıllıca yapılacak şey teslim olmak.

Yağmacı ve terörist Türk toplumu
Savaş ilerledikçe bu defa da Türk halkını dünyaya kötü tanıtmak ve nefret uyandırmak için gerekli cümleler kitapta yer almaya başlıyor. Bu cümlelerde yazılanlarla, yazılanlar gibi bir durum gerçekleştirğinde, “yağmacılık ve terör hareketleri yapmaya hak kazanırsınız” düşüncesi yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

  • Sayfa 173: “Adana’ya yapılan saldırı nedeniyle halk öfkesini bu üsse yöneltmiş ve üste geride kalan ne varsa yağmalamıştı.”
    [*]Sayfa 212: Türk İstihbaratından Gökhan’ın elinde iki tane nükleer başlık vardır. Bunlardan birini Washington’a yerleştirmiştir. Diğerini de New York’a yerleştirecektir. Bu arada FBI tarafından kıstırılır ve düşünmeye başlar, “Eğer yakalanırsa felaket olurdu. Hem ülkesini, halkını kurtaramamış, hem de ABD’nin eline Türkler aleyhine bir propaganda imkanı vermiş olacaktı. Medya, ABD’nin Türkiye’ye haksız saldırısını tamamen unutturacak, terörist bir halkın cezalandırılması olarak sunacaktı yapılanları.” Bu bölüm çok ilginç bir şekilde Türklerin de terörist olabileceği düşüncesini işlemektedir. Washington ve New York’a konacak atom başlıkları patladığında milyonlarca insan hemen veya kısa bir süre sonra hayatlarını kaybedeceklerdir ki kitapta Washington’a yerleştirilen nükleer başlık patlıyor ve korkulan oluyor. Bugüne kadar nükleer başlıkların teröristler tarafından kullanılabileceği tehdidini içeren pek çok film veya televizyon filmi gördük, fakat hiçbirinde başlıklar patlamadı. Şu işe bakın ki terörist Türkler bu büyük insanlık suçunu işliyorlar. Bunları ezmek için ne yapılsa doğrudur.

Hainler de var tabii kitabımızda

  • Sayfa 198: Bu arada sadece bir yerde halk arasındaki hainlere veya işbirlikçilere de dikkat çekiliyor, “Bazı siviller, ellerinde işaret ışıkları ile gökyüzüne işaret veriyordu. Ve hemen ardından alçaktan uçan bir helikopter bölgeye inip Amerikan Özel Kuvvet askerlerini bırakıyordu.” Nedense bütün kitap boyunca hiç Türk helikopterinden söz yok. Diğer taraftan, ışıkla birileri işaret verdiğine göre bugün bile içimizde Amerikan ajanları var diye düşünelim mi?

Günümüzle paralel olaylar

  • Sayfa 20: “ABD hükümet sözcüsü Türkiye’nin AB ile ilişkilerini kopardığından beri hızla uygar dünyanın karşı kampına kaydığını söyledi.” Kullanılan “uygar dünyanın karşı kampı” deyimi ABD Büyükelçisi Edelman’ın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye ziyareti dolayısıyla söylediklerine ne kadar benziyor.


Bu örnekler kitapdikkatle okunarak çıkarılmıştır. Gözden kaçan satırlar olabilirse de, yukarıda verilen bilgi kitabın amacını yeterince açıklamaktadır kanısındayım.

http://www.inadina.com/inadeski/sayi164/yazi4.htm
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

TSK'da şok istifalar-Müyesser Yıldız

Bugün Vatan Gazetesi’nde Can Ataklı, “ Deniz Kuvvetleri’nden sızan dedikodu”yu yazdı.
Son yıllarda “örgüt-darbe” davalarında en büyük hasarın Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na verildiğini vurgulayan Ataklı, “belli ki ilahlar böyle istiyor. Önce Deniz Kuvvetleri çökertiliyor” dedikten sonra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nı çalkalayan o “dedikodu”yu aktardı.
Donanma Komutanı Nusret Güner Kasım’da istifa etmiş. Gerekçesi, Arkadaşlarımız birer birer hapse atılıyor elimizden hiçbir şey gelmiyor, gelmediği gibi bir de biz buna yardım ediyoruz” olmuş. Nusret Güner istifa etmiş ama, Deniz Kuvvetleri Komutanı Murat Bilgel, “Şu sıradaki bir istifa hepimizi zora sokar, ocak ayı geçtikten sonra tekrar değerlendirirsin” diyerek işleme koymamış.
Can Ataklı yazısını şu soruyla bitiriyor:
“Oramiral Güner bu ayın sonunda istifa kararını tekrar değerlendirecek mi?”
Hemen cevaplayayım; O iş ay sonuna kalmayacak, bir-iki güne çanak çömlek patlayacak.
Bunları yazdık diye fikir değiştirirler mi bilemem, ama yarın o istifa dilekçesi, hatta bizzat Nusret Güner’in Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in makamına çıkacağı söyleniyor. İstifada kararlıymış.
Ve bir diğer bomba dedikodu, sadece Güner değil, donanmadaki 4 amiral daha aynı gerekçeyle istifasını vermiş. Öğrendiğim kadarıyla, “Kararlıyız, dönmek yok” diyorlarmış.
Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan ve Mamak’a kucak dolusu sevgiler
Müyesser Yıldız

http://www.odatv.com/n.php?n=tskda-s...lar-2201131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Başkanlık sistemini savunanlar Babıali Baskını'nı unutmasın

Bugün Talat ve Enver Paşalar'ın başını çektiği bir grup İttihat Terakki üyesinin Babıali Baskını'nı gerçekleştirerek hükümeti devirmesinin 100. yılı.
İttihat Terakki üzerine "100 Yılla Yüzleşme" dizisi kapsamında "100 Yılın Darbesi-Babıali Baskını" ve "100 Yılın Örgütü-İttihatçılar" kitapları bulunan Kerem Çalışkan, Babıali Baskını'nı Hürriyet'e değerlendirdi.
İşte o sorular ve yanıtları:
“Babıali baskını nedir? Bugüne kalan bir ders var mı?
Babıali baskını bir darbedir. İTC’liler Meclis dışında oluşmuş ve Meclis’ten güç almayan ve Meclis’i fesheden bir hükümeti devirmişlerdir. Bu "darbe" ile ilgili hep İTC’liler suçlanır ve onların meşruiyeti sorgulanır. Oysa darbeye yolaçan asıl neden o günkü hükümetin 1912 seçimiyle gelen ve İTC ağırlıklı Meclis’i feshetmesidir. Üstelik İTC’liler tutuklanmaya ve hapse atılmaya başlamıştır. Bu nedenle İTC’lilere kızanlar, biraz da o şartlarda kim Meşrutiyet Meclisi’ni hangi yapay nedenlerle ortadan kaldırdı, ona bakmalı...
"BAŞKANLIK SİSTEMİ SEÇİLMİŞ SALTANAT"
Bugün de Meclis sistemini ve TBMM’nin "Hakimiyet milletindir" ilkesini kaldırıp, yerine başkanlık sistemini getirmek isteyen çalışmalar var. Bu, "seçilmiş saltanat" sistemi demektir. Kendi tarihimiz bunun tehlikeli bir yol olduğunu göstermeye yeter...
Babıali baskını olmasa ne olurdu?
Babıali baskını olmasa veya başarısız olsa, muhtemelen İTC tümüyle tasfiye olurdu. Tarihin akışı başka bir seyir izlerdi. Osmanlı İmparatorluğu bir yanda Almanya-Avusturya, diğer yanda İngiltere-Rusya-Fransa’nın kapışması sırasında, paylaşım alanlarından birisi olarak yine savaşa sahne olurdu. Ancak tümüyle savaşın dışında kalması zor bir ihtimaldi. Ancak İTC tümüyle tasfiye olsa, herhalde Mustafa Kemal de ortaya çıkamaz ve "Kurtuluş Savaşı" verilemezdi. Çünkü bu savaşın belkemiğini ve M. Kemal’in çekirdek kadrolarını da İTC’liler oluşturdu.
"İTTİHATÇILAR DARBECİ ZİHNİYETLE SUÇLANAMAZ"
İTC’liler günümüzde de "darbeci zihniyetin" atası olarak biliniyor ve hala eleştiri okları onlara yöneliyor.
Bence o yaklaşım da yanlış ve kasıtlı. İTC bu ülkeye "Anayasa, Meclis ve Meclis’in üstünlüğünü" getiren siyasi harekettir. Bugün bu ülkede bu demokratik kavramlar özgürce telaffuz ediliyorsa, İTC’liler sayesindedir. Asgari tarih bilgisi olan bunu anlar. Günümüzde bazıları dedelerinin bile kıymetini bilmediği için, demokrasiyi savunmaları zorlaşıyor.
"KOMÜNİST YERİNE ULUSALCI DENİR OLDU"
İTC’liler ulusalcı mıydı?
Günümüzde en popüler suçlama "ulusalcı" oldu. Artık "komünist" kelimesi gibi kullanıyor. Hayır, İttihatçılar ulusalcı değildi! Osmanlı milletini ve İttihad-ı Anasır’ı (Unsurların Birliği) savunurlardı. Bu hangi milliyet ve dinden olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarının kardeşliği demekti. Türk, Rum, Ermeni, Kürt, Bulgar, Sırp, Yahudi (Musevi) tüm milliyet ve dinlerin kardeşliği. İTC’nin temel sloganı buydu. Ancak önce Bulgar ve Rum milliyetçiliği patladı. Onları teröre dayalı Ermeni milliyetçiliği izledi.
Hele Balkan Savaşı’nda, Türk ve Müslüman unsur Rumeli’de katliama uğrayınca (600 bin ölü, 900 bin göçmen) Türklerin Türklüğü akıllarına geldi. Ellerinde geriye sadece Anadolu ve "Türk unsuru" kaldı. Bundan bir "ulus-devlet" yaratma fikri yine de İTC’ye değil, Mustafa Kemal’e aittir. Mustafa Kemal bunu 1906’dan beri savunmuş, ancak İTC’ye kabul ettirememişti. Ulusalcılık şerefi, İTC’ye değil, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına aittir.
"TARİH BİLİNSE 'DARBE GEYİĞİ' YAPILMAZDI"
Babıali darbesi ile Balyoz davasının ilişkisi var mı?
Balyoz davası bir seminerde ele alınan senaryoya dayanıyor. Yapılmayan bir darbe, adeta yapılmış veya yapılacakmış gibi yargılanıyor. Bu seminerdeki senaryoda, bildiğimiz kadarıyla ilginç bir şekilde "düşmanın Trakya’dan girdiği ve içerde gerici isyanın başladığı" şartlar ele alınıyordu. Yani 1912 Balkan Savaşı şartları ve 31 Mart isyanı birlikte patlak verirse ne olur? üzerine bir düşünce. Aslında İTC’nin Babıali darbesi tam da bu şartlarda yapıldı. Düşman Trakya’dan girip Edirne’ye dayanmıştı. İçerde 31 Mart zihniyeti iktidardaydı. İTC bu şartlarda "Babıali baskını"nı yaptı.
Eğer 100 sene öncesi doğru okunsaydı, böyle şartlarda askeri müdahale veya "darbe"nin senaryosu, geyiği ve tiyatrosunun yapılamayacağı anlaşılırdı. Galiba daha çok tarih okunması gerekiyor...”


http://www.odatv.com/n.php?n=baskanlik-sistemini-savunanlar-babiali-baskinini-unutmasin-2301131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Erdal Sarızeybek, ‘TGB, Türkiye Gençlik Birliğini İzleyiniz’

Ne Mutlu Türk’üm demeye insanlarımızın korkutulmaya çalışıldığı bir dönemde, Gazi Paşa’ya dil uzatma alçaklığına cüret edildiği bu dönemde TGB açık, meydanlarda ve haykırıyor: Ne Mutlu Türk’üm Diyene! Gazi Paşa’nın Türk Gençliği’ne vasiyeti olan GENÇLİĞE HİTABE’nin kaldırılmaya çalışıldığı bu dönemde TGB Meclis’te açık açık haykırıyor; “Ey Türk Gençliği, Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.”
Üniversitelerin sustuğu, sendika, oda, borsa, ocak gibi sivil toplumun sustuğu, susturulduğu ve etkisizleştirilmeye çalışıldığı bu süreçte…
Anayasa ile teminat altına alınmış demokratik hak ve özgürlüklerini meydanlarda kullanmak isteyen işçilerimize en ağır polis şiddetinin uygulandığı, nerdeyse doğruyu söyleyenin hapse atıldığı böylesi bir dönemde…
Belki de en acısı Türk Tarih Destanı Ergenekon’un bir korku ve baskı aracı olarak kullanılarak, Türk Milleti’ni, bizi kendi yaratılış destanımızın adı ile sindirmeye ve tepkisizleştirmeye çalışıldığı bu süreçte…
Halkımızın borçlandırılarak, işçimizin dövülerek, öğrencimizin hapse atılarak, basılmamış kitaplar toplatılarak Türk Milleti’ne ve cumhuriyetimize güç veren tüm kavram ve değerlerin yok edilerek yalnız, çaresiz, güçsüz gösterilmeye çalışıldığımız bu süreçte, görmüyor musunuz, Türkiye Gençlik Birliği haykırıyor; “Cumhuriyeti korumak, muhafaza ve müdafaa etmek için kudretimiz damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur!”
Bu yiğit, akıllı ve korkusuz gençler bizim gençlerimiz, bu cumhuriyet bizim!
Türkiye Gençlik Birliği(TGB) tarihsel bir vazife üstlenip Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk Milleti’nin, bizim tarihimiz, bugünümüz ve geleceğimize sahip çıkmasını bilmiştir.
Hem gurur duyuyoruz bu gençlerimizle, hem de kutluyoruz onları, böylesi zor bir dönemde geleceğimizi aydınlatan bir umut ve bir ışık oldukları için.
Onları yalnız bırakmayalım, destekleyelim, güçlerine güç katalım, çocuklarımız ve geleceğimiz için…
Erdal Sarızeybek

http://www.ulusalbakis.com/erdal-sar...zleyiniz.html/
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Unutulmayan Lider Josip Broz Tito’nun Hikayesi

27/10/2003



Yazan: Darijo Cerepinko

Hırvatistan, Zagrep



1067278331tito_oyuncular_agliyo.jpg
Günlerden 4 Mayıs 1980, saatler ise tam olarak öğleden sonra 3.05. Devlet televizyonu, Sosyalist Federatif Yugoslavya Cumhuriyeti Başkanı yoldaş Tito’nun Ljubjana’daki hastanede hayatını kaybettiğini söylediği an, tüm ülkede inanılmaz bir acı ve yas havası hakim oldu. Yugoslavya’da zaman durmuştu. Sokaklar arabalarla doluydu ama şaşkın sürücülerin hiçbiri arabalarını kullanamıyordu. Televizyon yayınını kesti, aynı şekilde tüm sinema ve tiyatro gösterileri, hatta Hırvat Hajduk Split ile Belgrad’tan Sırp Partizan takımları arasında oynanmakta olan futbol maçı da durduruldu. O anda tüm oyuncular ve taraftarlar, hatta stadyumun kendisi bile ağlıyordu sanki.




O an, tarih kitaplarına girecek bir andı bence. Yugoslavya bir araya geldi ve onun izinden gitmeye, onun inançlarını korumaya karar verdi. Bu inançlar, uzun zamandan beri Güney Slavları’nın başına gelen en güzel şeydi. Ya da en azından öyle görünüyordu.



“Aslında Herkes Ağlamıyordu”

Gerçekçi olmak gerekirse o gün o stadyumdaki herkes ağlamıyordu. Bazıları eski diktatörün (onlar böyle adlandırıyordu!) ölümünü çok büyük bir hazla kutluyorlardı.



Tito’nun rüyası; Yugoslav Federasyonu diye bilinen, Mareşal Tito’nun muhteşem mirası, 10 yıldan kısa bir süre içinde çok fazla kan dökülerek ve adeta yırtılarak yok oldu. Daha sonra, uzun yıllar boyunca burada, Hırvatistan’da Tito’nun adı öyle sıkça anılmaz oldu. Yeni ideolojiler ve yeni “tarih yaratıcıları” onun anısının üzerinde adeta bir bulut oldular.



Tito ve Muhalifleri

İlk Hırvat Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman’ın (Hırvatistan 1991’de bağımsızlığını aldıktan sonraki ilk Cumhurbaşkanı) o Mayıs günü, Tito için ağlayıp ağlamadığına dair bir kelime ne konuşuldu ne de yazıldı. Tudjman, o eski günlerin çok büyük bir parçası olmasına rağmen, o günlerden pek de övgüyle söz etmedi. Franjo Tudjman, Tito hayattayken, o dönem kabul edilenden tamamen farklı düşüncelere sahip olduğu için 1970’lerde hapse atılmıştı. Bu durum, 1990’larda Hırvatistan ilk özgür, çok partili, demokratik seçimlerine giderken çok büyük bir kozdu. Tudjman seçimleri kazandıktan sonra, “eski yaraları iyileştirmeye” çalıştı ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında farklı taraflarda birbirine karşı savaşan Hırvatları bir araya getirmeye çalıştı.



Yani bu günlerde, adı son 50 yılda sıkça anılan birini anmak çok da hoş karşılanabilecek bir şey değildi. Bazı kimseler için modern Hırvat tarihinin en karanlık çağlarını sunan bir isim; Josip Broz Tito! Yugoslavya Federasyonu, Demir Perde’nin arkasındaki komünist ülkeler içindeki en demokratik ve en açık ülke olmasına rağmen Tito’nun rejimi, komünizm ve diktatörlükle yönetilen diğer ülkelerin tarzıyla savaşıyordu rakipleriyle. Bu savaş, Tito rejimi muhaliflerini, rakiplerini hapse atma ya da idam etme noktasına kadar varabiliyordu.



1067278344tito_zagrep.jpg
Hırvat Anti Faşist


1990’larda Franjo Tudjman ve daha da önemlisi çevresindeki onca insan, Hırvatistan’ın başkentinden yarım saat mesafede doğmuş birini, Tito’yu aniden unutuvermişti. Onun ismi artık anılmaz olmuştu. Diğer taraftan Hırvatistan Cumhurbaşkanı Tudjman, 50 yıl önce Anti-Faşist harekette aktif rol alan, dünyadaki tek başkandı. “O, Tito’nun emekli bir savaş generaliydi!”



Ancak bugünlerde, ölümünden 23 yıl sonra, bazı şeyler değişti. Pek çok Hırvat, Tito’nun Hırvatistan tarihindeki en büyük politikacılardan biri olduğunu bir kez daha kabul ediyor ve pek çok Hırvat, o günleri çok yoğun duygularla anıyor.



Şu andaki Hırvat Cumhurbaşkanı Stipe Mesic, (Tudjman’ın 1999’da vefat etmesiyle görevi devraldı) Tito’yu pek çok kez saygı ve büyük bir gururla andı. Bulduğu her fırsatta, özellikle o dönem Avrupa’sında çok yalnızlık çeken ve Nazi’lere karşı başarılı bir biçimde savaşan Hırvat Anti Faşistleri’ni hatırlattı. Liderleri, Tito’ydu! Pek çok kişi tekrar Tito’nun Soğuk Savaş Dönemi’nde “Bağlantısızlar Hareketi”ndeki önemli rolü hakkında konuşmaya başladı. Bu kişiler arasındaki en geçerli kanı, o dönemin, dünya barışı ve medeniyeti için yapılmış en büyük Hırvat katkısı olduğu.



Pek çok insan, Tito’nun hayattan nasıl keyif alınması gerektiğini iyi bildiğini söyler. Dünyayı dolaşmak, dünyanın en ünlü film yıldızlarıyla, politikacılarıyla, işadamlarıyla bir araya gelmek… Tabii ki bütün bunları yapabilmesini sağlayan şey; herkese hediye edilmeyen o güçlü karizmasıdır.



Hala, oldukça saygı duyulması gereken sayıda bir grup da, Tito’nun “düşünce ve seçim özgürlüğünü savunan pek çok muhalifinin ve rakibinin -ve tabii ki yarım yüzyıl boyunca Hırvatistan’ın bağımsızlığı için komünizm karşıtı mücadeleye katılan pek çok kişinin- ölümünden veya acılarından” sorumlu olduğuna inanıyor.



Tüm Güney Slavları’nın en harika oğlunun adı, hayattayken bile sayısız şarkıda, hikayede ve filmde anılmıştı. Bazı kişiler sessizce, tüm bunları hiçe sayarak onun putlaştırıldığına inandı. Ölümünün üzerinden on yıl geçmeden önce ise, bu düşünceyi dile getirecek kadar cesur olan pek az kişi vardı.



“Tito Meydanı’nın, Zagreb’in En Güzel Meydanı Olduğuna ve Dünyada Bir Eşinin Daha Olmadığına İnanılır”

Tüm bu hareketli yıllar süresince, Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’in en ortasındaki meydana Tito’nun adı verildi. Bu meydanın Zagreb’in en güzel meydanı olduğuna ve dünyada bir eşinin daha olmadığına inanılır. Meydanın adını değiştirmek için zaman zaman fikirler öne atılsa da şimdiye kadar hiç kimse bunu yapmaya cesaret edemedi. Zaten bugünlerde bunu gerçekten çok az insan istiyor.



1067278356tito_evi.jpg
Bu hareketli yıllar boyunca önemli bir başka yer daha vardı. Zagreb’in kuzeybatısında kalan, yeşil tepeleri ve üzüm bağlarıyla Hrvatsko Zagorje bölgesinin en canlı yerlerinden biri: Tito’nun doğduğu ve artık anıtlaşmış olan Kumrovec köyü.




1990’lardaki son savaştan önce Kumrovec, bölgenin en çok ziyaret edilen yeriydi. Geziler ve öğrenci grupları için günlük turlar düzenlenirdi. Ancak yıllarca –neredeyse tüm 90’lar süresince- Mareşal Tito’nun doğum yerini görmeye pek az insan gelir oldu. Bu sene ise, Tito’nun 6.000 civarında takipçisi 5 Mayıs’ta orada bir araya gelerek pek çok kez yadsınan ama asla unutulmayan Josip Broz’a saygılarını gösterdiler. Ziyaretçiler eski Yugoslavya Federasyonu’nun ve Avrupa’nın pek çok köşesinden geliyordu.



Bugün, Tito’nun anıtlaşmış köyü, bir etnografya müzesine dönüştürüldü. Tekrar pek çok ziyaretçi grubu, küçük, tahta damlı kulübeyi ve ünlü beşiği görmeye geliyorlar; içinde 20. yüzyılın en ilginç ve en entrikalı isimlerinden birinin doğduğu yere…



Çeviren:Ahmet Görmez

http://ilef.ankara.edu.tr/akildefteri/yazi.php?yad=2572
 
Son düzenleme:

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Tito’yu Nasıl Bilirsiniz?

27/10/2003



Yeta Bütüç

1067279246titobooks.jpg


Balkanlar tarihinde bir rüya, bir kabus ya da tam adını koyamayacağımız bir zaman dilimi, bir devlet başkanı…Dönem, 1945-1980 yılları arası, başkan Tito ve yer, “BAL kadar tatlı ama KANla dolu” Balkanlar… Tito, 1945 yılından, hayatını kaybettiği 1980 yılına kadar Sosyalist Yugoslavya Federasyonu Başkanlığını yaptı. Josip Broz Tito, Mart 1945’te Başbakan seçildiğinde, Almanları ülkeden kovmayı başarmanın mutluluğunu yaşayan Yugoslavlar birleşti ve ülkenin tüm kontrolünü Tito hükümetine devretti.



“Balkanlılar” denize düşünce yılana mı sarılmıştı, yoksa onlar için en doğru olanı mı bulmuşlardı? Bu sorunun, o dönemde de tek bir yanıtı yoktu, şimdi de… O dönemde savaş yoktu; peki ama barış var mıydı? Ya da barış kimin içindi? Tito döneminde Balkanlar’da hiç savaş olmadı diyebiliriz; ama hiç kan dökülmedi, insanlar eşitler ülkesinde mutlu mesut yaşadılar da diyebilir miyiz? Bu kadar masalsı bir dönem ve “iyi” adamın ölümüyle acı sonla biten, kötülere, savaşçılara kalan bir ülke… Hayat, hiç kimse için bu kadar masalsı değil; Balkanlar için hiç değil! Tito’nun yönetiminde, bazıları ülkesinde ve savaştan uzak yaşadı; bazıları ise hem ülkesinden, hem barıştan uzak yaşadı. Bütün bunlar kimin seçimiydi, bir dönem kimin hayatını yaşadı Balkanlılar?



Sınırları içinde Slav kökenli halkların yanı sıra Çingeneler, Arnavutlar, Makedonlar ve Türkler gibi pek çok farklı etnik grup olmasına rağmen, “Güney Slavlarının Ülkesi” adı altında birleştirdiği Yugoslavya’nın geleceğine inanıyor muydu Tito? Yoksa aldığı eleştirilerdeki gibi, gerçekten yaptığı; “tarihi, onu yaşayanlardan saklayarak” hayali bir ülke yaratmak mıydı?



Belki de iktidarda kaldığı 35 sene boyunca söyle(ye)mediğini ölümünden birkaç ay önce kendisini ziyarete gelen eski ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı W. Averell Harriman’ın “peki sizden sonra ne olacak?” sorusuna cevaben söylemişti: “Beni anlamıyorsunuz. Ben Partizanların lideri olarak başa geçtiğim zaman tüm ülke beni destekledi. Bir daha asla böyle bir şey olmayacak. O dönemde savaş nedeniyle bu kadar büyük bir güce kavuşmuştum. Bir tek ardıl seçmem olanaksızdır. Sonuçta ülkeyi bölünmekten kurtarmanın yolu yoktur!”



1067279265tito_ilk_fotosu.jpg
Peki, ölümünden 23 yıl sonra, bugünün Balkanlı gençleri ne düşünüyor Tito için? Tito’yu nasıl biliyorlar, nasıl yorumluyorlar o yılları? “O yıllardan miras kalanlarla” büyüyen, değişimi yaşayan, savaşı yaşayan Balkanlı gençlere sorduk; Balkanlar’ın sustuğu dönemi… Onlar da, kendilerine anlatılanları, yaşadıklarını, hissettiklerini, çelişkilerini kaleme aldılar Akıl Defteri için. Raftaki defterlerimizin arasına eklediğimiz “Tito’yu nasıl bilirsiniz?” dosyasında, iyisiyle kötüsüyle Balkan tarihi için oldukça tartışmalı bir dönemin izleri var.




Bazıları, “Parlak renkli bir limuzinle dolaşan, şişman purolar içen Devlet başkanlarının geriye demokrasiden vazgeçme bedelini ödemiş bir barış ortamı bıraktığını” düşünüyor. Bazıları, ülkesinin şimdiki durumunun o günlerden daha iyi olmadığını söylüyor. Bazıları da, bugün onun arkasından yas tutan ve “Yugoslavya, harikalar diyarı” nostaljisini yaşayan insanları garipsediğini söyleyerek; “Ondan sonra gelenlerin daha iyi olduğunu düşündüğüm için değil ama biliyorum ki Tito’nun Yugoslavya’sı sadece bir teneffüstü. Katliamlar için kısa bir uyku dönemi ve Batı kredileri, Rus silahları ile ev yapımı ideolojik uydurmaların desteklediği bir ilizyondu sadece” diyor.



Balkanları anlamak için, Balkanları “yaşamak” gerekir derler. Çünkü, orada bazen herkes haklıdır.



1067279278tito_tutuklandi.jpg
Tito Kimdir? Kısa Bir Tarihsel Bilgi…


1892 yılında Hırvatistan’ın Kumrovec bölgesinde Sloven bir anne ve Hırvat bir köylü babanın oğlu olarak doğan Tito -ya da gerçek adıyla Josip Broz- Birinci Dünya Savaşı sırasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı, savaşta yaralanarak Rusların eline esir düştü. 1917 Rus Devrimine Bolşeviklerin tarafında destek veren Josip Broz, 1918 yılında savaşın bitmesiyle, daha sonra Yugoslavya adını alacak olan, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’na döndü. Doğduğu ülke olan Hırvatistan’a dönüş sebebi, yasadışı olarak Komünist Parti’nin örgütlenmesini sağlamaktı. Yakalanarak hapse atıldı ve 1928’den 1934 yılına kadar hapiste kaldı. Hapishane günleri sırasında Tito takma adını aldı. Hapisten çıktıktan sonra (önce Komüntern ve ardından Komünform adını alan) Komünist Enternasyonal’de görev yapmak için Moskova’ya gitti.



1936 yılında Komünist Parti’yi resmen kurmak için Yugoslavya’ya geri döndü ve 1937’de Yugoslav Komünist Partisi’nin (YKP) Genel Sekreterliği görevini üstlendi.



Nazi Almanyası 1941 yılında hem Yugoslavya’yı hem de SSCB’yi işgal edince Tito tüm Yugoslavları Nazilere ve onları destekleyen Faşist Hırvatlara (Ustaşalar) karşı direnmeye çağırdı. 1942 yılında geçici ve Komünist politikaları güden bir hükümet kuran Tito, bu hareketiyle Çetniklerle (Monarşi isteyen aşırı milliyetçi Sırplar) karşı karşıya geldi.



1944 yılında savaşta Almanya’nın karşısında yer alan müttefiklerin de desteğini alan Tito, Mart 1945’te Başbakan seçildi. Yıl sonunda Almanları ülkeden kovmayı başaran Yugoslavlar birleşti ve tüm kontrolü Tito hükümetine devretti. Monarşi’den Demokrasiye geçişle ilgili herhangi bir referandum yapılmadı. Çünkü Tito, ülkeye tek partili sistemi getirmişti.



Tito, 1945 yılından itibaren 35 yıl boyunca Sosyalist Yugoslavya Federasyonu Başkanlığını yaptı. Bu süre zarfında, Soğuk Savaş’ın gerilimli ortamında “Bağlantısızlar Hareketi”ne de öncülük etti. Josip Broz Tito, 4 Mayıs 1980 tarihinde Slovenya’nın başkenti Ljubljana’da hayatını kaybetti.

http://ilef.ankara.edu.tr/akildefteri/yazi.php?yad=2575
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Özgür Irak Ordusu mensupları Ankara Gölbaşı’nda eğitildi- Fikret Akfırat


Suriye’de 22 aydır Batı desteğiyle rejime karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu’nun Irak versiyonu Özgür Irak Ordusu mensuplarının Türkiye bağlantısı ile ilgili çok önemli bir bilgi ortaya çıktı. Aydınlık’a bilgi veren Türkiye’nin dış Türkler içindeki çalışmalarında yer alan bir kaynak, Özgür Irak Ordusu mensuplarının Ankara Gölbaşı’nda eğitim aldıklarını belirtti. Kaynağın verdiği bilgiye göre, geçen yılın sonbaharında Ankara’ya Irak’tan eski rejimde görev yapan bazı eski askerler geldi ve görüşmeler yaptı. Ayrıca kaynağın “Haşimi’nin adamları” sözleriyle nitelediği bazı kişiler, Ankara Gölbaşı’nda askeri eğitimden geçirildi.
Ankara Gölbaşı’nda hem Polis Özel Harekat’ın hem de Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın eğitim tesisleri bulunuyor.

İZZET EL DURİ ANKARA’DA İDDİASI

Musul’da köklü bir aşirete mensup olan Saddam yönetiminde devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı olan İzzet İbrahim El Duri’nin de Maliki Hükümeti’ne karşı Ankara ile işbirliği içinde olduğu iddia edildi. Aydınlık’a bilgi veren Iraklı bir kaynak, Bağdat’ta konuşulanları anlattı. Iraklı kaynağın verdiği bilgi şöyle: “İzzet El Duri, uzun süre Suriye’de yaşadı. O dönem, Irak’ta ABD karşıtı direnişi yönettiği iddia ediliyordu. Ancak bu doğru değil. Duri’nin Irak’ta ‘direniş grubu’ olarak adlandırılan kimi kesimlerle irtibatı vardı. Suriye yönetimi bir süre sonra İzzet El Duri’yi yolladı. Önce Ürdün’e giden İzzet El Duri, daha sonra Ankara’ya geldi. Bağdat’ta, kendisine Ankara’da bir ofis verildiği ve buradan Maliki Hükümeti’ne karşı çalışmalar örgütlediği konuşuluyor.” Maliki Hükümeti’ne yakın Bağdat’taki kaynağımız, Tarık Haşimi gibi İzzet İbrahim El Duri’nin de AKP Hükümeti ile Maliki Hükümeti’ni devirmek üzere anlaştığını ileri sürdü. Anlaşma ise şöyle: Duri, Maliki’yi devirmek için AKP’ye destek verecek, Duri ise Musul’u AKP’ye verecek! Kaynağımız gülerek ekliyor: “Sanki Musul, Duri’ninmiş!”

ÖZGÜR IRAK ORDUSU-DURİ PARALELLİĞİ

İzzet İbrahim El Duri, 2003’teki Amerikan işgalinin ardından 9 yıl ortalarda görünmemiş, Nisan 2012’de ise Al Arabiya televizyonunda yayınlanan bir video görüntüsüyle ortaya çıkmıştı. İzzet İbrahim el Duri, bu görüntülerde, Irak’ta İran işgali olduğunu ileri sürüyor ve sorumlu olarak Maliki Hükümeti’ni gösteriyordu. Maliki Hükümeti’ni devirmek için çalışacağını açıklayan Duri ile Özgür Irak Ordusu’nun kuruluşu sırasında ilan ettiği politika arasındaki paralellik dikkat çekici.
Özgür Irak Ordusu kuruluş amacını, Irak'ta yoğunlaşan İran işgalini kırmak olarak ilan etti.Özgür Irak Ordusu, İran’a karşı savaşmak, Sünni direniş cephesini çatısı altında toplamak ve Suriye silahlı muhalefetine destek vermek olarak açıklamıştı. Grubun, Suudi Arabistan ve Katar’ın finansal desteğinin yanısıra Türkiye’nin operasyonel desteğiyle faaliyet yürüttüğü ve ikiz kardeşi Özgür Suriye Ordusu gibi, Türkiye topraklarında sınırda kampları bulunduğu kaydediliyor. Grup bünyesinde ABD’ye çok yakın olduğu bilinen ve politikasının merkezinde Şii-İran düşmanlığı olan Uyanış Konseyi gibi grupların yanısıra, çok sayıda irili ufaklı İslamcı grubun bulunduğu belirtiliyor. Tarık Haşimi’nin de Özgür Irak Ordusu çalışmalarının merkezinde yer aldığı Ankara ve İstanbul’da grubun kuruluş çalışmalarına aktif olarak katıldığı bildiriliyor.

Fikret Akfırat

http://www.ulusalkanal.com.tr/ozgur-...akale,897.html
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Sayın Diktatörüm afiyet olsun- Nihat Genç



Platon ününü hiç kaybetmemiş Devlet kitabında ‘tiran’ı şöyle açıklar, ‘uykuda ahlak irade çekildiğinde benliğiniz artık herkesle seks yapar ve önüne koyulan her şeyi yemeye başlayıp canavarlaşır’.
Ve hepimiz biliyoruz ki II. Dünya Savaşı’nın bütün suçu sadece Naziler’in değil Naziler’in ele geçirdiği KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI’nın üstüne yıkılmıştır ve doğrudur.. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı bilim adamları ne yapalım da bir daha böyle bir diktatörlüğün kurulmasına izin vermeyelim, sorusuna cevap olarak, KİTLE İLETİŞİM araçlarının tümünü ‘iktidar’a vermemeliyiz diyerek yola çıkmışlar ve bugün elinize aldığınız ders diye okuduğunuz demokratik katılımcı iletişim teorilerini hem inşa etmişler hem en temel yasalar haline getirmişlerdir..
Ama galiba bu topraklarda bunu zırnık beceremedik.. KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI artık tek bir güç’ün elinde.. İstediği HİSSİYATI toplumun her kesimine anında yayıyor, anında, algı kanaat oluşturuyor, anında diktatörün kişisel histerisini geniş kitlelere bulaştırıyor, daha iki gün önce başbakanımız Avrupa’nın son yetmiş yıllık tarihinde hiç görülmemiş şu savaş çığlığını attı: ‘Suriye’ye gireriz’ ve medyada çıt yok..
Ve yazarlar tutuklanıyor, askerler tutuklandı ve şimdi avukatları seri halinde yaka paça sürükleyerek tekme tokat tutukluyorsunuz..
Kardeşlerim, hayatta en zor olan şey, oluşturulmuş bu histeriye karşı çıkabilmektir.
Şayet geniş kitleler de diktatörü gibi çılgınlığa sürüklenmişse bu gidişe dur demek bu felaketin önünü almak imkansızdır..
Gençliğimizde pek itibar ettiğimiz Aldous Huxley’in Yeni Dünya’sını bir daha hatırlayın, romancımız bir ilaç icat etmişti, ÇOK SORU SORULMASINI engelleyip YAYGIN BİR İYİLİK HALİ yaratmak için..
Bu ilacı Türkiye’de kimler icat etti..

Yazarlar, askerler ve sonunda avukatlara kadar gelen bu tutuklamaları hala ileri demokrasi ya da YAYGIN BİR İYİLİK HALİ olarak algılanmasını sağlayan kimlerdir?
Yetsin artık, herkes geriye dönüp, şu son beş yılda kimler neleri yazdı, kimleri pişpişledi bir daha baksın..
Hergün medyada beşyüzün üstünde köşe yazarı ve bu yazarlar her Allah’ın günü onbinin üstünde özgürlük, demokrasi kelimesi geçiriyor, yetsin artık, akla kara belli olsun..
Amerikan işgalini DEKORE etmekten vakitleri yok sanırım..
Amerikan işgalini PARAZİT yayıncılıklarıyla ört bas etmekten işleri başından aşkın sanırım..
Kardeşlerim, bu ‘histeri hissiyatı’ bulaşıcıdır ve görünen o ki DURACAĞI BİR YER YOKTUR…
Ve geldiğimiz yere bakın şimdi içerde binlerce insan ve dışarıda gittikçe büyüyen bir HİSTERİ’yle korunmasız başbaşayız..
Unutmayın, modern toplumda gazetecilik ve yazarlığın en büyük günahkarlığı iktidarla uyum içinde olmaktır.
Nihat Genç

http://www.odatv.com/n.php?n=sayin-d...sun-2101131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Mümtaz İdil: Galatasaray Üniversitesi nasıl yandı

Aşağıda yazacağım hemen hiçbir şey bana ait değil.
Bir yangında duman yandığı binadan dışarı çıkar ve hava içeri girer. Bu basıncın eşitlenmesi demektir ve yangının oksijen almasıdır.
Bir yangın çatıdan başladığında çok daha yıkıcı olur. Ahşap bir ya da iki katlı binalarda hızlandırıcı (burada benzin olabilir) dökerseniz, bütün binayı yakabilirsiniz, ama beton binalarda temelden yukarı diye bir kundaklama olamaz. Kundaklama tepeden başlar, çünkü o çöküşü sağlar.
Ama bir kundaklama söz konusu değilse, üst katlarda çıkan bir yangının bütün binaya yayılması söz konusu bile olamaz.
Patricia Cornwell bir romanında yangınla cinayetleri işliyor ve yangın çıkışını uzmanlardan aldığı bilgilere göre şöyle anlatıyor: “Yüksek ısı yangını, evin bir köşesinden diğerine kadar sabit. Alevler o kadar yüksek ki, üstteki iki katı ve içindeki her şeyi yakmış. Burada bir elektrik lambasından, ya da prizde unutulan ütüden ya da aleve alan yağ tavasından söz etmiyoruz. Bunun ardında daha büyük ve zekice bir şey var.” (Altın Kitaplar Başlangıç Noktası, Çev.Zeliha İyidoğan Babayiğit, s.46)
KUNDAKÇILAR GALATASARAY’I KUNDAKLAYAMAZ
Bir kibritle yangın çıkarmak için kerosen, gaz, çakmak gazı, tiner, solvent, lamba yağı gibi hidrokarbon petrol türevlerinin olması gerek. Tüm bunlar, bir kibritle büyük yangın çıkarmak isteyen kundakçılar için uygun seçimlerdir.
Bu tür hızlandırıclar olay yerine döküldüğünde buharları yanarken bu sıvılar gölleşip akmaya devam eder, kumaş yada yatak ve halılar tarafından emilir. Çevredeki mobilya veya döşemelerin altına girer. Suda çözülmezler ve kolayca temizlemenin bir yolu da yoktur.
Yani, bir kibritle bir evi yakamazsınız, mutlaka hızlandırıcı kullanmak zorundasınız ve bu hızlandırıcılar tiner, solven veya yanıcı yağların dışında bir şey olmak zorundadır.
Basit anlamda kundakçılar, Galatasaray Üniversitesi gibi bir binayı kundaklayamaz. Bunun profesyonel bir hamle olması şarttır.
Diyelim ki, bir öğretim görevlisinin odasında unutulan bir su ısıtıcının yarattığı elektrik kontağından bir alev ortaya çıktı ve bu da perdeleri ve masayı tutuşturdu. Bu, bütün binayı yakacak derecede bir ısı asla yaratamaz. “Bir kilim veya battaniyenin tutuşması” böyle bir yangını yaratamaz.
Burada dört aşama vardır: İlki yangın ya da yangından yükselen sıcak gazlar, alevler ve duman sütunudur. Normalde gelişme böyledir. Ancak gazlar alevlerin üzerine yükseldikçe daha serin ve yoğun haline gelirler. Yanma ve yan ürünleriyle birleşerek sıcak gazlar aşağıya yönelirler. Eğer yeterince oksijen alabilirlerse ısı altı yüz derecenin üzerine çıkar ki, bu da yangının tüm binayı kaplamasına neden olur.
Kundakçılığı gösteren tek bir kanıt bile bulamazsınız. İkinci derecede kanıtlar bulursunuz, bu da soruşturma açmanızı engeller. Alevlerin altı yüz dereceye ulaştığını varsayın, havalandırma açıklığı, yüzey, yakıttan alacağı enerji ve yangının çıkış noktası… Yani öğretim üyesinin odasındaki halılar ve perdeler… Tüm bunlar böyle bir yangını çıkartabilecek güçte değildir. Ama yangın sonuçta tüm delilleri yok eder ve elinizde bir tek “elektrik kontağı” mazereti kalır.
Hareketsiz, yani bizim yetkililerin söylediği gibi “elektrik kontağından” çıkan alevin yüksekliği taş çatlasa 60 cm. olur, oysa Akif Beki’nin söylediği ve bizim gördüğümüz gibi alevler altı metrenin üzerindeydi (Beki on metre diyordu).
MADIMAK’TA OLDUĞU GİBİ
Biraz da sıcaklıktan söz edelim: Alevlerin en az iki buçuk metre, sıcaklığın ise bin sekiz yüz derece olması gerekiyor böyle bir yangın için. Basit kundakçılıkta yangınların yüzde sekseni yerden yukarı doğrudur, başka bir deyişle radyan ısı sürekliliği. Yani, elektromanyetik dalga biçiminde yayılan ısının hemen her yöne eşit derecede yayılması. Alev aynı zamanda sıcak gazlar şeklinde 360 derecelik eşit ısı yayar. Havadan hafif oldukları için de yukarı doğru tırmanır.
Kibrit ile yerdeki bir halıyı veya Madımak’da olduğu gibi perdeleri tutuştursanız da, ısının yükselebileceği yükseklik 60 derecedir.
Madımak’ta yalnızca tek perde tutuşturulmadı, orada bir toplu katliam söz konusuydu ve insanların dışarı çıkmaması için yobaz güruh kapıdaydı. İçerideki dostlarımın iki seçeneği vardı: Ya dumandan ölmek ya da linç edilmek.
Dumandan ölmeyi yeğledi çoğu.
Konumuza dönelim: Bir yangın çıkarmak ve koskoca bir Galatasaray Üniversitesi gibi 142 yıllık binayı yerle yeksan etmek için sıradan bir elektrik kontağı yetmez. Bütün aksamı ahşap olsa bile, yukarıdan başlayan bir yangının on metreye tırmanması için odunun sıcaklığı yetmez.
En başta söylediğim gibi, bu bilgiler ve anlattıklarım bana ait değil, verdiğim kaynağa ait.
Yine de İstanbul’un İtfaiye Müdürü’nü de dikkate almak lazım(!)
Mümtaz İdil

http://www.odatv.com/n.php?n=galatas...ndi-2401131200
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

ADNAN MENDERES KARISINI ALENEN ALDATMIŞTI

Karısını aldatan mağdur olamaz" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan, bırakın siyasi ahlakı hiçbir tür ahlaka sığmayacak biçimde siyasetteki en büyük rakibi Deniz Baykal'a "bel altından vurarak" pirim yapmaya çalışmaktadır. Tayyip'in bu saldırısını kısaca analiz edersek:

1. Kasetteki görüntüleri, henüz kesinleşmeden peşinen Baykal'a aitmiş kabul etmektedir.
2. Yargının bu konuda vereceği kararı beklemeden kendisi karar vermektedir. Başbakan Ergenekon konusunda da benzer bir tavır sergilemiştir.
3. "Karısını aldattı" diyerek Baykal'a saldıran başbakan AHLAK İSTİSMARI yaparak siyasi rakibini kamuoyu karşısında rencide etmek istemektedir.
4. İktidara gelirken "dini" kullanan Tayyip, iktidarda kalmak için de "ahlakı" kullanmaktadır. Bunun adı ancak herşeyi istismar politikası olabilir.
5. Siirtte yaşanan ahlaksızlıkları "münferit bir olay" olarak nitelendiren, sübyancı Hüseyin Üzmez olayında sessiz kalan Tayyip, bu olayları gündeme getirdikleri için basını suçlarken, Deniz Baykal olayında sadece Baykal'ı suçlamaktadır. Bu kaseti servis eden dinci VAKİT gazetesine yönelik en ufak bir serzenişte bile bulunmamaktadr. Dahası bu gazetenin yazarlarını her zaman ATA uçağında baş köşede ağırlamaktadır.
5. "Karısını aldatan mağdur olamaz" diyen Tayyip geçen seçim kampanyalarında karısını aldattığı ayan beyan bilinen başka birisininin ADNAN MENDERES'İN devamı olduğunu belirten afişler hazırlatmış, konuşmalar yapmıştır. (bkz. Milletin Adamları: Bu afişlerde Tayyip Menderes ve Özal yan yana resmedilmişti).

NOT: DP başkanı ADNAN MENDERES filimlere, kitaplara ve gazete haberlerine konu olacak biçimde alenen karısını aldatmıştır.AYHAN AYDAN adlı hanımefendi ile MENDERES'İN yaşadığı yasak aşk Yassıada duruşmalarına bile konu olmuştur.
Ama Tayyip Bey, Menderes'in bu açık aldatmasını dikkate almayarak kendisini Menderes'in devamı olarak görebilmiştir.

Bugün AKP'ye oy veren AKP'yi Tayyip'i destekleyen İslamcı burjuva (dikkat Müslüman demiyorum) içinde "DİNİ NİKAH ALDATMACASI" ile resmi nikahlı eşi dışında birçok kadınla birlikte olan kimbilir kaç kişi vardır... Kaçamak yaptığı kadınlara dini nikah kıyan İslamcıların yaptığı aldatma değil midir sayın Başbakan? "Karısını aldatan mağdur olamaz" felsefesi çerçevesinde sizi destekleyen bu ahlaksızlara da birçift sözünüz olmayacak mı?Yoksa onların yaptığını meşru mu görüyorsunuz?

Ayrıca Tayyip ve taifesinin OSMANLI HAREMİNE de sempatiyle baktıklarını hatırlatırım... Padişahların haremden gözüne kestirdikleri kadınla eşlerini alenen aldatma hakları vardır. "Aldatan mağdur olamaz" felsefesinden hareketle Osmanlı padişahlarına da savaş açacak mı acaba Tayyip?

Yeri gelmişken karısını aldatan son Osmanlı'dan da bahsetmeliyim. Padişah Vahdettin... Belgeler, İslamcı kesimin "kahraman" haline getirdiği Vahdettin'in de karısını aldattığını göstermektedir: Vahdettin, ilk eşi Nazikeda Sultan’la evlenirken ona “üzerine başka bir kadınla nikahlanmayacağı” sözü vermiştir. Evet! Vahdettin 7 yıl boyunca sözünü tutmuş, başka bir kadınla evlenmemiştir, ama bu sürede gizlice başka kadınlarla birlikte olmuştur. “Vahdettin Efendi, tıpkı babası Sultan Abdülmecit ve Ağabeyi Sultan Abdülhamit gibi kadınlara düşkündü… Yemin ettiği için bir başka kadını nikahına alamıyordu, ama gizli gizli kısa süreli aşklar yaşıyordu…” (Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdettin, s.52). Başbakan ve taifesi, acaba "Karısını aldatan mağdur olamaz" diyerek Vahdettin'e de sırt çevirecek mi çok merak ediyorum doğrusu!


VAH BENİM MİLLETİM VAH: İŞTE PEŞİNE TAKILDIĞIN ADAMIN SON DURUMU....

Sinan MEYDAN


16 Mayıs 2010


http://sinanmeydan.com.tr/index.php...datmt-sayn-babakan&catid=62:yazlar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

BU DA İSLAM TARİHİ YALANI:"Mekke 1 Ocak'ta Değil 11 Ocak'ta Fethedildi"-Sinan MEYDAN



Mekke'nin Fethi İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir. Hz. Muhammed Mekke'yi fethederek İslamın önündeki en büyük engellerden birini ortadan kaldırmıştır. İslamın Hz. Muhammet'ten sonra yayılıp kurumlaşmasında Mekke'nin fethi gerçekten büyük bir etkiye sahiptir.

Bu bakımdan Müslümanarın bu önemli tarihi hatırlamaları, hatta kutlamaları son derece doğaldır.

Mekke’nin fethi, tarihi kaynaklara göre; ( İbn İshâk, İbn Hişâm, Belâzûrî, Vâkıdî, İbn Esir, İbn Kesir, Taberî gibi pek çok tarihçinin ittifakla verdiği tarih) Hicrî takvime göre 20 Ramazan 8’de (Hicretin 8. yılı) gerçekleşmiştir. Bu Hicri fetih tarihi Milâdî takvime uyarlanınca11 Ocak 630 tarihi elde edilir.

Diyanet'in "resmi sitesi" de bu tarihsel gerçeği "Peygamberimizin Hayatı-Mekkenin Fethi" adlı (Web Kütüphanesi) dosyada "f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)" başlığı altında doğrulamaktadır. (http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basi...sayfa=30&yid=1)

Buraya kadar herşey normal, anormallik bu önemli günün Türkiye'deki kutlamalarında karşımıza çıkmaktadır.Çünkü ülkemizde son yıllarda Mekke'nin fetih tarihi "birileri" tarafından 10 gün önceye çekilerek Miladi 31 Aralık/ 1 Ocak'ta kutlanmaya başlanmıştır. Bu kutlamalar "alternatif yılbaşı" diye adlandırılmıştır.Oysa ki İslam tarihi kaynaklarına göre Miladi 1 Ocak'ta Hz. Muhammed bırakın Mekke'yi fethetmeyi daha yeni Mekke'ye doğru hareket etmiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı.(319) (1 Ocak 630)"
ak.jpg
1 Ocak 2013 tarihinde basınımıza yansıyan "Mekke'nin Fethi kutlamaları" haberlerinden biri.​
Görülen o ki ülkemizde son yıllarda siyasal İslamın, daha doğrusu "din istismarının" ve "Allah ile aldatmanın" yükselmesine paralal yaşanan "uydurma" alternatif dini kutlamalardan biri de Mekke'nin fethi olmuştur. Gözü dönmüş din bezirganlarının, kısır dünya görüşleri için İslam dinine, Kuran'a, Hz. Muhammed'in anısına saygısızlık ederek bu "tarihi çarpıtmaları" maalesef ülkemizin din istismarcısı-yandaş aydınları, gazetecileri, yazarları ve basını tarafından da görmezden gelinmekte, Kuran'ın ifadesiyle "hak ve hakikat gizlenmektedir". Ancak Kuran'a göre "Hakkı ve hakikatı gizlemek küfürdür". (Bakara, 42). Uzmanlık alanım olmadığı halde bu konuya dikkat çekmemin temel nedeni "sözde" dindar diye geçinen ülkemiz yandaşlarının "hak ve hakikakti gizlemeleridir".

İslam tarihini bile çarpıtmaktan çekinmeyen bu "küfre batmışlar", sabah akşam "tarihle yüzleşme" adı altında "gerçekleri çarpıtarak" Atatürk ve Cumhuriyet'e küfretmektedirler.

Ancak Allah'ın Peygamberi'nin hayatını bile çarpıtmaktan korkmayanların Müslüman Türk milletinin kurtarıcısının hayatını çarpıtmalarına şaşırmamak gerekir.Milletimizin bu "uyanık yalancıları" artık tanıması, onlara karşı uyanık olması gerekir.

"‘Bildiğiniz halde doğruyu yalanla karıştırıp gerçeği gizlemeyin". (Bakara 42).


Not: Mekke’nin fethinin 20 Ramazan 8 (11 Ocak 630) tarihinde gerçekleştiğini gözlerinizle görmeniz için Hicrî takvimi milâdî takvime çeviren on-line takvim çevirme kılavuzunu (http://193.255.138.2/takvim.asp) kullanabilirsiniz.

Sinan MEYDAN,
2 Ocak 2013

http://sinanmeydan.com.tr/index.php?...lar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

Uyan Be Halkım! Türkiye'yi Bölecekler!

NASIL DA DEMOKRATİKLEŞMEYE BAŞLADIK İKİ GÜNDE!

Anayasa Kabul Edildi Nasıl da Demokratikleştik Gördünüz mü: BUBÜN (14 Eylül 2010) ÜÇ PKK'LIN CENAZESİNE TAM 50.000 KİŞİ KATILDI....ESKİDEN PKK'LI CENAZELERİ GİZLİCE GÖMÜLÜR, AİLLERİ BİLE TÖRENE KATILMAKTAN ÇEKİNİRDİ; ÇÜNKÜ ANA BABALAR VATANA İHANET EDEN EVLAT YETİŞTİRMEKTEN UATNIRDI!.SAĞOLSUN RECEP BEY'İN AÇILIMLARI BU KUTSAL UTANCI BİTİRDİ! AMA ŞİMDİ, (Bakın daha bir gün oldu referandumdan sonra)TERÖRİST CENAZELERİ "ŞEHİT" CENAZELERİNİ GÖLGEDE BIRAKMAYA BAŞLADI! İŞTE, MİLLETİMİZİN YÜZDE 58'LE "ARKASINDAYIM" DEDİĞİ RECEP BEY VE AÇILIMININ MARİFETİ...

REFERNADUMUN ERTESİ GÜNÜ KÜRDİSTAN ÇIĞLIKLARI

Referandumun ertesi günü, dün (13 Eylül 2010) PKK destekçisi BDP'liler REFERANDUM SONUÇLARINI şenliklerle, bayram havasında kutladılar... BDP Genel Başkanı, BDP'li milletvekilleri ve Belediye Başkanı yaptıkları konuşmalarda, açıklamalarda EVET ve BOYKOT'tan duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Dahası, BDP'li yetkilier, referandumun ertesi günü, Diyarbakır'da havayi fişek gösterileri arasında, APO, KÜRDİSTAN sloganları atarark SÖZDE KÜRDİSTAN bayrağı astılar... Nasıl sevinmesinler ki? Liderleri APO, referandum öncesinde Başbakan Recep Bey'le anlaşarak ateşkes ilan etmiş, referndum sürecinde Recep Bey'in EVET kampanyyası zarar görmesin diye elinden geleni yapmıştı ve sonuçta APO-PKK-BDP'nin istediği olmuş, sandıktan hem EVET, hem BOYKOTçıkmıştı...

BİRAZCIK DÜŞÜNELİM

Şimdi taşları üst üste koyalım:

Ne demişti, 2003'te Başbakan Recep Bey: "DİYARBAKIRI BOP'UN MERKEZİ YAPACAĞIZ" demişti.

BOP neyi öngörmektedir?

ABD güdümünde, Türkiye'nin taşaronluğunda (Eş Başkan Recep Bey) parçalanmış bir ortadoğu ve Anadolu Konfedeasyonu! Bir tür özerk eyaletlerden oluşan bir bağımlı imaparatorluk!...

Anayasa değişikliğinin temel amaçlarından biri nedir?

Anayasada ileride yapılacak kapsamlı değişikliklerle, BOP çerçevesinde oluştuırulacak özerkliklere, özellikle de KÜRT ÖZERKLİĞİNE giden yolu açmaktır.Nitekim Başbakan, referandum öncesinde ve sonrasındaki açıklamalarında "Amacımız bu değişikliklerle yetinmek değil, daha kapsamlı bir anayasa hazırlamaktır" diemektedir. İşte sözü edilen o "kapsamlı değişiklikler" Anayasanın değişmez maddeleridir; üniter yapı, resmi dil ve tek ulus ifadeleri BOP'a uygun hale getirilecektir.

Bu konuda APO ve BDP ne diyor?

"Bizim de görüşümüzün dikkate alınacağı kapsamlı bir anayasa değişikliği istiyoruz" diyor.

APO ve BDP'nin görüşü nedir?

Hep ifade ettikleri gibi "DEMOKRATİK ÖZERKLİK" tir. Nasıl olsa demokratik özerklik kısa zamanda SİYASİ ÖZERKLİĞE evrilecektir.

BDP referandumda neden BOYKOT kararı almıştır?

BDP-PKK, tehidtle, şantajla, boş vaadlerle baskı altına aldığı Kürt kitlenin, Güney Doğu'da sandık başına gitmesini engelleyerek referanduum sonucunda Boykotun etkili olmasını sağlayarak güç gösterisinde bulunmak ve böylece özerkilik talebini "halkın isteği" kılıfı altında dile getirmek (Dikkat edilirse bölgede sandığa gidenler de yüzde 90-95 oranında evet demişlerdir) için bu yola gitmiştir.

Başbakan referadum öncesinde ve sonrasında ne diyor?

"Başkanlık sistemini tartşmaya açacağız" diyor.

Nasıl bir sitemdir bu?

Bir başkanın yönetiminde, özerk eyaletlerden veya bölgelerden oluşan bir ülke.... Yani BOP'a uygun bir ülke...

Tarih ne diyor?

1918-1922 yılları arasında Türkiye'yi bölmek ve paylkaşmak isteyen emperyalistlerin, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı'ya imzalattıkları Sevr Antlaşması'nda da parçalanmış bir Anadolu; Kürt özerk bölgesi ve kukla bir padişah vardır.... O projeyi Atatürk'ün önderliğinde Türk milleti yırtarak tarihin çöp tenekesine atmıştır. Ama asla pes etmeyen emperyalizm 80 yıl sonra aynı projeyi bu sefer başka bir adla bu milletin önüne getirmiştir.Aktörler ve isimler farklı amaç aynıdır!

İşte gerçekler!

RECEP BEYİ'İN BOYU POSUNA KURBAN GİDEN BİR ÜLKE

Referandumda "Evet" diyenler:

"TAYYİP BEY BOYLU POSLU, GÜZEL KONUŞUYOR! NAMAZ KILIYOR! MÜSLÜMAN ADAM! ONDAN ZARAR GELMEZ! ALT GEÇİT, ÜST GEÇİT, VİYADÜK YAPTI, METROBÜS GETİRDİ!" diyerek ABD'nin isteğiyle BOP çerçevesinde hazırlanan ve 1923'te Atatürk'ün kurduğu Türk Ulus Devleti'ni parçalara bölmeyi hedeffleyen anayasaya EVET dediniz....

Afedersiniz sizi rahatsız ettim evetçi kardeşlerim: Siz şimdi darbelerle yüzleşmeyi, 95 yaşındaki Kenan Evren'den intikam almayı, demokratikleşmeyi beklerken, ben de neden söz ediyorum...

Bekleyin.. Bekleyin bakalım!...

Sinan MEYDAN


14 Eylül 2010

http://sinanmeydan.com.tr/index.php?...lar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

BUGÜN SEVR'İ SAVUNAN DİNCİLER 80 SENE ÖNCE DE AYNIYDI - Sinan MEYDAN

“Tarih tekerrür eder” derler eskiler… “Tecrübeyle sabittir…” diye de eklerler… Evet! Tarih tekerrür eder etmesine de, hep “tarihten ders almayan milletlerin tarihi tekerrür eder.”

Geçmişi unutan,

Toplumsal belleği silinen,

Özellikle de “ulusal duygusu yok edilen” milletlerin tarihi tekerrür eder…. Çünkü çok basit; ders almazsan, ders alıp önlem almazsan, geçmişte yaşanan sorunların gelecekte de yaşanması kaçınılmaz olur…

İşte Türkiye’nin bugün yaşadıklarının arka planında tam da bu tür bir “geçmişten ders almamazlık durumu“ vardır. Türkiye “toplumsal bellek kaybı” yaşamış gibidir. 2010 Türkiyesi’nde, 1919 Türkiyesi’ndeki sorunların yaşanmaya başlanmasını başka türlü açıklamak olanaksızdır.

Yakın tarihte şöyle kısa bir göz atınca, her şey bir yana, 1919’un işbirlikçileriyle 2010’un işbirlikçileri arasındaki benzerlik insanı “şaşırtacak” türdendir.

TARİH: 1919

BİRİLERİ ORDUDAN RAHATSIZ!

Padişah Vahdettin, “İngilizleri memnun etme” politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır.(1) Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta’ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır.

Özellikle, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilip Meclisi Mebusan’ın dağıtılmasından sonra İstanbul’da bütün ipler işgal kuvvetlerinin eline geçmiştir. İngilizler, sözde Ermeni soykırımından sorumlu tuttukları “eski İttihatçıları” ve işgallere direniş gösteren “ulusalcı asker-sivilleri” tutuklatmışlardır. İngilizleri gücendirmek ve tedirgin etmek istemeyen Padişah Vahdetin ve onun taşeronu durumundaki Sadrazam Damat Ferit, İngilizlerin verdikleri tutuklama listelerindeki kişilere göz açtırmamışlardır.

29/30 Ocak gecesi ilk geniş çaplı tutuklamalar gerçekleştirilmiştir. İngilizlerin düzenlediği 60 kişilik tutuklama listesinden ilk aşamada 27 kişi tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne koyulmuştur.

Amiral Webb’in Londra’ya gönderdiği bir rapordaki şu ifadeler, tutuklamaların İngilizler için ne anlama geldiğini çok iyi göstermektedir:

“Tutuklamalar, bu zamana dek olmuş en sevindirici olaydır… Hükümet başladığı bu uygulamayı sürdürecek olursa, taşradaki edilgen direnişin çoğu çöker, hükümet sözünü geçirebilir..” (2)

Satılmış Mütareke basını da tutuklamalara alkış tutmuş; Alemdar, Sabah, Söz gazeteleri tutuklamaların daha da artırılmasını istemiştir. Örneğin, 2 Şubat 1919 tarihli Alemdar gazetesinde Refi Cevat, “Hepsi bu kadar mı?” diye sormuştur.(3)

Damat Ferit iktidara gelir gelmez İstanbul’da adeta bir “İttihatçı avı” başlatmıştır. Eski bakanlar, birçok subaylar, eski İttihat ve Terakkiciler, hatta İttihat ve Terakki’ye bağlı olmamakla birlikte “ulusalcı” olarak tanınalar da tutuklanmıştır. Kısa sürede tutuklanan asker-sivil ulusalcıların sayısı 200’ü aşmıştır.

Zaman içinde tutuklamalarla da yetinilmemiş idamlar da başlamıştır. Örneğin, Boğazlayan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey idam edilmiştir.

Özellikle, İsmail Canbulat, Sabri Bey ve Fethi Bey gibi tanınmış eski İttihatçıların tutuklanması, “vatanseverleri” sindirmeye yönelik bir harekettir. Prof. Sina Akşin’in ifadesiyle, “Bu kampanya İttihat Terakki’ye ve ulusçulara karşı topyekün bir sindirme hareketi niteliğine bürünüyordu.”(4)

İsmail Canbulat’tan sonra Fethi Bey’in de tutuklanması, sıranın Atatürk’e ve Rauf Bey’e geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazetelerde yakında Atatürk’ün de tutuklanacağı haberi çıkmıştır. (5)

İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye’ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki “ulusalcı subayları”, Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.

Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı’na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk’ten ve Temsil Heyeti’nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul’da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır (6).

Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti’dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir’in işgali sonrasında Ege’de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.(7)

Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’dir.

Bu tür “ihanet” ordularının sonuncusu ise Kuvayı Seferiye adlı ordudur.

ORDUNUN GÖREVİ ORUÇ TUTMAKMIŞ!

Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.

Örneğin, Vahdettin’in Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir’in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, “Ordunun görevi oruç tutmaktır!” demiştir.(8)

Şeyhülislamın, bu demecinden üç ay sonra, Alemdar’da yayımlanan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” denilmiştir.(9)

Ali Kemal de yazılarında sıkça, “Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur” demiştir.

İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen “caiz” olduğunu ve Kuvayı Milliye’ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir.

Ayrıca, ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk’ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır.

Ordu müfettişlikleri kaldırılmış,

Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.

İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir.(10)

Anadolu’daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul’a çağrılmış, Atatürk’ün “zorla asker topladığı” dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir.

Anadolu’ya gönderilen “inceleme kurullarıyla” ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.(11)

TARİH: 2010

BİRİLERİ YİNE ORDUDAN RAHATSIZ!

28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir.

O günlerde “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de ulusalcı asker ve sivillerin ortadan kaldırılmasını, tutuklanmasını istiyorlar.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de “egemen güçle” birlikte çalışıyorlar. İki farkla: Bir, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ermeni tehcirine karışmak!” iddiasıyla tutuklanırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ergenekon örgütüne karışmak!” iddiasından tutuklanıyorlar. İki, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Bekirağa Zindanları’na tıkılırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Silivri Zindanları’na tıkılıyor…

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugünde yabancıların isteklerine uygun hareket ediyorlar.

Ve işbirlikçiler o gün olduğu gibi bugün de en çok ORDUDAN rahatsız oluyorlar.

O günün, Alemdar, Söz, Sabah gazetelerinin ORDU KARŞITI yazılarını bugünün Taraf, Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Sabah gazetelerinde görüyoruz.

Soruyorum size, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Mümtazer Türköne ve diğerlerinin Ali Kemal ve Refi Cevat gibilerden ne farkları var?

“TSK’yı lağvedelim…” diyen Mümtazer Türköne, Ergenekon tutuklusu olarak Silivri’de yatan gazeteciler için “Onlara acımıyorum! hak ettiler!..” diyen Perihan Mağden ve “Şunlarda tutuklanmalı…” diyerek hedef gösteren Şamil Tayyar, İstanbul’da ulusalcıların tutuklanıp Bekirağa Zindanlarına atılmaları karşısında “Hepsi bu kadar mı?” diye soran Refi Cevat’tan daha mı gerideler?

Ya da, “TSK darbe yapacak! Kendi halkına saldıracak! Cami bombalayacak!” diyen Taraf gazetesi, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” diyen Alemdar gazetesinden daha mı geridir?

Yok canım!

Haksızlık etmeyin ama!..

İŞBİRLİKÇİ RUHLAR

Sanki zaman durmuş, akmayı unutmuş!

Sanki “işbirlikçi ruhlar” başka isimlerle yeniden bedenlenip geri gelmiş!

Sanki Mütareke basını hortlayıp, mezardan çıkmış ve bir kere daha Türkiye’nin üstüne karabasan gibi çökmüş!

Ne diyelim?

Allahım! Sen bizi bu zombilerden koru!

“Amin!..”

ÖZEL ORDU İSTEĞİNİN ARDINDA NE GİZLİ?

Son günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Özel ordu”dan bahseder oldu! Herkesin merakla, “Askerlik kalkıyor mu? Özel ordu da ne ola ki?” diye birbirine sorduğu bu günlerde, “Vahdettin’in de bir zamanlar “özel ordular” kurduğunu lütfen aklınızdan çıkarmayın:

İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı.

Askeri Nigehban Cemiyeti.

Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu).

Kuvayı Sferiye…

Bütün bu ordular, Padişah Vahdettin tarafından, Anadolu’da “kelle koltukta” emperyalistlerle vuruşan Atatürk’ün “Düzenli Ordusu”na karşı kurdurulmuştur.

Başbakan’ın “özel ordu” isteğine, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, "Bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır." diyerek önemli bir noktanın altını çizmiştir. .

Yakın tarihimizdeki “özel ordu” deneyimleri, Hamzaçebi’nin şu açıklamalarını değerli kılmaktadır:

“…Özel ordu dediğiniz zaman TSK’nın yapılanması dışında, onun emir ve komuta hiyerarşisi dışında bir başka oluşumdan bahsediyorsunuz demektir. İlke olarak doğru bulmuyorum. Özel birlik olabilir. Terör konusunda eğitilmiş bölgeyi iyi bilen, işin psikolojik ve sosyolojik yanlarını da tartabilen ve bu yönde silahlı mücadeleyi yürüten uzman birlikler tabi olabilir. Ama bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır. Aksi takdirde terörle mücadelede güçlü bir oluşum yaratalım derken daha zayıf bir oluşum yaratmış oluruz. Ayrı bir yapılanmayı doğru bulmam. Terörle mücadele terör örgütüyle silahlı mücadelenin yanı sıra sadece silahla çözülebilecek bir mesele de değildir. 1983 yılından beri Türkiye sınır ötesi harekatlar yapmıştır, zaman zaman başarılı olunmuştur, terör örgütünün sindirildiği, yok edildiğinin zannedildiği dönemler olmuştur ama bu örgüt halen vardır. Bu örgütün dış desteklerini, bağlantılarını da unutmayalım. Kuzey Irak’taki federe oluşumdan güç alan bir terör örgütü Türkiye’nin dış politika alanında bu desteği yok etmediği sürece Türkiye de faaliyetlerine devam edebilir. Biz istediğimiz kadar bu birlikleri kuralım önemli olan Kuzey Irak’taki desteği de yok etmektir.”

Bugün “özel ordu” kurmak isteyenler, geçmişte özel ordu kuranlar gibi TSK’yı etkisizleştirmek niyetinde olmasınlar sakın? Özel Ordu, TSK’yı tasfiye hayalinin bir uzantısı olmasın!..

Sinan MEYDAN


Dipnotlar:

(1) Tarih Vesikaları Dergisi, 3387; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.29, belge, 745; Minber, Ati, 6,7 Kasım 1918. Vahdettin’in Türk ordularının dağıtılma kararını imzaladığı o gün Atatürk, Adana’dan İstanbul’a, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta İNGİLİZLERE KARŞI DİRENİŞTEN SÖZ ETMEKTEDİR.

(2) FO 371/4172, 13694. (24. 1. 1919 tarihli telgraf) Akşin, age, s.152, 153.

(3) Alemdar, 2 Şubat, 1919.

(4) Akşin, age, s.198.

(5) Yeni Gazete, 14 Mart 1919.

(6) Sarıhan, Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar, s.37.

(7) Alemdar, Türkçe İstanbul, 7 Temmuz 1919.

(8) Sarıhan, age, s.71.

(9) Alemdar, 27 Ağustos 1919.

(10) Cebesoy, Milli Mücadele Hatırları, s.79.

(11) İlk kurul, 17 Ağustos 1919’da Fevzi Paşa başkanlığında Trabzon ve Erzurum’a gönderilmiştir.

http://sinanmeydan.com.tr/index.php?...lar&Itemid=228
 

Yunus Gök (Embesil)

Yasaklı Üye
Katılım
9 Haz 2011
Mesajlar
9,160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Zile/Sivas/Türkiye
Cevap: Begendiğiniz köşe yazıları.

06 Şubat 2013, 11:29

cetinunsalan.jpg


Çetin Ünsalan



Bazı futbol maçları vardır, hani bizim eski manşetlerimizden olan ‘yenildik, ama ezilmedik’ ibaresinin tersine… Çıkarsınız maça, ilk yarıda 5 gol yersiniz ve artık rakip sizinle dalga geçmeye başlar. Kaleye kadar gelir, gol atmaz, ortada sıçan oynar. Niye? Gardınız düşmüştür bir kere… Sürekli dayak yiyen boksör haline dönüşürsünüz.

İşte Türkiye’de vatandaş o kadar çaresiz; gizli iflas haline geldi ve verilen oylarla iktidar o denli şımardı ki, artık alenen dalga geçiyorlar. İşte en güzel kanıtı: Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti dış dünyada 32 milyar lira alacaklıdır. Yani devlet olarak bizim dış dünyaya borcumuz yok, biz dış dünyadan alacaklıyız” dedi.

Şimdi bu lafı neresinden tutacaksınız? Başlı başına bir saçmalık, laf olsun diye söylenmiş, gelişigüzel ve insanların zekâsıyla alay edercesine ortaya konulmuş bir ifade. Bu konuda çok şey söylenebilir ama en iyi yanıtı aslında yine Hazine’nin açıkladığı rakamlar veriyor. Yorum yapmadan 31 Aralık 2012 tarihi itibariyle basına yansıyan açıklamayı paylaşayım.

“Hazine Müsteşarlığı, Türkiye Brüt Dış Borç Stoku geçici verileri, Hazine garantili dış stok verileri, Türkiye net dış borç stoku, kamu net borç stoku veAB tanımlı genel yönetim borç stoku verilerini açıkladı.

Buna göre, Türkiye'nin brüt dış borç stoku, 2012 yılı üçüncü çeyreğinde 326,3 milyar dolar oldu. Özel sektör borçlarının toplam dış borç stoku içerisindeki payı 217,2 milyar dolar ile yüzde 66,6 ve kamu kesimi borçlarının payı 101,1 milyar dolar ile yüzde 31 olarak kaydedildi.”

Hadi daha yakın tarihe gelelim. 23 Ocak 2013 itibariyle ortaya konulan Hazine’ye ait veriler de bunlar: “Türkiye’nin merkezi yönetim borcu 31 Aralık 2012 itibarıyla 532 milyar lirayı aştı. Bu borcun 382 milyar 857 milyon lirası devlet tahvili, 3 milyar 684 milyon lirası hazine bonosu olmak üzere 386 milyar 541 milyon liralık kısmı Türk Lirası (TL) cinsinden, 91 milyar 285 milyon lirası uluslararası tahvil, 54 milyar 173 milyon lirası kredi olmak üzere 145 milyar 458 milyon liralık kısmı döviz cinsinden borçlardan oluştu.”
Yetmedi mi? Merkez Bankası verilerini aktaralım. “Merkez Bankası internet sitesinde yer alan verilere göre, son 10 yılda dış borç stoku 196 milyar dolar arttı. Dış borç stoku 2012 yılı Eylül ayı sonu itibarıyla 326 milyar dolara ulaştı. Bu dönemde dış borç stoku ise 2,52 katına yükseldi.”

Koyun üstüne bir de kamuya ait olmayan borçları. Çünkü normalde çoğu hazine garantili borçlanmalar var. Sonuçta toplamı Türkiye’nin borcudur. Daha hesabın içinde iç borç yok.

Peki sizce Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bunları bilmiyor mu? Bilmez olur mu? Dedim ya yazının başında, artık açıktan dalga geçiyorlar ülkeyle…

Çetin Ünsalan
[email protected]
ulusalkanal.com.tr

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem...akale,941.html
 
Üst