TÜRK KURTULUŞ Savaşı

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
BÜYÜK TAARRUZA HAZIRLIK

192 yılı Türkiye için askeri ve politik mücadeleler ve başarılarla geçti. Daha Erzurum Kongresi sırasında savaş stratejisini çizmiş bulunan M. Kemal Paşa, Yunan Ordusu'na karşı kesin sonuç alıcı taarruz gücüne erişilmedikçe, yalnızca savunma savaşları yapmıştı· Kurtuluş Savaşı'nın ulusal örgütlenmesi, "Kuva-yı Milliye" ve B.M.M. nin açılmasından sonra "T.B.M.M." dönemi olarak iki bölümde ele alınabileceği gibi, askeri strateji yönünden de


Oyalama
Strateji
Genel Karşı Saldırı şeklinde üç evreye ayırabiliriz. Oyalama evresi 15 Mayıs 1919'dan 6 Ocak 1921'e kadar sürmüştü. Bu dönem aynı zamanda, ulusal bilinçlenme, ulusal siyasi örgütlenme ve yeni devletin kuruluş dönemi idi. Stratejik savunma evresi 6 Ocak 1921'den 13 Eylül 1921'e kadar yani Sakarya Zaferi'nin sonuna kadar sürdü. Bu evrede ordunun kuruluşu, iç güvenlik otoritesinin kurulması, iç kaynakların örgütlenmesi dıŞ kaynak sağlanması dış ilişkilerde antlaşmalar yapılması gerçekleşti. Her iki evreyi de başarıyla sonuçlandıran M. Kemal Paşa stratejisinin kesin sonuca gidecek olan üçüncü evresinde, "Genel Karşı Saldırı" evresine gelmişti.

Hayatı boyunca hemen hiç başarısız olmamış, savaşlar içinde yetişmiş olan M. Kemal Paşa üstün askeri-siyasi strateji zekasına ve bilgisine ve üstün seziş inisyatif yeteneklerine sahip bir komutandı. Kesin şonuç alıcı bir "İmha Savaşı"na hazırlanmak için zamana ve ordunun en az 100.000 kişilik bir silahlı güce gereksinimi vardı. Yüzlerce top ve makinalı tüfek, bu kadar silah için milyonlarca mermi ve binlerce ton tutan bu savaş malzemesinin cepheye taşınması ve ordunun komutan ve subay gereksiniminin karşılanması gerekiyordu. Cephane ve silahın yanı sıra yiyecek, giyecek, hastahane, doktor, ilaç gerekliydi. Sakarya Savaşı'nın kazanılmasından sonra M. Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya, on günlük hazırlık yapıldıktan sonra genel saldırıya geçilmesi emrini vermişti. Fakat İsmet Paşa'ya ordunun silah, cephane, lojistik, sağlık hizmetlerinin çok kötü durumda olduğunu ve böyle bir saldırıyı yapacak güçte olmadığını bildirmiş ve Başkomutan yerinde yaptığı incelemelerden sonra bu saldırı ertelenmişti. Öyle görülüyor ki, savunma durumuna geçmiş ve yeni kuvvetler getirterek cephesini kuvvetlendirmiş olan Yunan Ordusu'na saldırı için bir yıl beklemek gerekiyordu.

Diğer yandan Meclis içinde M. Kemal Paşa'ya muhalif olanlar yine saldırılara, halkın ve ordunun moralini bozucu eleştirilere başlamışlardı. Halk ise uzun savaş yılları boyunca bütün varını yoğunu ortaya koymuştu ve perişan durumdaydı. Başkomutan kesin sonuca, düşmanı vatan topraklarında yok edecek başarıya ulaşabilmek için

Ulusu
Meclisi
Orduyu savaşa hazırlamak ve "Türkiye'nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir inançla donatmak. Bütün ulusa sağlam bir maneviyat vermek." gerektiğini biliyor ve bu yolda çalışıyordu. Bu dönem cephede sakin, fakat cephe gerisinde çetin mücadeleler ve hazırlıkla geçti.

Halk Ulusal Mücadele'nin başında Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin etkisinde kalmış ve T.B.M.M.'nin otoritesine girmemek için bazı yerlerde direnmişti. Ulusal iradenin gücü her geçen gün arttı. Birinci Dünya Savaş1 içinde perişan olan, bu fakir halk Sakarya Zaferi'nden sonra, M. Kemal Paşa'ya büyük bir inançla bağlandı. Ordunun hazırlanması için varını yoğunu ortaya koyarak çalışmaya başladı. Buna rağmen halkı kışkırtanlar, bozguncular, casuslar ve oldukça azalmıs olmalarına rağmen asker kaçakları ve soygun olayları vardı. Meclis otoritesinin ve Başkomutanın emirlerinin yerine getirilmesi, içinde bulunulan olağanüstü tehlike içinde, olağanüstü yetkilerin devamına gereksinim gösteriyordu.

İstiklal Mahkemeleri

Eskişehir-Kütahya yenilgileri üzerine doğan olağanüstü tehlike karşısında İstiklal Mahkemeleri yeniden kurulmuş ve 5 Ağustos'ta da M. Kemal Başkomutan olunca İstiklal Mahkemeleri kurmak ve üyelerini atamak veya görevlerine son vermek yetkisi de kendisine geçmişti.

İstiklal Mahkemeleri gerek Sakarya Savaşı sırasında, gerekse savaştan sonra Kastamonu, Konya, Yozgat, Samsun ve Ankara yörelerinde çalıştılar. Asker kaçakları, bozguncu, casus, soyguncu, v.b. suçlulara karşı sert bir şekilde çalışırlarken, Tekalif-i Milliye Emirleri'nin yerine getirilmesini sağladılar. Bu emirlere uymayıp, istenen malzemeyi vermeyenleri cezalandırdıkları gibi, Tekalif-i Milliye Emirleri dışında, halkın elindeki ulaşım araçlarını ve yiyecek maddelerini ve hayvanlarını zorla alan devlet görevlilerine karşı da sert önlemler almaktan çekinmediler. Bu emirlere aykırı olarak hareket edilmesini engellemek için, bu gibi suçluların en sert şekilde cezalandınlacakları da.basın yoluyla ilan edildi. Özellikle Sakarya cephesinin iki kanadında çalışan Kastamonu ve Konya İstiklal Mahkemeleri'nin en büyük çalışma konusu asker kaçakları olayları idi. Bunlara, eğer, soygun, adam öldürme, tecavüz gibi suçlar işlememişlerse af tanınıyor ve cepheye katılmaları sağlanıyordu. Samsun ve Yozgat İstiklal Mahkemeleri ise Pontus isyanı suçluları başta olmak üzere diğer suçlara da baktılar. Çalışma yöntemleri önceki İstiklal Mahkemeleri ile aynıydı.

Yalnızca Kastamonu İstiklal Mahkemesi'nin 20 Ağustos-20 Eylül 1921 arasında bakaya ve firarda bulunan 12.733 kişiyi cepheye gönderdiği gözönüne alınırsa, asker kaçakları konusunda mahkemelerin etkinliği daha iyi anlaşılır. Asker kaçakları toplu olarak yargılanabildikleri gibi askerlik şubelerine telgrafla, ellerindeki kaçakların, eğer vukuatı (soygun, öldürme, tecavüz) yoksa kaçış sayısına göre, kaçış sayısının on katı değnek vurularak cepheye gönderilmeleri bildiriliyordu. Böylece savaş ortamının en önemli faktörü olan zaman yitirilmiyordu. Vukuatı olanlar ise suçuna göre yargılanıyorlardı. Amaç mümkün olan çok sayıda askeri cepheye göndermek ve bir daha kaçmasını engellemekti. Mahkemeler kendilerine verilen olağanüstü yetkilere rağmen, haklarında delil olmayan Rumları beraat ettirirken, suçlu olan Müslüman Türkler cezalandırılıyorlardı. Ulusal amaçla çalışan İstiklal Mahkemeleri daha öncekilerle aynı yöntemi izledikleri için baktıkları suçları ve verdikleri cezaları şu şekilde belirliyebiliriz. Firar dışında diğer suçlar:

Vatana ihanet, ayaklanma
Casusluk
Soygunculuk
Bozgunculuk, aleyhte propoganda
Görevini kötüye kullanmak,
Cinayet
Halka eziyet ve baskı
Asker ailesine tecavüz
Tekalif-i Milliye Emirleri'ne uyamamak
Düşman işgalinden yararlanıp, kanun dışı hareketlerde bulunmak
Düşmana yardım ve işbirliği
Düşman ordusuna katılmak

Bu suçlara suçun derecesine göre şu cezalar veriliyordu:

Asılarak ve kurşuna dizilerek idam. (Vatana ihanet, casusluk, düşmanla igbirliği ve ordusuna katılmak, asker ailesine tecavüz etmek, soygun, cinayet)
Kal'a-bend, kürek ve ağır hapis
Sürgün
Dayak (değnek vurarak)
Tazmin ettirme
Görevden azaklaştırma
Halk ve asker önünde teşhir
Ulusal Mücadele sonuna kadar göz altına alma
Mal ve mülküne el koymak, yıkmak ve yakmak. (hukuk dışı bulundu ve sert tepkilere yol açtı.)
Asker kaçağının yerine en yakınını askere almak, köy veya mahallesinden ağır para cezası (200 lira) almak. (buda hukuk dışı bulundu ve Meclis'te eleştirilere yol açtı.)

Mahkemeler, çalışmaları hakkında Başkomutan'a düzenli olarak rapor gönderip bilgi veriyorlardı. İdam uygulamalarının listeleri gönderiliyordu. Bu sayede Başkomutan ve Meclis İstiklal Mahkemeleri'nin çalışmalarını izliyorlardı. Meclis ve Başkomutan Mahkemeleri denetlemiyorlardı. Kanun kendilerine sınırsız yetki tanımıştı. Kararları derhal uygulandığı ve temyizi olmadığı için çok etkili oluyorlardı. Mahkemelerin çalışmalarına karışmak mümkün olmadığı için, denetim ancak görevlerine son vermekle sağlanıyordu.

İstiklal Mahkemeleri'nin çalışmaları Hükümet ve M.Kemal Paşa tarafından destekleniyor ve yarar görüldüğü belirtiliyordu. T.B.M.M. İstiklal Mahkemeleri'ni kurmak ve bölgelerini seçmek konusunda büyük bir isabet ve iyi niyet göstermişti. Mahkemelere seçmiş olduğu kimseler, her türlü etkinden uzak olarak, yalnız büyük ve aziz ideallerinin ve memlekette devrimin korunması için T.B.M.M.'nin kendilerine emanet ettiği yüksek yetki ve yargı hakkını yerinde ve gerektiği kadar dikkatle yerine getirmeye çalıştılar. Mahkemeler bu yetkileri kanunun üstüne çıkmak için değil, memleketin hayat ve bağımsızlığı için kullandılar. Birer devrim mahkemesi olan İstiklal Mahkemeleri'nin üyelerinin, çoğu genç insanlardı. Padişaha bağlılık gösterenleri de ağır şekilde cezalandırıyorlardı. Kastamonu İstiklal Mahkemesi (Başkan Mustafa Necati Bey 28 yaşında idi.) Bolu'da yaptığı bir yargılamada, 200 asker kaçağını yargıladı. Firariler Padişaha bağlılık gösterdikleri ve "Padişahımız çok yaşa."diye bağırdıkları için önce idam cezasına çarptırıldılar; fakat eşrafın suçluları uyarması ve T.B.M.M.'nin ve Ulusal Mücadele'nin anlamını kaçaklara anlatıp "Padişah kahrolsun." diye bağırmaları üzerine idam cezası kaldırılarak cepheye gönderildiler. Bunlar ve bunlar gibi insanlar Padişah askerliği kaldırdığı ve T.B.M.M.'nin ulusal amacı hakkında bilgileri olmadığı için kaçıyorlardı. İstiklal Mahkemeleri'nin, bir yandan cezalandırmak, diğer yandan inandırarak bu insanları kazanmak yöntemleri ile binlerce firari teslim oldu ve cepheye yollandı.

İstiklal Malıkemeleri'nin büyük yararları oldu. 1922 yılında artık Meclis otoritesi bütünüyle sağlandı. Ordu kuruldu ve asayiş, huzur geldiği için İstiklal Mahkemeleri'ne gerek kalmadığından, Temmuz 1922'de hepsinin görevlerine son verildi 31 Temmuz 1922 tarihinde 249 nolu "İstiklal Mehakimi Kanunu" ile yeni bir biçim aldılar. Bu kanunla bir de savcı görevlendirilmesi kabul edildi. Firariler Hakkında Kanun ve ekleri yururlükten kaldırıldı. Büyük Taarruz ve İzmir'in kurtuluşundan sonra "Kurtarılmış bölgelerde" İstiklal Mahkemeleri kurulmasını isteyen önergeler kabul edilmedi. Fakat Amasya ve Elcezire'ye birer İstiklal Mahkcmesi gönderildi. İstiklal Mahkemeleri'nin Ulusal Mücadele içindeki çalışmaları yukarıddadki çizelgede gösterilmiştir.

T.B.M.M.'nin Durumu

Sakarya'da düşman yenilmiş ve M. Kemal Paşa büyük başarı elde etmiş olmasına rağmen Meclis'te muhalif kanat ağır eleştirilere başladı. Malta'dan sürgünden dönen Rauf Bey, Hükümet'e "Nafia Vekili" olarak katılmıştı. Meclis'teki eleştirilere Rauf ve Refet Beyler'in Hükümet'ten istifa etmeleri Meclis içindeki muhalifleri daha da cesaretlendirdi. Refet Bey Başkomutan'ı ve Genelkurmay Başkanı'nı Ankara'da cepheden uzakta oturmakla eleştirmekte ve ordu işlerinin bu sebepten iyi gitmediğini ileri sürmekte idi. M. Kemal Paşa işlerin en iyi Ankara'dan yönetildiğini bu sebeple Ankara'nın merkez seçildiğini belirtti. Fakat Meclis'teki hava daha da sertleşti. Bu gelişme, tutucu ve gerici kanadın radikal kanattan yani, Müdafaa-i Hukuk grubundan (I. Grup) ayrılmalarına, II.Grup adıyla ayrı bir grup kurmalarına yol açtı. Rauf Bey de bu grubu teşvik etti. Bundan sonra II.Grubun eleştirileri daha da yoğunlaştı. "Nereye gidiyoruz? Bizi kim ve nereye sevk ediyor? Bilinmezliğe. Koskoca bir ulus, belirsiz karanlık hedeflere serseriyane sürüklenir mi?" "Niçin taarruz etmiyoruz? Ordumuz durduğu yerda çürütülüyor." eleştirileri tartışmalara yol açtı. Sakarya Savaşı'ndan sonra ordunun mutlaka taarruz etmesi gerektiğini ileri sürenler, ordunun taarruz etmemesini, taarruz gücünden yoksun olmasına bağlıyorlardı. Hatta bazıları Yunan Ordusu'na değil Irak'taki İngiliz Ordusu'na saldırılmasını bile öneriyorlardı. M. Kemal Paşa bu eleştiriler karşısında, ordunun kararının mutlaka taarruz olduğunu fakat, yarım önlemlerle yapılacak bir taarruzun kötü sonuç vereceğini belirterek, ordunun yeterince hazırlanmasının beklendiğini söylüyordu. İşin ilginç yanı bu eleştirileri yapanlar başlangıçta (Sivas Kongresi sırasında) Türk Ulusu'nun kendi kendine bağımsızlığını elde edemiyeceği kanaatında olup, yabancı mandasını istemekte ısrar edenlerdi. Bu sebeple M. Kemal Paşa Mecliste "Efendiler, maddi ve özellikle manevi çöküntü, korku ile ... acz ile başlar. Aciz (güçsüz) ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında ulusun de duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Aciz ve duraksamada o kadar ileri giderler ki, sanki kendi kendilerini alçaltırlar. Derlerki biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olamayız. Biz varlığımızı, kayıtsız şartsız olarak bir yabancının eline bırakalım. Balkan Savaşı'ndan sonra ulusu, özellikle ordunun başında bulunanlar da, başka biçimde ama yine bu anlayışla iş görmüşlerdir." sözleriyle yılgınlık gosterenlere gereken yanıtı verdi. Düşmana karşı dış cephenin kurulduğu, ulusun ve ordunun topyekun bir taarruza hazırlandığı sırada Meclis'teki bu eleştiriler ve ordunun işe yaramadığı iddiaları, iç cepheyi çökertebilecek boyutlara ulaşmıştı. "Sevr Antlaşması'nı mı kabul edeceğiz, ne yapacaksak yapalım ne kurtalabilirsek kurtaralım şu işin içinden çıkalım." sözleri moral yıkıcı etki yapıyordu. Meclis içindeki bu eleştiri her fırsatta ortaya çıkmakla beraber, M. Kemal Paşa ordunun taarruz hazlrlıklarını inançla sürdürtüyordu.

İtilaf Devletleri'nin Barış Önerisi (Aldatmacası)

1922 yılı başında T.B.M.M.'nin iyi niyet temsilcisi olarak Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey, İstanbul Dışişleri Bakanı İzzet Paşa ile görüşecek, eğer Padişah'dan bir istek gelirse, kendisiyle görüşülecek, Padişah'ın T.B.M.M.'ni tanıması istenecekti. Yusuf Kemal Bey İstanbul Hükümeti'ne, aynı hedefe birlikte yürümeyi ve işbirliği yapmayı önerdi. Oysa İzzet Paşa kendisini, İstanbul'da oyaladı ve İzzet Paşa Yunanlıların ellerinde bulunan yerlerden geçerek, Yusuf Kemal Bey'den önce Paris ve Londra'ya gitti. Şubat 1922'de Londra'ya giden Yusuf Kemal Bey Lord Curzon'la görüştü. Bu görüşmelerden anlaşıldığı üzere, İtilaf Devletleri, T.B.M.M.'ne yakında barış önerisinde bulunacaklardır. Ancak İtilaf Devletleri önce Türkiye-Yunanistan arasında ateşkes yapılmasını şart koşuyorlardı. Oysa Türkiye, önce Anadolu'nun boşaltılmasını istiyordu. Curzon kararında direndiği için sonuç alınamadı.

Yusuf Kemal Bey yurt dışında çalışmalarını sürdürürken Başkomutan M. Kemal Paşa 1 Mart 1922'de Meclis'te yaptığı konuşmada, ulusal savaş içinde geçen üç yılda ulusun ve ordunun çetin yaşam koşullarına ve her çeşit zorluga alıştığını, mücadeleden yılmadığını, belirttikten sonra, Türkiye'nin ekonomik vc sosyal konularına değindi. Türkiye'nin sahibi ve hakiki efendisinin köylü olduğunu ve bu sebeple T.B.M.M. Hükümeti'nin iktisadi siyasetinin bu amaca yönelik olacağını açıkladı. Hükümet'in iktisadi politikasının önemli amaçlarından birisinin, genel çıkarları doğrudan ilgilendiren iktisadi kurumları ve teşebbüsleri mali ve teknik güç yeterince devletleştirmek olduğunu açıkladı. Dış politika esaslarnı da "Rus Şuralar Cumhuriyeti ile dostluk bağlarımızın kuvvetlendirilmesi dış politikamızın esasıdır. Bu esas, tam bağımsızlığımızı tasdik edecek herhangi bir devlet ile ilişkilerimizi yenilememize tabiki engel olmaz." sözleriyle açıkladı. Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğunu bir kez daha belirttikten sonra, adli siyasetin, halkı yormaksızın süratle, isabetle ve güvenle adalet dağıtmak olduğu, eğitimde de ulusal ve çağdaş eğitim ilkelerinin esaslarını ortaya koydu ve sınırsız bir iman azmi ile çalışıldığını ve mutlaka başarıya ulaşılacağını söyledi.

Yusuf Kemal Bey'in yurt dışında bulunduğu sırada M. Kemal Paşa'nın Meclis'te yaptığı bu konuşma, hangi esaslar içinde barış kabul edeceğini, tam bağımsızlık ilkesinin reddi halinde savaşın sürdürüleceğini ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerin süreceğini gösteriyordu.

Yusuf Kemal Bey daha Türkiye'ye dönmeden İtilaf Devletleri 22 Mart 1922'de Türkiye ve Yunanistan'a ateşkes önerisinde bulundular. İngiltere, Türkiye'yi oyalamak, Yunanistan lehine en karlı bir barışı sağlamak istiyordu. İngiltere üç bakımdan endişeli idi.

Türkiye yakında Yunan Ordusu'na karşı başarılı bir saldırı yapabilirdi. (Bu durumda yeni barış şartları Türkiye'nin istediği biçimde gerçekleşecek demekti.)
Türkiye'nin Rusya ile olan dostluğunun nereye kadar gelişeceği
Türkiye'nin Irak'a karşı askeri bir harekat yapması olasılığı (Musul Misak-ı Milli sınırları içinde idi ve Türkiye'nin Elcezire Cephesi'nde önemli sayıda askeri vardı).

İngiltere bu endişelerden dolayı Türkiye ile Yunanistan arasında barış görüşmeleri başlamadan önce ateştes yapılmasını istediği için 22 Mart tarihli ateşkes notasını yolladı. İtilaf Devletleri'nin notasına göre:

İki taraf arasında 10 km. eninde askersiz boş bir koridor bırakılacak ve iki taraf kuvvetlerini takviye etmeyecek.
Tarafların arasında düşmanlık üç ay için durdurulacak ve barış şartları saptanana kadar ateeşkes uzatılabilecek.

Ateşkesin samimiyetsizliği ikinci madde de açıkça görülüyordu. Türk ve Yunan Orduları'nın denetlenmesini Yunanlıları Anadolu'ya çıkaran dostları ve Türklerin düşmanı İtilaf Devletleri'nin gözlemcileri yapacaktı.

İtilaf Devletleri'nin ateşkes önerisi geldiği sırada cephede bulunan M. Kemal Paşa, Bakanlar Kurulu'nu Akhisar'a çağırdı ve yanıt hazırlanırken, İtilaf Devletleri'nin 26 Mart tarihli barış önerisi geldi. Bu barış şartlarına göre:

İzmir ve Trakya'da, Tekirdağ Türkiye'ye verilecek; Edirne, Kırklareli, Babaeski Yunanistan'da kalacak.
Doğu'da bir Ermeni yurdu kurulacak.
Türkiye'de askerlik mecburi olmayacak, fakat ordu mevcudu 55.000'den 85.000'e çıkarılacak.
Sevr Antlaşması'nın mali, iktisadi ve adli hükümlerinin bazılarında Türkiye lehine değişiklik yapılacak. Ayrıca antlaşma yapıldıktan sonra İtilaf Devletleri kuvvetleri İstanbul'u terk edeceklerdi.

T.B.M.M. Hükümeti bu öneriyi prensip olarak kabul etmekle beraber 5 Nisan 1922'de gönderdiği karşı öneride Yunan Ordusu'nun, ateşkes imzalamasından sonra ilk onbeş gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyon hattından, dört ay içinde de İzmir dahil bütün Anadolu'dan çekilmesini istedi. İtilaf Devletleri l5 Nisan'da Türkiye'nin isteğini reddettiler. Böylece İtilaf Devletleri'nin başlattığı barış saldırısı veya aldatmacası sonuçsuz kaldı. M. Kemal gerçek ve adil bir barışın İtilaf Devletleri aracılığı ile değil, ancak kesin bir Türk zaferi ile kazanılacağını 4 Mart'ta Meclis'e ve ulusa açıklamıştı.

Başkomutanlık Olayı (M.Kemal Başkomutanlığı Bırakmıyor)

M. Kemal Paşa'ya 5 Ağustos 1921 tarihli kanunla Başkomutanlık olağanüstü yetkileri verilmişti. Bu yetkiler üç ay için verildiğinden, olağanüstü tehlike dolayısıyla 31 Ekim 1921'de ikinci kez, 4 Şubat 1922'de üçüncü kez uzatılmıştı. Her seferinde muhaliflerin eleştirileri daha da artmıştı. İtilaf Devletleri'nin barış önerisi ve red edilmesi, M. Kemal Paşa aleyhtarlarını harekete geçirdi. Barış fırsatının kaçırıldığı, ulusun maceraya sürüklendiği iddiaları yine başladı. 4 Mayıs 1922 tarihinde Meclis'te aaşkamutanlık yetkilerinin dördüncü kez uzatılması görüşüldü. M. Kemal Paşa'nın bulunmadığı bu toplantıda 72 üye yetkilerin kaldırılmasını istedi ve oylamada ise ancak 114 olumlu oy çıktı ve çogunluk olmadığı için sonuç alınamadı. M. Kemal Paşa bu durumda ordu ileri gelenlerinin (Kâzım Karabekir başta olmak üzere) düşüncelerini sordu. Çünkü o anda ordu başsız kalıyordu. Hükümet ve Genelkurmay Başkanı bu üzücü durumda istifa etmek istedi. Ülke yönetiminde zayıflık belirmişti. Ülkenin ve ulusal amacın çıkarları için Başkomutanlık görevine bırakmamaya kararlı olan M. Kemal Paşa 6 Mayıs'ta gizli oturumda Meclis'te durumun önemini ve ciddiyetini belirtti. Meclis'in yetkilerinin zorla alındığını ileri süren Salih Bey'in (Erzurum) bu iddiası üzerine, Meclis'e ve meşruluğa olan inanç ve saygısını belirtti. Meclis'in kuruluşunu bütün hayatı, varlığı ve şerefini tehlikeye atarak hazırlayan M. Kemal Paşa idi. Her çeşit baskı ve suçlamalara rağmen Meclis'in varlığına karşı çıkmamıştı. Başkomutan'ın varlığı yüzünden gelir kaynaklarının incelenmediğini ileri sürenlere istedikleri zaman inceleme yapabileceklerini belirtti. Ordu'nun gücünü para ile orantılı görenlere de "Paranız vardır, ordu yaparız; paranız bitti ordu dağılsın... Bunun için böyle bir sorunum yoktur. Baylar, para vardır, ya da yoktur. İster olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır." yanıtını verdi. Türk Ordusu böyle kurulmuş, İnönü ve Sakarya Savaşları böyle kazanılmıştı. Başkomutan'ın yayınladığı Tekâlif-i Milliye Emirleri'ni eleştirenler, Başkomutan'ın ulusa angarya yüklediğini, zorla iş yaptırdıgını ileri sürüyorlardı. M. Kemal Paşa, içinde bulunulan olağanüstü tehlike karşısında bu yola başvurulduğunu hatırlattıktan sonra "Ordu'nun eksikleri ulusa parasız zorla iş yapmayı gerektiriyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru yasa budur. Ulus'un ve Ordu'nun yenilmemesi için yasa buna engeldir diye, gerekli gördüğü tedbiri almakta duraksamayacağını." belirtti. Ordunun kıpırdayamayacağını ileri süren Vasıf Bey'in bazı kimselerce alkışlanmasının ise üzüntü ve utanç verici olduğunu söyledi. Daha sonra, Meclis'te beliren oylara göre komutadan hemen el çekmek istediğini, hatta Başkomutan'lığının sona erdiğini Hükümet'e de bildirdiğini, fakat önlenemeyecek bir çöküntüye meydan vermemek ve düşman karşısında orduyu başsız bırakmamak için, Başkomutan'lığı bırakmadığını ve bırakmayacağını açıkladı. Bu açıklamadan sonra yapılan oylama sonucu 177 olumlu oy ile Başkomutanlık süresinin uzatılması kabul edildi.

Fakat Meclis içindeki muhalefet durmadı. Temmuz'da kabul edilen bir yasa ile Bakanların ve Bakanlar Kurulu Başkanı'nın doğrudan doğruya Meclis'ce gizli oy ile seçilmeleri sağlandı. Böylece Mustafa Kemal Paşa Bakanlar Kurulu Başkanlığı'ndan uzaklaştırılmış ve Meclis Başkanı'nca Bakan adayları gösterilmesi de kaldırılmış oldu. Muhalif grup bundan sonra Rauf Bey'i Bakanlar Kurulu Başkanı (Başbakan) seçti. Büyük Taarruz öncesi Meclis içindeki muhalif durum böylece daha fazla gelişmeden önlendi.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
BÜYÜK TAARRUZ VE BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBESİ


26 Ağustos 1922)



Yunan Tarafı

Sakarya Savaşı'ndan sonra Yunanlılar Eskişehir-Afyon çizgisinde kuvvetli bir savunma hattı oluşturdular. Bu cepheleri gören bir İngiliz Kurmay Subayı "Türkler bu mevzileri dört beş ayda işgal ederlerse bir günde susturduklarını iddia edebilirler." demişti. Bu cepheyi böylesine güçlendiren Yunanlılar diğer yandan, İtalyanların boşalttığı Söke ve Kuşadası'nı (21 ve 30 Nisan 1922) işgal ettiler. Bu davranışlarıyla Anadolu'da kalmaya kararlı olduklarını gösteriyorlardı. Ege yöresinin Rumlarını da silah altına alarak birlikler oluşturuyorlardı. Türkiye'ye gözdağı vermek, Yunan halkının moralini yükseltmek ve Türk savaş gemilerince esir alınan "Enosis" isimli gemilerinin intikamını almak için 7 Haziran 1922'de Samsun'u bombardıman ettiler. 5 Haziran'da Yunan Ordusu'nun başına Lloyd George'un "Bir çeSit deli" dediği Hacı Anesti'nin getirilmesi ile, Yunanlılar Trakya ve Anadolu'da sivil halka karşı baskı ve katliama giriştiler. Haziran sonunda başlatılan faaliyetler sonucu, 30 Temmuz'da İonya (İzmir ve kuzey bölgesi) Muhtariyetini ilan ettiler. Bu hareketleri Ankara ve İstanbul tarafından protesto edildi. 29 Temmuz'da da İngiltere'ye bir nota vererek, Türkleri barışa zorlamak için İstantanbul'u işgal etmek zorunda olduklarını bildirdiler ve hemen arkasından iki tümenlik bir kuvveti Anadolu'dan İstanbul'a taşımak için hazırlıklara başladılar. Bunun üzerine İstanbul'daki Türk Gizli Teşkilatı önemli yerlere top yerleştirirken, şehrin savunması için binlerce kişi hazırlandı. Diğer yandan Fransa enerjik bir tutum izledi. General Pelle'ye verilen emirle Yunanlılara engel olması, gerekirse kuvvet kullanması bildirildi. İngiliz General Harrington da Lloyrd George'un politikasına aykırı olarak Fransızlara yardım ederek Çatalca hattına asker gönderdi. İtalya da aynı enerjik tutuma girince Yunanlılar bu girişimlerden vazgeçtiler.

Yunanistan bu politikayı ve hazırlıklarını sürdürürken, ordusunun ve Yunan halkının morali çok kötü idi. Sakarya'daki ağır yenilgi ve kayıpların açıklanması, çok kötü etki yaptı. Yunan askeri Anadolu'da boşu boşuna savaştığını düşünmeye başladı. Ordu Kralcı ve Venizelosçu çatışması içinde eğitim ve disiplinini yitirmişti. Siyasi ve askeri çöküntü yanısıra ekonomik bunalım da üst düzeye çıkmış ve dış yardım kapıları kapanmıştı. Yabancı devlet adamları ve askeri gözlemcilerin, Yunanlıların Anadolu'yu terk etmeleri yolunda uyarılarına da aldırmıyorlardı. Büyük Yunanistan'ı gerçekleştirmek için ellerine geçirdikleri tarihi fırsatı kaçırmak istemiyorlardı. Ordularının yeterli kuvvette olduklan kanısındaydıiar.

Türk Tarafı

Sakarya Savaşı'ndan sonra, Yunan Ordusu'nun hazırlık yapmasına fırsat bırakmadan, taarruz yapılması istenmiş, fakat ordunun buna hazır olmaması yüzünden vazgeçilmişti. Daha sonra yağışların başlaması dolayısıyla taarruz ertelendi, fakat her an taarruz yapılacakmış gibi hazırlık yapıldı. 1921 Eylül ayında seferberlik ilan edilmiş olduğundan ordunun er ihtiyacı büyük ölçüde giderildi. Sakarya Savaşı'nda, yiyecek, giyecek, cephane yokluğu yüzünden artan firar olayları kalmadı. Ordunun ihtiyacı olan malzeme, silah, cephane çeşitli yollardan sağlanırken eğitim ve disiplin mükemmel düzeye getirildi. Ordu içinde emir-komuta zinciri sağlandı. Cephe gerisinde de güvenlik önlemleri alındı. Ordunun komuta heyeti, uzun savaş yıllarında yetişmiş, tecrübeli komutanlardan oluşuyordu. Yeni getirilen erlerle ordunun sayısı 200.000'e ulaştı. Yiyecek, giyecek, cephane yeterli düzeye getirildi. Birkaç meydan savaşı yapılması olasılığı düşünülerek, ona göre hazırlık yapıldı. Türk Ordusu vatan topraklarını kurtarmak için Başkomutan'ın taarruz emrini bekliyordu.

Tarafların Kuvvetleri

Taraflar Subay Er Tüfek Hafif Mk.Tüfek Ağır Mk.Tüfek Top323 Kılıç Türk Ordusu 8.659 199.283 100.352 2.025 839 323 5.282 Yunan Ordusu 6.565 218.432 90.000 3.139 1.280 418 1.280



Türk Ordusu butün güçlüklere rağmen, malzeme ve silah bakımından Yunan Ordusu'na yakın duruma gelebildi. Başkomutan daha Ocak 1922'den itibaren taarruz planlarını hazırlamıştı, Sık sık cepheye giderek hazırlıkları yakından izledi.

Taarruz Kararı

M. Kemal Paşa 27 Temmuz 1922'de Alaşehir'e geldi. Taarruz planı üzerinde Genelkurmay Başkanı ve Cephe Komutanı ile son değişiklikleri yaptı ve planın aldığı son biçime göre 15 Ağustos'a kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına ve 30 Temmuz tarihli görüşmede, 26 Ağustos tarihinde taarruz yapılmasına karar verildi.

Fakat M. Kemal Paşa, Türkiye sorununun barışçı yollardan çözülmesi için İtilaf Devletleri'ne son bir kez daha başvuruda bulunmayı uygun gördü. T.B.M.M. Hükümeti'ni temsilen İçişleri Bakanı Fethi(Okyar) Bey, tam yetkili olarak Temmuz ayında Avrupa'ya gönderildi. 23 Temmuz'da Poincare ile görüşen Fethi Bey, gazetecilere "Zaferi kazanabiliriz. Fakat kan dökmekten çekiniyoruz." dedi. İngiltere ise Fethi Bey'le bakan düzeyinde görüşmeyi red etti. Fethi Bey'in bütün barışçı girişimleri Türkiye'yi güçsüz zanneden ve bu girişimi de bu guçsüzlüğün sonucu olarak yorumlayan İngiltere tarafından geri çevrilince, Fethi Bey Hükümete 14 Ağustos'tan sonra yolladığı raporda "Ulusal amaçlarımızın sağlanması, ancak askeri faaliyetlerle kabil olabilecektir." diyerek barış girişimlerinin sonuçsuz kaıdığını bildirdi. Mustafa Kemal Paşa'nın, taarruz hazırlıklarını izlemek için 17/18 Ağustos gecesi Ankara'dan ayrılarak Konya'ya gitti. Ankara'dan ayrıldığını bilen yalnız bir kaç kişi vardı. Hatta 21 Ağustos ta Çankaya'da bir balo tertiplendiği de ilan edildi. Halbuki M. Kemal Paşa 20 Ağustos'ta Akşehir'de idi. Konya'da postahaneye el koydurtan M. Kemal, Paşa, Konya'da bulunduğunun duyurulmasını engelledi. 20 Ağustos'ta Başkomutan, Batı Cephesi Komutanı'na 26 Ağustos'ta taarraza geçilmesi emrini verdi. Aynı gece yapılan komutanlar toplantısında durumu butün komutanlara harita üzerinde açıklayan Başkomutan, taarruz emrini yineledi.

Türk Ordusu düşmana yakın kuvvete sahipti. Oysa taarruz yapılabilmesi için düşmandan iki-üç kat üstün olmak gerekiyordu. Bu sebeple taarruz yeri olarak seçilen Afyon'a, Eskişehir'den bazı kuvvetler gece yüruyüşü ile getirildi. Bu şekilde Afyon yöresindeki düşman kuvvetlerine karşı üstünlük sağlanırken, Eskişehir cephesindeki kuvvetler zayıflamıştı. Bu sebeple bazı ordu komutanları, taarruzu sakıncalı buldularsa da Başkomutan'ın emrini yerine getirdiler. Eskişehir yöresi, I. ve II. İnönü, Eskişehir-Kutahya ve Sakarya Savaşları yüzünden savaş alanı olmuş, kaynakları tükenmiş, halkı büyük sıkıntılar içinde idi. Oysa Afyon yöresi savaş alanı olmamıştı. Cephenin arkasında Konya Ovası'nın ürünü vardı. Düşman Afyon yönünden bir taarruz beklemiyordu. Başkomutan taarruz kararını Bakanlar Kurulu'na da bildirdi. Türk ordusu 25-26 Ağustos gecesi bütün hazırlıklarını yapıp, düşman cephesine iyice yaklaştı. Taarruz süresince, ordunun ihtiyacı olan cephane, malzemenin taşınması için yine halktan yardım istendi. Erkekleri cephede olan kadınlar, yüzlerce kağnı ile geldiler. Hatta bazı kağnılara öküz bulunamadığı için inek koşulmuştu.

Türk taarruz planının esası, düşmana, geride yeni bir cephe kurmasına olanak vermeyecek bir biçimde bir tek darbede yenmek ve düşman silahlı kuvvetlerini imha etmek idi. Binbir güçlük ile sağlanmış bulunan cephanenin uzun bir savaşa yetmesi mümkün değildi.

Türk topçusunun 26 Ağustos sabahı saat 04:30'da ateş açması ile taarruz başladı. Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ve Cephe Komutanı Kocatepe'den taarruzu izliyorlardı. 26 Ağustos günü düşmana ait önemli birkaç tepe ele geçirildi. 27 Ağustos'tan itibaren düşman geri çekilmeye başladı. Turk kuvvetleri üstünlüğü ele geçirdiler. Yunan ordusu çekilirken etrafı ateşe vermeye başladı. Bu iki gün içinde Yunanlıların 4-5 tumeni yenildi. Yunanlılar'ın Eskişehir cephesinde bulunan kuvvetli birliklerinin, savunma cephesi kurmalarına fırsat vermemek için süvari birlikleri, gerilere sarktılar ve Dumlupınar yolunu tıkadılar. Çember içine alınan Yunan Ordusu'nun 5 tümeni, bizzat Başkomutan taarafından yönetilen bir savaş sonunda, çok ağır şekilde yenilerek teslim oldu. Kurtulan Yunan kuvvetleri panik halinde İzmir'e doğru kaçmaya başladılar. 30 Ağustos'da Dumlupınar'da düşman kuvvetlerinin imhası ile sonuçlanan bu meydan savaşına ismet Paşa 31 Ağustos'ta, "Başkumandan Meydan Savaşı" adını verdi. M. Kemal bu savaşa "Rum Sındığı" adını vermişti.

Meydan savaşından sonra, çevreyi gezen M. Kemal Paşa, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, sürü sürü esirin kafilelerle geriye götürülmesini gördükten sonra çok duygulanmış ve yanındakilere, "Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bzie ait değildir." demiştir.

31 Ağustos'ta düşmanın ana kuvvetleri imha veya esir edilmişti. Eskişehir yöresindeki kuvvetleri de çekilmeye hazırlanıyordu. Fakat Kocaeli ve Trakya'dan getirecekleri kuvvetleriyle Eskişehir'den çekilen kuvvetlerini birleştirme olasılığı olan Yunan Ordusu İzmir'in doğusunda yeni bir savunma hattı kurabilirdi. Bu duruma fırsat verilmemesi için Başkomutan ordulara Yunan Ordusu'nun İzmir'e kadar aman verilmeden izlenmesini, nerede yakalanırsa orada taarruz edilmesini bildirerek, tarihi, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" emrini verdi. Başkamutanın isteği ile Fevzi Paşa Mareşallığa ve İsmet Paşa Ferikliğe terfi ettiler. Diğer komutanlar da bir üst rütbeye yükseltildiler. Türk Ordusu amansız bir takip harekatına başladı. Yunan Ordusu silahını, cephanesini ve malzemesini terk ederek kaçıyor, kaçarken her yeri yakıp yıkıyor, gerisinde buyük bir enkaz bırakıyordu. Ele geçen malzeme ve esir buyük sayılara ulaşıyordu. Binlerce ölü ve esir veren Yunan Ordusu'nun artık kendisini toplaması olanaksızdı. Askerler bir an önce İzmir'e ulaşıp oradan gemiye binmek ve canını kurtarmak yarışına girmişlerdi. Yunan Ordusu çekilirken büyük katliam yaptığı için, Türk Ordusu'nun intikam alacağı korkusuyla Yunan Ordusu ve yerli Rumlar İzmir'e doğru kaçıyordu.

31 Ağustos'ta başlayan takip harekatı, yanan Türk şehir ve kasabalarının arasından, öldürülen Türk kadın ve çocuklarının Türk askeri üzerinde yarattığı büyük ve yorgunluk tanımayan bir azimle 9 Eylül günü İzmir'e girmesi ile sonuçlandı. Yunan Ordusu Anadolu'da bu kadar büyük zulüm yapmış olmasına rağmen esir alınan Yunan Generalleri, Türk Başkomutanı tarafından ağırlanıp, teselli edildiler.

Afyon tarafında bozulan Yunan kuvvetleri İzmir'e doğru kaçarlarken, Eskişehir yöresindeki kuvvetleri ise, Türk Ordusu'nun Kocaeli yöresinden çeviren kuvvetlerine teslim oldu. Bir kısmı ise Bandırma yönünde çekildi. Batı Anadolu şehirleri bir biri ardına kurtarılmaya başlandı. Yunan Ordusu tarafından yakılmış olan bu şehirler sırayla Türk Ordusu'nu karşıladı. 4 Eylül'de Alaşehir, Buldan, Kula, Söğüt, 5 Eylül'de Bilecik, Bozöyük, Simav, Demirci, Ödemiş, Salihli, 6 Eylül'de Akhisar, Balıkesir, 7 Eylül'de Aydın, 8 Eylül'de Kemalpaşa ve Manisa'ya Türk Ordusu girdi. 9 Eylül'de de İzmir, 10 Eylül'de Bursa kurtarıldı.

Denize ulaşabilen Yunan askeri kendini bulabildiği araçla adalara atmaya çalışıyorlardı. Bandırma ve İzmir yöresi Yunan askerleri ve yerli rum kafilelerinden geçilmiyordu. Türkler geliyor korkusu, adalarda yaşayan Rumları bile korkutmuş, arada deniz bulunduğunu unutturmuştu. İzmir şehri büyük bir insan kalabalığının, kendilerini gemilere atıp, canını kurtarmak isteyen Yunan Askeri ve yerli Rumların oluşturduğu mahşeri bir görünümdeydi. Limanda bulunan İtilaf Devletleri (Özellikle İngiliz) gemilerine binmek isteyen bu kalabalık, gemilere alınmıyor, binmekte ısrar edip, kayıklarla gemilere yanaşanlar denize atılıyor, hatta kalabalığın hücumu karşısında, gemidekiler tarafından ateş açılarak vuruluyorlardı. Yunan Ordusu'nu İzmir'e çıkartan İngilizler, şimdi onları kaderine terk ediyordu. Yerli Rum kayıkçılar kendi soydaşlarından, çok aşırı ücret istiyorlardı.

M.Kemal Paşa 9 Eylül'de Belkahveye geldi, fakat İzmir'de çatışmalar sürdüğü için geceyi KemalPaşa'da (Nif) geçirdi ve 10 Eylül'de İzmir'e girdi. 10 Eylül'de bile yer yer çarpışmalar sürmekteydi 3.000 kişilik bir Yunan kuvveti esir alınmıştı. İzmir'e giren M. Kemal Paşa'nın kalması için Karşıyaka'da bir köşk hazırlandı. Kral Konslantin de bu köşkte kalmıştı. Evin kapısında kendisini karşılayanlar merdivenlere bir Yunan Bayrağı sermişlerdi. Yunan Kralı'nın Türk Bayrağı'nı çiğneyerek eve girdiğini belirtenlere M. Kemal: "Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak, ulusunun şerefidir. Ne olursa olsun yerlere serilemez ve çiğnenemez. Kaldırınız..." yanıtını vererek Yunan Bayrağı'nı kaldırttı.

Buyük zafer ülkenin her yanında coşkuyla karşılanırken, dış Müslüman ülkelerden tebrik telgrafları gelmeye başladı. İlk tebrik edenlerin başında Sovyetler Birliği Elçisi Aralov vardı. Aralov "Batı Emperyalizmi"ne karşı savaşan Türkiye'yi kurtlarken, Müslüman ülkeler Haçlılara karşı elde edilen başarıyı kutluyorlardı. Fransa, İngiltere, İtalya, ve A.B.D.'nin İzmir'deki konsolosları ve amiralleri de 10 Eylül'de Ordu Komutanı'nı tebrik ettiler. Fakat endişe içinde oldukları açıkça ortadaydı. Çünkü bu savaşla yalnız Yunanlılar yenilmiş değil, İtilaf Devletleri'nin (Lloyd George, Wilson, Clemenceau, Orlando) kurdukları dünya duzeni de yıkılmış oluyordu. New York Times, Yunan yenilgisini insanlığın ve uygarlığın başına gelen en büyük felaket olarak nitelendirirken, İngiliz basını olayı dehşetle veriyor ve Fransız basını Türkiye'ye yeni bir savaşın açılıp açılmayacağını soruyordu. Gazete başlıklarında "Türk Zaferi", "Türkler İzmir'de" yazıları yer alırken 250.000 kişilik Türk Ordusu'nun Yunanlıları nasıl ezip geçtiği, Yunanlıların insan ve silah, cephane kayıpları uzerinde duruluyordu. "Le Temps Gazetesi" , on beş günde, bir yıldırım harbiyle iki Yunan Ordusu'nu yok edip, kalıntılarını denize döken Türklerin "Küçük Asya Sorunu"nu çözdüklerini, Kral Konstantin'in maceracı politikasının feci sonucunu gençekçi bir yorumla veriyordu.

Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesınden birkaç gün sonra 13 Eylül günü şehrin bazı yerlerinde yangın çıktı. Özellikle Ermeni evlerinden silah sesleri gelmesi ve arkasından buyük bir yangın çıkması, yangının "Ermeni ve Rum Örgütleri"nce çıkartıldığı ve İngiliz Konsolosu'ndan yardım gördükleri söylentilerinin yayılmasına yol açtı. Evleri yanan Avrupalı tüccarlar yangının Ermeniler tarafından çıkartıldığını ileri sürüyorlardı. Amerikalı, İngiliz, Fransız ve İtalyan Konsolosları 6 Eylül'de Yunan Harbiye Bakanı'ndan İzmir'in yakılmaması için garanti istemişlerse de, bu garanti verilmemişdi· Bütün Batı Anadolu'yu yakan Yunanlıların İzmir'i Türklerin yaktığını ileri sürmeleri çok ilginçtir. Şehrin yanmasından en çok zarar gören Türkler idi. Kurtardıkları "Güzel İzmir" yanıyordu. En çok üzülen M. Kemal Paşa oldu. Yangın üç gün sürdü ve şehrin üyük bir kısmı kül oldu. Şimdi Türkiye'nin eline harabe halinde bir şehir terk edilmişti. Tıpkı Batı Anadolu'nun diğer şehir, kasaba ve köyleri gibi.

Zafer'in Sonucu

Yunan Ordusu'nun on beş gün içinde imhası ile sonuçlanan "Büyük Zafer", Başkomutan'ın büyük riski göze alarak, güçlü bir sıklet merkezi yapmak, taarruzda baskını sağlamak, denk kuvvetle, ateş üstünlüğüne sahip düşmana karşı, savaşta kesin sonuç yerini seçme, doğru karar verme, iç ve dış politikayı iyi yönetmek, ulusu ve orduyu kaynaştırıp savaşa hazırlamaktaki üstün başarısıyla kazanıldı. Türk Ordusu 4-5 ayda parçalanamaz denen Yunan Cephesi'ni bir kaç günde parçaladı. 15 günde 500-600 km. yol aldı. 150.000 kişilik bir düşman ordusunu imha etti. Bu büyük başarı içte ulusal bütünlüğü ve güveni sağladı. Öldü zannedilen Türk Ulusu'nun azmi, bu düşünceyi yıktı. Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Lozan Atlaşması'nın imzalanmasını hazırlaması bakımından, büyük güç kaynağı oldu. Tam bağımsız Türk Devleti olan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Türk Devrimi'nin güç kayanağı yine bu zafer oldu. Sevr ile "Doğu Sorunu"nu diledikleri gibi çözebileceklerini zanneden İtilaf devletleri, Türkiye'nin gücünü ve Lozan'da Doğu Sorunu'nun kapandığını kabul ettiler. Atatürk'ün dediği gibi, zaferler amaçları ve sonuçları bakımından önem taşırlar. Tarihte büyük meydan savaşları çok olmuştur. Fakat bunların çoğu aynı ölçüde büyük sonuçlar getirmemiştir. Başkomutan Meydan savaşı yalnızca, düşman ordularını denize dökmek ve ülkeyi kurtarmakla kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu hazırlamıştır.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
PARİS BARIŞ KONFERANSI


Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren Ateşkes Antlaşmalarından sonra asıl konu, barış anlaşmalarının hazırlanmasıydı. İngiltere, Fransa, İtalya, A.B.D. ve Japonya'nın yanısıra bu konferansa katılan devlet sayısı 32 idi. 18 Ocak 1919'da Paris şehrinde ilk toplantısını yapan Barış Konferansı'nın dünyanın o tarihe kadar görmediği büyük sorunları ele alması gerekiyordu. Milyonlarca insanın ölümüne ve sefaletine yol açmış ve o tarihe kadar görülmemiş bir savaşın sonunda, galiplerin istekleri doğrultusunda dünyanın geleceği hakkında karar verilecekti. Konferansta asıl ağırlık İngiltere, Fransa ve A.B.D.'nin elinde idi. İtalya bile ikinci sıraya düştü. Birinci sorun Avrupa'nın durumu ve sınırların çizilmesi, ikincisi ise sömürgelerin özellikle Osmanlı Devleti'nin mirasının paylaşılması idi. Bu önemli konularda ise asıl karar yetkisi, ilk beş devletin ikişer temsilcisinden oluşan "Onlar Meclisi"ne aitti. Bir süre sonra İngiltere, Fransa, A.B.D. ve İtalya devlet başkanları veya başbakanları seviyesindeki "Dörtler Meclisi" tek söz sahibi durumuna geldi. Almanya'ya çok ağır savaş tazminatları ve yükümlülükler ile "Versay Barış Antlaşması" imza ettirildi. 28 Nisan 1919'da Avusturya İmparatorluğu parçalandı. Macaristan bağımsız devlet oldu. Bulgaristan ise en az zararla kurtuldu.

Osmanlı İmparatorluğu konusu Konferansın en önemli sorunları arasında idi. Birinci Dünya Savaşı'nın gizli anlaşmalarının yanısıra, İmparatorluğun içinde fırsat kollayan Rum, Ermeni, Arap ve Kürtler'in istekleri de dikkate alınıyordu. Bunların içinde en ciddi konu Yunanistan'a verilecek olan topraklar sorunu oldu. Lloyd George, daha 1915'de Maliye Bakanı iken Con Stavridis aracılığı ile, İngiltere'nin büyük bir Yunanistan kurulmasından yana olduğunu ve Yunanistan'nın bu yolda çalışması gerektiğini bildirmişti. Yine o tarihte Dışişleri Bakanı olan Edward Grey de Atina'daki İngiliz Elçisini, Yunanistan'ın savaşa katılması durumunda Yunanistan'a Batı Anadolu'da çok önemli topraklar verileceğini bildirmekle görevlendirmişti. Yunan Kralı'nın tahttan indirilip 1917 yılında Venizelos'un Başbakanlığı'nı ve Yunanistan'ın savaşa girmesini sağlayan İngiltere ve Fransa, Yunanistan'a Batı Anadolu'yu özellikle İzmir'i vaad etmişlerdi. Şimdi ise Lloyd George İngiltere Başbakanı bulunuyordu ve Türk düşmanlığı yanı sıra Venizelos'u Pericles devrinden bu yana Yunanistan'ın yetiştirdiği en büyük devlet adamı olarak görüyor, kendisine çok güveniyordu. Venizelos bu fırsatlardan yararlanarak İzmir ve çevresi üzerinde tarih ve nüfuz çokluğu iddialarıyla hak ileri sürdü. Oysa aynı topraklar üzerinde İtalya da iddia sahibiydi ve St. Jean de Maurienne Anlaşması ile İngiltere ve Fransa'nın bunu kabul ettiklerini belirtiyordu. Fakat bu anlaşmanın Rusya tarafından da onaylanması gerektiğini hatırlatan İngiltere İtalyan isteklerini ciddiye almadı. İtalyan ve Yunan çıkarları İzmir'den başka Oniki Ada üzerinde de çatışıyordu. Yunanistan bu adaların da kendisine ait olduğunu ileri sürüyordu. İngiltere, Fransa ve A.B.D. de Yunanistan yanında yer aldılar. Çünkü Doğu Akdeniz ve Batı Anadolu'da İtalya'nın yerleşmesini, kendi çıkarları için tehlikeli buluyorlardı. Venizelos, daha Paris Barış Konferansı ilk toplantısını bile yapmadan, 30 Aralık 1918'de sunduğu bir nota ile Meis Adası-Marmara Denizi'nin batısı arasında çizilecek bir çizginin batısında kalan tüm Anadolu topraklarının Yunanistan'a bırakılmasını istemişti. 4 Şubat 1919'da "Onlar Konseyi"nde yaptığı açıklamada ise İstanbul dışında, Trakya, Bati Anadolu, Oniki Ada, Kıbrıs, Meis, Rodos, İmroz ve Bozcaada'yı istedi. İstanbul üzerindeki isteklerini İngiltere'yi kızdırmamak için açıklamamış idi. Nisan 1919 başında hala kesin bir karara varılamamıştı. 28 Mart 1919'da İtalya'nın Antalya'yı işgal etmesi İngiltere, Fransa A.B.D.'yi endişelendirmişti. Adriyatik'te Fiume konusunda A.B.D. Başkanı Wilson ile İtalya'nın arası iyice açıldı ve savaş sözleri kullanıldı. Bunun üzerine İtalyan delegesi Orlando 24 Nisan 1919'da İtalyan heyetiyle birlikte Konferanstan ayrıldı ve üç büyükleri protesto etmek için Paris'i terk etti. İtalya'nın davranışı üç büyükleri endişelendiriyordu. 2 Mayıs ta, iki İtalyan savaş gemisinin İzmir Limanı'na geldiği haberini aldılar. İtalyan'lar 4 Mayıs'ta da Kuşadası'nı, Marmaris, Bodrum ve Fethiye'yi de 2 Mayıs'ta işgal ettiler. Venizelos'un İzmir ve çevresinin Yunanistan'a verilmesini sağlamak için nüfus üstünlüğü ve tarihsel haklar konusunda ileri sürdüğü iddiaları İtalyan delegesi ile birlikte çürütmüş olan A.B.D. de şimdi endişeye düşerek, İngiltere ve Fransa ile birlikte hareket etmeye başladı. İzmir'in Yunanlılar'a verilmesini kabul ettiler. A.B.D. uzmanlarının Başkan Wilson'a, Batı Anadolu'da Türkler'in çoğunlukta olduğunu ve Yunanistan'a verilemiyeceğini bildirmelerine rağmen Wilson bu uyarıları dikkate almadı. İzmir ve yöresinin Yunanlılar'a bırakılacağı haberleri daha Şubat ayında duyulmuştu. 3 Şubat 1919'da General George Milne, War Office'e gönderdiği raporla, Yunanlılar'ın İzmir'i işgali karşısında Türklerin ayaklanacağını bildirerek uyarıda bulunmuştu. Fakat bütün bu uyarılar üç büyükleri etkilemedi. 13 Mayıs'tan sonra artık İzmir'in Yunanistan'a verilmesi kararlaştırılmıştı. 14 Mayıs'ta Paris Barış Konferansı'nda üç büyükler Anadolu'yu Manda ile yönetilmek üzere üçe ayırdılar. Batı Anadolu'da Yunanlılar,Güneyde İtalyanlar, Ermenistan'da da Amerikan mandası bulunacaktı. Lord Curzon İzmir'in Yunanistan'a verilmesine kesinlikle karşı idi. Yunanistan'da güvenliği ve huzuru sağlayamayan Yunanlılar'ın, İtilaf Devletleri adına İzmir'de huzur sağlayamıyacaklarını söyledi. Savaş Bakanı Winston Churchill de kaygılarını belirtmişti. Osmanlı Devleti Konferansta temsil edilmediği için kararlar yalnızca galipler tarafından alınıyordu. Osmanlı yöneticileri Konferansa katılarak, İtilâf Devletleri'ni yumuşatabileceklerini, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girmesinin sorumluluğunun İ.T.'ye ait olduğunu hatırlatarak, cezadan kurtulacağını düşünerek boşuna hayale kapılıyorlardı. Bütün bunlara rağmen Lloyd George kararlıydı ve kurulacak büyük Yunanistan sayesinde Bogazlar'ın ve İngiliz sömürge yollarının, yani Doğu Akdeniz'in güvenliği sağlanacaktı. İtalya oldu bittilerle Batı Anadolu'da çeşitli yerleri işgal etmişti. İzmir'i de işgal ederse, onu oradan çıkartmak mümkün değildi. Bu sebeple acele edilmesi çerekiyordu. Venizelos'a acele etmesi bildirildi. İşgal hazırlıklarını tamamlamış bulunan bir Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919'da, İngiliz, Fransız ve Amerikan savaş gemilerinin koruyuculuğu altında İzmir'e çıktı ve şehri işgale başladı. İtilaf donanmasının koruyuculuğu altında Yunan ordusunun İzmir'e çıkması ile "Türklerin için için yanmakta olan öfkesi artık söndürülmez bir alev halinde tutuştu. Yabancı ulusların yaşadığı uzak illerin elden çıkarılması sineye çekilebilirdi, hatta başkentin işgaline bile katlanılabilirdi, çünkü işgalciler nihayet yenilmez Batı'nın muzaffer büyük devletleriydi ve askerleri er veya geç geldikleri yerlere döneceklerdi. Fakat komşu ve eski uyruk bir ulusun Türk Anadolu'nun kalbine itilmesi katlanılmaz bir tehlike ve utanç idi." Paris Barış Konferansı'nda önemli konulardan birisinin de Osmanlı mirasının yani Orta Doğu'nun paylaşılması olduğunu söylemiştik. İtilaf Devletleri Birinci Dünya Savaşı içinde gizli anlaşmalarla Orta Doğu'yu paylaşmışlardı. Fakat 8 Ocak 1918 tarihinde Başkan Wilson'un yayınladığı 14 maddelik ilkeler bu antlaşmaların geçersiz olduğunu ve ulusların kendi kaderini tayin edeceğini ilan ediyordu. Konferansta Wilson'u karşılarına almak istemeyen İngiltere ve Fransa Orta Doğu'yu ve diğer sömürgeleri paylaşmak için "Manda" denen yeni bir sistem ortaya koydular. Kendisini idareden aciz bulunduğunu iddia ettikleri ülkelerin gelişmiş ülkelerce, yani kendilerince yönetilmesi gerektiğini ileri sürerek Orta Doğu'yu paylaştılar. 21 Mayıs 1919'da İngiltere Konferans'a bir bildiri sunarak, Mezopotamya, Suriye ve Filistin'in İngiltere ve Fransa Mandasına (güdümüne) verilmesini, A.B.D.'nin de Türkiye mandasına katılmasını önerdi. Gerçekten de bir süre sonra Suriye ve Lübnan, Fransa'nın, Irak ve Filistin'de İngiltere'nin mandası altına verildiler. Savaş sırasında, kendi petrol kaynaklarının tükenmekte olduğunu gören A.B.D. ülke dışı petrol kaynaklarına yöneldi. 31 Mayıs 1919'da tüm konsoloslarına, bulundukları ülkelerin petrol ve bu petrol üzerindeki denetim durumlarını, gelişme umutlarını ve A.B.D.'nin bu üretimlere karışabilme olanaklarını sordu. A.B.D. ile Fransa ve İngiltere arasında geçen yazışmalarla, petrol ve kapitülasyonlar konusunda, "Manda" altında bulunan ülkelerde A.B.D.'ye "açık kapı" bırakılması ve kapitülasyonların A.B.D.'nin izni olmadan kaldırılmaması esaslarında anlaştılar. A.B.D. bu tarihte henüz Orta Doğu'ya doğrudan karışabilecek durumda değildi. Çıkarlarını ancak Avrupa Devletleri üzerinde genel bir baskıyla sağlamaya çalışıyordu. Ayrıca Senato'nun Monreo Doktrini'ne uyarak Avrupa sorunlarından uzaklaşması, İngiltere ve Fransa'yı Orta Doğu'da İkinci Dünya Savaşı'na kadar rakipsiz bıraktı. Orta Doğu'yu istedikleri gibi paylaşabilirlerdi. Eğer Türkiye gerçeği olmasa idi.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
GÜMRÜ ANTLAŞMASI

Rusya'nın durumundan yararlanarak kendi devletlerini kuran Ermeniler ve Gürcüler, Wilson İlkeleri'ni kendilerine göre yorumlayarak, Doğu Anadolu'nun kendilerine verilmesini istemişlerdi. Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra, Osmanlı Orduları önce Kafkasları ardından Doğu Anadolu'nun sınır bölgelerini boşalttılar. Türk birliklerinin çekilmesinden sonra işgal hareketlerini hızlandıran Ermeniler, yerli Müslüman halka insanlık dışı davranışlarda bulundular. Bunun üzerine Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Ermenilere savaş açtı. TBMM, Mondros Mütarekesi kararı gereği boşaltılan Kars, Artvin ve Ardahan'ın tekrar geri alınması için gereğinin yapılması yolunda ayrıca yetki verdi. 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir komutasındaki Türk Birlikleri. 28 Eylül 1920'de taarruza geçti. 29 Eylül'de Sarıkamış'ı, 30 Ekim'de Kars'ı, 7 Kasım'da Gümrü'yü geri aldı. Ermeniler barış istedi. Görüşmelerde TBMM'ini Kazım Karabekir, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey, Erzurum Valisi Hamit Bey, Ermenistan'ı ise Başbakan Aleksandr Katisyan ve beraberindekiler temsil etti.

2-3 Aralık gecesi imzalanan Gümrü Antlaşması şöyleydi:


Kars ve yöresi Türkiye'ye geri verilecek;

Ermenistan'ın Türkiye'ye karşı diğer devletlerle yaptığı tüm antlaşmalar kaldırılacak;

Aras Nehri Çıldır Gölüne kadar uzanan hat Doğu sınırı olarak çizilecek;

Sevr antlaşmasını ve Türkiye çıkarlarına uygun olmayan antlaşmaları Ermenistan hükümeti de kabul etmeyecek;

Türkiye'deki Ermenilerle, Ermenistan'daki Müslümanların diğer yurttaşlar gibi eşit haklardan yararlanacak;

İki ülke arasında en erken vakitte diplomatik ilişkiler, telgraf ve telefon ulaşımları kurulacak;

Türk koruyuculuğu altında yerel özerklik verilecek olan İtur ve Nahçıvan illeri kendi kaderlerini kendileri tayin edecekler;

Ermenistan saldırıya uğrar ve yardım isterse,

Türkiye ona askeri yardım da bulunacak;

Ermenistan silah ithal etmeyecek;

Her iki taraf birbirinden savaş ödeneği istemeyecek;

Türk ordusu, Ermeni ordusu Antlaşmada saptanan sayıya indirildiği taktirde Ermeni topraklarını boşaltacaktır.

Gümrü Antlaşması'nın imzalanmasından bir gün sonra, Ermenistan Cumhuriyeti Kızılordu'nun işgaline uğradı ve Erivan'da Sovyet Ermeni Cumhuriyeti kuruldu. Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti'nin kurulması ile Gümrü Antlaşması'nın onaylanması askıya alınmış, antlaşmanın yürürlüğe girmesi mümkün olmamıştır. Doğu Cephesi'nde kazanılan zafer doğu sınırlarının belirlenmesinde yararlı olmuş, önce 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması, daha sonra 13 Ekim 1921 Kars Antlaşması ile ufak değişikliklerle Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır belirlenmiştir. Gümrü Antlaşması, TBMM'nin imzaladığı ilk antlaşma olmasından dolayı önemlidir.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
LONDRA KONFERANSI

Londra Konferansı, 1912 ve 1921

Balkan Savaşı sırasında1912 Aralık ayının ortalarında aynı anda başlayan iki ayrı uluslararası konferans. Bunlardan birinde Osmanlı ve Balkan ülkelerinin temsilcileri karşı karşıya geliyordu. Diğeri ise, Avrupalı altı büyük devlet temsilcisinden oluşmaktaydı. Osmanlının ve diğer tarafın koruyucuları vardı. Avusturya-Macaristan ve Almanya İstanbul hükümetini, Rusya ve Üçlü İtilaf devletleri de Balkan ülkelerini destekliyordu. Konferansta, Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği ve altı büyük devletin denetimi altında özerk bir Arnavutluk kurulması kararlaştırılmıştır. Diğer yandan Osmanlı İmparatorluğundan Avrupa'daki sınırını Midye-Tekirdağ çizgisine çekmesi, Edirne'nin teslim edilmesi, Ege denizindeki tüm haklarından vazgeçmesi isteniyordu. Bu istemler İstanbul hükümetince kabul edildiği sırada 23 Ocak 1913 günü Jön Türkler darbe ile iktidara geçmişler ve konferans sonuçları uygulanamamıştır.


1921 Londrra Konferansı

Birinci İnönü Savaşı'nın kazanılması T.B.M.M. gerçeğini İngilizlere de kabul ettirdi. İngilizler işgal ettikleri Musul-Kerkük yöresinde de yerli halkın direnişiyle karşılaştılar. Revandiz'de çıkan ayaklanma üzerine İngilizler burayı terk ettiler. Bu durum karşısında İtilaf Devletleri İstanbul, Ankara ve Atina'dan gönderilecek delegelerin katılmasıyla 21 Şubat 1921'de Londra'da bir konferans toplanmasına karar verdiler. 26 Ocak'da Sadrazam Tevfik Paşa'ya durumu bildirdiler. Tevfik Paşa 27 Ocak'ta M. Kemal'e durumu bildirdi. M. Kemal Paşa verdiği yanıtta, Türkiye'in tek temsilcisi olarak T.B.M.M.'nin bulunduğunu ve İstanbul'un, Türk Ulusu adına karar verecek yerin B.M.M olduğunu kabul etmesi ve eğer İtilaf Devletleri hak ve adalet kurallarına göre bir çözüm arıyorlarya T.B.M.M.'ni doğrudan çağırmaları gerektiğini bildirdi. Sadrazama yolladığı özel mektupta ise Padişah'ın T.B.M.M.'ni resmen tanıdığını ilan etmesini ve İstanbul'un Ankara'ya katılmasını istedi. Fakat Tevfik Paşa, İstanbul Hükümeti'nin devamının gerekli olduğunu ve işbirliği yapılmasını önerdi.

Yazışmalar bir sonuç vermemekle beraber, Tevfik Paşa, M. Kemal'e karşı yakınlık duymaya başladı. Yunanlılar'ın 21 Şubat 1921'de 70-80 bin kişilik bir kuvvetle saldırıya geçeceğinin haber alındığını M. Kemal'e bildirdi. Ayrıca M. Kemal Paşa hakkında daha önce alınmış ölüm kararı kaldırıldı ve milliyetçiler için kullanılması yasaklanmış olan Bey ve Paşa gibi ünvanların yeniden kullanılması serbest bırakıldı.

M. Kemal Paşa, İtilaf Devletleri Türkiye'yi doğrudan çağırmadıkları takdirde konferansa katılmamak kararında idi. M. Kemal'in kararlı tutumu karşışsında İtilaf Devletleri, İtalya aracılığıyla T.B.M.M.'ni de konferansa çağırdılar. Bekir Sami Bey Başkanlığındaki Türk heyeti Antalya üzerinden bir İtalyan gemisiyle Brendizi'ye ve oradan da Roma'ya vardı. Heyet, Türkiye sorununda tek yetkili yerin T.B.M.M. olduğunu ve doğrudan çağırılmaları gerektiğini bildiren bir nota verdi. Bunun üzerine Lloyd George, Ankara'yı konferansa çağırdı. Türk delegeleri konferansa ancak 27 Subat'ta katıldılar. Ve Londra Konferansı 12 Mart 1921'de son buldu. T.B.M.M. delegesi Sevr diye birşeyi tanımadığını, dolayısıyla İtilaf Devletleri'nin Sevr'in yumuşatılması önerilerini kabul etmeyeceklerini belirtip, Misak-ı Milli esasları üzerinde görüşülebileceğini bildirdi. Fakat İtilaf Devletleri Türk gerçeğini bir türlü kabul etmek istemediler. Sevr'in yumuşatılması konusunda öneri getirdiler. Buna göre İzmir İli güya Turkiye'ye verilecek, fakat şehirde Yunan kuvveti bulunacak asayiş müttefik subaylarca sağlanacak, vali hristiyan olacak ve Milletler Cemiyeti tarafından atanacaktı. Türkiye bu önerileri ulusal bağımsızlık ilkesine aykırı olduğu için kabul etmedi.

Londra Konferansı'na katılmayı kabul eden M. Kemal, Misak-ı Milli'nin İtilaf Devletleri'nce kabul edilmeyeceğini biliyordu. Fakat katılmakla, Türk Ulusu'nun sesini ve haklı davasını bütün dünyaya duyurmak fırsatı doğdu. İtilaf Devletleri T.B.M.M.'nin varlığını kabul ettiler. Türkler barış istemiyorlar propogandalarına fırsat verilmedi. Wilson'ın 14 maddesi ilkesine uygun olarak hazırlanmış bulunan Misak-ı Mili'nin Batılı devletlere ve batı kamuoyuna duyurulması saglandı.

Londra Konferansı'ndan bir sonuç çıkmadı. Zaten Yunanlılar 23 Mart 1921'den itibaren Batı Anadolu'da yeni saldırı hazırlıklarına başlamışlardı. Yunanlılar Türk Orduları'nı yok etmeye güçlerinin yeteceğini göstermek ve Türkleri Sevr'i kabule zorlamak için saldırı kararı aldılar. Kralın, M. Kemal'in daha fazla dayanamıyacağı, geniş bir orduyu besleyip, donatamıyacağı iddialarını kabul eden Lloyd George Yunan saldırısını uygun buldu. Oysa Fransız ve italyan askeri gözlemcileri Yunan görüşünü paylaşmıyorlardı. Fakat yine de İngiliz Başbakanı'nı desteklediler. Turk delegeleri daha yolda iken Yunan saldırısı başladı.

Bekir Sami Bey Londra Konferansı sürerken, İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ile ayrı ayrı görüşülerek antlaşmalar imzaladı (11-12 Mart 1921). İngilizlerle esirlerin değiştirilmesi üzerine antlaşma yapıldı. Buna ,göre Türkler, ellerinde bulunan İngilizleri serbest bırakacak, buna karşılık İngilizler Ermenilere ve İngiliz esirlerine zulüm ve suistimal etmemiş olan Türk esirlerini iade edeceklerdi. Fransa ile yapılan antlaşma gereğince güney cephesinde çatışmaya son verilecek, bu bölgedeki Türk kuvvetleri silahtan arındırılacak, buna karşılık bu bölgede Fransızlara bazı idari yetkiler tanınacak, Diyarbakır ve Sivas şehirlerinin iktisadi kalkınması için Fransız sermayesinden yararlanıp Fransızlara bu yöredeki iktisadi ayrıcalıklar verilecekti. Buna karşılık Sevr'de belirtilen sınırlar üzerinde Türkiye lehine bazı değişiklikler yapılacaktı. İtalya ile yapılan antlaşma ile de İtalya, İzmir ve Trakya'nın Türkiye'ye geri verilmesini Konferans'ta savunacaktı. Buna karşılık İtalya'ya İzmir dışında, batı ve güney Anadolu şehirlerinde iktisadi ayrılacıklar verilecekti.

Bekir Sami Bey bu antlaşmaları T.B.M.M. Hükümeti'nin onayını almadan imzalamıştı. Türkiye'nin çıkarlarına ters düşen ve ulusal bağımsızlığa aykırı olan bu antlaşmaları imza ettiği için Bekir Sami Bey, M. Kemal ve Meclis tarafından sert şekilde eleştirildi. Antlaşmalar Meclis tarafından onaylanmadı. Bekir Sami Bey ise barış fırsatının kaçırıldığı görüşünde idi. Londra'dan döndükten sonra, M. Kemal kendisinin Dışişleri Bakanlığı'ndan çekilmesini istedi. Yerine, o sırada Moskova'da bulunan ve Moskova Antlaşması'nı imzalayan Yusuf Kemal Bey geçti.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
MOSKOVA ANTLAŞMASI

Moskova Antlaşması, Rusya ile
Rusya Federasyonu dünyanın en büyük ülkelerinden biri. Kuzeyinde Kuzey Kutup Denizi; doğusunda Pasifik Okyanus; batısında Estonya, Litvanya, Beyaz Rusya, Letonya, Ukrayna, Moldavya, Baltık Denizi; güneyinde Kazakistan, Moğolistan, Çin, Gürcistan, Azerbeycan, Hazar Denizi, Kuzey Kore, Karadeniz yer alır.

TBMM Hükümeti arasında 16 Mart 1921'de imzalanan antlaşma.

B.M.M. açıldığında Mustafa Kemal Sovyetlere dostluk önerisinde bulunmuştu. Fakat Sovyetler Birliği bu sıralarda, içte karşı devrimci güçlerle ve dışta da Polonya ile savaşıyordu. Diğer yandan İngiltere, 1917 Ekim Devrimi sonrası, Çarlık dönemi borçlarını ret eden Bolşevikler'e ekonomik ambargo uygulamaya başlamıştı. Türkiye'nin tam bağımsızlık ilkesinden ödün vermeden dış ilişkilere hazır olması tezi de Sovyetlerin hoşuna gitmemişti. Emperyalizme karşı savaşan Türkiye'nin Sovyetleşebileceği umudunu duymuştu. Ermeni konusundaki yaklaşımları da Türkiye ile Sovyetler arasındaki ilişkilerin olumlu gelişmesini engellemişti. Birinci İnönü Savaşı'nın kazanılması Sovyetlerin Türkiye'ye daha çok yakınlaşmasını hazırladı. Ermeni konusunda ise sorun çözülmüştü. Londra'da İngilizler ile ticari bir antlaşma imzalamak üzere olan Sovyetler, İngilizleri kuşkulandırmamak için Türkiye ile görüşmelerini geciktirdi. İngiliz Başbakanı Lloyd George'u anlaşmaya Sovyetlerin Kemalistlere yardım etmemeleri hükmünü koydurmak istediyse de Sovyetler bunu ret ettiler. Ticari antlaşmayı saklayan Sovyetler daha rahat duruma geldiler. Fakat Londra Konferansı'na T.B.M.M. delegelerinin katılmasını, Türkiye'nin Emperyalistlerle anlaşmak istediği biçiminde yorumlayan Sovyetler bu sebeple olumlu bir sonuca ulaşmakta geciktiler. 8 Kasım 1920'de Moskova Elçiliği'ne atanan Ali Fuat Paşa'nın çalışmaları sonunda Türkiye ile Sovyetler Birliği 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması'nı imzaladılar.
Antlaşmanın hükümlerine göre:

1- İki taraftan birinin tanımadığı devletlerarası bir senedi diğeri de tanımayacaktır(Madde 1).

2- Sovyetler Birliği Misak-ı Milli'yi tanıyorlar(Madde 1).

3- Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusyası arasında imzalanmış olan antlaşmalar hükümsüzdür(Madde 6).

4- Sovyetler kapitülasyonların kaldırılmış olmasını kabul ediyorlar (Madde7).

5- İki devlet aralarındaki ilişkileri sıklaştıracak iktisadi, mali ve sair antlaşmalar yapmayı kabul ediyorlardı.

6- Sovyetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Ermenistan ve Gürcistan arasında imzalanmış antlaşmalara göre tespit edilmiş olan sınırı, Batum Gürcistan'a geri verilmek şartıyla, tanıdılar. Ancak Türkiye Batum Limanı'nı serbestçe kullanabilecek ve bölge halkına geniş bu özerklik verecekti(Madde 2).

7- Boğazların bütün devletlerin ticaret gemilerine açık kalmasını sağlamak amacıyla Karadeniz'e kıyısı olan Devletlerin temsilcilerinin katıldığı bir konferansta konunun ele alınması prensip olarak kabul edildi. Fakat bu konferansta Türkiye'nin İstanbul üzerindeki egemenliğini tehdit eden kararlar alınmayacaktı (Madde 5).

8- Rusya elinde bulunan bütün esrirleri üç ay içinde iade edecektir (Madde l3).

Moskova Antlaşması Türkiye için büyük başarı idi. Büyük bir devlet T.B.M.M. Hükümeti'ni resmen tanıdı. Misak-ı Milli'yi ve Türkiye'nin kabul etmediği anlaşmaları (Sevr'i) kabul etmemeyi kabul etti. Her iki devlet de kendilerinden önceki (Çarlık Rusya ve Osmanlı Devleti) döneme ait antlaşmaların geçersiz olduğunu ilan ettiler. Yalnız, Batum Gürcistan'a, işin gerçeği Sovyetlere bırakılıyordu. Buna karşılık, Sovyetler Kars ve Ardahan'ın Türkiye'ye ait olduğunu kabul ettiler. Türkiye Doğu Cephesi'ndeki kuvvetlerini Batıya kaydırmak olanağına kavuştu. Türkiye, Sovyetler gibi büyük bir devletin, İtilaf Devletleri'ne karşı politik desteğini ve ayrıca Türkiye'ye silah, cephane, araç, ilaç v.s. göndermesini sağladı.

Moskova Antlaşması'nın imzalanmasından yedi ay sonra, Sovyetler Birliği'nin aracılığı ile Türkiye ve Kafkas Cumhuriyetleri arasında 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalandı. Moskova Antlaşması'nın hükümlerinin bir tekrarı olan bu antlaşma ile Türkiye'nin doğu sınırı kesinlik kazandı . Bu arada Meclis Ulusal Mücadele'nin anlam ve önemini belirten iki olayı yaşadı. 12 Mart 1921'de İstiklal Marşı kabul edildi. 23 Nisan 1921'de de 23 Nisan günü "Ulusal Bayram" olarak ilan edildi.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
KARS ANTLAŞMASI

13 EKİM 1921)

Sakarya Meydan Muharebesi'nin sağladığı siyasal kazançlardan biri de, Kars Antlaşması'ydı. Kars Antlaşması, Doğuda daha önce Mart 1921'de yapılan ve Moskova Antlaşması'yla düzenlenen ilişkilerin genişletilerek, Kafkas Devletlerini kapsaması, Doğu sınırımızın da kesinleşmesini sağlayan antlaşma olması açısından önemlidir. Kars'ta 13 Ekim 1921'de imzalanan antlaşmaya Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Sovyet Rusya temsilcileri de imza koymuştur.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
ANKARA ANTLAŞMASI

Ankara Antlaşması, 1964 Türkiye ile
Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey yarımkürede, Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında bulunan bir ülke. Ülke topraklarının büyük bir bölümü Anadolu yarımadasında, kalanı ise Balkan Yarımadası'nın uzantısı olan Trakya'da bulunur. Ülkenin üç yanı Akdeniz, Karadeniz ve bu iki denizi birbirine bağlayan Boğazlar ile Marmara Denizi ve Ege Denizi ile çevrilidir. Komşuları Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye'dir.
.
Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında ortak üyelik statüsü kuran andlaşma.

Türkiye, Topluluğa ilk kez 31 Ağustos 1959'da başvurmuş, sözkonusu andlaşma 12 Eylül 1963'de imzalanarak ilgili ülkelerin parlamentolarında onaylandıktan sonra 1 Aralık 1964'te yürürlüğe girmiştir. Ankara Antlaşması'nın temel amacı, Türkiye ile Topluluk arasında aşamalı bir biçimde gümrük birliğinin kurulmasıdır. Nihai amacın ise, Batı Avrupa ile hem ekonomik, hem de siyasal yönden bütünleşme olduğu ileri sürülebilir.

Andlaşma uyarınca, gümrük birliği birbirini izleyen üç dönemde gerçekleştirilecektir. Bunlar a)Hazırlık Dönemi b)Geçiş Dönemi, c)Son Dönem (ya da tam üyelik dönemi)'dir. Hazırlık döneminde Türk ekonomisinin güçlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amacın gerçekleştirilmesi için Topluluğun Türkiye'ye bazı gümrük kolaylıkları tanıması ve finansal yardımlarda bulunması öngörülmüştür. Geçiş Dönemi fiilen 1 Eylül 1971 tarihinde başlamıştır. Bu dönemde Topluluk ile Türkiye arasında sanayi malları alanında gümrük birliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Tarımsal ürünler arasında bu dönemde gümrük birliği sözkonusu değildir; ancak Topluluğun tarım ürünleri alanında Türkiye'ye bazı gümrük kolaylıkları tanıması öngörülmüştür. Üretim faktörlerinin serbest dolaşımı ise andlaşmaya göre 1976-1986 arasında gerçekleştirilmiş olacaktır. Ayrıca, Topluluk, Türkiye'nin tam üyeliğini kolaylaştırmak için finansal yardımlar sağlayacaktır. Türkiye'deki yasal mevzuatın ve iktisat politikalarının Toplulukla uyumlulaştırılması da geçiş döneminde gerçekleştirilmesi öngörülen konulardandır. Son (yani tam üyelik) döneminin ise 1995'ten itibaren başlaması öngörülmüştür. Ankara andlaşmasına göre, geçiş döneminde bu son dönemde tarım ürünlerinin de serbest dolaşımı sağlanmış olacak; diğer yandan Türkiye'de izlenen iktisat politikaları da Toplulukla uyumlu duruma getirilmiş bulunacaktır.

Manda rejimi ile Suriye'ye yerleşen Fransa, Adana, Antep, Maraş, Urfa'yı İngilizlerden devralınca, burada çok güçlü bir Türk direnişiyle karşılaştı. Bu direniş Fransızlara çok ağır kayıp verdirdi. Suriye mandasını tehlikeye soktu. Türk Orduları'nın 1. ve II. İnönü Savaşları ve Sakarya Savaşı'ndaki başarıları Fransa'yı çok etkiledi ve tutumunu değiştirdi. Bu arada İtalyanlar Haziran ayından itibaren sessizce Anadolu'yu terk etmeye başladılar. 5 Temmuz 1921'de ise tamamen terk ettiler. Gerçi Ekim ayında, Anadolu'ya bir temsilci göndererek ekonomik ayrıcalıklar istedilerse de Ankara ret etti.

Fransızlar 1921 Mart ayından itibaren Türkiye ile görüşmelere başladılar. Bekir Sami Bey'in Fransızlarla Londra'da yaptığı antlaşma, bağımsızlık ilkesiyle bağdaşmadığı için ret edildi. Haziran ayında Franklin Bouillon'u Ankara'ya özel temsilci olarak gönderdiler. Görüşmeler olumlu hava içinde gelişirken Yunan saldırısı başlayınca, görüşmeleri askıya aldılar. Türk-Sovyet yakınlaşması Fransa'yı endişeye itti. Yunan saldırısı karşısında Türkiye'nin Sovyetlerden yardım alması üzerine Fransız basını "Denize düşen yılana sarılır." Türk sözünü hatırlatarak, Fransız çıkarlarının tehlikeye düşeceğini belirtiyordu.

Kral, Konstantin'in, başlattığı saldırıyı "Haçlı Seferi" olarak ilanı Avrupa'da etkili olmuş, Sovyetlerin Kemalistlere 150.000 kişilik bir ordu gönderdiği ve Anadolu'ya girdiği haberleri duyulmuştu. Yunan Ordusu'nun başlangıçtaki üstünlüğü Avrupa'da büyük etki yaptı. Fakat Türk Ordusu'nun savaşı kazandığının duyulması bütün umutlan yıktı. Fransız kamuoyunun görüşü ve Hükümetin tutumu değişti. Türkiye gerçegini kabul ettiler. 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması'nı imzaladılar.

Ankara Antlaşması'nın Hükümleri:

1- Her iki taraf bu antlaşmanın imzalanmasından sonra savaşa son vermeyi kabul ediyorlar.

2- Türk ve Fransız tutuklu ve savaş esirleri serbest bırakılacak

3- Antlaşmanın imzalanmasını izleyen iki ay içinde sözü geçen hattın güneyine Fransız kuvvetleri ve kuzeyine Türk kuvvetleri çekilecek.

4- Boşaltma ve işgal her iki tarafça atanacak bir komisyonca saptanacak yöntemlerle gerçekleşecek.

5- Her iki taraf da boşaltılan bölgelerde tam bir genel af uygulayacaklar.

6- Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Misak-ı Milli'de açıkça tanınan azınlıklar hukukunun çeşitli devletler ve bağlaşıkları arasındaki antlaşmalara göre aynı temelde kendisine uygulanacağını bildirir.

7- İskenderun ve Antakya bölgesi için Fransa özel bir yönetim rejimi kuracak, buradaki Türk halkına kültürlerini geliştirmek için her tür kolaylık gösterilecek. Türkçe resmi dil olarak kalacaktır.

8- 3. maddede sözü geçen hat şöyle çözümlenmiştir: Sınır, İskenderun Körfezi üzerinden Payas'ın güneyinden Meydan-ı Ekbez'e doğru gidecek. Oradan Suriye'ye, Karnaba ve Kilis Türkiye'ye bırakılarak Çobanbey İstasyonu'nda demiryolunu izleyecek, demiryolu Nusaybin'e kadar Türk topraklarında kalacaktır. Nusaybin ile Cezinei İbn Ömer arasındaki eski yol Türklerde kalarak Dicle'ye varacaktır. Yolda, her iki ülke de aynı hakka sahip olacaktır. Bu antlaşmanın imzalanmasını izleyen bir ay içinde her iki taraf temsilcilerinin oluşturduğu bir komisyon bu hattı saptayacaktır.

9- Osmanlı Hanedanı kurucusu Osman Gazi'nin dedesi Süleyman Şah'ın Türk mezarı adı ile anılan mezarın bulunduğu Caber Kalesi Türk Bayrağı altında, Türk koruyucuları gözetiminde, Türk mülkü olarak kalacaktır.

1O-Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Pozantı-Nusaybin arasındaki Bağdat Demiryolu ayrıcalığının ve Adana'daki şubelerinin haklarıyla işletme ve nakliyat-ı ticaretinin yasal hak ve yararlarıyla Fransız Hükümeti'nin seçeceği bir Fransız grubuna verilecektir. Türkiye, Meydan-ı Ekbez'den Çobanbey'e kadar Suriye topraklarından trenle askeri ulaşım yapabilecektir. Suriye'de Türk topraklarında aynı hakka sahiptir.

11- Bu anlaşmanın imzalanmasından sonra Türkiye-Suriye arasında bir gümrük anlaşması saptanması için karma komisyon kurulacaktır.

12- Kuveik Suyu, Halep Şehri ile kuzeyindeki Türk bölgesi arasında acil bir şekilde bölünecek, Halep, gereksinmesine göre, kendi masraflarıyla Türk toprağından, Fırat'dan su alabilecektir.

13- Yerleşik veya göçebe haktan 8. maddede saptanan hattın bu veyahutta öteki tarafındaki otlaklardan yararlanma hakkı veya emlakı veya arazisi olanlar eski haklarından yararlanabileceklerdir. Hayvanlarını veya yavrularını, araç ve gereçlerini gümrük veya vergi vermeksizin hattın öte tarafına nakledebileceklerdir. Bunlarla ilgili vergileri, oturdukları ülkede vermek ile yükümlüdür.

Anlaşmanın imzalanması sırasında Türk delegesi Yusuf Kemal Bey, Franklin Bouillon'a, İskenderun ve Antakya bölgesi halkına Türk Bayrağı'nı ihtiva eden özel bir bayrak kullanma hakkının verilmesini istedi ve bu istekleri kabul edildi.

Bu antlaşma ile Birinci Dünya Savaşı öncesi kurulmuş bulunan İtilaf bloğu parçalandı. Versay'da kendisini desteklemeyen ve Almanya'ya yumuşak davranan İngiltere'ye kızan Fransa Türkiye konusunda İngiltere'ye oyun oynuyor ve tek başına hareket ediyordu. İngiltere bu antlaşmayı hayret ve dehşet ile karşıladığını gizlemedi. Fransa Türk cephesinde 60-70.000 asker beslemek ve Türklerle savaşmaktan kurtuluyordu. Bu antlaşma yalnızca Güney Doğu Anadolu için imzalanmakla beraber, Fransa gibi büyük bir Avrupa devletinin Türkiye'yi ve Misak-ı Milli'yi resmen tanıması bakımından çok önemliydi. Fransız desteğini yitirdikleri için Kilikya üzerindeki Ermeni hayalleri yıkıldı. 130.000'den çok Ermeni Suriye'ye, 30.000 kadar Ermeni de Kıbrıs'a göç etti. Doğu Anadolu'da da 300.000 kadar Ermeni, Ermenistan'a göç etti.

Bu antlaşmanın Türkiye'ye siyasi yararlarının yanı sıra, askeri bakımdan da büyük yararı oldu. Bu cephenin tasfiyesi ile Türkiye güneyini de güvenceye aldı ve buradaki askerlerini Batı cephesine taşımak olanağı buldu. Fransızlar bölgeyi boşaltırken Türkiye'ye satış ve hibe yoluyla silah, cephane bıraktılar.

Sömürge halklarının üzerinde de bu zaferin etkisi görüldü. Avrupa devletlerinin yenilmezliği konusu yıkıldı. Türk zaferi ve Avrupa Devletleri'nin Türkiye karşısındaki yenilgileri sömürgeler halklarına umut verdi.

Bu antlaşma ile Hatay Fransa'ya bırakılmakla Misak-ı Milli'den ikinci ödün verildi. Batum'dan sonra Hatay yitiriliyordu. Fakat o günün koşulları altında elde edilen büyük kazançtı. Çünkü Türkiye iki büyük cepheyi tasfiye etti. İki büyük ülke tarafından resmen tanındı. Kaldı ki Hatay üzerinde Türkiye haklarından vazgeçmeyecekti. 1923 yılında Adana'ya gelen Atatürk, burada kendisini siyah bayrakla karşılayan Hatay temsilcilerine "40 asırlık Türk yurdu yabancı eline bırakılamaz." diyerek, kurtuluş için söz vermiş ve sözünü 15 yıl sonra yerine getirmiştir.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI

Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim
11 Ekim Gregorian Takvimine göre yılın 284. günüdür. Sonraki sene için 81 (Artık yıllarda 82) gün var.

1922


Türkiye ile Yunansitan arasında imzalanan ateşkes antlaşması.

3 Ekim 1922'de Mudanya'da toplanan konferansta Türkiye'yi Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Büyük Britanya'yı General Harrington, Fransa'yı General Charpy, İtalya'yı da General Mombelli temsil etmiştir. Çetin görüşmeler sonunda, Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim 1922'de imzalanmıştır. Yunanlılar, Mudanya'daki Konferansa katılmamış, hazırlanan Antlaşma metnini kabullenerek üç gün sonra imza etmiştir.

Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Türkiye - Yunanistan arasında silahlı çatışmaya son verilmiştir. Trakya, Meriç sınır olmak üzere Türkiye'ye bırakılmıştır. Yunanlılar on beş gün içinde Trakya'yı boşaltacaklardır. Yunanlılardan boşalan yerlere İtilaf Devletleri birlikleri girecek, onlar da en geç bir ay içerisinde, Trakya'yı Türklere devredeceklerdir. Türklerin Trakya'da en çok 8000 jandarma kuvveti olacaktır. Türkler, Ateşkes Antlaşmasında öngörülen sınırlar içinde İtilaf Devletleri askeri birliklerinin bulundukları yerlere girmemeyi taahhüt etmektedir. Ateşkes Antlaşması imza edildiği tarihten üç gün sonra yürürlüğe girecektir.

Mudanya Ateşkes Antlaşması görüşmelerinde, İsmet Paşa'nın hatıralarında da açıklandığı üzere, bir komutanın siyasi alanda müzakereler yöneten tecrübeli ve becerikli bir diplomat gibi görüşmelere katıldığı ve başarılı olduğu görülmektedir.
Mudanya Ateşkes Antlaşması

Türk Orduları bir yandan İzmir'e girerken bir yandan da İstanbul ve Çanakkale Boğazı'na doğru ilerliyorlardı. Başkomutan, büyük devletlerden biri veya bir kaçı ile savaşa girmeden, Boğazlar bölgesini güvenlik altına almak, Yunan Ordusu'nun buralara gelmesini engellemek ve Trakya'da yapılacak olan bir harekat ve İtilaf Devletleri'ni, Türk isteklerini kabule zorlamak için gerekli hazırlıkları yapmış ve komutanlara gereken emirleri vermişti.

Yunan Orduları'nın 30 Ağustos'ta perişan olduğunu duyan İngiltere büyük endişeye kapıldı. Türkiye'nin Ağustos ayı içindeki iyi niyetli barış görüşmelerini reddeden, Fethi Bey'le görüşmeyi bile kabul etmeyen İngiliz Kabinesi'nin başı şimdi büyük korkuya kapılmıştı. Çünkü İngiltere, Boğazların korunması için Fransa ve İtalya'nın yardımcı olmayacağını biliyor, bu işin yalnızca İngiltere'ye kalacağını görüyordu. İngilizler Yunanlıları kesin bir imhadan kurtarmak için, 1827'den beri yaptıkları gibi, 3 Eylül'de Yunanistan'ın yaptığı ateşkes önerisini Fransa ve İtalya'ya iletti. Fakat Fransa, Yunan kuvvetlerinin Anadolu'yu boşaltmalarını şart koştu. İtalya yanıt bile vermedi. Bu durumda Çanakkale'nin Anadolu yakasının savunulması 8.000 İngiliz Askeri'ne kalıyordu. Londra, müttefikleri yardım etmediği takdirde, Çanakkale'nin terk edileceğini General Harrington'a bildirdi. 4 Eylül'de Rauf Bey'den M. Kemal Paşa'ya, İstanbul'dan ateşkes önerisi istendiğini bildiren telgraf geldi. M. Kemal 5 Eylül'de verdiği yanıtta, Yunan Ordusu'nun bütünüyle imha edildiğini, ateşkesin kabulü için, Trakya'nın ateşkesten sonra 10-15 gün içinde, 1914 sınırlarına kadar boşaltılmasını, tutsakların serbest bırakılmasını ve Yunan Hükümeti'nin, Anadolu'da Yunan Ordusu'nun yaptığı zararları ödemeyi kabul etmesini şart koştu. Yunanistan 7 Eylül'de yine İtilaf Devletleri aracılığı ile yeni bir ateşkes teklifinde bulundu. Fakat bu konuda T.B.M.M. yazışmaları sürerken Türk Ordusu 9 Eylül'de İzmir'e girdi. General Harrington bir önlem olarak aynı tarihte, bir Albaya kuvvet vererek Türklerin tarafsız bölgeyi geçmelerini engellemek ve Çanakkale'yi savunmakla görevlendirdi. İngiliz savaş gemileri de yeni birlikler getirdiler. Aynı tarihte İstanbul'un Anadolu yakasında Caddebostan-Büyük Çamlıca hattında savunma önlemleri aldılar. İngilizlerin aldığı bütün bu önlemler Türk Ordusu'nun kararını değiştirmedi. 18 Eylül'den itibaren Türk birlikleri Boğazlar üzerine yürüdüler ve İngiliz Askeri, Yunan ordusunu onbeş günde yok edip Çanakkale şehrinin 15 km yakınına gelen Türk askeri ile karşılaştı. Türk birliklerine, düşman ateş açmadıkça ateş açmaması emredilmişti. Harrington da İngiliz birliklerine, Türk Askeri ateş açmadıkça ateş açılmamasını emretmişti. 23 Eylül'de Çanakkale yakınında Erenköy'de Türk Askeri, tüfekleri omuzlarında, namlusu yere dönük asılı olarak İngiliz Askeri'nin yakınma kadar geldi. İngiliz Subayı Türk birliklerinin geri çekilmesini istedi. Türk komutan bu isteği reddedince İngilizler çember içine girmemek için geri çekildiler. Taraflar arasında bir çatışma çıkması olasılığı varken Lloyd George Türkiye'ye karşı son kozlarını oynuyordu.

İngiliz Kabinesi 15 Eylül'de toplanarak, Çanakkale ve İstanbul'a doğru ilerleyen Türk Ordusu'na karşı kuvvet kullanılması kararı aldı ve müttefikleriyle dominyonlardan yardım istendi. Bahriye Bakanlığı da bir bildiri yayımlayarak, müttefiklerin, dominyonların ve Balkan Devletlerinin, Boğazların korunması için yardımını istedi. Türklerin ne olursa olsun Avrupa'ya geçmesini engellemek ve Türk başarısının yarattığı üstün durumu ortadan kaldırmak kararında olan Lloyd George'un çağrısına ne müttefiklerinden, ne de dominyonlardan, ne de Balkan Devletlerinden olumlu yanıt geldi. Hiç kimse İngiliz politikası uğruna maceraya atılmayı istemiyordu. Fransa ve İtalya, Türkiye ile yapılacak diplomatik görüşmelere katılmayı kabul ettiler. 18 Eylül'de İstanbul'daki Müttefik Devletler, T.B.M.M, temsilcisi Hamit Bey'e bir nota vererek, tarafsız bölgeye girilmemesini istediler.Fakat 19 Eylül'de Fransız askeri birlikleri, Fransa Başbakanı'nın emriyle Çanakkale Boğazı'nın Anadolu yakasından Rumeli yakasına taşındılar. İtalyanlar ise Türklere karşı savaşmayı kesinlikle red ettiklerinden İngilizler yalnız kaldı. Müttefikler durumu görüşmek için 19 Eylül'de Paris'te toplandılar. Fransa'yı Başbakan Poincare, İngiltere'yi Lord Curzon ve İtalya'yı Kont Sfortza temsil ettiler. Paris'te bu görüşmeler sürerken,Fransız General Pelle İzmir'e gelerek M. Kemal ile görüştü. General Pelle, Türk birliklerinin tarafsız bölgeye girmemelerini istedi. Mondros Ateşkesi hükümlerine göre, stratejik bölgelerin işgal altında bulunduğunu, T.B.M.M. Hükümeti'ni, Babıali'nin devamı olarak kabul edip, Türklerin tarafsız bölgeye girmemelerinde ısrar etti. M. Kemal Paşa, Müttefiklerin Mondros Ateşkesi hükümlerini en baştan beri çiğnediklerini, emperyalistlerin Yunanlıları Türkiye'ye saldırttıklarını,üç yıl Türk Ulusu'na zulüm yapılırken seslerini çıkartmadıklarını sert bir şekilde hatırlattıktan sonra, Türkiye'nin tarafsız bir bölge tanımadığını, Türk Orduları'nı durduramayacağını ve ateşkesin uzaması halinde ordularını hareketsiz bırakamayacağını, Trakya dahil bütün ülkenin terk edilmesini istedi. Boğazlar konusunda görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. M. Kemal Paşa İzmir Limanı'nda bulunan İtilaf Devletleri donanmasına bir nota vererek 24 saat içinde İzmir Limanı'nı terk etmelerini bildirdi. Donanma bu notadan sonra "Geldiği gibi gitti.".

Paris'te Müttefik görüşmeleri sert bir hava içinde geçiyordu. Fransa, Edirne dahil bütün Doğu Trakya'nın Türkiye'ye verilmesini istedi. İtalya da kendisini destekledi. İngiltere'nin savaş çıkartmak isteyen tutumu karşısında Fransa Başbakanı Lord Curzon'a çok sert bir konuşma yaparak, İngiltere'yi yalnız bırakacağını bildirdi. İngiltere Fransa'nın bu isteğini 22 Eylül'de kabul etti ve hazırlanan notayı imzaladı. Hazırlanan nota 23 Eylül'de İzmir'de bulunan Başkomutan M. Kemal Paşa'ya gönderildi. Aynı gün Türk birlikleri İngilizlerin tarafsız bölge dedikleri yerlere girip, Çanakkale'de İngiliz birliklerine iyice yaklaşmışlardı. Franklin Bouillon M. Kemal Paşa'ya başvurarak, durumun gergin olduğunu ve kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi. General Harrington, Lloyd George'un kendisine gönderdiği emirleri işleme koymayıp, İngiliz birliklerine silaha başvurulmaması emrini verdi. 24 Eylül'de Yunanistan'da ihtilal çıktı. Kral tahtını bıraktı ve İhtilal Mahkemesi kurularak, yenilginin sorumluları yargılanmaya başladılar. Sovyetler Birliği de 24 Eylül'de İngiltere, Fransa, İtalya, Balkan Devletleri ve Mısır'a bir nota göndererek, Yakın Doğu'da çıkan ciddi soruna bugüne kadar büyük devletlerin katılmadığını hatırlatıp, olay büyürse, Avrupa'nın yeni sarsıntılarla karşılaşacağını hatırlatıp, bu sorunun çözümünün, Türk halkının Türk ülkesine ve Boğazlara mutlak egemen olması ile çözülebileceğini, Boğazlar konusunun Sovyetler için önemini belirttikten sonra, Boğazlar konusunda Rusya'nın katılmadığı ve çıkarlarına ters düşen bir kararı kabul etmeyeceklerini bildirdiler. 25 Eylül'de Türk birlikleri İngiliz müstahkem mevkilerinin tel örgülerinin yanına kadar geldiler. 26 Eylül'de General Harrington, M. Kemal Paşa'ya bir telgraf göndererek, Türk birliklerinin tarafsız bölgeyi, görüşmelerin yararı için terk etmelerini istedi. M. Kemal verdiği yanıtta, tarafsız bir bölge tanımadığını, Türk Ordusu'nun yenik Yunan Ordusu'nu izlediği, İngiltere'nin Yunan Ordusu için tarafsız bölge ilan edemeyeceğini ve Yunanlıların yaptığı yıkımı hatırlatarak, Boğazlar konusunda Türkiye'nin her zaman görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Bu arada Franklin Boulillon da M. Kemal Paşa ile görüşmek için 28 Eylül'de İzmir'e geldi. İzmir'de ikisi arasında kararlaştırılan esaslar çerçevesinde Türk Orduları'nın Boğazlara doğru harekatı durduruldu. M. Kemal aynı gün General Harrington'un ikinci mektubuna da yanıt vererek, Müttefiklerin İstanbul halkına uygulamakta oldukları tedbirleri kaldırmalarını, Yunan donanmasının bir daha İstanbul'a gelmemesini istedi ve ileri harekatın durdurulduğunu bildirdi. Müttefiklerin Paris'ten gönderdikleri notayı da 29 Eylül'de yanıtlayıp, askeri harekatın durdurulduğunu fakat, Yunanlıların Edirne dahil bütün Trakya'yı hemen boşaltmalarını bildirdi. İngiliz Kabinesi ise 29 Eylül'de toplanarak, Lord Curzon'un karşı çıkmasına rağmen, General Harrington'a bir telgraf göndererek, Türkiye'ye Türk Askeri'nin tarafsız bölgeyi terk etmelerini; aksi takdirde ateş açılacağını bildirir bir nota vermesini istedi. Fakat Harrington bu emri yerine getirmedi. Barışın hazırlandığı bir sırada, yeni bir savaşı başlatabilecek bu emri uygulamamakla en akıllı yolu izledi. 1 Ekim'de Londra'ya yolladığı bir telgrafta emri niçin uygulamadığını açıkladı. M. Kemal Paşa ile Harrington arasında Mudanya'da bir Konferans toplanmasının belirmesi üzerine İngiliz Kabinesi yeni hazırlıklara başladı.
Mudanya Konferansı (3-11 Ekim 1922)

İtilaf Devletleri'nin kararsız tutumları, M. Kemal Paşa'nın tutarlı ve kesin davranışı sonunda, Türkiye'nin istediği oldu. İngiliz Kabinesi'nin Avrupa'yı yeni bir felakete götürebilecek olan sorumsuz politikası ve savaş girişimleri General Harrington'un gerçekçi davranışıyla başarısız oldu. M. Kemal ve Harrington'un anlaşmaları sonucunda 3 Ekim 1922'de Mudanya'da Ateşkes görüşmelerinin başlaması kararlaştırıldı. Başkomutan M. Kemal Paşa, ateşkes görüşmelerine Türk Ordusu'nun temsilcisi olarak Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'yı görevlendirdi. Mudanya'da İsmet Paşa'nın başkanlığı altında İngiltere Delegesi General Harringion, Fransa Delegesi General Charpy, İtalya Delegesi General Monbelli'nin katıldıkları konferans 3 Ekim'de toplandı. Fevzi ve Refet Paşalar da İsmet Paşa ile Mudanya'ya geldiler ve görüşmeler süresince kendisine yardımcı oldular.

İşin ilginç yanı, Mudanya'da, yenilmiş Yunan Orduları'nın temsilcisi yoktu. Avukatlığını İngiltere yapacaktı. Görülüyor ki Türkiye ateşkes masasına Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri ile oturuyor ve onlarla hesaplaşıyordu. Yalnız bu sefer Müttefiklerin karşısında yenik bir Osmanlı İmparatorluğu'nun, ezik delegeleri yoktu. Yunan Orduları'nı 15 gün içinde yok etmiş, İtilaf Devletleri'ni dehşete düşürmüş muzaffer Türk Orduları'nın temsilcisi vardı. Türkiye ateşkes masasına Misak-ı Milli'ye dayanan bağımsızlık tezini ve inancını getiriyordu.

Konferansın en önemli konuları, Doğu Trakya'nın Yunan kuvvetleri tarafından boşaltılıp, Türklere teslim edilmesi ve Boğazlar ile İstanbul'un bağlı olacağı durum idi. İngiliz delegesi bu konularda Türkiye'nin aleyhine bir tutum içinde olduğu için görüşmeler sert bir hava içinde geçti. 5 Ekim'de Yunanlıların Trakya'da hala kıyım yaptıklarını hatırlatan Fransız Delegesi Yunanlılara karşı hemen bir harekatın başlatılmasının kaçınılmazlığını dile getirdi. İngiltere'nin Yunanlılar lehine tutum izlemesi üzerine Başkomutan, İsmet ve Fevzi Paşalara, Batı Cephesi Orduları'na yeniden harekat serbestliği veren bir talimat gönderdi. Türk tarafının kararlılığı ve İngiltere'nin uyuşmaz tutumu yüzünden Konferansın dağılması ve savaşın yeniden başlaması tehlikesi belirdi. M. Kemal Paşa ayrıca Trakya'nın İzmir'deki görüşmelerde kararlaştırıldığı biçimde Türkiye'ye terk edilmesinin kabul edilmemesi durumunda Türk Orduları'nın İstanbul'a yürümelerini emretti. Müttefik delegeler 6 Ekim sabahı İstanbul'da bir araya gelerek kendi aralarında durumu görüştüler. Fransız ve İtalyan delegelerinin arabuluculukları ile 9 Ekim'de görüşmeler başladı. General Harrington'un Müttefikler adına sunduğu değişiklik projesi İsmet Paşa tarafından M. Kemal Paşa'ya bildirildi. 10 Ekim'de görüşme yapılamadı. 11 Ekim gecesi sabaha karşı toplanan Konferans 11 Ekim sabah saat 6 da Ateşkes'i imzaladı.

Ateşkes hükümleri 14-15 Ekim gecesi yürürlüğe girecek ve Türk-Yunan silahlı kuvvetleri arasındaki çatışma son bulacaktı. Yunan kuvvetleri Doğu Trakya'yı hemen boşaltmaya başlayacaklar ve 15 gün içinde boşaltma tamamlanacaktı. Bu yerler 30 gün içinde, asayişi sağlayacak olan T.B.M.M. Hükümeti jandarma kuvvetlerine teslim edilecek, ancak bu kuvvetler 8.000'i aşmayacak, Trakya'nın yönetimi Türk memurlarına verilecekti. Devir teslim işlemleri sırasında karışıklık çıkmaması için, İtilaf Kuvvetleri 7 taburluk bir kuvvet bulunduracaklardı. Bu kuvvet Doğu Trakya'nın Türkiye'ye tesliminden sonra 30 gün içinde geri çekilecekti (madde: 1-10). Barış antlaşması sağlanana kadar Türk Silahlı Kuvvetleri Çanakkale ve İzmit Yarımadası'nda belirlenen çizgiyi geçmeyecekler, Trakya'ya asker geçirmeyecek ve ordu toplamayacaktı (madde:ll-13)
Ateşkes'in Önemi

Mudanya Ateşkesi Türk Orduları'nın kazandığı "Büyük Zafer"in sonucunda, ileride yapılacak barış antlaşmasının Türkiye lehine gelişmesini etkileyecek bir başarı idi. Mondros işe Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışırken, Mudanya ile yeni, diri bir Türk Devleti doğuyordu. İtilaf Devletleri'ne Türk isteklerini kabul ettiren Türk politikasının "Hakkımızı istiyoruz, siz vermek istemezseniz biz alacağız." anlamındaki sert ve kararlı tutumu oldu. Bu ateşkes ile Türkiye savaş yapmaksızın bütün Trakya ve Edirne'yi alıyordu. Bu tarihe kadar T.B.M.M. Hükümeti'ni resmen tanımamış olan İngiltere, artık Türkiye'nin siyasi varlığını da kabul ediyordu. M. Kemal Kurtuluş Savaşı'nda çok akıllı bir politika izleyerek, İngiltere'yi askeri alanda yalnız bırakmıştı. Şimdi ateşkes masasında da yalnız bırakıyordu. Yalnız başına kalan İngiltere, Türkiye'ye savaş açmak sorumluluğunu ve cesaretini tek başına yüklenemedi. Üstelik Yunan Ordusu'nun hemen bütün silah, cephane ve malzemesi de Türk Ordusu'nun eline geçmiş bulunuyordu.

Venizelos'un "Büyük Yunanistan" hülyası ile, Lloyd George'un Türkiye'ye yeni bir savaş açmak için, müttefiklerini Türkiye'ye karşı kullanmak politikası yıkıldı.

Barış Konferansı'nın toplanacağı yer için M. Kemal Paşa İzmir'in seçilmesini istemişti. Fakat Müttefikler tarafsız bir ülkede yapılmasını istedikleri için İsviçre'nin Lozan Şehri seçildi.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI

Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lausanne (Lozan) şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, S.S.C.B, Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalandı.

Buna göre, kısa bir süre sonra, barış yapılması gerekliydi. İtilaf devletleri, barış görüşmelerine T.B.M.M. hükümetiyle Osmanlı hükümetini davet ettiler. Bu durum T.B.M.M. hükümeti tarafından olumlu karşılanmadı. Yapılan toplantıda Ankara hükümeti, Osmanlı hükümetiyle ilişkisi bulunmadığını ve Türkiye’yi yalnız Ankara hükümetinin temsil edebileceğini, aksi halde toplantıya katılmayacağını İtilaf hükümetlerine bildirdi. Bu sırada İngiltere’de savaş taraflısı Lloyd George kabinesi düştü. Yerine barış taraflısı Bonarlow kabinesi geçti. Kabinede Dışişleri bakanlığı görevi Lord Curzon’a verildi. Curzon, barış görüşmelerinin hemen başlatılması için, diğer devletlerle ilişki kurarak, çalışmalara başlamıştı. Fransa, İtalya ve Yunanistan görüşmelere hemen başlama kararı aldılar. T.B.M.M. Hükümetinin uyarmasını da dikkate alan bu devletler, Lozan konferansına yalnız Ankara hükümetinin katılmasında bir sakınca görmediklerini Lord Curzon’a bildirdiler. Lord Curzon da durumu Ankara’ya yazdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti çağrıya olumlu cevap verdi ve Ankara’da Lozan’a gidecek heyet seçildi. Heyete İsmet Paşanın ( İsmet İnönü) başkanlık etmesi kararlaştırıldı. Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka’dan gayrı müşavir olarak heyete, Münir Ertegün, Muhtar Çilli, Veli Saltık, Zülfü Tiğrel, Zekai Apaydın, Celal Bayar, Şefik Başman, Seniyettin Başak, Şevket Doğruer, Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Nusret Metya, Hikmet Bayur, Zühtü İnhan, Fuat Ağralı, Mustafa Şeref Özkan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yahya Kemal Beyatlı Beyler de alındı. Konferansa katılan Türk gazetecileri;Ahmet Cevdet, Ahmet Şükrü Esmer, Hüseyin Cahit Yalçın, Velit Ebüzziya, Kerami Kurtbay, Mecdi Sayman, Kemal Salih Sel, Asım Us, Ahmet Hidayet Reel Beylerdi.

Türk Murahhas heyeti Lozan’a gitmek üzere Ankara’dan 4 Kasım 1922’de törenle uğurlandı. Konferansın açılış tarihi olarak önce 13 Kasım kararlaştırılmıştı. Ama bu arada müttefikler birtakım tertiplere başvurdular; nitekim Türk heyeti Lozan istasyonunda, devlet ileri gelenleri tarafından bilhassa karşılanmadı. İnönü bu durumdan yararlandı ve Fransa başbakanı ve dışişleri bakanı Poincare’nin özel davetini kabul ederek Paris’e gitti, onunla konuştu. Bu görüşme İngilizleri etkileyecekti. Fransız basınında Türkler için yararlı yayınlar yapıldı. Konferans ancak 20 Kasım saat 3:30 ‘da Mont Benon gazinosu salonunda açıldı. Müttefikler bu konferansı “ Şark İşleri Konferansı “ olarak adlandırdılar. Onlara göre bu, 1914’ten beri doğunun huzurunu bozan savaşlara kesin olarak son vermek ve karşılıklı anlaşmaya varmak üzere toplanan bir konferanstı. Bu sebeple Lozan’daki görüşmeler sırasında İsmet Paşa, Osmanlı hükümetiyle ilgili bütün meselelerle uğraşmak zorunda kaldı. Mustafa Kemal Paşa bu durumu, Nutuk’ta “ Lozan sulh masasında bahse mevzu olan meseleler üç, dört yıllık yeni bir devreye münhasır kalmıyordu. Konferansta, yüzyıllık hesaplar görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar mülevves hesapların içinden çıkmak, elbette o kadar basit ve kolay değildi “ diye belirtir ve İsmet Paşanın karşılaştığı güçlükleri anlatır. Konferans İsviçre Konfederasyonu başkanının bir konuşmasıyla açıldı. İsmet Paşa bu ilk toplantıda salona Lord Curzon ile birlikte girdi ; konferansa Lord Curzon başkanlık edecekti. İsviçre başkanı nutkunu “ Yeryüzündeki iyi niyetli insanlara selam “ söyleriyle bitirdi. Açılış töreninde İtalya başbakanı Mussolini ve Fransa başbakanı Poincare de bulunuyordu. İsviçre Konfederasyonu başkanından sonra Lord Curzon bir konuşma yaparak “ Eğer delegelerin hepsi aynı uzlaştırıcı ruhla çalışırlarsa, masaya gelecek her meseleyi çözmek ve barış yapmak isteğini duyarlarsa, amaca ulaşmak kolaylaşacaktır “ dedi. Bu konuşmadan sonra kendisinin, taraflardan biri olduğunu düşünerek İsmet Paşa söz istedi ve konuşmasında Türkiye’nin uğradığı haksızlıkları saydı. Anadolu’daki tahribatı, yapılan mezalimi, halkın çektiği acıları anlattı. Konferansa bir ricacı olarak gelmediğini de tekrarladı. Asıl görüşmeler, 21 Kasım’da saat 11:00’de , Chateau d’Uhy otelinin büyük salonunda başladı. Oturumun başkanı Lord Curzon idi. Konuşmalar sert bir hava içinde başladı. İsmet Paşa, komisyonlardan birinin başkanlığının Türklere bırakılmasını, genel sekreterliğe bir Türk yardımcının verilmesini ve Türk delegeleri sayısının ikiden üçe çıkarılmasını teklif etti.

Bu tekliflerin hepsi karşı tarafça reddedildi. Yalnız Boğazlar meselesi konuşulurken bu konuşmalara Karadeniz’de kıyıları olan devletlerin temsilcilerinin çağrılması teklifi olumlu karşılandı. Konuşmaların bu kısmına Sovyetler Birliği ile Romanya ve Bulgaristan temsilcileri de katıldı. İsmet Paşa bütün oturumlar boyunca Fransızca konuştu. Konferansta önce üç ana komisyon kuruldu. Bunların sayısı gerekirse artırılacak yahut alt komisyonlar seçilecekti.

Ana komisyonlar: 1-Topraklara, askerliğe ve Boğazlar’a ait işler komisyonu. 2-Ekalliyetler ( azınlıklar ) komisyonu. 3-Mali, iktisadi ve hukuki işler komisyonuydu.

Bunun dışında alt komisyonlar da kuruldu. Lozan’da karşılaşılan ilk çetin mesele Batı Trakya meselesi oldu.Bu topraklar son elli yıl içinde, Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar arasında çeşitli bölünmelerle el değiştirmiş ve bu konuda yapılan her incelemede , o andaki duruma göre verilen istatistikler ayrı sonuçlar doğurmuştu. Lozan konferansına gidildiği zaman, Batı Trakya’da Türk nüfusu, diğer nüfusa nazaran çoğunluktaydı. Türk kuvvetleri bir taraftan Meriç hattına ilerlerken öte yandan bazı milis teşkilatçıları Batı Trakya’da mahalli teşebbüslere girişmişler, bir müslüman hükümet kurmayı bile tasarlamışlardı. Ankara’nın barış istemesi üstüne, Batı Trakya’da Yunanistan’dan geri alınacak topraklar meselesiyle ilgili çalışmalara yer verilmedi. Çünkü Türkiye, Batı Trakya’yı Birinci Dünya savaşından önce elden çıkarmıştı. Bu durum, birtakım antlaşmalara dayanıyordu. Batı Trakya, saldırıya uğrayan ve Yunanlılar tarafından zorla işgal edilen Türk topraklarına benzer durumda değildi. Milli misak sınırları içinde de bulunmuyordu. Fakat ortada bir Karaağaç meselesi vardı ve burası, Edirne’nin bir mahallesiydi. Yunanlılar Edirne’yi işgalleri sırasında Karaağaç’ı ele geçirmişlerdi; Mudanya antlaşması, Meriç nehrine kadar Türk topraklarının Türklere geri verilmesini kabul ettiği halde, Meriç’in batı kıyısına düşen ve Edirne’nin bir mahallesi durumunda olan Karaağaç meselesini barış konferansına bırakmıştı.

Konferansta Yunanlılar bu konu üstünde direndiler. Boğazlar, azınlıklar ve diğer meseleler üstünde de olumlu ilerlemeler olmadı. Konferansın açılışı üstünden bir ay geçti. Ele alınan meselelerin çözümü konusunda, her iki taraf da görüşünü değiştirmedi. İsmet Paşa bu hava içinde, Ankara’ya durumu bildirmek ve konuyu daha yakından görüşebilmek için heyetten Hasan Saka Bey’i memlekete gönderdi. Hasan Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Türklerin Lozan’daki tutumunu ve diğer devletlerin öne sürdüğü meseleleri bütün açıklığıyla anlattı. Bir kısım konuşmacılar silaha sarılmaktan ve meseleleri silah gücüyle çözümlemekten söz ettiler. Hasan Bey’in mecliste verdiği bilgilere göre birinci komisyonun ele aldığı meseleler şunlardı :

a ) Boğazlar Meselesi : Türk tezine göre : Karadeniz ve Çanakkale Boğazları Türkiye’nin hakimiyeti altındaki topraklar üzerinde ve Milli misak sınırları içindedir. İstanbul ve Marmara’nın güvenliği için Boğazlar, Türk hakimiyeti altında olmalıdır. Türkiye, bu ilkeler kabul edildikten sonra Boğazlar’ın milletlerarası ulaştırmaya açılması konusunda ilgililerle birlikte karar alabilir. Sovyetler Birliği dışişleri bakanı Çiçerin, Türk tezini destekledi ve bu tutum Türkiye için faydalı oldu. Nitekim görüşmeler, Boğazlar hukuku hakkında Türkiye’nin sunduğu tez üstünde devam etti.

b ) Azınlıklar Meselesi : Anadolu’daki zafer, Anadolu Rumluğuna ve Anadolu’daki Ortodoks kilisesine son verdi. Kaçan Yunan ordusuyla birlikte Yunan adalarına Rum göçmen akını başladı. Bunların sayısı yaklaşık olarak 263000’i bulduğu gibi, Yunanlıların “ pontus “ dedikleri Karadeniz kıyılarındaki Rumlar da, aynı şekilde çekildiler. Antlaşmaya göre yapılacak “ mübadele “ sonunda, Anadolu ve Doğu Trakya’da Rum kalmayacaktı. Türkiye’deki azınlıkların hakları Avrupa’da imzalanan antlaşmalar çerçevesi içinde Türkiye hükümeti tarafından korunacaktı. Türkiye’ye komşu ülkelerdeki Türk azınlıklarının hakları da aynı antlaşma hükümlerine bağlıydı. Bu görüş İstanbul’da kalacak Rumlarla, Batı Trakya’da kalacak Türkler meselesini ortaya çıkardı. Hıristiyan heyetlere göre eski Bizans’ın son hatırası olan patrikhane yüzünden tartışmalar uzadı.

c ) Musul Meselesi : Musul vilayeti bakımsız, yıkılmış, fakat taşıdığı petrol rezervleriyle daima ilgi çeken bir bölgeydi. Bu yüzden Irak ve Musul vilayetlerini İngilizler, kendilerine verilecek bir toprak sanıyorlardı. Sevr antlaşmasıyla Güneydoğu Anadolu’da kurulması kararlaştırılan Kürdistan için Musul’un ellerinde bulunmasını ve bu yolla İngiliz ordusunun bu bölgede yerleşmesini gerekli görüyorlardı. Mütareke imzalandığı zaman ( 30 - 31 Ekim 1918 ), Musul şehri ve yöresi İngilizlerin elinde değildi. İngilizler Musul’u mütarekeden sonra ele geçirdiler ve Irak’ta bir kukla hükümet kurarak bir hükümetle bazı antlaşmalar yaptılar. Bu konudaki Türk tezi şuydu : • Musul vilayetinde çoğunluk Türktür. • Coğrafi ve siyasi bakımdan bu vilayet, Anadolu’nun ayrılmaz parçasıdır. • Türkiye’nin bir parçası olan bu topraklar hakkında İngiltere’nin imzaladığı antlaşmalar yersizdir. • Musul vilayeti, İngilizler tarafından mütarekeden sonra işgal edilmiştir. Bu sebeple, aynı durumda olan öteki Türk toprakları gibi, anavatan verilmelidir.

Lord Curzon bu görüş ve isteklere karşı çıktı. Fransız ve İtalyan temsilcileri de onu desteklediler. Bu topraklar konusunda, gelecekte kurulması düşünülen bir kurulda ele alınması görüşü ortaya atıldı. İsmet Paşa bu görüşe karşı direndi ve “ Dünyada hiç kimse, Musul meselesinden dolayı sulhun tehdit edilmesini istemez “ diyerek meseleye barışçı bir çözüm yolu aradı. Fakat İngiltere de görüşünde direnerek ortada bir savaş tehlikesi olduğunu ve Milletler Cemiyeti misakının II. maddesine göre İngiltere’nin bu meseleyi çözümleyecek güçte bulunduğunu ileri sürdü. İsmet Paşa, dünya kamuoyunun bu konuda Türk davasına destek olacağı inancını belirtti. Musul meselesi, Milletler Cemiyeti’nin araştırma ve hakemliğine bırakıldı. Milletler Cemiyeti, Türk görüşünü benimsemedi. İkinci komisyon, Türkiye’deki yabancıların hakları meselesiyle uğraştı. Kapitülasyonlar meselesi de yalnız Lozan görüşmelerinin değil, Türk Milli mücadelesinin de ana konularından biriydi. Kapitülasyonla eski Osmanlı İmparatorluğuyla batılılar arasında yapılmış birtakım antlaşmalardı. Bunlar, Osmanlı Devleti güçten düştükçe, Türkiye’nin yarı sömürgeliğini kanunlaştıran bir nitelik kazanmıştı. Lozan konferansında karşı taraf bu şartları sürdürmek istedi. Kapitülasyonların en önemli noktası gümrük tarifeleriydi. Türkiye gümrüklerinde gerekli gördüğü tarifeleri uygulayamayacaktı. Bu durum, ülkede sanayinin gelişmesini, iktisadi kalkınma ve hakimiyeti sağlayıcı ve koruyucu tedbirlerin alınmasını önlüyordu. Ayrıca devletin yargı bağımsızlığına, ulaştırma haklarına engel oluyordu. Konferansta Türk tezi, kapitülasyonların kesin olarak kaldırılması yönündeydi. Karşı taraf adına Lord Curzon, kapitülasyonları : “ Türkiye’nin ticaret ve servet kaynaklarının geliştirilmesi için yabancılara verilmiş garantiler “ sayıyordu. İsmet Paşa’nın karşılığı ise kesindi: “ Yabancıların Türkiye’deki durumu, mütakil ve kendi mukadderatına sahip medeni milletlerin kanunlarına benzer kanunlarla garanti edilmiştir. ” Bu konuda Türk heyeti, yabancı hukukçuların danışmanlıklarından da faydalandılar. Yabancı kaynaklardan örnekler derlendi. İsmet Paşa’nın savunduğu Türk görüşü “ Kapitülasyonların, iki taraflı mukavelelerden ibaret bulunduğunu ve ebediyen feshi mümkün olmadığını kabul etmek, elbette ki haksızlık olur. Müddetleri belli olmayan muahedeler “ Rebus Sic Stantibus ( değişin şartlara göre antlaşma yenilenir ) kaydına uyar “ Bu kayıt, “ bir antlaşmanın yapılmasını gerektiren durumlarda değişiklik olunca ve antlaşmanın iki tarafın isteğiyle değiştirilmesi mümkün olmayınca, taraflardan yalnız biri, o antlaşmayı kaldırabilir. “ şeklinde belirtildi. Konferansın havası gittikçe sertleşti. Konferans yönetmenliğine göre ( madde 5 ) kurulan Mali ve İktisadi Meseleler komisyonuna Fransız delegesi Baver başkanlık etti. En önemli konu “ Düyuni Umumiye “ denilen Osmanlı borçlarıydı. Gerçekte bu borçlarla yeni Türkiye’nin ilgisi yoktu. İsmet Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin eski Osmanlı İmparatorluğunun borçlarının kendine düşecek payı ödemeyi kabul ettiğini belirterek “ işgal ettiği vilayetleri harabeye çeviren Yunanlıların verdikleri her türlü hasarın da tazmin edilmesini “ istedi. İşgal masrafları üstünde de söz alan İsmet Paşa, görüşünü, “ Adalet ve hakkaniyet, Türkiye’den askeri işgal masraflarının istenilmesi şöyle dursun, bu işgallerin ona verdiği hasarların tazmin edilmesini icap ettirir ” şeklinde açıkladı. Yunan başbakanı Venizelos’un konuşması üstünde tartışmalar uzadı. Osmanlı borçları üstünde de kesin bir sonuç alınamadı. Komisyonlar 28 Ocak’ta raporlarını hazırladılar. Fakat önemli konuların hiçbiri çözümlenemedi ve ana konularda görüş birliğine varılamadı. 31 Ocak’ta her üç komisyon kendi aralarında toplanarak, Türk murahhas heyetine, kendi görüşlerine göre bir antlaşma tasarısı verdiler. 4 Şubat’ta imzalanması istenen bu antlaşma tasarısını Türk heyetinin 4 gün içinde inceleyerek cevaplandırılması gerekiyordu. Müttefiklerin verdiği barış antlaşması tasarısı İsmet Paşa tarafından kabul edilmedi. Bu antlaşmanın kabul edilmesi, Türk İstiklal Savaşı’nın sonuçlarını ülke aleyhine kötüye kullanmak demekti, kabul etmemek ise savaşı yeniden başlatacaktı. Bu hava içinde toplantı ertelendi. Türk heyeti Türkiye’ye döndü ( 7 Şubat 1923 ). Lozan görüşmeleriyle ilgili konuşmalar, Millet Meclisi’nde çok sert tartışmalardan sonra 6 Mart 1923’te bitirildi. Bu sırada İsmet Paşa Hariciye vekilliğine getirildi. İtalyan delegesi Montangna’nın toplantıda bulduğu bir çözüm üstünde duran İsmet Paşa, yüz sayfalık tasarıya on beş sayfalık bir cevabi nota hazırladı, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya gönderdi ( 8 Mart ). Bu notaya göre, birinci toplantı, Türkiye’ye barış şartları zorla kabul ettirilmek istendiği için sonuç vermemişti. Ayrıca yeni tasarıda, Lozan’da Türk heyeti tarafından kabul edilen bütün şartlar gösterildi. Adı geçen devletler bir notayla cevap verdiler ( 28 Mart ). İsmet Paşa bunu yine bir notayla cevaplandırdı ( 7 Nisan ). Notada Lozan Konferansının 23 Nisanda yeniden toplanması istendi. Bütün devletler bu yazıya olumlu yanıt verdiler. Bunun üzerine İsmet Paşa eski yardımcılarından bir kısmını yanına alarak 21 Nisanda Lozan’a gitti.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Lozan’da toplantı öncesi hava çok iyi değildi. İngiltere ve Fransa, başdelegesini değiştirdiler. Curzon’un yerine önceki tarihlerde Türkiye’de sefirlik yapan Horace George Montauge Rumbold, Fransız Bompard’ın yerine de, İzmir’de Gazi Mustafa Kemal Paşayla görüşen ve Mudanya’da bulunan general Maurice Pelle seçildi. İtalya ise Garroni’nin görevlerini Montangna’ya verdi. Ayrıca heyete şu devletlerin temsilcileri de katıldı: Japonya, Kertaro Otehiai; Yunanistan, M.E.K. Venizelos, M.D. Kaklamanos; Romanya, Constantin Diamandy, Constantin Kontzerseo; S.S.C.B., M. Nikolav İvanoviç Yardanskiy; Bulgaristan, M. Dimitr Stankov, M. Fernand Peltsen; Portekiz, M. Batholomeu Ferraria.

Konferans 23 Nisan pazartesi günü aynı yerde, Chateau d’Ouchy otelinde açıldı ve 24 Temmuz 1923’e kadar sürdü. Yapılan görüşmelerde Fransızlar, İsmet Paşadan bir şeyler koparabilmek için çalıştılar. Fakat Ankara, İstanbul hükümetinin yaptığı antlaşmaların hiçbirini tanımadığını 7 Haziran 1923’te kanunlaştırarak ilan etti. Anlaşmaya varılamayan bazı meselelerin çözümü ileride yapılacak görüşmelere bırakıldı. Musul meselesi bunlardan biriydi. Bütün komisyonların çalışmaları tamamlanınca, temmuz ortalarında konferans sona erdi. İsmet Paşa, konferans çalışmaları bu safhaya gelince Ankara’dan imza yetkisi istedi. Fakat Rauf Orbay’ın başında bulunduğu Türk hükümeti uzun süre Lozan’a imza yetkisini göndermedi. Bunun üzerine İsmet Paşa 18 Temmuz’da gönderdiği bir telgrafla Mustafa Kemal Paşa'ya durumu şöyle açıkladı : “Eğer hükümet kabul ettiğiniz şeyin katiyen reddini düşünüyorsa bunu bizim yapmaklığımızın imkanı yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki yabancı yüksek kimselere tebligat yapmak, imza salahiyetini almaktır. Bu hal, gerçi bizim için dünya yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan, milli hükümet, kanaatini tatbik eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır “ . Hükümet, Lozan Antlaşmasının imza edilmesi emrini vererek, antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınıyordu. Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşaya, İsmet Paşaya ve Lozan’da varılan sonuca karşı kesin cephe alamadılar. Bundan dolayı Mustafa Kemal Paşa, hükümetin vermesi gereken yetkiyi kendi verdi. Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya çektiği telgrafta şöyle deniliyordu: “ Lozan’da İsmet Paşa Hazretlerine; 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım.

Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim. Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi Başkumandan Mustafa Kemal “. Telgrafı alan İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşaya şu karşılığı verdi : “ Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine : Her dar zamanımızda hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın, sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim “ ( 20 Temmuz 1923 ) .

Lozan Üniversitesi salonunda bütün devletlerin temsilcileri, yorucu bir çalışma sonucu ortaya çıkan antlaşmayı bir törenle imzaladılar ( 24 Temmuz 1923 ). Bu antlaşmayla Türkiye, çağdaş devletler arasındaki hukuki yerini aldığı gibi yeni Türk devleti de Avrupalılar tarafından tanındı.Antlaşma, Ağustos 1923’te T.B.M.M.’de görüşüldü. İskenderun sancağının ve Trakya’da bir kısım toprakların sınır dışında bırakılması eleştirildi. 227 üyeden 213’ünün oyuyla, antlaşma 23 Ağustos’ta onaylandı. Lozan’da görüşülen ve çözümlenen ana konular şunlardır :

I. Sınırlar :

A. Türk – Bulgar Sınırı : İstanbul, Neuilly ve Sevr antlaşmalarıyla belirlenen sınır, Lozan’da da olduğu gibi kabul edildi. Türkiye – Bulgaristan sınırı, Karadeniz kıyısındaki Regve deresi ağzından başlar. Sınır aynı derenin telvey hattını izleyerek 40 km kadar akış yukarı ilerler, İncesırt köyünün kuzeyinde akarsu yatağını terk eder. Kuzeybatıya doğru yönelir. 713 m yüksekliğindeki Kartaltepe’nin doruk noktasından geçer. Aynı yönde Istıranca dağlarının kuzey eteklerinde 500 m eş yükselti eğrisi üstünden ilerleyerek Ahlatlı köyünü Türkiye’ye bırakır. Buradan itibaren gene sınır bölümü çizgisini esas alarak batıya doğru ilerler. Bucakkule tepesi ve Büyükyayla tepeleri üstünden geçer. Hamzabeyli ve Uzunbayır köylerini Türkiye’de bırakarak Tunca nehrine ulaşır. Daha sonra 10 km uzunlukta Tunca nehrinin telveyini takip ederek güneye doğru ilerler.Çömlek köyün batısında Tunca’yı terk eder. Önce 20 km kadar batıya döner, Üsküdar Köyünü Bulgaristan’da bırakır. Doğanca köyünü de Türkiye’de bırakarak Meriç nehrine ulaşır. Burada Türkiye – Yunanistan sınırına varılır.

B. Türk – Yunan Sınırı : Bulgar sınırından Arda ve Meriç nehirlerinin birleştiği noktaya kadar Meriç mecrası, Arda mansabına doğru bu ırmak üzerinde ve Çörek köyünün yakınında olmak üzere arazi üzerinde tayin edilecek bir noktaya kadar Arda mecrası, oradan güneydoğu doğrultusunda Bosna köyünün 1 km mansap yönünde Meriç üzerinde bulunan bir noktaya kadar Bosna köyünü Türkiye’de bırakan bir hattır. Deniz sınırları ise İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’de kalacak ve diğer adalar askersiz bölge durumuna getirilecektir. Karasuları üç mil olacaktır.

C. Türkiye – Suriye Sınır : Bu sınır Ankara itilafnamesindeki gibi ayrıldı. Buna göre sınır, İskenderun Körfezi üzerinde, Payas mevkiinin hemen güneyinde tespit edilecek bir noktadan başlayacak ve Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecekti. Oradan Marsuus mevkiini Suriye’de ve Karnaba mevkii ile Kilis şehrini Türkiye’de bırakarak güneydoğuya doğru inecek.Sonra Bağdat demiryolunu izleyecek ve demiryolunun platformu Nusaybin’e kadar Türk toprakları üzerinde kalacaktı. Nusaybin ile Cezire-i İbni Ömer ( bugün Cizre ) arasındaki eski yoldan Dicle’ye ulaşacaktı. Nusaybin ve Cezire-i İbni Ömer mevkileriyle yol Türkiye’ye kalacaktır. Bu yoldan yararlanma konusunda iki ülke aynı haklara sahiptir.Çobanbey ile Nusaybin arasındaki demiryolu Türkiye’ye bırakılacak ve ayrıca Osman Gazinin büyükbabası Süleyman Şah’ın Caber kalesinde bulunduğu kabul edilen mezarı Türkiye’nin malı olacak, Türkiye orada muhafızlar ve Türk bayrağı bulundurabilecektir.

D. Türkiye – Irak Sınırı : Bu sınır tespiti daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak ve antlaşmayla kararlaştırılacaktır.

II. Türkiye ve Yunanistan Arasındaki Diğer Meseleler : A - İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler dışında, Türkiye’deki Rumlarla, Yunanistan’daki Türkler değiştirilecektir. B - Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç’ı Türkiye’ye verecektir.

III. Boğazlar Meselesi : Lozan Boğazlar sözleşmesinde kabul edilen çözüme göre: Ticaret gemileri, gerek barış, gerek Türkiye’nin taraf olmadığı savaşlarda Boğazlar’dan serbestçe geçebilecek; Karadeniz’e çıkabilecek savaş gemileri ise sayı ve tonaj bakımından sınırlandırılacak; savaş zamanında Türkiye’nin taraf olması halindeyse Boğazlar’dan ancak tarafsız devletlerin savaş gemileri geçebilecek; Boğazlar bölgesi askersizleştirilecek ve Boğazlar’dan geçişi denetlemek üzere akit devletlerin temsilcilerinden kurulu bir Boğazlar komisyonu kurulacaktır. Lozan’da kabul edilen Boğazlar rejimi 1936’da Montreux Sözleşmesi’yle Türkiye lehine yeniden düzenlendi.

IV. Kapitülasyonlar : Her türlü kapitülasyon kaldırılacaktır.

V. Kabotaj : Türk kıyıları arasında yapılan her türlü deniz ulaştırması yalnız Türk gemileri tarafından yapılacaktır.

VI. Osmanlı Borçları Meselesi : Lozan Antlaşması’yla, kalan Osmanlı borçları, Osmanlı Devleti’nden ayrılan ülkeler arasında orantılı olarak paylaşıldı. Türkiye, kendine düşün miktarın son taksitini 1954’te ödedi.

VII. İstanbul ve Boğazların Boşaltılması : Barış antlaşmasının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmasından sonra geçecek olan altı hafta içinde İstanbul ve Boğazlar’daki İtilaf devletleri kuvvetleri Türk topraklarını terk edecektir.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
KURTULUŞ SAVAŞININ YÖNTEMİ

M. Kemal Paşa zor bir yolculuktan sonra 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a ayak bastı.Nutuk'da o gün ülkenin durumunu şöyle belirtiyor;

"Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaş'ta (Birinci Dünya Savaşı) yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, şartları ağır bir mütarekename (Ateşkes Antlaşması) imzalanmış, Büyük savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu Genel Savaş'a sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın isteklerine uyulmuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.. İtilâf Devletleri, Ateşkes Antlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbulda. Adana iline Fransızlar, Urfa, Maraş, Anteb'e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve memurları ve özel adamları çalışmakta... 15 Mayıs 1919'da İtilaf Devletleri'nin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor..."

Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalandığını gören azınlılar da çeşitli dernekler kurmuşlardı. Bunun yanı sıra Kürt Teali Cemiyeti, İslam Teali Cemiyeti ve İngiliz Muhipler Cemiyeti gibi zararlı cemiyetler de etkiliydiler. Ülke bir yandan işgal edilirken diğer yandan da parçalanarak paylaşılmak isteniyordu. Atatürk bu durumu şöyle açıklıyordu: "Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre kurtuluş çaresi saydıkları yollara baş vuruyorlar. Ordu, adı var, kendi yok durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaşın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekte yürekleri kan ağlıyor, gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumun kıyısında kafaları, çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta.." ".. Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hayınlığından haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu kurtuluş yolu düşünürken, bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil... Bu inançla bağdaşmaz görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline hemen dinsiz, vatansız, hayın, istenmez olur."

"... Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu,hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Bu anlayışta olan yalnız halk değildi. Özellikle seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyorlardı."

Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıktığı tarihte Anadolu'nun durumu perişandı. Uzun savaş yıllarının yarattığı felaketler yüzünden Anadolu'da devlet otoritesi kalmamıştı. Hükümet Anadolu'yu unutmuştu. Bölgesel yönetimler beceriksiz, bütün örgütler yıkılmış, particilik kavgaları en küçük kasabaya bile yayılmıştı. Halk ile yöneticiler arasındaki ilgi kaybolmuş, sivil idare acz içinde, ekonomik hayat yıkılmış ve kağıt paraya kimsenin güveni kalmamıştı. Ekonomik hayatla birlikte sosyal çöküntü başlamıştı. Erkeklerini kaybeden ailelerin durumları daha da kötü durumdaydı. Açlık, sefalet her geçen gün artıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru artan asker kaçağı ve bunların yaptığı soygun ve saldırı olayları yüzünden mal, can ve ırz güvenligi azalmıştı. Noksan jandarma kadroları ile güvenlik sağlamak olanaksızdı. Yine savaş sırasında Rus işgali dolayısıyla içerilere göç çok olmuştu. Yunan işgali üzerine de Batı Anadolu'dan içerilere göç başlamıştı. Bütün bunlar açlık ve sefaleti arttırmıştı. Samsun yöresinde, bütün bunlara ilaveten Rum çetecilerinin korkusundan, Türkler de çeteler kurmuşlardı. Öyleki, 1919'da Anadolu'da gezmek tehlikeleri göze almakla yapılabiliyordu.

Bu olanaksızlıkların yanısıra, ülkenin bütünüyle kurtulabileceğine inanan hiç kimse yoktu. Tam bağımsız yeni bir Türk devletinin ancak topyekün bir savaşla kurulabileceğine inanan tek kişi M. Kemal idi. M. Kemal Paşa dışında kurtuluş arayanlar, İtilaf Devletleri'ne karşı düşmanlık etmeden ve Padişah-Halife'ye canla başla bağlı kalmak şartıyla kurtuluş düşünüyorlardı. Oysa, kurtuluşun başarılabilmesi için bu iki gücün de yenilmesi gerekiyordu. İtilaf Devletleri'nin alt edilmesiyle "Ulusal Bağımsızlık", Padişah-Halife'nin alt edilmesiyle de "Ulusal Egemenlik" kazanılacaktı. Ulusu bu inanç etrafında toplamak ve yeni bir savaşa hazırlamak gerekiyordu.

Bütün bu çaresizlikleri görenler, topyekün bir savaşı düşünmedikleri için, türlü kurtuluş düşüncesi ortaya çıkmıştı. Bu durumu Atatürk şöyle açıklıyordu: "Birincisi : İngiltere'nin koruyuculuğunu istemek. İkincisi : Amerika'nın güdümünü istemek. Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.

Üçüncü karar bölgesi kurtuluş yolları ile ilgilidir. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşünde ondan ayrılmamak yollarına başvuruluyor. Bazı bölgelerde Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar." Bütün bu karar ve kurtuluş çarelerini yerinde bulmayan M. Kemal Paşa kendi kararını şöyle açıklıyordu:

"...bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti.Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmışh. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükümet, bunların hepsi kavramı kalmamış bir takım anlamsız sözlerdi. Neyin ve kimin dokunulmazlıgı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu? O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi? Baylar bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Ulusu'nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka birşey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türk'ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. ÖYLEYSE YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM."

İşte yeni Türk Devleti'nin kuruluşunu hazırlayan Türk İstiklal Savaşı'nın parolası bu idi. Ancak bu yeni düşüncenin ulusa kabul ettirilmesi ve bunun sağlanabilmesi için de "Osmanlı Hükümeti'ne, Osmanlı Padişahı'na ve Müslümanların Halifesine başkaldırmak ve bütün ulusu ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu." "Ulusal savaşın, ulusal bağımsızlık amacına ulaştıkça ulusal egemenliğe dönüşmesi kaçınılmaz bir tarihi akış idi. Bu kaçınılmaz tarihi akış, gelenekten gelen alışkanlığ ile, hemen sezinleyen Padişah soyu ilk andan başlayarak Ulusal Savaş'ın amansız bir düşmanı oldu." Bütün bu gerçekleri gören M. Kemal Paşa, düşüncelerini Türk Ulusu'nun vicdanında ve geleceğinde sezdiği büyük gelişme yeteneğini bir ulusal sır gibi vicdanında taşıyarak ve aşama aşama sırası geldikçe uygulayarak başarıya doğru yürümekteydi.

Ulusal bağımsızlık ve egemenlik savaşının kazanılması öncelikle ulusal birliğin sağlanması ile mümkündü. Bunun için de yeni Türk Devleti'nin, ulus iradesine dayanan bir güç olarak Anadolu'da tanınması ve otoriteyi ele geçirmesi gerekiyordu. Bu amaçla, M. Kemal Paşa Samsun'a gelir gelmez ilk iş olarak, askeri, sivil yönetimi bir merkezde toplamak için çalışmaya başladı. Bu siyasi örgütlenme yeni Türk Devleti'nin kuruluş başlangıcını oluşturuyordu. Türk İstiklal Savaşı'nda herşeyden önce liderin irade ve düşüncesinin çok büyük yeri vardır. Bu bakımdan M. Kemal Paşa'nın elinde ne ordu, ne silah, cephane ve para, ne de siyasi anlamda örgütlenmiş ve bilinçlenmiş bir ulus vardı. Fakat O'nu bu yola götüren "Türk Ulusu'nun asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek manevi bir kuvvet vardı." dediği başarı inancı idi.

M. Kemal Paşa'nın Samsun'a varmasından bir süre önce İngilizler Samsun ve Merzifon'a yeni kuvvetler çıkarmışlardı. Bu bakımdan buraları güvenli değildi. M. Kemal Paşa Samsun'a çıktıktan hemen sonra, yöredeki durumu inceleyip, İngilizlerle görüştükten sonra, 20 Mayıs'ta Sadarete yolladığı telgrafla:

"İzmir'in Yunan askeri tarafından işgali olayı, yakından temasta bulunduğum ulusu ve orduyu ve tarif edilemeyecek derecede içten yaralamıştır. Ne ulus ve ne ordu, varlığına karşı yapılan bu haksız tecavüzü sindirmeyecek ve kabul etmeyecektir..." diyerek, ulus ve ordunun hükümetçe önlem alınacağı ve haklarının korunacağı umuduyla şimdilik sükunetlerini koruduklarını ve yine Samsun'dan 21-23 Mayıs'ta Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar'a çektigi telgrafla, Anadolu'ya geldiğini ve amacını biraz kapalı olarak belirtti.· Samsun yöresindeki bütün asayişsizliğin Rum çetelerince yapıldığını ve İngilizlerin buralara haksız yere asker çıkartmış olduğunu belirten 22 Mayıs tarihli telgrafı ile de Hükümet'in bu durum karşısında önlem almasını istedi.

Azınlıkta olan Rumlar'ın, Rusya'dan Rum göçmenleri getirttikleriııi yörede çeteler kurarak soygun, öldürme, tecavüz olaylarına başladığını buna karşı, Türk halkının, Rum çetelerinden korunmak için çeteler kurduğunu, hatta Trabzon bölgesinden para ile Laz çeteleri getirttiklerini ve böylece canlarını ve mallarını koruyabileceklerini, Rumlar'ın Samsun bölgesindeki emellerinden vazgeçmeleri ile sükunetin sağlanacağını belirten M. Kemal Paşa, "Türklüğün yabancı idaresine tahammülü" ve Yunanlıların Osmanlı memleketlerinin hiç bir yerinde hakimiyet hakları olmadığını, bu sebeple İzmir'in işgaline razı olunamayacanı İngilizler'e söylediğini bildirdi. İzmir'in işgali ve Rumlar'ın, ülkenin çeşitli yerlerindeki taşkınlıkları ve Samsun yöresinde Rum Pontus Devleti kurmak için giriştikleri çabalar karşısında Osmanlı Hükümeti'nin çaresiz, hatta işgalleri kolaylaştırıcı tutumu, M. Kemal Paşa'nın ulus ve orduyu bu durumdan haberdar etmek, ulus ve memleketin kurtuluşu için yeni bir örgütlenme gereğine inandırmıştı. Ancak Samsun'da kalması güvenlik yönünden sakıncalı idi. Düşüncelerini uygulamak için daha içerilere geçmeye karar vererek 25 Mayıs'ta Havza'ya geldi.

Havza'da halkla doğrudan temasa geçen M.Kemal Paşa halka,ülkenin içinde bulunduğu durumu, Padişah ve Hükümet'in tutumunu, İtilaf Devletleri'nin Türk Ulusu'na köleliği layık gördüklerini, Rum ve Ermeni çetelerinin yarattığı tehlikeyi ve İngilizler'in Samsun'da olduklarını ulus ve orduyu örgütlemek ve isyan ettirmek yolunda ilk adımı da atmış oluyordu. Bir yandan ulusal bilinçlenme ve ulusal birlik için çalışırken, diğer yandan bunun sağlanması için de siyasi, askeri örgütlenmeye başladı. Bu amaçla Samsun'da iken Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar ile yazışmıştı. Havza'ya geldikten sonra ordu ile temasını daha da sıklaştırdı. Yalnızca Anadolu'daki değil, Trakya'daki ordu birlikleri ile de temasını yoğunlaştıran M. Kemal Paşa, orduyu bir komuta altında toplamak ve düşman işgallerine karşı konması gereğine komutanları inandırmaya çalıştı. Edirne'de bulunan Cafer Tayyar Paşa'ya yolladığı telgrafta bu amacını şu sözleriyle "Bağımsızlığa ulaşıncaya kadar, bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal inançlarım adına and içtim. Ben artık Anadolu'dan hiçbir yere gidemem." diyerek açıkça belirtti. Yine aynı telgrafla (18 Haziran) Trakya'nın direnme gücünü arttırmak amacıyla "Anadolu halkı baştan aşağı bölünmez bir bütün haline getirildi. Bütün bu kararlar, bütün komutanlar ve arkadaşlarımızla birlikte alınıyor. Vali ve mutasarrıfların hemen hepsi bizden yanadır. Anadolu'daki ulusal örgütler ile ve bucaklara dek genişledi. İngiliz koruyuculuğu altında bir bağımsız Kürdistan kurulması ile ilgili propaganda ortadan kaldırıldı ve bu amacı güdenler yola getirildi. Kürtler ve Türkler birleştirildi. " sözleriyle de henüz kurulmamış olan bu askeri ve mülki birleşmenin yeni bir otoriteye doğru gelişmekte olduğunu belirtti.

"Ulusal Mücadele" için ordunun kazanılması ve bir komuta altında birleştirilmesine çalışan M. Kemal Paşa Havza'ya geldikten sonra, halkı da Ulusal Mücadele düşüncesi etrafında birleştirme hareketine başlamıştı. İngilizler tarafından Diyarbakır'daki birliklerden toplanarak Samsun'a getirilmekte olan binlerce tüfek mekanizmasına Havza'da el koydurttu. Diğer yerlerdeki ordu birliklerince aynı işlemlerin yapılmasını sağladı. "Erzurum'da Şark Vilayetleri Müdafaa-i Hukuki Cemiyeti"nin ilerleyen kongre hazırlıklarını da yakından izliyordu. 28 Mayıs'ta Komutan, valiler ve ulusal kuruluşlara gönderdiği yazıda ülkenin içinde bulunduğu durumu anlattıktan sonra, mitingler ve protesto gösterileri düzenlemelerini ve ulusal hakların savunulmasını istedi. Bu yazıdan sonra yurdun birçok yerinde miting ve protestolar çoğaldı.

M. Kemal Paşa'nın bir yandan orduyu bir yandan da ulusu örgütlemesi, Ulusal Direnişe çağırması, İngilizler ve İstanbul Hükümeti'nce kısa zamanda duyuldu. O'nun Anadolu'daki çalışmalarından endişelenen İşgal Kuvvetleri Karadeniz Ordusu Başkomuta'nı General Milne, Harbiye Nezareti'ne yazdığı yazı ile, Mustafa Kemal Paşa ile emrindeki subayların vilayetlerde dolaşmaları halk efkârını incittiği gibi, askerlik yönünden de, "Mustafa Kemal ile emrindekilerinin çalışmalarına lüzum görülmediğinden derhal İstanbul'a çağrılmaları..."nı istedi. Harbiye Nezareti'ne yapılan baskılardan sonra, Harbiye Nezareti 8 Haziran'da Kemal Paşa'yı geri çağırdı. Ancak O'nun geri dönmeye hiç niyeti yoktu. Bu sırada Anadolu ya geçmiş bulunan Rauf Bey'i Havza'ya çağıran M. Kemal Paşa 12 Haziran'a kadar Havza'daki çalışmalarını.sürdürdü. İngilizler'in Merzifon'da bulunması sebebiyle karargahını Amasya'ya taşımaya karar veren M. Kemal Paşa 13 Haziran'da da Amasya'ya geldi. Böylece Havza'ya çağırmış bulunduğu askadaşları ile Amasya'da buluşacaktı. Bu arada İstanbul Hükümeti'nde Mehmet Ali Bey İçişleri Bakanlığı'ndan ayrıldı ve yerine Ali Kemal Bey geçti. Yeni Bakan teslimiyetçi politikasını Anadolu'daki bu ulusal uyanış ve örgütlenmeyi dagıtacak bir biçimde uygulamaya başladı. 17 Haziran'da Anadolu'ya yolladığı emirle, işgallere direnilmemesini, ulusal ordu kurulmamasını istiyor, bu hareketlerin asayişi bozduğunu, soygun ve işgallerin nedeninin bu ulusal hareketler olduğunu ileri sürüyor, "bu gafletle, safdillikle ve vatanperverlik düşüncesine dalanları nasihatlarla ikaz ediniz, olmazsa zorla yola yatırınız." diyordu. Diğer yandan Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü de "Müdafaa-i Hukuk" ve "Redd-i İlhak" Dernekleri'nin verdikleri telgrafların kabul edilmemesini bildirdi. Bunun üzerine M. Kemal Paşa 20 Haziran'da İller'e ve Kolordular'a çektiği telgraflarla, " telgrafçıların bu emre uymayacağına inandığını, uyan hainler bulunursa Divan-ı Harbe verilerek cezalandırılmalarını " bildirdi.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
KURTULUŞ SAVAŞININ KAYNAKLARI


Birinci Dünya Savaşı, 1914 yılında Avrupa'da başlamış, ancak dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıtalardaki sömürgelere de yayılması nedeniyle "dünya savaşı" olarak adlandırılmıştır. 1914'te başlayan savaş 1918 yılında sona ermiştir. 30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak savaştan çekildi.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesinden sonra Türkiye'nin kurtuluşu için yapılan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın kaynakları her bakımdan çok kötü durumda idi.
Osmanlı Devleti, 13. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin varlığını sürdüren Türk devleti. Anadolu'da kurulmuş, sınırları tarihi boyunca çok değişmekle birlikte en geniş döneminde bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ye Akdeniz'in doğusundaki adaları, Macaristan ve Rusya'nın bazı kesimlerini, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı, Cezayir'e kadar tüm Kuzey Afrika'yı ve Arabistan'ın bir bölümünü kapsamıştır.

Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı peş peşe gelince 1918 sonunda ateşkes imzalandığında Türkiye altı yıl savaşmıştı. Bu savaşlar zaten mali ve ekonomik yönden perişan olan Türk kaynaklarını tüketmişti. Mondros'tan sonra artık Arapların yaşadığı topraklar İmparatorluktan ayrılmış, ayrıca ülkenin en verimli toprakları dört yandan işgal edilmişti. Birinci Dünya Savaşı'nda, Osmanlı Devleti 2.850.000 kişiyi silah altına almıştı. Yararlanabildiği nüfusu o tarihte 15 milyon kadar olduğuna göre, bu sayı yaklaşık beşte bir oluyordu. Bu büyük savaşta 325.000 şehit 400.000 yaralı 250.000 esir verilmişti. Salgın hastalıklardan ölenler ve göçler sırasında Türk halkındaki kayıplar toplanınca Türkiye'nin savaş kayıpları milyonla belirtilir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye'nin nüfusu, ekonomik,mali kaynakları yeni bir savaşı kaldıramayacak durumda görüldüğü için, ülkenin kurtuluşunu İngiliz, Amerikan mandalarında arayanlar çıktığı gibi yöresel kurtuluş çareleri arayan Müdafaa-i Hukuk hareketi de oluştu.
Nüfus

Osmanlı İmparatorluğu'nda tam sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmadığı için nüfus konusunda yeterli bilgi bulmak mümkün olamamaktadır. 1902'de kabul edilen "Sicil Nüfus Nizamnamesi" (Nüfus Sicil Yönetmeliği) gereğince 1905'de nüfus sayımı yapıldı. Ancak bu sayıma Arap vilayetlerinin çoğu (Hicaz, Bağdat-Basra, v.s.) ve Doğu illerinin çok ilkel durumda yaşayan aşiretleri alınamamıştı. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfusu 1914 yılında 18.520.016 dolaylarında idi. Mondros Ateşkesi'nin imzalanmasından sonra Halep, Suriye, Beyrut nüfusları toplamı olan 2.805.534'ü bu sayıdan düşünce 16.714.428 kalıyordu. Ayrıca Türk Ordusu'nu arkadan vurdukları ve iç güvenliği bozdukları için 700.000 kadar Ermeni de sınır dışı edilmişti. Bunun dışında ülkede Rum, Ermeni, Musevi, Latin, Bulgar, Sırp ve Ulahların nüfus toplamı 3.314.965 idi. Bunlar da genel nüfustan düşülünce İstiklal Savaşı'nın başladığı tarihte Türkiye nüfusu 13 milyon kadardı. Ancak İzmir ve Batı Anadolu (3.365.308) ve Trakya(546.280) Yunan işgali altında idi. Buraların nüfusundan yararlanmak da mümkün olmuyordu. Bu bakımdan yararlanılabilen nüfus toplamı 9.000.000 kadardı. Ancak, bu nüfus, açlık, her çeşit, ihtiyaç malzemesinin yokluğu, salgın hastalıklar (kolera, tifüs, verem, sıtma, çiçek, firengi, v.b.) yüzünden perişan durumda idi. Savaştaki insan kayıpları yüzünden erkek nüfusunun 18-35 yaş grubunda büyük açık oluşmuştu. Toplumun üretici ve tüketici oranı bozulmuş, tüketici olan çocuk, yaşlı ve kadın nüfusu artarken üretici yaş grubundaki düşüş üretime ve ekonomiye kötü etki yapmıştı. Ülkenin en aydın tabakası olan yedek subaylar savaşta ağır kayıplar vermişti.
Ekonomik Durum

Birinci Dünya Savaşı'nda ülkenin gençleri üretim alanından alınıp cepheye gönderilince, bu nüfusun tüketici duruma gelmesi sebebiyle üretimde büyük düşüş oldu. Her ne kadar kadınlardan üretimde yararlanmak yoluna gidildiyse de ihtiyacı karşılayamadı. Savaş ekonomisi kuralları uygulandığı için, ülkenin bütün kaynakları ordunun gereksiniminde kullanıldı. Yatırımlar durdu. Bunun yanı sıra mali çöküntü, enflasyon daha çok arttı. Savaş bittiğinde "Kapitülasyonlar" ve "Duyun-u Umumiye" yeniden devreye girdiler.

Mondros Ateşkesi'nden sonra ülkenin en verimli toprakları ve gelişmiş şehirleri işgal edildiler. Yunanlıların da İzmir ve Ege Bölgesi'ni işgal etmeleri üzerine, bu şehir ve yörelerin üretiminden ve vergilerinden yararlanma olanağı bulunamadı. Böylece nüfus kaynağının yetersizliği yanı sıra, en verimli ve zengin ticari şehirlerin de düşman işgalinde bulunması yüzünden, İstiklal Savaşı boyunca ordunun insan kaynağı ve bunların beslenmesi, giydirilmesi, her türlü bakımı, silah ve cephane sağlanması, maaş ve diğer masrafların karşılanması için geri kalan, çoğu yoksul, üretimi çok düşük topraklardan ve küçük ticari işletmelerin bulunduğu şehirlerin kaynaklarından yararlanıldı. insan ve çeşitli üretim mallarından yararlanılan vilayet ve sancaklar çok azdı. Doğu Anadolu'dan (Birinci Dünya Savaşı'nda Rus ve Ermeni işgaline uğramış, nüfus içerilere göç etmiş olduğu için perişan durumda idi.) yararlanmak mümkün olmadı. Çeşitli gıda ve malzemeyi taşımak çok güçtü. Bu sebeple buradan ancak silah ve cephane taşınabildi. Milli Savunma Bakanlığı 1921 yılı sonunda bütün illerin ekonomik durumunu öğrenmek için bilgi istedi. Menteşe, İzmit, Bolu, Eskişehir, Afyon, Teke, Kastamonu, Ankara, Konya, Niğde, Silifke, Samsun, Sivas, Kayseri, Trabzon, Elazığ, Erzurum, Diyarbakır, Bitlis, Van, Kars ve Ardahan'dan gelen raporlar bu yörelerin zirai ve hayvancılıkla ilgili üretim mallarına sahip olduğunu gösteriyordu. Değerli madenlerin üretimi çok düşük olduğu gibi, işletmeciliğinin büyük kısmı yabancıların elindeydi. En önemli maden olan kömürün 1921 yılında üretimi 342.041 ton, 1922'de ise 410.000 ton idi. Ancak kömürün bulunduğu Zonguldak bir süre Fransız işgalinde kalmıştı.

Yollar ise çok kötü durumda idi. Karayolları şose ve toprak olup, kullanılamayacak durumdaydı. Bu yollarda kullanılan ulaşım araçlarının çoğu, ilkel araçlardı. Kağnı, iki veya dört tekerlekli atlı arabalar, deve, eşekle, taşımacılık yapılıyordu. Bunlar durumlarına göre 100-140 km. arası yük taşıyabiliyorlar ve günde (kağnı 15-20 km.) 15-40 km. arası gidebiliyorlardı. Kamyon ve benzeri motorlu araçlar yok denecek kadar azdı.

Demiryolları İstanbul-Bağdat hattı ve diğer hatlardan oluşuyordu. İzmit'e kadar İngiliz işgalinde idi. Eskişehir'de bulunan İngilizler, Türk kuvvetlerinden kaçarlarken üç tren kullandılar. İşletme veznesindeki 20.000 lirayı önemli memurları ve 13 lokomotif ve 100'den çok vagonu da beraber götürdüler. Ulusal kuvvetlerin elinde Osmaneli-Eskişehir (118 km.), Eskişehir-Ankara (268 km.), Konya-Ulukışla (237 km.) hatları vardı. Bunlar toplam 1.000 km. kadar tutuyordu. Bu hatlarda ise kömürlü 15 ve mazotlu 5 Lokomatif ve 717 kadar vagon vardı. M. Kemal Paşa 25 Mart 1920 tarihinde bu hatlara el koydurtarak askeri yönetim altına aldırttı. Ancak Eskişehir-Kütahya Savaşları sırasında kömür olmadığı için odun ve hatta vagonlar yakılarak taşıma yapılmaya çalışıldı.

Fakat taşıma yetersizliği ve haberleşme olanaksızlıkları yüzünden Eskişehir'de çok malzeme kaldı. Sakarya Savaşı sırasında bu hatta günde ancak 320 ton malzeme taşınabildi. Büyük Taarruz öncesi ise 600 tona, bazen de 900 tona ulaştı.

Deniz taşımacılığı, özellikle yurt dışından gelen malzemenin taşınması için büyük önem taşıyordu. Osmanlı Donanması İtilaf Devletleri'nin elinde bulunuyordu. Bu sebeple İstiklal Savaşı boyunca T.B.M.M. çok sınırlı olanaklarla çalıştı. 24 Ağustos 1920'de "Mili Savunma Bakanlığı Umuru Bahriye Müdüriyeti" kuruldu. Eylül 1920 tarihinden itibaren Rus limanlarından başlayan taşımada sivil motorlar çalıştılar. Diğer yandan Samsun'da Deniz Harp Okulu kuruldu, fakat ancak altı ay çalışabildi. Birkaç gemiyle başlayan bu ulaşım Rusların yardımı ile güçlendi.
Heyet-i Temsiliye Dönemi

Yunan işgali ve M. Kemal Paşa'nın Anadolu'ya çıkıp, Ulusal Mücadele'ye başlaması aynı tarihlere rastlıyordu. Bu sebeple M. Kemal Paşa Erzurum'dan itibaren Heyet-i Temsiliye'nin kurulması ile birlikte, mali kaynak bulma sorunlarıyla karşılaşırken; Yunan işgaline karşı direnişi başlatan Kuva-yı Milliyecilerin de insan ve para kaynağı bulmaları gerekiyordu. Bu iki olay Sivas Kongresi'nde M. Kemal tarafından birleştirildi.

M. Kemal Paşa Anadolu'ya 16 kişilik bir heyetle gelmişti. Başlangıçta bu heyetin masrafları, peşin alınan üç aylık ödenekleri ile karşılanabilmişti. Fakat Amasya Genelgesi'nin duyulmasından sonra İstanbul Hükümeti kendisini görevden aldı. Bu sebeple masrafların karşılanması zorlaştı. Amasya'dan Erzurum'a ise M. Kemal Paşa'nın biriktirdiği 800 lira ile gidildi. Erzurum Kongresi'ne gönderilen delegelerin masrafları, gönderen ilin Müdafaa-i Hukuk gruplarınca karşılandı. Erzurum Müdafaa-i Hukuku ise , ev sahibi olarak masrafları üstlendi. Erzurum Şubesi Erzurum halkının manevi desteği yanı sıra, maddi yardımda bulunmasını şükranla anıyordu. Kongre giderlerinin ve temsilcilerin ağırlanması için toplanan para 1.500 liraydı Kongre sona erdiğinde kasada 80 lira kalmıştı. M. Kemal Paşa Erzurum'da askerlik mesleğinden ayrıldığından, kendisinin ve yanındakilerin Erzurum'dan Sivas'a gitmeleri için para bulmak gerekiyordu. Gerçi Heyet-i Temsiliye Başkanı olduğundan yönetmelik gereğince masrafların Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nce karşılanması gerekiyordu, fakat kasada 80 lira kalmıştı. M. Kemal Paşa'nın bu sıkıntılı anında, Emekli Binbaşı Süleyman Bey (60 yaşında), Cemiyet'e, "Ulusun selametinden başka bir dileğim yok. Bu parayı size veririm. Fakat bu parayı verdiğimizi ne Paşa ne de başka kimse bilmeyecek, ileride Müdafaa-i Hukuk'un parası olursa verirsiniz, olmazsa helal olsun." diyerek biriktirdiği 900 lirayı verdi. İşte M. Kemal Paşa ve yanındakiler Erzurum'dan bu para ile yola çıktılar.

Sivas Kongresi'ne katılan delegelerin masrafları Müdafaa-i Hukuk örgütlerince karşılandı. Fakat bazı yerlerin temsilcileri, temsilcisi oldukları şehirlerde anlaşmazlık olduğundan kendi paralarıyla geldiler. Sivas'a gelen temsilcilerin barındırılma ve yemek ihtiyaçlarını Şekeroğlu İsmail Efendi karşıladı. 28 delegeyi 32 gün ağırladı. Sivas Kongresi'nde seçilen Heyet-i Temsiliye'nin de parası yoktu. Erzurum'da alınan para tükenmişti. Rauf Bey 100 altın vererek bir süre ihtiyacı giderdi. Sivas'tan Ankara'ya kadar aynı sorunlar devam etti. Ankara'da T.B.M.M.'nin açılması ile yeni dönem başladı. Meclis'in açılışına kadar ise 2. Kolordu Komutanlığı masrafları karşıladı.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Kuva-yı Millîye Dönemi

Yunan işgali ile birlikte Batı Anadolu'da başlayan Kuva-yı Milliye kuruluşları insan, para sağlamak için çeşitli yollara başvurdular. Balıkesir Kongresi'nde alınan kararlarla, levazım örgütleri ve Milli Menzil Müfettişliği kurulması uygun bulundu. Halktan silah ve para yardımı alınması esasa bağlandı. Nazilli Kongresinde ise, cephelere yeterli asker ve malzeme yollanması, bunların masraflarının karşılanması için halktan para ve ayni yardım alınmasına ve bu işlerin yürütülmesi mücahit başkanlarının yetkisine bırakıldı. Alaşehir Kongresi'nde ise ulusal ve genel seferberlik ilanı kararı alındı. Asker ve para toplamakla yetkili kurulların çalışmasının devamı uygun bulundu. Bu kongrelerde Batı Anadolu Kuva-yı Milliye'sinin bir otorite altına alınması, asker, para ihtiyacının karşılanması için çok önemli kararlar alındı. Batı Anadolu Kuva-yı Milliyesi, Sivas Kongresi'nde Ali Fuat Paşa'nın Kuva-yı Milliye Komutanlığı'na atanması ile birleşti.

Gerek şehirlerde gerekse köylerde kurulan heyetler, Kongrelerin kararlarını uygulamada büyük güçlüklerle karşılaşmadılar. Fakat asıl güçlük, eşkıyadan oluşan Kuva-yı Milliye birliklerinin bir düzene konulamaması ve bunların başlarında bulunanların kendilerini Kongrelerin kararlarına bağlı saymamaları yüzünden kendi başlarına hareket etmelerinden doğuyordu. Eşkıyalıktan gelen bu örgütler, cephe gerisinde halktan, ihtiyaçlarından daha fazla para ve çeşitli malları zorla almışlar bu sebeple birçok olay çıkmıştı. Bunların içinde, kendi başına buyruk ve kendi yöntemleriyle çalışarak yörelerinde adeta mutlak hakim duruma gelmiş olan Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe önemli yer alırlar.

Ethem, 1919 Haziran'ından itibaren Yunanlılara karşı Salihli yöresinde silahlı direnişe başladı. Eski İzmir Valisi Rahmi Bey'in oğlunu kaçırarak 50.000 lira karşılığında serbest bıraktı. Bu para sayesinde kuvvetlerinin uzun süre ihtiyacını karşıladı. Kuva-yı Milliye komutanlarının halktan "Nakti ve Ayni" yardım almaları ile silâh, cephane, ve askerlerinin beslenmesi, ikamet masrafları karşılanıyordu. Ethem'in başvurduğu bu yöntem Demirci Mehmet Efe ve bazıları tarafından kullanılıyordu. Bu durum Ulusal Mücadele'ye karşı olanların, Padişah'ın asker toplamayı ve vergi almayı yasakladığı propagandalarını yapanların halkı isyana kışkırtmasına yol açıyordu. Halktan toplanan paraların nasıl ve nerelere harcandığını saptamak ise mümkün değildi. Ethem ve onun gibi çalışanlar emirlerindekilere maaş verdikleri için 1920 yılı sonunda bu birliklerin düzenli ordu durumuna geçirilmesinde büyük güçlüklerle karşılaşıldı.

Güney Anadolu Kuvayı Millîyesi ise Batıdaki gibi değildi. Tam bir halk savaşı veriliyordu. Savunma savaşları yapan şehirler kendi kıt olanakları ile savaşı sürdürdüler. Maraş'ın savunmasından sonra, şehir çok fakir düşmüş olduğu için M. Kemal Paşa 10 Şubat 1920'de 12. Kolordu Komutanlığına emir vererek, toplanacak para yardımının Maraş Müdafaa-i Hukuku'na verilmesini bildirdi. Bu yörede de silâh ve cephane yokluğu çok duyuldu. Kuvayı Milliye'nin desteklenmesi için zenginlerin ve halkın fedakârlıkları ile toplanan yardımlar yararlı oldu. Antep Savaşı B.M.M.nin açılmasından sonra da sürdü. Fakat yol olmadığı için Antep'e yeterli yardım yapılamadı. 18.000 Antepli yiyecek bulamadıkları için ot kökü ve ağaç kabukları, zerdali çekirdeği yemek zorunda kalmışlardı. Sonunda açlık ve cephanesizlik yüzünden teslim oldu.
T.B.M.M. Dönemi Mali Kaynakları

İstiklal Savaşı'nın çok büyük yokluklar içinde başladığını gördük. Ekonomik çöküntü B.M.M.'nin açıldığı sırada Meclis'in para bulmakta büyük sorunlarla karşılaşmasına yol açtı. Mebusların oturduğu yerler bile bin türlü güçlükle sağlanabildi. Yemekleri askerlere pişen yemek ile aynıydı. Cephedeki askerin sıkıntı çekmemesi için her türlü sıkıntıya göğüs geriliyordu. Meclis tutanakları, dilekçe kağıtlarına yazılıyor, mektup zarfları defalarca kullanılıyordu.

Meclis'in açıldığı tarihte en büyük sorun bütçe hazırlamaktı. Yeni bir bütçe hazırlamak uzun zaman alacağı için, Meclis-i Mebusan tarafından çıkarılan bütçenin 1920 yılının Mart ve Nisan ayına ait olan kısımları geçici bütçe olarak kabul edildi. Bütçe hazırlanamadığı için geçici bütçeler (avans kanunları biçiminde) yapmak yoluna gidildi. 1 Mayıs-31 Ekim 1920 tarihleri arasında ilk altı aylık dönem için 30.000.000 lira harcama yetkisi tanındı. Bunun 10.775.303 lirası Milli Savunmaya aitti. Mayıs l920'de çeşitli illerden toplanan para ancak 20.479 lira idi. Cephelere malzeme taşınması için 250 lira harcama yapılmasına bile M. Kemal'in imzası gerekmişti. Mayıs ayı sonunda Niğde'den 100.000 ve Kastamonu'dan gelen 200.000 lira büyük para sayılmıştı. Maliye bu paraları çok titiz bir şekilde harcıyordu. Subayların 6-14 ay maaş alamadıkları bir sırada bu paralar silah ve cephane için kullanılıyordu. Ekim ayında ikinci bütçe hazırlanmasına başlandı. Fakat çalışmalar sürdüğü için Kasım-Aralık ayları için 11.923.400 liralık geçici bütçe ile harcama yetkisi tanındı. Ocak-Şubat 1921 ayları için de 10.300.000 liralık (300.000 lirası fakir köylüye yardım idi.) harcama yetkisi tanındı. 1920 yılı esas bütçe kanunu ise ancak 28 Şubat 1921'de, yani mali yılın bitmesine iki gün kala kabul edildi. Bu kanunla gelir arttırıcı yollar aranırken, Kuva-yı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin ve Birlik Komutanlarının, halktan gelir toplamaları da yasaklandı. Bütçe gelirleri 61.388.626 lira, giderler ise 63.018.358 liradır. Açık 11.629.732 lira yani % 20'ye yaklaşmaktadır. Mali kaynak sağlamak için Duyun-u Umumiye ve Tütün Rejisi İdareleri ve Osmanlı Devleti'ne ait borç ödemeleri barışta ve yalnız Misak-ı Milli sınırlarına düşen hisseye ait olanının ödenmesi koşuluyla durduruldu. Fakat bu kurumların T.B.M.M.'nin bulunduğu yerlerde devlet kuruluşlarına zarar vermeden çalışmalarına izin verildi. Osmanlı Bankası'ndan geçici avanslar alınması kabul edildi. Savaş yılları içinde, olağanüstü sebepler dolayısıyla, devlet harcamaları kısa vadeli avans kanunlarıyla yapılırken, gelirler gelir kanunlarına göre yapıldı.

Meclis açılır açılmaz ele alınan konuların başında gelir kaynağı bulmak geliyordu. Ancak vergi ve asker toplanabilmesi için, Meclis'in Anadolu'da otoritesinin kurulması gerekliydi. Oysa Meclis'in açıldığı tarihte Anadolu'nun birçok yerinde iç ayaklanmalar çıkmış ve sürmekteydiler. Bu sebeple buralardan vergi almak mümkün olmuyordu. Meclis'in 24 Nisan 1920'da ilk ele aldığı kanun "Ağnam Resmi" (Hayvanlar Vergisi) ile ilgili kanun oldu. Ağnam Resmi'nin eskiden olduğu gibi dört kat alınması kabul edildi. Duyun-u Umumiye gelirlerine el kondu. İlk gelir getirici kanun 28 Temmuz 1920'de kabul edildi. Anadolu'ya getirilen mallardan vergi alınması için, gümrük vergisi beş kat arttırıldı. Daha sonra Zonguldak yöresinden çıkartılan kömürden gümrük vergisi dışında, ayrıca ton başına 2-3 lira arası ihracat vergisi alınması için kanun çıkartıldı. Pul gelirleri için Maliyeye yetki tanındı. İhracat vergisi diğer mallara da uygulanmaya başlandı. Diğer yandan 1914 tarihli Gelir Vergisi Kanunu'ndaki oranlar 5-10 misli arttırıldı. Bütün bu gelir kaynağı bulmaya yönelik çalışmalarda köylüyü vergi yükü altına sokmamaya büyük özen gösterildi. Gelir kaynağı aranırken tasarruf önlemleri de alındı. Mebus maaş ve yolluklarından vergi kesildi. Gereksiz yere soba ve geceleri lamba yakılmaması, kışın öğlen saatlerinde çalışılıp, gündüzden yararlanılması, gereksiz telgraf haberleşmelerinin yapılmaması gibi yöntemler uygulanırken, 14 Eylül 1920'de "Men-i Müskiyrat" (içki yasağı) ve 25 Kasım 1920'de de "Men-i İsrafat" (israfı engelleme) kanunları kabul edildi.

1920 yılı bu önlemlerle geçirildi. 1921 yılı ise İnönü, Eskişehir-Kütahya ve Sakarya Savaşları'nın yapıldığı yıl olduğu için, para sıkıntısı en üst düzeye ulaştı. Cephane ve malzeme yokluğu I. İnönü Savaşı'nda kendini gösterdi. 10 Ocak günü cepheden, cephane olmadığı için yenilmek üzere olunduğu haberleri geliyordu. Fevzi Paşa cephe Komutanı'na telgrafla "Size bir tren cephane gönderdim. Elinize varıncaya kadar mukavemet imkanını temin ediniz." yanıtını verdi. Oysa bir kaç sandık cephane ancak bulunabilmişti. Bu çaresiz durumda askere moral gönderen Fevzi Paşa'nın gözyaşlarını tutamadığı acı bir gerçektir. II. İnönü Savaşı da aynı kıt olanaklarla sürdürüldü. Eskişehir-Kütahya taarruzuna başlayan Yunanlıların ordularını ve kaynaklarını iki kat arttırmalarına karşılık Türkiye'nin kaynakları bu hıza yetmedi. Bu sebeple Başkomutan "Tekâlif-i Milliye Emirleri" ile yeni bir gelir kaynağına başvurup, halktan bir çift çoraba kadar vergi almak zorunda kaldı. Sakarya Savaşı bu yöntemlerle kazanıldı.

1921 yılı bütçe giderleri yalnız ordu için 45.000.000 liraya ihtiyaç gösteriyordu. Oysa tahmin edilen gelir 55.000.000 lira idi. Gerçek ihtiyaçlar için ise 81.000 000 lira gerekliydi. Daha başlangıçtan açık 26.000.000 lira olarak görülüyordu. 1921 yılı da avans kanunları ile geçiştirildi. Tam bütçe yapılamadı. Bütçe kanunu ise ancak yılın sonuna doğru kabul edildi. Buna göre 52.285.000 gelir, 77.325.399 lira gider vardı. Açık ise 25.039.899 lira idi. Birçok giderden tasarruf yapılmaya çalışıldıysa da açık kapanamadı. Bu sebeple dış para yardım kaynaklarına başvuruldu.

1922 yılında da, daha önceki yıllarda olduğu gibi toplu bir bütçe yapılmayıp, avans kanunları ile mali durum yönetildi. Kesin bütçe ancak mali yıl sonunda ortaya çıktı. 22 Şubat 1923'de kabul edilen kanuna göre bütçe 87.735.573 lira olup Milli Savunma'Bütçesi 49.207.924 lira idi.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Sovyet Yardımı

Bu üç sene içinde çok büyük para sıkıntısı çeken Türkiye, ülke içinde yeni para kaynakları, tasarruf uygulamaları ve olağanüstü yöntemlerle (Tekâlif-i Milliye) para bulmaya çalışırken, dışarıdan da para yardımı aldı. M. Kemal Paşa, daha 26 Nisan 1920'de Meclis'in açılışından üç gün sonra Sovyetler Birliği'ne yazdığı mektupla, silah,cephane ve malzeme yanında para da istemişti. O tarihte Türkiye'ye yardım edecek tek ülke Sovyetler Birliği idi. Sovyetler Birliği'nin Türkiye'ye niçin yardım ettiğini daha önce açıklamıştık.

Sovyetler Birliği ile ilişki ve dış yardım konusu gündeme geldiğinde 3 Temmuz 1920'de Meclis'te gizli oturumda M. Kemal Paşa, "Pek ziyade memüldür ki (umulmakta) Sovyet Cumhuriyeti bize tasavvur ettiğimiz muavenetleri (yardım) ifa etsin (yerine getirsin).... Biz kendi mevcudiyetimizi (varlığımızı) yine kendi mevcudiyetimizle müdafa ve muhafaza edecek tarzda hareket etmeliyiz ki hiç bir surette nevmid (ümitsiz) olmayalım." sözleriyle, Sovyet yardımına bağlanmamak, kendi kaynaklarımızla hazırlanmak gerektiğini, çünkü Sovyet yardımının gelmemesinin ümitleri yok edebileceğini belirtti. Dış yardım, doğal olarak bu tarihte Sovyet yardımı söz konusu olunca M. Kemal'in ortaya koyduğu ilkeleri, yardım ve dış ilişkilerin bu ilkeler içinde biçimlendiğini görüyoruz. Bu bakımdan M. Kemal, tam bağımsızlık temeli üzerine oturttuğu temel politikasını, dlş yardım konusunda da bu esastan ödün vermeden kabul etmektedir. Dış yardım bir araçtır, oysa bağımsızlık amaçtır. Bu bakımdan her ülke ile ilişki kurmak mümkündür. Bağımsızlığın ön koşulu, uluslaşmak olduğuna göre M. Kemal, ulusal bağımsızlığın her şeyden önce ulusun kendi öz kaynaklarına dayanmasına dış yardımın himaye biçimine girmemesine dikkat etmektedir. Batılı devletlere karşı bağımsızlık savaşı verilirken, Sovyetlerin Türkiye'nin iç işlerine karışmasına kesinlikle karşıydı. Türk Ulusal Savaşı anti-emperyalist olduğu kadar anti-Bolşeviktir, çünkü ulusçudur.

Çiçerin'le görüşen Bekir Sami Bey, Çiçerin'in Ermenistan için toprak istemesi üzerine, sert bir karşılık vererek, dış yardım için bunların kabul edilemeyeceğini bildirmişti. Sovyetler dış yardımı koz olarak kullanıp, Kars, Ardahan,Batum'u istedikleri gibi, Doğu Anadolu topraklarının Ermenilere verilmesini istedikleri için ilişkiler gerginleşmişti. Sovyetler iç savaş, Polonya Savaşı ile de uğraştıklarından ve İngiltere ile ticari ilişki kurmak üzere olduklarından da yardım yapmakta duraksama gösteriyorlardı. Fakat bütün hu anlaşmazlıklara rağmen sonunda, emperyalizme karşı savaşan Türkiye'ye yardımın önemini kavradılar.

Sovyetler Birliği'ne gitmiş bulunan Halil Paşa Temmuz 1920'de 100. 000 lira değerinde altınla Moskova'dan ayrılmıştı. Bu parayı Karaköse'de Tümen Komutanı Cavit Bey'e teslim etti. Bekir Sami Bey'in Çiçerin'le politik konularda tartışmaları sürerken, Sovyetler prensip olarak yardımı kabul etmişler, Novorsiski ve Tuapse limanlarını hazırlamışlardı. Ekonomi Bakanı olarak Moskova'da bulunan Yusuf Kemal Bey Ekim ayında Türkiye'ye dönerken 1.000.000 altın ruble getirdi. 1920 yılı içinde Sovyetler Türkiye'ye politik sebeplerden dolayı yeterli yardım yapmadılar. Fakat 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması'nın imzalanması sırasında Çiçerin Yusuf Kemal Bey'e bir mektup vererek, para (10.000.000 Ruble) yardımı yapmayı vaad etti. Sovyetler Birliği'nden para ve silah, cephane, malzeme yardımları gelmeye başladı. Bu yardımlar çeşitli tarihlerde, çeşitli miktarda geldi.

Sovyet yardımı yapılacağı tarihte Sovyetlerin elinde yeterli altın Ruble bulunmadığı için, Buhara Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Osman (Kocaoğlu) Bey, Lenin'e, kendilerinde altın para bulunduğunu ve Türkiye'ye verilmek üzere 100.000.000 altın Ruble verebileceklerini söyledi. Buhara Meclisi de bunu kabul edince Buhara Cumhuriyeti, Ankara'ya gönderilmek üzere Ruslara parayı teslim etti. Burada bunların dökümünü vermeden önce o tarihte Ruble ile lira arasındaki farkı belirtmekte yarar vardır. Bir Ruble 59 kuruş idi. Buna göre üç yıl içinde yapılan Sovyet yardımı şöyledir:
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
1920 Yılı

Cinsi
Tl. Olarak

516.800Adet Altın Ruble304.9121.000.000Adet Altın Ruble590.0001.500.000Adet Altın Ruble885.00050.000Adet Altın Ruble29.500100.000Osmanlı Altını507.000
Toplam

2.316.412
1921 Yılı

Cinsi
Tl. Olarak

4.000.000Adet Altın Ruble2.360.0004.000.000Adet Altın Ruble2.360.0001.160.000Adet Altın Ruble900.000240.000Adet Altın Ruble241.000400.000Adet Altın Ruble236.000
Toplam

5.997.000
1922 Yılı

Cinsi
Tl. Olarak

1.100.000Adet Altın Ruble649.0003.500.000Adet Altın Ruble2.065.000
Toplam

2.714.000
Genel Toplam

11.028.012



Türkiye'nin Milli Savunma Bütçesi 1920'de 27.576.039 Lira olduğuna göre Sovyet yardımının yetersiz olduğu görülür.

Hindistan Müslümanlarının Para Yardımı

Osmanlı İmparatorluğu tek bağımsız müslüman devleti idi. Birinci Dünya Savaşı'nın çıktığı tarihte diğer müslüman ülkelerinin büyük kısmı İngiliz-Fransız sömürgesi halinde yaşıyorlardı. Osmanlı Halifesi'nin bütün müslümanlar üzerinde etkisi olacağı düşünülmüşse de, etkisiz kalmıştı. Savaş sonu Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesi ve Türk İstiklal Savaşı'nın başlaması, Müslüman toplumları etkiledi. Türklerin kazanması bir ümit ışığı olabilirdi. Özellikle Hindistan Müslümanları (Bugünkü Pakistan) Türkiye'ye yardım için çeşitli tarihlerde para gönderdiler. Bu paralar M. Kemal Paşa'nın şahsına yollandı. Hindistan Hilafet Komitesi'nin 26 Aralık 1921'den 12 Ağustos 1922'ye kadar yolladığı paranın tutarı 675.494 Türk lirası idi. Bu para Maliye Bakanlığı'nda durdu ve Hazine'ye girmedi, M. Kemal Paşa'nın emrinde Osmanlı Bankası'nda idi çok sıkıntılı zamanlarda bile bu paraya dokunulmadı. Büyük Taarruz öncesi büyük sıkıntı doğunca M. Kemal Paşa, bu parayı geçici olarak Maliye'ye verdi. Büyük Taarruz sırasında Yunanlıların yaptığı yıkımı ve katliamı gören M. Kemal Paşa, paranın bir kısmını yardım olarak felakete uğrayanlara dağıttı. Geri kalan parayı Maliye, savaştan sonra iade etti.

Silah, Cephane, ve Malzeme Kaynakları

Mondros Ateşkesi'nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri, bir yandan Türk Ordusu'nu terhis ettirirlerken diğer yandan da orduya ait silah ve cephaneye el koydular. Toplayamadıkları silahların önemli parçaları (tüfeklerin sürgü kollarını, topların kamalarını) kendi bölgelerine taşıttılar, geri kalanları da imha ettiler. Ordu elinden alınan silah ve elde kalanların durumu şöyleydi:

Silahın CinsiOrdunun Elinden AlınanTürk Ordusu'nun Elinde KalanAğır Top1.09982Sahra Topu606200Piyade Tüfeği667.983123.191Ağır Mk. Tüfek3.1181.370


Anadolu'ya dağılmış bulunan birlikler içinde en düzgün ve malzeme bakımından en iyi durumda olanı Erzurum'da bulunan 15. Kolordu idi. 660 Subay, 19.047 er, 1.380 tüfek, 120 makinalı tüfek, 64 top, 3. 769 hayvana sahip olan bu Kolordu, Ermeni saldırılarına karşı bulunuyordu. M. Kemal Paşa'nın Samsun'a çıktığı sırada Anadolu'da bütün kuvvet 35.000 savaşçı kadardı. Eldeki silahların cephanesi ise çok sınırlı idi. Bunlarla en çok iki savaş yapılabilirdi. Oysa iç ayaklanmalar, Ermeni Harekatı, Pontus Ayaklanması, Fransızlara ve Yunanlılar'a karşı savaşılıyordu. Türk Ordusu'nun savaşı kazanabilmesi için gücünün en az şöyle olması gerekliydi:

DüşüncelerErTüfekAğır Mk.TüfekTopÇeşitli Cephelerde300.000300.0002.000700Geri Teşkil ve Jandarma150.000150.000
---
---

Toplam450.000450.0002.000700
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
Bu olanakları sağlamak için şu önlemlere başvuruldu:


Elde mevcut silah ve malzeme ile işe başlamak. Dağınık durumda bulunan silah ve malzemeyi cephelerde toplamak.
Savaş için gerekli görülen ve yurt içi kaynaklarından yararlanmak için, silah yapımına başlamak. Atölyeleri çalıştırmak.
Tarafsız dış ülkelerden silah ve malzeme satın almak.
Yurt içi kaynakları top yekun seferber etmek.
İstanbul'da İtilaf Devletleri elinde bulunan çok büyük sayıdaki silah ve aracı Anadolu'ya kaçırmak.

İtilaf Devletleri'nin işgali altında bulunan yerlerde, özellikle İstanbul'da, gerek Anadolu'ya silah, cephane ve milliyetçileri kaçırmak ve bilgi toplayıp Ankara'ya ulaştırmak, gerekse Rumların taşkınlıklarına ve Türklere karşı giriştikleri saldırılara karşı, Türk halkının can, namus ve malını korumak amacıyla çeşitli gruplar kuruldu Bunlar Felah Grubu'ndan başka şu isimler altında çalışmaya başladılar:

M.M Grubu (Milli Müdafaa Grubu)
Karakol Grubu
Namık Grubu
Bizci Grubu
Kaynarca
Ferhat ve Kerimi Grubu

Bu gruplar Anadolu'ya silah, cephane ve milliyetçilerin kaçırılmasında büyük hizmetler yaptılar. Akbaş Cephaneliği baskını ve bunun gibi birçok baskın olayı da kişisel faaliyetlerle gerçekleştirildi. 4 Eylül 1919-23 Nisan 1920 arası bu şekilde kaçırılan silah şöyleydi:

230 piyade tüfeği
14 makinalı tüfek
2 dürbün

Akbaş Cephaneliği'nden kaçırılanlar ise:

8.000 tüfek
5.000 sandık cephane
200 ağır makinalı tüfek

Tekalif-i Milliye Emirleri ile de Anadolu'nun kaynakları ordunun emrine verildi. Böylece iç kaynakların tüm sınırı zorlandı.

1920 yılı sonuna doğru Eskişehir ve Ankara'da silah ve cephane yapan fabrikalar bir merkez altına alınmaya başlandılar ve 10 Ocak 1921'de Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı "İmalat-ı Harbiye Genel Müdürlüğü" kuruldu. Bu atölyeler ve fabrikalarda, Türk işçileri olağanüstü gayretle çalıştılar. Eski tren ve ray parçaları eritilerek, kılıç, süngü, tüfek süngüsü, top kamaları yapıldı. Çapları büyük mermiler, patlama tehlikesine rağmen inceltildiler. Ordunun büyük ihtiyacını özellikle, İnönü ve Sakarya Savaşları'nda bunlar karşıladılar. Sakarya Savaşı sırasında Eskişehir'dekiler de Ankara'ya taşındılar. Buralarda üretilen ve onarılan malzeme dökümünü yapmak çok yer alır.

Sovyet Yardımı

Sovyetler Birliği ile ilişkiye çok önem veren Türkiye, Sovyetler Birliği'nden isteklerini şöyle belirlemişti:

200.000 Tüfek.
5.000.000 Mermi
400 Top
75.000 Top Mermisi
500 Mitralyöz
100 Kamyon
100.000 Asker Elbisesi
Ayda 600 ton Benzin ,İlaç ve çeşitli malzeme, v.s.

Sovyetler birinci parti olarak 21 Eylül'den, 15 Ekim 1920'ye kadar 2.815 İngiliz Tüfeği, 1885 sandık İngiliz Piyade Cephanesi yolladılar. Ayrıca Giresun Alayı Komutanı Osman Ağa'ya da 500 İngiliz Tüfeği ve 250 sandık cephane verildi. Sovyet yardımının 18 Eylül 1921'den 14 Haziran 1922'ye kadar ki genel toplamı şöyledir:

43.374 Piyade Tüfeği
56.042 sandık Piyade Tüfeği Mermisi
18 sandık Rus Piyade Tüfeği Fabrikası Aletleri
318 Ağır ve Hafif Makinalı Tüfek
81 Top
13 Rus Bomba Topu
159.043 top mermisi
40 sandık Fransız El Bombası
83 sandık İngiliz El Bombası
200 adet Rus El Bombası
60 Süvari Kılıcı
10 sandık Dumansız Barut
48 sandık Rus Piyade Mermi Kovanı
8 sandık Rus Piyade Mermi Kapsülü
104 sandık Rus Piyade Mermi Çekirdeği

Sovyet kaynaklarına göre ise bu yardım şöyleydi:

39.275 Tüfek
327 Makinalı Tüfek
54 Top
62.986.000 Piyade Mermisi
147.079 Top Mermisi
1.000 atımlık Top Barutu
4.000 El Bombası
4.000 Şarapnel Mermisi
1.500 Kılıç
20.000 Gaz Maskesi

Gerek Türk, gerekse Sovyet kaynakları, Sovyet yardımının, Türk Ordusu'nun ihtiyacı göz önüne alınırsa, pek de yeterli olmadığı görülür.

Ayrıca Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandıktan sonra Fransızlar Güney Anadolu'yu terk ederlerken, bir kısmını bağış, bir kısmını da satış yoluyla olmak üzere Türk Ordusu'na

l0.089 Tüfek
1.505 sandık Mermi
10 Uçak bıraktılar. Bu anlaşma ayrıca, Türkiye'ye Fransız piyasalarından silah satın alma olanağı da tanıdı.

Sağlık Hizmetleri

1921 yılından önce en çok sıkıntısı duyulan şeylerin başında sağlık personeli azlığı ve sağlık malzemesi yokluğu idi. Bu tarihe kadar orduda 300 muvazzaf ve 116 yedek olmak üzere 416 doktor, 99 muvazzaf ve 32 yedek olarak 131 eczacı vardı. Bu yıl içinde İstanbul'dan 271 muvazzaf, 7 yedek olarak 278 doktor, 11 diş doktoru 18 eczacı geldi. Bu rakamlar 1922 yılında arttı. 957 doktor, 224 eczacı ve 26 diş doktoru düzeyine ulaştı.

Yalnızca savaşta yaralananlar değil, ayrıca salgın hastalıklar, yoksulluk, beslenme noksanlığı, kış mevsiminin aşırı soğukları da Türk halkını ve orduyu perişan ediyordu. Verem, zatürree, çiçek, tifo, çeşitli bağırsak hastalıkları, zührevi hastalıklar yüzünden yüz binlerce insan hastanelere başvuruyordu. Aşı kampanyaları ile bulaşıcı hastalıklarla savaşıldı. Ameliyatlarda uyuşturucu bulunmadığı zamanlar oldu. Gaz tenekelerinde su kaynatılarak buharında aletler temizlendi. Büyük sıkıntılar çekildi. Savaşlarda ölenlerden çok, hastalıktan ölenler vardı. Savaşlarda şehit düşenler ile yaralanıp hastanede ölenlerin sayısı en çok 11.600 dolaylarında iken, aynı sürede hastalıktan ve yakın sebeplerden ölenlerin sayısı 26.000'den çoktu.

Ordunun beslenme durumu çok zor yürütülebildi. İskorpit hastalığını engelleyen yiyeceklerin yokluğu bu hastalığa neden olurken, değişik gıda verilememesi, etin kemikli oluşu, ekmeğin iyi olmaması, hububatın kabuklu, hatta taşlı ve topraklı oluşu beslenmeyi kötü etkiliyordu. Giyim işleri oldukça yetersizdi. Tekalif-i Milliye Emirleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Giyim yetersizliği sebebiyle sevk erlerinin çıplak denecek durumda gelmeleri, askerlik şubelerinin olanaksızlıkları yüzünden ve ulaşım güçlüklerinden askerlerin uzun yürüyüşlerle gönderilmeleri de kayıplara yol açtı. Kayıpların büyümesini engelleyen en önemli etken Birinci Dünya Savaşı'nda Komutanların edindikleri tecrübe oldu. Bu sebeple acele seferberliğe gidilmedi. Planlı ve dikkatli bir seferberlik uygulandı.

Ordunun sağlık hizmetlerine yardımcı olan en büyük kuruluş Kızılay Derneği oldu. Hastanelerde sağlık hizmetlerine yardımcı olurken, binlerce adet giyecek malzemesi sağlandı.

Ordunun sağlık işleri içinde veteriner hizmetlerinin de ayrı önemi vardı. Özellikle, süvari atları, taşıyıcı hayvanlar, taşımacılıkta kullanılanlar, beslenmede yararlanılan hayvanların sağlık işeri veteriner hizmetleri ile yapıldı. Hayvan kayıpları yüzde yirmiyi aştı.

Görülüyor ki Büyük Taarruz öncesi ordunun durumu pek iyi değildir. Malzeme, silah, sağlık hizmetleri noksandır. Fakat moral kuvvet her geçen gün artmaktadır. Eğitim ve disiplin düşman ordusundan çok iyidir.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
BAŞKOMUTANLIK KANUNU

Meclisteki hava hala yumuşamamıştı. M. Kemal çekilişin bir strateji olduğunu, bu sebeple düşmanın yıpranacağını ve Türk Ordusu'nun zaman kazanacağını açıklamasına rağmen 4 Ağustos'ta Meclis'te sert eleştiriler yine sürdü. Bir milletvekili, M. Kemal'in ordunun başına geçmesini istedi. İlk kez lehte ve aleyhte olanlar M. Kemal'in ordunun başına geçmesi konusunda birleşiyorlardı. Fakat ayrı düşünce ve hesaplarla M. Kemal'e karşı olanlar, ordunun bozulduğunu, bu durumu M. Kemal'in düzeltemeyeceğini ve bu sayede O'nu tasfiye edebileceklerini düşünüyorlardı. Enver Paşa'yı getirip M. Kemal'in yerine geçirmek için çalışanlar bu fırsattan özellikle yararlanmak istiyorlardı. Meclis içindeki ve Trabzon'daki İttihatçılar bu iş için uzun zamandır çalışıyorlardı. Meclis'in çoğunluğu yani M. Kemal yanlısı olanlar, Yunan Ordusu'nu ancak M. Kemal'in durdurabileceğine inanıyor ve Başkomutan olmasını istiyorlardı. Fakat Başkomutan olmasını sakıncalı görenler de vardı. Bunlar başarısızlık halinde M. Kemal'in sorumlu tutulacağından endişe ediyorlardı. Meclis'in çoğunluğunun gösterdiği yakınlığa teşekkür eden M. Kemal başkanlığa bir önerge verdi.

Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na;

Meclis sayın üyelerinin genel olarak beliren istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi, kendi üzerime almaktan doğacak yararların çarçabuk elde edilebilmesi ordunun maddi ve manevi gücünün en kısa zamanda arttırılıp pekiştirilmesi ve yönetimin bir kat daha sağlamlaştırılması için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin sahip olduğu yetkilerini fiilen kullanmak koşuluyla üzerime alıyorum. Yaşadığım sürece ulusal egemenliğin en gerçek bir hadimi olduğumu, ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süre ile sınırlandırılmasını dilerim.

4 Ağustos 1921 Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal

M. Kemal'in, Meclis yetkilerini isteyerek (yasama, yürütme, yargı) başkomutan olmayı kabul edeceğini bildirmesi üzerine karşıtlar hemen harekete geçtiler. Başkomutanlığın Meclisi'nin özüne ait olduğunu, bu sebeple Başkomutan Vekili denmesini istediler. Ayrıca Meclis'in yetkilerinin bir kişi tarafından kullanılmasının söz konusu olmayacağını ileri sürdüler. Fakat M. Kemal'in direnmesi üzerine Meclis, 5 Ağustos 1921 tarihinde Meclis'in sahip olduğu yetkileri şahsında toplamak ve Meclis adına yürütmek üzere M. Kemal Paşa'ya üç ay süreyle Başkomutanlık yetkisini veren kanunu kabul etti. İstiklal Mahkemeleri de doğrudan M, Kemal Paşa'ya bağlandılar. Yeni mahkeme kurma yetkisi artık Başkomutan'a aitti.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
TBMM NİN YAPISI

Meclis, Türk Ulusu'nun ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenliğinin savaşında, ulusal birliğin sağlanması için, ulusun iradesinin oluştuğu meşru bir kuruluş olarak açılmış, fakat büyük sorunlar ve olağanüstü tehlikelerle karşılaşmıştı. Bir yandan iç ayaklanmalar yaygınlaşırken diğer yandan Yunan saldırısı da genişliyordu. İç güvenlik, düzenli ordu kurulamaması, para kaynaklarının yokluğu yüzünden sınırlı bütçeler büyük sorun idi. Bütün bunların yanı sıra, M. Kemal'in düşündüğü birlik sağlanamamaktaydı. Meclis içinde çeşitli insanlar ve düşünceler vardı. Meclis Padişah-Halife'nin dayandığı temelleri yıkan bir ihtilal meclisi görevini açıkça ortaya koyamıyordu. Atatürk bunu şu şekilde açıklıyor: "Gerçek, Osmanlı Devleti'nin ve Halifeliğin yıkıldığını ve ortadan kalktığını düşünerek yeni temellere dayalı, yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi göylemek, amacın büsbütün kaybedilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel eğilim ve düşünüş, daha Padişah ve Halife'nin özürlü sayılacak bir durumda bulunduğu yolunda idi. Dahası Mecliste, ilkin Halifelik ve Padişahlık makamı ile bağlantı ve İstanbul Hükümeti ile uzlaşma aramak akımı başgöstermişti."

Meclisin çalışmaya başlaması ve özellikle M. Kemal'in kuvvetler birliği sistemi ile birlikte olağanüstü yetkilere sahip olan bu Meclis'in "kuruculuk" yapısı ve Hiyanet-i Vataniye Kanunu gibi yasalarla ihtilalci karakterini ortaya koymaya başlaması, Meclis üyelerinin birbirlerini daha iyi tanımaları ve değişik düşüncelerin belirmesi ile bütünlük ve birlik konusunda ayrılıklar başladı. Ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü tehlike göz önüne alınarak, Meclisin ulusal birliğinin parçalanmasını engellemek amacıyla, ülkenin düşman işgalinden kurtuluşuna kadar, milletvekillerinin siyasal parti ve zümre hareketlerine girmelerini yasaklayan hükümler getirilmeye çalışıldı. Fakat bütün bunlara rağmen bir kaç ay geçtikten sonra Meclis'te gruplaşmalar oluşmaya başladı. Bu durum, M. Kemal'in, ülkenin kurtuluşu için almak istediği kararları enelleyici bir tutuma girdi.

Meclis'te meslek dağılımına göre; memur, subay, avukat, doktor, mühendis, gazeteci, tüccar, çiftçi, sarıklı hoca, aşiret reisi ve ağa, şeyh, gibi çeşitli insanlar bulunuyordu. Ulusal bağımsızlık davasında düşman işgaline karşı oluşan birlik, iç sorunlar ortaya çıktıkça sarsılıyordu. Bu sebeple, "Selamet-i Umumiye Komitesi", "Tesanut Grubu", "Halk Zümresi", "İstiklal Grubu", "Istlaha Grubu" gibi dağınık gruplar görülmekte beraber önemli değildi. "Meclis üyeleri gerçekte, üç, dört akıma ayrılmıştı; en sağ kanatta çoğunluğu hocalardan oluşan islamcı muhafazakar (tutucular), sağ kanatta, daha ılımlı muhafazakarlar; sol,kanatta ise çok sayıda demokratlar yani Mustafa Kemal'in fikirlerini bütün sonuçlarıyla kabul ederek İstanbul kurumlarını kaldırıp, halkın egemenliğine dayanan yeni bir Türk Devleti'nin pürüzsüz kuruluşuna taraftar olanlar ve nihayet bunların daha solunda komünist etkilerine az çok kapılanlar vardı.

...Fikirleri işlenmiş ve açıklık kazanmış ancak iki akım vardır Birisi.Mustafa Kemal'in devrimci halkçılığı; diğeri hocaların tutucu dinciliği." Burada kullanılan sol "ilerici", sağ "tutucu" anlamındadır. Gerçekte ise M. Kemal'in yanında olan radikal (köklü değişiklik isteyenler) kanat ve karşısındaki tutucu kanadı oluşturan iki ana grup vardı. Halkçılık programının kabulünden sonra, tutucu kanat İstanbul'un da yardımıyla örgütlü bir direnişe başladı. Yönetimin cumhuriyete doğru gittiği endişesiyle, M.Kemal'e karşı çıkıyorlardı. Bu karşı çıkışlar karşısında M. Kemal Paşa 10 Mayıs 1920'de "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu"nu kurdu. Bu grup "1. Grup" olarak da isimlendiriliyordu. Bunun karşısında olan tutucular da ulusal egemenliğe aykırı, otokrat şef usulü bir idareye karşı olduklarını ve Meclisin hak ve egemenliğini korumak gerekçesiyle "II. Grubu" oluşturdular. Ulusal bağımsızlık amacına çalıştıklarını ileri sürüyorlarsa da , onların bundan anladıkları, "Padişah egemenliği" idi. II. Grup çeşitli düşüncede insanlardan oluşuyordu. 70-80 arasında değişen üyesi bulunan bu grup, tutucu, gerici, muhalefeti kendine görev yapanlar, Enverr Paşa özlemcileri, hükümette yer alamayanlar, M. Kemal'e kişisel düşmanlığı olanlardan oluşuyordu. M. Kemal'e ve O'nun cumhuriyet'e yani ulusal egemenlige ve inkılabın eseri olarak kurulan çağdaş bir devlete doğru gitmek konusundaki düşüncelerini bilen bu tutucu ve muhalif kanat direnişini her fırsatta gösterdi. İstiklal Mahkemeleri, Başkomutanlık, v.b. bir çok olayda oluşan tepkiler zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaştı. Fakat Meclisin kurucusu olan Atatürk, bütün bunlara rağmen "Meclis" inancından vaz geçmedi.

KOMÜNİST ÖRGÜTLER

B.M.M. açılmasından sonra, karşılaşılan önemli sorunlardan birisi de Komünist çalışmalar oldu. İç güvenlik, düzenli ordu kurulması, düşman saldırıları, İstanbul Hükümetleri'nin saldırı ve yıkıcı çalışmalarına karşı ulusal birliğin sağlanabilmesi için yapılan mücadelede komünist çalışmalar da yıkıcı etki yapmaktaydı. Bu örgütlenme çalışmaları, Sovyet Devrimi'den sonra, onu örnek alanların gizli çalışmalarıyla yapılıyordu. M. Kemal Paşa daha Meclis açılır açılmaz, Türk-Sovyet dostluğunun önemi üzerinde durmuş ve Lenin'e bir mektup yazılarak dostluk ilişkilerinin önemi belirtilmişti Dış yardım konusunda en yakın ve gerçekçi ilişki o sırada ancak Sovyetlerle sağlanabilirdi. M. Kemal Paşa'nın, "...her ihtimale karşı ulusal varlığın korunmasi için dıştan yardım ve kuvvet aramak gerekirse, kendi ilkelerimize bağlı kalmak şartıyla her kaynaktan yararlanmayı kabul ederiz." sözleriyle ortaya koyduğu, bağımsızlıktan ödün verilmeden başlayan Türk-Sovyet yakınlaşması, Anadolu'da gizli komünist örgütlerin kurulmasına da yol açtı. Bu örgütler şunlardı:

1- Yeşilordu Cemiyeti (Hem gizli, hem açık) 2- Türkiye Komünist Partisi (Gizli) 3- Türkiye Halk İştirakiyun Partisi (Açık) 4- Türkiye Komünist Partisi (Mustafa Kemal Paşa Türkiye'deki komünist çalışmaları ortaya çıkartabilmek için kurdurmuştu. Açık ve resmi)

Bu örgütlerden ilk üçü Sovyetler Birliği ile ilişki kurarak yıkıcı ve bölücü çalışmalara başladılar. Ethem ve kardeşlerinin de bu örgütle birleşmesiyle durum daha da tehlikeli boyutlara ulaştı. Bu örgütlenmeleri yürütmek için Kars yoluyla Erzurum'a gelen Mustafa Suphi, Ankara'ya gitmek istediyse de alınan önlemlerle geri dönmeye razı edildi ve Trabzon'a gitti. Trabzon'dan bindiği tekne 28-29 Ocak 1921,gecesi yolda Yahya Kahya'nın adamlarınca durduruldu ve M. Suphi ile 17 arkadaşı öldürüldü. Sovyetler durumu protesto ettiyse de ısrar etmediler. Türkiye olaydan bilgisi olmadığını ve kara suları dışında olduğunu bildirdi.

Türkiye'de komünist çalışmalarına 19. y.y.ın ikinci yarısında rastlanmamaktadır. Bu dönemde daha çok Tanzimat Dönemi'nin getirdiği düşünce akımlarının etkisi görüldü. İmparatorluk yarı sömürge durumunda ve Orta Çağ kalıntısı bir ekonomik yapıya sahipti. Yenileşme çabaları ise doğrudan doğruya, siyasi yapıda mutlakiyetçi yönetimden, meşrutiyete geçme amacını gütmektedir. Komünizme yönelik sol düşünce ilk kez İkinci Meşrutiyet'ten (1908) sonra görüldü. İkinci Meşrutiyet, geniş bir biçimde, Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık akımlarının yarıştığı bir ortam oldu ve sosyalist düşünce etkisiz kaldı. 1908 doneminde bazı işçi hareketleri olduysa da, bu hareket ücret ve iş saatleriyle ilgiliydi. Grevler ise "Tatil-i Eşgal Kanunu-u Muvakkatı" ile önlenmişti. Bu dönemde ilk sosyalist düşünce akımları ve kuruluşları, "iştirakçi" adıyla tanınan Hüseyin Hilmi'nin çalışmaları ile başladı. 26 Şubat 1910'da İştirak adlı bir Gazete yayınlandı, 13 Haziran'da kapandı. Bu arada bazı gazete sahipleri "Osmanlı Sosyalist Fırkası"nı kurdular. Meşrutiyet döneminde sosyalist hareket yayın alanında gürüldü. 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra ittihat ve Terakki diktatörlüğünü kurdu ve susturulan muhalefet ile sosyalist harekette önlendi.

1918'de Mondros Ateşkekesi'nden sonra Hüseyin Hilmi İstanbul'a gelerek Şubat 1919'da "Türkiye Sosyalist Fırkasını" kurdu. Hüseyin Hilmi seçimlere katıldıysa da başarılı olamadı ve diktatörce davranışlara yöneldi. 1922'de bilinmeyen bir şekilde öldürüldü.

1920'ne Anadolu'da başlayan komünist çalışmalar ve özellikle 1921 yılına doğru Anadolu'da iktidarı ele geçirmeyi deneyebilecek kadar güçlenmiş bir askeri kuruluş haline gelen Yeşil Ordu'nun, tehlikeli bir durum alması ve Kurtulus Savaşı içinde olan Türkiye'de bölücü bir kuruluş olması sebebiyle tasfiye edilmesi yoluna gidildi.

İstanbul Fetvası'nın, Padişah'ın askerliği affettiği ve Ankara'daki hükümetin meşru olmadığı yolundaki propogandalar çok olumsuz etki yapmıştı. Bir çok yerde ayaklanmalar çıkmıştı. Bu yüzden birlik saglanamıyor, askerler ulusal bilince sahip olmadıkları için bu propogandalara kolayca kanıyorlar, firar ediyorlardı. M. Kemal askeri örgütlenmeye gidilmesini istedi. M. Kemal'in yakın arkadaşları bu yolda çalışmaya başladılar. Yeşil Ordu Cemiyeti, bu çalışmaların sonucu gizli olarak kuruldu. Cemiyetin kurucuları Şeyh Servet, Muhittin Baha, Hüsrev Sami, Eyüp Sabri, Dr. Mustafa, Hakkı Behiç, Adnan ve Hamdi Beylerdi. Cemiyeti kuranlar, M. Kemal'in izni ve bilgisi altında çalışıldığını yayarak kolayca taraftar buldular. Çalışmalar, bir süre sonra ulusal askeri birlikler kurmak gibi dar bir çerçeveden çıktı ve genel bir amaca yöneldi. M. Kemal'e karşı olanların denetimine geçti. Şeyh Servet ve bazı kişiler Bolşevik propogandasına kaydılar. Ethem'in ağabeyi Reşit Bey de bu propagandalara katıldı. Cemiyetin nizamnamesindeki esaslar da açık bir biçimde komünist bir kuruluş olduğunu gösteriyordu. Çerkez Ethem kuvvetlerinin birleşmesiyle büyük bir silahlı kuvvete de sahip olan Cemiyet, kısa bir süre sonra Ulusal Mücadele için tehlike olmaya başladı. Cemiyetin gizli amacı olan İslam Sosyalizmi çalışmaları da anlaşıldı. Dağıttığı bildiriler ve tüzügü, o günün olağanüstü tehlikeleri içinde bulunan Türkiye'de ırkçı ve bölücü oldu. Cemiyet kendi gizli propogandasını yapmakla kalmıyor, M. Kemal'in aleyhine barış düşmanı, savaşın sorumlusu olduğunu söylüyorlardı. Ethem kuvvetlerinin Yeşil Ordu'ya katılmasıyla aleyhte propaganda hızlandı. Halk arasında ve Mecliste Ethem kuvvetlerinin düzenli orduya tercih edilmesi için eleştiri ve subayların işe yaramadığı propagandalay: yaygınlaştı. Cemiyetin çalışmaları Ankara dışında, Anadolu'nun birçok bölgesinde yayıldı. Eskişehir'de "Yeni Dünya" adlı bir gazete Cemiyet'in yayın organı görevini üstlendi. Cemiyet'in çalışmaları denetim dışına çıktığı ve tehlikeli boyutlara ulaştığı için M. Kemal Cemiyet'in kapatılmasını istedi, fakat çalışmalar kesilmedi. M. Kemal'in ısrarı üzerine arkadaşları, Cemiyet'in çalışmalarının durmasına karar verip, ayrıldılar. Ancak Cemiyet'in Genel Sekreteri Nazım, Karahisar Mebusu Şükrü, Baytar Salih, Affan, Ziynetullah, Şeyh Servet ve bazıları çalışmaları gizli yürütmeye devam ettiler. Yeşil Ordu ve Halk İştirakiyun (Komünist Partisi) Baytar Salih ve Nazım Beyler'in gizli çalışmaları ile birleşme çabalarına başladılar ve Üçüncü Enternasyonal'e kabul edildiler. Programlarını birleştirip birlikte çalışmaya karar verdiler. Ethem'de bu birleşmeden sonra Cemiyet'e katıldı. Gizli Komünist Partisi ile Yeşil Ordu'nun birleşmesiyle adlarını Halk İştirakiyun olarak belirlediler. Birleşme protokolünün altında her iki organında mühürü vardı. Bu arada Dr. Nazım Bey Meclis tarafından İçişleri Bakanı seçildiyse de M. Kemal'in enerjik tutumu ile görevinden çekildi.

Sovyetler Birliği ile dostluk ve yardımlaşma çabalarında bulunan T.B.M.M. Hükümeti, Sovyetler tarafından desteklenen bu yıkıcı çalışmalara bir süre göz yumdu. Cemiyetin askeri gücünü oluşturan Çerkez Ethem kuvvetlerinin 10 Ocak 1921'de İnönü'de yok edilmesi ve 16 Mart 1921'de Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, Ankara İstiklal Mahkemesi aracılığı ile bu kuruluşların tasfiyesine gidildi. Yeşil Ordu Cemiyeti'nin yıkıcı çalışmaları, Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa'nın 19 Ocak 1921'de, durumu Genelkurmay'a bildirmesiyle öğrenildi. Bakanlar Kurulu konuyu görüştü. Fakat Türk-Sovyet görüşmelerini etkilememesi için acele edilmedi. Moskova Antlaşması'nın imzalanmasından sonra 21 Mart 1921'de gizli oturum yapan T.B. M.M.'nde, Nazım, Mehmet Şükrü, Şeyh Servet Beyler'in dokunulmazlıkları kaldırıldı. İstiklal Mahkemesi'nce yargılanarak 9 Mayıs 1921'de Nazım Beyle ileri gelen bazı kişiler hapse mahkum edildiler. Nazım Bey bir süre sonra af edildi. Sovyetlerle iyi ilişkiler kurulduğu bir sırada Yeşil Ordu; Halk İştirakiyun, Gizli Komünist Partisi gibi komünist örgütler ılımlı bir biçimde tasfiye edildiler. Böylece yıkıcı bir sorun daha çözülmüş oldu.
 

BURLAHATUN

Yasaklı Üye
Katılım
21 Tem 2008
Mesajlar
5,116
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
TÜRKİYE
TEKALİF-İ MİLLİYE EMİRLERİ

Tekalif-i Milliye Emirleri (Ulusal Vergi Emirleri)

Mustafa Kemal
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, 1881 - 1938 yılları arasında yaşamış ulusal önder. 1881 yılında Selanik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleşti.
Başkomutanlık Kanunu'nun kendisine tanıdığı yasa yapma yetkisini kullanarak 7-


8 Ağustos 1921'de, halkı maddi ve manevi bütün kaynaklarıyla Ulusal Mücadele'ye katılmaya çağıran "Tekalif-i Milliye Emirleri"ni yayınladı. On ayrı metinden oluşan bu emirler uygulanmadığı takdirde etkili olamazdı. Mustafa Kemal bu emirlerle istediği şeyleri ve amacını Nutuk'ta şöyle açıklıyor:

1 Sayılı emrimle, her ilçede birer "Tekalif-i Milliye Komisyonu (Ulusal Vergi Kurulu)" kurdum. Bu kurullarca toplanan şeylerin ordunun çeşitli bölümlerine dağıtımını düzenledim.

2 Sayılı emrime göre yurtta her ev, birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekalif-i Milliye Komisyonu'na verecekti.

3 Sayılı emrimle tüccar ve halk elinde bulunan çamaşırlık bez, kaput bezi, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, erkek elbisesi dikmeye elverişli her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kalın bez, kösele, vaketo, taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, dikilmiş ve dikilmemiş çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura ve saraç ipliği, nallık demir ve yapılmıs nal, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı, urganlardan % kırkına, parası sonra ödenmek üzere el koydum.

4 Sayılı emrimle eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumların da yine % kırkına, parası sonra ödenmek üzere el koydum.

5 Sayılı emrimle, ordu için halktan alınan taşıtlardan geriye kalanların da ayda bir kez ve parasız olarak yüz kilometrelik bir uzaklığa dek askeri ulaştırma işlerinde çalıştırılmasını zorunlu kıldım.

6 Sayılı emrimle ordunun yedirilip giydirilmesine yarayan bütün terkedilmiş mallara el koydum.

7 Sayılı emrimle halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silah ve cephanenin üç gün içinde hükümete verilmesini istedim.

8 Sayılı emrimle benzin, vakum, gres yağı, makine yağı don yağı, saatçi ve taban yağları, vazelin, otomobil ve kamyon lastiği, lastik yapıştırıcı, buji, soğuk tutkal, Fransız tutkalı, telefon makinesi, kablo, pil, çıplak tel, yalıtkan ve bunlara benzer gereçlerin ve zaç yağının % kırkına el koydum.

9 Sayılı emrimle demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci sarac ve arabacılarla bunların işliklerinin iş çıkarma güçlerinin, kasatura, kılıç, mızrak, eğer yapabilecek ustaların adlarıyla sayılarının ve durumlarının saptanmasını sağladım.

10 Sayılı emrimle halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabaları ile kağnı arabalarının bütün donatımı ve hayvanları ile birlikte; binek hayvanlarının, top çeker hayvanlar, katırlar, yük hayvanlarının, deve ve eşeklerin % yirmisine el koydum. Baylar, emirlerimin ve bildirdiklerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklal Mahkemeleri'ni Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir, bölgelerine gönderdim. Ankara'da da bir mahkeme bulundurdum.

Ordunun bu savaşı kazanabilmesi için yiyecek, giyecek, cephane ve bunların taşınmasını sağlayacak araçların bulunmasını hazırlayan bu emirlerin Ulusal Mücadele'nin kazanılmasında çok büyük etkisi oldu. Bu emirlerdeki istekleri incelediğimizde, Türk Ordusu'nun ne kadar yokluk içinde savaştığı iyice anlaşılır. Bu emirlerin uygulanabilmesi ve cephe gerisinin güvenliğinin sağlanabilmesi için beş İstiklal Mahkemesi görev aldı. Bu mahkemelerin, Başkomutan'ın yetkilerini kullanmasında ve emirlerini uygulamada kendisine çok büyük yardımları oldu. İstiklal Mahkemeleri gittikleri bölgelerde, halka çağrı yaparak, Başkomutan'ın emirlerinin yerine getirilmesini sağlıyorlardı. Halkın büyük kısmının bu emirlere gönüllü katıldığı görülüyordu. Eskişehir düşman işgaline uğrayınca buraya İstiklal Mahkemesi gönderilemedi. Fakat Başkomutan'ın emriyle 8 Eylül'de Yozgat İstiklal Mahkemesi kuruldu. Mahkemeler, asker kaçakları, casus, bozguncu, düşmana yardım eden, görevini kötüye kullanan, isyan, soygun suçlarını işleyenlere karşı sert bir uygulama yaptılar. Temmuz 1922'ye kadar çalıştılar.
 
Üst